29.10.2014 Views

pdf indir - YDİ Çağrı

pdf indir - YDİ Çağrı

pdf indir - YDİ Çağrı

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

içindekiler - editörden<br />

Editörden...<br />

İçindekiler<br />

Değerli Okuyucu,<br />

yeni bir sayıyla yine sizlerleyiz.<br />

İşçi Eki’mizi bu sayımızda sürdürüyoruz,<br />

bundan sonra da sürdüreceğiz. Bu konuda<br />

oldukça olumlu tepki aldık. Bu bölümün<br />

daha da güzelleşmesi önemli ölçüde<br />

okurlarımızın sınıf içindeki çalışmasının<br />

daha da gelişmesine ve buna paralel olarak<br />

daha fazla somut yazılar almamıza bağlı.<br />

Dolayısıyla okurlarımızın sınıf içindeki<br />

faaliyetlerini artırması işçi ekimizi<br />

geliştirecektir ve tersine işçi ekimizin daha<br />

da gelişmesiyle okurlarımızın elinde sınıfa<br />

gitmek için daha güçlü bir silah olacaktır.<br />

Yaz ayları aslında tatil yapmak için güzel<br />

bir fırsattır, ancak şu da bir gerçek ki,<br />

büyük insanlığın büyük bölümü geçimini<br />

sağlayabilmek için yaz aylarında da<br />

çalışacaktır ve ayrıca tatil yapmak<br />

için gerekli maddi koşullara da sahip<br />

olmayacaktır. Yine büyük insanlığın bir<br />

bölümü ise ekmek kavgasında, direniş ve<br />

grev çadırlarında geçirecektir yaz aylarını.<br />

Dergimizin okurları bunun bilincinde<br />

olarak yaz aylarında da sınıf mücadelesine<br />

ara vermeden sürdürmelidir. Elbette yaz<br />

ayları piknikler ve kamplar için iyi bir<br />

fırsattır, bu nedenle imkanlar ölçüsünde<br />

piknikleri ve kampları hem kitleyi hem<br />

de kendimizi eğitmek için kullanmalıyız.<br />

Mücadele içindeki işçileri de ziyaret etmeyi<br />

unutmamalıyız.<br />

Türkiye’nin katılmaması nedeniyle<br />

burada fazla ses getirmese de, bir ay<br />

boyunca milyonlarca insan futbol dünya<br />

kupası isterisi içine çekildi. “GÜNDEM”<br />

köşemizde bu konuya yer vererek,<br />

kardeşliğin ve dostluğun sporu olabilecek<br />

futbolun nasıl çılgınca tüketim ve<br />

milliyetçilik için kullanıldığını, bu arada<br />

gerçekte kimlerin kazandığını ve kimlerin<br />

kaybettiğini göstermeye çalıştık.<br />

Bu sayımızın başyazısını aylık gazete<br />

olarak biraz geç kalarak da olsa devlet<br />

ve hükümet arasında kızışan çete<br />

savaşlarına ve bu dalaşın arkaplanının<br />

aydınlatılmasına yer ayırdık. Bu konunun<br />

önümüzdeki dönemde değişik biçimlerde<br />

ama gittikçe daha da sertleşerek<br />

karşımıza çıkacağı kes<strong>indir</strong>.<br />

İşçi Eki’mizin başyazısını işçi sınıfı<br />

sorunlarının ele alındığı yazılarda<br />

fazla önemsenmeyen ve böylece fazla<br />

dikkat çekmeyen bir konuya, çocuk<br />

işçiler konusuna ayırdık. Emperyalist<br />

burjuvazinin kurumlarının bu konudaki<br />

vahim durumu daha da iyi göstermek için<br />

nasıl olguları ve rakamları çarpıttığını<br />

örneklerle göstermeye çalıştık.<br />

İşçi Eki’mizin diğer kısmını, önemli ölçüde<br />

yeni başlayan, yürümeye devam eden ve<br />

olumlu veya olumsuz sonuçlanan direniş<br />

ve grevlere ayırdık.<br />

Yeni Kadın Dünyası’nda, Eren Keskin<br />

ve Perihan Mağden gibi mücadeleci<br />

kadınlara karşı başlatılan karalama ve<br />

kışkırtma kampanlarına tavır takındık ve<br />

bu kampanyaların aslında tüm muhalif<br />

kesimleri hedeflediğine dikkat çektik.<br />

Geçtiğimiz dönem 15-16 Haziran<br />

Büyük İşçi Direnişinin ve 2 Temmuz<br />

Sivas Katliamının yıldönümleri çeşitli<br />

etkinliklerle anıldı. Bu konulardaki<br />

yazılarımızı ilgiyle okuyacaksınız. Yine<br />

geçtiğimiz dönemde 5 Haziran Dünya<br />

Çevre Günü ve 26 Haziran, Dünya<br />

İşkenceye Karşı Mücadele Ve İşkence<br />

Görenlerle Dayanışma Günü üzerine de<br />

yazılarımızı beğeniyle okuyacaksınız.<br />

Bir okurumuzdan gelen “İyi Haber Nasıl<br />

Yazılır?” yazısını bu sayımızda maalesef<br />

yer nedeniyle yayınlayamıyoruz. Şimdilik<br />

internet sitemizden yayınladığımız<br />

bu önemli çalışmayı tüm yazı yazan<br />

okurlarımızın okumasını diliyoruz.<br />

Her yıl olduğu gibi bu yıl da Ağustos<br />

ayında dergimiz çıkmayacaktır. Öyleyse<br />

Eylül sayımızda tekrar görüşmek dileğiyle..<br />

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, 09.07.2006<br />

GÜNDEM<br />

ÇARESİZ DEĞİLİZ! . 3<br />

Tüketim ve milliyetçiliğin kışkırtılması…. 5<br />

PANORAMA<br />

İSPANYA - ETA’nın ateşkes ilanı sorunu çözecek mi?. 7<br />

DEMOKRATİK KONGO CUMHURİYETİ - Seçim bahane, işgal şahane…. 8<br />

SIRBİSTAN-KARADAĞ - Referandumdan ayrılık çıktı…. 10<br />

YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />

Çocuk işçiler … . 1<br />

“TÜMTİS’te neler oluyor?”. 3<br />

Castleblair’de yaşananlar... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4<br />

Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran toplantısı. 5<br />

15-16 Haziran Mersin’de anıldı. 5<br />

HAS Alüminyum Fabrikası İşçilerinin Sendikalaşma Mücadelesi Sürüyor! 5<br />

210 işçinin işine son verildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6<br />

Seyhan: Direniş sürüyor!. 6<br />

Dev Sağlık-İş Çukurova Bölge Şubesi açıldı!. . . . . . . . . . . . . . . 6<br />

SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı!. 6<br />

MİTO işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor . 7<br />

Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandı . 7<br />

Biten grev ve direnişlerden haberler... . 8<br />

CORUS YASAN işçisi kararlı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />

ABD’de göçmen olmak…. 11<br />

YENİ KADIN DÜNYASI<br />

Militarizme hayır! . 12<br />

Her Türk Asker Doğmaz - Perihan Mağden. 13<br />

Eren Keskin’e destek kampanyası devam ediyor 14<br />

Kadınlar TMY ve operasyonlara karşı Ankara’da buluştu. . . . . . . . . 14<br />

GÜNCEL<br />

Sivas katliamını unutmadık, unutmayacağız! . 15<br />

Sivas Katliamı İstanbul Kadıköy’de protesto edildi 15<br />

YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />

Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!. 16<br />

İstanbul Nükleer Karşıtı Platform, 5 Haziran<br />

Dünya Çevre Günü’nünde basın açıklaması yaptı. 16<br />

İşkence görenlerle dayanışma günü. 17<br />

Eğitim Emekçileri: “Baskılar Bizi Yıldıramaz!” 17<br />

Demokratik Toplum Partisi 1. Kongresi yapıldı . 18<br />

v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer<br />

Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />

v Yönetim Yeri ve Adresi:<br />

Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul<br />

v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27<br />

v e-mail: mail@ydicagri.com v web: www.ydicagri.com<br />

v Banka Hesap:<br />

Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />

v SAYI: 102 · TEMMUZ’2006 ISSN 1301-692X102<br />

v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro<br />

v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)<br />

vYayın Türü: Yaygın Süreli


ÇETE SAVAŞLARI TÜRKİYE’NİN GÜNDEMİNİ BELİRLİYOR ... BU KADER DEĞİLDİR...<br />

gündem<br />

ÇARESİZ DEĞİLİZ!<br />

Yine toz duman ortalık.<br />

Yine kimin eli kimin cebinde belli değil.<br />

İlginç ve korkutucu günler yaşanıyor.<br />

Onlarca komplo teorisi üretiliyor,<br />

konuşuluyor, tartışılıyor.<br />

Egemen sınıflar arasındaki iktidar<br />

dalaşı, cumhuriyetin kuruluşundan<br />

bu yana devleti<br />

elinde bulunduran güçlerle, merkezinde<br />

ordunun bulunduğu ve bu devlet<br />

bizim diyen güçlerle, parlamentodaki<br />

çoğunluğuna dayanarak devlet<br />

erkini adım adım ele geçirmeye çalışan<br />

AKP hükümeti arasındaki dalaş,<br />

artık her iki tarafın da birbirini<br />

açıkça öbür tarafı kendisine karşı<br />

komplo yapmakla, çeteleşmekle suçladığı<br />

ve bu suçlamanın kanıtlarını<br />

ortaya koymaya çalıştığı bir aşamaya<br />

geldi. Gelecek yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı<br />

seçimleri ve Ardından yapılacak<br />

genel seçim dalaşın kızışmasında<br />

belirleyici rol oynuyor.<br />

Danıştay’a yönelik ardında bir ölü,<br />

dört yaralı bırakan silahlı saldırı ertesinde<br />

olan gelişmeler, özellikle geçen<br />

yıl sonundaki Şemdinli olayları ertesindeki<br />

gelişmelerin devamı olarak<br />

izlendiğinde gelinen yerde egemen sınıflar<br />

arasındaki iktidar dalaşının boyutlarının<br />

doğru değerlendirilmesi<br />

için yeter veri sunuyor.<br />

Devleti elinde bulunduran, ayaklarının<br />

altındaki iktidar zemininin kaydığını<br />

gören ve bunu engellemeye çalışan<br />

güçler, ellerindeki tüm araçlarla<br />

hükümeti sıkıştırmaya, onu hizaya<br />

çekmeye, deyim yerinde ise “emir<br />

komuta zinciri” içine çekmeye çalışıyor.<br />

Bu uluslararası siyaset alanında<br />

da (örneğin Kıbrıs konusu, örneğin<br />

AB konusu, örneğin Ortadoğu siyaseti<br />

konusu vb.), iç siyaset alanında<br />

da (örneğin “Kürt sorunu”, örneğin<br />

“terörle mücadele” adı altında sunulan<br />

sorun, örneğin “türban sorunu”<br />

vb.) açıkça görülüyor. Hükümet kanadı<br />

zamanın kendi lehine işlediği hesabıyla<br />

ortamı germeden, bir “kazaya<br />

uğramadan” hükümet olma konumunu<br />

bir dahaki yıl genel seçimlere<br />

kadar korumak için devleti elinde bulunduran<br />

güçlerle uzlaşmaya giriyor,<br />

bir mehteran bölüğü gibi iki ileri, bir<br />

sağ bir sola selam ile yoluna devam etmeye<br />

çalışıyor.<br />

Arada bir tabana moral vermeye<br />

yönelik ve kimi de kontrol dışı olan<br />

“sert” çıkışlar işin özünü değiştirmiyor.<br />

Hükümet kanadının ortamın<br />

gerilmesinden, çatışmanın sertleşmesinden<br />

anda bir çıkarı yok. Buna<br />

karşı devlet iktidarını elinde bulunduran<br />

ve bu iktidarı korumaya çalışan<br />

kanadın ortamın gerilmesinden,<br />

çatışmaların artmasından, toplumun<br />

lafta laiklik ile şeriat alternatifleri arasında<br />

sıkıştırılıp, şeriatçı görülüp gösterilen<br />

hükümete karşı “laik” cumhuriyetin<br />

“zinde güçleri” etrafında toplanmaya<br />

çalışılmasından çıkarı var.<br />

Bu kanat için iktidarı elde tutmak<br />

için alternatifler şunlar:<br />

“Demokratik alternatif”, hükümeti<br />

erken seçime zorlamak, bu erken seçimde<br />

AKP hükümetini temeli devletçi<br />

olmak olan yeni bir Milliyetçi<br />

Cephe hükümeti kuracak bir koalisyon<br />

hükümeti ile devirmektir. Bu hükümetin<br />

ortakları CHP/DYP/ANAP<br />

ve MHP olarak öngörülmektedir.<br />

Kuşkusuz yönlendirme fonksiyonu<br />

da olan ve Danıştay olayları ertesinde<br />

yayınlanan son bir kamuoyu araştırmasında,<br />

AKP’nin oyları yüzde 30<br />

civarına düşmüş olarak gösterilmesine<br />

rağmen, oyları kendisine en yakın<br />

partiden 10 puan önde görülmektedir.<br />

Bugün devletçi kemalist kesimin,<br />

yani gerçekte devlet iktidarını elinde<br />

bulunduranların parlamentodaki<br />

“ana muhalefet partisi” görünümdeki<br />

CHP’nin oyları yükselen bir eğilim<br />

içinde gösterilmektedir. Fakat<br />

yine de AKP’nin çok gerisindedir.<br />

AKP’nin gelecek seçimlerden de —<br />

halk desteği temel alındığında— en büyük<br />

parti olarak çıkacağı en azından<br />

anda burjuvazinin medyasının tümünün<br />

üzerinde birleştiği bir olgudur.<br />

Bu durumda AKP’yi hükümetten<br />

“demokratik” yolla uzaklaştırmanın<br />

tek yolu koalisyon hükümetidir.<br />

Böyle bir koalisyon hükümeti içinde<br />

CHP esas parti olacaktır. (Her ne kadar<br />

CHP içinde de iç çatışmalar, Baykal’ı<br />

CHP’den uzaklaştırma çabaları,<br />

bu arada CHP-ANAP-DYP dışında<br />

yeni bir oluşumla AKP’ye karşı yeni<br />

bir alternatif etrafında birleşme planları<br />

olmasına, pazarlıklar yürütülmesine<br />

vb. rağmen… Böyle bir alternatifin<br />

bir dahaki seçimlere kadar yaratılıp,<br />

halktan da oy alması göle maya<br />

çalmaya benzemektedir. DSP’nin de<br />

yükselir görünen bir oy eğrisi vardır.<br />

Fakat bunun Ecevit’in ölüm döşeğinde<br />

yatmasına bağlı olarak duyulan<br />

acıma duyguları, vefa, “namuslu<br />

adam” vb. imajı ile bağı vardır.<br />

DSP’nin barajı aşıp koalisyon ortağı<br />

olma şansı sıfıra yakın bir olasılıktır.)<br />

Bugünkü güç dengelerine göre,<br />

AKP’yi demokratik yoldan işbaşından<br />

uzaklaştırma altanatifi koalisyonunun<br />

olası ortakları DYP, ANAP ve<br />

MHP’dir. DYP ve ANAP’ı bir türlü<br />

birleştirerek barajı aştırma planı vardır.<br />

Son kamuoyu yoklamasında<br />

DYP barajı aşar gösterilirken, ANAP<br />

barajın oldukça altında, tek başına seçime<br />

girdiğinde % 10’luk seçim barajıyla<br />

hiç şansı olmayan bir pozis-


gündem<br />

<br />

yonda gösterilmektedir. Böylece olası<br />

bir birliğin adresi de DYP olarak gösterilmektedir.<br />

MHP son kamuoyu yoklamasında<br />

barajın oldukça altında görünmektedir.<br />

Fakat ANAP’ın tersine tek başına<br />

seçimlere girdiğinde barajı aşma<br />

şansı vardır. Bu durumda AKP’nin<br />

“demokratik” alternatifi ortaya çıkar.<br />

Olası bir CHP/DYP/ANAP/MHP<br />

koalisyonu. İyi de bunun için seçimlerin<br />

yapılması ve bundan da önemlisi<br />

AKP’nin gerçekten % 30’lar civarında<br />

kalıp tek başına hükümet kuracak<br />

güce erişememesi ve de bunun<br />

yanında CHP yanında MHP ve DYP/<br />

ANAP’ın barajı aşıp, üçünün-dördünün<br />

parlamentoda çoğunluk elde etmesi<br />

gerekir. Bu hesap sonuçta çok bilinmeyenli<br />

ve tutma ihtimali oldukça<br />

düşük olan bir hesaptır.<br />

Orta ve uzun erimde devlet iktidarını<br />

elinde bulunduranlar için “felaket”<br />

senaryosu, AKP’nin hiç bir şey<br />

olmamış gibi yoluna devam etmesi,<br />

elindeki parlamento çoğunluğuna dayanarak<br />

kendi belirlediği bir adayı<br />

cumhurbaşkanlığına seçmesi, böylece<br />

devlet erkinin çok önemli bir<br />

mevkiini daha düşürerek ele geçirmesi,<br />

ardından da genel seçimlerde<br />

tek başına hükümet kuracak bir<br />

çoğunluğu sağlamasıdır. Bu devleti<br />

elinde bulunduran kemalist bürokrat<br />

burjuvazi açısından yolun sonu<br />

olmaz, fakat sona götüren yolda çok<br />

önemli bir virajdır.<br />

Bu yüzden şimdi öncelikli hedef<br />

olarak hükümetin hükümet olmadığının,<br />

hükümet edemeyeceğinin ispatı<br />

ve hükümetin erken seçime zorlanması<br />

seçilmiştir.<br />

Ortaya Demirel sürülmüştür. Demirel<br />

ağzından bu hükümetin aslında<br />

hükümet edemediği, bu ülkede belli<br />

güç odaklarına karşı hiç bir şey yapmanın<br />

mümkün olmadığı, çarenin<br />

erken seçimde olduğu, eğer erken seçim<br />

yapılmış olsa idi 12 Mart ve 12<br />

Eylül’ün yaşanmış olmayacağı görüşleri<br />

dillendirilmiştir.<br />

Tam böyle bir ortamda gelen Danıştay’a<br />

yönelen “Allahın Askeri”<br />

imzalı ve “türban kararının cezalandırılması”<br />

markalı ve fakat ne gariptir<br />

ki hep milliyetçi/devletçi rabıtalı<br />

silahlı saldırı eylemi, hükümetin hükümet<br />

edemediğinin ötesinde, cumhuriyetin<br />

laik kurumlarını hedef gösteren<br />

bir konumda olduğunun ispatı<br />

bir eylem olarak çıktı ortaya. Devlet<br />

ordusu, yargısı, üniversite yönetimi<br />

vb. ile Anıtkabir’e “Ata’ya şikayet”e<br />

çıktı. Hükümet üyeleri kemalist kitle<br />

tarafından “Mollalar İran’a!”, “Katil<br />

hükümet!” nidaları ile karşılandı öldürülen<br />

Danıştay üyesinin cenaze töreninde.<br />

Katilin eylemin hemen ertesinde<br />

yakalanmış olması ve katilin<br />

tüm ilişkilerinin eski ordu mensupları,<br />

kemalist-ırkçı kuruluşlar vb. olduğunun<br />

ortaya çıkması ile birlikte<br />

bu kez hükümet kanadı, Danıştay<br />

saldırısının hükümete karşı girişilmiş<br />

bir komplo olduğunu işlemeye<br />

başladı. “Laik devlete karşı hükümetin<br />

işaretiyle hareket eden şeriatçıların<br />

devlete yönelik saldırısı” teorisinin<br />

karşısına “adı konamayan bir çetenin<br />

hükümete karşı komplosu” teorisi<br />

çıktı. Bu arada çok ciddi başka<br />

komplo teorisyenleri, aslında bunun<br />

emperyalist dış güçlerin, “Türkiye’ye<br />

karşı komplosu” olduğunu anlattı.<br />

Bir ‘yaşlı eşek’ de, aslında komplonun<br />

hedefinin Türkiye’nin bağımsızlığını<br />

savunan esas güç olan İP ve onun önderi<br />

olduğunu anlattı. vb.<br />

Sonunda ne oldu?<br />

Savcının hakkında tutuklanma<br />

kararı çıkarılmasını istediği ve Danıştay<br />

eylemindeki tetikçinin, Emniyet<br />

açıklamasına göre “adı konamayan<br />

çete”sinin “kilit ismi” olarak tanıtılan,<br />

ismi bu davaya karıştırıldığı<br />

için üzüntüsünden “kalbine bıçak<br />

saplayarak intihara kalkışan” emekli<br />

yüzbaşı Muzaffer Tekin hakim tarafından<br />

tutuksuz yargılanmak üzere<br />

serbest bırakıldı. Bu olay “Türkiye<br />

seninle gurur duyuyor” nidalarıyla<br />

karşılandı. Aynı Susurluk davasında<br />

yargılanan “vatan-millet için kurşun<br />

sıkanlar” gibi. Aynı Şemdinli davasının<br />

“iyi çocuk” katilleri gibi! Sonra<br />

bütün burjuva medya hep bir ağızdan<br />

bastırdı: Gördünüz mü, bağımsız<br />

yargı karar verdi. Demek ki neymiş?<br />

Demek ki, hükümetin ve Emniyet’in<br />

bir bölümünün Danıştay saldırısının<br />

ardında çete filan araması<br />

yanlışmış. Demek ki ortada komplo<br />

filan yokmuş. Bir “meczup” kendi dediği<br />

gibi, kendi başına karar alıp uygulamış.<br />

vb. vb.<br />

Danıştay saldırısının ardından çıkarılan,<br />

adı konmamış, ve çete olmadığı<br />

“bağımsız yargı”nın bağımsız<br />

bir kararıyla tescil edilmiş olduğu<br />

söylenen çetenin ardından, Emniyet<br />

içinde hükümete yakın olan kesim ortaya<br />

bir çete daha çıkardı. İçinde aktif<br />

subayların yer aldığı bu çetenin belgeleri<br />

arasında, Başbakanın evinin krokisi,<br />

hangi yoldan ne zaman nasıl geçtiğinin<br />

notları filan da bulundu. Devlete<br />

zimmetli bir dizi silah, cephane,<br />

bomba vb. de bulundu. “Vatansever”<br />

olduklarını açıklayan bu çetecilerin<br />

açıklamaları da ilginç: Bunlar Türkiye’nin<br />

olası bir işgaline karşı örgütleniyorlarmış!<br />

Ve tabii bunlar da bireysel<br />

olarak hareket eden, devlet ve<br />

ordu vb. ile ilişkileri olmayan “meczup”lardır.<br />

İlginç olan şudur ki, bu<br />

meczuplar ve bunların eylemleri olduğu<br />

gibi, bunlara karşı hükümet yanlısı<br />

Emniyet kesiminin takibatı da nedense<br />

son dönemde artıyor. Herhalde<br />

sıcakların artmasından olacaktır bu.<br />

Öyle ya, sıcaklar arttıkça delilik alametleri<br />

de artar! Yine herhalde bunların<br />

cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça<br />

daha da artacağını söylemek<br />

için kâhin olmaya da gerek yoktur.<br />

Gelişmelerde anda gelinen son<br />

nokta ne?<br />

Özel sermayeli işbirlikçi büyük sermayenin<br />

öz örgütü TÜSİAD, erken<br />

seçime karşı olduğunu açıklayarak,<br />

hükümete destek verdi. Fakat bu desteğini<br />

de bir şarta bağladı: Hükümet<br />

cumhurbaşkanlığı seçimi vb. konularda<br />

“toplumsal uzlaşma” aramalı<br />

ve bunu sağlamalıdır. Hükümet öyle<br />

olur olmaz yersiz ve zamansız çıkışlar<br />

ve açıklamalar yapmamalıdır… vb.<br />

Ardından Başbakan –hükümetin<br />

başı– Genelkurmay Başkanı –devlet<br />

erkinin gerçek başı– ile bir görüşme<br />

yaptı. Ve bu görüşmenin sonucu tek<br />

cümleyle açıklandı: İç ve dış güvenlik<br />

sorunları üzerine görüşülmüştür!<br />

Anlaşılan odur ki, hükümet ile devleti<br />

elinde bulunduran güçler arasındaki<br />

iktidar dalaşında her iki taraf<br />

da kendisinin her dediğini yapacak<br />

durumda olmadığını, her iki tarafın<br />

da elinde ötekine karşı kullanacağı<br />

kozlar olduğu gösterilmiştir. Bu hükümetin<br />

bundan öncekilerin bir<br />

çoğunda olduğu gibi ilk muhtırada<br />

şapkasını alıp gitmeyeceği görüldüğü<br />

gibi, devlet iktidarını elinde<br />

bulunduran güçlerin hiç bir şart altında<br />

AKP’nin tek başına parlamento<br />

çoğunluğuna dayanarak seçeceği bir<br />

cumhurbaşkanını kabul etmeyeceği<br />

de görülmüş, gösterilmiştir.<br />

Bundan sonrası bu gerçeklerin yineleneceği<br />

bir dönem olacak, sonuçta<br />

bir uzlaşma formülü bulunacaktır.<br />

Fakat cumhurbaşkanlığı seçimi ile<br />

de, bir dahaki seçimler ile de bu dalaş<br />

son bulmayacaktır. Ve egemen<br />

sınıflar kendi aralarındaki bu iktidar<br />

dalaşında şimdiye kadar olduğu gibi<br />

bundan sonra da işçileri ve emekçi<br />

yığınları, hükümet demokrasi adına,<br />

devlet iktidarını elinde bulunduran<br />

güçler laik cumhuriyeti ve bağımsızlığı<br />

savunma adına kendi kuyruklarına<br />

takmayı deneyecektir.<br />

Ve bu arada çete savaşları sürecektir.<br />

Biz egemen sınıf ların iktidar<br />

dalaşının ürünü olan bu çete savaşlarının<br />

aptal seyircileri, şu ya da<br />

bu taraftaki saf destekçileri olmak<br />

zorunda değiliz. Bizim kendi tarafımız,<br />

kendi sınıf çıkarlarımız, kendi<br />

mücadelemiz var.<br />

Çete savaşlarının tozu dumanı<br />

arasında, kaybedilen, unutturulmaya<br />

çalışılan Türkiye gerçeğinde ne türban,<br />

ne egemen sınıfların laikliği ne<br />

televole sorunları belirleyici sorunlar<br />

değil.<br />

Bizim derdimiz iş sorunu, aş sorunu,<br />

konut sorunu, insanca yaşama<br />

sorunu. Tekeller bütün Türkiye<br />

tarihinde en yüksek kârlarını elde<br />

ederken, işçi ve emekçilerin toplumsal<br />

zenginlikten eline geçen pay eksiliyor.<br />

İşsizlik, yoksulluk diz boyu.<br />

Demokratikleşme adına çıkarılan<br />

bir dizi yasa var. Ama bunlar bizim<br />

için pratikte bir anlam ifade etmiyor.<br />

Kullanılmıyor. Gerçek sorunlar bunlar.<br />

Bırakalım çeteler tepişsin. Biz onların<br />

tümüne sırtımızı dönelim. Biz<br />

kendi işimize bakalım. Biz sermaye<br />

egemenliğine karşı sınıf mücadelesine<br />

sarılalım, kendi gücümüze güvenelim.<br />

Örgütlenelim.<br />

Örgütlenelim.<br />

Örgütlenelim.<br />

11 Haziran 2006 <br />

2006 D<br />

Tüketim<br />

KAZANANLAR…<br />

2006 Dünya Futbol Şampiyonası<br />

aylar öncesinden başlayan büyük<br />

bir hazırlık sonrasında Münih-<br />

Alianz Arena stadyumunda 9<br />

Haziran 2006 tarihinde yapılan<br />

görkemli bir açılışla başladı. Bir ay<br />

boyunca bir dizi şey unutturulacak;<br />

favoriler belirlenecek, takımlar<br />

tutulacak, kazanan, kaybeden<br />

hesapları yapılacak; 64 maratonluk<br />

maç son rasında<br />

hangi<br />

takımın kazanacağı<br />

üzerine<br />

tartışm<br />

a l a r y ü -<br />

r üt ü lecek…<br />

Her Dü nya<br />

K u p a s ı ,<br />

A v r u p a<br />

Kupa s ı v s .<br />

k a rşı la şmalarının<br />

olağan<br />

görüntüsü<br />

bu… Yapılanlar,<br />

y a p ı l a c a k l a r<br />

belli…<br />

Futbol geçtiğimiz<br />

yüzyılın<br />

olduğu gibi bu<br />

yüzyılın da seyri<br />

güzel en önemli<br />

spor dallarından<br />

birisi… Ancak<br />

s p or u n d i ğ e r<br />

alanlarında olduğu<br />

gibi, futbolda da günümüzde<br />

belirleyici olan bunun bir<br />

spor olarak, insan bedeninin<br />

gelişmesi, insanlar, takımlar,<br />

uluslar arasında kardeşlik<br />

ve dostluk köprüsü olması<br />

değil… Hayır futbol, günümüzde<br />

spor dünyasının en<br />

önemli şovlarının yapıldığı,<br />

çok büyük paraların kazanıldığı<br />

bir alan… Evet futbol,<br />

özellikle de Dünya Kupası,<br />

Avrupa Kupası vs. gibi organizasyonlarla,<br />

tüketim çılgınlığının<br />

doruğa çıkarıldığı bir alan…<br />

Büyük kazananlar var bu organizasyonlarda…<br />

Kupayı bir takım havaya kaldırıyor<br />

bu yarışmalarda; ama parayı kaldıranlar<br />

bir çok…<br />

kışk<br />

Bu yazıyı yazdığımızda bütün<br />

Yapılan/yapılacak 64 futbol ka<br />

Şampiyonası’nın “en büyüğü”,<br />

kazanan birilerinden, kazanıla


ÜNYA FUTBOL ŞAMPİYONASI:<br />

ve milliyetçiliğin<br />

ırtılması…<br />

dünyayı saran futbol heyecanı tüm hızıyla sürüyordu…<br />

rşılaşması henüz tamamlanmamıştı, Dünya Futbol<br />

“şampiyonu” henüz belli olmamıştı. Buna rağmen ama<br />

n birşeylerden bahsetmek mümkündü!<br />

de futbol ürünleri üreten, satan büyük<br />

tekeller var. Futbolu dostluğun,<br />

kardeşliğin, insanın bedensel gelişmesinin<br />

bir aracı yerine; kâr getiren<br />

bir ticari alan gören ve bu alana yatırım<br />

yapan; bu arada birbirine rakip<br />

de olan markaların kârlarını katladıkları<br />

organizasyonlardan birisi<br />

2006 Dünya Futbol Şampiyonası…<br />

Ama sadece spor/futbol eşyası üreten<br />

bu tekellerle sınırlı değil, “kazananlar<br />

takımı”… Çeşitli içecek tekelleri<br />

başta olmak üzere, bilgisayar, televizyon,<br />

reklam, ulaşım-turizm, fastfood<br />

yiyecek vb. alanlarındaki kimi<br />

büyük tekeller bu takımın içinde…<br />

Yine bu takıma dahil olanlar ara-<br />

gündem<br />

Kupası’nın Almanya’da süren ekonomik<br />

durgunluğun aşılmasına katkı<br />

sağlayacağı ileri sürülüyordu. Daha<br />

fazla kâr elde etmek için günümüz<br />

dünyasının genel geçerli emperyalistkapitalist<br />

kurallarını daha azgın bir<br />

şekilde uygulayarak dünya egemenliği<br />

dalaşında söz sahipliğini sürdürmek<br />

isteyen emperyalist Alman devleti<br />

Dünya Kupası organizasyonunu<br />

hem diğer emperyalist güçlere karşı<br />

prestij açısından, hem de ekonomik<br />

getirileri açısından bir avantaj olarak<br />

değerlendirmek istiyor… İstihdamın<br />

bir aylık bir süre için de olsa çok az<br />

bir iyileşme göstermesi, “mevsimlik”<br />

(bu mevsimlik “futbol mevsimliği”<br />

ama) ekonomik<br />

canlılık<br />

için bir gösterge<br />

olarak sunulacak.<br />

Belki<br />

bir ay ın sonunda<br />

yine eskiye<br />

dönülecek<br />

ama, “ne kazanılırsa<br />

kârdır”<br />

mantığıyla kitleler<br />

geçici iyi-<br />

Futbol karşılaşmalarında durum<br />

ne olursa olsun, favoriler galip gelsin<br />

veya gelmesin; sürpriz sonuçlar<br />

ortaya çıksın ya da çıkmasın; 2006<br />

Dünya Futbol Şampiyonası’nda her<br />

halükârda kazananlardan bahsetmek<br />

mümkün… Hem de Dünya Kupası<br />

karşılaşmalarının yapıldığı sıralarda<br />

değil, bunun hazırlıklarının başladığı<br />

dönemden bu yana kazananlar var.<br />

Kim bunlar?<br />

Kazananların başında spor, özelde<br />

sında futbolu, futbolcuyu “yarış atı”<br />

pozisyonunda gören ve bu alanda bahis<br />

oynatarak büyük paralar kazanan<br />

bahis firmaları var…<br />

Bunun ötesinde hazırlık ları<br />

uzun bir süreden beri süren Dünya<br />

leşmenin sonuçlarıyla<br />

kandırılacak…<br />

Sadece bu kadar<br />

değil bu orga<br />

nizasyonda n<br />

Alman devletinin<br />

çıkarı:<br />

E m p e r y a l i s t<br />

Alman devleti,<br />

son yıllarda işçilere,<br />

emekçilere<br />

yönelen saldırılara<br />

yenilerini eklemek<br />

istiyor. Şu sıralarda<br />

başta işsizlik yardımı ve<br />

sağlık “reformu” saldırısı<br />

olmak üzere yeni bir dizi<br />

saldırıyı gündeme getiren<br />

Alman devleti yaratılan<br />

futbolun patırtısı-gürültüsü<br />

arasında bunları<br />

gerçekleştirmeye çalışacak;<br />

en azından kitlelerin<br />

açıkça bu yeni saldırılara ilişkin tepkilerini<br />

bir süreliğine de olsa engellemiş<br />

olacak; sorunlar unutulacak,<br />

unutturulacak…<br />

Büyük kazananlar var… küçük kazananlar<br />

var…<br />

Alman devleti büyük kazananlar<br />

arasında… Bir de gazetelere yansı-


gündem<br />

<br />

yan küçük kazananlardan bahsediliyor…<br />

Alman ulaşım sektörü, taksiciler,<br />

fuhuş sektörü, lokantalar… bu<br />

küçük kazananların arasında sayılıyor.<br />

Bunlar arasında fuhuş üzerinde<br />

sıkça duruyor gazeteler… Magazinle<br />

bağından dolayı çokça üzerinde duruluyor<br />

belki ama, genelevlerin de<br />

ciddi ciddi hazırlık yaptığından, bu<br />

alanda bir patlama yaşanacağından<br />

bahsediliyor ve böylece bir yandan<br />

da sektörün reklamı yapılıyor, fuhuş<br />

kışkırtılıyor. Futbolun erkek şovenizminin<br />

hakimiyetinin araçlarından<br />

birisi olarak kullanıldığı, seyircisinin<br />

önemli bir bölümünün erkek egemen<br />

ideolojisinden epeyce nasiplendiği,<br />

kafaların bu ideolojiyle eğitildiği bir<br />

toplumda fuhuşun patlama yapması<br />

beklentisi “sıradışı” olmasa gerek…<br />

Almanya’da 2006’da düzenlenen<br />

Dünya Futbol Şampiyonası’nda yaşanan<br />

durum kabaca bu…<br />

Kazananlar arasında hangi ulus<br />

ve milliyetten olursa olsun özellikle<br />

şampiyonaya katılma hakkı kazanan<br />

ülkelerin hakim sınıfları olduğunu<br />

özellikle belirtmek gerekiyor. Ön<br />

planda maçlarda takımlar rakiplerini<br />

altetmek için çabalayadursun; geri<br />

planda azdırılmış, saldırgan milliyetçiliğin<br />

körüklendiği bir ay olacak bu<br />

ay… Sporun halklar arasında kardeşliğin<br />

ve dostluğun bir aracı olması işlevi<br />

bir kez daha kâğıt üzerinde kalacak,<br />

hakim sınıflar kendi düzenlerini<br />

sürdürmenin araçlarından birisi olarak<br />

“ulusal duygular”a hitap edecek,<br />

çeşitli ulus ve milliyetlerden insanlar<br />

başka ulus ve milliyetlere mensup sınıf<br />

kardeşlerine karşı kışkırtılacaklar.<br />

Onların kışkırtmaları arasında<br />

hakim sınıfların yoksullara yönelik<br />

saldırılarına yenileri eklenecek ve<br />

ama bunlar “En büyük milli takım!”<br />

bağırtıları arasında kaynayacak; duyulmayacak.<br />

Tüketim çılgınlığı sonucu büyük<br />

tekellerin maddi çıkarları ile hangi<br />

ulustan olursa olsun hakim sınıf siyasetçilerinin<br />

çıkarları yan yana,<br />

omuz omuza yürüyecek; kazananlar<br />

listesinde en büyük payı bu iki kesim<br />

alacak…<br />

KAYBEDENLER…<br />

Dünya futbola doyacak… Yazılanlara<br />

göre 64 maçı toplam 10 milyar civarında<br />

insan televizyon ekranlarından<br />

seyredecek…<br />

Bir ay sürecek bir futbol şöleni…<br />

Ve bir ay sürecek bir futbol büyüsü…<br />

Bir ay sürecek bir uyuşukluk…<br />

Seyrine doyulmayan yıldızlar, takımlar,<br />

çok güzel gollerle süslü maçlar;<br />

elemeler, çeyrek, yarı finaller ve<br />

final…<br />

İyi hoş ama sadece bu kadar mı?<br />

Örneğ in Brezi lya, Arjantin,<br />

Kosta Rica, Togo, Fildişi Sahilleri,<br />

Kolombiya, Meksika gibi yoksulluğun<br />

pençesindeki bir dizi ülke başta<br />

olmak üzere dünyanın işçilerinin,<br />

emekçilerinin kendi sorunlarına yabancılaşmasını<br />

daha da artırmayacak<br />

mı?<br />

Atılan gollerle hakim sınıfların<br />

bizlere, dünyanın işçilerine, emekçilerine<br />

attığı gollerin üzeri biraz daha<br />

kapatılmayacak mı?<br />

Ekmeğe, suya, daha iyi yaşamaya<br />

ihtiyacı olan dünyanın işçilerinin,<br />

emekçilerinin bu ihtiyaçlarının üzeri<br />

biraz daha örtülmeyecek mi?<br />

Bunlar gerçekleşmiyorsa ne yapılacak?<br />

Onun da bir yolu var: Umut, loto,<br />

toto gibi şans oyunlarında aramak<br />

öğütlenmiş bir çeşit… Bunun da<br />

Dünya Kupasındaki karşılığı “bahis<br />

tekelleri”. Oyna bahsi kazan, kurtul!<br />

Belki birileri küçük çaplı şeyler kazanacak<br />

ve bunun göstermelik yaygarası<br />

koparılacak ama yığınlar açısından<br />

değişecek birşey olmayacak…<br />

Bir ayın sonunda yine yoksul yaşam<br />

bütün acımasızlığı ile yığınların karşısına<br />

dikilecek… Açlık ve yoksulluk<br />

içinde, haksızlık içinde bir yaşam<br />

sürdürülmek zorunda; bir aylık futbol<br />

rötarının ardından…<br />

SUÇLU KİM?<br />

Açlık ve yoksulluk içinde bir dünya…<br />

Haksızlıkların hüküm sürdüğü bir<br />

dünya… İşçilere, emekçilere karşı<br />

saldırıların sürdüğü bir dünya…<br />

Dünyanın, çevrenin katledildiği bir<br />

dünya… Gözlerin kör, kulakların sağır<br />

edildiği; bilinçlerin esir alındığı<br />

bir dünya…<br />

Ve insanlar bir kere daha kendi sorunlarına,<br />

kendi gerçekliklerine yabancılaştırılacak…<br />

Futbolla!<br />

Peki bu durumda futbol suçludur<br />

diyebilir miyiz?<br />

Hayır, futbolun bir suçu yok!<br />

Amatör bir kitle sporu olarak futbol<br />

bir dizi diğer spor dalı gibi uluslar<br />

arasında kardeşliğin, dostluğun bir<br />

aracı olabilir.<br />

Ama günümüzde olan bu değil, yapılan<br />

bu değil… Futbol bu amacından<br />

uzaklaştırılmış durumda…<br />

Suçlu da işte futbolu bu amacından<br />

uzaklaştıran, onu kendi çıkarları<br />

için, uluslararasında üstünlük aracı<br />

olarak kullanmak isteyen emperyalist-kapitalist<br />

devletler… Tekeller…<br />

Hakim sınıf siyasetçileri…<br />

Bir ay boyunca futbolu seyredelim…<br />

Futbolun güzelliklerini görelim…<br />

Dünyanın en iyi futbolcularını<br />

seyretmenin keyfine varalım…<br />

Ama futbolun kapitalizmin bizi sömürdüğü,<br />

bizleri uyuttuğu bir araç<br />

haline dönüştürdüğü gerçeğini unutmadan…<br />

Dahası; futbolu bir seyir olarak değil<br />

–evet seyri de güzel ama seyretmenin<br />

insan bedenine bir faydası yok!–<br />

amatör ruhla yapılan bir spor haline<br />

getirmek, dostluğun ve kardeşliğin,<br />

iletişimin bir aracı olarak görüp<br />

bunu gerçekleştirmek gerekli…<br />

Bütün sporlar gibi futbol da kapitalizmin<br />

pisliklerinden arındırıldığında<br />

daha güzel olacak…<br />

11 Haziran 2006 <br />

Bu Kitapları<br />

isteyin, okuyun,<br />

okutun...<br />

D Ö N Ü Ş Ü M<br />

YAYINLARI<br />

ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ<br />

• 3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00<br />

• BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50<br />

• POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00<br />

• 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00<br />

• 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />

• 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00<br />

• KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00<br />

• MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />

GÜNCEL POLİTİKA<br />

• STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00<br />

• EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00<br />

• İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00<br />

• MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00<br />

• FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50<br />

• DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />

• BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />

• ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50<br />

• KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00<br />

• Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />

KADIN DİZİSİ<br />

• KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50<br />

• SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />

• KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00<br />

• KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00<br />

• SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />

• BİZİM LİSE Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50<br />

• ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />

• DİLAN N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />

• NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />

• YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />

ŞİİR DİZİSİ<br />

• PANTA REİ Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />

• HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50<br />

• ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50<br />

• 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00<br />

• MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00<br />

Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16<br />

Aralık 2005<br />

% 40 İndirimli<br />

Fiyat Listesi


PANORAMA<br />

panorama<br />

Avrupa’da ulusal sorun ve ulusal<br />

mücadele veren örgütler sözkonusu<br />

olunca, Türkiye’de de akla<br />

ilk gelen örneklerden biri Bask<br />

sorunu ve ETA olmaktadır. İşin<br />

ilginci bu örnek Türkiye’de ulusal<br />

sorunun çözümü için sık sık<br />

gündeme gelmekte ve kimilerinin<br />

“çözüm” önerilerinin örneği<br />

olmaktadır. Türkiye’de örnek<br />

olarak öne sürülse de somut olarak<br />

Bask ülkesinde, İspanya’da<br />

da ulusal sorunun varlığı sürüyor,<br />

gerçek bir çözüm hâlâ ufukta<br />

görünmüyor bile… Bu olgu, son<br />

dönemde Katalanlara daha geniş<br />

bir otonominin tanınmasına<br />

rağmen değişmiyor.<br />

ETA’nın ateşkes<br />

ilanı sorunu<br />

çözecek mi?<br />

Bask ülkesi sözkonusu olunca<br />

gözlerden gizlenen, ya da bilince<br />

çıkarılmayan bir olgu<br />

da, Bask ulusal sorununun sadece<br />

İspanya sorunu olmadığı, aynı zamanda<br />

Fransa’nın da sorunu olduğu<br />

gerçeğidir. Bu gerçeğe dergimizin değişik<br />

sayılarında dikkat çekmemize<br />

rağmen, Türkiye’de egemen yaklaşım,<br />

–basında sık sık olgular yazılsa<br />

da– hâlâ, Bask ve ETA sorununun sadece<br />

İspanya’nın sorunu olduğu biçimindeki<br />

yaklaşımdır. Bunun da doğrudan<br />

sonucu ETA’nın herhangi bir<br />

eylemi veya talebi de esasta sadece<br />

İspanya hükümetinin–yönetiminin<br />

siyaseti ve tavrıyla karşılaştırılmakta<br />

ve sorunun çözümünün arayışı da<br />

sadece bu çerçevede olmaktadır.<br />

“ETA ve Batasuna devlete barış görüşmeleri<br />

ve sorunun çözümü için<br />

önerilerde bulunsalar da devletin<br />

Basklılara karşı baskıları, saldırganlığı<br />

sürmektedir. Onlarca kişi ardı ardına<br />

hiçbir kanıt gösterilmeden ETA<br />

üyesi olmakla suçlanmakta, hapse<br />

atılmakta, mahkemelerde yargılanmaktadır.<br />

Bask kökenli olmaları ve Bask ülkesinin<br />

eşitliğini istemeleri yargılanmak,<br />

suçlanmak ve hapse atılmaları için yeterli<br />

‘kanıt’ olmaktadır. Mahkemeye<br />

çıkarılmadan dört seneye kadar ‘gözaltı’<br />

uygulamaları da yaşanan kimi<br />

uygulamalardır. Hemen hemen her<br />

tutuklanan Basklı’nın işkenceye maruz<br />

kaldığı da tutuklananların verdiği<br />

bilgilerle açığa çıkmaktadır.” (Çağrı,<br />

sayı 88, sayfa 24, 12 Mart 2005)<br />

Evet bunları yaklaşık bir sene önce<br />

yazmıştık. Bu tespitte hem ETA ve<br />

Batasuna’nın devletle barış görüşmelerine<br />

hazır olduğunu, hem de devletin<br />

Basklılara karşı kimi uygulamalarını<br />

bilince çıkarmaya çalışmıştık.<br />

ETA’nın barış görüşmelerine hazır<br />

olduğunu ise esas olarak kimi önderlerinin<br />

cezaevinde yaptığı açıklamalara<br />

dayanarak tespit etme durumundaydık.<br />

Sonradan ortaya çıktığı gibi<br />

ETA kendi içinde hükümetle barış<br />

görüşmelerine hazır olmayan ve silahlı<br />

mücadeleyi sürdürmekten yana<br />

olan kesimi ikna etmek için, durumun<br />

gerçekte ne olduğunu tam olarak<br />

kamuoyuna yansıtmamıştır.<br />

Sözkonusu yazımızda aynı zamanda<br />

Bask halkının kendi kaderini<br />

belirlemek için gündeme gelen<br />

referandum talebinin İspanya meclisinde<br />

büyük çoğunlukla reddedildiğini,<br />

Katalanların otonomilerini<br />

daha fazla hak için reforme etmek istediklerine<br />

değinmiştik.<br />

Gelişmeler, Zapatero hükümetinin<br />

Katalonya’nın otonomisini genişletme<br />

ve ETA ile barış görüşmelerine<br />

hazır olduğunu ortaya koydu.<br />

Bu arada yine perde arkasında taraflar<br />

arasında görüşmelerin sürdüğü de<br />

- İSPANYA -<br />

Sonradan ortaya çıktığı gibi ETA kendi içinde<br />

hükümetle barış görüşmelerine hazır olmayan ve<br />

silahlı mücadeleyi sürdürmekten yana olan kesimi ikna<br />

etmek için, durumun gerçekte ne olduğunu tam olarak<br />

kamuoyuna yansıtmamıştır.<br />

ortaya çıktı, ETA’nın yan örgütü olduğu<br />

iddasıyla yasaklanan Batasuna<br />

ve Bask ülkesinin bağımsızlığını isteyenlere<br />

karşı saldırganlığın sürdürülmesine<br />

paralel olarak ETA ile barış<br />

görüşmelerinin köşe taşları döşendi.<br />

2005 Mayıs ayı ortalarında,<br />

İspanya meclisinde ETA’nın şiddet<br />

eylemlerine son vermesi, silah bırakması<br />

ön koşuluyla görüşmelere başlanabileceğine<br />

onay verildi. Böylece<br />

zaten görüşmelere hazır olan ETA ve<br />

Batasuna ile resmi olarak görüşmelerin<br />

yolu açıldı.<br />

ETA yaptığı açıklamalarda “demokratik<br />

bir sürece entegre olmaya”<br />

hazır olduğunu ifade etse de İspanya<br />

devletinin yöneticileri ETA’nın ciddiyetine<br />

kuşku ile bakıyordu. Bu kuşkuyu<br />

gidermek için ETA, 2003 yılı<br />

Mayıs ayından beri ölümlerin yaşandığı<br />

eylemler yapmadığı olgusunun<br />

yanısıra, 1 Haziran 2005’ten itibaren<br />

İspanyol partilerinin siyasetçilerine<br />

karşı cephe siyasetini değiştirdiklerini,<br />

herhangi bir saldırıda bulunmayacaklarını<br />

ilan ederek kendilerinin<br />

güvenilirliğini sağlamaya çalıştı.<br />

Tüm bu çabalar İspanya devletinin<br />

ETA’ya yakın örgüt ya da kesimlere<br />

karşı yürüttüğü saldırgan siyasetin,<br />

mahkeme kararlarının gölgesinde<br />

kaldı. Bask ülkesinin ve halkının<br />

haklarından yana olanlara karşı devletin<br />

terörü tüm hızıyla sürüyordu.<br />

Bu süreçte ETA ile görüşmelerin yakında<br />

başlayacağı tahminleri yapılsa<br />

da, ETA’nın Mart ayında ateşkes ilan<br />

etmesine kadar gerçekte ne olacağı<br />

pek bilinmiyordu.<br />

ATEŞKES İLANI…<br />

22 Mart’ta video görüntülü yayınla<br />

yapılan ateşkes açıklamasına göre,<br />

süresi belli olmayan, kalıcı ya da sürekli<br />

ateşkes süreci 24 Mart’tan itibaren<br />

başlayacaktı. Ateşkesin amacı ise,<br />

“Bask ülkesinde demokratik bir sürecin<br />

önünü açmak”, başlatmaktır.<br />

Yine yapılan açıklamaya göre bu sürecin<br />

sonunda, “Bask halkının kendi<br />

geleceği üzerine kendisinin karar<br />

verme hakkının” elde edildiği bir sonuç<br />

isteniyordu. Bunun için de Bask<br />

ülkesinin sömürgeci güçlerine, yani<br />

İspanya ve Fransa’nın hükümetlerine<br />

yeni sürece olumlu yaklaşmaları ve<br />

saldırganlıklarına son vermeleri çağrısında<br />

bulunuluyordu. Böylesi bir durumda<br />

bu ülkelerin Basklılarla olan<br />

çelişkinin, kavganın aşılabileceğinin<br />

altı çiziliyordu yapılan açıklamada.<br />

Açıklamanın yapıldığı günlerde<br />

İspanya Meclisi Anayasa Komisyonu<br />

Katalanların bir ulus olduğunu kabul<br />

ettiği ve Katalan halkına kimi hakları<br />

tanıdığı yasa tasarısını kabul etmişti.<br />

Sözkonusu barış görüşmelerinin<br />

başlaması sürecinde öne sürülen talepler<br />

arasında Batasuna’nın yasaklanması<br />

kararının kaldırılması, tutuklu<br />

ETA ve Batasuna üyelerinin<br />

serbest bırakılması gibi temel talepler<br />

de var. ETA’nın ateşkes ilanı açıklamasına<br />

bakıldığında, Bask ülkesinin<br />

ayrı bir devlet olarak “bağımsızlığı”<br />

düşüncesinden vazgeçilmediği; ama<br />

ayrı bir devlet olabilmek için alınacak<br />

yolun silahlı reformizm yerine silahsız<br />

reformizm yolu, görüşmelerle anlaşma<br />

yolu seçilmiştir. ETA daha önce<br />

de birkaç kez ateşkes ilan etmiş ve görüşmeler<br />

yapılmıştı. Görüşmelerin<br />

çıkmaza girmesi ETA’nın yeniden silahlı<br />

eylemlere başlamasını beraberinde<br />

getirmişti. Bu bağlamda ateşkes<br />

ilanı ilk değil. İlk olan şey, bu seferki<br />

ateşkese “sürekli-kalıcı” ateşkes demeleridir.<br />

ETA’nın cezaevindeki kimi<br />

temsilcilerinin anda verilen silahlı


panorama<br />

mücadelenin işe yaramadığı yönlü<br />

açıklamaları da gözönüne alındığında,<br />

bu seferki ateşkesin, Bask sorununun<br />

çözülmemesi durumunda<br />

da kalıcı olabilme ihtimali büyüktür.<br />

ETA, yeniden silahlı mücadeleye başlamayabilir.<br />

Fakat bu da, İspanya’da,<br />

ya da Bask ülkesinin bağımsızlığını<br />

isteyen kimi yeni silahlı grupların<br />

ortaya çıkmayacağı anlamına gelmiyor.<br />

NELER OLABİLİR?<br />

ETA’nın sürekli-kalıcı ateşkes ilanı<br />

esas olarak burjuvazinin temsilcileri<br />

tarafından sevinçle içiçe temkinli bir<br />

tavırla karşılandı. Barış görüşmeleri<br />

sürecinin zor geçeceği üzerine demeçler<br />

verildi, neler olabileceği üzerine<br />

tahminlerde bulunuldu.<br />

İspanya Başbakanı Zapatero kapalı<br />

kapılar ardında yürütülen görüşmelerle<br />

ETA’nın ateşkes ilan etmesini<br />

sağlayan kişi olarak gösterilip puanlarını<br />

yükseltirken barış görüşmelerinin<br />

aşama aşama olacağını ve kafasında<br />

bir yol haritası olduğunu açıkladı.<br />

Zapatero kendisini sağlam kazığa<br />

bağlamak için de meclisten ETA ile<br />

görüşmeler için onay istedi ve meclisteki<br />

çoğunluk bu isteği onayladı. Aşırı<br />

milliyetçi Halk Partisi dışındaki partiler<br />

esas olarak Zapatero’nun ETA<br />

ile görüşmelerine destek veriyor.<br />

Görüşmelerin ise iki ayrı temelde<br />

yürütüleceği görülüyor. Hükümet<br />

ETA ile yürüteceği görüşmelerde,<br />

esas olarak silahların bırakılmasını<br />

sağlamaya çalışacak. ETA’nın silahları<br />

bırakıp bırakmayacağı ise görüşmelerin<br />

sonucunda ETA’nın taleplerine<br />

ne kadar yanıt verilip verilmeyeceği<br />

tarafından belirlenecek.<br />

ETA, Batasuna’nın yasağının kaldırılmasını,<br />

kendi taraftarlarının cezaevlerinden<br />

bırakılmasını da istediğinden,<br />

görüşmelerde bu noktalar<br />

da gündeme gelecektir. Batasuna’nın<br />

yasağının kaldırılması ve kimi ETA<br />

tutuklularının serbest bırakılması işi<br />

en kolay çözülecek işlerdendir.<br />

Görüşmelerin yürütüleceği ikinci<br />

temel ise, İspanya hükümet yetkililerinin<br />

Bask ülkesinin legal siyasi<br />

temsilcileriyle Bask bölgesinin geleceği<br />

üzerine görüşmeler yürütmesidir.<br />

Yani Bask ülkesinin kaderi, sadece<br />

ETA ile yürütülen görüşmelerde<br />

tartışılmayacak. Esas olarak merkezi<br />

hükümet ile yerel hükümet ve siyasi<br />

partiler arasındaki görüşmelerde belirlenecek.<br />

Bu temellerde yürütülecek<br />

pazarlıkların yaz tatili sonrasında<br />

başlayacağı tahmin ediliyor.<br />

Sonuçta, ateşkes ilanının kendisi<br />

resmi görüşmelerin başlatılmasının<br />

yolunu açmıştır ama sorunun<br />

çözümünü getirmekten uzaktır.<br />

Görüşmelerin hükümet temsilcileri<br />

tarafından mümkün olduğunca uzatılmaya<br />

çalışılacağına kesin gözüyle<br />

bakılabilir.<br />

Görüşmelerde Bask ülkesinin kaderini<br />

Bask halkının belirlemesi talebi<br />

kabul edilse de –ki bu demokratik<br />

bir hakkın kabulüdür– sorunun<br />

özü Bask halkının seçimine sunulacak<br />

olan alternatifin ne olduğudur.<br />

Örneğin Katalan halkına otonominin<br />

genişletilmesi için ne<br />

düşündüğü konusunda<br />

referandum hakkı verildi<br />

ve gerçekleştirildi de.<br />

Bask ülkesi bağlamında<br />

ise bilinçte tutulması gereken<br />

esas mesele, sadece<br />

otonomi haklarının genişletilmesi<br />

değildir.<br />

Bask ülkesi İspanya ve<br />

Fransa tarafından ilhak<br />

edilen ve parçalanan bir<br />

ülke olduğu sürece ve<br />

Bask ulusunun ayrı devlet<br />

kurma hakkı tanınmadığı<br />

sürece Bask ulusal<br />

sorunu da varlığını<br />

sürdürecektir. Fransa<br />

ile Bask temsilcileri arasında<br />

herhangi bir görüşme falan<br />

yok. Tersine Fransa Basklılara karşı<br />

saldırganlığını, ETA taraftarı olduğu<br />

iddiasıyla onlarca insanı tutuklama<br />

biçiminde sürdürüyor.<br />

Görüşmeler sürecinin zor ve çelişkili<br />

geçeceği tespiti doğrudur. ETA<br />

ile görüşmelere karşı olanların provokasyonlarının<br />

yaşanacağı; ya da<br />

ETA’nın pazarlık gücünü azaltmak<br />

için kimi bomba eylemleri gerçekleştirilerek<br />

ETA’nın suçlandığı, güvenilir<br />

olmadığının propagandası yapıldığı<br />

bir süreç yaşanabilir. Bunun<br />

nasıl olacağını da hep birlikte göreceğiz.<br />

Açık olan şey, ETA’nın “terörist örgüt”<br />

olarak ilan edilmesi yerine, sisteme<br />

entegre etme siyasetinin öne<br />

çıktığıdır. Bunun için de IRA örneği<br />

öne çıkarılmaktadır. Uluslararası<br />

burjuvazinin şu ya da bu biçimde varolan<br />

silahlı muhalefet gücünü, sistemi<br />

tehdit etme potansiyelini ortadan<br />

kaldırma, şiddet tekelini tümüyle<br />

kendi elinde toplama siyaseti,<br />

sorunların çözümü adına değişik<br />

kanallardan uygulanmaktadır. ETA<br />

bağlamındaki tartışmalarda aslında<br />

bilince çıkarılması gereken temel sorun<br />

da budur.<br />

26 Haziran 2006 <br />

- DEMOKRATİK KONGO CUMHU<br />

Seçim bahane, işgal<br />

Eğer yeniden<br />

ertelenmezse, Kongo’da<br />

parlamento ve başkanlık<br />

seçimlerinin birinci<br />

turu 30 Temmuz’da<br />

gerçekleşecek. Sözkonusu<br />

seçimler, yıllarca süren iç<br />

savaş ve çatışmalara son<br />

verme ve “savaştan barış<br />

dönemine geçiş süreci”<br />

olarak düşünülen, ama<br />

seçim koşulları ve ortamı<br />

–esas olarak güvenlik<br />

ve teknik nedenlerden–<br />

olmadığı söylenerek<br />

birçok kez ertelendi.<br />

Birleşmiş Milletler’e bağlı<br />

17.000 civarında “mavikasklı”<br />

işgal gücü yıllardır Kongo’da.<br />

Kongo’da ise bu güçlere rağmen, yürüyen<br />

çatışmalarda, 1998’den bu<br />

yana beş milyon civarında insan yaşamını<br />

yitirmiştir. Yönetimde ise savaş<br />

ağaları arasında anda en güçlü<br />

savaş ağası olan Kabila var. Kabila<br />

askeri bir rejimle ve emperyalistlerin<br />

desteğiyle ülkeyi yönetiyor.<br />

Kabila’nın yönetimde olması ama<br />

ülkenin değişik bölgelerinde, kendi<br />

bölgesinde egemen olan savaş ağalarının<br />

varlığını ortadan kaldırmıyor.<br />

Özellikle başkanlık seçimlerinde<br />

aday olan savaş ağalarının seçimi<br />

kaybeden tarafı, seçimde sahtekarlık<br />

olduğunu iddia ederek kendisine<br />

bağlı silahlı güçleri devreye sokma<br />

ve çatışmalara yol açması büyük bir<br />

olasılık olarak görülüyor. Örneğin<br />

Kabila yeniden seçilmediği durumda<br />

kendisine bağlı 15.000 civarındaki<br />

“Başkanlık muhafız kıtası” güçlerini<br />

harekete geçirebilir. Diğer kimi savaş<br />

ağalarının da binlerce silahlı gücü –<br />

ve evet bunlar arasında çocuk askerler<br />

de var– vardır. Bu durumda seçimlerin<br />

yapılmasının yeni çatışmaların<br />

dönüm noktası olabilme ihtimali<br />

büyüktür. Bu durumda aslında<br />

BM’nin ve Avrupalı emperyalistlerin<br />

seçimlerin yapılmasında ısrar etmesinin,<br />

“demokrasiye geçiş” için mi,<br />

yoksa ülkeyi daha fazla karışıklığa<br />

sokup “barışı sağlamak” adına daha<br />

fazla işgal gücünü Kongo’ya göndermenin<br />

zeminini mi yaratmak istediği<br />

sorusu ortaya çıkmaktadır.<br />

Birleşmiş Milletler Güvenlik<br />

Konseyi 25 Nisan 2006 tarihinde<br />

yaptığı toplantıda Kongo’daki ortamı<br />

“dünya barışını ve uluslararası<br />

güvenliği tehdit eden bir durum” olarak<br />

değerlendirmiş ve 1671 sayılı kararla,<br />

AB’nin Kongo’daki seçimlerin<br />

güvenliğini sağlamak için BM güçlerine<br />

destek vermesi gerektiği kararını<br />

almıştır. Böylece 2003 yılında<br />

Kongo’daki ilk görevinden sonra<br />

AB’nin askeri gücü yeniden devreye<br />

sokuldu. AB ise yürüttüğü tartışmalar<br />

ertesinde Kongo’ya 2000 civarında<br />

asker göndermeyi kararlaştırdı.<br />

AB’nin başını çeken emperyalist<br />

güçlerden Almanya ve Fransa başta<br />

olmak üzere kimi diğer AB ülkeleri<br />

görev süreci seçimlerden önce başlayıp<br />

seçimlerden sonra dört ay sürecek<br />

olan askeri gücün gönderilmesi<br />

kararını 12 Temmuz’dan itibaren<br />

gerçekleştirecek. Seçimlerden dört ay<br />

sonra ise bu sürecin uzatılması gündeme<br />

gelecektir.<br />

Emperyalistlerin her zamanki gibi<br />

başvurduğu sahtekârlıklar Kongo<br />

somutunda da gündeme gelmektedir.<br />

Kendileri militaristleşme adımlarını<br />

ilerletirken ve işgal güçlerini<br />

başka ülkelere gönderirken, kendilerini<br />

“barışı koruyan”, “demokrasiye<br />

geçişi sağlayan” ve “yardım meleği”<br />

olarak göstermektedirler. Bu “yardım<br />

melekleri” gerçekte askeri güç olarak<br />

dünyanın en güçlüleri arasında başa<br />

oynuyor. Dünyanın yeniden paylaşımı<br />

dalaşında pastadan pay alma savaşı<br />

yürütüyor.<br />

Yaptıkları sahtekârlıklardan biri<br />

de şu ya da bu ülkede gerçekleştirilen,<br />

ya da gerçekleştirilecek seçimlerle<br />

ilgili. Somut olarak Kongo’da<br />

yapılması planlanan seçimlerin “hür<br />

ve demokratik” seçimler olacağı propagandasını<br />

yapmaktadırlar. “Hür ve<br />

demokratik” seçimleri güvenlik altına<br />

almak için de ek olarak askeri güç


panorama<br />

RİYETİ -<br />

şahane…<br />

sını propaganda ediyorsa, sözkonusu<br />

seçimlerde çıkarları vardır.<br />

BM Güvenlik Konseyi Kongo’daki<br />

durumu “dünya barışını ve uluslararası<br />

güvenliği tehdit eden bir durum”<br />

olarak değerlendiriyor. AB’nin<br />

Kongo’ya askeri güç göndermesine<br />

karşı olan kimi Kongo’lular, BM ve<br />

AB güçlerinin seçimlerin yapılması<br />

ve Kabila yönetimine dayattığı ön<br />

koşulların yerine getirilmediğini somut<br />

verileriyle ortaya koyuyorlar.<br />

Kabila’nın yeniden seçilmesi ise hemen<br />

hemen kesin olarak görülüyor.<br />

Böylesi bir ortamda Kabila karşıtlarının<br />

seçim sonuçlarına itiraz edeceklerine<br />

de kesin gözüyle bakılmaktadır.<br />

Buna rağmen ama AB’li emperyalistler<br />

için belirleyici olan kimin<br />

seçileceği değil, seçimlerin Kongo’ya<br />

askeri güç yerleştirmenin ve emperyalist<br />

tekellerin çıkarlarının korunması<br />

ve güçlendirilmesi için bir araç<br />

olarak kullanılmasıdır.<br />

KONGO’DAKİ ÇIKARLARI<br />

NEDİR?<br />

Emperyalistler arası dünyayı paylaşım<br />

dalaşı sözkonusu olduğunda,<br />

anda öne çıkan şey Irak veya İran’a<br />

yönelik savaş veya savaş hazırlığı siayrıca<br />

ekonomik olarak önemli gelir<br />

kaynağı olan tropik ağaçlara sahip.<br />

Bunlara ek olarak son yıllarda petrol<br />

kaynağının varlığı da ortaya çıkmış<br />

ve Çin, Kongo’da petrol üretmeye<br />

başlamıştır.<br />

ABD emperyalizmi Kabila ile şimdiye<br />

kadar dünyanın en büyük dokunulmamış<br />

bakır rezervlerini işletme<br />

–siz bunu talan diye okuyunbağlamında<br />

anlaşma yapmış durumdadır.<br />

Çin de hem petrol hem<br />

de bakır üretimi bağlamında AB’li<br />

emperyalistleri geride bırakmış durumda.<br />

Fransız ve Alman emperyalizminin<br />

tekelleri şu ya da bu ölçüde<br />

Kongo’daki talanda yer alsalar da,<br />

onlar daha fazlasını istiyor.<br />

Petrol, altın, elmas ve bakır tanınmış<br />

yeraltı kaynaklarıdır. Fakat<br />

Kongo üzerine yürüyen dalaşta<br />

önemli rol oynayan madenlerden<br />

biri Coltan’dır. Coltan, özellikle cep<br />

telefonları, bilgisayar endüstrisinde,<br />

silahlanma ve roket üretiminde kullanılan,<br />

sanayi ürünlerinin yüksek<br />

derecedeki sıcaklığa dayanıklığı<br />

için kullanılan bir madendir. Yani<br />

Coltan, hem ticaret açısından hem<br />

seçimler gerçekleşirse, kartların yeniden<br />

dağılması sözkonusu olacaktır.<br />

Afrika kıtasında da emperyalistler<br />

arasındaki güç dengeleri değişiyor.<br />

Çin Afrika kıtasındaki ülkelerle<br />

ticaret partneri olarak ABD ve<br />

Fransa’dan sonra üçüncü güç konumuna<br />

gelmiş durumdadır. İngiliz emperyalizmi<br />

konumunu Çin’e terketmek<br />

zorunda kalmış, Alman emperyalizmi<br />

ise dünya üzerindeki dalaşta<br />

“geç kaldığını” söyleyerek bu “geç kalmışlığı”<br />

ortadan kaldırmak için daha<br />

da saldırgan hale gelmiştir.<br />

Bunun bir aracı olarak AB askeri<br />

gücünün komutasını sevinerek üstlenmiş<br />

ve Almanya’nın tekellerinden<br />

Bayer AG, bu tekele bağlı H.C. Starck<br />

ve Siemens gibi tekellerin Kongo’daki<br />

çıkarlarını korumaya soyunmuştur.<br />

Kuşkusuz ki sözkonusu olan sadece<br />

varolan nüfuz alanını, çıkarları korumak<br />

değil, daha da fazlasına sahip<br />

olmaktır amaçları.<br />

Emperyalistlerin bu amaçlarını bilen<br />

ve Kongo’ya AB askeri gücünün<br />

gönderilmesine karşı olan Kongolular<br />

da var tabii ki. Protesto eylemleriyle<br />

AB ordu gücünün Kongo’ya gönde-<br />

Emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarında veya<br />

devlet yöneticilerinin yürüttüğü tartışmalarda<br />

Kongo halkının sorunları, onların istek ve<br />

talepleri, ya da %90’ının mutlak yoksulluk<br />

sınırında yaşamasının nedenleri, günde hâlâ<br />

1200 civarında insanın çatışmalarda yaşamını<br />

yitirmesi vb. sorunlar yoktur, olmaz da. Onlar<br />

için belirleyici olan kendi çıkarlarıdır. Onlar<br />

için seçimlerin güvenliği gerekiyorsa, bilin ki<br />

seçimlerde onların çıkarları vardır.<br />

gönderiyorlar Kongo’ya! 2000 askerle<br />

bunu nasıl sağlayacakları da gerçekte<br />

soru işareti ama emperyalistlerin borazanları<br />

böyle ötüyor…<br />

Emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarında<br />

veya devlet yöneticilerinin<br />

yürüttüğü tartışmalarda Kongo halkının<br />

sorunları, onların istek ve talepleri,<br />

ya da %90’ının mutlak yoksulluk<br />

sınırında yaşamasının nedenleri,<br />

günde hâlâ 1200 civarında insanın<br />

çatışmalarda yaşamını yitirmesi<br />

vb. sorunlar yoktur, olmaz da. Onlar<br />

için belirleyici olan kendi çıkarlarıdır.<br />

Onlar için seçimlerin güvenliği<br />

gerekiyorsa, bilin ki seçimlerde onların<br />

çıkarları vardır. Bu, bazen seçimlerin<br />

sonucunun kabul edilmesi,<br />

ettirilmesi, bazen de reddedilip seçimlerin<br />

sonucunun geçersiz olduğunu<br />

ilan etmeleri biçiminde kendisini<br />

gösterebilir. Kesin olan ama, eğer<br />

emperyalistler seçimlerin yapılma-<br />

yasetidir. Sözkonusu olanın petrol,<br />

doğal gaz gibi yeraltı zenginliklerine<br />

egemen olma, bölgede nüfuzunu sağlamlaştırma<br />

dalaşı olduğu da bilinmektedir.<br />

Özellikle Doğu Bloku’nun<br />

dağılmasından sonraki süreçte gündeme<br />

gelen dünyanın yeniden paylaşımı<br />

dalaşı, kendisini sadece<br />

Ortadoğu’da göstermiyor. Bu dalaş,<br />

kelimenin gerçek anlamıyla dünyanın<br />

her köşesinde sürüyor. Afrika da,<br />

sömürgecilikten en çok çeken kıta<br />

olarak bu emperyalist dalaşın sürdürüldüğü<br />

alanlardan biridir. Zengin<br />

yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip<br />

ama insanlarının çok büyük bölümünün<br />

yoksulluk, açlık ve hastalık<br />

kurbanı olan… emperyalistlerin kıskacındaki<br />

bir kıtadır Afrika.<br />

Kongo, altın, elmas, bakır, kobalt,<br />

kalay, çinko, kadmiyum, volfram,<br />

germanyum ve coltan gibi hammadde<br />

veya maden zenginliğine ve<br />

de askeri, militaristleşme açısından<br />

emperyalistlerin göz diktiği bir madendir.<br />

Bu madeni o kadar önemli gördüklerinden<br />

Pentagon, Coltan’ı sahip<br />

olunması gereken stratejik hammadde<br />

ilan etmiştir. fiimdilik tespit<br />

edildiği kadarıyla Coltan’ın<br />

dünya çapındaki rezervlerinin %80’i<br />

Kongo’dadır. Kongo’da bir bakıma<br />

Coltan’ın yeniden paylaşımı, talanı<br />

için dalaş sözkonusudur.<br />

İşte emperyalistler için Kongo’nun<br />

önemi sahip olduğu zengin kaynaklardan<br />

geliyor. Onlar “barışı sağlamak”,<br />

“demokrasiye geçmek” gibi<br />

kitlelerin isteklerini dile getirseler<br />

de, gerçekte kendi aralarında pastadan<br />

pay alma dalaşındadırlar.<br />

Bu dalaşta Çin’in Afrika ülkelerinde<br />

giderek daha çok yer alması ise<br />

emperyalistler arasındaki dalaşı kızıştıran<br />

bir rol oynuyor. Kongo’da<br />

rilmesine karşı olduklarını gösteriyorlar.<br />

Fakat anda bunu engelleme<br />

durumunda değiller. Buna rağmen<br />

ama AB ordu güçlerine “rahat” vermeyeceklerine<br />

emin olabiliriz.<br />

Basına yansıdığı kadarıyla AB’nin<br />

bu işgal gücüne Türkiye de katkıda<br />

bulunuyor. İşgal güçlerinin<br />

Kongo’ya gönderilmesine hayır! şiarıyla<br />

emperyalistlerin işgaline karşı<br />

çıkmak her gerçek demokratın, devrimcinin<br />

görevidir.<br />

Kongo’ya barışı sağlamak için gitmiyorlar!<br />

Onlar, kendi emirlerine<br />

uymayanlara ateş etme emrini şimdiden<br />

almıştır. İşgal gücü barbarlığın<br />

uygulayıcısı bir güçtür.<br />

Yardım adına emperyalist işgale<br />

hayır!<br />

Tüm işgalci güçler Kongo’dan da<br />

Afrika kıtasından da defolsun!<br />

25 Haziran 2006


panorama<br />

- SIRBİSTAN-KARADAĞ-<br />

Referandumdan ayrılık çıktı…<br />

Sırbistan ile Karadağ’ın 4 Şubat 2003’ten bu yana varolan devlet birliği, 21 Mayıs’ta yapılan referandum ile son buldu. Böylece Yugoslavya’yı<br />

oluşturan altı birlik cumhuriyetinin hepsi birbirinden ayrılmış, 20. yüzyılın başına dönülmüş, Avrupa’daki devletlerin sayısı artmış oldu.<br />

10<br />

Emperyalist güçlerin Yugoslavya’yı<br />

parçalama siyasetinin<br />

de doğrudan bir sonucu olan<br />

bu gelişme, 2002 yılında Avrupalı<br />

emperyalistlerin Yugoslavya Federal<br />

Cumhuriyeti’ne dayattıkları Belgrad<br />

Anlaşması’nın öngördüğü bir gelişmedir.<br />

4 Şubat 2003 tarihinde<br />

Sırbistan-Karadağ olarak ortaya çıkan<br />

devletler birliğinde, üç sene geçtikten<br />

sonra bu birlikte yer alan iki<br />

tarafa referandum ile birlikten ayrılma<br />

hakkı tanınıyordu.<br />

Avrupa Birliği yetkililerinin böylesi<br />

bir referandumda birlikten ayrılmak<br />

için dayattığı oy oranı %55 idi.<br />

21 Mayıs 2006 tarihinde gerçekleştirilen<br />

referanduma katılım %86.3<br />

oldu. Referandumda oy kullananların<br />

%55.5’i Karadağ’ın Sırbistan’dan<br />

ayrılması yönünde oy kullandı.<br />

Yani yüzde yarım puanla, kimi verilere<br />

göre 1800 civarındaki oyla<br />

Karadağ’ın kaderi belirlenmiş oldu.<br />

Seçim komisyonunun resmi açıklamasına<br />

rağmen seçim sonucuna itiraz<br />

eden sağcı-milliyetçi Sırp partisinin<br />

seçimin yinelenmesi talebi ise<br />

reddedildi.<br />

Karadağ parlamentosu beklendiği<br />

gibi ayrılma kararını 3 Haziran’da<br />

ilan etti. Karadağ’ın devlet olarak<br />

varlığını tanımak için Avrupa Birliği<br />

üyeleri devletler 12 Haziran’da yapılan<br />

Dışişleri Bakanları toplantısına<br />

kadar beklediler ve sözkonusu toplantıda<br />

Karadağ’ın devlet olarak varlığı<br />

kabul edildi. AB üyeleri devletlerden<br />

önce ise İzlanda, İsviçre ve Rusya<br />

Karadağ’ı tanıdığını açıkladı.<br />

Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılmasına<br />

karşı olan radikal milliyetçi kesime<br />

rağmen Sırbistan yönetimi seçimlerin<br />

sonuçlarını Karadağ’ın yasal<br />

bir hakkı olarak kabul ettiğini<br />

açıkladı, Karadağ’ı devlet olarak tanıdığını<br />

ilan etti. Böylece Avrupa’da<br />

620.000 nüfuslu yeni bir devlet ortaya<br />

çıktı.<br />

Yapı la n u lusla ra rası a n la ş-<br />

maya göre böylesi bir ayrılmada<br />

eski Yugoslavya’nın, ardından da<br />

Sırbistan-Karadağ’ın Birleşmiş<br />

Milletler’de veya benzeri uluslararası<br />

kurumlardaki temsiliyet hakkı,<br />

hak ve yükümlülükleri Sırbistan’a<br />

geçmektedir. Bu durumda Karadağ,<br />

uluslararası kurumlara tanınmak<br />

için ya da üye olarak kabul edilmek<br />

için başvuruda bulunmak zorunda.<br />

Karadağ yönetiminin açıklamalarına<br />

göre ulusal hedefleri Birleşmiş<br />

Milletler’e üye olmanın yanısıra<br />

NATO ve AB’ye üye olmaktır.<br />

K a r ad a ğ ’ı n refera ndu m i le<br />

Sırbistan’dan ayrılma kararı vermesi<br />

bir yanıyla da ulusların kendi kaderini<br />

tayin etme hakkını kullanması<br />

oluyor. Bu durum, kimi düzen savunucularının<br />

ulusal sorunun gerçek<br />

çözümünün ancak devrimle mümkün<br />

olduğunu savunmamıza karşı,<br />

“bakın işte çözüm budur ve kapitalizm<br />

koşullarında da çözüm mümkündür”<br />

siyasetini haklı çıkarmak<br />

için kullandığı, kullanacağı bir durum.<br />

Bu bağlamda en azından birkaç<br />

nokta bilince çıkarılmak zorundadır.<br />

Karadağ hem Yugoslavya çerçevesinde<br />

hem de Sırbistan-Karadağ çerçevesinde<br />

sürekli belli ölçüde otonom<br />

olan, federal bir cumhuriyetin parçalarından<br />

biri olmuştur. Bir bakıma<br />

kendi başına hep bir “küçük” devlet<br />

olagelmiştir. İkincisi, Yugoslavya’nın<br />

dağılması kanlı çatışmaların, savaşların<br />

doğrudan bir sonucu olmuştur.<br />

Bunda emperyalist güçler, özellikle<br />

de ABD ve AB’li emperyalist güçler<br />

belirleyici rol oynamıştır. Bu süreçte<br />

Karadağ kendi devlet yapısına sahip<br />

olmuş, hükümetini kurmuş, para birimini<br />

önce Mark sonra da Euro olarak<br />

belirlemiş, kendi ekonomisine de<br />

sahip ve gümrük sınırları olan bir<br />

birlik devleti olarak yaşamını sürdürmüştür.<br />

Bu bağlamda aslında<br />

Karadağ’ın “artık bağımsız” olduğunu<br />

tespit etmek gerçeği tam yansıtmamaktır.<br />

Hepsinden önemlisi de<br />

Karadağ’ın Sırbistan ekonomisi için<br />

fazla belirleyici bir role sahip olmamasıdır.<br />

Karadağ’ın Sırbistan için en<br />

önemli yanı Adriyatik’e açılan yol olmasıdır.<br />

Bütün bunlara ek olarak Karadağ’ın<br />

nüfusunun büyük bölümü esas olarak<br />

Sırp kökenlidir. Kendisini Karadağ’lı<br />

olarak gösterenlerin nüfusa oranı<br />

%43 olsa da, Karadağlıların Sırp<br />

ulusundan ayrı bir ulus veya halk<br />

olup olmadığı bizzat halkın kendisi<br />

tarafından soru işareti olarak kabul<br />

edilmektedir. Açıkça Sırp olduğunu<br />

ilan edenlerin oranı ise %32’dir. Bu<br />

duruma bakıldığında 620.000 olarak<br />

gösterilen nüfusun %75’i Sırp olarak<br />

görülmektedir. Bu durumda aslında<br />

bir ulusun –ezilen bir ulusun– diğer<br />

ulustan –ezen ulustan– ayrılması<br />

sözkonusu değil. Buna rağmen ama<br />

ayrılma kararı şimdilik pratiğe geçirilmekte<br />

ve ayrılık süreci barışçıl olmaktadır.<br />

Bu barışçıl sürecin ne kadarının<br />

emperyalistlerin dayatmaları<br />

sonucu olduğu da ayrıca gözönüne<br />

alınması gereken bir gerçekliktir.<br />

Bu noktada Sırbistan yönetimi ile<br />

AB emperyalistleri arasında yürüyen<br />

sürtüşmeler, çelişkiler ve özellikle de<br />

Kosova sorunu ile BM Uluslararası<br />

Savaş Suçluları Mahkemesi bağlamında<br />

çözülmesi gereken sorunlar<br />

önemli rol oynamaktadır. Sırbistan<br />

yönetimi ve özellikle de parlamentodaki<br />

radikal milliyetçi kesimin<br />

Karadağ’ın ayrılma kararına karşı<br />

şiddet, zor kullanma ortamının olmaması<br />

olgusu bu hesaplarda bilinçte<br />

tutulmak zorundadır.<br />

Karadağ’ın iç çelişkileri bağlamında<br />

da sözkonusu kararın tüm<br />

oy hakkına sahip olanların çoğunluğunun<br />

değil, referanduma katılan<br />

kesimin oy çokluğuyla verilen bir<br />

karar olduğu bilinçte tutulmalıdır.<br />

Kuşkusuz ki formel bakıldığında bir<br />

oy fazlasıyla da olsa referandumda<br />

çoğunluk ayrılma yönünde karar<br />

vermiştir. Fakat ülkedeki gelişmeler<br />

bağlamında referanduma katılmayanlarla,<br />

referandumda ayrılığa karşı<br />

oy kullanan %44.5’in de hesapta tutulması<br />

gerekiyor. Bu kesimin gelecekte<br />

yeni çatışmaların alevlenmesine<br />

yol açıp açmayacağı da şimdilik<br />

belli değil, ama çatışmaların çıkma<br />

potansiyeli varlığını koruyor.<br />

Sonuçta AB emperyalistlerinin<br />

belirlediği çerçevede, üçte ikilik oy<br />

çokluğunun elde edilemeyeceği öngörüldüğünden,<br />

sınır %55 oranı olarak<br />

belirlenmiş ve Yugoslavya’nın<br />

parçalanmasının son adımı da atılmıştır.<br />

Sırbistan yönetimini bundan<br />

sonra da meşgul edecek olan<br />

şey, Kosova’nın statüsü olacaktır.<br />

Karadağ’ın ayrılma kararı aynı zamanda<br />

Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasını<br />

isteyenler için bir örnek<br />

teşkil etmektedir. Emperyalistlerin<br />

“Balkanlaştırma”, daha doğrusu böl,<br />

parçala ve rahat yönet siyaseti sürdürülüyor.<br />

Karadağ Sırbistan’la olan devlet<br />

birliğinden ayrılma kararı verse de<br />

ve bu durum siyasi bağımsızlık gibi<br />

görünse de Karadağ gerçekte bağımsız<br />

değil, bilakis emperyalist güçlere<br />

bir sığıntıdır… onlara bağımlıdır.<br />

Karadağ’ın AB’ye üyeliğinin gerçekleşmesi<br />

süreci de esas olarak AB emperyalistlerinin<br />

Karadağ’ı daha çok<br />

kendilerine bağımlı kılmanın süreci<br />

olacaktır. Bu durum gözönüne alındığında<br />

Karadağ’ın bağımsız olduğunu<br />

söylemenin de gerçeği tam yansıtmadığı<br />

bilince çıkarılmalıdır.<br />

Sonuç olarak “Philipp Morris<br />

Cumhuriyeti” olarak da adlandırılan<br />

Karadağ, ekonomisini kara para,<br />

mafya ilişkileri, sigara kaçakçılığı vb.<br />

üzerinden düzenlemektedir. İtalyan<br />

savcılarının hesaplarına göre Karadağ<br />

bütçesinin %60’ını kaçakçılıkla sağlamaktadır.<br />

Turizm gelirleri bir kenara<br />

bırakıldığında, gelirlerinin bu<br />

kaynağı kurutulduğunda Karadağ’ın<br />

ekonomik olarak aslında kendi başına,<br />

bağımsız olarak yaşayabilmesi<br />

zor. Bu da Karadağ’da iktidarı elinde<br />

tutanların emperyalistlere daha çok<br />

sığınmaya, onlara bağımlılığı kabul<br />

etmeye temel oluşturuyor.<br />

Sınıf bilinçli işçilerin görevi, ezilen<br />

ulusların gerçek kurtuluşunun emperyalizme<br />

bağımlılıkla değil, emperyalizme<br />

karşı mücadeleyle, devrimle<br />

gerçekleşebileceğini işçilere,<br />

emekçilere kavratmaktır. Karadağ’ın<br />

somut durumunun bağımsızlığın,<br />

özgürlüğün bir örneği olamayacağını<br />

bilinçlere kazımaktır.<br />

21 Haziran 2006


Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Çocuk işçiler …<br />

Medyaya yansıyan<br />

tavırlara göre ILO<br />

Genel Müdürü “çocuk<br />

işçiliğinin ortadan<br />

kaldırılması artık imkan<br />

dahilindedir”. Bu tespitin<br />

dayandırıldığı veriler<br />

ise, 2000-2004 yılları<br />

bağlamında hazırlanan<br />

raporda aktarılmaktadır.<br />

Buna göre 2000-2004<br />

yılların arasında 5-17<br />

yaş arası çalışan çocuk<br />

işçilerin sayısı 246<br />

milyondan 218 milyona<br />

inmiştir.<br />

Öyle bir dünyada yaşıyoruz<br />

ki, hangi yana bakarsak bakalım<br />

barbarlıkla karşılaşıyoruz…<br />

Hayır, biz felaket tellallığını<br />

yapmıyoruz. Sadece ve sadece yerküre<br />

üzerinde yaşananlara bakıp olanları<br />

anlatmaya, kavratmaya çalışıyoruz.<br />

Kapitalist-emperyalist dünyanın barbarlıklarını<br />

tek tek sıralamak ve her<br />

somut sorunda kitlelerin bilincini geliştirmek<br />

barbarlığa son vermenin de<br />

önkoşullarından biridir.<br />

Biliyoruz ki, bu barbarlığa son verilecekse<br />

eğer, bunu da ancak ve<br />

ancak “büyük insanlık” yapabilir.<br />

Dünyanın mazlumları olarak da adlandırılan<br />

işçiler, emekçiler, ezilen<br />

halklar bu barbarlığa son vermezse,<br />

üzerinde yaşadığımız yerküre barbarlık<br />

içinde çöküşe gidecek…<br />

“Büyük insanlık” derin uykusundan<br />

bir uyanırsa nelere kadir olduğu<br />

açıkça ortaya çıkacaktır. Bunun bilincinde<br />

olan dünyanın egemenleri,<br />

işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların<br />

bilincini karartmak için her<br />

türlü yalana, manipülasyona, propagandaya<br />

başvurmaktadır. İşçilerin<br />

emekçilerin yaşam koşulları öylesine<br />

zorlaştırılır ki, milyarlarca insan sadece<br />

ve sadece karnını doyurup yaşayabilmenin,<br />

yaşamını idame etmenin<br />

kavgasını verirken, içinde yaşadığı<br />

dünyanın, düzenin gidişatı üzerine<br />

düşünme zamanı bile bulamamaktadır.<br />

Tüm manipüle, bilinç karartma çabalarına<br />

rağmen biraz da olsa düşünüp<br />

düzeni sorgulamaya kalkanlara<br />

karşı da egemenlerin önlemleri vardır.<br />

Kendilerinin oluşturduğu kurum<br />

ve kuruluşlar gerçeklerin üzerini<br />

örtemedikleri yerde, barbarlığın<br />

sivri uçlarını törpülemeye; sorunun<br />

kaynağında sistemin kendisinin<br />

değil, yapılan kimi yanlışların<br />

yattığını kitlelere anlatmaya ve böylece<br />

sorunların sistem çerçevesinde<br />

ele alınmasına çaba göstermektedirler.<br />

Dünyanın ezilenlerinin barbarlığın<br />

gerçek yüzünü görmemesi için<br />

de ele aldıkları sorunlarda durumu<br />

olduğundan iyi göstermektedirler.<br />

Tüm bu çabalar ise insanlık düşmanı<br />

olan bu kapitalist-emperyalist sistemin<br />

varlığını sürdürmeye hizmetten<br />

başka anlama gelmemektedir.<br />

Kitlelerin bilincini karartmaya hiz-<br />

İÇİNDEKİLER<br />

Çocuk İşçiler 1<br />

“TÜMTİS’te neler oluyor?” 3<br />

Castleblair’de yaşananlar... 4<br />

Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran toplantısı 5<br />

HAS Alüminyum Fabrikası İşçilerinin Sendikalaşma<br />

Mücadelesi Sürüyor! 5<br />

15-16 Haziran Mersin’de anıldı… 5<br />

210 işçinin işine son verildi... 6<br />

Dev Sağlık-İş Çukurova Bölge Şubesi açıldı! 6<br />

Seyhan: Direniş sürüyor! 6<br />

SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı! 6<br />

MİTO işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor 7<br />

Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri<br />

anlaşmazlıkla sonuçlandı 7<br />

Biten grev ve direnişlerden haberler... 8<br />

CORUS YASAN işçisi kararlı 8


Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

<br />

met eden uluslararası kuruluşların<br />

başında Birleşmiş Milletler ve yan<br />

kuruluşları gelmektedir. Örneğin<br />

UNICEF, UNHCR gibi BM’nin yan<br />

kuruluşları, ya da BM’nin özel örgütlerinden<br />

biri olan Uluslararası<br />

Çalışma Örgütü (ILO) düzenin<br />

sivri uçlarına karşı çalışan ama<br />

gerçekte sistemin ayakta kalmasına<br />

hizmet eden kurum ve kuruluşlardır.<br />

Bu kurum ve kuruluşların<br />

üzerlendikleri misyonu yerine<br />

getirebilmeleri için de kitlelerin yaşamını<br />

biraz da olsa iyileştirmeye,<br />

uluslararası düzeyde çalışma, iş<br />

yasaları vb. ortaya koymaları gerekiyor,<br />

yapıyorlar da.<br />

Sözkonusu kurum ve kuruluşların<br />

dünya emekçilerinin bilincini<br />

karartmalarının araçlarından biri<br />

de değişik konularda ve değişik dönemlerde<br />

kamuoyuna yayınladıkları<br />

raporlardır. Sözkonusu raporlar<br />

gerçek durumu olduğundan iyi<br />

göstermek bunların temel yaklaşımlarından<br />

biridir. Çarpıtmanın<br />

yöntemlerinden biri de sözkonusu<br />

istatistiklerin karmaşıklığıdır.<br />

Buna bir de önceki raporların sonraki<br />

raporlara temel oluşturması<br />

ve böylece çarpıtmanın ve karmaşıklığın<br />

daha da ilerletilmesi ekleniyor<br />

vb. Bunun son örneklerinden<br />

biri ILO’nun çalışan çocuklarla ilgili<br />

yayınladığı rapor ve verilerdir.<br />

Medya da çocukların yaş grupları<br />

veya sayısı bağlamında buna katkıda<br />

bulunduğunda hangi verileri<br />

temel alacağınızı ya da hangisine<br />

dayanacağınızı seçemez duruma<br />

gelirsiniz.<br />

“12 HAZİRAN; DÜNYA ÇOCUK<br />

EMEĞİNE KARŞI MÜCADELE<br />

GÜNÜ”<br />

ILO Mayıs ayı sonunda başlayan<br />

ve iki hafta kadar süren 95.<br />

Konferansı’nın gündemlerinden<br />

biri de çocukların çalıştırılması,<br />

ya da başka deyimle işçi çocukların<br />

durumuydu. Bu konuyla ilgili<br />

raporu ise ILO Mayıs ayı başında<br />

kamuoyuna yansıttı. Sözkonusu<br />

konferansta konu üzerine duruldu<br />

ve çalışan çocuklar hatırlandı.<br />

Medyaya yansıyan tavırlara göre<br />

ILO Genel Müdürü “çocuk işçiliğinin<br />

ortadan kaldırılması artık imkan<br />

dahilindedir” tespitini yapmış.<br />

Bu tespitin dayandırıldığı veriler<br />

ise, 2000-2004 yılları bağlamında<br />

hazırlanan raporda aktarılmaktadır.<br />

Buna göre 2000-2004 yılların<br />

arasında 5-17 yaş arası çalışan çocuk<br />

işçilerin sayısı 246 milyondan<br />

218 milyona inmiştir. Raporun tümünü<br />

bilmiyoruz. Medyaya ne kadar<br />

doğru yansıdığını da şu an denetleyebilecek<br />

durumda değiliz.<br />

Bu bağlamda aktardığımız verilerin<br />

kesin veriler olmadığını bilince<br />

çıkarmak istiyoruz.<br />

Medyaya yansıdığı kadarıyla büyük<br />

bir gelişme olarak gösterilen<br />

5-17 yaş arası çalışan çocuk işçilerin<br />

sayısının azalması durumu,<br />

gerçekte çocuk işçilerin sayısını ve<br />

durumunu ortaya koymada ikna<br />

edici değil. Aynı veriler kimi zaman<br />

5-17 yaş arası grup için, kimi<br />

zaman da 5-14 yaş arası grup için<br />

verilmektedir. Verilerin çarpıtılması<br />

durumu da var. Eğer çalışan<br />

çocuk işçilerin sayısı gerçekten<br />

düşmüşse, bunun hangi nedenlere<br />

dayandığı ise –en azından basına<br />

yansıyan verilerde– ortaya konmamıştır.<br />

ILO verilerinin durumu<br />

olduğundan iyi gösterdiği yönlü<br />

eleştiriler haklı eleştirilerdir.<br />

ILO’nun kendi verilerine bakıldığında<br />

bile rakamlarla oynandığı,<br />

gerçek durumun daha iyi gösterilmeye<br />

çalışıldığı görülebilir. Örneğin<br />

ILO dergisinin 2/2002 tarihli sayısında<br />

2000 yılı için aktarılan verilere<br />

göre 5-17 yaş arası çalışan çocuk<br />

sayısı 351,7 milyondur. ILO ortadan<br />

kaldırılabilir çocuk çalışmasının<br />

(işinin) sayısını ise aynı yerde<br />

245,5 milyon olarak aktarmaktadır.<br />

Basına yansıyan 2006’daki rapora<br />

göre ise 2000 yılında çalışan çocuk<br />

sayısı 351,7 milyon değil 246 milyon<br />

olarak verilmektedir. Aradaki<br />

farkın 100 milyondan fazla olduğunu<br />

ise tespit etmemize gerek bile<br />

yok. Bu bir.<br />

ILO’nun kendi verilerini çarpıtmasının<br />

ikinci örneği ise, 5-14<br />

yaş arası çalışan çocuklarla ilgilidir.<br />

Yine 2/2002 tarihli ILO haber<br />

gazetesinde 5-14 yaş arası çalışan<br />

çocukların sayısı 211 milyon<br />

olarak verilmektedir. 2000-2004<br />

yılları için 2006’da yayınlanan rapora<br />

göre ise 5-14 yaş arası çalışan<br />

çocuk sayısı 217,7 milyondur. Bu<br />

veriler temel alındığında 5-14 yaş<br />

arası çalışan çocukların sayısından<br />

6,7 milyonluk bir artış sözkonusudur.<br />

Ama ILO bunu tersyüz<br />

etmekte, bu sayının 245,5 milyondan<br />

217,7 milyona düştüğünü anlatmaktadır.<br />

Bu sahtekârlığı ise,<br />

2000 yılı için öngördüğü ortadan<br />

kaldırılabilir çocuk emeği sayısını<br />

5-14 yaş arası çocukların sayısı<br />

olarak göstermekle yapıyor.<br />

Üçüncü bir şey ise, Asya ve<br />

Pasifik bölgesi ile ilgilidir. Somut<br />

aktarılan verilere göre Asya ve<br />

Pasifik bölgesinde 2000 yılında<br />

çocukların sayısı (5-14 yaş arası<br />

çocukların sayısı tabii ki) 655,1<br />

milyondur ve bunun 127,3 milyonu<br />

çalışmaktadır. 2004 yılında<br />

ise aynı yaş grubunda toplam 650<br />

milyon çocuk vardır ve bunların<br />

122,3 milyonu çalışmaktadır.<br />

ILO verilerinin durumu olduğundan iyi gösterdiği<br />

yönlü eleştiriler haklı eleştirilerdir. ILO’nun kendi<br />

verilerine bakıldığında bile rakamlarla oynandığı,<br />

gerçek durumun daha iyi gösterilmeye çalışıldığı<br />

görülebilir.<br />

Buna göre aynı yaş grubundan çocukların<br />

sayısı 5.1 milyon azalırken,<br />

çalışanlardan azalan sayı 5<br />

milyondur. Gerçekten de bu yaş<br />

grubundan çalışan çocuk sayısı<br />

düşmüştür buna göre. Fakat belirleyici<br />

olan şey, bu yaştaki çocukların<br />

çalışma zorunluluğundan<br />

kurtarılması değildir. Bu, aynı<br />

zamanda otomatikman bu 5 milyonun<br />

artık çalışmadığı anlamına<br />

da gelmiyor. 2000-2004 yılları arasında<br />

milyonlarca çocuk –eğer ölmediyse–<br />

14 yaşın üzerine geçmiş<br />

ve artık 15-17 yaş arası, kimi de 18<br />

yaşın üzerinde çalışan çocuk ve<br />

genç durumuna gelmiştir.<br />

ILO bu ve benzeri durumları gözardı<br />

ederek durumu olduğundan<br />

iyi, sayıları da olduğundan düşük<br />

göstermektedir. Bunun da en iyi<br />

örneklerinden biri Türkiye ile ilgili<br />

tavrıdır. ILO Türkiye’yi çocukları<br />

çalıştırmaktan kurtarıp eğitime<br />

yönlendiren örnek ülkelerden biri<br />

olarak gösteriyor. Aktardığı veya<br />

dayandığı veriler ise 1994-1999<br />

arası dönemin verileridir. Buna<br />

göre Türkiye’de sayısı yaklaşık<br />

bir milyon olan çalışan çocuk sayısı<br />

yarıya <strong>indir</strong>ilmiştir. Oysa 2006<br />

yılında da kimi sendikaların tahminlerine<br />

göre Türkiye’de en az<br />

4 milyon çocuk çalışmaktadır. Bu<br />

hesaplar içinde aslında okul tatilleri<br />

döneminde çalışan çocukların<br />

sayısı da yoktur. Genelde dünya<br />

çapında da, özellikle kayıtdışı denilen<br />

ekonomik, çalışma alanında<br />

çalışan çocukların sayısı tam olarak<br />

bilinmiyor. Buna da dayanarak<br />

ILO verilerini eleştirenler, gerçek<br />

sayının ILO’nun aktardığı verilerin<br />

çok üzerinde olduğunun altını<br />

çiziyor.<br />

Kısacası, medya üzerinden yapılan<br />

dünya çapında çalışan çocukların<br />

sayısında önemli ölçüde<br />

azalma olmuştur biçimindeki propaganda,<br />

gerçek durumun çarpıtılması<br />

üzerinden yükselmektedir.<br />

Ayrıca ILO kendisine yakın hedef<br />

olarak –ki bu da on yıllık bir<br />

süreç– “en kötü şartlarda çalışan”<br />

çocukların çalışmalarını sonlandırmak<br />

olarak koyuyor. Bu “en<br />

kötü koşullarda çalışma”nın içeriği<br />

ise kölelik, insan ticareti, borçlandırarak<br />

kendine bağımlı kılma<br />

ve benzeri zorunlu çalışma biçimleri,<br />

çocukların zorla silah altına<br />

alınması, silahlı çatışmalara sürülmesi,<br />

fuhuş ve pornografi olarak<br />

dolduruluyor. ILO’nun bu amaç<br />

ilanı kendi başına ele alındığında<br />

kuşkusuz iyi bir şeydir. Ama, gerçekte<br />

bu, göz boyamaktan başka<br />

ve ILO tarafından da gerçekleştirilebilecek<br />

bir şey değildir. Tüm bu<br />

sorunların kaynağı bizzat kapitalist<br />

sistemin kendisidir. En basitinden<br />

çocuk emeğinin sömürülmesi,<br />

kapitalistlerin azami kâr hırslarını<br />

gidermeye hizmet etmekte,<br />

zenginliklerine daha çok zenginlik<br />

katmalarını beraberinde getirmektedir.<br />

Burada aktardığımız birkaç örnek<br />

bile ILO’nun çalışan çocukların<br />

durumunu olduğundan iyi gösterdiği,<br />

sistemde temelde bir değişiklik<br />

olmadan milyonlarca çocuğun<br />

çalışmasının ortadan kaldırılabileceği<br />

görüşünü yaygınlaştırarak<br />

sistemi hoş gösterdiği açıkça<br />

ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmemperyalizm<br />

koşullarında, dünyanın<br />

nüfusunun büyük bölümünün<br />

yoksulluk ve açlık sınırında yaşadığı<br />

koşullarda çocukların çalıştırılması<br />

durumuna son verilebileceğini<br />

savunanlar, kitlelerin bilincini<br />

karartmaktadır.<br />

İşçilerin, emekçilerin işgüçlerinin<br />

sömürülmesine son vermek<br />

için nasıl ki sömürü sistemine,<br />

yani kapitalizme son vermek gerekiyorsa,<br />

çocukların işgücünün<br />

sömürülmesine son vermek için<br />

de kapitalizme son vermek zorunludur.<br />

Bu sömürü sistemine karşı<br />

mücadele etmeyenlerin çocukların<br />

sömürülmesine son vermek gerektiği<br />

yönlü açıklamaları boş laftır…<br />

“Çocuk Emeğine Karşı Mücadele<br />

Günü”nün de sömürü sistemine,<br />

kapitalizme karşı mücadele gününe<br />

dönüştürülmesi biz işçilerin,<br />

emekçilerin görevidir. Bugünün<br />

çocuk işçilerinin yarının yetişkin<br />

işçileri olacağı ve sömürü sisteminin<br />

kökünü kazımak için de proleter<br />

sınıf bilincine daha şimdiden<br />

sahip olmaları gerektiği bilinciyle<br />

ve bu görevi başarma amacıyla işbaşına!<br />

23 Haziran 2006


“TÜMTİS’te<br />

neler oluyor?”<br />

Medya ve internet üzer<br />

i nden i z le d i ğ i m i z<br />

TÜMTİS tartışmalarına<br />

ilişkin tavır takınmak istiyoruz.<br />

Kamuoyuna yapılan açıklamalara<br />

yansıdığı kadarıyla TÜMTİS’teki<br />

sorunların kaynağı birkaç yıl öncesine<br />

kadar uzanmaktadır. Gerçekte<br />

ise sendikal çalışma bağlamındaki<br />

yaklaşımlar sorunların kaynağını<br />

oluşturmaktadır. Sözkonusu bu<br />

yaklaşımlar değişik dönemlerde<br />

kendisini değişik biçimlerde göstermektedir.<br />

İşçi sınıfının çıkarları,<br />

birliği ve mücadelesini savunmaktan<br />

çok sendika bürokratizminin<br />

uygulanması –Türkiye’de<br />

çokça kullanılan tanımıyla sendika<br />

ağalığı–; sınıf kavgası yerine koltuk<br />

kavgasının verilmesi; açıklık<br />

ve eleştiri aracı yerine ayak oyunlarının,<br />

adam kayırmacılığın ve dar<br />

grup çıkarlarının ifadesini bulduğu<br />

sekterliğin egemen olduğu yaklaşımlar,<br />

bu biçimlerin bazılarıdır.<br />

Tüm bunların, hangi oranda olursa<br />

olsun işçi sınıfının sermayeye, kapitalist<br />

egemenliğe karşı mücadelesine<br />

zarar verdiği ise işçi sınıfının<br />

çıkarlarını savunduğu iddiasında<br />

olan hemen herkes tarafından teslim<br />

edilmektedir.<br />

TÜMTİS içindeki gelişmelere<br />

bakıldığında çelişkili iki taraf da<br />

lafta işçi sınıfının çıkarlarını, mücadeleci<br />

sınıf sendikacılığını savunduğunu<br />

iddia etmektedir.<br />

Taraflar kendilerinin işçi sınıfının<br />

çıkarlarının gerçek savunucusu olduğunu<br />

iddia ederken, karşı tarafın<br />

buna uygun davranmadığını<br />

savunmaktadır. Bu durumda yaşananları<br />

ancak taraflarca yapılan<br />

açıklamalardan takip edebilenlerin<br />

değerlendirme yapabilmesi zorlaşmaktadır.<br />

Buna rağmen ama, işçi<br />

sınıfının çıkarlarının nerede yattığına,<br />

yapılan önerilerden hangilerinin<br />

sorunu çözmede doğru<br />

öneri(ler) olduğuna karar verebilme<br />

durumundayız.<br />

TÜMTİS’te şimdi tartışma konusu<br />

olan Olağanüstü Genel Kurul<br />

yapılması talebi ve bu talebin gündeme<br />

gelmesine neden olan gelişmelerin<br />

kamuoyuna yansıması<br />

esas olarak Eylül 2005’te başlamış<br />

ve bugüne kadar sürmüştür.<br />

Kamuoyuna yayınlanan ve tartışmaların<br />

temel belgeleri olarak<br />

görülen yazılar şunlardır:<br />

– “Emeğin Partisi Tümtis<br />

Sendikasında Yöneticilik Yapmış<br />

5 Üyesini İhraç Etti” başlıklı ve 9<br />

Eylül 2005 tarihli basın bildirisi.<br />

– “TÜMTİS’te Neler Oluyor?<br />

Parti kamuoyuna” başlıklı Eylül<br />

TÜMTİS Genel Başkanı<br />

Sabri Topçu<br />

2005 tarihli, muhalefetin açıklaması.<br />

– May ı s 20 0 6 t a r i h l i ve<br />

“TÜMTİS’te Neler Oluyor? (EMEP<br />

çetesi iş başında)” başlıklı yine muhalefetin<br />

açıklaması.<br />

– 24 Mayıs 2006 tarihli TÜMTİS<br />

İstanbul Şubesi ve 27 Mayıs tarihli<br />

İzmir Şubesi basın açıklamaları.<br />

– 9 Haziran 2006 tarihli Evrensel<br />

gazetesinden yayınlanan “Sınıftan<br />

yana, mücadeleci işçi, emekçi ve<br />

sendikacılar yıkıcılığa ve bozgunculuğa<br />

geçit vermeyecek” başlıklı<br />

açıklama ve imza listesi.<br />

– 14 Haziran 2006 tarihli “Son<br />

sözü TÜMTİS İşçisi söyleyecek –<br />

Olağanüstü Genel Kurul Talebinde<br />

Bulunan Delegeler” başlıklı ve imzalı<br />

açıklama.<br />

Bu yazılara ya da belgelere dayanarak<br />

herkes değerlendirme yapabilme<br />

ve doğru olanın ne olduğunu<br />

söyleyebilme imkanına sahiptir.<br />

9 Eylül 2005 tarihli EMEP açıklamasında<br />

5 üyesinin ihraç edildiği<br />

anlatılırken, sözkonusu kişilere<br />

yönelik suçlamalar yapılmakta<br />

ama önemli olan somut bir örnek<br />

bile verilmemektedir. Açıklamaya<br />

egemen olan düşünce hedefe konan<br />

kişilere karşı kışkırtıcılıktır.<br />

Bu düşünce şu tespitte görülebilir:<br />

“TÜMTİS’i cepheden saldırarak<br />

dize getiremeyen sermaye, sendikal<br />

bürokratizmini, bazı sendikacıların<br />

kişisel zaaf, zayıflık ve hırslarını<br />

kullanarak içten çökertmeye<br />

soyunmuştur. Şimdi TÜMTİS içten<br />

yaratılan zayıf ve zaaflı birkaç<br />

sendika yöneticisi eliyle yolundan<br />

saptırılmak isteniyor.” (sözkonusu<br />

açıklamadan)<br />

Buna göre TÜMTİS’i ‘cepheden<br />

saldırıyla dize getiremeyen sermayenin<br />

TÜMTİS’i içten yıkmak için<br />

bazı sendikacıların zaaflarını kullanmaktadır<br />

ve sözkonusu zaaflı<br />

kişiler de sermayedarların kuklaları<br />

olma konumundadır. Böylece<br />

bu kişiler karşı cepheye dahledilmekte<br />

ve bunlar parti, sendika<br />

düşmanı ilan edilmektedir. Bunu<br />

ispat etmek için ise hiç bir somut<br />

veri ortaya konmamaktadır. EMEP<br />

Basın Bürosu’nun yayınladığı bu<br />

tavır, esas olarak komplo teorisini<br />

işleyip hedefe koyduğu insanlara<br />

karşı karalama tavrıdır. Gerçekte<br />

gündeme gelen TÜMTİS’teki sorunun<br />

üzerini örten ve siyasi bir<br />

parti olarak TÜMTİS’in iç işlerine<br />

müdahale etme ve hâlâ TÜMTİS<br />

Genel Başkanı olan Sabri Topçu’yu<br />

savunma temelinde yükselen bir<br />

tavırdır.<br />

Bu açıklamaya karşı sözkonusu<br />

muhalefetin yaptığı “Parti<br />

Kamuoyuna” başlıklı Eylül 2005 tarihli<br />

açıklamada ise yaşanan sorunlar<br />

kimi örneklerle somutlanmakta,<br />

sorunun nereden kaynaklandığı kamuoyuna<br />

anlatılmaktadır.<br />

Buna göre sorun Topkapı<br />

Ambarlar’da yaşanan ve üç işçinin<br />

ölümüne yol açan olaylara kadar<br />

uzanmaktadır. Dönüm noktası<br />

olarak da 2004 Aralık ayında<br />

yapılan Genel Kurul olarak gösterilmektedir.<br />

Genel Kurul’da Sabri<br />

Topçu’nun istediği kişiyi delegelerin<br />

çoğunluğu seçmemiştir ve<br />

Genel Kurul sonrasında ise Sabri<br />

Topçu yetkisini kötüye kullanmış,<br />

delegelerin çoğunluğu tarafından<br />

seçilen insanları tanımamış vb.<br />

Hatta bu arada muhalefete karşı<br />

saldırılar, tehditler gerçekleştirilmiş,<br />

kimileri bıçaklı saldırıda yaralanmış,<br />

kiminin arabasına saldırılmış<br />

vb. vs.<br />

Sonuç olarak tüm çabalara rağmen<br />

Sabri Topçu ve onu destekleyen<br />

siyasi güç olarak EMEP,<br />

TÜMTİS içindeki muhalefeti s<strong>indir</strong>meye<br />

çalışırken muhalefet 203<br />

Genel Kurul delegesinden 137’sinin<br />

imzasıyla 12.09.2005 tarihinde<br />

Olağanüstü Genel Kurul yapılmasını<br />

talep etmiştir.<br />

TÜMTİS’in tüzüğüne göre başvurudan<br />

sonra bir ay içinde Merkez<br />

Yönetim Kurulu (MYK) toplanıp<br />

karar alması gerekiyor. Yine<br />

tüzüğe göre delegelerin 1/5’inin<br />

imzası Genel Kurul’un toplanması<br />

için yeterlidir. Sözkonusu süreçte<br />

MYK toplanmamış ve Genel<br />

Kurulun yapılması kararını almamıştır.<br />

Bunun sonucunda muhalefet<br />

sorunu 21 Ekim 2005’te<br />

İş Mahkemesi’ne götürmüştür.<br />

Sözkonusu mahkeme hâlâ sürmektedir.<br />

Sabri Topçu önderliğindeki MYK<br />

sorun mahkemeye götürüldükten<br />

sonra toplanmış ve anlatılanlara<br />

göre ayak oyunlarıyla önce “Erken<br />

Olağan Genel Kurul” kararı alınmış<br />

ve sonra da bunun tutmayacağı<br />

gözönüne alındığında, karar<br />

defterine “Olağan Genel Kurul”<br />

yapılması kararı geçirilmiştir.<br />

Genel Kurul tarihi ise 26-27 Mayıs<br />

2007 olarak tespit edilmiştir.<br />

Mayıs 2006’ya gelene kadar sorun<br />

tehditler, saldırılar, işten çıkarmalar<br />

vb. eşliğinde giderek çözümsüzlüğe<br />

doğru yol almıştır.<br />

TÜMTİS MYK’si tüzüğün Genel<br />

Kurul yapmayı öngördüğü maddesini<br />

yokmuş gibi saymış ve Genel<br />

Kurul delegelerinin talebini yerine<br />

getirmemiştir.<br />

Muhalefet Mayıs ayında yaptığı<br />

açıklamada, EMEP ve Topçu tarafından<br />

kendilerine yönelen suçlamalara<br />

cevap vermeye çalışmış<br />

ve sorunun çözümü için de Genel<br />

Kurul’un yapılıp yapılmamasına<br />

yapılacak bir referandumla işçilerin<br />

karar vermesi önerisini yapmıştır.<br />

OLAĞANÜSTÜ GENEL<br />

KURUL’A İŞÇİLER KARAR<br />

VERSİN<br />

Topçu’nun ve onu destekleyen<br />

EMEP’in olağanüstü Genel Kurul<br />

talebine karşı tavırları, EMEP ve<br />

Evrensel gazetesine yönelik olduğu<br />

söylenen tavırlara karşı tüm sayfa<br />

ilanı vb. olgular gözönüne alındığında<br />

sorunun karşılıklı anlaşma<br />

ile çözülmeyeceği ve olağanüstü<br />

Genel Kurul’a gitme yolunun kapalı<br />

olduğu söylenebilir.<br />

Tarafların sınıf sendikacılığı,<br />

işçilerin mücadelesi bağlamındaki<br />

siyasetinin ne olduğunu somut<br />

olarak değerlendirebilecek<br />

durumda değiliz. Ama bu somut<br />

durumda muhalefetin kararı işçiler<br />

versin önerisini, sorunu çözme<br />

bağlamında doğru bir öneri olarak<br />

görüyoruz.<br />

Biz de işçi sınıfının mücadelesi<br />

açısından ve bu mücadelede kararın<br />

işçiler tarafından verilmesi<br />

gerektiği düşüncesi temelinde,<br />

TÜMTİS içindeki sorunların çözümü<br />

için kararın yapılacak bir referandumla<br />

işçilerin kendileri tarafından<br />

verilmesi gerektiğini savunuyor,<br />

bu öneriyi destekliyoruz.<br />

Muhalefetin işçilerin çoğunluğunun<br />

Genel Kurul istememesi<br />

durumunda mahkemedeki davayı<br />

geri çekmeye hazır olduğunu açıklaması<br />

da olumlu bir açıklamadır.<br />

İşçi sınıfının kurtuluşundan yana<br />

olduğunu, işçi sınıfının çıkarlarını<br />

savunduğunu söyleyenlerin, sendika<br />

bürokratizmine karşı tabanın<br />

kararlarda yer almasından yana olduğunu<br />

bağıranların yapacağı tek<br />

şey var: Referandum yapmak!<br />

Tekkecilik, grupçuluk işçi sınıfının<br />

mücadelesine sadece ve sadece<br />

zarar veriyor. Devrimcilik,<br />

solculuk adına farklı düşünenlere<br />

karşı tehditler, saldırılar karşıdevrime<br />

hizmet eden ve karşıdevrimci<br />

edimlerdir. Tüm sınıf bilinçli işçiler,<br />

işçi sınıfının birliğine, mücadelesine<br />

zarar veren tavırlara karşı<br />

mücadele etme görevine sahiptir.<br />

24 Haziran 2006 <br />

Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ


Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

<br />

Castleblair’de<br />

yaşananlar...<br />

Biz İskoçya kökenli bir tekstil<br />

firması olan Castleblair’in<br />

işçileriyiz. 90 yıllık bir<br />

firma olan Castleblair dünyanın<br />

en önemli mağazacılık gruplarından<br />

35 ülkede 700’ün üzerinde<br />

mağazası olan Marks&Spencer’ın<br />

üreticisi.<br />

Castleblair, Marks&Spencer fiyatları<br />

daha düşürelim dediği için<br />

İskoçya’daki fabrikalarını kapattı<br />

ve işçi sınıfının örgütsüz olduğu,<br />

ücretlerinin düşük olduğu ülkelerde<br />

fabrikalar kurmaya başladı.<br />

Türkiye’de Kıraç’taki fabrika da<br />

Castleblair için paha biçilmez kaftandı.<br />

Ancak işler patronların istediği<br />

gibi gitmedi ve bizler DİSK<br />

Tekstil Sendikasında örgütlenmeye<br />

başladık. Bu örgütlenme yoğun<br />

mücadeleler sonucunda başarıya<br />

ulaştı. Fakat işveren örgütlülüğü<br />

dağıtmakta kararlıydı. Çünkü<br />

Marks&Spencer maliyetleri düşürmek<br />

ve daha fazla kar etmek için<br />

buraya gelmişti. Saldırıları yoğunlaştırdı.<br />

İşten atılmalar yaşandı.<br />

Kapının önünde bir dizi arkadaşımız<br />

mücadeleyi sürdürdü. Sendika<br />

destek vermedi.<br />

Sözleşemede hiçbir kazanım<br />

yok!<br />

Sendikalaştığımız zaman koşullarımızın<br />

daha iyi olacağını düşünmüştük.<br />

Ancak şartlarda değişen<br />

bir şey olmadı. İki yıl önceki<br />

kötü sözleşmenin ardından DİSK/<br />

Tekstil’den Muharrem Kılıç koşullarınızı<br />

bir dahaki sözleşmede<br />

düzelteceğiz demişti. Aradan 2 yıl<br />

geçti. Yeni sözleşme geldi. Ama<br />

Kılıç sözünü tutmadı. İşverenin<br />

yüzde “O” önerisini işçilere kabul<br />

ettirmeye çalıştı. Bizleri ikna edemeyince<br />

ilk altı ay için yüzde 4,<br />

ikinci altı ay için yüzde 3 önerisi<br />

geldi. Bir önceki sözleşmeden de<br />

kötü bir sözleşme önümüze getirildi.<br />

Ve sendika tarafından başka<br />

çaremiz yokmuş havası yaratıldı.<br />

Sadece düşük ücret nedeniyle değil,<br />

ikramiyelerin durumu, performans<br />

değerlendirmeleri gibi konularda<br />

da işverenin çok geri taleplerle<br />

gelmesi nedeniyle bu sözleşmeyi<br />

kabul etmeyeceğimizi açıkladık.<br />

Sendika ise oldu bittiye getirip<br />

sözleşmeyi imzalamak istiyordu.<br />

Bizim tepkimiz karşısında işveren<br />

35 işçiyi diğer işçilerden ayırarak<br />

üst kata çıkardı. Amacı bizi<br />

bölmek ve dağıtmaktı. Sendika yöneticileri<br />

ise bu olaya her zamanki<br />

gibi işverenin hakkıdır kanunsuz<br />

bir şey yapmayın diyerek patronun<br />

rahat davranmasının önünü<br />

açmış oldu.<br />

Bütün bunlar yetmezmiş gibi işveren<br />

işten çıkmak isteyen arkadaşlarımıza<br />

kıdemlerini ödemeye<br />

başladı. Bu nedenle birçok arkadaş<br />

istifa etti. Patron ayrıca bizi sıkıştırmak<br />

için ücretlerimizi de ödememeye<br />

başladı. Amaç belliydi,<br />

parasızlıkla bizi sıkıştırıp, tazminatımızı<br />

alıp gitmemizi istiyordu.<br />

Örgütlü, deneyimli işçilerden kurtulursa<br />

sendikayla anlaşır, işçileri<br />

rahat rahat sömürmeye devam<br />

ederim diye düşünüyordu. Ve yaklaşık<br />

3 aydır bizler, avanslarımızı,<br />

maaşlarımızı ve vergi iademizi alamıyoruz.<br />

Eylemler Artıyor<br />

Bu duruma karşı işyerinde ve dışarıda<br />

eylemlere başladık. İşverenle<br />

sendika arasındaki görüşmelerde<br />

de uyuşmazlık kararı çıktı.<br />

Arabulucu sürecinden de bir sonuç<br />

alınamadı. Patronun makinelerin<br />

bir kısmını dışarıya çıkarmak istemesi<br />

üzerine fabrikanın üst katına<br />

çıkarılan bizler üretimi durdurduk.<br />

Alt kattaki arkadaşlarımız da<br />

bize katıldı. Patron da buna cevap<br />

olarak 31 kişiyi senelik izne<br />

çıkarmak istedi. Biz çalışmak istediğimizi<br />

söyledik. Ama sendikatemsilciler<br />

her zamanki gibi patronun<br />

yanında saf tutarak bizleri<br />

yalnız bırakınca bizler de izinleri<br />

bir şartla kabul ederiz dedik: verilmeyen<br />

tüm haklarımızın verilmesi<br />

kaydıyla 33 arkadaşımız<br />

izne çıktı. Bizse ertesi gün kapının<br />

önüne geldik. İçeriye girmeye<br />

çalıştık. Jandarma ve özel güvenlikler<br />

girmemizi engellemeye çalıştı.<br />

Sendika yöneticisi Muharrem<br />

Kılıç bu patronun yasal hakkıdır<br />

diyerek, işçileri koruyacağına patronu<br />

korudu. Biz, kararlı bir şekilde<br />

kapıları zorlayarak içeri girdik.<br />

Bizim içeri girmemiz yasaktı.<br />

Ancak patronun aylardır paramızı<br />

ödemesi serbestti.<br />

Aynı gün işverenin makineleri<br />

kapıya yanaştırması üzerine fabrika<br />

önünde nöbet tutmaya başladık.<br />

O gün bugündür de fabrika<br />

önünde 24 saat nöbet tutuyoruz.<br />

Aynı hafta Perşembe günü bütün<br />

sendikacıların ve işçilerin katıldığı<br />

bir toplantı yapıldı. Toplantıda<br />

sözleşme sandığa getirildi. 43 işçi<br />

sözleşmeye “hayır” derken 18 işçi<br />

“evet” dedi. Bu greve “evet” anlamına<br />

gelen bir oylamaydı.<br />

Sendika Oyalıyor<br />

Bu karara rağmen sendika grev<br />

kararını asmadı. Patronla uzlaşmaya<br />

çalıştı.<br />

İşçilere neredeyse hiçbir katkı<br />

sunmazken süreci işverenin istediği<br />

gibi sürdürmeye çalışmanın<br />

yanı sıra danışmanlık hizmetinde<br />

de kusur etmedi.<br />

Muharrem Kılıç işçilerin temsilcisi<br />

değil de patronun temsilcisinden<br />

daha iyi temsil ediyordu.<br />

İşveren ücretlerimizi ödemezken,<br />

işyerinden istifa edenlerin parasını<br />

ödemeye devam etti. Bu aslında<br />

örgütlülüğümüzün her gün<br />

daha fazla erimesine neden oluyordu.<br />

Bir yandan belirsizlik, bir<br />

yandan parasızlık dayanma gücümüzü<br />

kırmaya başladı. Sendika ve<br />

temsilcileri, işçilerin işten çıkmalarını<br />

teşvik ediyorlardı.<br />

Hatta bazı siyasi grup temsilcileri<br />

daha önceki deneyimlerde<br />

Muharrem Kılıç tarafından ihanete<br />

uğramalarına rağmen bugün<br />

bu sendikacının yanında saf tutmalarının<br />

bizce açıklanabilir bir<br />

yanı yoktur. Çünkü sendikacıların<br />

bu fabrikada patronla anlaşmalı<br />

bir şekilde örgütlü işçi istemedikleri<br />

açıkça ortadadır. Çünkü ilk<br />

sözleşme döneminde de aynı oyun<br />

sahnelendi.<br />

Sözleşme sabahı 6 mücadeleci<br />

işçi işten atılıyor, sendikacıların<br />

cevabı: Patron yasal haklarını verdikten<br />

sonra biz bir şey yapamayız<br />

oldu. Patron ve sendikacılar belli<br />

ki aynı oyunu sahneye koydular.<br />

Biz ise, bu belirsizliğe dur demekte<br />

ve örgütlülüğü savunmakta<br />

kararlıydık. Aç da kalsak mücadeleyi<br />

sonuna kadar götürecektik.<br />

Patronla işbirliği yapan sendikacılara,<br />

onların borozanlığını yapan<br />

temsilcilere ve hatta sendika ağalarıyla<br />

iyi ilişkiler geliştirmek için<br />

patron sözcülüğüne soyunan bazı<br />

sözde siyasi işçilere rağmen mücadelemizi<br />

onurlu bir şekilde vermekte<br />

kararlıyız.<br />

İşvereni sıkıştırmak ve belirsizliği<br />

ortadan kaldırmak için sendikamıza<br />

gittik. Ağalardan bu<br />

işi sonuçlandırmalarını istedik.<br />

Patronun merkezine Yenibosna’ya<br />

gittik. Patron paramızı 2 gün<br />

sonra ödeyeceğini söyledi, ancak<br />

hala ödemedi. Biz de eylemlerimizi<br />

sürdürdük. İşçi arkadaşlarımızı<br />

istifa ettirip tazminatlarını<br />

aldırtmaya çalışan temsilcilere<br />

inat DİSK’e gittik ve grev kararını<br />

asmalarını istedik. Patron, sendika<br />

işbirliği sonucunda onlarca<br />

arkadaşımız istifa etti. Geriye yaklaşık<br />

20 kişi kaldık. Sınıf sendikacılığı<br />

yaptığını söyleyen bazı siyasi<br />

işçiler de tazminatlarını alıp çekip<br />

gittiler.<br />

20 işçiyle sendikaya gittik.<br />

Süleyman Çelebi bizleri görünce<br />

birden bire ortalıktan kayboldu.<br />

Muharrem Kılıç ise bizlere “gidin<br />

paranızı alın, fabrika kapatacak”<br />

dedi. Bizler de “o zaman patronun<br />

fabrikayı kapatacağına dair gönderdiği<br />

kağıdı görmek istiyoruz”<br />

dedik. Sendikacının cevabı: Patron<br />

böyle bir kağıt vermek zorunda değil<br />

oldu.<br />

Sendikadan sonra toplu olarak<br />

patronla görüşmeye gittik.<br />

Patrondan paralarımızın yatırılmasını<br />

istedik. “Para yok, fabrika<br />

kapanacak” dediler.<br />

Biz de “kapanacaksa yasal prosedürü<br />

uygulayın, gerekli yerlere bildirimde<br />

bulunun” dedik. Patronun<br />

cevabı “biz bildirimde bulunacaktık<br />

ama sendikacılar istemediler”<br />

dedi. Birincisi, şimdi sendikanın<br />

neden işçilerin işten ayrılması için<br />

baskı yaptığı ortaya çıkmış oldu.<br />

İkincisi bu nasıl bir sendikal anlayıştır<br />

ki sendikacı patrona bu konuda<br />

kefil olabiliyor? Bu kefil olmanın<br />

diyetini bizler mi ödeyeceğiz?<br />

Patron ve sendikacılar mücadeleci<br />

işçilerden kurtulmak için elbirliğiyle<br />

iyi çalıştılar.<br />

Sendikacıların yanında saf tutan<br />

sözde siyasi çevre ise, bundan<br />

sonra kimin yanında saf tutacağını<br />

böylece belli etmiş oldu. Bunu<br />

işçi sınıfı adına yapan bu anlayışı<br />

kınıyoruz.<br />

Muharrem Kılıç’ın ipliği böylece<br />

pazara çıkmış oldu. Peki, DİSK<br />

Tekstil neden grev kararını asmamıştır?<br />

Neden bizleri oyalamıştır?<br />

O da mı işçilerin örgütlülüğünün<br />

dağıtılmasından yanadır? Bütün<br />

işçiler ayrıldıktan sonra sözleşmenin<br />

imzalandığı mı söylenecekti?<br />

Patronun amacı belli, örgütlü işçileri<br />

işten atmak, yani örgütlülüğü<br />

dağıtmak. Yoksa işverenin DİSK<br />

Tekstil Sendikası ile bir sorunu<br />

yok. Sorunu bizle, yani mücadeleci<br />

örgütlü işçilerle mi?<br />

Biz, bu mücadelemizi sadece<br />

kendimiz için değil, bölgedeki tüm<br />

işçiler için veriyoruz. İşverene,<br />

sendikaya ve tüm bozgunculara<br />

rağmen inatla bu mücadeleyi gücümüz<br />

oranında sürdürmeye kararlıyız.<br />

3 aylık parasızlığa, belirsizliğe,<br />

her tür saldırılara rağmen<br />

inatla direndik.<br />

Bizler, direnen onurlu işçiler olarak<br />

mücadelemizi burada noktalarken<br />

patrona ve patronlara danışmanlık<br />

yapan sendika bürokratlarına,<br />

sendika koltuğu peşinde<br />

koşan siyasi gruplara karşı, bu mücadeleye<br />

verdikleri zararı tüm işçi<br />

ve emekçilere anlatmayı bir görev<br />

biliyoruz. Bu güne kadar bizimle<br />

birlikte olan veya destek sunan<br />

tüm işçi sınıfı dostlarına teşekkür<br />

ederiz.<br />

Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!<br />

Yaşasın İşçilerin Birliği!<br />

30.06.2006<br />

Castleblair işçileri <br />

Protesto için:<br />

Castleblair Group LTD Victoria<br />

Works, Pilmuiir St. Dunfermline,<br />

United Kingdom<br />

Tel: 44 01 383 731551<br />

Fax: 44 01 383 723836


Güney Kültür Merkezi’nde<br />

15-16 Haziran toplantısı<br />

Bu yıl, 15-16 Haziran Büyük<br />

İşçi Direnişinin 36. yıldönümünde,<br />

bu direnişi bir kez<br />

daha anmak ve ondan doğru dersler<br />

çıkarmak amacıyla Yeni Dünya<br />

İçin Çağrı gazetesi olarak Güney<br />

Kültür Merkezinin organize ettiği<br />

tartışma toplantısına konuşmacı<br />

olarak katıldık. Panelde bizimle<br />

birlikte Birleşik-Metal İş<br />

Sendikasında örgütlenme uzmanı<br />

olan Hasan Arslan da yeraldı.<br />

Toplantıya devrimci mücadelede<br />

hayatını yitirenler ve özel olarak<br />

15-16 Haziran’da katledilen üç işçi<br />

anısına saygı duruşu ile başlandı.<br />

Çağrı dergisi adına panelist arkadaş,<br />

15-16 Haziran’ın oluştuğu<br />

tarihsel koşulları aktardıktan<br />

sonra 15-16 Haziran Büyük<br />

İşçi Direnişi’nden çeşitli dersler<br />

çıkardı. Bu derslerin büyük<br />

oranda komünist önder İbrahim<br />

Kaypakkaya’nın çıkardığı doğru<br />

dersler olduğunu belirttikten<br />

sonra, İbrahim Kaypakkaya’nın<br />

çıkardığı bazı yanlış dersleri de ele<br />

alarak değerlendirdi.<br />

Bu değerlendirmelerin ardından,<br />

15-16 Haziran Büyük İşçi<br />

Direnişi’nin, işçi sınıfının muazzam<br />

gücünü pratikte gösterdiğini,<br />

işçi sınıfı durduğunda hayatın duracağını,<br />

sonuna kadar tek devrimci<br />

sınıfın işçi sınıfı olduğunu<br />

ve işçi sınıfı içerisinde çalışmanın<br />

devrimin zaferi açısından hayati<br />

önemde olduğunu gösterdiğini belirtti.<br />

Diğer taraftan fakat, işçi sınıfının<br />

komünist bir önderlikten<br />

yoksun, örgütsüz bir durumda olduğunu<br />

ve örgütlü olan kesiminde<br />

ise reformistlerin ve revizyonistlerin<br />

hakim olduğunu gösterdiğini<br />

dile getirdi.<br />

Bugün de 15-16 Haziran Direnişi’nin<br />

üzerinden 36 yıl geçmiş<br />

olmasına rağmen işçi sınıfının<br />

tek devrimci sınıf olma özelliğinden<br />

bir şey kaybetmemiş olmasına<br />

rağmen, işçi sınıfının örgütlülüğü<br />

ve Komünist Partisi ile bağı açısından<br />

fazla bir ilerleme kaydedilemediği<br />

vurgulandı.<br />

Sonuç olarak, işçi sınıfının bilinçli<br />

önderleri olarak çok daha<br />

fazla işçi sınıfı içerisindeki çalışmaya<br />

yönelinmesi ve bu çalışmaya<br />

öncelik verilmesi gerektiği savunuldu.<br />

Panelin ikinci konuşmasını<br />

Hasan Arslan yaptı.<br />

Arslan, 15-16 Haziran’ın Türkiye<br />

işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareket<br />

açısından bir dönüm noktası<br />

olduğunu belirttikten sonra,<br />

sendika ve grev-lokavt ve TİS yasasında<br />

yapılmak istenen değişikliklerin<br />

neler olduğunu ve bunun<br />

özellikle DİSK’te örgütlü olan işçiler<br />

açısından ne anlama geldiğini<br />

anlattı.<br />

Arslan, sermaye kesiminin<br />

DİSK’in faaliyetlerinden rahatsız<br />

olduğunu belirterek bunu o dönemin<br />

Çalışma Bakanının yaptığı<br />

konuşmalarla örneklendirdi.<br />

Konuşmasının devamında 15-<br />

16 Haziran 1970’de 2 günlük işçi<br />

direnişinin nasıl geliştiğini ve ardından<br />

gelen sıkıyönetim ilanını,<br />

sıkıyönetim mahkemelerini ve işten<br />

atılan binlerce işçiyi somut verilerle<br />

ortaya koydu.<br />

Gerek panelistlerin konuşmalarında<br />

gerekse ardından yürütülen<br />

tartışmalarda toplantının ağırlığını,<br />

15-16 Haziran’dan öğrenirken<br />

asıl bugün yapılması gerekenlerin<br />

neler olduğu üzerinde yoğunlaşıldı.<br />

Bu bölümde, öncelikle işçi sınıfının<br />

bugünkü durumunun doğru<br />

değerlendirilmesi gerektiği belirtildi.<br />

İşçi sınıfının büyük oranda<br />

örgütsüz ve güçsüz olduğu tespit<br />

edildikten sonra, işçi sınıfının hem<br />

sendikalarda örgütlenmesi hem de<br />

sendikalardan bağımsız kendi öz<br />

örgütlenmeleri için, sosyalizm mücadelesi<br />

yürüttüğü iddiasında olan<br />

herkesin bu konuda elinden gelen<br />

çabayı sarfetmesi gerektiği vurgulandı.<br />

İşçi sınıfının örgütlenmesi<br />

bağlamında herkesin üzerine düşeni<br />

yapma konusunda yer yer eksik<br />

davrandığı tespit edildi.<br />

Tartışmaların devamında somut<br />

işyerlerinde yaşanan sorunlar ve<br />

örgütlenme konusunda nasıl bir<br />

yol izlenmesi gerektiği üzerinde<br />

15-16 Haziran<br />

Mersin’de anıldı<br />

DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’in çağrısı üzerine DİSK, TÜRK-<br />

İŞ ve KESK’e bağlı şubelerin de destek verdiği basın açıklaması<br />

Taş Bina önünde yapıldı. Basın açıklamasını Birleşik Metal-İş<br />

Sendikası Anadolu Şubesi Başkanı Uğur Tozlu okudu. 15-16 Haziran’ın<br />

hangi tarihsel süreçte gerçekleştiğinin anlatıldığı basın açıklamasında<br />

“Bugün hala devrimci bir sendikal yapılanmadan bahsediliyorsa, demokratik<br />

hak ve özgürlükler mücadelesinde 15-16 Haziran direnişleri bir meşale<br />

gibi parıldıyorsa, bu, 36 yıl önce atılan adımların ne kadar doğru olduğunun<br />

en önemli göstergelerinden biridir.” denilerek 15-16 Haziran’ın<br />

önemi vurgulandı.<br />

Grevdeki SCT işçileri “Hak verilmez alınır”, “Yaşasın onurlu direnişimiz”<br />

diyerek grevdeki kararlılıklarını bir kez daha gösterdiler.<br />

Basın açıklamasının ardından, SCT işçileri, Kamu emekçilerinin<br />

Defterdarlık önünde “KRİZİN FATURASI EMEKÇİYE! KAMU<br />

EMEKÇİSİ BİRAZ DAHA YOKSULLAŞTI” temelinde yaptıkları basın<br />

açıklamasına destek verdiler. “İşçi memur el ele genel greve” yaşasın SCT<br />

işçilerinin haklı mücadelesi” sloganlarının atıldığı basın açıklamasında,<br />

kamu emekçileri “ Hükümetin 2005 yılı toplu sözleşmesinde, “kamu<br />

emekçilerini Enflasyona ezdirmeyeceğiz” sözlerinin bir aldatmacadan<br />

ibaret olduğu görülmektedir.” Denilerek, enflasyondan doğan farklarını<br />

talep ederek ek zam talebinde bulundular. KESK MERSİN ŞUBELER<br />

PLATFORMU dönem sözcüsü Ünsal Yıldız basın açıklamasının sonunda<br />

“ Dolayısıyla EK ZAM TALEBİMİZ haklıdır ve meşrudur. Hükümetin<br />

sesimize kulak vermesi gerekmektedir. Aksi halde bu gidişata izin vermeyeceğiz<br />

ve meydanlara çıkacağız.” Diyerek demokratik direnme haklarını<br />

kullanacaklarını belirtti.<br />

YDİ ÇAĞRI MERSİN<br />

27.06.2006 <br />

duruldu.<br />

Tartışmaların ardından Birleşik<br />

Metal İş Sendikasının hazırladığı<br />

ve son dönemdeki işçi direnişi ve<br />

grevlerden oluşturulan bir sinevizyon<br />

gösterimi sunuldu. Ardından<br />

yapılan kapanış konuşması ile toplantı<br />

sona erdirildi.<br />

20 Haziran 2006 <br />

HAS Alüminyum Fabrikası<br />

İşçilerinin Sendikalaşma<br />

Mücadelesi Sürüyor!<br />

İstanbul- Pendik ilçesi Dolayoba<br />

Sanayi Bölgesinde kurulu HAS<br />

Alüminyum Fabrikası, alüminyum<br />

doğrama üreten ve ürettiğinin<br />

çoğunu ihraç eden 25 yıllık<br />

bir fabrika.<br />

Düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına<br />

rağmen patronun 6 ay<br />

önce “iflas ediyorum” yalanıyla<br />

tüm işçileri işten çıkararak yeniden<br />

işe alınmış gibi göstermek ve<br />

tümünü (18 yıllık işçiyi bile) 2 aylık<br />

deneme süresine tabi tutmak istemesiyle<br />

fabrikada çalışan 143 işçiden<br />

130’u DİSK’e bağlı Birleşik<br />

Metal- İş Sendikası’nın Kartal<br />

Şubesi’ne üye olmuş. Bunu duyan<br />

patron işçilerin yemek ve çay molasını<br />

kaldırarak işten atma ile tehdit<br />

etmiş ve kimi işçileri de işten<br />

atarak her türlü baskı ve zulümu<br />

uygulamaya başlamış.<br />

Sendikalaşmaya öncülük ettiği<br />

için işten atılan ve 117 gündür direnişte<br />

olan 8 işçiden (aslında o<br />

günler 10 işçi işten çıkarılmış, fakat<br />

2’si sendika üyeliğinden vaz<br />

geçirilerek tekrar işe alınmışlar) 3<br />

yıllık işçi İsmet Tunçel, 3 yıllık işçi<br />

Zafer Ergin ve işçileri ziyaret ettiğimiz<br />

gün (15 Haziran) işten atılan<br />

3 yıllık işçi ve kalite kontrolcusu<br />

Arif Kanmaz’ın anlatıklarına<br />

göre bu baskı ve zülümlerden dolayı<br />

Ali Çelebi isminde genç bir<br />

işçi arkadaşları çıldırmış. Diğer işçilerin<br />

de üzerlerindeki bu baskılardan<br />

dolayı son derece huzursuz<br />

olduğunu belirten direnişçi işçiler,<br />

en kıdemli işçilerin 18 yıllık<br />

–ki bu işçiler çok az- diğerlerinin<br />

çoğunun 3-4 yıllık genç işçiler olduğunu,<br />

işyerinde ücret ortalamasının<br />

net 400-450 YTL olduğunu<br />

belirttiler.<br />

Direnişçiler HAS Alüminyum<br />

patronunun sadece işçileri kölelik<br />

koşullarında sömüren zalim bir<br />

patron olmadığını, aynı zamanda<br />

hazine arazisini izinsiz işgal eden<br />

bir işgalci ve yıllarca fabrikanın zehirli<br />

atık sularını arıtmadan açıktan<br />

dereye akıtan bir çevre katliamcısı<br />

olduğunu anlattılar.<br />

İşten atılanların işe iade davasının<br />

29 Haziran’da ve sendika yetki<br />

davasının ise 5 Temmuz’da görüleceğinin<br />

bilgisini veren işçiler, aynı<br />

patronun 1998 yılında işçileri yine<br />

sendikalaştıkları için toplu olarak<br />

işten attığını, böylece sendikalaşmaya<br />

engel olduğunu, fakat bu kez<br />

mutlaka başaracaklarına inançlarının<br />

tam olduğunu belirttiler.<br />

Çevre fabrikalarda çalışan işçilerden<br />

ve sınıf dostlarından şimdiye<br />

kadar ciddi bir destek görmediklerini<br />

belirten işçiler herkesi kendilerini<br />

desteklemeye çağırdılar.<br />

Haziran 2006 <br />

Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ


210 işçinin işine<br />

son verildi<br />

9<br />

Eylül Üniversitesi hastanesinde<br />

çalışıyorlardı. Toplam<br />

sayıları 700 civarında idi.<br />

Temizlik ve hasta bakım işlerini<br />

yapıyorlardı. Daha önceleri yürüttükleri<br />

sendikal mücadeleleri<br />

başarısızlıkla sonuçlanmıştı.<br />

Onlarca işçi, sendikalaşma uğruna<br />

işlerinden olmuşlardı. Onlar yılmadılar,<br />

sendikalaşma mücadelelerini<br />

sürdürdüler. 2006 yılının ilk<br />

aylarında sendikalaştılar. Disk’e<br />

bağlı Genel-İş Sendikası yetkiyi<br />

alıp toplu sözleşme sürecine girdi.<br />

Toplu sözleşme yapılmadan 210 işçinin<br />

işine son verildi.<br />

İşçilerin sendikalaşması işvereni<br />

rahatsız ediyordu. 9 Eylül<br />

Üniversitesi işçileri, insanca ve<br />

onurlu bir yaşam uğruna iş güvencesi<br />

istiyorlardı. İşçilerin sendikalaşmasıyla<br />

birlikte, işyerinde baskılar<br />

da artmaya başladı. İşçilerin<br />

çalıştığı yerler değiştirilmeye başlandı.<br />

İşçiler sendikalı olmuşlardı<br />

ama işyerinde kendilerine<br />

bir temsilcilik odası verilmiyordu.<br />

İşyerinde artan baskılar ve söz verilmesine<br />

rağmen, temsilcilik odasının<br />

verilmemesine karşı işçiler iş<br />

bırakma eylemine gittiler. İşçiler, iş<br />

bırakma eyleminin işyerindeki çalışmayı<br />

etkilememesi içinde çaba<br />

harcadılar. Bunun üzerine işveren<br />

hemen harekete geçti. 09.06.2006<br />

tarihinde, izinsiz grev yapıldığı iddiası<br />

ile 210 işçinin işine son verildi.<br />

İşveren sadece işçilerin işine<br />

son vermekle yetinmedi, tazminat<br />

almamaları için iş akitleri tazminatsız<br />

olarak feshedildi.<br />

İşten atılan işçiler susmadılar.<br />

Basın açıklaması ve rektörlük binası<br />

önünde oturma eylemleri yaparak,<br />

tekrar işe alınmaları için<br />

mücadelelerini sürdürüyorlar. 9<br />

Eylül Üniversitesi işçileri haklı bir<br />

mücadele yürütüyorlar. İşçiler ile<br />

dayanışmada bulunmak ve onların<br />

seslerini kamuoyuna duyurmak<br />

günün görevidir. İşveren, baskı ve<br />

yıldırma politikalarına karşı işçilerin<br />

ses çıkarmamasını istiyor. 9<br />

Eylül Üniversitesi Hastanesi işçileri<br />

işlerine dönmek için haklı bir<br />

mücadele yürütüyorlar. Bu mücadeleyi<br />

desteklemek ve dayanışmada<br />

bulunmak günün görevidir.<br />

18 Haziran 2006<br />

İzmir’den bir Çağrı okuru <br />

Seyhan: Direniş sürüyor!<br />

Dev Sağlık-İş Çukurova<br />

Bölge Şubesi açıldı!<br />

Yaklaşık 7 aydır Balcalı Hastanesi<br />

çalışanlarını örgütleme<br />

mücadelesi veren Dev<br />

Sağlık-İş Sendikasının Çukurova<br />

Bölge Şubesi 15-16 Haziran Büyük<br />

İşçi Direnişinin 36. yıldönümünde<br />

açıldı.<br />

Şubenin açılışı, 15-16 Haziran<br />

Büyük İşçi Direnişinin 36. yıldönümünü<br />

anmak amacıyla 16<br />

Haziran günü İnönü Parkı’nda<br />

saat 18’de yapılan bir eylemde duyuruldu.<br />

DİSK, KESK, TMMOB ve<br />

ATO’nun birlikte düzenlediği 15-<br />

16 Haziran Direnişini anma eylemine<br />

SES, Dev Sağlık-İş, Halkevleri<br />

ve çok sayıda demokratik kitle örgütü,<br />

devrimci dergi/gazete temsilcileri<br />

katıldı.<br />

Burada, DİSK Bölge Temsilcisi ve<br />

Genel-İş Sendikası Şube Başkanı<br />

Kemal Aslan, KESK adına SES<br />

Şube Başkanı Mehmet Antmen,<br />

Adana Tabip Odası Başkanı Osman<br />

Küçükosmanoğlu birer konuşma<br />

yaptılar. Bu konuşmaların ardından<br />

Dev Sağlık-İş Sendikası Genel<br />

Sekreteri Arzu Çerkezoğlu basın<br />

açıklaması metnini okudu.<br />

“Tarihi Dövüşenler Yazar!”<br />

15-16 Haziran Direnişinin gelişme<br />

sürecini ve nedenlerini anlatan<br />

Arzu Çerkezoğlu, 15-16<br />

Haziran eylemlerinin “mücadele<br />

edilmeden hak alınamayacağını”<br />

gösteren önemli bir dönemeç olduğunu<br />

vurguladı. 12 Eylül Askeri<br />

Cuntası tarafından getirilen sendikal<br />

yasakları aktaran Çerkezoğlu;<br />

“mücadele sürüyor, bu olumsuzluklara<br />

karşın emekçilerin birleşik<br />

mücadelesiyle zafer her zaman<br />

mücadele edenlerin olacaktır” diyerek<br />

konuşmasını bitirdi.<br />

Yaklaşık 250 kişinin katıldığı<br />

eylemde sık sık “Yaşasın 15-16<br />

Haziran direnişimiz”, “Yaşasın örgütlü<br />

mücadelemiz”, “Söz yetki karar<br />

iktidar halka” sloganları atıldı.<br />

Ayrıca 15-16 Haziran’da, işçi sınıfının<br />

mücadele tarihinde yaşamını<br />

yitirenler anısına saygı duruşunda<br />

bulunuldu.<br />

Açıklamanın ardından şubenin<br />

açılışı için yürüyüşe geçildi.<br />

Bina önünde yapılan kısa bir konuşmanın<br />

ardından Dev Sağlık-<br />

İş Sendikası Çukurova Bölge<br />

Şubesi açıldı. Kokteyl düzenlenerek<br />

yapılan açılışta 15-16 Haziran<br />

Direnişini anlatan bir belgesel sunuldu.<br />

Eylem sırasında “15-16 Haziran<br />

Büy ü k İşçi Direnişinin 36.<br />

Yıldönümünde: Biz durursak hayat<br />

durur!” başlıklı bildirilerimizden<br />

dağıttık.<br />

AB yolunda çıkarılan yasalarla<br />

çekim yasağı getirilmesine rağmen<br />

sivil polis eylemi saniye saniye görüntüledi.<br />

16.06.2006<br />

Ydi Çağrı/Adana <br />

SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı!<br />

Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

<br />

Seyhan Belediyesi temizlik<br />

işçileri işten atılmalarının<br />

38. gününde hakları için<br />

mücadeleyi sürdürüyorlar. Her<br />

Çarşamba saat 12.30’da İnönü<br />

Park’ında basın açıklaması yapan<br />

işçiler Seyhan halkından, sendikalardan<br />

ve demokratik kitle örgütlerinden<br />

destek istiyorlar.<br />

İşçiler son olarak 14 Haziran’da<br />

bir basın açıklaması gerçekleştirdiler.<br />

Yaklaşık 50 kişinin katılımıyla<br />

yapılan açıklamada basın<br />

metnini işten atılan işçilerden<br />

Doğan Akarcalı okudu.<br />

“Çocuklar aç babalar işsiz, bu<br />

zulüm ne zaman bitecek” pankartı<br />

taşıyan işçiler burada oturma eylemi<br />

yaptılar. Açıklamada Doğan<br />

Akarcalı, belediyenin direnişçi<br />

bazı işçileri işe alarak direnişi bölmeye<br />

çalıştığını, ancak bunda başarılı<br />

olamayacağını ve sonuna kadar<br />

mücadelelerine devam edeceklerini<br />

belirtti.<br />

Basın açıklamasına hiçbir sendikanın<br />

katılmadığı, Seyhan<br />

Belediyesi işçilerinin direnişine pratikte<br />

destek olmadıkları görüldü.<br />

Burada açıklamaya katılanlara<br />

“15-16 Haziran Büyük İşçi<br />

Direnişinin 36. Yıldönümünde:<br />

Biz Durursak Hayat Durur!” başlıklı<br />

bildirilerimizi dağıttık.<br />

Çok sayıda sivil ve Çevik Kuvvet<br />

polisinin yığıldığı açıklama atılan<br />

sloganların ardından sona erdirildi.<br />

15.06.2006<br />

Ydi Çağrı/Adana <br />

Tarsus’ta kurulu bulunan SCT Orturbo Filtre fabrikasında 3 ayı<br />

aşkın bir zamandır grev sürüyor. İşçilerin greve başlamasından<br />

sonra işyerinde lokavt uygulayan patron 19 Haziran itibariyle lokavt<br />

kararını kaldırdı.<br />

SCT patronunun işyerinde lokavtı kaldırmasından sonra sendikaya üye<br />

olmayan (çoğunluğu kapsam dışı) az sayıdaki işçi fabrikaya giderek ücretsiz<br />

izne ayrıldığına dair belgeler imzaladı. Bu durumun ardından da 6<br />

işçi daha sendikaya üye olarak grevi sürdürme kararı aldılar.<br />

İşçiler, SCT patronunun lokavt kararını kaldırarak grev kırıcılığının<br />

önünü açmaya çalıştığını belirtiyorlar. Ancak patron bu kararı ile umduğunu<br />

bulamadı.<br />

Lokavtın kaldırılmasından sonra işçiler ile Birleşik Metal-İş Sendikası<br />

yöneticileri bir araya gelerek durumu değerlendirdiler. SCT işçileri ne pahasına<br />

olursa olsun grevi koruyacaklarını ve patronun sendikayı kabul<br />

ederek TİS’i imzalamak zorunda kalacağını belirtiyorlar.<br />

Lokavt kararının kaldırılmasından sonra SCT Orturbo’dan herhangi<br />

bir açıklama yapılmadı.<br />

Ydi Çağrı/Adana<br />

21.06.2006


MİTO işçilerinin<br />

sendikalaşma mücadelesi<br />

sürüyor<br />

İstanbul’un Tuzla ilçesi Aydınlı<br />

girişindeki MİTO Yapı Malzemeleri<br />

A. Ş. Fabrikasında çalışan<br />

150’ye yakın işçiden 109’u<br />

Mart ayında Birleşik Metal-İş<br />

Kartal Şubesi’ne üye olmuştu.<br />

Her yerde olduğu gibi burada da<br />

patron tepkisinde gecikmedi, bu<br />

işin öncüleri olarak bildiği 6’sı kadın<br />

toplam 43 işçiyi işten attı. İşten<br />

atılan işçilerin hepsi, 2,5 ay fabrikanın<br />

önünde; güneş ve yağmurdan<br />

korunmak amacıyla birkaç tahta,<br />

bez ve naylon parçalarından kurdukları<br />

kulübelerinde (bu kulübeleri<br />

8 kez yıkıldı ve malzemeleri yakıldı,<br />

fakat her defasında işçiler onu<br />

tekrar kurdular) beklediler.<br />

Şu an patron ve devletin görevlileri<br />

tarafından artık yıkılmayan<br />

çadırlarında bir grup direnişçi işçi<br />

sabahtan akşama kadar beklemeye<br />

devam ediyor.<br />

Direnişin 76. gününde ziyaret<br />

ettiğimiz işçilerin verdiği bilgiye<br />

göre, patron içerde çalışan sendika<br />

üyesi işçilere “Usanıp kaçıp gitsinler,<br />

böylelikle sendika işyerine girmesin”<br />

düşüncesiyle bir dizi baskı<br />

ve işten atma tehdit ve saldırılarına<br />

devam etmektedir. İşçiler, fabrikada<br />

her gün iş bir iş kazasının yaşandığını,<br />

sabahtan akşama kadar asgari<br />

ücretle çalıştırılan işçilerin ücretlerinin<br />

zamanında ödenmediğini ve<br />

bu çalışma koşullarında patronun<br />

işçilerin üzerindeki huzursuz edici<br />

denetimini her tezgahın başına kurulan<br />

kameralarla sağlamaya çalıştığını,<br />

öyle ki tuvaletlere bile kamera<br />

yerleştirildiğini anlattılar.<br />

İşçiler ayrıca patronun “fabrikayı<br />

Gebze’ye taşıyacağının” söylentisini<br />

yayarak işçilere gözdağı<br />

vermek istediğini, bir taraftan eski<br />

işçileri işten çıkarırken diğer taraftan<br />

işi bilmeyen yeni insanları<br />

işe aldığını, bununla amacının<br />

içerde anda çalışan işçilerin çoğunluğunun<br />

sendika üyesi olmadığını<br />

Mahkemeye göstermek olduğunu<br />

belirttiler.<br />

Üç ay önce işyerinde çalışan işçilerin<br />

üçte ikisinden fazlasının sendikanın<br />

üyesi olmasına rağmen<br />

Çalışma Bölge Müdürlüğü’nün<br />

sendikanın yetkisini kabul etmediğini,<br />

bunun için mahkemeye<br />

başvurduklarını belirttiler.<br />

13 Haziran günü, Birleşik Metal-<br />

İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu<br />

MİTO işçilerini desteklemek ve onların<br />

üzerindeki baskıları protesto<br />

etmek amacıyla, ayrıca İLO’nun<br />

(Dünya Çalışma Örgütü’nün) yaptığı<br />

toplantıda Türkiye’nin bu yıl<br />

Aplikasyon Komitesi’nin listesine<br />

alınmamasını da protesto etmek<br />

için MİTO Fabrikası önünde bir<br />

Basın açıklaması yaptı.<br />

Basın Açıklamasından önce<br />

MİTO işçilerinin örgütlendiği<br />

Birleşik Metal-İş Sendikası Kartal<br />

Şubesi Başkanı A. Rıza İkisivri<br />

yaptığı konuşmada, MİTO işçilerinin<br />

nasıl sendikalaştığını, bu sırada<br />

patronun sendikalaşan işçilere<br />

nasıl saldırdığını kısaca anlattı<br />

ve patrona bu saldırılardan<br />

vazgeçmesini, şimdiye kadar sürdürdüğü<br />

sendikayla diyaloga girmeme<br />

tavrına son vermesini ve<br />

işçilerin taleplerini kabul etmesi<br />

çağrısında bulundu.<br />

Daha sonra Birleşik Metal-İş<br />

Sendikası Genel Başkanı Adnan<br />

Serdaroğlu Basın Açıklamasının<br />

metninin basına dağıtılacağı için<br />

okumayacağını onun yerine kısaca<br />

işten atılan ve atılmayan<br />

MİTO işçilerine patron ve devlet<br />

tarafından yapılan saldırıları anlatacağını<br />

belirterek söze başladı.<br />

Saldırıları özlü ifadelerle anlattıktan<br />

sonra sendikal örgütlenmeye<br />

yönelik saldırıların giderek arttığını,<br />

işçilerin ağır koşullarda çalıştırılarak<br />

dizginsiz bir sömürüye<br />

maruz kaldıklarını belirtti.<br />

Serdaroğlu, “İşverenlerin bu tavırlarından<br />

utanç duyuyorum.<br />

Asıl suç onlara bu fırsatı verenlerdedir.<br />

İki yıl içinde bin arkadaşımız<br />

sendikalı oldukları için işten<br />

atıldı.” açıklamasında bulundu.<br />

Basın Açıklamasına katılan kitlenin<br />

sık sık attığı “Sendika hakkımız;<br />

söke, söke alırız!”, “İşçilerin<br />

birliği sermayey i yenecek!”,<br />

“İşçiyiz, haklıyız kazanacağız!”,<br />

“Kurtuluş yok tek başına, ya hep<br />

beraber ya hiç birimiz!”, v.b. sloganlarla<br />

kesilen konuşmasının sonunda<br />

Serdaroğlu patronlara ve<br />

hükümete yasalara ve uluslar arası<br />

düzenlemelere uyulması çağrısında<br />

bulunarak MİTO ve MİTO<br />

gibi fabrika patronlarının işçilere<br />

saldırmakla kendilerini pes ettireceğini<br />

sanıyorlarsa aldanacaklarını<br />

söyledi. Sendika olarak kazanana<br />

kadar MİTO işçileriyle beraber<br />

olacaklarını belirtti.<br />

F a b r i k a ö n ü n d e B a s ı n<br />

Açıklamasının yapıldığı dakikalarda<br />

çay molasına çıkmış olan<br />

ve fabrika bahçesinde açıklamaları<br />

dinleyen –sendika üyesi olan<br />

ve olmayan- tüm MİTO işçileri de<br />

yapılan konuşmaları ve atılan sloganları<br />

coşkuyla alkışladılar.<br />

Haziran 2006 <br />

Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri<br />

anlaşmazlıkla sonuçlandı<br />

İstanbul’un DİSK/ GENEL- İŞ<br />

Sendikası Şubelerinde örgütlü<br />

bazı Belediyelerde çalışan işçilerin<br />

Ocak ayından beri süren TİS<br />

görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanmıştı.<br />

Başta ücret zamları olmak üzere<br />

bazı sosyal hakları içeren TİS taleplerinin<br />

Belediye Başkanlıklarınca<br />

kabul edilmediği için Haziran ayı<br />

içinde Kartal, Kadıköy, Beykoz,<br />

Fatih, Bahçelievler, Bağcılar,<br />

Küçükçekmece ve Sarıyer ilçe belediyeleri<br />

ana binalarının kapısına<br />

grev ilanları asıldı.<br />

Bu ilçelerin belediyelerinde çalışan<br />

işçiler, örgütlü oldukları DİSK/<br />

GENEL- İŞ Sendikası Şubeleri önderliğinde<br />

grev ilanlarını kitlesel<br />

basın açıklamalarıyla kamuoyuna<br />

duyurarak astılar.<br />

Beyoğlu Belediyesi işçilerinin<br />

TİS görüşmeleri ise henüz devam<br />

ediyor.<br />

İstanbul gibi nüfus yoğunluğu<br />

yüksek olan büyük bir kentin yaz<br />

sıcağında belediye hizmetlerini<br />

gören işçilerin birkaç gün çalışmaması<br />

durumunda halk açısından<br />

ne anlama geldiği iyi bilindiği<br />

için sendika şubelerinin bu şekilde<br />

kamuoyuna ücretli köleliğin en<br />

kötü koşullarında çalışan işçilerle<br />

birlikte grev ilanlarını duyurmaları<br />

ve belediyelerin ana binalarına<br />

asmaları greve gitmeleri halinde<br />

kazanmanın güvencelerinden biri<br />

olan kamu desteğini alma açısından<br />

önemlidir.<br />

Bu grev ilanlarından biri beş aydır<br />

süren TİS görüşmelerinde uzlaşmaz<br />

tutum sergileyen Sarıyer<br />

Belediye Başkanlığı’na asıldı.<br />

Bununla ilgili DİSK/ GENEL-İŞ<br />

Sendikası’nın Sarıyer Belediyesi işçilerinin<br />

örgütlü olduğu İstanbul<br />

4 No’lu Şubesi, 16 Haziran 2006<br />

günü içinde sendika yöneticileri-<br />

nin de olduğu 200 belediye işçisi ile<br />

kortej halinde yüzlerce metre yürüyerek<br />

Belediye binasının önüne<br />

geldiler. AKP’li Belediye Başkanı<br />

bırakalım işçilerin taleplerini dinlemeyi,<br />

Belediye Başkanlığının<br />

ana kapısına yasal hakları olan<br />

Grev İlanını asmalarına ve binanın<br />

önünde Basın Açıklaması yapmalarına<br />

bile izin vermemekle ne<br />

denli “demokrat” olduğunu gösterdi.<br />

Belediye Başkanı Çevik<br />

Kuvvet polislerini çağırıp onları<br />

coplarla ve gaz bombalarıyla işçilere<br />

saldırtarak işçilerin yaralamasına<br />

neden olması haklı ve meşru<br />

zeminde hak arayan işçilere ne kadar<br />

düşman olduğunu ortaya koyuyordı.<br />

Saldırıları ıslık ve alkışlarla protesto<br />

eden işçiler “TİS Hakkımız<br />

Grev Silahımız!”, “Baskılar Bizi<br />

Yı ldıramaz!”, “Gün Gelecek<br />

Devran Dönecek AKP Halka<br />

Hesap Verecek”, “İşçilerin Birliği<br />

Sermayeyi Yenecek!”, “Direne,<br />

Direne Kazanacağız!”, vb sloganlarla<br />

kararlılıklarını gösterdiler.<br />

Kartal Belediyesinde anlaşmazlığa<br />

neden olan en önemli taleplerden<br />

biri olan ücret zamları taban<br />

ücret 45 YTL artı % 11 ücret<br />

zammı olarak anlaşma sağlandı.<br />

Türkiye’nin her yerinde olduğu<br />

gibi İstanbul’da da tüm ilçe belediyelerinde<br />

hizmetleri önemli oranda<br />

taşerona verilmiş durumda.<br />

Örneğin kendisini “halkçı”,<br />

“çağdaş”, “demokratik sosyal hukuk<br />

devletinin” en has savunucusu<br />

olarak gösteren CHP de Kadıköy<br />

Belediyesi’nde bir çok hizmeti<br />

özelleştirerek veya taşerona vererek<br />

işçileri her türden haktan yoksun<br />

bırakmıştır.<br />

Sendikaların bu taşeron işçilerini<br />

de örgütleyerek onların da ücretlerinin<br />

artırılması ve çalışma koşullarının<br />

düzeltilmesi mücadelesini<br />

mücadele hedeflerinin en başına<br />

koymaları gerekir, yoksa en ufak<br />

yasal ve meşru haklarımızı korumak<br />

ve yeni haklar almak için patronlara<br />

ve onların devletine karşı<br />

ne işyerinde, ne işkolunda, ne de<br />

ülkelerimizde işçilerin birliğini<br />

sağlayamayız.<br />

Haziran 2006 <br />

Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ


Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

<br />

Biten grev ve direnişlerden haberler...<br />

SERNA-SERAL Tekstil<br />

Fabrikası Grevi:<br />

İstanbul- Bostancı’da kurulu<br />

SERNA-SERAL Tekstil Fabrikasında<br />

çalışan 71 işçi 2005 yılının<br />

ortalarında düşük ücret ve kötü<br />

çalışma koşullarına karşı Türk-<br />

İş’e bağlı TEKSİF’in Bakırköy<br />

Şubesinde örgütlenmiş ve TİS imzalama<br />

sürecinde patronun uzlaşmaz<br />

tutumu yüzünden greve gitmişlerdi,<br />

patron da lokavt uygulamıştı.<br />

Hiç fire vermeden 71 işçi<br />

patronun ve devletin bir dizi saldırısına<br />

rağmen grevi 230 gün kararlı<br />

bir şekilde sürdürdü.<br />

Verilen bilgiye göre Mayıs ayı<br />

içinde yapılan görüşmelerin sonunda<br />

patronun lokavtı kaldırarak<br />

anlaşmak istemesi üzerine bir anlaşma<br />

sağlanmış ve grev bitirilmiştir.<br />

Grevci işçilerin ezici çoğunluğunun<br />

onayı alınarak imzalanan<br />

anlaşmaya göre; grevci 71 işçi 1 ay<br />

ücretli izinli sayılacaklar ve bu bir<br />

ayın sonunda bu bir aylık ücretlerini<br />

alacaklarmış. Şimdilik tüm işçilerin<br />

hak ettikleri kıdem ve ihbar<br />

tazminatlarını bir yıl içinde<br />

üç taksitle ödeme koşulunu kabul<br />

eden patron şayet fabrikayı tekrar<br />

üretime açarsa eski işçileri tekrar<br />

işe alacağını kabul etmiş.<br />

DÜNYA Deri Fabrikası<br />

Direnişi:<br />

İstanbul- Tuzla Organize Deri<br />

Sanayi Bölgesinde kurulu DÜNYA<br />

Deri Fabrikası işçileri de sendikalaştıkları<br />

için işten atılmış, atılan<br />

38 işçi patronun ve devletin saldırılarına<br />

rağmen fabrika önünde<br />

2,5 ayı aşkın süre kar kış demeden<br />

direnmişlerdi.<br />

Mayıs ayı içinde patronla yapılan<br />

anlaşmaya göre işçilerin ihbar ve<br />

kıdem tazminatları ödenecekmiş.<br />

Patron, fabrikayı kapatacağını<br />

aynı organize deri sanayi bölgesinde<br />

olan ve ikinci bir fabrikası<br />

ÖZDERİ Fabrikası’na yeni işçi işe<br />

alacağı zaman bu eski işçilerden<br />

alacağını kabul etmiş. Bunun üzerine<br />

işçiler direnişe son vermişler.<br />

CEVAHİR Deri Fabrikası<br />

Direnişi:<br />

B u f a b r i k a d a İ s t a n b u l -<br />

Tuzla Organize Deri Sanayi<br />

Bölgesi’nde kurulu bir fabrika.<br />

Sendikalaştıkları için işten atılan<br />

28 işçi fabrikanın önünde direnişe<br />

geçmişti. Burada da patronun eli<br />

silahlı çeteleri ve devletin kolluk<br />

güçleri tarafından defalarca faşist<br />

saldırılara maruz kalan işçiler 6 ay<br />

direndiler.<br />

Mayıs ayı içinde patronla yapılan<br />

görüşmeler sonunda işçiler<br />

patronun ihbar (fabrika 3,5 aylık<br />

bir fabrika olduğu için işçilerin kıdem<br />

tazminatları yoktu) tazminatlarını<br />

ödemeyi ve her işçinin direnişte<br />

geçen 6 ayından 2 ile 3 ayının<br />

ücretli sayılmasını ve bu ücretlerini<br />

ödemeyi kabul etmesi üzerine<br />

direniş bitirildi.<br />

İLERİ Deri Fabrikası Direniş ve<br />

Grevi:<br />

Tekirdağ- Çorlu Organize Deri<br />

Sanayi Bölgesi’nde kurulu İLERİ<br />

Deri Fabrikası işçileri de sendikalaştıkları<br />

için işten atıldılar.<br />

Fabrikanın önünde defalarca devletin<br />

barbar saldırılarına uğramalarına<br />

rağmen 38 işçi 1,5 yıl büyük<br />

bir kararlılıkla direndi. İşçiler, 1,5<br />

yıl süren işe iade davasını kaybetti.<br />

Bir buçuk yıl içinde patron fabrikasına<br />

sendikayı sokmamak için<br />

bir dizi hileye başvurdu. Fabrikayı<br />

başkasına “satmış” göstererek, ismini<br />

de değiştirip “MÜGE Deri”<br />

yaparak ve böylelikle devletin<br />

mahkemesinde de işçilerin grev<br />

kararını iptal ettiren patron fabrikanın<br />

kapısındaki Grev İlanını<br />

kaldırıp atmıştı.<br />

Bütün bunlardan sonra Mayıs<br />

ayı içinde işçilerle görüşmeyi kabul<br />

eden patron işçilerin ihbar ve kıdem<br />

tazminatlarını ödemeyi kabul<br />

ederek direniş/grev bitirilmiş.<br />

Son yıllarda yaşanan en uzun<br />

direnişlerden biri olan bu direniş;<br />

bir organize deri sanayi bölgesinde<br />

patronların ve onların devletlerinin<br />

-polis, jandarma, mahkemesinin<br />

v.b.- bu kadar barbarca ve topyekün<br />

bir şekilde saldırısına rağmen,<br />

üç düzineden az olan bu işçileri<br />

ancak 1,5 yılda yenmiş olmaları<br />

durumu; işçi sınıfının gücünü<br />

göstermesi açısından önemlidir!<br />

BİRSİNLER Deri Fabrikası<br />

Direnişi:<br />

İLERİ Deri Fabrikası ile aynı yerde<br />

bulunan bu fabrikada da ücretli<br />

köleliğin çekilmez koşullarını birazcık<br />

olsun çekilebilir hale getirmek<br />

amacıyla sendikalaştıkları<br />

için işten atılan 17 işçi direniş boyunca<br />

patron ve devletin saldırılarına<br />

rağmen 1 yıl direndiler.<br />

Mayıs ayı içinde bu işçi arkadaşlar<br />

da patronun işçileri işten attığında<br />

ödemeyi kabul ettiği ihbar<br />

ve kıdem tazminatlarını alarak direnişe<br />

son verdiler. Sendika yetki<br />

ve işe iade davaları sendika tarafından<br />

sürdürülüyor.<br />

DESAN Tersanesi Direnişi:<br />

İstanbul- Tersaneler Bölgesinde<br />

kurulu bu tersanede bin kişiye yakın<br />

işçinin çalıştığını, bu işçilerin<br />

50 taşeron firma arasında dağıldığını,<br />

bu taşeron firmalardan<br />

MONTESAN’da çalışan 55 işçinin<br />

2,5 aydır ücretlerinin ödenmediğini,<br />

bu yüzden işçilerin örgütlü<br />

oldukları DİSK/ LİMTER-İş<br />

Sendikası önderliğinde bir dizi eylem<br />

ve direnişte bulunduğunu gazetemizin<br />

bir önceki sayısında (101.<br />

Sayıda) geniş bir şekilde yazmıştık.<br />

Direnişi 25. gününde (15 Haziranda)<br />

ziyaret ettiğimizde, DİSK/<br />

LİMTER-İş Sendikası YK üyesi<br />

Zafer Tektaş, Hakkı Deniz ve işçi<br />

Erol Savaş havzada yaşanan patron<br />

ve devletin işçiler üzerindeki<br />

baskı, sömürü ve zulmünü örneklerle<br />

anlattılar.<br />

Verilen bilgilere göre, son iki<br />

haftadır bazı sabahları yüzlerce<br />

işçi ile patronu protesto etmek için<br />

sloganlı yürüyüşler düzenlenmiş,<br />

çoğuna polis silahla, gazla ve copla<br />

saldırmış, en son yaşanan saldırılarda<br />

23 işçi dövülerek gözaltına<br />

alınmış.<br />

DESAN Tersanesi işçileri bundan<br />

bir hafta önce bir dizi eylem<br />

ve protestoya rağmen ücretlerini<br />

alamayınca işyerinde oturma eylemi<br />

başlatmış (4853 sayılı iş yasasına<br />

göre ücretini uzun süre alamayan<br />

işçi işyerinde oturma eylemi<br />

yapma hakkı vardır) ve bu<br />

yüzden polis tarafından tartaklanarak<br />

gözaltına alınmışlar. Ayrıca<br />

işçiler, patronun ve devlet güçlerinin<br />

sendikaları DİSK/LİMTER-<br />

İş’e yine azgın saldırılara giriştiğini,<br />

buna en son örnek olarak da<br />

sendikanın Genel Başkanı Cem<br />

Dinç ve Eğitim Uzmanı Kamber<br />

Saygılı’nın gözaltına alınıp tutuklanmasını<br />

gösterdiler.<br />

YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak hem<br />

Tersane işçilerine yapılan bu saldırıları,<br />

hem de mücadeleci sendikalardan<br />

biri olan DİSK/LİMTER- İş<br />

Sendikasına, onun Genel Başkanı<br />

Cem Dinç ve Eğitim Uzmanı<br />

Kamber Saygılı’nın gözaltına alınıp<br />

tutuklanması saldırısını patronların<br />

devletlerinin işçi sınıfına<br />

yaptığı birer faşist saldırılar olarak<br />

değerlendiriyor, nefretle kınıyor<br />

ve C. Dinç ile K. Saygılı’nın derhal<br />

serbest bırakılmasını istiyoruz!<br />

Haziran 2006 <br />

CORUS YASAN işçisi kararlı<br />

DİSK’e üye Birleşik Metal<br />

İş Sendikasında örgütlü<br />

CORUS YASAN fabrikası<br />

işçileri 1 Haziran günü greve çıktılar.<br />

Sakarya 1.Organize Sanayi<br />

Bölgesinde faaliyette bulunan<br />

CORUS YASAN şirketinin ana<br />

hissesi bir İngiliz çelik tekelinin<br />

elinde. İşçi ücretlerinin aylık yaklaşık<br />

600 YTL olması grevin esas<br />

talebi. Sendikanın patron temsilcileriyle<br />

yaptığı TİS görüşmelerinde<br />

yaklaşık yüzde 37’ler civarındaki<br />

ücret talebine patron tarafı yüzde<br />

8 civarında teklifle cevap vermişti.<br />

Bunun üzerine görüşmeler kitlenmiş<br />

ve sendika 1 Haziran günü<br />

grevi uygulama kararı alarak uyguladı.<br />

1 Haziran günü Organize Sanayi<br />

Bölgesinde bir araya gelen işçiler<br />

ve bazı demokratik kitle örgütleri<br />

yaklaşık 150 kişilik bir kortejle organize<br />

sanayinin içerisinde bir yürüyüş<br />

yaptılar. İşçiler sendikalarının<br />

güçlü desteğiyle attıkları sloganlarla<br />

sonuna kadar taleplerinin<br />

arkasında olduklarını gösterdiler<br />

ve “sefalet ücreti”ne son verilmesini<br />

istediler. “İşçiyiz, haklıyız kazanacağız”,<br />

“Yaşasın sınıf dayanışması”,<br />

“İşçilerin birliği sermayeyi<br />

yenecek”, “Patron şaşırma sabrımızı<br />

taşırma” gibi sloganlarla sanayi<br />

bölgesini inlettiler.<br />

Bu militan eylem jandarmanın<br />

ve organize sanayi bölgesindeki<br />

güvenlik güçlerinin bakışları arasında<br />

gerçekleşti ve örgütsüz çalışan<br />

işçiler tarafından da gıpta ile<br />

izlendi. Yıllardan sonra ilk defa<br />

bir sendikanın ciddi bir şekilde<br />

işçi ile birlikte ve onların yanında<br />

kararlı bir şekilde mücadele içerisinde<br />

olması, iyice güven kaybeden<br />

sendikalara bakışın belki yeniden<br />

olumlu yönde sorgulanmasına da<br />

hizmet etti.<br />

Saat 12 civarında fabrikanın kapısına<br />

“Bu işyerinde grev vardır”<br />

pankartı asılarak halaylar ve sloganlar<br />

eşliğinde grev başlatıldı ve<br />

ilk grev gözcüleri grev önlüklerini<br />

giydiler.<br />

İşçiler sendikalarıyla birlikte<br />

“Yaşasın onurlu mücadelemiz”,<br />

“Direne direne kazanacağız” sloganlarıyla<br />

mücadele kararlılıklarını<br />

bir kez daha ifade ettiler.<br />

CORUS YASAN işçisi yanlız<br />

değildir. Yaşasın İşçilerin Birliği!<br />

Yaşasın CORUS YASAN grevi!<br />

İşçilerin Birliği Sermayeyi<br />

Yenecek!<br />

Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!<br />

Yaşasın SOSYALİZM!<br />

Bir YDİ Çağrı okuru<br />

5 Haziran 2006 <br />

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />

v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27<br />

v e-mail: mail@ydicagri.com v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />

v SAYI 102’nin İşçi Eki · Temmuz’2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli


halkların kardeşliği için<br />

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />

ABD’de göçmen olmak…<br />

Konu göçmen, göçmenlik<br />

olunca, ABD bağlamında<br />

İndigen halkına mensup insanlar<br />

tarafından hâlâ söylenen tarihi<br />

bir olgu var: “Burada herkes<br />

göçmen, göçmen olmayan tek halk<br />

İndigen halkıdır.” Bu tarihi olgu<br />

ama 500 yılı aşkın bir sürede işgalci<br />

ve köle sahipleri beyazların İndigen<br />

halklarını soykırıma uğrattığı, köleleri<br />

olarak Amerika’ya götürdükleri<br />

siyahlarla da birbirine karışarak<br />

değişik kökenli insanlardan bir<br />

ABD ulusu (Amerikan ulusu) oluşturduğu<br />

gerçeğini ortadan kaldırmıyor.<br />

Amerikan ulusunun oluşmasından<br />

beri göçmen, göçmenlik sorunu<br />

–kimi İndigen kökenliler bunu dile<br />

getirse de– artık bu temelde tartışılmıyor.<br />

Son dönemde ABD’de yürüyen<br />

göçmenlik tartışmalarının merkezinde<br />

esas olarak Latin Amerika ülkelerinden,<br />

özellikle de Meksika’dan<br />

ve Meksika üzerinden ABD’ye “kaçak”<br />

yollardan giden göçmenler meselesi<br />

duruyor.<br />

Hispanik ya da Latino diye adlandırılan<br />

bu göçmenlerin sayısı 11-12<br />

milyon civarında tahmin ediliyor.<br />

ABD’de resmi, yasal olarak yaşayan<br />

Hispaniklerin sayısı ise 40 milyon civarında.<br />

ABD’deki bu “kaçak” göçmenler<br />

kelimenin gerçek anlamında köle gibi<br />

muamele görmektedir. ABD’lilerin<br />

yapmadığı en zor işlerde en düşük<br />

ücretle çalışmaktadır. Bu göçmenlerin<br />

“kaçak” olma durumu, onları çalıştıran<br />

işverenler tarafından demoklesin<br />

kılıcı gibi sürekli üzerlerinde<br />

sallandırılmaktadır.<br />

“Kâğıtsız” olarak da adlandırılan<br />

bu göçmenlerin yaklaşık 7 milyonu<br />

bir işte çalışmaktadır. %24’ü tarımda,<br />

%17’si temizlik işlerinde, %14’ü inşaatta<br />

ve büyük bölümü gastronomide<br />

çalışmakta ve bir bölümü de orta sınıftan<br />

kesimlerin çocuklarına bakıcılık<br />

yapmaktadır. 11-12 milyon göçmenin<br />

%40’ı beş sene ve daha kısa<br />

süreden beri ABD’de yaşamaktadır.<br />

Kimi verilere göre “kaçak” göçmen<br />

işçiler ABD işçi sınıfının %5’ini<br />

oluşturuyor. Bu kesimin en zor işleri<br />

yaptığı ve en ucuz işgücü olduğu gerçeği<br />

gözönüne alındığında, ABD’nin<br />

ekonomisine büyük oranda katkıda<br />

bulunduğu olgusu kimi burjuvalar<br />

tarafından da kabul edilmektedir.<br />

Kimileri bunları “ABD ekonomisinin<br />

görünmez yağı” olarak değerlendiriyor<br />

haklı olarak…<br />

Ucuz işgücü olmaları gerçeğine<br />

rağmen siyasi alanda devlet “kaçak”<br />

göçmenleri kontrol altında tutmak<br />

amacıyla yeni yasalar gündeme getirmektedir.<br />

Siyasetin temelinde ekonomik çıkarlar<br />

olduğu gerçeği gözönüne alındığında,<br />

“kaçak” göçmenlere yönelik<br />

ırkçı yasaların gündeme getirilmesinin<br />

temelinde de, büyük tekellerin<br />

legal olarak ABD’ye gelen, zamanı<br />

onlar tarafından belirlenen ve kendilerinin<br />

uygun görüp seçtikleri “misafir<br />

işçi” olarak adlandırdıkları ucuz<br />

işgücüne duydukları ihtiyaç ve talepleri<br />

vardır.<br />

Kısaca söylenirse “kaçak” göçmenlere<br />

yönelik saldırılar, ırkçı yasalar<br />

esas olarak sözkonusu göçmenlere<br />

yönelik olsa da, aynı zamanda bu<br />

göçmenleri ucuz işgücü olarak çalıştıran<br />

orta tabakaya da –orta ve küçük<br />

burjuvaya– karşı olan, büyük tekellerin<br />

çıkarlarına uygun ve devletin<br />

göçmenler üzerindeki kontrolünü<br />

sağlamaya da yöneliktir. Buna ek<br />

olarak göçmenlere yönelik saldırılar<br />

“ulusun güvenliğini sağlama” adına<br />

özellikle devletin sınırlarında militaristleşmenin<br />

de bir aracıdır.<br />

GÖÇMENLİK YASASI VE<br />

MÜCADELE…<br />

11 Eylül 2001 saldırısı Bush yönetiminin<br />

“kaçak” göçmenlerle ilgili<br />

yeni yasa çıkarma çalışmalarını geri<br />

plana itmişti. 2005 yılı Aralık ayında<br />

Temsilciler Meclisi göçmenler yasası<br />

ile ilgili bir yasa tasarısını onayladı.<br />

Sözkonusu yasanın kabul edilmesi<br />

için Senato ve Başkan Bush tarafından<br />

da onaylanması gerekiyordu.<br />

Sözkonusu yasa tasarısının esas<br />

yönü “kaçak” göçmenlerin ABD’de<br />

yaşamasını suç olarak ilan etmekti.<br />

Hispaniklerin seçimlerde oy potansiyeli<br />

olarak önemli bir rol oynadığı<br />

gözönüne alınarak bazılarına ABD<br />

vatandaşı olma hakkının tanınmasını<br />

içeren bir tasarı da gündeme getirildi.<br />

Bu konunun tartışılması bizzat<br />

ABD egemenleri arasında da belli<br />

bir bölünmenin varlığını gösterdi.<br />

Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında<br />

farklılıklar olduğu gibi, bunların<br />

kendi aralarında da farklılıklar<br />

yaşandı. Sonuçta ama belirleyici olan<br />

göçmenlerin insanca yaşama hakları,<br />

onların insan olarak değer görmesi<br />

vb. değil, tekellerin çıkarları, siyasetçilerin<br />

seçimlerde alacağı oy hesapları<br />

oldu. “Kaçak” göçmenlerin kimi<br />

haklarını savunan bazı sendikacılar<br />

bile, esas olanın “vatanın güvenliğinin<br />

sağlanması” olduğunu savunarak<br />

bu göçmenleri “vatanın güvenliğini”<br />

tehdit eden unsur olarak gösterdi…<br />

Söz konusu yasa tasa r ısı n ı n<br />

Senato’da tartışılmasına başlanmasıyla<br />

göçmenleri protesto eylemleri<br />

de gündeme geldi. Özellikle 25 Mart,<br />

10 Nisan ve 1 Mayıs tarihlerinde yüzbinlerce<br />

insan “kaçak” göçmenlerin<br />

hakları için yürüyüş ve mitingler yaparak<br />

yasa tasarısını protesto etti.<br />

1 Mayıs’ta 70 civarında kentte protesto<br />

eylemleri gerçekleştirildi ve<br />

toplam olarak ele alındığında milyonlarca<br />

“kaçak” göçmen ve onları<br />

destekleyen “yasal” göçmen meydanlardaydı.<br />

1 Mayıs’taki eylemlere<br />

sadece Hispanikler değil, Afrika ve<br />

Asya kökenli göçmenler de katıldı.<br />

Sözkonusu eylemler ABD’de yeni<br />

bir “Göçmen Hareketi”nin de geliştiğinin<br />

bir göstergesi olarak kabul<br />

gördü.<br />

“Kaçak” göçmenler ilk kez kendi<br />

hakları için siyasi bir eylem gerçekleştirmişti.<br />

“Kaçak” olarak görülenler<br />

sokaklara çıkmış, alanlara yığılmıştı…<br />

“Hiç bir insan yasadışı değil.”<br />

“Yasadışı olan sömürgeciliktir.”<br />

sloganlarını haykırıyordu. “Ne istiyoruz?/<br />

Adalet. /Ne zaman?/ Hemen<br />

şimdi!” “Suçlu değil, işçiyiz” diyerek<br />

“Genel af ve vatandaşlık hakkımızı<br />

istiyoruz” taleplerini yükseltiyordu<br />

milyonlarca insan.<br />

ABD’nin ırkçı yasa tasarısına karşı<br />

göçmenlerin hakları için bu mücadele<br />

ABD’de unutturulan 1 Mayıs’ı<br />

2006’da yeniden bir mücadele gününe<br />

dönüştürdü. Göçmen işçiler<br />

1 Mayıs’ı “Göçmensiz bir gün” ilan<br />

edip “İşe gitmek yok, okula gitmek<br />

yok, alışveriş yapmak yok” şiarıyla<br />

güçlerini göstermek amacıyla “büyük<br />

boykot” ilan ettiler.<br />

Sayısı milyonları bulan göçmenlerin<br />

bu protesto eylemleri, göçmenlik<br />

yasa tasarısının Senato’daki tartışmalarına<br />

da etkide bulundu. Temsilciler<br />

Meclisi’nin kabul ettiği yasa tasarısı<br />

Senato’da göçmenler lehine biraz yumuşatılarak<br />

36 oya karşın 62 oyla kabul<br />

edildi.<br />

Sözkonusu yasa tasarısı “kaçak”<br />

göçmenlerin önemli bölümüne<br />

ABD’de kalma hakkını da içeriyor.<br />

Bu yasa, beş yıldan fazla ABD’de yaşayan,<br />

ABD yasalarıyla karşı karşıya<br />

gelmeyen –ki bu aslında göçmenlerin<br />

“kaçak” olarak ABD’ye gelmiş<br />

olması olgusu gözönüne alındığında,<br />

kimin yasalara aykırı olup olmadığının<br />

yine ABD yetkilileri tarafından<br />

belirlenebileceğinin bir temelidir–,<br />

çalışan ve yeterli Amerikanca konuştuğunu<br />

belgeleyen, 2000 dolar kadar<br />

bir ceza ve eğer ödememişse çalıştığı<br />

süre için vergisini ödeyeceklerin ABD<br />

vatandaşlığına başvurma hakkını tanıyor.<br />

İki yıldan fazla ve beş yıla kadar<br />

ABD’de yaşayanlara ise ülkelerine<br />

geri dönüp “misafir işçi”lik için<br />

başvuruda bulunarak ABD’ye geri<br />

dönme hakkı tanınıyor. Kuşkusuz ki<br />

“misafir işçi” olarak ABD’ye gitme<br />

hakkı olsa da, gidip gidemeyeceğini<br />

belirleyecek olan “misafir işçi”leri seçecek<br />

olanlardır. İki seneden kısa süre<br />

ABD’de yaşayanlara ise –ki bunların<br />

sayısı 2 milyon civarındadır– hiçbir<br />

hak tanınmamaktadır. Bunlara tanınan<br />

tek “hak”, ceza görmeden ülkelerine<br />

sürgün edilmektir.<br />

Sonuç olarak aslında beş seneden<br />

fazla ABD’de yaşayanlar “legalleştirilmiş”<br />

olacak ve beş seneden az süre<br />

ABD’de yaşayanlar ise ülkelerine geri<br />

gönderilecek, gerçekte ise ABD’den<br />

sürgün edilecekler. Beş seneden uzun<br />

süre ABD’de yaşayanların bir bölümü<br />

de, Bush’un da ilan ettiği “ABD<br />

vatandaşı olmak isteyenler İngilizce<br />

öğrenmek ve asimile olmak zorundadır”<br />

düşüncesi temelinde öne sürülen<br />

önkoşullara uygun görülmeyip sürgün<br />

edileceğine kesin gözüyle bakılabilir.<br />

Böylece “kaçak” göçmenlerin<br />

en azından yarısının sürgün edilmesi<br />

yasalaştırılmış olmaktadır.<br />

Senato tarafından da onaylanan<br />

yasa tasarısı ülke içinde özellikle<br />

göçmenlere yönelik ırkçılığı körükleyen,<br />

göçmenleri dışlayan, onları<br />

suçlu gösteren ırkçı bir yasa tasarısı<br />

olduğu gibi, özellikle “kaçak” göçmenleri<br />

önleme adına Meksika ile sınırını<br />

militaristleştirmek için de hazırlanan<br />

bir yasa tasarısıdır. Bu yasa<br />

tasarısı Bush tarafından da imzalandığında<br />

yürürlüğe girecektir.<br />

HALKLAR ARASINDA<br />

DUVARLARIN ÖRÜLDÜĞÜ,<br />

KÖPRÜLERİN YIKILDIĞI BİR<br />

DÜNYA…<br />

11


halkların kardeşliği için<br />

12<br />

Burjuvazinin sahtekârlığının en iyi<br />

örneklerinden biri Doğu Bloku’nun<br />

yıkılmasından önceki süreçte komünist<br />

olarak gördüğü Demokratik<br />

Alman Cumhuriyeti’nin inşa ettiği<br />

Berlin Duvarı’na karşı tavrıdır.<br />

Berlin Duvarı’nı komünistlerin ya da<br />

“Demir Perde”nin “utanç duvarı” olarak<br />

gösterip komünizme karşı mücadelenin<br />

bir aracı olarak kullandılar,<br />

kullanıyorlar hâlâ…<br />

Berlin Duvarı’nın yıkılmasını burjuvazinin<br />

çanak yalayıcıları, insanların<br />

sınırsız, özgür ve demokrasinin<br />

egemen olduğu bir dünyaya akışı,<br />

küresel olarak bilginin ve malların<br />

insanlara ulaşacağı bir dönemin<br />

başlangıcı olarak göstermeye çalıştılar.<br />

Sanki örülen tek duvar Berlin<br />

Duvarıymış gibi bir resim çizmeye<br />

çalıştılar. Gerçekler ise tersini göstermektedir.<br />

Demokrasinin beşiği olarak görülüp<br />

gösterilen Avrupa’da, Avrupa<br />

Birliği, Şengen Anlaşması çerçevesinde<br />

sınırlarını “dışa” kapatmaktadır.<br />

Bunun en açık görüntüsü Afrika<br />

kıtasına yönelik alınan önlemlerdir.<br />

(Bunun için 94. sayımızda, “AB’nin<br />

sınır duvarları yükseliyor” başlıklı<br />

yazımıza, sayfa 14-15’e bakınız.)<br />

İsrail’in inşa ettiği ve 700 kilometre<br />

civarında uzunluğu olan, Filistin<br />

Arap halkını açık bir cezaevine kapatacak<br />

olan duvar ise, tüm protestolara<br />

rağmen ABD ve AB güçlerince<br />

destek görmektedir. Ya da sözlü açıklamalarla<br />

bu duvarın inşasının yanlışlığı<br />

tespit edilmekte, ama herhangi<br />

bir yaptırıma ya da önleme başvurulmamaktadır.<br />

İsrail’in inşa ettiği duvar<br />

bir yanıyla da “terörizme karşı<br />

mücadele”nin ve İsrail’in kendisini<br />

“korumasının” bir aracı olarak gösterilmektedir.<br />

Yine halklar arasında örülen duvarlardan<br />

biri de İsrail’in duvar tekniğini<br />

örnek alan Hindistan’ın Pakistan ile<br />

arasında savaş nedeni olan Keşmir’in<br />

bölünmesinde yaşanıyor. Bu duvarın<br />

uzunluğu 2000 kilometre civarındadır.<br />

Suudi Arabistan da Yemen ile sınırlarını<br />

duvarlarla kapatmaktadır.<br />

Güney ve Kuzey kore arasındaki duvara<br />

ve Çin Seddi’ne ise değinmiyoruz<br />

bile.<br />

Tüm bunlara yine demokrasinin<br />

beşiği olarak gösterilen ABD’nin duvarı<br />

eklenmektedir. Kanada ile iyi<br />

ilişkilerin gerçekleştirildiği gözönüne<br />

alınarak ABD’nin Kanada ile<br />

sınırlarını fazla sıkı tutmadığını tespit<br />

edebiliriz. Fakat ABD’nin Güney<br />

sınırında durum böyle değil.<br />

Pasifikten Meksika Körfezi’ne kadar<br />

yaklaşık 3200 kilometrelik sınırın<br />

üçte biri duvar ve bariyerlerle kapatılmaktadır.<br />

Askeri kontroller, teknik<br />

donanımlar vb. yetmiyor onlara.<br />

Daha çok askeri kontrol, daha uzun<br />

ve daha yüksek duvarlar, tel örgüler,<br />

bariyerler gerekiyor… Kendileri<br />

sınıra daha çok asker yığarken,<br />

ABD’nin “güvenliğinden” bahsediyor<br />

bu sahtekârlar. “Kaçak” göçmenleri<br />

engellemeyi “terörizme karşı mücadele”<br />

olarak gösteriyorlar.<br />

Somut olarak gündeme getirilen<br />

göçmen yasa tasarısı içinde Meksika<br />

sınırında alınacak önlemler de var.<br />

Sınır gibi havaalanları ve limanlarda<br />

da daha çok kontrol ve askeri önlemler<br />

gündemdedir. Sadece sınırlarda<br />

alınacak bu önlemler için bütçeden<br />

milyarlarca dolarlık pay ayrılmaktadır.<br />

Medyaya yansıdığı kadarıyla<br />

anda öngörülen duvarın uzunluğu<br />

600 kilometre ve bariyerlerin ise 800<br />

kilometredir. Bu ise aslında öngörülen<br />

sınırın üçte birinden daha uzundur.<br />

Buna bir de zaten anda varolan<br />

duvar ve bariyerleri eklediğimizde<br />

ABD’nin Meksika ile sınırının üçte<br />

ikisinin duvar ve bariyerlerle, tel örgülerle<br />

kapatılacağı ortaya çıkmaktadır.<br />

Sınırın geri kalan kesimi ise<br />

esas olarak sınırı geçmenin çok zor<br />

olduğu, hatta mümkün görülmediği<br />

bölümdür. Şimdi planlanan duvar ve<br />

bariyerlerin örülmesi “kaçak” göçmenlerin<br />

ABD’ye girişini engelleyemediği<br />

noktadan itibaren, bu geri<br />

kalan bölümde de duvarlar gündeme<br />

getirilecektir.<br />

Evet, ABD emperyalizmi anda sınırları<br />

koruma bütçesini %66 yükseltmiştir.<br />

Sınıra daha şimdiden 6000<br />

kolluk gücü aktarmaya başlamıştır.<br />

11.000 civarındaki sınır kontrol gücünü<br />

2011’e kadar 25.000’e çıkarmayı<br />

hedeflemektedir. Tüm bunlar doğrudan<br />

sınırların militarize edilmesiyle,<br />

askeri tekniğin ve silahların sınırlara<br />

yerleştirilmesiyle içiçe yürümektedir.<br />

Sınır kontrollerine gönderilen kimileri<br />

açıkça “göçmen avcıları” olarak<br />

adlandırılmaktadır.<br />

Göçmenlik yasası esas olarak sınırların<br />

kapatılmasını, militaristleştirilmesini,<br />

“kaçak” göçmenlerin büyük<br />

bölümünün sürgün edilmesini<br />

içermektedir. Camekanın süslenmesi<br />

için de belli bir kesiminin legal olarak<br />

ABD’de kalmasına olanak tanınmaktadır.<br />

Tüm bunlar kapitalizmin-emperyalizmin<br />

çıkardıkları, çıkaracağı yasaların<br />

onların kendi çıkarlarına olduğunu,<br />

onların halklar arasındaki<br />

duvarları daha da yükselttiğini bir<br />

kez daha göstermektedir.<br />

Kapitalizmin-emperyalizmin egemen<br />

olduğu bu dünya, halklar arasında<br />

duvarların örüldüğü, köprülerin<br />

yıkıldığı; insanların değil sınırların<br />

korunduğu bir dünyadır.<br />

Dünyanın tüm ulus ve milliyetlerden<br />

işçilerin, emekçilerin görevi kapitalizme-emperyalizme<br />

karşı devrim<br />

için mücadeleyi yükseltmektir.<br />

Egemenlerin, sömürücülerin bu dünyasına<br />

son vermektir. Bunun için de<br />

ilk işlerden biri halklar arasında kafalarda,<br />

bilinçlerde varolan duvarların<br />

yıkılması, köprülerin kurulması<br />

için mücadeledir.<br />

Yaşasın dünyanın işçilerinin ve ezilen<br />

halklarının birliği ve ortak mücadelesi!<br />

“Birleşmiş halk yenilgiye uğratılamaz!”<br />

20 Haziran 2006 <br />

Perihan Mağden ve Eren Keskin’e yönelik sald<br />

Vicdani red hakkını savunduğu<br />

“Her Türk Asker<br />

Doğmaz” başlıklı yazısından<br />

dolayı gazeteci yazar Perihan<br />

Mağden’in başı dertte... “Basın yoluyla<br />

halkı askerlikten soğuttuğu”<br />

gerekçesiyle Genelkurmay hakkında<br />

suç duyurusunda bulundu ve savcılık<br />

da hemen reaksiyon göstererek<br />

dava açtı. Perihan Mağden’in hakim<br />

karşısına çıkarıldığı gün (7 Haziran<br />

2006), Şişli Adliyesinde Türk şovenizmi<br />

yine coşturuldu. “Şehit Aileleri<br />

Derneği” üyeleri ve bilumum şovenist<br />

militarizm savunucusu Perihan<br />

Mağden’e “PKK cariyesi”, “eroin kaçakçısı”<br />

vb. türünden hakaretler yağdırdı,<br />

tehditler savurdu. Böylece, faşist-şoven<br />

anlayışla kadın düşmanlığının<br />

(erkek-şovenizmi) üstüste binmişliğine<br />

de bir kere daha şahit olduk.<br />

Bütün bunlar Türkiye’de yaşanan<br />

şovenist-militarist kışkırtmanın parçasıdır.<br />

Egemenler bunun için ellerinden<br />

geleni yapıyorlar; bunlara<br />

karşı sesini yükseltmeye çalışan,<br />

demokrasi mücadelesi verenler ise<br />

mahkeme kapılarında süründürülmekten,<br />

linç ortamına itilmeye kadar<br />

her türden resmi ve gayri resmi korkutma-bastırma<br />

yöntemlerine maruz<br />

kalıyorlar.<br />

Perihan Mağden’e açılan dava<br />

bir kere daha Türkiye’de “Basın<br />

Özgürlüğü” denilen şeyin sınırını<br />

gösteriyor. Ona yönelik saldırıları<br />

protesto ediyor, dayanışma ruhuyla<br />

“Her Türk Asker Doğmaz” başlıklı<br />

yazısını Dergimizde yayınlıyoruz.<br />

Kemalist kadınlar militarizmin<br />

savunucusu!<br />

Militarizme h<br />

Militarizmin körüklendiği ve Türk<br />

şovenizminin coşturulduğu bu ortamda<br />

saflaşmalar çok daha iyi görülüyor.<br />

Kemalist kadınlar bir kere daha<br />

gerçek yüzlerini gösteriyor, şovenizmin<br />

ve militarizmin savunuculuğunu<br />

yapmaya devam ediyorlar.<br />

İnsan Hakları savunucusu Av. Eren<br />

Keskin, 2002 yılının 8 Mart’ında<br />

Köln’de (Almanya) yapılan bir toplantıda<br />

Türk askeri ve polisinin taciz<br />

ve tecavüz olaylarına karıştığını<br />

söyleyince aynı toplantıda yeralan<br />

Kemalist Necla Arat’ın tepkisiyle karşılaşmış,<br />

Necla Arat basın üzerinden<br />

Eren Keskin’i hedef göstermiş ve çok<br />

geçmeden de Eren Keskin hakkında<br />

dava açılmıştı. Sonunda bu dava sonuçlandı<br />

ve Eren Keskin “ordunun<br />

manevi şahsına hakaret” ettiği gerekçesiyle<br />

6 bin YTL para cezasına<br />

çarptırıldı. Eren Keskin bu para cezasını<br />

ödemeyeceğini, gerekirse cezaevine<br />

girip yatacağını açıklamıştı.<br />

Bu arada çeşitli kadın grup ve kuruluşlarının<br />

oluşturduğu bir inisiyatif<br />

Eren Keskin’le dayanışmak ve ceza<br />

bedelini toplamak amacıyla “Kadın<br />

ve İnsan Hakları için 1 YTL de Sen<br />

Ver” şeklinde bir kampanya başlattı.<br />

Buna karşı Necla Arat ve onun gibi<br />

düşünenler yanyana gelerek doğrudan<br />

Eren Keskin’i hedef alan bir saldırı<br />

kampanyası açtılar. Aralarında<br />

CHP İl Kadın Kolları, Kadın<br />

Araştırmaları Derneği vb. bulunduğu<br />

19 Kadın Kuruluşunun imzaladığı<br />

ve gazetelere verilen bir ilanda<br />

Eren Keskin hakkında şunlar söyleniyor:<br />

“Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyulan<br />

saygıyı azaltmak için olağanüstü<br />

çaba gösteren Eren Keskin’i şiddetle<br />

protesto ediyoruz. ‘Kadın ve İnsan<br />

Hakları Mücadelesine Destek Verin’<br />

ve ‘Kadın ve İnsan Hakları için 1YTL<br />

de Sen Ver’ çağrıları altında sözde<br />

masum bir imza ve para toplama<br />

kampanyasına dönüştüren kuruluş<br />

ve kişileri de şiddetle kınıyoruz.<br />

Kadın kuruluşlarımızın bu kampanya<br />

ile hiçbir ilgisi bulunmadığını<br />

kamuoyuna saygıyla duyururuz.”<br />

Bu ilanın baş savunucularından<br />

Necla Arat’ın gazetelerde yeralan<br />

açıklaması ise aynen şöyle:<br />

“Ülkenin en köklü kuruluşlarından<br />

birini karalamak düşünce özgürlüğü<br />

olmadığı gibi sonucunda alınan ceza<br />

da kadın ve insan haklarıyla ilgili olamaz.<br />

Konuyu bu şekilde çarpıtarak,<br />

bunu tüm kadın kuruluşlarının girişimi<br />

gibi yansıtıyorlar. Biz bu resmin<br />

içerisinde değiliz. Eren Keskin parayı<br />

ödeyerek özgürlüğünü satın almayacağını<br />

söyledi ama şimdi arkadaşları<br />

vasıtasıyla cezasını halka ödettiriyor.<br />

Söylediklerinde samimi ise arkadaşlarının<br />

da para toplamasına engel olsun<br />

ve hapse girsin,”<br />

Türk şovenizmi ve militarizmini<br />

sonuna kadar savunmaya yeminli<br />

Kemalist kadınların saf tuttukları<br />

yer işte burada açığa çıkıyor. Bu saldırılara<br />

karşı Eren Keskin, “Çok anlamsız<br />

bulduğum ilanı verenleri değil<br />

feminist olarak, kadın olarak bile de-


ırıların kaynağı bir!<br />

ayır!<br />

ğerlendirmiyorum.” yanıtını verdi.<br />

Eren Keskin’e yönelik bu saldırıları<br />

şiddetle protesto ediyor, onunla<br />

dayanışmamızı dile getiriyoruz.<br />

Kemalist kadınların ilanında gerçekten<br />

de kadın ve insan hakları savunuculuğunun<br />

esamesi yoktur. Orada,<br />

tamamen –bunu savunanlar kadın<br />

Her Türk Asker Doğmaz<br />

— PERİHAN MAĞDEN —<br />

da olsa– erkek egemen sistemin yanında<br />

saf tutulduğu, ulusal-cinsel ve<br />

sınıfsal baskıların uygulayıcısı devlet<br />

ve onun kurumlarının savunuculuğu<br />

yapıldığı ortaya çıkmaktadır.<br />

Bir yanda egemenlerin/ezenlerin<br />

devletinin savunuculuğunu yapan<br />

“kadın hareketi” ve diğer yanda demokrasi<br />

ve özgürlük mücadelesi verenlere<br />

sahip çıkanların kadın hareketi...<br />

Aynılar aynı, ayrılar ayrı yerde<br />

toplanıyor!<br />

Haziran 2006 <br />

yeni kadın dünyası<br />

“Yani Mehmet Tarhan’ı Askeri Cezaevi’nde geçireceği “meşakkatli” (nasıl<br />

da efendice kelimeler seçiyorum) yıllar bekliyor. Böyle bir tercihi olduğu<br />

için. Anti-militarist olduğu için. Silahlı Kuvvetler’e hizmet vermeyi<br />

reddettiği için. Bu red hakkı kendisine tanınmadığı için.”<br />

Ben diyorum ki, hayır kardeşim Her Türk Asker Doğmaz! Her Türk asker<br />

doğmak, askerlik yapmak, asker ölmek, askerde ölebilmek mecburiyetinde<br />

değildir. Nasıl her Türk nükleer fizikçi, baraj mühendisi, balet,<br />

narenciye üreticisi, son ütücü olarak doğmuyorsa, doğmayacaksa, doğmaması<br />

tercih nedeniyse her Türk, askerde doğamaz. Doğmayacaktır.<br />

Doğmaması gerekir.<br />

Birleşmiş Milletler 70’lerden beri vicdani reddin bir insan hakkı olduğu<br />

fikrini savunuyor.” diyerek mi girelim?<br />

Nasıl girelim bu “hassas” konuya?<br />

Bu konu çok hassas çünkü<br />

Askeriye’yle ilgili her konu çok hassas.<br />

Çok çok hassas, bu ülkede. Orduyla ilgili<br />

herhangi bir şeyde: öneri/eleştiri/<br />

neden böyle/neden öyle-hayır haksızsınız,<br />

porselen dükkanındakı filsiniz.<br />

Tuhafiyecideki zürafasınız; aman çabuk<br />

pılınızı pırtınızı toplayıp o konunun<br />

topraklarından uzaklaşın-ızzz.<br />

Ben diyorum ki, hayır kardeşim Her<br />

Türk Asker Doğmaz! Her Türk asker doğmak, askerlik yapmak, asker ölmek,<br />

askerde ölebilmek mecburiyetinde değildir. Nasıl her Türk nükleer fizikçi,<br />

baraj mühendisi, balet, narenciye üreticisi, son ütücü olarak doğmuyorsa,<br />

doğmayacaksa, doğmaması tercih nedeniyse her Türk, askerde doğamaz.<br />

Doğmayacaktır. Doğmaması gerekir.<br />

Önce yıllardır, on yıllardır, yüz yıllardır maruz bırakıldığımız militarist<br />

koşullanmalardan kurtulmamız gerektiğini, bazılarımızın böyle bir<br />

tercihi olabileceğini kabul etme “alicenaplığını” göstermemiz gerektiğini,<br />

ARTIK gerektiğini söyleyerek lafa başlayalım.<br />

Avrupa Konseyi’ne üye 46 ülke içinde vicdani reddin bir hak olarak tanımlanmadığı<br />

yalnızca iki ülkenin: Azerbeycan ve Türkiye’nin bulunduğunu<br />

belirtelim. Ermenistan’ın dahi vicdani reddi bir hak olarak tanıdığını,<br />

kurucuları arasında bulunduğumuz Avrupa Konseyi tarafından vicdani<br />

reddin tarafımızdan reddiyle ilgili, mutat sıklıklarla uyarıldığımızı-<br />

Şimdi biliyorsunuz (ya da bilmiyorsunuz)<br />

Mehmet Tarhan diye biri var. Mehmet Tarhan total redci. Mehmet<br />

Tarhan, kardeşim ben barışı seviyorum. Ben anti-militaristim. Ben elime<br />

silah almam, Silahlı Kuvvetler’e de (hiçbir kisve altında) hizmet vermem,<br />

veremem. Diyor. (Onun sözleriyle değil, ben kendi dilime çeviriyorum.)<br />

Mayıs 2001’de askerlik yapmayı reddettiği için tutuklanıyor. Ve o gün bugündür<br />

Mehmet Tarhan’ın başı belada. Zira Türkiye Cumhuriyeti, Mehmet<br />

Tarhan’a bu insan hakkını, eline silah almama, Silahlı Kuvvetler’e hizmet<br />

etmeme hakkını tanımıyor. Mehmet Tarhan eşcinsel olanlar bir nevi “sakat”<br />

“kusurlu” vs. vs. kabul edilerek askerlikten muaf tutulabiliyorlar. Bir<br />

sağlık kuruluşunun muayenesine maruz bırakılarak.<br />

Mehmet Tarhan bu muayeneye maruz bırakılmayı reddediyor. Zira o eşcinsel<br />

olduğu için değil (yani “kusurlu” ve bir nevi “sakat” kabul edilmeyi<br />

kabul ettiği için değil) TOTAL REDCİ olduğu için askerlik yapmayı reddediyor.<br />

Askeri Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi ise vicdani reddin kabul edilemezliğine<br />

hükmediyor. “Silahlı çatışmaların devam ettiği bir coğrafyanın ortasında<br />

bulunan Türkiye’nin ülke savunması için gerekli tedbirleri alması<br />

zorunludur. Bunun için her erkeğin zorunlu askerlik yapacağı benimsenmiştir”<br />

ifadesiyle.<br />

Ve de Sivas Askeri Mahkemesi’nin Mehmet Tarhan hakkında verdiği iki<br />

davada toplam dört yıl hapis kararını bozuyor. Tarhan’ın (zorla) muayeneye<br />

tabi tutularak “eşcinsellik” gerekçesiyle terhisinin verilmesini talep<br />

ediyor. Yani Tarhan’ın davası yine Askeri Yargıtay’da. Saçları zorla kesilmiş<br />

bulunan Mehmet Tarhan Sivas’ta, Askeri Cezaevi’nde. Bu davanın seyrine<br />

bakarak daha yıllarca orada kalacağına da hükmedebiliriz. Cezaevi<br />

koşullarının alabildiğine “zor” olacağını da.<br />

Zira Mehmet Tarhan’dan önce 87’inci maddeden (EMRE İTAATSİZLİK<br />

maddesi) yargılanıp askeri hapishanelerde yatmış bulunan vicdani redciler<br />

Osman Murat Ülke, Mehmet Bal ve Halil Savda’nın ne mene maddi ve manevi<br />

işkencelere uğradıkları; diyelim Mehmet Bal’ın üstünden askeri üniformasını<br />

çıkartmaması için ellerinden ve ayaklarından kelepçelendiği, el<br />

fizyonomisi “düşünülerek” yapılmış bulunan kelepçeler ayaklarını kestiği<br />

için Adana Askeri Cezaevi Komutanı Albay Durdu Solak tarafından özel<br />

olarak imal ettirilen prangalandığı “filan” biliniyor.<br />

Yani Mehmet Tarhan’ı Askeri Cezaevi’nde geçireceği “meşakkatli” (nasıl<br />

da efendice kelimeler seçiyorum) yıllar bekliyor. Böyle bir tercihi olduğu<br />

için. Anti-militarist olduğu için. Silahlı Kuvvetler’e hizmet vermeyi reddettiği<br />

için. Bu red hakkı kendisine tanınmadığı için.<br />

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım: Yurdumuz topraklarında 300 bin<br />

ila 400 bin arasında değişen (kayda değer) sayılarda asker kaçağı dolaşıyor.<br />

Ne yapılıp edilse bu sayı aşağı çekilemiyor, her üç ila beş yılda bir “bedelli<br />

askerlik” çıkarılarak zevahir kurtarılıyor: Yani “bedelini” ödeyebilecek<br />

maddi imkanlara sahip çocuklarımız Askeriye’nin emrinde geçirilecek<br />

15 aylık bir süre ve süreçten “yırtıyorlar.”<br />

Modernize edilmiş bir ordudan, profesyonelleştirilmiş bir ordudan (bizzat<br />

ordusu tarafından) bu denli sık söz edilen bir ülkede, ordumuzun bütçemizden<br />

aldığı pay bu denli “hatırı sayılır” iken, teknoloji bu denli ilerlemiş<br />

(özellikle savaş teknolojisi) bir sürü aletin başına “uzmanlar” yani<br />

“teknik donanımlı subaylar” dışında kişilerin yerleştirilmesi giderek imkansız<br />

hale gelmiş iken-<br />

1. Askerlik süresi şu kısaltılmış haliyle bile, ziyadesiyle uzun değil midir?<br />

2. Ordumuzun bu kadar çok sayıdaki kişiyi askere almaya çalışması hakiki<br />

bir zaruret midir?<br />

3. Bu denli çok para harcayabilen ve hatta elemanlarının kaynaklarıyla<br />

OYAK gibi bir ekonomi devini yaratıklandırabilen Yüce Ordumuz,<br />

“Türkiye’nin içinde bulunduğu ÖZEL koşullar” teranesinin artık az biraz<br />

eski etkisinde ve inandırıcılığında olmadığını, bilmem kabule yanaşabilecek<br />

midir?<br />

Diyelim Aczmendiler, Yehova Şahitleri, kimi fundamentalist<br />

Protestanlar ellerine dinleri gereği silah değdirmeyi reddediyorlar.<br />

E artık biz Avrupa Birliği’ne uyumlu müreffeh bir ülke olduğumuza/olacağımıza<br />

göre Budistlerimiz’in, Hindularımız’ın sayısında da naturel bir<br />

artış olacak. E, madem fikri hür, vicdani hür bir ülkenin çocuklarıyız; vicdani<br />

redcilerimiz de anlaşılan olacak. Olacaktır. Olsun.<br />

Askeriyemiz için “Bedelli Askerlik” söz konusu olduğunda içleri kan<br />

ağlayarak da olsa gözardı edilebilen “eşitlik” ilkesi bu denli mühim ise;<br />

hem hakikaten Türk Ordusu’nun profesyonelleşmesi, modernleşmesi konusunda<br />

ciddi adımlar atılsın, askerlik süresi yeniden kısaltılsın, hem de<br />

VİCDANİ RED bir insan hakkı olarak tanınsın. Zira ben bir kız çocuğu<br />

annesi olarak böyle bir dertten “sıyırmış” olabilirim; ama bir oğlum olsaydı<br />

ve vicdani nedenlerle eline silah almayı reddetseydi hem sonuna kadar<br />

onun (ve gerekirse mücadelesinin) yanında olurdum, hem de diyelim<br />

öğretmenlik yaparak/koro çalıştırarak/ambulans sürerek/ağaç dikerek/kreşte<br />

çocuk bakarak/aşı yaparak/icabında yerleri silerek DE devletine<br />

“hizmet” edebilmesinin mümkün olduğu, ama bu görevlerin “eşit” ve hakiki<br />

ihtiyaçlar için dağıtılması ilkesiyle, pek de ala mümkün olduğu düşüncesi<br />

içinde olurdum.<br />

E, şimdi oğlum yok diye tam da “kurtulmuş” sayılmam. Zira ülkemde<br />

vicdani reddin bir hak olmaması beni (vicdanımı) rahatsız ediyor. Daha<br />

önce 87. maddeden yargılanan üç vicdani redciye karşın Mehmet Tarhan’ın<br />

88. maddeden yani TOPLU ERAT ÖNÜNDE EMRE İTAATSİZLİKden<br />

yargılanmasının rahatsız ettiği gibi. Sivas Askeri Cezaevi’nde “hangi koşullar”<br />

altında yatıyor olamadığım gibi. O niye peki hapiste? Peki niye biz<br />

rahat rahat yatağımızdayız? gibi. Peki biz rahat mıyız? Biri, insan haklarından<br />

bir hak için mücadele verirken, biz rahat olabilir miyiz? Rahat uyuyabilir<br />

miyiz? gibi. Askeri konulara gelince medyalamamızın içinde bulunduğu<br />

ağır militarist koşullanma, uyguladıkları “oto-sansür” normal midir,<br />

“norm” bu ise bu memleketin “normlarını” daha insanileştirmenin, vicdanileştirmenin<br />

zamanı gelmemiş midir, gelmeyecek midir, hiç gelmeyecek<br />

midir?? GİBİ. Liste uzuyor. E kesmek, bir yerde bitirmek lazım. Bitti.<br />

13


14<br />

yeni kadın dünyası<br />

Eren Keskin’e destek<br />

kampanyası devam ediyor<br />

İnsan Hakları savunucusu Avukat<br />

Eren Kesk in, 2002 y ı lında<br />

Almanya’nın Köln kentinde katıldığı<br />

bir toplantıda yaptığı konuşma<br />

ertesinde “ordunun manevi şahsiyetine<br />

hakaret ettiği” gerekçesiyle açılan<br />

davada hakkında verilen 10 aylık<br />

hapis cezası ve bunun para cezasına<br />

çevrilmesi ertesinde çeşitli kadın<br />

kurumları Eren Keskin ile dayanışma<br />

içerisinde etkinlikler ve kampanyalar<br />

düzenlediler.<br />

Bu destek kampanyalarından rahatsız<br />

olan egemen<br />

güçler yürütülen bu<br />

ça lışma la ra sa ld ı-<br />

rarak, Hürriyet ve<br />

Cumhuriyet gazetelerine<br />

6 Haziran 2006<br />

tarihinde verdikleri<br />

ilanlarla Eren Keskin’i<br />

istenmeyen kişi ilan<br />

ederek onu hedef tahtasına<br />

oturtular.<br />

Aralarında CHP,<br />

DYP İl Kadın Kolları,<br />

T ü r k H u k u k ç u<br />

Kadınlar Derneği,<br />

T ü r k K a d ı n l a r<br />

Birliği, Emekli Subay Eşleri Derneği<br />

ve İstanbul Barosu Kadın Hakları<br />

Komisyonu olmak üzere toplam 19<br />

tane orducu kemalist kadın kurumlarının<br />

imzasının bulunduğu bu açıklamada,<br />

Eren Keskin’in “yurtiçinde<br />

ve yurtdışında katıldığı her toplantıda<br />

PKK terör örgütünün yaydığı gerçek<br />

dışı karalamaları dile getirdiği”, “barış<br />

ortamını bozmak ve Türk Silahlı<br />

Kuvvetlerine duyulan saygıyı azaltmak<br />

için olağanüstü çaba gösterdiği”<br />

vs. iddia edilmekte, aynı zamanda<br />

Eren Keskin ile dayanışma içerisinde<br />

olan kadın kurumları da hedef gösterilmektedir.<br />

Yürütülen bu saldırı kampanyasına<br />

karşı bir çok çevre tepki göstererek<br />

Eren Keskin’le dayanışma içerisinde<br />

olduğunu dile getirdi.<br />

7 Haziran’da İstanbul İnsan<br />

Hakları Derneği’nde İHD Merkez<br />

Yürütme Kurulu adına Genel Başkan<br />

Avukat Yusuf Alataş yaptığı açıklamada<br />

İHD’nin her koşulda herkes<br />

için ifade özgürlüğünü savunduğunu,<br />

fakat bazı kuruluşların Avukat Eren<br />

Keskin’e yönelik gazetelerde yayınladıkları<br />

ilanlarıyla hem Eren Keskin’i<br />

hedef gösterdiğini ve hem de militarizmi<br />

desteklediğini belirtti.<br />

Alataş, tüm dünyada olduğu gibi<br />

Türkiye’de de insan hakları savunuculuğunun<br />

zor ve riskli bir iş olduğunu,<br />

İHD olarak bu risklerin bilincinde<br />

olduklarını ve yeri geldiğinde<br />

bedel ödemeyi insan hakları savunuculuğunun<br />

bir gereği olarak kabul ettiklerini<br />

belirtti.<br />

Kendilerini sivil toplum örgütü<br />

olarak tanımlayan ve “kadın kuruluşları”<br />

sıfatı ile ilan verenlerin, Av.<br />

Eren Keskin’i belli örgütlerle bağlantılı<br />

gösterme gayretleri, hedef haline<br />

getirmeleri ve askeri kurumlara “üstünlük<br />

ve imtiyaz” tanıyacak şekilde<br />

militarist bir anlayışa hizmet etmelerinin<br />

hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini<br />

dile getirdi. Alataş son olarak<br />

Eren Keskin’in dernek tüzüğünün gereğini<br />

yaptığını söyleyerek, “İHD olarak<br />

yöneticimizi sonuna kadar desteklediğimizi<br />

ve insan hakları mücadelesi<br />

kapsamında bundan sonra da<br />

militarizme karşı etkili<br />

bir mücadele vereceğimizi<br />

bir kez daha tekrarlıyoruz”<br />

dedi.<br />

Ga z eteye ver i len<br />

ilanda sadece Eren<br />

Keskin değil onunla<br />

dayanışmak amacıyla<br />

kampanya başlatan kadınlara<br />

da saldırılıyor.<br />

Eren Keskin’e yönelik<br />

bu saldırı kampanyasına<br />

kadınlar cephesinden<br />

de çeşitli etkinliklerle<br />

cevap verildi.<br />

İ s t a n b u l İ n s a n<br />

Hakları Derneğinde, kadın kurumları<br />

olarak yapılan basın açıklamasında<br />

da başlatılan kampanyaya sonuna<br />

kadar sahip çıkıldığı dile getirilerek,<br />

Eren Keskin’in gözaltında cinsel<br />

taciz ve tecavüze karşı yürüttüğü<br />

hukuk mücadelesinin desteklendiği,<br />

çünkü bu mücadelenin öncelikle bir<br />

kadın hakları ve insan hakları mücadelesi<br />

olduğu belirtildi.<br />

Eren Keskin’i çeşitli saldırılara maruz<br />

bırakabilecek açıklamayı yapanlar<br />

kınanarak, kadınları susturmayı<br />

amaçlayan bu açıklamaların aslında<br />

işlenen suça ortak olmak anlamına<br />

geldiği belirtilerek, militarizmin toplumdaki<br />

ve kadınlar üzerindeki yıkıcılığına<br />

ortak olanların tarih karşısında<br />

yargılanacakları ve mahkum<br />

olacakları vurgulandı.<br />

Kadın kurumlarının ve değişik kurumlardan<br />

kadınların, gazete ilanlarından<br />

sonra yaptığı bir diğer eylem,<br />

İstanbul Barosu önündeki basın<br />

açıklaması idi. Eylemin İstanbul<br />

Barosu’nun önünde yapılmasının<br />

nedeni, Eren Keskin aleyhine gazeteye<br />

ilan verenlerin imzacıları arasında<br />

“İstanbul Barosu Kadın Hakları<br />

Komisyonu”nun da yer almasıydı.<br />

Baro önünde yapılan açıklamada,<br />

İstanbul Barosu Kadın Hakları<br />

Komisyonu’na sorumluluk ve görevlerini<br />

hatırlatmak üzere burada bulunulduğu<br />

belirtilerek, gerek Eren<br />

Keskin’e gerekse de onu destekleyenlere<br />

karşı bir linç kampanyası başlatıldığı,<br />

bu tutumu gerçekleştirenler<br />

içerisinde hak ve hukuk koruyucuları<br />

olduklarını söyleyen Baro’ya ait<br />

bir komisyonun kadın avukatlarının<br />

olmasının tam bir talihsizlik olduğu<br />

belirtildi.<br />

Avukat olarak böyle bir zihniyetle<br />

yarın benzeri sorunları yaşama ihtimali<br />

çok yüksek olan kadınları nasıl<br />

savunacakları, devlet kaynaklı şiddete<br />

maruz kalan onlarca kadını avukat<br />

olarak nasıl görmezden gelebildikleri<br />

soruldu. Baro Kadın Hakları<br />

Komisyonunun hak ihlalleri karşısında<br />

kadınların yanında olması gerektiği,<br />

ister birey olsun isterse dev-<br />

let olsun hak ihlalleri yapanlara karşı<br />

mücadele etmek gerektiği belirtildi.<br />

Açıklamanın sonunda meslek etiğine<br />

aykırı davranan bu kadın avukatlar<br />

hakkında disiplin soruşturması<br />

açılması talep edilerek, “Eren<br />

Keskin yalnız değildir”, “Gözaltında<br />

tacize tecavüze son”, “Yaşasın kadın<br />

dayanışması” sloganları ile basın<br />

açıklaması sona erdirildi.<br />

Haziran 2006 <br />

Kadınlar TMY ve operasyonlara<br />

karşı Ankara’da buluştu<br />

İçinden geçtiğimiz süreçte, yürütülen<br />

kıyasıya iktidar mücadelesinde,<br />

çeşitli güçler tarafından<br />

şiddet ve provokasyonlar alabildiğine<br />

tırmandırılıyor.<br />

Bu şidetten ve kamplaşmadan<br />

her zaman olduğu gibi yine en büyük<br />

zararı ezilen yığınlar görüyor.<br />

Herşeyden önce Türkiye’de yaşayan<br />

işçi ve emekçiler milliyet ve din temelinde<br />

kışkırtılarak karşı karşıya getiriliyor.<br />

Çeşitli milliyetlerden emekçiler<br />

arasına düşmanlık tohumları ekiliyor.<br />

Bunun üzerinden siyaset yapan<br />

egemen güçler bu amaçlarında başarılı<br />

oluyor.<br />

Bütün bu olan bitene karşı bütün<br />

muhalif cepheden tepkiler yükseldi,<br />

yükseliyor. İstanbul Kadın Platformu<br />

da yaşanan bu gelişmelere karşı ortak<br />

bir ses çıkarmak için sürece yayılmış<br />

eylemlilikler gerçekleştirdi.<br />

Mayıs ayının ilk haftasından<br />

Haziran ayının başlarına kadar her<br />

Cumartesi, saat 13.00’de Galatasaray<br />

Postanesi önünde basın açıklamaları<br />

yapıldı.<br />

Yapılan basın açıklamalarında; her<br />

kesimi tehdit eden, organize bir biçimde<br />

yürütülen şiddet olayları ile<br />

karşı karşıya olunduğu, Şemdinli ve<br />

Diyarbakır’da yaşanan şiddet olaylarından<br />

sonra buna Danıştay saldırısının<br />

da eklendiği ve bu durumdan son<br />

derece endişe duyulduğu belirtildi.<br />

Yaşanan bu olayların özellikle kadınların<br />

hayatını her alanda etkilediğini,<br />

savaş ve şiddetin kadınlar için göç, tecavüz,<br />

yoksulluk, aşağılanma ve ölüm<br />

demek olduğu, evde, işte sokakta kadınların<br />

yaşadığı şiddet ile AKP’li<br />

milletvekilinin karısına uyguladığı<br />

şiddet, Ankara’da travesti ve transseksüellere<br />

yönelen linç girişimleri ile<br />

Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır’da<br />

yaşanan olaylara karşılık “kadın da<br />

çocuk da olsa güvenlik güçleri gerekeni<br />

yapacaktır” sözünün aynı erkek<br />

egemen, militarist zihniyetin bir sonucu<br />

olduğu vurgulandı.<br />

Devletin savaş bütçesini arttırmaya<br />

dönük politikalarının kadınların<br />

içinde bulunduğu koşulları daha<br />

da zorlaştırdığı, hükümetin kadınlar<br />

için sığınak açmak bir yana “istihdam<br />

üzerindeki yüklerden kurtulma”<br />

adına kadınları tekrar eve<br />

göndererek onları dört duvar arasına<br />

mahkum ettiği dile getirilerek kadınların<br />

savaş değil sığınak istedikleri<br />

belirtildi.<br />

Savaşın sonuçlarını en ağır kadınlar<br />

yaşadığı için yürütülen bu savaşa<br />

karşı mücadelenin de en önünde<br />

kadınların yer aldığı, bu nedenle<br />

egemenlerin “önce kadınları vurun”<br />

demesinin tesadüf olmadığı belirtilerek,<br />

buna son örnek olarak, Kürt kadınlarının<br />

güvenlik güçlerince tecavüze<br />

uğradığı gerçeğini dile getirdiği<br />

için ve orduya hakaret ettiği gerekçesiyle<br />

hakkında hapis cezası istemiyle<br />

yargılanan Eren Keskin gösterildi.<br />

Son dönemde yeniden gündeme getirilen<br />

Terörle Mücadele Yasa tasarısı<br />

ile resmi ideolojinin dışında söz söyleyen<br />

herkesin tehdit edildiği belirtilerek,<br />

TMY tasarısının derhal geri<br />

çekilmesi talep edildi.<br />

Bu eylemlilikler boyunca esas olarak<br />

üç temel slogan öne çıkarıldı.<br />

Operasyonlar durdurulsun, asker<br />

geri çekilsin; Kürt halkının demokratik<br />

talepleri kabul edilsin ve TMY<br />

tasarısı geri çekilsin.<br />

İstanbul’daki eylemlerin ardından,<br />

Türkiye’nin çeşitli illerinden<br />

yaklaşık yüz kadın 5 Haziran’da<br />

Ankara Yüksel Caddesinde buluştu.<br />

Ankara’da biraraya gelen kadınlar<br />

son süreçte yaşanan provokasyonlara<br />

değinerek taleplerini dile getirdiler.<br />

Yapılan basın açıklamasının ardından<br />

Meclise yürümek isteyen kadınlara<br />

polis izin vermedi. Ancak her<br />

kurumdan birer temsilcinin hazırlanan<br />

dosyaları vermek üzere Meclise<br />

gitmesine izin verildi. Bu süre içerisinde<br />

Yüksel Caddesinde sloganlar<br />

eşliğinde bir süre daha oturma eylemi<br />

yapıldı. Tekrar eylem alanına dönen<br />

kadınlar, yaptıkları basın açıklamasında,<br />

son derece kaba bir muameleyle<br />

karşı karşıya kaldıklarını, hatta<br />

dosyaların alındığına dair herhangi<br />

bir belge dahi alamadıklarını belirterek<br />

bu tutumu protesto ettiklerini<br />

dile getirdiler.<br />

Yaklaşık iki saat süren kadınların<br />

Ankara buluşması atılan sloganlar<br />

eşliğinde sona erdirildi.<br />

Haziran 2006


Sivas katliamını unutmadık, unutmayacağız!<br />

gündem<br />

2<br />

Temmuz 1993’te Sivas’ta bir<br />

katliam gerçekleştirildi. 2<br />

Temmuz 2006, Sivas katliamının<br />

13. Yıldönümüdür. Bu yıldönümünde,<br />

Sivas katliamını lanetlemek<br />

için toplantı ve gösteriler yapılacaktır.<br />

Kimileri de timsah gözyaşlarını<br />

yansıtmak için göstermelik açıklamalar<br />

yapacaklardır. Sivas katliamını<br />

yapanları ve arkalarında olan<br />

güçleri doğru tespit etmek gerekiyor.<br />

Bu katliamı sadece ortaya salınan itler<br />

yapmamıştır. Sivas katliamını sadece<br />

ortaya salınan itlerin yaptığını<br />

açıklamak bilinçlerin karartılmasıdır.<br />

Katliam lanetlenirken, katliamın<br />

esas sorumlularını da tespit etmek<br />

gerekiyor.<br />

Bu katliam, 2 Temmuz 1993 yılında,<br />

devletin gözetimi altında Sivas’ta yapıldı.<br />

Pir Sultan Abdal şenlikleri için<br />

Sivas’ta bulunan insanlardan 37’si<br />

Madımak Oteli’nde yakıldı. Bu katliamın<br />

hazırlığı günler öncesinden<br />

planlanmıştı. İnsanlar otelde yanarken,<br />

dinci faşistler otel önünde zafer<br />

çığlıkları atıyorlardı. Yangından<br />

kaçanlar dışarı bırakılmıyordu.<br />

İnsanlar otelde yanarken, dinci faşistler<br />

otel önünde zaferlerini kutluyorlardı!<br />

Madımak Oteli’ni kuşatanlar saatler<br />

boyu, ‘Kemalist devlet yıkılacak<br />

elbet’, ‘Vali gidecek şeriat gelecek’,<br />

‘Cumhuriyet, Sivas’ta kuruldu<br />

Sivas’ta yıkılacak’ diye bağırmalarına<br />

rağmen engellemeyle karşılaşmadılar.<br />

‘Din elden gidiyor’ haykırışları saldırganların<br />

kullandığı ana tema idi.<br />

Katliamcılar, kendilerinden olmayanları<br />

yakmakla dinin elden gitmediğini<br />

ispatlamaya çalışıyorlardı! Olayların<br />

başlaması ile birlikte, oteldeki insanlar<br />

Ankara ile telefon bağlantısı kurmuşlardı.<br />

Dönemin başbakan yardımcısı<br />

Erdal İnönü ile de görüşmüşlerdi.<br />

Kendilerine devletin güçlü olduğu ve<br />

gerekenin yapılacağı söylenmişti. Ama<br />

saatler ilerliyordu ve kolluk kuvvetleri<br />

olayları seyrediyordu.<br />

Sivas katliamının 13. yıldönümünde,<br />

onu gerçekleştirmiş görünen<br />

bazı kişilerin yargılanması ve çeşitli<br />

cezalara çarptırılması dışında, katliamın<br />

ardında yatan gerçek nedenler,<br />

gerçek failleri meçhul kalmaya devam<br />

ediyor. Devlet, bu katliamı aydınlatmak<br />

adına bugüne kadar sadece mağdurları<br />

‘tahrikçi’ olmakla suçladı ve<br />

olayı kimi şeriatçı örgütlerin üzerine<br />

atmakla yetindi. Bu tavır katliamın<br />

asıl sorumlularının üzerini örten,<br />

devletin sorumluluğunu göz ardı eden<br />

bir yaklaşımdır. Oysa Sivas katliamının,<br />

değişik boyutlardan irdelenmesi<br />

ve tüm bu farklı boyutların bütünlük<br />

içinde aydınlatılması gerekiyor.<br />

Aziz Nesin’in Sivas’ta ateist olduğunu<br />

söylemesi katliamcılar açısından<br />

bir ‘tahrik’ unsuru olarak görüldü<br />

ve propagandası yapıldı. Katliamı yapanlar<br />

kendilerini ‘Müslüman’, eylemlerini<br />

de ‘İslamiyet gereği’ olarak<br />

sundular. Bu katliamın ideolojik<br />

arka planını öncelikle İslam literatüründe<br />

aramak gerekiyor. Katliamı yapan,<br />

kışkırtan ve mazur gösterenler<br />

hep bir ağızdan, ‘Müslüman mahallesinde<br />

salyangoz satılamaz’ diyorlar!<br />

Kendileri gibi düşünmeyen aykırı<br />

seslerin dile getirilemeyeceğini söylüyorlar!<br />

‘Müslüman Mahallesi’ denilen<br />

yer, 7. Yüzyıl Arap kültürünce benimsenen<br />

şeriattır. Buna göre kendileri<br />

gibi düşünmeyen, hâkim durumda<br />

olan İslami akım dışında kalan diğer<br />

Müslümanları ‘salyangoz’ olarak nitelendirmektedirler!<br />

Bunlar ‘salyangoz’<br />

olduklarına göre, katledilmeleri gerekir!<br />

Kendi inandığından farklı değerleri<br />

savunuyor diye insanları yakabilen<br />

bir vahşet olamaz, olmamalı. Bunu<br />

yapanların ve dayandıkları ideolojik<br />

bir arka plan var. Buna göre:<br />

“Hak dini kendilerine din edinmeyen<br />

kimselerle (Hıristiyan ve<br />

Yahudilerle), küçülerek (boyunlarını<br />

büküp) elleriyle cizye (haraç) verinceye<br />

kadar savaşın (Tevbe-29)”<br />

“Haram aylar geçince müşrikleri<br />

(tövbe etmedikleri müddetçe) bulduğunuz<br />

yerde öldürün. Yakalayıp hapsedin...<br />

(Tevbe-5)”<br />

“Fitne ortadan kalkıp din yalnızca<br />

Allahın oluncaya kadar onlarla savaşın...<br />

(Bakara-193)”<br />

“...Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın,<br />

bulduğunuz yerde öldürün<br />

ve hiç birisini dost ve yardımcı edinmeyin<br />

(Nisa-89)”<br />

“Doğrusu ayetlerimizi inkar edenleri<br />

ateşe sokacağız, derilerinin her<br />

yanışında azabı tatmaları için derilerini<br />

değiştireceğiz (Nisa-56)”<br />

“İnkâr edenler için ateşten elbiseler<br />

biçilmiştir, başlarına da kaynar sular<br />

dökülür, karındakiler ve derileri eritilir,<br />

demir kamçılar da onlar iç<strong>indir</strong>.<br />

Orada uğradıkları ıstıraptan ne<br />

zaman çıkmak isteseler geriye döndürülürler,<br />

yakıcı azabı tadın denilir<br />

(Hac-19-22)”<br />

Bu liste uzayıp gider. Müslüman olmayanları<br />

katletmenin vacip olduğu<br />

nun da kuranın bir emri olduğunu da<br />

belirtmek gerekir. Onlar kendilerine<br />

inanmayanları, ‘en büyük suç’ olarak<br />

adlandırmakta ve bunun gereğini de<br />

yapmaya çalışmaktadırlar! Onlara<br />

göre, inanmamanın karşılığı cehennemde<br />

yakılmadır! İnanmayanları<br />

ve kendileri gibi düşünmeyenleri yok<br />

etmek dinin gereğidir!<br />

Kuşkusuz insanları yakabilecek kadar<br />

inanılmaz bir katliamın failleri<br />

ve onları teşvik eden bu zihniyetin<br />

sorgulanması gerekir. Sivas katliamının<br />

sadece bu yönünü görmek, gericiliğin<br />

ve faşizmin sadece bir yönünü<br />

görmek anlamına gelir. Soruna genel<br />

bakıldığında, Sivas katliamını devletin<br />

politikaları kapsamında da sorgulamak<br />

gerekiyor. Sivas katliamı bir<br />

devlet operasyonuydu. Türkiye’nin<br />

tam orta yerindeki bir şehirde binlerce<br />

kişinin, 8 saat süren bir eylemi<br />

ve bu katliamın engellenmemiş olması<br />

nasıl açıklanabilir? İnsanları<br />

yakabilen bir vahşetin, günler öncesinden<br />

hazırlanması, ona dur demeyen<br />

bir devlet aygıtı var ortada.<br />

Sıradan bir basın açıklamasını bile<br />

görülmemiş bir şiddetle bastıran kolluk<br />

kuvvetlerinin, insanları yakmak<br />

gibi bir vahşeti saatlerce seyretmekle<br />

yetinmesi, en hafif ifadeyle söz konusu<br />

katliama göz yumulduğunun<br />

açık göstergesidir.<br />

D ö n e m i n C u m h u r b a ş k a n ı<br />

Demirel’in, katliam sırasında, ‘devlet,<br />

halkla karşı karşıya getirilmemelidir’<br />

açıklaması, nasıl bir devlet politikası<br />

ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.<br />

Dönemin başbakanı Tansu<br />

Çiller’in, ‘Devlet oradadır. Otelin etrafını<br />

saran vatandaşlara hiçbir zarar<br />

gelmemiştir. Onlardan ölen ve<br />

Sivas Katliamı İstanbul Kadıköy’de protesto edildi<br />

Sivas’ta 2 Temmuz 1993 tarihinde Madımak Oteli’nin<br />

kundaklanması sonucu yaşamlarını yitiren 35 sanatçı,<br />

aydın ve yazar katledilişlerinin 13. yılında<br />

Sivas başta olmak üzere İstanbul, Ankara ve İzmir’de<br />

binlerce kişinin katıldığı protesto gösterileriyle anıldı.<br />

İstanbul’da sabah saatlerinde katledilenler arasında bulunan<br />

yazar Asım Bezirci ve ozan Nesimi Çimen’in mezarı<br />

başında toplananlar yananları önce burada andılar.<br />

Daha sonra öğle saatlerinde Kadıköy’de bir araya gelen<br />

yaklaşık 10 bin kişi Kadıköy İskele Meydanına doğru<br />

yürüyüşe geçti. Pankartlarıyla yürüyüşe geçen sivil toplum<br />

örgütleri ve partiler sık sık “Sivas’ı unutma unutturma”,<br />

“Sivas’ın ışığı sönmeyecek”, “Dün Maraş’ta bugün<br />

Sivas’ta, çözüm faşizme karşı savaşta”, “Ya barbarlık<br />

ya sosyalizm, ya faşizm ya devrim” sloganları attılar.<br />

Şu kurumlar eyleme katıldılar: İşçi Sendikaları, Memur<br />

Sendikaları, Meslek Örgütleri, Kitle Örgütleri, ÖDP,<br />

SHP, DTP, EMEP, SDP, SODAP, Toplumsal Özgürlük<br />

Dergisi, İşçi Mücadelesi, Pir Sultan Abdal Kültür<br />

Derneği (PSAKD), ABF Bileşenleri, AKADER, Kaldıraç,<br />

DHP, Özgürlük Dergisi, EHP, Partizan, HÖC, ÇAĞRI<br />

Dergisi, Halkevleri, Öğrenci Kollektifleri, ESP, Devrimci<br />

(Yazının devamı sayfa 19’da...)<br />

Hareket, BDSP, TKP.<br />

Mitinge katılım geçen yıllara oranla daha yüksekti.<br />

Gazetemizin pankartıyla yürüyenlerin de yer aldığı<br />

mitingde katliamlar lanetlenerek sorumlulardan hesabın<br />

devrimle sorulacağı, böylesi katliamlara karşı tek<br />

yolun devrimci mücadeleden, sosyalizmden geçtiği savunuldu.<br />

Miting Tertip Komitesi adına konuşan Mekbale Çalak<br />

“O gün Sivas’ta aydınlarımızı yakanlar, bugün ülkeyi<br />

yönetiyor. Daha iki hafta önce Madımak Oteli’nin müze<br />

yapılması teklifi AKP’lilerin oylarıyla reddedilmiştir”<br />

dedi. Daha sonra konuşan ozan Nesimi Çimen’in<br />

eşi Makbule Çimen katliam günü yaşadıklarını anlattı.<br />

Madımak Oteli’ni kebap salonu yapmak isteyenleri kınayarak<br />

otelin müze yapılması gerektiğini belirtti. Saygı<br />

duruşunda yakılan aydınlar ve devrimci önderler isimleriyle<br />

hep bir ağızdan anıldı.<br />

Türkiye’de bu katliamları gerçekleştirenlerin, halkları<br />

din adına kışkırtanların bu devletin içinde barındırdığı<br />

faşist güçleri tarafından gerçekleştirildiği su götürmez<br />

bir gerçektir. Sivas tüm dünyanın gözü önünde önceden<br />

planlanarak yapılan bir kıyımdı. Amaç demokratik taleplerde<br />

bulunanların dertlerini, sıkıntılarını dile getiren<br />

aydınları yakarak ezilenlerin ve sömürülenlerin örgütlü<br />

mücadelesini parçalamak, onu zayıflatmaktı.<br />

Kemalistlerin “laik devlet”, “laik cumhuriyet” söylemleri<br />

safsatadan öte bir şey değildir. Bu devlet hiçbir<br />

zaman laik devlet olmamıştır. Bu söylemlerle toplumu<br />

kandıranlar katliamları gerçekleştirenlere çanak tutmuşlardır.<br />

Gerçek olan şudur ki Müslüman ve sünni olmayanların,<br />

insanca özgür bir yaşam diyenlerin yaşamaya<br />

hakkı olmayan bir toplum düzeninde yaşıyoruz.<br />

Bu düzenin ipini çekenler ve onun kuyruğuna takılanlar<br />

2 Temmuz’larda olduğu gibi lanetle anılacaktır ve bunların<br />

hesabı devrimle sorulacaktır.<br />

4 Temmuz 2006 <br />

15


16<br />

yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />

5 Haziran Dünya Çevre Günü…<br />

Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!<br />

Dü ny a Ç e v r e G ü nü n e ,<br />

Türkiye’de Nükleer Santral<br />

Projesinin gündemde olduğu<br />

bir dönemde giriyoruz.<br />

Son aylarda nükleer santral kurma<br />

girişimleri yeniden hız kazanmış, hükümet<br />

Sinop’ta nükleer santral kurulacağını<br />

açıklamıştır.<br />

Nükleer enerjinin “temiz, ucuz ve<br />

güvenli” olduğu yalanları ile nükleer<br />

enerjinin doğaya ve tüm canlılara<br />

verdiği zararının ne kadar büyük olduğu<br />

gözlerden gizlenmeye çalışılıyor.<br />

Güvenli olduğu söylenen nükleer<br />

enerjinin ne kadar güvenli olduğu<br />

1986’daki Çernobil kazasında<br />

çok açık bir şekilde ortaya çıktı.<br />

Binlerce insanın ölümüne ve çeşitli<br />

hastalıklara yakalanmasına neden<br />

olan Çernobil felaketinin sonuçları<br />

uzun bir süre daha etkisini sürdürmeye<br />

devam edecek. Çernobil kazası<br />

çıktığında santralın yanan bloğunun<br />

söndürülmesi için çalışan insan<br />

sayısı kimi verilere göre 600.000<br />

ile 860.000 arasındadır. Bunların<br />

hemen hepsinin radyasyona maruz<br />

kalma nedeniyle hasta olduğu tahmin<br />

ediliyor. Bunların onbinlercesi –<br />

kimi verilere göre 50.000 ile 100.000<br />

arasında– ölmüştür. Bugün halen<br />

50.000 kadar çocuk tiroit kanserine<br />

yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır.<br />

Avrupa’da 10.000’den fazla çocuk<br />

sakat doğmuş ve ayrıca 5000 çocuk<br />

Çernobil’in etkisi sonucu doğduktan<br />

kısa süre sonra ölmüştür.<br />

Ukrayna’da hastanelerde ortaya konan<br />

verilere göre Çernobil bölgesinde<br />

çocukların %80’i hastadır. Rusya<br />

Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre<br />

1990’lı yılların başında hasta olanların<br />

sayısı 1.3 milyondur. Sonrası bilinmiyor…<br />

Beyaz Rusya’nın tarım<br />

alanının % 22’si işlenemez durumda<br />

ve toplam ülke alanının %30’u radyasyonludur.<br />

Çernobil’e kadarki dönemde ise<br />

binlerce insanın zarar gördüğü en az<br />

400’ün üzerinde nükleer santral kazasının<br />

meydana geldiği ve bunların<br />

gizlendiği belirtiliyor.<br />

Kapitalizmin insan ve doğa düşmanlığı<br />

sadece bununla sınırlı değil.<br />

Kapitalizmin doğa ve insan düşmanı<br />

yüzünü en açık gösteren örneklerden<br />

bir de, azami kar hırsıyla doğanın<br />

ve insanların zehirlenmesine<br />

ve ölümüne sebep olduğu yüzde yüz<br />

önceden bilinen zehirli atıkların çevreye<br />

yayılması sorunudur. Geçtiğimiz<br />

günlerde Tuzla çevresinde içinde zehirli<br />

atıkların bulunduğu toprağa<br />

gömülmüş variller ortaya ile birlikte<br />

derelere akıtılan atıklar, suların kirletilmesi<br />

gibi sonuçlar, ya da Türkiye<br />

çapında bir yılda ortaya çıkan 1.850<br />

milyon ton atığın sonucunun ne olduğu<br />

soruları gündeme geldi. Verilen<br />

bilgilere göre Türkiye’de atıkların<br />

yakıldığı ya da “bertaraf” edildiği sa-<br />

dece Kocaeli’ndeki İZAYDAŞ tesisi<br />

var. Ancak Türkiye’de bertaraf edildiği<br />

resmen bilinen atık oranı 200 bin<br />

ton civarında. Buna göre 1.650 milyon<br />

tonluk atığın Türkiye’de kurulu<br />

tesislerde bertaraf edilmediği devlet<br />

tarafından bilinmesi gereken bir olgudur.<br />

Bu olgu bile Türkiye’de çevreyi<br />

koruma diye bir yaklaşımın olmadığını,<br />

zehirli atıkların, artık kim<br />

nereyi uygun ve boş bulursa oraya<br />

atmasının devlet tarafından da onaylandığını<br />

gösteriyor. Bunun sonucunda<br />

çevreye bu atıkları yayanlara<br />

karşı herhangi bir yaptırım uygulanmıyor.<br />

Verilen komik para cezaları<br />

ile gözünü kar bürümüş kapitalist sanayiciler<br />

adeta teşvik ediliyor.<br />

İstanbul Nükleer Karşıtı Platform, 5 Haziran Dünya<br />

Çevre Günü’nünde basın açıklaması yaptı<br />

Bizim de bileşeni olduğumuz<br />

İstanbul Nükleer Karşıtı<br />

Platform, 5 Haziran 2006 günü<br />

Galatasaray’da açtığı imza standının<br />

önünde Dünya Çevre Günü nedeniyle<br />

bir basın açıklaması yaptı.<br />

Burjuva medyanın yoğun ilgi gösterdiği<br />

bu basın açıklamasına destek<br />

vermek için YDİ ÇAĞRI Gazetesi<br />

olarak biz de katıldık.<br />

“Ülkemizde enerji krizi yoktur!”,<br />

“Yaşamayı seç Nükleerden vazgeç!”,<br />

“Radyasyon öldürür !”, “Radyoaktif<br />

olacağına aktif ol!”, “Ülkemizde<br />

enerji krizi yoktur, enerji yönetim<br />

krizi vardır!”, “Nükleer Enerji pahalıdır,<br />

yenilenebilir kaynaklar vardır!”,<br />

“Nükleer onların Sinop bizimdir!”<br />

yazılı dövizlerin taşındığı Basın<br />

Açıklamasını Platform adına Çevre<br />

Mühendisleri Odası Başkanı Erol<br />

Çelepsoy okudu.<br />

“Yaşamı, Doğayı ve Çocuklarımızın<br />

Geleceğini Savunmak İçin Nükleer<br />

Santrallere Direneceğiz!” başlıklı<br />

açıklamada çok uluslu şirketlerin<br />

Özetle vurgulanırsa Türkiye’de<br />

çevre katliamı, doğanın talanı ya<br />

devletin eliyle ya da onun onayıyla<br />

yürütülüyor.<br />

Kapitalizm dünyada olduğu gibi<br />

Türkiye’de de çok açık biçimde doğanın,<br />

çevrenin ve evet insanın düşmanı<br />

bir sistem olduğunu hep yeniden ispatlıyor.<br />

Daha fazla kar dürtüsü kapitalistlerin<br />

her tür barbarlığı meşru<br />

görmesini beraberinde getiriyor.<br />

Bu sistemde, insanlığın yaşam temellerinin<br />

yok edilmesine karşı ciddi<br />

bir önlemin alınabileceğini beklemek<br />

boşunadır. Çünkü çevre ve doğa katliamı<br />

azami kar hırsıyla gözü dönmüş<br />

emperyalist- kapitalist sistemin<br />

ayrılmaz bir parçasıdır.<br />

Sinop’ta da 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde Nükleer Santraller protesto edildi<br />

doğa- insan ilişkisini hiçe sayarak<br />

yeni pazarlar yaratmak için dünyayı<br />

kirletmeye devam ettiklerini, halen<br />

başta Afrika ve Asya kıtalarında yaşayanlar<br />

olmak üzere 1,1 milyar insanın<br />

güvenli içme suyuna sahip olmadığı<br />

gibi 2,4 milyar insan da arıtma<br />

hizmetlerinden yoksun yaşadığı belirtildi.<br />

Her yıl 22 milyon ton karbon gazının<br />

atmosfere karıştığı ve sera etkisi<br />

gösterdiği için atmosferin hızla<br />

ısındığını, bu ısınmanın son 5 yılda<br />

normal ısınmanın 100 katı hızla artış<br />

gösterdiğini böyle bir dünyada nüfusun<br />

% 20’sinin dünya zenginliğinin<br />

%80’ninden fazlasına el koyarken<br />

yenilenemez enerjinin % 80’i, temiz<br />

içme suyunun % 40’ı da aynı % 20<br />

tarafından kullanıldığını, her yıl 17<br />

milyon hektar orman alanının yok<br />

edildiği, bugünkü tüketim düzeyi<br />

devam ederse petrol rezervinin 50,<br />

doğalgaz rezervinin ise 70 yıl içinde<br />

tükeneceği açıklandı.<br />

Geride bıraktığımız 20. yüzyılda<br />

Öyleyse çevreyi ve doğayı korumak,<br />

büyük insanlığın geleceğine sahip<br />

çıkmak da biz işçi ve emekçilerin<br />

omuzlarındadır.<br />

5 Haziran Dünya Çevre Gününde,<br />

çevrenin kirletilmesine ve yokedilmesine,<br />

doğanın talanına karşı mücadeleyi,<br />

kapitalist sömürü sistemine<br />

karşı mücadele olarak yürütelim.<br />

Nükleer enerjiye, nükleer santrallere<br />

hayır!<br />

Çevre ile uyumlu enerji türlerine<br />

evet!<br />

Ne Sinop’ta ne dünyada, nükleer<br />

santral istemiyoruz!<br />

Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş,<br />

ya sosyalizm!<br />

4 Haziran 2006 <br />

çevre açısından bir dizi felaketin yaşandığı,<br />

bunların başında yaşanan<br />

iki dünya savaşı ve beraberinde gelen<br />

silahlanma yarışı ile nükleer felaketlerin<br />

geldiğini, Japonya’ya atılan<br />

atom bombası ile başlayan nükleer<br />

felaketlerin savaş ortamı dışında da<br />

nükleer santrallerde gerçekleşen kazalar<br />

ve radyoaktif sızıntılarla bugün<br />

de devam ettiği belirtilen açıklamada<br />

Hiroşima’ya atılan atom bombasından<br />

400 kat daha fazla radyoaktif yayılmaya<br />

neden olan Çernobil felaketinin<br />

20. yılında ülkemizde nükleer<br />

santral kurma arayışlarının -hangi<br />

gerekçe ile olursa olsun -kabul edilemez<br />

olduğu vurgulandı.<br />

Türkiye’de nükleer santral kurma<br />

girişimlerinin dünyada yaşanan<br />

enerji ve egemenlik savaşlarının bir<br />

uzantısı olduğunu, barıştan yana<br />

bir platform olan Nükleer Karşıtı<br />

Platform’un nükleer silahlanmaya<br />

yol açacak bir teknoloji olan nükleer<br />

enerji santrallerin kurulmasına karşı<br />

olduğunu, İran’ın nükleer güç olma<br />

arayışının kabul edilemez olduğu kadar<br />

nükleer silahlanmada başı çeken<br />

ABD’nin bu nedenle İran’a yönelik<br />

olası bir müdahalesi de kabul edilemez<br />

olduğunu açıkladı.<br />

Türkiye’nin nükleer enerji santrallerine<br />

ihtiyacının olmadığının belirtildiği<br />

açıklamada yerli ve yenilenebilir<br />

enerji kaynaklarımızın değerlendirilmesi<br />

halinde Türkiye’nin 2030<br />

yılında dahi elektrik talebini karşılayabilecek<br />

kaynaklara sahip olduğunu,<br />

ülkenin bugün içine düşürüldüğü<br />

dışa bağımlılıktan kurtarılması için<br />

iddia edildiğinin tersine nükleer santrallere<br />

değil kamusal planlamaya ve<br />

yerli kaynakları değerlendirmeye ihtiyacı<br />

olduğu vurgulandı. Elektrikte<br />

% 20’leri aşan düzeydeki kayıp- ka-


çak oranının, OECD ortalaması düzeyine<br />

çekilmesi durumunda bile<br />

nükleer santralden sağlanacak enerjinin<br />

birkaç katı elde edilebileceği belirtildi.<br />

Nükleer santral kurarak nükleer<br />

teknolojiye sahip olunacağı iddiasının<br />

Türkiye’nin izlediği bugünkü<br />

enerji politikalarına bakıldığında bir<br />

hayal olduğunu tüm mühendisliği ve<br />

teknik detaylarını yurtdışından almak<br />

durumunda kalacağımız için<br />

göbekten uluslar arası tekellere bağımlı<br />

olacağımız bir proje ile teknoloji<br />

sahipliğinin mümkün olamayacağını<br />

ve dahası nükleer santrallerden<br />

vazgeçilen dünyada daralan pazar<br />

baskısıyla şirketlerin eski nükleer<br />

teknolojileri satma arayışları, ülkemizin<br />

nükleer bir çöplük haline getirileceğini<br />

gösterdiği belirtilen açıklamada<br />

kamusal denetim üzerindeki<br />

baskılar nedeniyle mevcut durumda<br />

bile çevresel denetimlerin ne kadar<br />

yetersiz olduğunu İskenderun, Sinop<br />

ve Tuzla’daki atık felaketleriyle ortaya<br />

çıktığı açıklandı.<br />

İktidarı elinde tutan hakim sınıfların<br />

böyle etkin bir çevresel denetimi<br />

yapma niyetlerinin olmadığı son olarak<br />

çıkarılan Çevre Yasası’nda yapılan<br />

değişiklikle çevrenin korunması,<br />

çevre kirliliğinin önlenmesi<br />

ve çevre sorunlarının çözümüne<br />

yönelik gerekli teknik, idari, mali<br />

ve hukuki düzenlemelerin Çevre<br />

Bakanlığı’nın koordinasyonunda yapılacağı<br />

bu konuda Türkiye Atom<br />

Enerjisi Kurumu’nun nükleer santralın<br />

kurulumunda bile çevresel denetim<br />

yetkisinin olmadığını belirten<br />

NKP, nükleer santraller için dünyada<br />

ve ülkemizde lobi faaliyetlerinin kapalı<br />

kapılar ardında yürütüldüğünü<br />

belirtti.<br />

Basın açıklamasının sonunda halkın<br />

karşı çıktığı, pahallı, dışa bağımlı<br />

nükleer santral kurma projelerinin yaşama<br />

geçirilmesine çalışıldığı belirtilerek,<br />

29 Nisan 2006 günü Türkiye’nin<br />

dört bir yanından Sinop’a gelip nükleer<br />

santralleri hem dünyada hem de<br />

ülkemizde istemeyen binlerce kişiyle<br />

bundan sonra da Akkuyu, İğneada’da<br />

ve Sinop’ta NKP olarak nükleer santral<br />

kurma girişiminden vazgeçilinceye<br />

kadar mücadelelerini sürdüreceklerini<br />

açıkladılar.<br />

Eylem, İstanbul halkına NKP tarafından<br />

İstanbul’un bir çok semtinde<br />

açılan nükleer karşıtı imza standlarında<br />

imza vermeleri için çağrıda bulunularak<br />

sona erdirildi.<br />

Haziran 2006 <br />

26 Haziran, dünya işkenceye karşı mücadele ve<br />

İşkence görenlerle<br />

dayanışma günü<br />

Bi rle ş m i ş M i l le t ler 2 6<br />

Haziran’ı 1997 yılında “işkenceye<br />

karşı mücadele<br />

ve işkence görenlerle dayanışma<br />

günü” olarak ilan etmiştir. Bu yıl 26<br />

Haziran’da da İzmir’de çeşitli kurumların<br />

düzenlediği etkinlikler göstermiştir<br />

ki dünyada ve Türkiye’de<br />

işkence olgusu halen acı bir gerçek<br />

olarak önümüzde durmaktadır.<br />

Düzenlenen etkinliklerden biri, yıllardır<br />

işkenceye karşı mücadele yürüten<br />

ve işkence görenlerin ruhsal ve fiziksel<br />

rehabilitasyonlarını gerçekleştiren<br />

bir kurum olan Türkiye İnsan<br />

Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği tarafından<br />

yapıldı. Saat 12:00’de Kıbrıs<br />

Şehitleri’nde kurulan standda önce<br />

bir basın açıklaması yapıldı ardından<br />

ise TİHV tarafından hazırlanan<br />

bir spot film tüm gün boyunca gösterildi.<br />

TİHV İzmir Temsilcisi Dr.<br />

Veli Lök tarafından yapılan açıklamada;<br />

halen 150 ülkede işkence<br />

ve kötü muamele uygulamalarının<br />

sürdüğünü, işkencenin sadece askeri<br />

diktatörlüklerde ve otoriter rejimlerde<br />

değil, “demokratik” ülkelerde<br />

de uygulandığını uluslar arası verilerin<br />

gösterdiğini belirtti. Özellikle<br />

ABD’nin altına imza attığı “İşkence<br />

ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı<br />

veya Onur Kırıcı Muamele ve Cezaya<br />

Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”<br />

ni, Afganistan ve Irak hapishanelerinden,<br />

Guantanamo’ya ve işkence<br />

uçaklarına kadar bir çok yerde tutuklulara<br />

yönelik işkence haberlerinin<br />

yoğunluğunun gösterdiği gibi<br />

hiçe saydığını söyleyen Lök, ardından<br />

Türkiye’deki olguları şöyle değerlendirdi:<br />

“Özellikle TMY tasarısı<br />

ve Mart ayı sonunda Diyarbakır’da<br />

meydana gelen olaylarda gözaltına<br />

alınanların maruz kaldığı işkenceler,<br />

işkenceye sıfır tolerans anlayışından<br />

işkenceciye tolerans noktasına gelindiğini<br />

göstermektedir. 1990-2005<br />

arasında işkence ve kötü muameleye<br />

maruz kaldığı için TİHV’e toplam<br />

10.449 kişi başvurmuş ve tedavi görmüştür.<br />

TİHV dökümantasyon verilerine<br />

göre 2005 yılı içerisinde beş kişi<br />

gözaltında ölmüştür. Diyarbakır’da<br />

yaşanan olaylarda dördü çocuk ondört<br />

kişi öldürülmüştür. Yasal ve<br />

idari uygulamalardaki aksaklıklar<br />

yetmiyormuş gibi yeni TMY tasarısı<br />

ile şüphelilerin gözaltında avukat<br />

erişimine çeşitli kısıtlamalar getirilmektedir.”<br />

Bir diğer basın açıklaması ise<br />

İstanbul- Kartal’da KESK’e bağlı<br />

Eğitim ve Bilim Emekçileri<br />

Sendikası EĞİTİM- SEN’in<br />

İstanbul 5 Nolu Şubesi bir Basın<br />

Açıklaması yaparak Kartal Milli<br />

Eğitim Müdürlüğünün eğitim emekçisi<br />

öğretmenlere yaptığı baskı, sürgün,<br />

hak gasplarını v.b. protesto etti.<br />

Bu Basın Açıklamasında verilen<br />

bilgiye göre Türkiye’de tüm siyasi iktidarların<br />

yaptığı gibi eğitimi kendi<br />

siyasi- ideolojik görüşleri doğrultusunda<br />

şekillendirme işini AKP’nin<br />

de hükümete geldiğinin ilk günlerinden<br />

beri 1041 eğitim yöneticisinin<br />

görevden alınmasıyla başlattığını,<br />

ırkçı- gerici kadrolaşmanın Bakanlık<br />

merkez, Talim Terbiye Kurulu’nu ve<br />

taşra teşkilatlarını da içine alacak şekilde<br />

sürdürdüğünü söyledi.<br />

İlçe Milli Eğitim’de hukuksuzlukla<br />

sürdürülen ırkçı-gerici kadrolaşmaya;<br />

açık, ilan edilmeden Müdür<br />

ve Müdür yardımcısı atamaları ve<br />

kadrosu olmamasına rağmen vekaleten<br />

atanan Şube Müdürlerinin durumu<br />

(Şubede 4 Şube Müdürü kadrosu<br />

olmasına rağmen yandaşı 7 Şube<br />

Müdürü alınmış!) örnek gösterildi.<br />

Açıklamada sendika üyesi ve işyeri<br />

temsilcisi olan öğretmenlerin AKP<br />

yandaşı ırkçı- gerici müdürler tara-<br />

gündem<br />

İzmir Barosu tarafından yapıldı.<br />

Açıklamada dünyadaki işkence olaylarına<br />

değinilmesinin ardından Baro<br />

tarafından işkence ve kötü muamele<br />

mağdurlarına verilen hukuki hizmet<br />

anlatılarak haziran 2005-haziran<br />

2006 arasında alınan başvuruların<br />

değerlendirildiği bir istatistik dağıtıldı.<br />

Dağıtılan istatistikte işkence ve<br />

kötü muamele mağdurlarına tayin<br />

edilen avukatlar tarafından yapılan<br />

suç duyurularından %79’unun takipsizlikle<br />

sonuçlandığı, sadece %21’inde<br />

dava açıldığı belirtildi.<br />

ÇHD ve İHD İzmir Şubeleri ise<br />

26 Haziran nedeniyle İzmir Adliyesi<br />

önünde yaptıkları basın açıklamasının<br />

ardından ABD’nin işkence uçaklarının<br />

Türkiye hava sahasının ve<br />

bazı hava alanlarının kullandırılması<br />

konusunda başta Başbakan R. Tayyip<br />

Erdoğan olmak üzere ilgili yetkililer<br />

hakkında “işkence” ve “kişi hürriyetinden<br />

yoksun bırakma” isnadıyla<br />

suç duyurusunda bulundular. Basın<br />

açıklamasını okuyan Av. Ali Koç;<br />

İşkenceye “sıfır tolerans” diyerek iktidara<br />

gelen AKP hükümetinin, 2006<br />

yılında geldiği nokta işkence yapılmasına<br />

yasal olanak yaratma çalışmalarına<br />

dönüştüğünü belirterek, işkencenin<br />

engellenmesi ve cezalandırılması<br />

için hiçbir çalışma yürütmeyen<br />

hükümetin; Adalet Komisyonu’ndan<br />

geçmiş bulunan TMY ile işkencenin<br />

olanaklarını yaratmaya çalışmaktadır<br />

dedi.<br />

İzmir’den bir okur <br />

Eğitim Emekçileri:<br />

“Baskılar Bizi Yıldıramaz!”<br />

fından fiili saldırılara uğradıklarını,<br />

saldıranların ödüllendirildiğini saldırıya<br />

uğrayan üyelerinin ise başka<br />

okullara sürgün edildikleri anlatıldı.<br />

Basın Açıklamasının sonunda şu<br />

talepler ileri sürüldü:<br />

“Sürgün kararları derhal geri çekilmelidir.<br />

Yapılan hukuksuz atamalar geri<br />

alınmalıdır.<br />

Eğitim çalışanlarının güvenini<br />

kaybetmiş, tarafsızlığını yitirmiş,<br />

Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürü görevden<br />

alınmalıdır.”<br />

YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak genelde<br />

kamu emekçilerine özel olarak<br />

eğitim emekçilerine yapılan<br />

baskı, sürgün vb. faşist saldırıları<br />

kınıyor, kamu emekçilerinin Grevli<br />

Toplusözleşmeli Sendika Hakkı için<br />

mücadelesinde yanında olduğumuzu<br />

belirtiyor, eğitim emekçilerinin mücadeleci<br />

gerçek demokrasiyi isteyen<br />

sendikasının hakim sınıfların “laik<br />

anti-laik” dalaşında tarafmış gibi görülmesine<br />

neden olacak tavırlardan<br />

uzak durmasının daha iyi olacağını<br />

ifade etmek istiyoruz.<br />

Bir YDİ Çağrı okuru<br />

Haziran 2006 <br />

17


18<br />

okuyucu mektubu<br />

Demokratik Toplum Partisi<br />

1. Kongresi yapıldı<br />

Kongreye damgasını vuran demokratik bir Türkiye için çatışmaların durması,<br />

toplumsal uzlaşma ve barış talebiydi. Kongre, Cudi’nin, Besta’nın, Gabar’ın,<br />

Dersim’in dağlarında günlerden beri süren askerlerin tutuşturduğu orman<br />

yangını, yürek yangını koşullarında yapıldı. Ama buna rağmen yirmi bine yakın<br />

yürek öc almanın değil, barışın, demokrasinin, uzlaşmanın mesajlarını verdiler.<br />

DTP Kongresi bölgeden ve<br />

Türkiye’den gelen yirmi bine<br />

yakın insanın katılımıyla<br />

saat 10.00’da Ankara 19 Mayıs Spor<br />

Salonu’nda başladı. Devlet güçleri tarafından<br />

engellendikleri için gelemeyenleri<br />

de burada belirtmek gerekiyor.<br />

Kongrede bu dile getirildiğinde<br />

“Yuh, yuh!” sesleri salonu inletti.<br />

Kongre açılış konuşmasını Hasip<br />

Kaplan yaptı. DTP’yle mücadelenin<br />

baskı, gözaltı, tutklama şeklinde ele<br />

alındığını belirten Kaplan, bu yaklaşımın<br />

1994 seçimlerinde meclise giren<br />

Kürt parlamenterlere uygulanan<br />

dışta tutma, muhatap almama şeklindeki<br />

politikadan farklı olmadığını,<br />

bunun Türkiye’nin demokratikleşmesine<br />

bir fayda getirmediğini,<br />

getirmeyeceğini, bu politikalardan<br />

vazgeçilmesi gerektiğini savundu.<br />

Kürt halkının savaş değil barış istediğini,<br />

bunun için silahların susması,<br />

Kürt sorununa demokratik bir<br />

çözüm bulunması gerektiğinin altını<br />

çizdi.<br />

Hasip Kaplan’dan sonra kürsüye<br />

DTP eşbaşkanı Ahmet Türk geldi.<br />

Türk, yeryüzünde bir yandan bu<br />

tip sorunlara özgürlük, eşitlik, kardeşlik<br />

temelinde yaklaşıldığını ve<br />

çözüldüğünü, ancak ülkemizde otuz<br />

yıldır kanın, gözyaşının, ölümlerin<br />

dinmediğini belirtti.<br />

İspanya, İngiltere, Endonezya,<br />

Nepal’de sorunun görüşmeler yoluyla<br />

çözüldüğünü, ancak Türkiye siyasetçilerinin<br />

Kürt halkının sorunlarına<br />

sessiz kaldıklarını belirtti. Amasya<br />

protokolünde Kürtlerin kimliklerini<br />

geliştirmesinin, bölge ekonomisinin<br />

koşulların iyileştirilmesinde<br />

kullanılmasının yer aldığını, ancak<br />

Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında<br />

tek dil, tek millet, tek bayrak, tek kültürün<br />

savunulduğunu belirtti.<br />

Türk-Kürt sorunun tarihsel, sosyolojik<br />

bir sorun olduğunu, bunun<br />

baskı ve s<strong>indir</strong>meyle çözülmeyeceğini,<br />

çözüm için a)TMY’nin geri çekilmesi;<br />

b) siyasi yaşamın demokratikleşmesi<br />

için Genel Af’ın çıkarılması,<br />

F Tiplerinin kaldırılması; c)<br />

boşaltılan, yakılan köylerin tanzim<br />

edilerek geri dönüş koşullarının yaratılması;<br />

d) bölgedeki işsizliğin ve<br />

yoksulluğun son bulması için, tarıma,<br />

hayvancılığa, sanayiye yatırım<br />

programının çıkarılması; e) eğitimkültür-yayın<br />

hakkının önündeki yasal<br />

engellerin kaldırılması; f) isimleri<br />

değiştirilen köy, tarihi yerlerin eski<br />

isimlerinin iade edilmesi; g) koruculuğun<br />

kaldırılması gerektiğini savundu.<br />

Bunların gerçekleşmesi için DTP<br />

olarak üç öneri sunduklarını:<br />

1) Silahlı operesyonların durdurulması,<br />

PKK’nin silahları susturması;<br />

2) demokratik, siyasal taleplerin yaşama<br />

geçirilmesi; 3) PKK’nin tümüyle<br />

silahsızlanıp demokratik yaşama<br />

katılması.<br />

Türk bu talepleri taraflara sunduklarını<br />

belirtti.<br />

Türkiye’nin demokratikleşmesinde<br />

Kopenhag kriterlerine uymanın önemine<br />

değinen Türk, halkının iradesiyle<br />

gelenlerin, bürokratın, polisin,<br />

askerin üzerinde olması gerektiğini,<br />

ırkçılıkla mücadele yasasının çıkarılması,<br />

polis ve askerin haksızlıklarına<br />

karşı şikayetlerin belirtilebileceği,<br />

yasal bir ortamın oluşturulmasını<br />

elzem bir sorun olarak gündeme<br />

getirdi.<br />

Partinin belediye başkanlarının<br />

Şemdinli, Newroz, Diyarbakır olaylarında<br />

sağduyulu yaklaştığını, halkı<br />

sükunete davet ettiklerini, ancak<br />

başbakanın 7’sindekine de, 70’indekine<br />

de kurşun sıkılmasını meşru<br />

gösteren anlayışını kendilerinden de<br />

beklediğini, bu anlayışın halklar arasında<br />

kopuştan başka bir şeye yaramayacağını<br />

savundu.<br />

Demokratikleşme sorununu aşmış<br />

bir Türkiye’nin Ortadoğu’da örnek<br />

teşkil edeceğini, kendilerinin sorunların<br />

çözümünün yeri olarak parlamentoyu<br />

gördüklerini, bunun için de<br />

hiç bir Avrupa ülkesinde uygulanmayan,<br />

%10 seçim barajının kaldırılması<br />

veya %3 gibi makul bir seviyeye<br />

<strong>indir</strong>ilmesini talep etti, bir önceki seçimde<br />

barajın %5 olması halinde bile<br />

parlamentoda şu an 260 AKP, 115<br />

CHP, 56 da DTP milletvekili olacağının<br />

altını çizdi.<br />

Bu koşulların olmadığı bir ülkede<br />

halkın iradesinin parlamentoya yansıtılamayacağını<br />

%56’lık bir iradenin<br />

meclisin dışında kalacağını, bunun<br />

büyük bir haksızlık, anti-demokratik<br />

uygulama olduğunu belirtti.<br />

Tüm bunların gerçekleşmesi için<br />

‘halkımıza ve bizlere’ büyük görev<br />

düştüğünü, bunu gerçekleştirecek<br />

olanın sözde değil, özde vatandaşlar<br />

olduğunu, bunların da burada olduğunu<br />

vurguladı.<br />

Ahmet Türk’ten sonra konuşan<br />

DTP eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un<br />

farklı olarak üzerinde durduğu konular<br />

şöyleydi:<br />

Tuğluk birinci olarak eşbaşkanlığın<br />

kadınların siyasete katılmasında<br />

çok önemli bir uygulama olmasına<br />

rağmen, Yüksek Seçim Kurulu’nun<br />

yasada yeri olmadığı gerekçesiyle bu<br />

uygulamaya son vermelerini istediğini,<br />

bunu yasalardan dolayı yapacaklarını,<br />

ama fiili olarak eşbaşkanlığı<br />

devam ettireceklerini belirtti.<br />

Sorunların çözümünde demokratik<br />

ve barışçıl yöntemlerin esas alınmasını,<br />

çatışma, yok etme siyasetine<br />

son verilip diyalog yoluna gidilmesini,<br />

savaşan iki taraftan birinin PKK<br />

olduğunu, devletin PKK ile aralarına<br />

mesafe koymalarını istemek yerine,<br />

aralarındaki mesafeyi kaldırıp, diyalog<br />

yolunu çözümün tek yolu olarak<br />

görmesi gerektiğinin altını çizdi.<br />

Aksi taktirde çatışmaların yaygınlaşacağına,<br />

halklar arasında büyük<br />

uçurumlar açılacağına, böyle bir durumdan<br />

sonra barıştan da bahsedilemeyeceğine<br />

vurgu yaptı.<br />

Tuğluk, Kürt sorunu çözülürse<br />

Türkiye’nin çok onurlu bir yüze kavuşacağını;<br />

Kürt dilinin 1-2 kilometre<br />

ileride resmi dil olduğunu,<br />

Türkiye’de ise yok sayıldığını, bu inkar<br />

ve imha politikasından vazgeçilmesini<br />

savundu. Tuğluk yabancı konuklara<br />

da seslenerek bu sorunun<br />

aynı zamanda AB’nin de bir sorunu<br />

olduğunu belirtti.<br />

Aysel Tuğluk sözlerine “Yaşasın barış,<br />

yaşasın kardeşlik, yaşasın özgürlük”<br />

sloganıyla son verdi.<br />

Söz alan konuklardan Sosyalist<br />

Enternasyonal Kürt Çalışma Grubu<br />

Başkanı Conny Frederiksen de çatışmaların<br />

son bulmasını, BASK örneğinde<br />

olduğu gibi barışçıl mücadelenin<br />

mümkün olduğunu dile getirdi,<br />

Kürt halkının mücadelesinin yanında<br />

olacaklarını söyledi, Kürt halkının<br />

mücadelesinde başarılar diledi.<br />

BASK temsilcisi Gorka Elejabarrieta<br />

ise kendilerinin de yıllardan beri barıştan<br />

uzak yaşadıklarını, ama mücadeleden<br />

yılmadıklarını, göz altılara,<br />

işkencelere, tutuklamalara, öldürmelere<br />

karşı direndiklerini, bunun<br />

sonucunda ve İspanya’da Sosyalist<br />

Parti’nin iktidara gelmesiyle, barışçıl<br />

bir sürece girdiklerini, bunun Türk<br />

devletine örnek olması gerektiğini,<br />

kendilerinin ve Kürt halkının var olmaya<br />

devam edeceğini, haklarına kavuşacaklarını<br />

savundu.<br />

Sinn Fein temsilcisi Philip McGuigan<br />

konuşmasında İrlanda halkının da<br />

Kürtler gibi haksızlıklara maruz kaldığını,<br />

öldürüldüklerini ama yok edilemediklerini,<br />

şu anda barış sürecine<br />

girdiklerini, aynı şeyi Kürt halkına da<br />

dilediklerini belirtti.<br />

Avrupa Özgür İttifak sözcüsü ise<br />

Kürtlerin 20 milyon nüfusuyla devlet<br />

olamamış büyük bir ulus olduğunu,<br />

bir sürü haksızlıklara maruz<br />

kaldıklarını, sürekli olarak Kürt halkının<br />

mücadelesinin yanında olacaklarını<br />

ve bir dahaki Kongre’de az<br />

da olsa Kürtçe sesleneceğini söyledi.<br />

Sorunun çözümü için barıştan başka


okuyucu mektubu<br />

bir yol olmadığına vurgu yaptı.<br />

A l m a n y a ’ d a n D e m o k r a t i k<br />

Sosyalizm Partisi (PDS) Berlin Eyaleti<br />

Parlamenteri Evrim Helin ve AP Sol<br />

Grup üyesi Feleknaz Uca da barış ve<br />

diyaloğun önemini vurguladılar.<br />

DTP Kongresi Ahmet Türk’ün<br />

Genel Başkan seçilmesiyle son buldu,<br />

Kürt halkı kongrede demokratik taleplerinden,<br />

özleminden asla vazgeçmeyeceğini<br />

yüksek sesle haykırdı.<br />

Tüm yukarıda anlattıklarımızdan<br />

anlaşılacağı gibi Kongre’ye damgasını<br />

vuran Kürt sorununun silahların<br />

susturulması koşullarında demokratik<br />

bir anayasa çerçevesinde<br />

çözülebileceği fikridir.<br />

İlk önce sıkça dile getirilen ‘birlikte<br />

yaşama’ fikri üzerinde biraz durmak<br />

istiyoruz. Halkların barış ve kardeşlik<br />

içinde birlikte yaşama fikri biz<br />

Kürt komünistlerinin en önde gelen<br />

taleplerinden biridir. Ancak bizim<br />

savunduğumuz bir ulusun bir başka<br />

ulusu boyunduruk altında tuttuğu<br />

kölelik koşullarındaki bir zoraki birliktelik<br />

değil, tam tersine özgür demokratik<br />

ve eşit koşullardaki halkların<br />

gönüllü birlikteliğidir.<br />

Kürtler yüzyıllardır baskılarla,<br />

katliamlarla bir arada yaşamak zorunda<br />

bırakılmışlardır. Bu coğrafyada<br />

Kürtlerin ve Türklerin bir arada<br />

yaşamaları gönüllü bir birlikteliğe<br />

dayanmamaktadır. Ne tarihte, ne bu<br />

gün birlikte yaşayıp yaşamama seçimi<br />

bize bırakılmamıştır.<br />

DTP Kongresi Ahmet<br />

Türk’ün Genel<br />

Başkan seçilmesiyle<br />

son buldu, Kürt halkı<br />

kongrede demokratik<br />

taleplerinden,<br />

özleminden asla<br />

vazgeçmeyeceğini<br />

yüksek sesle haykırdı.<br />

Bu koşullarda barışın demokrasinin<br />

gelebileceğini savunmak, hatta<br />

hatta Kürt halkının gerçek kurtuluşunun<br />

böylesi koşullardaki bir barışla<br />

mümkün olacağını savunmak,<br />

çözümün AB’den geçtiğini savunmak<br />

Kürt halkına gerçekleri anlatmamak<br />

anlamına gelir. Kürt halkının<br />

gerçek kurtuluşunun gerçek demokrasi<br />

koşullarında, işçi-köyle iktidarı<br />

koşullarında mümkün olduğu<br />

gerçeğinin üstünü örtmek anlamına<br />

gelir. Kapitalist sömürü sistemlerinde<br />

ulusal sorunun gerçek çözümünün<br />

mümkün olmadığını görmemek,<br />

göstermemekanlamına gelir.<br />

Biz doğruları olduğu gibi Kürt halkına<br />

anlatmak zorundayız. Elbette<br />

AB demokrasisi çerçevesinde bir çözüm<br />

bugünkü duruma göre daha iyidir.<br />

Ancak böyle bir çözümü seçmek,<br />

mücadele hedefini bununla sınırlamak,<br />

kötüler içinde daha iyi olanı<br />

seçmek anlamına gelir.<br />

Kapitalist sömürü aygıtının en<br />

güçlü aygıtı devlet mekanizmasını<br />

yıkmadan ve devletleşme fikrini bugünkü<br />

global dünyada gereksiz görerek,<br />

barışçıl yoldan demokratik, özgür<br />

bir yaşama adapte olma fikrini<br />

savunmak, en iyi halde kapitalist<br />

barbarlık düzeni içerisinde “demokratik”<br />

kapitalist kölelik yaşamını devam<br />

ettirmeyi savunmaktan başka<br />

bir işe yaramaz.<br />

Kürtlerin şu an yaşadığımız barbarlık<br />

koşullarında biraz daha hak<br />

alarak soluklanmasına reform mücadelesiyle<br />

hizmet etmek başka bir şeydir,<br />

reformu bir felsefe, yaşam şekli<br />

olarak savunmak başka bir şeydir.<br />

Birincisine evet ama ikincisine Kürt<br />

ulusundan işçilerin, işsizlerin, yoksul<br />

köylülerin hayır demesi tarihsel<br />

bir zorunluluktur.<br />

İkinci en çok dile getirilen düşünce<br />

ise çözümün AB’ne olduğudur ki, bu<br />

ülkelerin benzer ulusal sorunlara sahip<br />

oldukları ve bu mücadeleleri yıllardır<br />

kanla bastırdıkları açıktır. Kürt<br />

ulusal sorununda çözümü Kopenhag<br />

kriterlerinden, AB’den beklemek en<br />

iyi ifadeyle gerçekleri görmemektir.<br />

Kongrede olmayan en önemli şeylerden<br />

birisi ise işçi sınıfının ve ezilen<br />

emekçilerin mücadelesindeki durumla<br />

ilgili, ekonomik-demokratik<br />

tek bir şeyin söylenmemesiydi.<br />

Kürt sorununun çözümü noktasında<br />

ise verilen mesajların tümünün<br />

egemen sınıflara, onların meclisteki<br />

temsilcilerine yönelik olması sözkonusydu.<br />

Şu gerçekliği görmek gerekiyor<br />

ki, tarihi yapan kitlelerdir, hiç bir<br />

zulüm iktidarı ilelebet devam etmemiş,<br />

hepsi halkların haklı mücadelesiyle<br />

tarihin çöplüğüne gömülmüşlerdir.<br />

Kürt halkının özgürlük mücadelesine<br />

Türkiye işçi ve emekçilerinin<br />

desteğini örgütlemek bu konudaki<br />

esas görevlerden biridir.<br />

Bimre koleti!<br />

Biji azadi!<br />

Haziran 2006 <br />

(Sayfa 15’teki yazının devamı...)<br />

yaralanan yoktur’ demeci, katliamcıları<br />

vatandaş, yananları ise ‘düşman’<br />

gördüğünün açık bir kanıtıdır. Aynı<br />

şekilde dönemin DGM Başsavcısı<br />

Nusret Demiral’ın, ‘‘Olayda örgüt<br />

yok, tahrik var” açıklaması ise, devletin<br />

olayların failleri ve ardındaki<br />

güçlere ilişkin soruşturmayı nasıl<br />

saptırdığını göstermektedir. Basının<br />

büyük bölümü ise, katliamı Aziz<br />

Nesin’e yükleyip, esas olarak olayı<br />

‘tahrik’ sonucu çıktığını açıklaması<br />

ibret vericidir. Bütün bu açıklama ve<br />

yaklaşımlar, devletin ideolojik aygıtlarının<br />

da katliama yol döşediği ve<br />

gerçeklerin üstünü örtmeye çalıştığını<br />

göstermektedir.<br />

Sivas katliamı, egemenlerin, dinci<br />

faşistlerin meşru görmediği inanç,<br />

kimlik ve siyasal görüşlere ilişkin<br />

değişik zamanlarda uyguladıkları<br />

katliamların bir örneğidir. Bu sahneleri<br />

daha önce 6-7 Eylül olaylarında,<br />

1970’li yıllarda Çorum, Sivas,<br />

Maraş, Erzincan ve daha sonra Gazi<br />

Mahallesinde görmüş ve yaşamıştık.<br />

Fazla geriye gitmeye gerek yok.<br />

Bugünün Türkiye’sin de linç kültürü<br />

yaygınlaştı. Trabzon’da TAYAD’lılara<br />

karşı başlatılan ve değişik şehirlerde<br />

uygulamaya konulan plan hep aynı.<br />

Demokratik haklarını kullanan, basın<br />

açıklaması yapmak isteyen insanlar<br />

linç edilmek isteniyor. Devlet,<br />

Sivas’ta yaptığı gibi linç edilmek istenen<br />

insanların halkı tahrik ettiğini<br />

söylüyor! Hepsinde saldırının hedefi,<br />

devletin topluma dayattığı resmi<br />

kimliğin dışında kalanlardır. Bu katliamların<br />

ortak paydası saldırganların<br />

engellenmeyerek katliama çanak<br />

tutulması ve ardından olayın üstünün<br />

örtülmesi veya sadece bir kısım<br />

piyonun cezalandırılmasıyla yetinilmesidir.<br />

Devletin verdiği mesaj şudur:<br />

Muhalif olmayacaksınız, resmi<br />

ideoloji dışında bir görüş savunmayacaksınız!<br />

Hakkınızı aramayacaksınız,<br />

demokratik taleplerinizi dile getirmeyeceksiniz!<br />

Size dayatılan politikaları<br />

kabul edeceksiniz! Devletin<br />

istemi dışında hareket ederseniz,<br />

halkı tahrik etmiş olursunuz! Halkı<br />

tahrik ettiğiniz için de, halk da gereğini<br />

yapar! Devletin bu politikaları<br />

sonucu, saldırganlar ve linç girişiminde<br />

bulunanlar korunuyor. Linçe<br />

maruz kalanlar ise ‘suçlu’ gösterilip<br />

yargı karşısına çıkartılıyor.<br />

Resmi Türk kimliğini kabul etmeyen,<br />

asimilasyonu kabul etmeyenler<br />

her uygun fırsatta tasfiye edildiler.<br />

Kürt tehcirleri ve İskan Kanunları,<br />

Varlık Vergisi, 6-7 Eylül talanı vb.<br />

bu politikanın somut göstergesidir.<br />

Sivas’ta uygulamaya sokulan tam da<br />

bu politikadır. Sivas’ta toplananların<br />

yaptığı tek şey türkülü, panelli,<br />

halaylı bir etkinlikle Pir Sultan’ın<br />

anıtını kendi memleketine dikmektir.<br />

Etkinliği düzenleyenlerin amacı,<br />

Anayasa’da yazılı demokratik, hukuk<br />

ve laiklik iddiasını laftan gerçeğe<br />

dönüştürmektir. Üstelik her<br />

şey resmi izinle gerçekleştirilmektedir.<br />

Etkinlik başta Aziz Nesin olmak<br />

üzere aydın ve sanatçıların katılımı<br />

ile gerçekleştirilmektedir. Durum<br />

buyken ‘devlet, halkla karşı karşıya<br />

getirilmemelidir’ sözü, devletin saldırganları<br />

halktan sayması, yananları<br />

ise halktan saymamasının göstergesidir.<br />

Bu ülkede solcu olan herkesin<br />

bir ‘örgüt’ kategorisi içerisine<br />

konulup yargılanması, hukuksuz cezalara<br />

çarptırılması, işkenceden geçirilmesi<br />

vb. devletin uyguladığı bir<br />

politikadır. Devlete göre; Sivas’ta yaşanan<br />

vahşette sadece ‘tahrik’ vardır.<br />

Katliamı yapanlar sadece ‘tahrik’e<br />

kapılmışlardır. Onun için bunların<br />

devlet ile karşı karşıya getirilmesi<br />

doğru değildir! Gerçekte ise, hazırlığı<br />

önceden yapılmış örgütlü faşistlerin,<br />

kolluk kuvvetlerinin yol vermesi<br />

ile bir katliam yapılmıştır.<br />

83 yıldır hâkim sınıfların verdiği<br />

mesaj çok açıktır. Devlet kendisinin<br />

belirlediği sınırların dışına çıkılmasını<br />

istememektedir. Devlet nezdinde<br />

‘örgüt’ sola özgü bir olaydır. Bu yüzden<br />

de yok edilmesi gereken bir ‘düşman’<br />

kurumdur. İnsanları yakan,<br />

katledenler ise ‘örgüt’ sayılmamaktadır.<br />

Egemen sınıflara göre, halkın<br />

‘tahrik’ olması söz konusudur.<br />

Devletin istemediği hak talebinde<br />

bulunursanız, bir takım odaklar<br />

‘tahrik’ olur, devletin desteğiyle tehdit<br />

eder, katliamlar yapar. ‘Tahrik’<br />

olanlar görevlerini yaparken, kolluk<br />

kuvvetleri kör-sağır davranır; ta ki iş<br />

bitene, hak talep edenlere ‘haddi’ bildirene<br />

kadar!<br />

Devlet’in nelere kadir olduğu, demokratik<br />

haklarını kullanan kitle<br />

eylemlerine karşı yaklaşımı çok iyi<br />

bilindiğine göre, Madımak’a çok yakın<br />

mesafedeki polis ve ordu güçlerinin<br />

katliama seyirci kalması üzerinde<br />

özellikle düşünülmelidir. Tüm<br />

bu gerçeklerin gösterdiği gibi Sivas<br />

katliamı, daha önce yaşanan katliamların<br />

bir tekrarıdır. Saldırganlar<br />

farklı, ama mizansen aynıdır.<br />

Sivas katliamının özgülünde çıkarılması<br />

gereken esas ders, süreci bütünlük<br />

içerisinde değerlendirmektir.<br />

Bu katliam devlet dışında, bir grubun<br />

yaptığı bir katliam değildir. Sivas katliamı<br />

devletin gözetimi altında yapılmış<br />

bir katliamdır. Bu katliamın sorumluluğu<br />

devlete aittir.<br />

Bu sistem var olduğu sürece, bu<br />

gibi katliamlar devam edecektir.<br />

Ancak böyle gelmiş, böyle gitmeyecektir.<br />

Gün gelecek devran dönecektir.<br />

O halde görev, sisteme karşı mücadeleyi<br />

yükseltmek ve örgütlenmektir.<br />

İşçilerin ve emekçilerin iktidarının<br />

kurulması için mücadeleyi yükseltmek<br />

gerekiyor.<br />

Haziran 2006 <br />

19

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!