You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
içindekiler - editörden<br />
Editörden...<br />
İçindekiler<br />
Değerli Okuyucu,<br />
yeni bir sayıyla yine sizlerleyiz.<br />
İşçi Eki’mizi bu sayımızda sürdürüyoruz,<br />
bundan sonra da sürdüreceğiz. Bu konuda<br />
oldukça olumlu tepki aldık. Bu bölümün<br />
daha da güzelleşmesi önemli ölçüde<br />
okurlarımızın sınıf içindeki çalışmasının<br />
daha da gelişmesine ve buna paralel olarak<br />
daha fazla somut yazılar almamıza bağlı.<br />
Dolayısıyla okurlarımızın sınıf içindeki<br />
faaliyetlerini artırması işçi ekimizi<br />
geliştirecektir ve tersine işçi ekimizin daha<br />
da gelişmesiyle okurlarımızın elinde sınıfa<br />
gitmek için daha güçlü bir silah olacaktır.<br />
Yaz ayları aslında tatil yapmak için güzel<br />
bir fırsattır, ancak şu da bir gerçek ki,<br />
büyük insanlığın büyük bölümü geçimini<br />
sağlayabilmek için yaz aylarında da<br />
çalışacaktır ve ayrıca tatil yapmak<br />
için gerekli maddi koşullara da sahip<br />
olmayacaktır. Yine büyük insanlığın bir<br />
bölümü ise ekmek kavgasında, direniş ve<br />
grev çadırlarında geçirecektir yaz aylarını.<br />
Dergimizin okurları bunun bilincinde<br />
olarak yaz aylarında da sınıf mücadelesine<br />
ara vermeden sürdürmelidir. Elbette yaz<br />
ayları piknikler ve kamplar için iyi bir<br />
fırsattır, bu nedenle imkanlar ölçüsünde<br />
piknikleri ve kampları hem kitleyi hem<br />
de kendimizi eğitmek için kullanmalıyız.<br />
Mücadele içindeki işçileri de ziyaret etmeyi<br />
unutmamalıyız.<br />
Türkiye’nin katılmaması nedeniyle<br />
burada fazla ses getirmese de, bir ay<br />
boyunca milyonlarca insan futbol dünya<br />
kupası isterisi içine çekildi. “GÜNDEM”<br />
köşemizde bu konuya yer vererek,<br />
kardeşliğin ve dostluğun sporu olabilecek<br />
futbolun nasıl çılgınca tüketim ve<br />
milliyetçilik için kullanıldığını, bu arada<br />
gerçekte kimlerin kazandığını ve kimlerin<br />
kaybettiğini göstermeye çalıştık.<br />
Bu sayımızın başyazısını aylık gazete<br />
olarak biraz geç kalarak da olsa devlet<br />
ve hükümet arasında kızışan çete<br />
savaşlarına ve bu dalaşın arkaplanının<br />
aydınlatılmasına yer ayırdık. Bu konunun<br />
önümüzdeki dönemde değişik biçimlerde<br />
ama gittikçe daha da sertleşerek<br />
karşımıza çıkacağı kes<strong>indir</strong>.<br />
İşçi Eki’mizin başyazısını işçi sınıfı<br />
sorunlarının ele alındığı yazılarda<br />
fazla önemsenmeyen ve böylece fazla<br />
dikkat çekmeyen bir konuya, çocuk<br />
işçiler konusuna ayırdık. Emperyalist<br />
burjuvazinin kurumlarının bu konudaki<br />
vahim durumu daha da iyi göstermek için<br />
nasıl olguları ve rakamları çarpıttığını<br />
örneklerle göstermeye çalıştık.<br />
İşçi Eki’mizin diğer kısmını, önemli ölçüde<br />
yeni başlayan, yürümeye devam eden ve<br />
olumlu veya olumsuz sonuçlanan direniş<br />
ve grevlere ayırdık.<br />
Yeni Kadın Dünyası’nda, Eren Keskin<br />
ve Perihan Mağden gibi mücadeleci<br />
kadınlara karşı başlatılan karalama ve<br />
kışkırtma kampanlarına tavır takındık ve<br />
bu kampanyaların aslında tüm muhalif<br />
kesimleri hedeflediğine dikkat çektik.<br />
Geçtiğimiz dönem 15-16 Haziran<br />
Büyük İşçi Direnişinin ve 2 Temmuz<br />
Sivas Katliamının yıldönümleri çeşitli<br />
etkinliklerle anıldı. Bu konulardaki<br />
yazılarımızı ilgiyle okuyacaksınız. Yine<br />
geçtiğimiz dönemde 5 Haziran Dünya<br />
Çevre Günü ve 26 Haziran, Dünya<br />
İşkenceye Karşı Mücadele Ve İşkence<br />
Görenlerle Dayanışma Günü üzerine de<br />
yazılarımızı beğeniyle okuyacaksınız.<br />
Bir okurumuzdan gelen “İyi Haber Nasıl<br />
Yazılır?” yazısını bu sayımızda maalesef<br />
yer nedeniyle yayınlayamıyoruz. Şimdilik<br />
internet sitemizden yayınladığımız<br />
bu önemli çalışmayı tüm yazı yazan<br />
okurlarımızın okumasını diliyoruz.<br />
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Ağustos<br />
ayında dergimiz çıkmayacaktır. Öyleyse<br />
Eylül sayımızda tekrar görüşmek dileğiyle..<br />
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, 09.07.2006<br />
GÜNDEM<br />
ÇARESİZ DEĞİLİZ! . 3<br />
Tüketim ve milliyetçiliğin kışkırtılması…. 5<br />
PANORAMA<br />
İSPANYA - ETA’nın ateşkes ilanı sorunu çözecek mi?. 7<br />
DEMOKRATİK KONGO CUMHURİYETİ - Seçim bahane, işgal şahane…. 8<br />
SIRBİSTAN-KARADAĞ - Referandumdan ayrılık çıktı…. 10<br />
YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />
Çocuk işçiler … . 1<br />
“TÜMTİS’te neler oluyor?”. 3<br />
Castleblair’de yaşananlar... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4<br />
Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran toplantısı. 5<br />
15-16 Haziran Mersin’de anıldı. 5<br />
HAS Alüminyum Fabrikası İşçilerinin Sendikalaşma Mücadelesi Sürüyor! 5<br />
210 işçinin işine son verildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6<br />
Seyhan: Direniş sürüyor!. 6<br />
Dev Sağlık-İş Çukurova Bölge Şubesi açıldı!. . . . . . . . . . . . . . . 6<br />
SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı!. 6<br />
MİTO işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor . 7<br />
Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandı . 7<br />
Biten grev ve direnişlerden haberler... . 8<br />
CORUS YASAN işçisi kararlı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
ABD’de göçmen olmak…. 11<br />
YENİ KADIN DÜNYASI<br />
Militarizme hayır! . 12<br />
Her Türk Asker Doğmaz - Perihan Mağden. 13<br />
Eren Keskin’e destek kampanyası devam ediyor 14<br />
Kadınlar TMY ve operasyonlara karşı Ankara’da buluştu. . . . . . . . . 14<br />
GÜNCEL<br />
Sivas katliamını unutmadık, unutmayacağız! . 15<br />
Sivas Katliamı İstanbul Kadıköy’de protesto edildi 15<br />
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />
Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!. 16<br />
İstanbul Nükleer Karşıtı Platform, 5 Haziran<br />
Dünya Çevre Günü’nünde basın açıklaması yaptı. 16<br />
İşkence görenlerle dayanışma günü. 17<br />
Eğitim Emekçileri: “Baskılar Bizi Yıldıramaz!” 17<br />
Demokratik Toplum Partisi 1. Kongresi yapıldı . 18<br />
v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer<br />
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />
v Yönetim Yeri ve Adresi:<br />
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul<br />
v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27<br />
v e-mail: mail@ydicagri.com v web: www.ydicagri.com<br />
v Banka Hesap:<br />
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />
v SAYI: 102 · TEMMUZ’2006 ISSN 1301-692X102<br />
v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro<br />
v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)<br />
vYayın Türü: Yaygın Süreli
ÇETE SAVAŞLARI TÜRKİYE’NİN GÜNDEMİNİ BELİRLİYOR ... BU KADER DEĞİLDİR...<br />
gündem<br />
ÇARESİZ DEĞİLİZ!<br />
Yine toz duman ortalık.<br />
Yine kimin eli kimin cebinde belli değil.<br />
İlginç ve korkutucu günler yaşanıyor.<br />
Onlarca komplo teorisi üretiliyor,<br />
konuşuluyor, tartışılıyor.<br />
Egemen sınıflar arasındaki iktidar<br />
dalaşı, cumhuriyetin kuruluşundan<br />
bu yana devleti<br />
elinde bulunduran güçlerle, merkezinde<br />
ordunun bulunduğu ve bu devlet<br />
bizim diyen güçlerle, parlamentodaki<br />
çoğunluğuna dayanarak devlet<br />
erkini adım adım ele geçirmeye çalışan<br />
AKP hükümeti arasındaki dalaş,<br />
artık her iki tarafın da birbirini<br />
açıkça öbür tarafı kendisine karşı<br />
komplo yapmakla, çeteleşmekle suçladığı<br />
ve bu suçlamanın kanıtlarını<br />
ortaya koymaya çalıştığı bir aşamaya<br />
geldi. Gelecek yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı<br />
seçimleri ve Ardından yapılacak<br />
genel seçim dalaşın kızışmasında<br />
belirleyici rol oynuyor.<br />
Danıştay’a yönelik ardında bir ölü,<br />
dört yaralı bırakan silahlı saldırı ertesinde<br />
olan gelişmeler, özellikle geçen<br />
yıl sonundaki Şemdinli olayları ertesindeki<br />
gelişmelerin devamı olarak<br />
izlendiğinde gelinen yerde egemen sınıflar<br />
arasındaki iktidar dalaşının boyutlarının<br />
doğru değerlendirilmesi<br />
için yeter veri sunuyor.<br />
Devleti elinde bulunduran, ayaklarının<br />
altındaki iktidar zemininin kaydığını<br />
gören ve bunu engellemeye çalışan<br />
güçler, ellerindeki tüm araçlarla<br />
hükümeti sıkıştırmaya, onu hizaya<br />
çekmeye, deyim yerinde ise “emir<br />
komuta zinciri” içine çekmeye çalışıyor.<br />
Bu uluslararası siyaset alanında<br />
da (örneğin Kıbrıs konusu, örneğin<br />
AB konusu, örneğin Ortadoğu siyaseti<br />
konusu vb.), iç siyaset alanında<br />
da (örneğin “Kürt sorunu”, örneğin<br />
“terörle mücadele” adı altında sunulan<br />
sorun, örneğin “türban sorunu”<br />
vb.) açıkça görülüyor. Hükümet kanadı<br />
zamanın kendi lehine işlediği hesabıyla<br />
ortamı germeden, bir “kazaya<br />
uğramadan” hükümet olma konumunu<br />
bir dahaki yıl genel seçimlere<br />
kadar korumak için devleti elinde bulunduran<br />
güçlerle uzlaşmaya giriyor,<br />
bir mehteran bölüğü gibi iki ileri, bir<br />
sağ bir sola selam ile yoluna devam etmeye<br />
çalışıyor.<br />
Arada bir tabana moral vermeye<br />
yönelik ve kimi de kontrol dışı olan<br />
“sert” çıkışlar işin özünü değiştirmiyor.<br />
Hükümet kanadının ortamın<br />
gerilmesinden, çatışmanın sertleşmesinden<br />
anda bir çıkarı yok. Buna<br />
karşı devlet iktidarını elinde bulunduran<br />
ve bu iktidarı korumaya çalışan<br />
kanadın ortamın gerilmesinden,<br />
çatışmaların artmasından, toplumun<br />
lafta laiklik ile şeriat alternatifleri arasında<br />
sıkıştırılıp, şeriatçı görülüp gösterilen<br />
hükümete karşı “laik” cumhuriyetin<br />
“zinde güçleri” etrafında toplanmaya<br />
çalışılmasından çıkarı var.<br />
Bu kanat için iktidarı elde tutmak<br />
için alternatifler şunlar:<br />
“Demokratik alternatif”, hükümeti<br />
erken seçime zorlamak, bu erken seçimde<br />
AKP hükümetini temeli devletçi<br />
olmak olan yeni bir Milliyetçi<br />
Cephe hükümeti kuracak bir koalisyon<br />
hükümeti ile devirmektir. Bu hükümetin<br />
ortakları CHP/DYP/ANAP<br />
ve MHP olarak öngörülmektedir.<br />
Kuşkusuz yönlendirme fonksiyonu<br />
da olan ve Danıştay olayları ertesinde<br />
yayınlanan son bir kamuoyu araştırmasında,<br />
AKP’nin oyları yüzde 30<br />
civarına düşmüş olarak gösterilmesine<br />
rağmen, oyları kendisine en yakın<br />
partiden 10 puan önde görülmektedir.<br />
Bugün devletçi kemalist kesimin,<br />
yani gerçekte devlet iktidarını elinde<br />
bulunduranların parlamentodaki<br />
“ana muhalefet partisi” görünümdeki<br />
CHP’nin oyları yükselen bir eğilim<br />
içinde gösterilmektedir. Fakat<br />
yine de AKP’nin çok gerisindedir.<br />
AKP’nin gelecek seçimlerden de —<br />
halk desteği temel alındığında— en büyük<br />
parti olarak çıkacağı en azından<br />
anda burjuvazinin medyasının tümünün<br />
üzerinde birleştiği bir olgudur.<br />
Bu durumda AKP’yi hükümetten<br />
“demokratik” yolla uzaklaştırmanın<br />
tek yolu koalisyon hükümetidir.<br />
Böyle bir koalisyon hükümeti içinde<br />
CHP esas parti olacaktır. (Her ne kadar<br />
CHP içinde de iç çatışmalar, Baykal’ı<br />
CHP’den uzaklaştırma çabaları,<br />
bu arada CHP-ANAP-DYP dışında<br />
yeni bir oluşumla AKP’ye karşı yeni<br />
bir alternatif etrafında birleşme planları<br />
olmasına, pazarlıklar yürütülmesine<br />
vb. rağmen… Böyle bir alternatifin<br />
bir dahaki seçimlere kadar yaratılıp,<br />
halktan da oy alması göle maya<br />
çalmaya benzemektedir. DSP’nin de<br />
yükselir görünen bir oy eğrisi vardır.<br />
Fakat bunun Ecevit’in ölüm döşeğinde<br />
yatmasına bağlı olarak duyulan<br />
acıma duyguları, vefa, “namuslu<br />
adam” vb. imajı ile bağı vardır.<br />
DSP’nin barajı aşıp koalisyon ortağı<br />
olma şansı sıfıra yakın bir olasılıktır.)<br />
Bugünkü güç dengelerine göre,<br />
AKP’yi demokratik yoldan işbaşından<br />
uzaklaştırma altanatifi koalisyonunun<br />
olası ortakları DYP, ANAP ve<br />
MHP’dir. DYP ve ANAP’ı bir türlü<br />
birleştirerek barajı aştırma planı vardır.<br />
Son kamuoyu yoklamasında<br />
DYP barajı aşar gösterilirken, ANAP<br />
barajın oldukça altında, tek başına seçime<br />
girdiğinde % 10’luk seçim barajıyla<br />
hiç şansı olmayan bir pozis-
gündem<br />
<br />
yonda gösterilmektedir. Böylece olası<br />
bir birliğin adresi de DYP olarak gösterilmektedir.<br />
MHP son kamuoyu yoklamasında<br />
barajın oldukça altında görünmektedir.<br />
Fakat ANAP’ın tersine tek başına<br />
seçimlere girdiğinde barajı aşma<br />
şansı vardır. Bu durumda AKP’nin<br />
“demokratik” alternatifi ortaya çıkar.<br />
Olası bir CHP/DYP/ANAP/MHP<br />
koalisyonu. İyi de bunun için seçimlerin<br />
yapılması ve bundan da önemlisi<br />
AKP’nin gerçekten % 30’lar civarında<br />
kalıp tek başına hükümet kuracak<br />
güce erişememesi ve de bunun<br />
yanında CHP yanında MHP ve DYP/<br />
ANAP’ın barajı aşıp, üçünün-dördünün<br />
parlamentoda çoğunluk elde etmesi<br />
gerekir. Bu hesap sonuçta çok bilinmeyenli<br />
ve tutma ihtimali oldukça<br />
düşük olan bir hesaptır.<br />
Orta ve uzun erimde devlet iktidarını<br />
elinde bulunduranlar için “felaket”<br />
senaryosu, AKP’nin hiç bir şey<br />
olmamış gibi yoluna devam etmesi,<br />
elindeki parlamento çoğunluğuna dayanarak<br />
kendi belirlediği bir adayı<br />
cumhurbaşkanlığına seçmesi, böylece<br />
devlet erkinin çok önemli bir<br />
mevkiini daha düşürerek ele geçirmesi,<br />
ardından da genel seçimlerde<br />
tek başına hükümet kuracak bir<br />
çoğunluğu sağlamasıdır. Bu devleti<br />
elinde bulunduran kemalist bürokrat<br />
burjuvazi açısından yolun sonu<br />
olmaz, fakat sona götüren yolda çok<br />
önemli bir virajdır.<br />
Bu yüzden şimdi öncelikli hedef<br />
olarak hükümetin hükümet olmadığının,<br />
hükümet edemeyeceğinin ispatı<br />
ve hükümetin erken seçime zorlanması<br />
seçilmiştir.<br />
Ortaya Demirel sürülmüştür. Demirel<br />
ağzından bu hükümetin aslında<br />
hükümet edemediği, bu ülkede belli<br />
güç odaklarına karşı hiç bir şey yapmanın<br />
mümkün olmadığı, çarenin<br />
erken seçimde olduğu, eğer erken seçim<br />
yapılmış olsa idi 12 Mart ve 12<br />
Eylül’ün yaşanmış olmayacağı görüşleri<br />
dillendirilmiştir.<br />
Tam böyle bir ortamda gelen Danıştay’a<br />
yönelen “Allahın Askeri”<br />
imzalı ve “türban kararının cezalandırılması”<br />
markalı ve fakat ne gariptir<br />
ki hep milliyetçi/devletçi rabıtalı<br />
silahlı saldırı eylemi, hükümetin hükümet<br />
edemediğinin ötesinde, cumhuriyetin<br />
laik kurumlarını hedef gösteren<br />
bir konumda olduğunun ispatı<br />
bir eylem olarak çıktı ortaya. Devlet<br />
ordusu, yargısı, üniversite yönetimi<br />
vb. ile Anıtkabir’e “Ata’ya şikayet”e<br />
çıktı. Hükümet üyeleri kemalist kitle<br />
tarafından “Mollalar İran’a!”, “Katil<br />
hükümet!” nidaları ile karşılandı öldürülen<br />
Danıştay üyesinin cenaze töreninde.<br />
Katilin eylemin hemen ertesinde<br />
yakalanmış olması ve katilin<br />
tüm ilişkilerinin eski ordu mensupları,<br />
kemalist-ırkçı kuruluşlar vb. olduğunun<br />
ortaya çıkması ile birlikte<br />
bu kez hükümet kanadı, Danıştay<br />
saldırısının hükümete karşı girişilmiş<br />
bir komplo olduğunu işlemeye<br />
başladı. “Laik devlete karşı hükümetin<br />
işaretiyle hareket eden şeriatçıların<br />
devlete yönelik saldırısı” teorisinin<br />
karşısına “adı konamayan bir çetenin<br />
hükümete karşı komplosu” teorisi<br />
çıktı. Bu arada çok ciddi başka<br />
komplo teorisyenleri, aslında bunun<br />
emperyalist dış güçlerin, “Türkiye’ye<br />
karşı komplosu” olduğunu anlattı.<br />
Bir ‘yaşlı eşek’ de, aslında komplonun<br />
hedefinin Türkiye’nin bağımsızlığını<br />
savunan esas güç olan İP ve onun önderi<br />
olduğunu anlattı. vb.<br />
Sonunda ne oldu?<br />
Savcının hakkında tutuklanma<br />
kararı çıkarılmasını istediği ve Danıştay<br />
eylemindeki tetikçinin, Emniyet<br />
açıklamasına göre “adı konamayan<br />
çete”sinin “kilit ismi” olarak tanıtılan,<br />
ismi bu davaya karıştırıldığı<br />
için üzüntüsünden “kalbine bıçak<br />
saplayarak intihara kalkışan” emekli<br />
yüzbaşı Muzaffer Tekin hakim tarafından<br />
tutuksuz yargılanmak üzere<br />
serbest bırakıldı. Bu olay “Türkiye<br />
seninle gurur duyuyor” nidalarıyla<br />
karşılandı. Aynı Susurluk davasında<br />
yargılanan “vatan-millet için kurşun<br />
sıkanlar” gibi. Aynı Şemdinli davasının<br />
“iyi çocuk” katilleri gibi! Sonra<br />
bütün burjuva medya hep bir ağızdan<br />
bastırdı: Gördünüz mü, bağımsız<br />
yargı karar verdi. Demek ki neymiş?<br />
Demek ki, hükümetin ve Emniyet’in<br />
bir bölümünün Danıştay saldırısının<br />
ardında çete filan araması<br />
yanlışmış. Demek ki ortada komplo<br />
filan yokmuş. Bir “meczup” kendi dediği<br />
gibi, kendi başına karar alıp uygulamış.<br />
vb. vb.<br />
Danıştay saldırısının ardından çıkarılan,<br />
adı konmamış, ve çete olmadığı<br />
“bağımsız yargı”nın bağımsız<br />
bir kararıyla tescil edilmiş olduğu<br />
söylenen çetenin ardından, Emniyet<br />
içinde hükümete yakın olan kesim ortaya<br />
bir çete daha çıkardı. İçinde aktif<br />
subayların yer aldığı bu çetenin belgeleri<br />
arasında, Başbakanın evinin krokisi,<br />
hangi yoldan ne zaman nasıl geçtiğinin<br />
notları filan da bulundu. Devlete<br />
zimmetli bir dizi silah, cephane,<br />
bomba vb. de bulundu. “Vatansever”<br />
olduklarını açıklayan bu çetecilerin<br />
açıklamaları da ilginç: Bunlar Türkiye’nin<br />
olası bir işgaline karşı örgütleniyorlarmış!<br />
Ve tabii bunlar da bireysel<br />
olarak hareket eden, devlet ve<br />
ordu vb. ile ilişkileri olmayan “meczup”lardır.<br />
İlginç olan şudur ki, bu<br />
meczuplar ve bunların eylemleri olduğu<br />
gibi, bunlara karşı hükümet yanlısı<br />
Emniyet kesiminin takibatı da nedense<br />
son dönemde artıyor. Herhalde<br />
sıcakların artmasından olacaktır bu.<br />
Öyle ya, sıcaklar arttıkça delilik alametleri<br />
de artar! Yine herhalde bunların<br />
cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça<br />
daha da artacağını söylemek<br />
için kâhin olmaya da gerek yoktur.<br />
Gelişmelerde anda gelinen son<br />
nokta ne?<br />
Özel sermayeli işbirlikçi büyük sermayenin<br />
öz örgütü TÜSİAD, erken<br />
seçime karşı olduğunu açıklayarak,<br />
hükümete destek verdi. Fakat bu desteğini<br />
de bir şarta bağladı: Hükümet<br />
cumhurbaşkanlığı seçimi vb. konularda<br />
“toplumsal uzlaşma” aramalı<br />
ve bunu sağlamalıdır. Hükümet öyle<br />
olur olmaz yersiz ve zamansız çıkışlar<br />
ve açıklamalar yapmamalıdır… vb.<br />
Ardından Başbakan –hükümetin<br />
başı– Genelkurmay Başkanı –devlet<br />
erkinin gerçek başı– ile bir görüşme<br />
yaptı. Ve bu görüşmenin sonucu tek<br />
cümleyle açıklandı: İç ve dış güvenlik<br />
sorunları üzerine görüşülmüştür!<br />
Anlaşılan odur ki, hükümet ile devleti<br />
elinde bulunduran güçler arasındaki<br />
iktidar dalaşında her iki taraf<br />
da kendisinin her dediğini yapacak<br />
durumda olmadığını, her iki tarafın<br />
da elinde ötekine karşı kullanacağı<br />
kozlar olduğu gösterilmiştir. Bu hükümetin<br />
bundan öncekilerin bir<br />
çoğunda olduğu gibi ilk muhtırada<br />
şapkasını alıp gitmeyeceği görüldüğü<br />
gibi, devlet iktidarını elinde<br />
bulunduran güçlerin hiç bir şart altında<br />
AKP’nin tek başına parlamento<br />
çoğunluğuna dayanarak seçeceği bir<br />
cumhurbaşkanını kabul etmeyeceği<br />
de görülmüş, gösterilmiştir.<br />
Bundan sonrası bu gerçeklerin yineleneceği<br />
bir dönem olacak, sonuçta<br />
bir uzlaşma formülü bulunacaktır.<br />
Fakat cumhurbaşkanlığı seçimi ile<br />
de, bir dahaki seçimler ile de bu dalaş<br />
son bulmayacaktır. Ve egemen<br />
sınıflar kendi aralarındaki bu iktidar<br />
dalaşında şimdiye kadar olduğu gibi<br />
bundan sonra da işçileri ve emekçi<br />
yığınları, hükümet demokrasi adına,<br />
devlet iktidarını elinde bulunduran<br />
güçler laik cumhuriyeti ve bağımsızlığı<br />
savunma adına kendi kuyruklarına<br />
takmayı deneyecektir.<br />
Ve bu arada çete savaşları sürecektir.<br />
Biz egemen sınıf ların iktidar<br />
dalaşının ürünü olan bu çete savaşlarının<br />
aptal seyircileri, şu ya da<br />
bu taraftaki saf destekçileri olmak<br />
zorunda değiliz. Bizim kendi tarafımız,<br />
kendi sınıf çıkarlarımız, kendi<br />
mücadelemiz var.<br />
Çete savaşlarının tozu dumanı<br />
arasında, kaybedilen, unutturulmaya<br />
çalışılan Türkiye gerçeğinde ne türban,<br />
ne egemen sınıfların laikliği ne<br />
televole sorunları belirleyici sorunlar<br />
değil.<br />
Bizim derdimiz iş sorunu, aş sorunu,<br />
konut sorunu, insanca yaşama<br />
sorunu. Tekeller bütün Türkiye<br />
tarihinde en yüksek kârlarını elde<br />
ederken, işçi ve emekçilerin toplumsal<br />
zenginlikten eline geçen pay eksiliyor.<br />
İşsizlik, yoksulluk diz boyu.<br />
Demokratikleşme adına çıkarılan<br />
bir dizi yasa var. Ama bunlar bizim<br />
için pratikte bir anlam ifade etmiyor.<br />
Kullanılmıyor. Gerçek sorunlar bunlar.<br />
Bırakalım çeteler tepişsin. Biz onların<br />
tümüne sırtımızı dönelim. Biz<br />
kendi işimize bakalım. Biz sermaye<br />
egemenliğine karşı sınıf mücadelesine<br />
sarılalım, kendi gücümüze güvenelim.<br />
Örgütlenelim.<br />
Örgütlenelim.<br />
Örgütlenelim.<br />
11 Haziran 2006 <br />
2006 D<br />
Tüketim<br />
KAZANANLAR…<br />
2006 Dünya Futbol Şampiyonası<br />
aylar öncesinden başlayan büyük<br />
bir hazırlık sonrasında Münih-<br />
Alianz Arena stadyumunda 9<br />
Haziran 2006 tarihinde yapılan<br />
görkemli bir açılışla başladı. Bir ay<br />
boyunca bir dizi şey unutturulacak;<br />
favoriler belirlenecek, takımlar<br />
tutulacak, kazanan, kaybeden<br />
hesapları yapılacak; 64 maratonluk<br />
maç son rasında<br />
hangi<br />
takımın kazanacağı<br />
üzerine<br />
tartışm<br />
a l a r y ü -<br />
r üt ü lecek…<br />
Her Dü nya<br />
K u p a s ı ,<br />
A v r u p a<br />
Kupa s ı v s .<br />
k a rşı la şmalarının<br />
olağan<br />
görüntüsü<br />
bu… Yapılanlar,<br />
y a p ı l a c a k l a r<br />
belli…<br />
Futbol geçtiğimiz<br />
yüzyılın<br />
olduğu gibi bu<br />
yüzyılın da seyri<br />
güzel en önemli<br />
spor dallarından<br />
birisi… Ancak<br />
s p or u n d i ğ e r<br />
alanlarında olduğu<br />
gibi, futbolda da günümüzde<br />
belirleyici olan bunun bir<br />
spor olarak, insan bedeninin<br />
gelişmesi, insanlar, takımlar,<br />
uluslar arasında kardeşlik<br />
ve dostluk köprüsü olması<br />
değil… Hayır futbol, günümüzde<br />
spor dünyasının en<br />
önemli şovlarının yapıldığı,<br />
çok büyük paraların kazanıldığı<br />
bir alan… Evet futbol,<br />
özellikle de Dünya Kupası,<br />
Avrupa Kupası vs. gibi organizasyonlarla,<br />
tüketim çılgınlığının<br />
doruğa çıkarıldığı bir alan…<br />
Büyük kazananlar var bu organizasyonlarda…<br />
Kupayı bir takım havaya kaldırıyor<br />
bu yarışmalarda; ama parayı kaldıranlar<br />
bir çok…<br />
kışk<br />
Bu yazıyı yazdığımızda bütün<br />
Yapılan/yapılacak 64 futbol ka<br />
Şampiyonası’nın “en büyüğü”,<br />
kazanan birilerinden, kazanıla
ÜNYA FUTBOL ŞAMPİYONASI:<br />
ve milliyetçiliğin<br />
ırtılması…<br />
dünyayı saran futbol heyecanı tüm hızıyla sürüyordu…<br />
rşılaşması henüz tamamlanmamıştı, Dünya Futbol<br />
“şampiyonu” henüz belli olmamıştı. Buna rağmen ama<br />
n birşeylerden bahsetmek mümkündü!<br />
de futbol ürünleri üreten, satan büyük<br />
tekeller var. Futbolu dostluğun,<br />
kardeşliğin, insanın bedensel gelişmesinin<br />
bir aracı yerine; kâr getiren<br />
bir ticari alan gören ve bu alana yatırım<br />
yapan; bu arada birbirine rakip<br />
de olan markaların kârlarını katladıkları<br />
organizasyonlardan birisi<br />
2006 Dünya Futbol Şampiyonası…<br />
Ama sadece spor/futbol eşyası üreten<br />
bu tekellerle sınırlı değil, “kazananlar<br />
takımı”… Çeşitli içecek tekelleri<br />
başta olmak üzere, bilgisayar, televizyon,<br />
reklam, ulaşım-turizm, fastfood<br />
yiyecek vb. alanlarındaki kimi<br />
büyük tekeller bu takımın içinde…<br />
Yine bu takıma dahil olanlar ara-<br />
gündem<br />
Kupası’nın Almanya’da süren ekonomik<br />
durgunluğun aşılmasına katkı<br />
sağlayacağı ileri sürülüyordu. Daha<br />
fazla kâr elde etmek için günümüz<br />
dünyasının genel geçerli emperyalistkapitalist<br />
kurallarını daha azgın bir<br />
şekilde uygulayarak dünya egemenliği<br />
dalaşında söz sahipliğini sürdürmek<br />
isteyen emperyalist Alman devleti<br />
Dünya Kupası organizasyonunu<br />
hem diğer emperyalist güçlere karşı<br />
prestij açısından, hem de ekonomik<br />
getirileri açısından bir avantaj olarak<br />
değerlendirmek istiyor… İstihdamın<br />
bir aylık bir süre için de olsa çok az<br />
bir iyileşme göstermesi, “mevsimlik”<br />
(bu mevsimlik “futbol mevsimliği”<br />
ama) ekonomik<br />
canlılık<br />
için bir gösterge<br />
olarak sunulacak.<br />
Belki<br />
bir ay ın sonunda<br />
yine eskiye<br />
dönülecek<br />
ama, “ne kazanılırsa<br />
kârdır”<br />
mantığıyla kitleler<br />
geçici iyi-<br />
Futbol karşılaşmalarında durum<br />
ne olursa olsun, favoriler galip gelsin<br />
veya gelmesin; sürpriz sonuçlar<br />
ortaya çıksın ya da çıkmasın; 2006<br />
Dünya Futbol Şampiyonası’nda her<br />
halükârda kazananlardan bahsetmek<br />
mümkün… Hem de Dünya Kupası<br />
karşılaşmalarının yapıldığı sıralarda<br />
değil, bunun hazırlıklarının başladığı<br />
dönemden bu yana kazananlar var.<br />
Kim bunlar?<br />
Kazananların başında spor, özelde<br />
sında futbolu, futbolcuyu “yarış atı”<br />
pozisyonunda gören ve bu alanda bahis<br />
oynatarak büyük paralar kazanan<br />
bahis firmaları var…<br />
Bunun ötesinde hazırlık ları<br />
uzun bir süreden beri süren Dünya<br />
leşmenin sonuçlarıyla<br />
kandırılacak…<br />
Sadece bu kadar<br />
değil bu orga<br />
nizasyonda n<br />
Alman devletinin<br />
çıkarı:<br />
E m p e r y a l i s t<br />
Alman devleti,<br />
son yıllarda işçilere,<br />
emekçilere<br />
yönelen saldırılara<br />
yenilerini eklemek<br />
istiyor. Şu sıralarda<br />
başta işsizlik yardımı ve<br />
sağlık “reformu” saldırısı<br />
olmak üzere yeni bir dizi<br />
saldırıyı gündeme getiren<br />
Alman devleti yaratılan<br />
futbolun patırtısı-gürültüsü<br />
arasında bunları<br />
gerçekleştirmeye çalışacak;<br />
en azından kitlelerin<br />
açıkça bu yeni saldırılara ilişkin tepkilerini<br />
bir süreliğine de olsa engellemiş<br />
olacak; sorunlar unutulacak,<br />
unutturulacak…<br />
Büyük kazananlar var… küçük kazananlar<br />
var…<br />
Alman devleti büyük kazananlar<br />
arasında… Bir de gazetelere yansı-
gündem<br />
<br />
yan küçük kazananlardan bahsediliyor…<br />
Alman ulaşım sektörü, taksiciler,<br />
fuhuş sektörü, lokantalar… bu<br />
küçük kazananların arasında sayılıyor.<br />
Bunlar arasında fuhuş üzerinde<br />
sıkça duruyor gazeteler… Magazinle<br />
bağından dolayı çokça üzerinde duruluyor<br />
belki ama, genelevlerin de<br />
ciddi ciddi hazırlık yaptığından, bu<br />
alanda bir patlama yaşanacağından<br />
bahsediliyor ve böylece bir yandan<br />
da sektörün reklamı yapılıyor, fuhuş<br />
kışkırtılıyor. Futbolun erkek şovenizminin<br />
hakimiyetinin araçlarından<br />
birisi olarak kullanıldığı, seyircisinin<br />
önemli bir bölümünün erkek egemen<br />
ideolojisinden epeyce nasiplendiği,<br />
kafaların bu ideolojiyle eğitildiği bir<br />
toplumda fuhuşun patlama yapması<br />
beklentisi “sıradışı” olmasa gerek…<br />
Almanya’da 2006’da düzenlenen<br />
Dünya Futbol Şampiyonası’nda yaşanan<br />
durum kabaca bu…<br />
Kazananlar arasında hangi ulus<br />
ve milliyetten olursa olsun özellikle<br />
şampiyonaya katılma hakkı kazanan<br />
ülkelerin hakim sınıfları olduğunu<br />
özellikle belirtmek gerekiyor. Ön<br />
planda maçlarda takımlar rakiplerini<br />
altetmek için çabalayadursun; geri<br />
planda azdırılmış, saldırgan milliyetçiliğin<br />
körüklendiği bir ay olacak bu<br />
ay… Sporun halklar arasında kardeşliğin<br />
ve dostluğun bir aracı olması işlevi<br />
bir kez daha kâğıt üzerinde kalacak,<br />
hakim sınıflar kendi düzenlerini<br />
sürdürmenin araçlarından birisi olarak<br />
“ulusal duygular”a hitap edecek,<br />
çeşitli ulus ve milliyetlerden insanlar<br />
başka ulus ve milliyetlere mensup sınıf<br />
kardeşlerine karşı kışkırtılacaklar.<br />
Onların kışkırtmaları arasında<br />
hakim sınıfların yoksullara yönelik<br />
saldırılarına yenileri eklenecek ve<br />
ama bunlar “En büyük milli takım!”<br />
bağırtıları arasında kaynayacak; duyulmayacak.<br />
Tüketim çılgınlığı sonucu büyük<br />
tekellerin maddi çıkarları ile hangi<br />
ulustan olursa olsun hakim sınıf siyasetçilerinin<br />
çıkarları yan yana,<br />
omuz omuza yürüyecek; kazananlar<br />
listesinde en büyük payı bu iki kesim<br />
alacak…<br />
KAYBEDENLER…<br />
Dünya futbola doyacak… Yazılanlara<br />
göre 64 maçı toplam 10 milyar civarında<br />
insan televizyon ekranlarından<br />
seyredecek…<br />
Bir ay sürecek bir futbol şöleni…<br />
Ve bir ay sürecek bir futbol büyüsü…<br />
Bir ay sürecek bir uyuşukluk…<br />
Seyrine doyulmayan yıldızlar, takımlar,<br />
çok güzel gollerle süslü maçlar;<br />
elemeler, çeyrek, yarı finaller ve<br />
final…<br />
İyi hoş ama sadece bu kadar mı?<br />
Örneğ in Brezi lya, Arjantin,<br />
Kosta Rica, Togo, Fildişi Sahilleri,<br />
Kolombiya, Meksika gibi yoksulluğun<br />
pençesindeki bir dizi ülke başta<br />
olmak üzere dünyanın işçilerinin,<br />
emekçilerinin kendi sorunlarına yabancılaşmasını<br />
daha da artırmayacak<br />
mı?<br />
Atılan gollerle hakim sınıfların<br />
bizlere, dünyanın işçilerine, emekçilerine<br />
attığı gollerin üzeri biraz daha<br />
kapatılmayacak mı?<br />
Ekmeğe, suya, daha iyi yaşamaya<br />
ihtiyacı olan dünyanın işçilerinin,<br />
emekçilerinin bu ihtiyaçlarının üzeri<br />
biraz daha örtülmeyecek mi?<br />
Bunlar gerçekleşmiyorsa ne yapılacak?<br />
Onun da bir yolu var: Umut, loto,<br />
toto gibi şans oyunlarında aramak<br />
öğütlenmiş bir çeşit… Bunun da<br />
Dünya Kupasındaki karşılığı “bahis<br />
tekelleri”. Oyna bahsi kazan, kurtul!<br />
Belki birileri küçük çaplı şeyler kazanacak<br />
ve bunun göstermelik yaygarası<br />
koparılacak ama yığınlar açısından<br />
değişecek birşey olmayacak…<br />
Bir ayın sonunda yine yoksul yaşam<br />
bütün acımasızlığı ile yığınların karşısına<br />
dikilecek… Açlık ve yoksulluk<br />
içinde, haksızlık içinde bir yaşam<br />
sürdürülmek zorunda; bir aylık futbol<br />
rötarının ardından…<br />
SUÇLU KİM?<br />
Açlık ve yoksulluk içinde bir dünya…<br />
Haksızlıkların hüküm sürdüğü bir<br />
dünya… İşçilere, emekçilere karşı<br />
saldırıların sürdüğü bir dünya…<br />
Dünyanın, çevrenin katledildiği bir<br />
dünya… Gözlerin kör, kulakların sağır<br />
edildiği; bilinçlerin esir alındığı<br />
bir dünya…<br />
Ve insanlar bir kere daha kendi sorunlarına,<br />
kendi gerçekliklerine yabancılaştırılacak…<br />
Futbolla!<br />
Peki bu durumda futbol suçludur<br />
diyebilir miyiz?<br />
Hayır, futbolun bir suçu yok!<br />
Amatör bir kitle sporu olarak futbol<br />
bir dizi diğer spor dalı gibi uluslar<br />
arasında kardeşliğin, dostluğun bir<br />
aracı olabilir.<br />
Ama günümüzde olan bu değil, yapılan<br />
bu değil… Futbol bu amacından<br />
uzaklaştırılmış durumda…<br />
Suçlu da işte futbolu bu amacından<br />
uzaklaştıran, onu kendi çıkarları<br />
için, uluslararasında üstünlük aracı<br />
olarak kullanmak isteyen emperyalist-kapitalist<br />
devletler… Tekeller…<br />
Hakim sınıf siyasetçileri…<br />
Bir ay boyunca futbolu seyredelim…<br />
Futbolun güzelliklerini görelim…<br />
Dünyanın en iyi futbolcularını<br />
seyretmenin keyfine varalım…<br />
Ama futbolun kapitalizmin bizi sömürdüğü,<br />
bizleri uyuttuğu bir araç<br />
haline dönüştürdüğü gerçeğini unutmadan…<br />
Dahası; futbolu bir seyir olarak değil<br />
–evet seyri de güzel ama seyretmenin<br />
insan bedenine bir faydası yok!–<br />
amatör ruhla yapılan bir spor haline<br />
getirmek, dostluğun ve kardeşliğin,<br />
iletişimin bir aracı olarak görüp<br />
bunu gerçekleştirmek gerekli…<br />
Bütün sporlar gibi futbol da kapitalizmin<br />
pisliklerinden arındırıldığında<br />
daha güzel olacak…<br />
11 Haziran 2006 <br />
Bu Kitapları<br />
isteyin, okuyun,<br />
okutun...<br />
D Ö N Ü Ş Ü M<br />
YAYINLARI<br />
ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ<br />
• 3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00<br />
• BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50<br />
• POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00<br />
• 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00<br />
• 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />
• 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00<br />
• KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00<br />
• MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />
GÜNCEL POLİTİKA<br />
• STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00<br />
• EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00<br />
• İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00<br />
• MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00<br />
• FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50<br />
• DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />
• BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />
• ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50<br />
• KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00<br />
• Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />
KADIN DİZİSİ<br />
• KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50<br />
• SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />
• KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00<br />
• KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00<br />
• SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />
• BİZİM LİSE Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50<br />
• ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />
• DİLAN N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />
• NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00<br />
• YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />
ŞİİR DİZİSİ<br />
• PANTA REİ Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00<br />
• HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50<br />
• ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50<br />
• 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00<br />
• MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00<br />
Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16<br />
Aralık 2005<br />
% 40 İndirimli<br />
Fiyat Listesi
PANORAMA<br />
panorama<br />
Avrupa’da ulusal sorun ve ulusal<br />
mücadele veren örgütler sözkonusu<br />
olunca, Türkiye’de de akla<br />
ilk gelen örneklerden biri Bask<br />
sorunu ve ETA olmaktadır. İşin<br />
ilginci bu örnek Türkiye’de ulusal<br />
sorunun çözümü için sık sık<br />
gündeme gelmekte ve kimilerinin<br />
“çözüm” önerilerinin örneği<br />
olmaktadır. Türkiye’de örnek<br />
olarak öne sürülse de somut olarak<br />
Bask ülkesinde, İspanya’da<br />
da ulusal sorunun varlığı sürüyor,<br />
gerçek bir çözüm hâlâ ufukta<br />
görünmüyor bile… Bu olgu, son<br />
dönemde Katalanlara daha geniş<br />
bir otonominin tanınmasına<br />
rağmen değişmiyor.<br />
ETA’nın ateşkes<br />
ilanı sorunu<br />
çözecek mi?<br />
Bask ülkesi sözkonusu olunca<br />
gözlerden gizlenen, ya da bilince<br />
çıkarılmayan bir olgu<br />
da, Bask ulusal sorununun sadece<br />
İspanya sorunu olmadığı, aynı zamanda<br />
Fransa’nın da sorunu olduğu<br />
gerçeğidir. Bu gerçeğe dergimizin değişik<br />
sayılarında dikkat çekmemize<br />
rağmen, Türkiye’de egemen yaklaşım,<br />
–basında sık sık olgular yazılsa<br />
da– hâlâ, Bask ve ETA sorununun sadece<br />
İspanya’nın sorunu olduğu biçimindeki<br />
yaklaşımdır. Bunun da doğrudan<br />
sonucu ETA’nın herhangi bir<br />
eylemi veya talebi de esasta sadece<br />
İspanya hükümetinin–yönetiminin<br />
siyaseti ve tavrıyla karşılaştırılmakta<br />
ve sorunun çözümünün arayışı da<br />
sadece bu çerçevede olmaktadır.<br />
“ETA ve Batasuna devlete barış görüşmeleri<br />
ve sorunun çözümü için<br />
önerilerde bulunsalar da devletin<br />
Basklılara karşı baskıları, saldırganlığı<br />
sürmektedir. Onlarca kişi ardı ardına<br />
hiçbir kanıt gösterilmeden ETA<br />
üyesi olmakla suçlanmakta, hapse<br />
atılmakta, mahkemelerde yargılanmaktadır.<br />
Bask kökenli olmaları ve Bask ülkesinin<br />
eşitliğini istemeleri yargılanmak,<br />
suçlanmak ve hapse atılmaları için yeterli<br />
‘kanıt’ olmaktadır. Mahkemeye<br />
çıkarılmadan dört seneye kadar ‘gözaltı’<br />
uygulamaları da yaşanan kimi<br />
uygulamalardır. Hemen hemen her<br />
tutuklanan Basklı’nın işkenceye maruz<br />
kaldığı da tutuklananların verdiği<br />
bilgilerle açığa çıkmaktadır.” (Çağrı,<br />
sayı 88, sayfa 24, 12 Mart 2005)<br />
Evet bunları yaklaşık bir sene önce<br />
yazmıştık. Bu tespitte hem ETA ve<br />
Batasuna’nın devletle barış görüşmelerine<br />
hazır olduğunu, hem de devletin<br />
Basklılara karşı kimi uygulamalarını<br />
bilince çıkarmaya çalışmıştık.<br />
ETA’nın barış görüşmelerine hazır<br />
olduğunu ise esas olarak kimi önderlerinin<br />
cezaevinde yaptığı açıklamalara<br />
dayanarak tespit etme durumundaydık.<br />
Sonradan ortaya çıktığı gibi<br />
ETA kendi içinde hükümetle barış<br />
görüşmelerine hazır olmayan ve silahlı<br />
mücadeleyi sürdürmekten yana<br />
olan kesimi ikna etmek için, durumun<br />
gerçekte ne olduğunu tam olarak<br />
kamuoyuna yansıtmamıştır.<br />
Sözkonusu yazımızda aynı zamanda<br />
Bask halkının kendi kaderini<br />
belirlemek için gündeme gelen<br />
referandum talebinin İspanya meclisinde<br />
büyük çoğunlukla reddedildiğini,<br />
Katalanların otonomilerini<br />
daha fazla hak için reforme etmek istediklerine<br />
değinmiştik.<br />
Gelişmeler, Zapatero hükümetinin<br />
Katalonya’nın otonomisini genişletme<br />
ve ETA ile barış görüşmelerine<br />
hazır olduğunu ortaya koydu.<br />
Bu arada yine perde arkasında taraflar<br />
arasında görüşmelerin sürdüğü de<br />
- İSPANYA -<br />
Sonradan ortaya çıktığı gibi ETA kendi içinde<br />
hükümetle barış görüşmelerine hazır olmayan ve<br />
silahlı mücadeleyi sürdürmekten yana olan kesimi ikna<br />
etmek için, durumun gerçekte ne olduğunu tam olarak<br />
kamuoyuna yansıtmamıştır.<br />
ortaya çıktı, ETA’nın yan örgütü olduğu<br />
iddasıyla yasaklanan Batasuna<br />
ve Bask ülkesinin bağımsızlığını isteyenlere<br />
karşı saldırganlığın sürdürülmesine<br />
paralel olarak ETA ile barış<br />
görüşmelerinin köşe taşları döşendi.<br />
2005 Mayıs ayı ortalarında,<br />
İspanya meclisinde ETA’nın şiddet<br />
eylemlerine son vermesi, silah bırakması<br />
ön koşuluyla görüşmelere başlanabileceğine<br />
onay verildi. Böylece<br />
zaten görüşmelere hazır olan ETA ve<br />
Batasuna ile resmi olarak görüşmelerin<br />
yolu açıldı.<br />
ETA yaptığı açıklamalarda “demokratik<br />
bir sürece entegre olmaya”<br />
hazır olduğunu ifade etse de İspanya<br />
devletinin yöneticileri ETA’nın ciddiyetine<br />
kuşku ile bakıyordu. Bu kuşkuyu<br />
gidermek için ETA, 2003 yılı<br />
Mayıs ayından beri ölümlerin yaşandığı<br />
eylemler yapmadığı olgusunun<br />
yanısıra, 1 Haziran 2005’ten itibaren<br />
İspanyol partilerinin siyasetçilerine<br />
karşı cephe siyasetini değiştirdiklerini,<br />
herhangi bir saldırıda bulunmayacaklarını<br />
ilan ederek kendilerinin<br />
güvenilirliğini sağlamaya çalıştı.<br />
Tüm bu çabalar İspanya devletinin<br />
ETA’ya yakın örgüt ya da kesimlere<br />
karşı yürüttüğü saldırgan siyasetin,<br />
mahkeme kararlarının gölgesinde<br />
kaldı. Bask ülkesinin ve halkının<br />
haklarından yana olanlara karşı devletin<br />
terörü tüm hızıyla sürüyordu.<br />
Bu süreçte ETA ile görüşmelerin yakında<br />
başlayacağı tahminleri yapılsa<br />
da, ETA’nın Mart ayında ateşkes ilan<br />
etmesine kadar gerçekte ne olacağı<br />
pek bilinmiyordu.<br />
ATEŞKES İLANI…<br />
22 Mart’ta video görüntülü yayınla<br />
yapılan ateşkes açıklamasına göre,<br />
süresi belli olmayan, kalıcı ya da sürekli<br />
ateşkes süreci 24 Mart’tan itibaren<br />
başlayacaktı. Ateşkesin amacı ise,<br />
“Bask ülkesinde demokratik bir sürecin<br />
önünü açmak”, başlatmaktır.<br />
Yine yapılan açıklamaya göre bu sürecin<br />
sonunda, “Bask halkının kendi<br />
geleceği üzerine kendisinin karar<br />
verme hakkının” elde edildiği bir sonuç<br />
isteniyordu. Bunun için de Bask<br />
ülkesinin sömürgeci güçlerine, yani<br />
İspanya ve Fransa’nın hükümetlerine<br />
yeni sürece olumlu yaklaşmaları ve<br />
saldırganlıklarına son vermeleri çağrısında<br />
bulunuluyordu. Böylesi bir durumda<br />
bu ülkelerin Basklılarla olan<br />
çelişkinin, kavganın aşılabileceğinin<br />
altı çiziliyordu yapılan açıklamada.<br />
Açıklamanın yapıldığı günlerde<br />
İspanya Meclisi Anayasa Komisyonu<br />
Katalanların bir ulus olduğunu kabul<br />
ettiği ve Katalan halkına kimi hakları<br />
tanıdığı yasa tasarısını kabul etmişti.<br />
Sözkonusu barış görüşmelerinin<br />
başlaması sürecinde öne sürülen talepler<br />
arasında Batasuna’nın yasaklanması<br />
kararının kaldırılması, tutuklu<br />
ETA ve Batasuna üyelerinin<br />
serbest bırakılması gibi temel talepler<br />
de var. ETA’nın ateşkes ilanı açıklamasına<br />
bakıldığında, Bask ülkesinin<br />
ayrı bir devlet olarak “bağımsızlığı”<br />
düşüncesinden vazgeçilmediği; ama<br />
ayrı bir devlet olabilmek için alınacak<br />
yolun silahlı reformizm yerine silahsız<br />
reformizm yolu, görüşmelerle anlaşma<br />
yolu seçilmiştir. ETA daha önce<br />
de birkaç kez ateşkes ilan etmiş ve görüşmeler<br />
yapılmıştı. Görüşmelerin<br />
çıkmaza girmesi ETA’nın yeniden silahlı<br />
eylemlere başlamasını beraberinde<br />
getirmişti. Bu bağlamda ateşkes<br />
ilanı ilk değil. İlk olan şey, bu seferki<br />
ateşkese “sürekli-kalıcı” ateşkes demeleridir.<br />
ETA’nın cezaevindeki kimi<br />
temsilcilerinin anda verilen silahlı
panorama<br />
mücadelenin işe yaramadığı yönlü<br />
açıklamaları da gözönüne alındığında,<br />
bu seferki ateşkesin, Bask sorununun<br />
çözülmemesi durumunda<br />
da kalıcı olabilme ihtimali büyüktür.<br />
ETA, yeniden silahlı mücadeleye başlamayabilir.<br />
Fakat bu da, İspanya’da,<br />
ya da Bask ülkesinin bağımsızlığını<br />
isteyen kimi yeni silahlı grupların<br />
ortaya çıkmayacağı anlamına gelmiyor.<br />
NELER OLABİLİR?<br />
ETA’nın sürekli-kalıcı ateşkes ilanı<br />
esas olarak burjuvazinin temsilcileri<br />
tarafından sevinçle içiçe temkinli bir<br />
tavırla karşılandı. Barış görüşmeleri<br />
sürecinin zor geçeceği üzerine demeçler<br />
verildi, neler olabileceği üzerine<br />
tahminlerde bulunuldu.<br />
İspanya Başbakanı Zapatero kapalı<br />
kapılar ardında yürütülen görüşmelerle<br />
ETA’nın ateşkes ilan etmesini<br />
sağlayan kişi olarak gösterilip puanlarını<br />
yükseltirken barış görüşmelerinin<br />
aşama aşama olacağını ve kafasında<br />
bir yol haritası olduğunu açıkladı.<br />
Zapatero kendisini sağlam kazığa<br />
bağlamak için de meclisten ETA ile<br />
görüşmeler için onay istedi ve meclisteki<br />
çoğunluk bu isteği onayladı. Aşırı<br />
milliyetçi Halk Partisi dışındaki partiler<br />
esas olarak Zapatero’nun ETA<br />
ile görüşmelerine destek veriyor.<br />
Görüşmelerin ise iki ayrı temelde<br />
yürütüleceği görülüyor. Hükümet<br />
ETA ile yürüteceği görüşmelerde,<br />
esas olarak silahların bırakılmasını<br />
sağlamaya çalışacak. ETA’nın silahları<br />
bırakıp bırakmayacağı ise görüşmelerin<br />
sonucunda ETA’nın taleplerine<br />
ne kadar yanıt verilip verilmeyeceği<br />
tarafından belirlenecek.<br />
ETA, Batasuna’nın yasağının kaldırılmasını,<br />
kendi taraftarlarının cezaevlerinden<br />
bırakılmasını da istediğinden,<br />
görüşmelerde bu noktalar<br />
da gündeme gelecektir. Batasuna’nın<br />
yasağının kaldırılması ve kimi ETA<br />
tutuklularının serbest bırakılması işi<br />
en kolay çözülecek işlerdendir.<br />
Görüşmelerin yürütüleceği ikinci<br />
temel ise, İspanya hükümet yetkililerinin<br />
Bask ülkesinin legal siyasi<br />
temsilcileriyle Bask bölgesinin geleceği<br />
üzerine görüşmeler yürütmesidir.<br />
Yani Bask ülkesinin kaderi, sadece<br />
ETA ile yürütülen görüşmelerde<br />
tartışılmayacak. Esas olarak merkezi<br />
hükümet ile yerel hükümet ve siyasi<br />
partiler arasındaki görüşmelerde belirlenecek.<br />
Bu temellerde yürütülecek<br />
pazarlıkların yaz tatili sonrasında<br />
başlayacağı tahmin ediliyor.<br />
Sonuçta, ateşkes ilanının kendisi<br />
resmi görüşmelerin başlatılmasının<br />
yolunu açmıştır ama sorunun<br />
çözümünü getirmekten uzaktır.<br />
Görüşmelerin hükümet temsilcileri<br />
tarafından mümkün olduğunca uzatılmaya<br />
çalışılacağına kesin gözüyle<br />
bakılabilir.<br />
Görüşmelerde Bask ülkesinin kaderini<br />
Bask halkının belirlemesi talebi<br />
kabul edilse de –ki bu demokratik<br />
bir hakkın kabulüdür– sorunun<br />
özü Bask halkının seçimine sunulacak<br />
olan alternatifin ne olduğudur.<br />
Örneğin Katalan halkına otonominin<br />
genişletilmesi için ne<br />
düşündüğü konusunda<br />
referandum hakkı verildi<br />
ve gerçekleştirildi de.<br />
Bask ülkesi bağlamında<br />
ise bilinçte tutulması gereken<br />
esas mesele, sadece<br />
otonomi haklarının genişletilmesi<br />
değildir.<br />
Bask ülkesi İspanya ve<br />
Fransa tarafından ilhak<br />
edilen ve parçalanan bir<br />
ülke olduğu sürece ve<br />
Bask ulusunun ayrı devlet<br />
kurma hakkı tanınmadığı<br />
sürece Bask ulusal<br />
sorunu da varlığını<br />
sürdürecektir. Fransa<br />
ile Bask temsilcileri arasında<br />
herhangi bir görüşme falan<br />
yok. Tersine Fransa Basklılara karşı<br />
saldırganlığını, ETA taraftarı olduğu<br />
iddiasıyla onlarca insanı tutuklama<br />
biçiminde sürdürüyor.<br />
Görüşmeler sürecinin zor ve çelişkili<br />
geçeceği tespiti doğrudur. ETA<br />
ile görüşmelere karşı olanların provokasyonlarının<br />
yaşanacağı; ya da<br />
ETA’nın pazarlık gücünü azaltmak<br />
için kimi bomba eylemleri gerçekleştirilerek<br />
ETA’nın suçlandığı, güvenilir<br />
olmadığının propagandası yapıldığı<br />
bir süreç yaşanabilir. Bunun<br />
nasıl olacağını da hep birlikte göreceğiz.<br />
Açık olan şey, ETA’nın “terörist örgüt”<br />
olarak ilan edilmesi yerine, sisteme<br />
entegre etme siyasetinin öne<br />
çıktığıdır. Bunun için de IRA örneği<br />
öne çıkarılmaktadır. Uluslararası<br />
burjuvazinin şu ya da bu biçimde varolan<br />
silahlı muhalefet gücünü, sistemi<br />
tehdit etme potansiyelini ortadan<br />
kaldırma, şiddet tekelini tümüyle<br />
kendi elinde toplama siyaseti,<br />
sorunların çözümü adına değişik<br />
kanallardan uygulanmaktadır. ETA<br />
bağlamındaki tartışmalarda aslında<br />
bilince çıkarılması gereken temel sorun<br />
da budur.<br />
26 Haziran 2006 <br />
- DEMOKRATİK KONGO CUMHU<br />
Seçim bahane, işgal<br />
Eğer yeniden<br />
ertelenmezse, Kongo’da<br />
parlamento ve başkanlık<br />
seçimlerinin birinci<br />
turu 30 Temmuz’da<br />
gerçekleşecek. Sözkonusu<br />
seçimler, yıllarca süren iç<br />
savaş ve çatışmalara son<br />
verme ve “savaştan barış<br />
dönemine geçiş süreci”<br />
olarak düşünülen, ama<br />
seçim koşulları ve ortamı<br />
–esas olarak güvenlik<br />
ve teknik nedenlerden–<br />
olmadığı söylenerek<br />
birçok kez ertelendi.<br />
Birleşmiş Milletler’e bağlı<br />
17.000 civarında “mavikasklı”<br />
işgal gücü yıllardır Kongo’da.<br />
Kongo’da ise bu güçlere rağmen, yürüyen<br />
çatışmalarda, 1998’den bu<br />
yana beş milyon civarında insan yaşamını<br />
yitirmiştir. Yönetimde ise savaş<br />
ağaları arasında anda en güçlü<br />
savaş ağası olan Kabila var. Kabila<br />
askeri bir rejimle ve emperyalistlerin<br />
desteğiyle ülkeyi yönetiyor.<br />
Kabila’nın yönetimde olması ama<br />
ülkenin değişik bölgelerinde, kendi<br />
bölgesinde egemen olan savaş ağalarının<br />
varlığını ortadan kaldırmıyor.<br />
Özellikle başkanlık seçimlerinde<br />
aday olan savaş ağalarının seçimi<br />
kaybeden tarafı, seçimde sahtekarlık<br />
olduğunu iddia ederek kendisine<br />
bağlı silahlı güçleri devreye sokma<br />
ve çatışmalara yol açması büyük bir<br />
olasılık olarak görülüyor. Örneğin<br />
Kabila yeniden seçilmediği durumda<br />
kendisine bağlı 15.000 civarındaki<br />
“Başkanlık muhafız kıtası” güçlerini<br />
harekete geçirebilir. Diğer kimi savaş<br />
ağalarının da binlerce silahlı gücü –<br />
ve evet bunlar arasında çocuk askerler<br />
de var– vardır. Bu durumda seçimlerin<br />
yapılmasının yeni çatışmaların<br />
dönüm noktası olabilme ihtimali<br />
büyüktür. Bu durumda aslında<br />
BM’nin ve Avrupalı emperyalistlerin<br />
seçimlerin yapılmasında ısrar etmesinin,<br />
“demokrasiye geçiş” için mi,<br />
yoksa ülkeyi daha fazla karışıklığa<br />
sokup “barışı sağlamak” adına daha<br />
fazla işgal gücünü Kongo’ya göndermenin<br />
zeminini mi yaratmak istediği<br />
sorusu ortaya çıkmaktadır.<br />
Birleşmiş Milletler Güvenlik<br />
Konseyi 25 Nisan 2006 tarihinde<br />
yaptığı toplantıda Kongo’daki ortamı<br />
“dünya barışını ve uluslararası<br />
güvenliği tehdit eden bir durum” olarak<br />
değerlendirmiş ve 1671 sayılı kararla,<br />
AB’nin Kongo’daki seçimlerin<br />
güvenliğini sağlamak için BM güçlerine<br />
destek vermesi gerektiği kararını<br />
almıştır. Böylece 2003 yılında<br />
Kongo’daki ilk görevinden sonra<br />
AB’nin askeri gücü yeniden devreye<br />
sokuldu. AB ise yürüttüğü tartışmalar<br />
ertesinde Kongo’ya 2000 civarında<br />
asker göndermeyi kararlaştırdı.<br />
AB’nin başını çeken emperyalist<br />
güçlerden Almanya ve Fransa başta<br />
olmak üzere kimi diğer AB ülkeleri<br />
görev süreci seçimlerden önce başlayıp<br />
seçimlerden sonra dört ay sürecek<br />
olan askeri gücün gönderilmesi<br />
kararını 12 Temmuz’dan itibaren<br />
gerçekleştirecek. Seçimlerden dört ay<br />
sonra ise bu sürecin uzatılması gündeme<br />
gelecektir.<br />
Emperyalistlerin her zamanki gibi<br />
başvurduğu sahtekârlıklar Kongo<br />
somutunda da gündeme gelmektedir.<br />
Kendileri militaristleşme adımlarını<br />
ilerletirken ve işgal güçlerini<br />
başka ülkelere gönderirken, kendilerini<br />
“barışı koruyan”, “demokrasiye<br />
geçişi sağlayan” ve “yardım meleği”<br />
olarak göstermektedirler. Bu “yardım<br />
melekleri” gerçekte askeri güç olarak<br />
dünyanın en güçlüleri arasında başa<br />
oynuyor. Dünyanın yeniden paylaşımı<br />
dalaşında pastadan pay alma savaşı<br />
yürütüyor.<br />
Yaptıkları sahtekârlıklardan biri<br />
de şu ya da bu ülkede gerçekleştirilen,<br />
ya da gerçekleştirilecek seçimlerle<br />
ilgili. Somut olarak Kongo’da<br />
yapılması planlanan seçimlerin “hür<br />
ve demokratik” seçimler olacağı propagandasını<br />
yapmaktadırlar. “Hür ve<br />
demokratik” seçimleri güvenlik altına<br />
almak için de ek olarak askeri güç
panorama<br />
RİYETİ -<br />
şahane…<br />
sını propaganda ediyorsa, sözkonusu<br />
seçimlerde çıkarları vardır.<br />
BM Güvenlik Konseyi Kongo’daki<br />
durumu “dünya barışını ve uluslararası<br />
güvenliği tehdit eden bir durum”<br />
olarak değerlendiriyor. AB’nin<br />
Kongo’ya askeri güç göndermesine<br />
karşı olan kimi Kongo’lular, BM ve<br />
AB güçlerinin seçimlerin yapılması<br />
ve Kabila yönetimine dayattığı ön<br />
koşulların yerine getirilmediğini somut<br />
verileriyle ortaya koyuyorlar.<br />
Kabila’nın yeniden seçilmesi ise hemen<br />
hemen kesin olarak görülüyor.<br />
Böylesi bir ortamda Kabila karşıtlarının<br />
seçim sonuçlarına itiraz edeceklerine<br />
de kesin gözüyle bakılmaktadır.<br />
Buna rağmen ama AB’li emperyalistler<br />
için belirleyici olan kimin<br />
seçileceği değil, seçimlerin Kongo’ya<br />
askeri güç yerleştirmenin ve emperyalist<br />
tekellerin çıkarlarının korunması<br />
ve güçlendirilmesi için bir araç<br />
olarak kullanılmasıdır.<br />
KONGO’DAKİ ÇIKARLARI<br />
NEDİR?<br />
Emperyalistler arası dünyayı paylaşım<br />
dalaşı sözkonusu olduğunda,<br />
anda öne çıkan şey Irak veya İran’a<br />
yönelik savaş veya savaş hazırlığı siayrıca<br />
ekonomik olarak önemli gelir<br />
kaynağı olan tropik ağaçlara sahip.<br />
Bunlara ek olarak son yıllarda petrol<br />
kaynağının varlığı da ortaya çıkmış<br />
ve Çin, Kongo’da petrol üretmeye<br />
başlamıştır.<br />
ABD emperyalizmi Kabila ile şimdiye<br />
kadar dünyanın en büyük dokunulmamış<br />
bakır rezervlerini işletme<br />
–siz bunu talan diye okuyunbağlamında<br />
anlaşma yapmış durumdadır.<br />
Çin de hem petrol hem<br />
de bakır üretimi bağlamında AB’li<br />
emperyalistleri geride bırakmış durumda.<br />
Fransız ve Alman emperyalizminin<br />
tekelleri şu ya da bu ölçüde<br />
Kongo’daki talanda yer alsalar da,<br />
onlar daha fazlasını istiyor.<br />
Petrol, altın, elmas ve bakır tanınmış<br />
yeraltı kaynaklarıdır. Fakat<br />
Kongo üzerine yürüyen dalaşta<br />
önemli rol oynayan madenlerden<br />
biri Coltan’dır. Coltan, özellikle cep<br />
telefonları, bilgisayar endüstrisinde,<br />
silahlanma ve roket üretiminde kullanılan,<br />
sanayi ürünlerinin yüksek<br />
derecedeki sıcaklığa dayanıklığı<br />
için kullanılan bir madendir. Yani<br />
Coltan, hem ticaret açısından hem<br />
seçimler gerçekleşirse, kartların yeniden<br />
dağılması sözkonusu olacaktır.<br />
Afrika kıtasında da emperyalistler<br />
arasındaki güç dengeleri değişiyor.<br />
Çin Afrika kıtasındaki ülkelerle<br />
ticaret partneri olarak ABD ve<br />
Fransa’dan sonra üçüncü güç konumuna<br />
gelmiş durumdadır. İngiliz emperyalizmi<br />
konumunu Çin’e terketmek<br />
zorunda kalmış, Alman emperyalizmi<br />
ise dünya üzerindeki dalaşta<br />
“geç kaldığını” söyleyerek bu “geç kalmışlığı”<br />
ortadan kaldırmak için daha<br />
da saldırgan hale gelmiştir.<br />
Bunun bir aracı olarak AB askeri<br />
gücünün komutasını sevinerek üstlenmiş<br />
ve Almanya’nın tekellerinden<br />
Bayer AG, bu tekele bağlı H.C. Starck<br />
ve Siemens gibi tekellerin Kongo’daki<br />
çıkarlarını korumaya soyunmuştur.<br />
Kuşkusuz ki sözkonusu olan sadece<br />
varolan nüfuz alanını, çıkarları korumak<br />
değil, daha da fazlasına sahip<br />
olmaktır amaçları.<br />
Emperyalistlerin bu amaçlarını bilen<br />
ve Kongo’ya AB askeri gücünün<br />
gönderilmesine karşı olan Kongolular<br />
da var tabii ki. Protesto eylemleriyle<br />
AB ordu gücünün Kongo’ya gönde-<br />
Emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarında veya<br />
devlet yöneticilerinin yürüttüğü tartışmalarda<br />
Kongo halkının sorunları, onların istek ve<br />
talepleri, ya da %90’ının mutlak yoksulluk<br />
sınırında yaşamasının nedenleri, günde hâlâ<br />
1200 civarında insanın çatışmalarda yaşamını<br />
yitirmesi vb. sorunlar yoktur, olmaz da. Onlar<br />
için belirleyici olan kendi çıkarlarıdır. Onlar<br />
için seçimlerin güvenliği gerekiyorsa, bilin ki<br />
seçimlerde onların çıkarları vardır.<br />
gönderiyorlar Kongo’ya! 2000 askerle<br />
bunu nasıl sağlayacakları da gerçekte<br />
soru işareti ama emperyalistlerin borazanları<br />
böyle ötüyor…<br />
Emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarında<br />
veya devlet yöneticilerinin<br />
yürüttüğü tartışmalarda Kongo halkının<br />
sorunları, onların istek ve talepleri,<br />
ya da %90’ının mutlak yoksulluk<br />
sınırında yaşamasının nedenleri,<br />
günde hâlâ 1200 civarında insanın<br />
çatışmalarda yaşamını yitirmesi<br />
vb. sorunlar yoktur, olmaz da. Onlar<br />
için belirleyici olan kendi çıkarlarıdır.<br />
Onlar için seçimlerin güvenliği<br />
gerekiyorsa, bilin ki seçimlerde onların<br />
çıkarları vardır. Bu, bazen seçimlerin<br />
sonucunun kabul edilmesi,<br />
ettirilmesi, bazen de reddedilip seçimlerin<br />
sonucunun geçersiz olduğunu<br />
ilan etmeleri biçiminde kendisini<br />
gösterebilir. Kesin olan ama, eğer<br />
emperyalistler seçimlerin yapılma-<br />
yasetidir. Sözkonusu olanın petrol,<br />
doğal gaz gibi yeraltı zenginliklerine<br />
egemen olma, bölgede nüfuzunu sağlamlaştırma<br />
dalaşı olduğu da bilinmektedir.<br />
Özellikle Doğu Bloku’nun<br />
dağılmasından sonraki süreçte gündeme<br />
gelen dünyanın yeniden paylaşımı<br />
dalaşı, kendisini sadece<br />
Ortadoğu’da göstermiyor. Bu dalaş,<br />
kelimenin gerçek anlamıyla dünyanın<br />
her köşesinde sürüyor. Afrika da,<br />
sömürgecilikten en çok çeken kıta<br />
olarak bu emperyalist dalaşın sürdürüldüğü<br />
alanlardan biridir. Zengin<br />
yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip<br />
ama insanlarının çok büyük bölümünün<br />
yoksulluk, açlık ve hastalık<br />
kurbanı olan… emperyalistlerin kıskacındaki<br />
bir kıtadır Afrika.<br />
Kongo, altın, elmas, bakır, kobalt,<br />
kalay, çinko, kadmiyum, volfram,<br />
germanyum ve coltan gibi hammadde<br />
veya maden zenginliğine ve<br />
de askeri, militaristleşme açısından<br />
emperyalistlerin göz diktiği bir madendir.<br />
Bu madeni o kadar önemli gördüklerinden<br />
Pentagon, Coltan’ı sahip<br />
olunması gereken stratejik hammadde<br />
ilan etmiştir. fiimdilik tespit<br />
edildiği kadarıyla Coltan’ın<br />
dünya çapındaki rezervlerinin %80’i<br />
Kongo’dadır. Kongo’da bir bakıma<br />
Coltan’ın yeniden paylaşımı, talanı<br />
için dalaş sözkonusudur.<br />
İşte emperyalistler için Kongo’nun<br />
önemi sahip olduğu zengin kaynaklardan<br />
geliyor. Onlar “barışı sağlamak”,<br />
“demokrasiye geçmek” gibi<br />
kitlelerin isteklerini dile getirseler<br />
de, gerçekte kendi aralarında pastadan<br />
pay alma dalaşındadırlar.<br />
Bu dalaşta Çin’in Afrika ülkelerinde<br />
giderek daha çok yer alması ise<br />
emperyalistler arasındaki dalaşı kızıştıran<br />
bir rol oynuyor. Kongo’da<br />
rilmesine karşı olduklarını gösteriyorlar.<br />
Fakat anda bunu engelleme<br />
durumunda değiller. Buna rağmen<br />
ama AB ordu güçlerine “rahat” vermeyeceklerine<br />
emin olabiliriz.<br />
Basına yansıdığı kadarıyla AB’nin<br />
bu işgal gücüne Türkiye de katkıda<br />
bulunuyor. İşgal güçlerinin<br />
Kongo’ya gönderilmesine hayır! şiarıyla<br />
emperyalistlerin işgaline karşı<br />
çıkmak her gerçek demokratın, devrimcinin<br />
görevidir.<br />
Kongo’ya barışı sağlamak için gitmiyorlar!<br />
Onlar, kendi emirlerine<br />
uymayanlara ateş etme emrini şimdiden<br />
almıştır. İşgal gücü barbarlığın<br />
uygulayıcısı bir güçtür.<br />
Yardım adına emperyalist işgale<br />
hayır!<br />
Tüm işgalci güçler Kongo’dan da<br />
Afrika kıtasından da defolsun!<br />
25 Haziran 2006
panorama<br />
- SIRBİSTAN-KARADAĞ-<br />
Referandumdan ayrılık çıktı…<br />
Sırbistan ile Karadağ’ın 4 Şubat 2003’ten bu yana varolan devlet birliği, 21 Mayıs’ta yapılan referandum ile son buldu. Böylece Yugoslavya’yı<br />
oluşturan altı birlik cumhuriyetinin hepsi birbirinden ayrılmış, 20. yüzyılın başına dönülmüş, Avrupa’daki devletlerin sayısı artmış oldu.<br />
10<br />
Emperyalist güçlerin Yugoslavya’yı<br />
parçalama siyasetinin<br />
de doğrudan bir sonucu olan<br />
bu gelişme, 2002 yılında Avrupalı<br />
emperyalistlerin Yugoslavya Federal<br />
Cumhuriyeti’ne dayattıkları Belgrad<br />
Anlaşması’nın öngördüğü bir gelişmedir.<br />
4 Şubat 2003 tarihinde<br />
Sırbistan-Karadağ olarak ortaya çıkan<br />
devletler birliğinde, üç sene geçtikten<br />
sonra bu birlikte yer alan iki<br />
tarafa referandum ile birlikten ayrılma<br />
hakkı tanınıyordu.<br />
Avrupa Birliği yetkililerinin böylesi<br />
bir referandumda birlikten ayrılmak<br />
için dayattığı oy oranı %55 idi.<br />
21 Mayıs 2006 tarihinde gerçekleştirilen<br />
referanduma katılım %86.3<br />
oldu. Referandumda oy kullananların<br />
%55.5’i Karadağ’ın Sırbistan’dan<br />
ayrılması yönünde oy kullandı.<br />
Yani yüzde yarım puanla, kimi verilere<br />
göre 1800 civarındaki oyla<br />
Karadağ’ın kaderi belirlenmiş oldu.<br />
Seçim komisyonunun resmi açıklamasına<br />
rağmen seçim sonucuna itiraz<br />
eden sağcı-milliyetçi Sırp partisinin<br />
seçimin yinelenmesi talebi ise<br />
reddedildi.<br />
Karadağ parlamentosu beklendiği<br />
gibi ayrılma kararını 3 Haziran’da<br />
ilan etti. Karadağ’ın devlet olarak<br />
varlığını tanımak için Avrupa Birliği<br />
üyeleri devletler 12 Haziran’da yapılan<br />
Dışişleri Bakanları toplantısına<br />
kadar beklediler ve sözkonusu toplantıda<br />
Karadağ’ın devlet olarak varlığı<br />
kabul edildi. AB üyeleri devletlerden<br />
önce ise İzlanda, İsviçre ve Rusya<br />
Karadağ’ı tanıdığını açıkladı.<br />
Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılmasına<br />
karşı olan radikal milliyetçi kesime<br />
rağmen Sırbistan yönetimi seçimlerin<br />
sonuçlarını Karadağ’ın yasal<br />
bir hakkı olarak kabul ettiğini<br />
açıkladı, Karadağ’ı devlet olarak tanıdığını<br />
ilan etti. Böylece Avrupa’da<br />
620.000 nüfuslu yeni bir devlet ortaya<br />
çıktı.<br />
Yapı la n u lusla ra rası a n la ş-<br />
maya göre böylesi bir ayrılmada<br />
eski Yugoslavya’nın, ardından da<br />
Sırbistan-Karadağ’ın Birleşmiş<br />
Milletler’de veya benzeri uluslararası<br />
kurumlardaki temsiliyet hakkı,<br />
hak ve yükümlülükleri Sırbistan’a<br />
geçmektedir. Bu durumda Karadağ,<br />
uluslararası kurumlara tanınmak<br />
için ya da üye olarak kabul edilmek<br />
için başvuruda bulunmak zorunda.<br />
Karadağ yönetiminin açıklamalarına<br />
göre ulusal hedefleri Birleşmiş<br />
Milletler’e üye olmanın yanısıra<br />
NATO ve AB’ye üye olmaktır.<br />
K a r ad a ğ ’ı n refera ndu m i le<br />
Sırbistan’dan ayrılma kararı vermesi<br />
bir yanıyla da ulusların kendi kaderini<br />
tayin etme hakkını kullanması<br />
oluyor. Bu durum, kimi düzen savunucularının<br />
ulusal sorunun gerçek<br />
çözümünün ancak devrimle mümkün<br />
olduğunu savunmamıza karşı,<br />
“bakın işte çözüm budur ve kapitalizm<br />
koşullarında da çözüm mümkündür”<br />
siyasetini haklı çıkarmak<br />
için kullandığı, kullanacağı bir durum.<br />
Bu bağlamda en azından birkaç<br />
nokta bilince çıkarılmak zorundadır.<br />
Karadağ hem Yugoslavya çerçevesinde<br />
hem de Sırbistan-Karadağ çerçevesinde<br />
sürekli belli ölçüde otonom<br />
olan, federal bir cumhuriyetin parçalarından<br />
biri olmuştur. Bir bakıma<br />
kendi başına hep bir “küçük” devlet<br />
olagelmiştir. İkincisi, Yugoslavya’nın<br />
dağılması kanlı çatışmaların, savaşların<br />
doğrudan bir sonucu olmuştur.<br />
Bunda emperyalist güçler, özellikle<br />
de ABD ve AB’li emperyalist güçler<br />
belirleyici rol oynamıştır. Bu süreçte<br />
Karadağ kendi devlet yapısına sahip<br />
olmuş, hükümetini kurmuş, para birimini<br />
önce Mark sonra da Euro olarak<br />
belirlemiş, kendi ekonomisine de<br />
sahip ve gümrük sınırları olan bir<br />
birlik devleti olarak yaşamını sürdürmüştür.<br />
Bu bağlamda aslında<br />
Karadağ’ın “artık bağımsız” olduğunu<br />
tespit etmek gerçeği tam yansıtmamaktır.<br />
Hepsinden önemlisi de<br />
Karadağ’ın Sırbistan ekonomisi için<br />
fazla belirleyici bir role sahip olmamasıdır.<br />
Karadağ’ın Sırbistan için en<br />
önemli yanı Adriyatik’e açılan yol olmasıdır.<br />
Bütün bunlara ek olarak Karadağ’ın<br />
nüfusunun büyük bölümü esas olarak<br />
Sırp kökenlidir. Kendisini Karadağ’lı<br />
olarak gösterenlerin nüfusa oranı<br />
%43 olsa da, Karadağlıların Sırp<br />
ulusundan ayrı bir ulus veya halk<br />
olup olmadığı bizzat halkın kendisi<br />
tarafından soru işareti olarak kabul<br />
edilmektedir. Açıkça Sırp olduğunu<br />
ilan edenlerin oranı ise %32’dir. Bu<br />
duruma bakıldığında 620.000 olarak<br />
gösterilen nüfusun %75’i Sırp olarak<br />
görülmektedir. Bu durumda aslında<br />
bir ulusun –ezilen bir ulusun– diğer<br />
ulustan –ezen ulustan– ayrılması<br />
sözkonusu değil. Buna rağmen ama<br />
ayrılma kararı şimdilik pratiğe geçirilmekte<br />
ve ayrılık süreci barışçıl olmaktadır.<br />
Bu barışçıl sürecin ne kadarının<br />
emperyalistlerin dayatmaları<br />
sonucu olduğu da ayrıca gözönüne<br />
alınması gereken bir gerçekliktir.<br />
Bu noktada Sırbistan yönetimi ile<br />
AB emperyalistleri arasında yürüyen<br />
sürtüşmeler, çelişkiler ve özellikle de<br />
Kosova sorunu ile BM Uluslararası<br />
Savaş Suçluları Mahkemesi bağlamında<br />
çözülmesi gereken sorunlar<br />
önemli rol oynamaktadır. Sırbistan<br />
yönetimi ve özellikle de parlamentodaki<br />
radikal milliyetçi kesimin<br />
Karadağ’ın ayrılma kararına karşı<br />
şiddet, zor kullanma ortamının olmaması<br />
olgusu bu hesaplarda bilinçte<br />
tutulmak zorundadır.<br />
Karadağ’ın iç çelişkileri bağlamında<br />
da sözkonusu kararın tüm<br />
oy hakkına sahip olanların çoğunluğunun<br />
değil, referanduma katılan<br />
kesimin oy çokluğuyla verilen bir<br />
karar olduğu bilinçte tutulmalıdır.<br />
Kuşkusuz ki formel bakıldığında bir<br />
oy fazlasıyla da olsa referandumda<br />
çoğunluk ayrılma yönünde karar<br />
vermiştir. Fakat ülkedeki gelişmeler<br />
bağlamında referanduma katılmayanlarla,<br />
referandumda ayrılığa karşı<br />
oy kullanan %44.5’in de hesapta tutulması<br />
gerekiyor. Bu kesimin gelecekte<br />
yeni çatışmaların alevlenmesine<br />
yol açıp açmayacağı da şimdilik<br />
belli değil, ama çatışmaların çıkma<br />
potansiyeli varlığını koruyor.<br />
Sonuçta AB emperyalistlerinin<br />
belirlediği çerçevede, üçte ikilik oy<br />
çokluğunun elde edilemeyeceği öngörüldüğünden,<br />
sınır %55 oranı olarak<br />
belirlenmiş ve Yugoslavya’nın<br />
parçalanmasının son adımı da atılmıştır.<br />
Sırbistan yönetimini bundan<br />
sonra da meşgul edecek olan<br />
şey, Kosova’nın statüsü olacaktır.<br />
Karadağ’ın ayrılma kararı aynı zamanda<br />
Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasını<br />
isteyenler için bir örnek<br />
teşkil etmektedir. Emperyalistlerin<br />
“Balkanlaştırma”, daha doğrusu böl,<br />
parçala ve rahat yönet siyaseti sürdürülüyor.<br />
Karadağ Sırbistan’la olan devlet<br />
birliğinden ayrılma kararı verse de<br />
ve bu durum siyasi bağımsızlık gibi<br />
görünse de Karadağ gerçekte bağımsız<br />
değil, bilakis emperyalist güçlere<br />
bir sığıntıdır… onlara bağımlıdır.<br />
Karadağ’ın AB’ye üyeliğinin gerçekleşmesi<br />
süreci de esas olarak AB emperyalistlerinin<br />
Karadağ’ı daha çok<br />
kendilerine bağımlı kılmanın süreci<br />
olacaktır. Bu durum gözönüne alındığında<br />
Karadağ’ın bağımsız olduğunu<br />
söylemenin de gerçeği tam yansıtmadığı<br />
bilince çıkarılmalıdır.<br />
Sonuç olarak “Philipp Morris<br />
Cumhuriyeti” olarak da adlandırılan<br />
Karadağ, ekonomisini kara para,<br />
mafya ilişkileri, sigara kaçakçılığı vb.<br />
üzerinden düzenlemektedir. İtalyan<br />
savcılarının hesaplarına göre Karadağ<br />
bütçesinin %60’ını kaçakçılıkla sağlamaktadır.<br />
Turizm gelirleri bir kenara<br />
bırakıldığında, gelirlerinin bu<br />
kaynağı kurutulduğunda Karadağ’ın<br />
ekonomik olarak aslında kendi başına,<br />
bağımsız olarak yaşayabilmesi<br />
zor. Bu da Karadağ’da iktidarı elinde<br />
tutanların emperyalistlere daha çok<br />
sığınmaya, onlara bağımlılığı kabul<br />
etmeye temel oluşturuyor.<br />
Sınıf bilinçli işçilerin görevi, ezilen<br />
ulusların gerçek kurtuluşunun emperyalizme<br />
bağımlılıkla değil, emperyalizme<br />
karşı mücadeleyle, devrimle<br />
gerçekleşebileceğini işçilere,<br />
emekçilere kavratmaktır. Karadağ’ın<br />
somut durumunun bağımsızlığın,<br />
özgürlüğün bir örneği olamayacağını<br />
bilinçlere kazımaktır.<br />
21 Haziran 2006
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Çocuk işçiler …<br />
Medyaya yansıyan<br />
tavırlara göre ILO<br />
Genel Müdürü “çocuk<br />
işçiliğinin ortadan<br />
kaldırılması artık imkan<br />
dahilindedir”. Bu tespitin<br />
dayandırıldığı veriler<br />
ise, 2000-2004 yılları<br />
bağlamında hazırlanan<br />
raporda aktarılmaktadır.<br />
Buna göre 2000-2004<br />
yılların arasında 5-17<br />
yaş arası çalışan çocuk<br />
işçilerin sayısı 246<br />
milyondan 218 milyona<br />
inmiştir.<br />
Öyle bir dünyada yaşıyoruz<br />
ki, hangi yana bakarsak bakalım<br />
barbarlıkla karşılaşıyoruz…<br />
Hayır, biz felaket tellallığını<br />
yapmıyoruz. Sadece ve sadece yerküre<br />
üzerinde yaşananlara bakıp olanları<br />
anlatmaya, kavratmaya çalışıyoruz.<br />
Kapitalist-emperyalist dünyanın barbarlıklarını<br />
tek tek sıralamak ve her<br />
somut sorunda kitlelerin bilincini geliştirmek<br />
barbarlığa son vermenin de<br />
önkoşullarından biridir.<br />
Biliyoruz ki, bu barbarlığa son verilecekse<br />
eğer, bunu da ancak ve<br />
ancak “büyük insanlık” yapabilir.<br />
Dünyanın mazlumları olarak da adlandırılan<br />
işçiler, emekçiler, ezilen<br />
halklar bu barbarlığa son vermezse,<br />
üzerinde yaşadığımız yerküre barbarlık<br />
içinde çöküşe gidecek…<br />
“Büyük insanlık” derin uykusundan<br />
bir uyanırsa nelere kadir olduğu<br />
açıkça ortaya çıkacaktır. Bunun bilincinde<br />
olan dünyanın egemenleri,<br />
işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların<br />
bilincini karartmak için her<br />
türlü yalana, manipülasyona, propagandaya<br />
başvurmaktadır. İşçilerin<br />
emekçilerin yaşam koşulları öylesine<br />
zorlaştırılır ki, milyarlarca insan sadece<br />
ve sadece karnını doyurup yaşayabilmenin,<br />
yaşamını idame etmenin<br />
kavgasını verirken, içinde yaşadığı<br />
dünyanın, düzenin gidişatı üzerine<br />
düşünme zamanı bile bulamamaktadır.<br />
Tüm manipüle, bilinç karartma çabalarına<br />
rağmen biraz da olsa düşünüp<br />
düzeni sorgulamaya kalkanlara<br />
karşı da egemenlerin önlemleri vardır.<br />
Kendilerinin oluşturduğu kurum<br />
ve kuruluşlar gerçeklerin üzerini<br />
örtemedikleri yerde, barbarlığın<br />
sivri uçlarını törpülemeye; sorunun<br />
kaynağında sistemin kendisinin<br />
değil, yapılan kimi yanlışların<br />
yattığını kitlelere anlatmaya ve böylece<br />
sorunların sistem çerçevesinde<br />
ele alınmasına çaba göstermektedirler.<br />
Dünyanın ezilenlerinin barbarlığın<br />
gerçek yüzünü görmemesi için<br />
de ele aldıkları sorunlarda durumu<br />
olduğundan iyi göstermektedirler.<br />
Tüm bu çabalar ise insanlık düşmanı<br />
olan bu kapitalist-emperyalist sistemin<br />
varlığını sürdürmeye hizmetten<br />
başka anlama gelmemektedir.<br />
Kitlelerin bilincini karartmaya hiz-<br />
İÇİNDEKİLER<br />
Çocuk İşçiler 1<br />
“TÜMTİS’te neler oluyor?” 3<br />
Castleblair’de yaşananlar... 4<br />
Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran toplantısı 5<br />
HAS Alüminyum Fabrikası İşçilerinin Sendikalaşma<br />
Mücadelesi Sürüyor! 5<br />
15-16 Haziran Mersin’de anıldı… 5<br />
210 işçinin işine son verildi... 6<br />
Dev Sağlık-İş Çukurova Bölge Şubesi açıldı! 6<br />
Seyhan: Direniş sürüyor! 6<br />
SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı! 6<br />
MİTO işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor 7<br />
Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri<br />
anlaşmazlıkla sonuçlandı 7<br />
Biten grev ve direnişlerden haberler... 8<br />
CORUS YASAN işçisi kararlı 8
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
<br />
met eden uluslararası kuruluşların<br />
başında Birleşmiş Milletler ve yan<br />
kuruluşları gelmektedir. Örneğin<br />
UNICEF, UNHCR gibi BM’nin yan<br />
kuruluşları, ya da BM’nin özel örgütlerinden<br />
biri olan Uluslararası<br />
Çalışma Örgütü (ILO) düzenin<br />
sivri uçlarına karşı çalışan ama<br />
gerçekte sistemin ayakta kalmasına<br />
hizmet eden kurum ve kuruluşlardır.<br />
Bu kurum ve kuruluşların<br />
üzerlendikleri misyonu yerine<br />
getirebilmeleri için de kitlelerin yaşamını<br />
biraz da olsa iyileştirmeye,<br />
uluslararası düzeyde çalışma, iş<br />
yasaları vb. ortaya koymaları gerekiyor,<br />
yapıyorlar da.<br />
Sözkonusu kurum ve kuruluşların<br />
dünya emekçilerinin bilincini<br />
karartmalarının araçlarından biri<br />
de değişik konularda ve değişik dönemlerde<br />
kamuoyuna yayınladıkları<br />
raporlardır. Sözkonusu raporlar<br />
gerçek durumu olduğundan iyi<br />
göstermek bunların temel yaklaşımlarından<br />
biridir. Çarpıtmanın<br />
yöntemlerinden biri de sözkonusu<br />
istatistiklerin karmaşıklığıdır.<br />
Buna bir de önceki raporların sonraki<br />
raporlara temel oluşturması<br />
ve böylece çarpıtmanın ve karmaşıklığın<br />
daha da ilerletilmesi ekleniyor<br />
vb. Bunun son örneklerinden<br />
biri ILO’nun çalışan çocuklarla ilgili<br />
yayınladığı rapor ve verilerdir.<br />
Medya da çocukların yaş grupları<br />
veya sayısı bağlamında buna katkıda<br />
bulunduğunda hangi verileri<br />
temel alacağınızı ya da hangisine<br />
dayanacağınızı seçemez duruma<br />
gelirsiniz.<br />
“12 HAZİRAN; DÜNYA ÇOCUK<br />
EMEĞİNE KARŞI MÜCADELE<br />
GÜNÜ”<br />
ILO Mayıs ayı sonunda başlayan<br />
ve iki hafta kadar süren 95.<br />
Konferansı’nın gündemlerinden<br />
biri de çocukların çalıştırılması,<br />
ya da başka deyimle işçi çocukların<br />
durumuydu. Bu konuyla ilgili<br />
raporu ise ILO Mayıs ayı başında<br />
kamuoyuna yansıttı. Sözkonusu<br />
konferansta konu üzerine duruldu<br />
ve çalışan çocuklar hatırlandı.<br />
Medyaya yansıyan tavırlara göre<br />
ILO Genel Müdürü “çocuk işçiliğinin<br />
ortadan kaldırılması artık imkan<br />
dahilindedir” tespitini yapmış.<br />
Bu tespitin dayandırıldığı veriler<br />
ise, 2000-2004 yılları bağlamında<br />
hazırlanan raporda aktarılmaktadır.<br />
Buna göre 2000-2004 yılların<br />
arasında 5-17 yaş arası çalışan çocuk<br />
işçilerin sayısı 246 milyondan<br />
218 milyona inmiştir. Raporun tümünü<br />
bilmiyoruz. Medyaya ne kadar<br />
doğru yansıdığını da şu an denetleyebilecek<br />
durumda değiliz.<br />
Bu bağlamda aktardığımız verilerin<br />
kesin veriler olmadığını bilince<br />
çıkarmak istiyoruz.<br />
Medyaya yansıdığı kadarıyla büyük<br />
bir gelişme olarak gösterilen<br />
5-17 yaş arası çalışan çocuk işçilerin<br />
sayısının azalması durumu,<br />
gerçekte çocuk işçilerin sayısını ve<br />
durumunu ortaya koymada ikna<br />
edici değil. Aynı veriler kimi zaman<br />
5-17 yaş arası grup için, kimi<br />
zaman da 5-14 yaş arası grup için<br />
verilmektedir. Verilerin çarpıtılması<br />
durumu da var. Eğer çalışan<br />
çocuk işçilerin sayısı gerçekten<br />
düşmüşse, bunun hangi nedenlere<br />
dayandığı ise –en azından basına<br />
yansıyan verilerde– ortaya konmamıştır.<br />
ILO verilerinin durumu<br />
olduğundan iyi gösterdiği yönlü<br />
eleştiriler haklı eleştirilerdir.<br />
ILO’nun kendi verilerine bakıldığında<br />
bile rakamlarla oynandığı,<br />
gerçek durumun daha iyi gösterilmeye<br />
çalışıldığı görülebilir. Örneğin<br />
ILO dergisinin 2/2002 tarihli sayısında<br />
2000 yılı için aktarılan verilere<br />
göre 5-17 yaş arası çalışan çocuk<br />
sayısı 351,7 milyondur. ILO ortadan<br />
kaldırılabilir çocuk çalışmasının<br />
(işinin) sayısını ise aynı yerde<br />
245,5 milyon olarak aktarmaktadır.<br />
Basına yansıyan 2006’daki rapora<br />
göre ise 2000 yılında çalışan çocuk<br />
sayısı 351,7 milyon değil 246 milyon<br />
olarak verilmektedir. Aradaki<br />
farkın 100 milyondan fazla olduğunu<br />
ise tespit etmemize gerek bile<br />
yok. Bu bir.<br />
ILO’nun kendi verilerini çarpıtmasının<br />
ikinci örneği ise, 5-14<br />
yaş arası çalışan çocuklarla ilgilidir.<br />
Yine 2/2002 tarihli ILO haber<br />
gazetesinde 5-14 yaş arası çalışan<br />
çocukların sayısı 211 milyon<br />
olarak verilmektedir. 2000-2004<br />
yılları için 2006’da yayınlanan rapora<br />
göre ise 5-14 yaş arası çalışan<br />
çocuk sayısı 217,7 milyondur. Bu<br />
veriler temel alındığında 5-14 yaş<br />
arası çalışan çocukların sayısından<br />
6,7 milyonluk bir artış sözkonusudur.<br />
Ama ILO bunu tersyüz<br />
etmekte, bu sayının 245,5 milyondan<br />
217,7 milyona düştüğünü anlatmaktadır.<br />
Bu sahtekârlığı ise,<br />
2000 yılı için öngördüğü ortadan<br />
kaldırılabilir çocuk emeği sayısını<br />
5-14 yaş arası çocukların sayısı<br />
olarak göstermekle yapıyor.<br />
Üçüncü bir şey ise, Asya ve<br />
Pasifik bölgesi ile ilgilidir. Somut<br />
aktarılan verilere göre Asya ve<br />
Pasifik bölgesinde 2000 yılında<br />
çocukların sayısı (5-14 yaş arası<br />
çocukların sayısı tabii ki) 655,1<br />
milyondur ve bunun 127,3 milyonu<br />
çalışmaktadır. 2004 yılında<br />
ise aynı yaş grubunda toplam 650<br />
milyon çocuk vardır ve bunların<br />
122,3 milyonu çalışmaktadır.<br />
ILO verilerinin durumu olduğundan iyi gösterdiği<br />
yönlü eleştiriler haklı eleştirilerdir. ILO’nun kendi<br />
verilerine bakıldığında bile rakamlarla oynandığı,<br />
gerçek durumun daha iyi gösterilmeye çalışıldığı<br />
görülebilir.<br />
Buna göre aynı yaş grubundan çocukların<br />
sayısı 5.1 milyon azalırken,<br />
çalışanlardan azalan sayı 5<br />
milyondur. Gerçekten de bu yaş<br />
grubundan çalışan çocuk sayısı<br />
düşmüştür buna göre. Fakat belirleyici<br />
olan şey, bu yaştaki çocukların<br />
çalışma zorunluluğundan<br />
kurtarılması değildir. Bu, aynı<br />
zamanda otomatikman bu 5 milyonun<br />
artık çalışmadığı anlamına<br />
da gelmiyor. 2000-2004 yılları arasında<br />
milyonlarca çocuk –eğer ölmediyse–<br />
14 yaşın üzerine geçmiş<br />
ve artık 15-17 yaş arası, kimi de 18<br />
yaşın üzerinde çalışan çocuk ve<br />
genç durumuna gelmiştir.<br />
ILO bu ve benzeri durumları gözardı<br />
ederek durumu olduğundan<br />
iyi, sayıları da olduğundan düşük<br />
göstermektedir. Bunun da en iyi<br />
örneklerinden biri Türkiye ile ilgili<br />
tavrıdır. ILO Türkiye’yi çocukları<br />
çalıştırmaktan kurtarıp eğitime<br />
yönlendiren örnek ülkelerden biri<br />
olarak gösteriyor. Aktardığı veya<br />
dayandığı veriler ise 1994-1999<br />
arası dönemin verileridir. Buna<br />
göre Türkiye’de sayısı yaklaşık<br />
bir milyon olan çalışan çocuk sayısı<br />
yarıya <strong>indir</strong>ilmiştir. Oysa 2006<br />
yılında da kimi sendikaların tahminlerine<br />
göre Türkiye’de en az<br />
4 milyon çocuk çalışmaktadır. Bu<br />
hesaplar içinde aslında okul tatilleri<br />
döneminde çalışan çocukların<br />
sayısı da yoktur. Genelde dünya<br />
çapında da, özellikle kayıtdışı denilen<br />
ekonomik, çalışma alanında<br />
çalışan çocukların sayısı tam olarak<br />
bilinmiyor. Buna da dayanarak<br />
ILO verilerini eleştirenler, gerçek<br />
sayının ILO’nun aktardığı verilerin<br />
çok üzerinde olduğunun altını<br />
çiziyor.<br />
Kısacası, medya üzerinden yapılan<br />
dünya çapında çalışan çocukların<br />
sayısında önemli ölçüde<br />
azalma olmuştur biçimindeki propaganda,<br />
gerçek durumun çarpıtılması<br />
üzerinden yükselmektedir.<br />
Ayrıca ILO kendisine yakın hedef<br />
olarak –ki bu da on yıllık bir<br />
süreç– “en kötü şartlarda çalışan”<br />
çocukların çalışmalarını sonlandırmak<br />
olarak koyuyor. Bu “en<br />
kötü koşullarda çalışma”nın içeriği<br />
ise kölelik, insan ticareti, borçlandırarak<br />
kendine bağımlı kılma<br />
ve benzeri zorunlu çalışma biçimleri,<br />
çocukların zorla silah altına<br />
alınması, silahlı çatışmalara sürülmesi,<br />
fuhuş ve pornografi olarak<br />
dolduruluyor. ILO’nun bu amaç<br />
ilanı kendi başına ele alındığında<br />
kuşkusuz iyi bir şeydir. Ama, gerçekte<br />
bu, göz boyamaktan başka<br />
ve ILO tarafından da gerçekleştirilebilecek<br />
bir şey değildir. Tüm bu<br />
sorunların kaynağı bizzat kapitalist<br />
sistemin kendisidir. En basitinden<br />
çocuk emeğinin sömürülmesi,<br />
kapitalistlerin azami kâr hırslarını<br />
gidermeye hizmet etmekte,<br />
zenginliklerine daha çok zenginlik<br />
katmalarını beraberinde getirmektedir.<br />
Burada aktardığımız birkaç örnek<br />
bile ILO’nun çalışan çocukların<br />
durumunu olduğundan iyi gösterdiği,<br />
sistemde temelde bir değişiklik<br />
olmadan milyonlarca çocuğun<br />
çalışmasının ortadan kaldırılabileceği<br />
görüşünü yaygınlaştırarak<br />
sistemi hoş gösterdiği açıkça<br />
ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmemperyalizm<br />
koşullarında, dünyanın<br />
nüfusunun büyük bölümünün<br />
yoksulluk ve açlık sınırında yaşadığı<br />
koşullarda çocukların çalıştırılması<br />
durumuna son verilebileceğini<br />
savunanlar, kitlelerin bilincini<br />
karartmaktadır.<br />
İşçilerin, emekçilerin işgüçlerinin<br />
sömürülmesine son vermek<br />
için nasıl ki sömürü sistemine,<br />
yani kapitalizme son vermek gerekiyorsa,<br />
çocukların işgücünün<br />
sömürülmesine son vermek için<br />
de kapitalizme son vermek zorunludur.<br />
Bu sömürü sistemine karşı<br />
mücadele etmeyenlerin çocukların<br />
sömürülmesine son vermek gerektiği<br />
yönlü açıklamaları boş laftır…<br />
“Çocuk Emeğine Karşı Mücadele<br />
Günü”nün de sömürü sistemine,<br />
kapitalizme karşı mücadele gününe<br />
dönüştürülmesi biz işçilerin,<br />
emekçilerin görevidir. Bugünün<br />
çocuk işçilerinin yarının yetişkin<br />
işçileri olacağı ve sömürü sisteminin<br />
kökünü kazımak için de proleter<br />
sınıf bilincine daha şimdiden<br />
sahip olmaları gerektiği bilinciyle<br />
ve bu görevi başarma amacıyla işbaşına!<br />
23 Haziran 2006
“TÜMTİS’te<br />
neler oluyor?”<br />
Medya ve internet üzer<br />
i nden i z le d i ğ i m i z<br />
TÜMTİS tartışmalarına<br />
ilişkin tavır takınmak istiyoruz.<br />
Kamuoyuna yapılan açıklamalara<br />
yansıdığı kadarıyla TÜMTİS’teki<br />
sorunların kaynağı birkaç yıl öncesine<br />
kadar uzanmaktadır. Gerçekte<br />
ise sendikal çalışma bağlamındaki<br />
yaklaşımlar sorunların kaynağını<br />
oluşturmaktadır. Sözkonusu bu<br />
yaklaşımlar değişik dönemlerde<br />
kendisini değişik biçimlerde göstermektedir.<br />
İşçi sınıfının çıkarları,<br />
birliği ve mücadelesini savunmaktan<br />
çok sendika bürokratizminin<br />
uygulanması –Türkiye’de<br />
çokça kullanılan tanımıyla sendika<br />
ağalığı–; sınıf kavgası yerine koltuk<br />
kavgasının verilmesi; açıklık<br />
ve eleştiri aracı yerine ayak oyunlarının,<br />
adam kayırmacılığın ve dar<br />
grup çıkarlarının ifadesini bulduğu<br />
sekterliğin egemen olduğu yaklaşımlar,<br />
bu biçimlerin bazılarıdır.<br />
Tüm bunların, hangi oranda olursa<br />
olsun işçi sınıfının sermayeye, kapitalist<br />
egemenliğe karşı mücadelesine<br />
zarar verdiği ise işçi sınıfının<br />
çıkarlarını savunduğu iddiasında<br />
olan hemen herkes tarafından teslim<br />
edilmektedir.<br />
TÜMTİS içindeki gelişmelere<br />
bakıldığında çelişkili iki taraf da<br />
lafta işçi sınıfının çıkarlarını, mücadeleci<br />
sınıf sendikacılığını savunduğunu<br />
iddia etmektedir.<br />
Taraflar kendilerinin işçi sınıfının<br />
çıkarlarının gerçek savunucusu olduğunu<br />
iddia ederken, karşı tarafın<br />
buna uygun davranmadığını<br />
savunmaktadır. Bu durumda yaşananları<br />
ancak taraflarca yapılan<br />
açıklamalardan takip edebilenlerin<br />
değerlendirme yapabilmesi zorlaşmaktadır.<br />
Buna rağmen ama, işçi<br />
sınıfının çıkarlarının nerede yattığına,<br />
yapılan önerilerden hangilerinin<br />
sorunu çözmede doğru<br />
öneri(ler) olduğuna karar verebilme<br />
durumundayız.<br />
TÜMTİS’te şimdi tartışma konusu<br />
olan Olağanüstü Genel Kurul<br />
yapılması talebi ve bu talebin gündeme<br />
gelmesine neden olan gelişmelerin<br />
kamuoyuna yansıması<br />
esas olarak Eylül 2005’te başlamış<br />
ve bugüne kadar sürmüştür.<br />
Kamuoyuna yayınlanan ve tartışmaların<br />
temel belgeleri olarak<br />
görülen yazılar şunlardır:<br />
– “Emeğin Partisi Tümtis<br />
Sendikasında Yöneticilik Yapmış<br />
5 Üyesini İhraç Etti” başlıklı ve 9<br />
Eylül 2005 tarihli basın bildirisi.<br />
– “TÜMTİS’te Neler Oluyor?<br />
Parti kamuoyuna” başlıklı Eylül<br />
TÜMTİS Genel Başkanı<br />
Sabri Topçu<br />
2005 tarihli, muhalefetin açıklaması.<br />
– May ı s 20 0 6 t a r i h l i ve<br />
“TÜMTİS’te Neler Oluyor? (EMEP<br />
çetesi iş başında)” başlıklı yine muhalefetin<br />
açıklaması.<br />
– 24 Mayıs 2006 tarihli TÜMTİS<br />
İstanbul Şubesi ve 27 Mayıs tarihli<br />
İzmir Şubesi basın açıklamaları.<br />
– 9 Haziran 2006 tarihli Evrensel<br />
gazetesinden yayınlanan “Sınıftan<br />
yana, mücadeleci işçi, emekçi ve<br />
sendikacılar yıkıcılığa ve bozgunculuğa<br />
geçit vermeyecek” başlıklı<br />
açıklama ve imza listesi.<br />
– 14 Haziran 2006 tarihli “Son<br />
sözü TÜMTİS İşçisi söyleyecek –<br />
Olağanüstü Genel Kurul Talebinde<br />
Bulunan Delegeler” başlıklı ve imzalı<br />
açıklama.<br />
Bu yazılara ya da belgelere dayanarak<br />
herkes değerlendirme yapabilme<br />
ve doğru olanın ne olduğunu<br />
söyleyebilme imkanına sahiptir.<br />
9 Eylül 2005 tarihli EMEP açıklamasında<br />
5 üyesinin ihraç edildiği<br />
anlatılırken, sözkonusu kişilere<br />
yönelik suçlamalar yapılmakta<br />
ama önemli olan somut bir örnek<br />
bile verilmemektedir. Açıklamaya<br />
egemen olan düşünce hedefe konan<br />
kişilere karşı kışkırtıcılıktır.<br />
Bu düşünce şu tespitte görülebilir:<br />
“TÜMTİS’i cepheden saldırarak<br />
dize getiremeyen sermaye, sendikal<br />
bürokratizmini, bazı sendikacıların<br />
kişisel zaaf, zayıflık ve hırslarını<br />
kullanarak içten çökertmeye<br />
soyunmuştur. Şimdi TÜMTİS içten<br />
yaratılan zayıf ve zaaflı birkaç<br />
sendika yöneticisi eliyle yolundan<br />
saptırılmak isteniyor.” (sözkonusu<br />
açıklamadan)<br />
Buna göre TÜMTİS’i ‘cepheden<br />
saldırıyla dize getiremeyen sermayenin<br />
TÜMTİS’i içten yıkmak için<br />
bazı sendikacıların zaaflarını kullanmaktadır<br />
ve sözkonusu zaaflı<br />
kişiler de sermayedarların kuklaları<br />
olma konumundadır. Böylece<br />
bu kişiler karşı cepheye dahledilmekte<br />
ve bunlar parti, sendika<br />
düşmanı ilan edilmektedir. Bunu<br />
ispat etmek için ise hiç bir somut<br />
veri ortaya konmamaktadır. EMEP<br />
Basın Bürosu’nun yayınladığı bu<br />
tavır, esas olarak komplo teorisini<br />
işleyip hedefe koyduğu insanlara<br />
karşı karalama tavrıdır. Gerçekte<br />
gündeme gelen TÜMTİS’teki sorunun<br />
üzerini örten ve siyasi bir<br />
parti olarak TÜMTİS’in iç işlerine<br />
müdahale etme ve hâlâ TÜMTİS<br />
Genel Başkanı olan Sabri Topçu’yu<br />
savunma temelinde yükselen bir<br />
tavırdır.<br />
Bu açıklamaya karşı sözkonusu<br />
muhalefetin yaptığı “Parti<br />
Kamuoyuna” başlıklı Eylül 2005 tarihli<br />
açıklamada ise yaşanan sorunlar<br />
kimi örneklerle somutlanmakta,<br />
sorunun nereden kaynaklandığı kamuoyuna<br />
anlatılmaktadır.<br />
Buna göre sorun Topkapı<br />
Ambarlar’da yaşanan ve üç işçinin<br />
ölümüne yol açan olaylara kadar<br />
uzanmaktadır. Dönüm noktası<br />
olarak da 2004 Aralık ayında<br />
yapılan Genel Kurul olarak gösterilmektedir.<br />
Genel Kurul’da Sabri<br />
Topçu’nun istediği kişiyi delegelerin<br />
çoğunluğu seçmemiştir ve<br />
Genel Kurul sonrasında ise Sabri<br />
Topçu yetkisini kötüye kullanmış,<br />
delegelerin çoğunluğu tarafından<br />
seçilen insanları tanımamış vb.<br />
Hatta bu arada muhalefete karşı<br />
saldırılar, tehditler gerçekleştirilmiş,<br />
kimileri bıçaklı saldırıda yaralanmış,<br />
kiminin arabasına saldırılmış<br />
vb. vs.<br />
Sonuç olarak tüm çabalara rağmen<br />
Sabri Topçu ve onu destekleyen<br />
siyasi güç olarak EMEP,<br />
TÜMTİS içindeki muhalefeti s<strong>indir</strong>meye<br />
çalışırken muhalefet 203<br />
Genel Kurul delegesinden 137’sinin<br />
imzasıyla 12.09.2005 tarihinde<br />
Olağanüstü Genel Kurul yapılmasını<br />
talep etmiştir.<br />
TÜMTİS’in tüzüğüne göre başvurudan<br />
sonra bir ay içinde Merkez<br />
Yönetim Kurulu (MYK) toplanıp<br />
karar alması gerekiyor. Yine<br />
tüzüğe göre delegelerin 1/5’inin<br />
imzası Genel Kurul’un toplanması<br />
için yeterlidir. Sözkonusu süreçte<br />
MYK toplanmamış ve Genel<br />
Kurulun yapılması kararını almamıştır.<br />
Bunun sonucunda muhalefet<br />
sorunu 21 Ekim 2005’te<br />
İş Mahkemesi’ne götürmüştür.<br />
Sözkonusu mahkeme hâlâ sürmektedir.<br />
Sabri Topçu önderliğindeki MYK<br />
sorun mahkemeye götürüldükten<br />
sonra toplanmış ve anlatılanlara<br />
göre ayak oyunlarıyla önce “Erken<br />
Olağan Genel Kurul” kararı alınmış<br />
ve sonra da bunun tutmayacağı<br />
gözönüne alındığında, karar<br />
defterine “Olağan Genel Kurul”<br />
yapılması kararı geçirilmiştir.<br />
Genel Kurul tarihi ise 26-27 Mayıs<br />
2007 olarak tespit edilmiştir.<br />
Mayıs 2006’ya gelene kadar sorun<br />
tehditler, saldırılar, işten çıkarmalar<br />
vb. eşliğinde giderek çözümsüzlüğe<br />
doğru yol almıştır.<br />
TÜMTİS MYK’si tüzüğün Genel<br />
Kurul yapmayı öngördüğü maddesini<br />
yokmuş gibi saymış ve Genel<br />
Kurul delegelerinin talebini yerine<br />
getirmemiştir.<br />
Muhalefet Mayıs ayında yaptığı<br />
açıklamada, EMEP ve Topçu tarafından<br />
kendilerine yönelen suçlamalara<br />
cevap vermeye çalışmış<br />
ve sorunun çözümü için de Genel<br />
Kurul’un yapılıp yapılmamasına<br />
yapılacak bir referandumla işçilerin<br />
karar vermesi önerisini yapmıştır.<br />
OLAĞANÜSTÜ GENEL<br />
KURUL’A İŞÇİLER KARAR<br />
VERSİN<br />
Topçu’nun ve onu destekleyen<br />
EMEP’in olağanüstü Genel Kurul<br />
talebine karşı tavırları, EMEP ve<br />
Evrensel gazetesine yönelik olduğu<br />
söylenen tavırlara karşı tüm sayfa<br />
ilanı vb. olgular gözönüne alındığında<br />
sorunun karşılıklı anlaşma<br />
ile çözülmeyeceği ve olağanüstü<br />
Genel Kurul’a gitme yolunun kapalı<br />
olduğu söylenebilir.<br />
Tarafların sınıf sendikacılığı,<br />
işçilerin mücadelesi bağlamındaki<br />
siyasetinin ne olduğunu somut<br />
olarak değerlendirebilecek<br />
durumda değiliz. Ama bu somut<br />
durumda muhalefetin kararı işçiler<br />
versin önerisini, sorunu çözme<br />
bağlamında doğru bir öneri olarak<br />
görüyoruz.<br />
Biz de işçi sınıfının mücadelesi<br />
açısından ve bu mücadelede kararın<br />
işçiler tarafından verilmesi<br />
gerektiği düşüncesi temelinde,<br />
TÜMTİS içindeki sorunların çözümü<br />
için kararın yapılacak bir referandumla<br />
işçilerin kendileri tarafından<br />
verilmesi gerektiğini savunuyor,<br />
bu öneriyi destekliyoruz.<br />
Muhalefetin işçilerin çoğunluğunun<br />
Genel Kurul istememesi<br />
durumunda mahkemedeki davayı<br />
geri çekmeye hazır olduğunu açıklaması<br />
da olumlu bir açıklamadır.<br />
İşçi sınıfının kurtuluşundan yana<br />
olduğunu, işçi sınıfının çıkarlarını<br />
savunduğunu söyleyenlerin, sendika<br />
bürokratizmine karşı tabanın<br />
kararlarda yer almasından yana olduğunu<br />
bağıranların yapacağı tek<br />
şey var: Referandum yapmak!<br />
Tekkecilik, grupçuluk işçi sınıfının<br />
mücadelesine sadece ve sadece<br />
zarar veriyor. Devrimcilik,<br />
solculuk adına farklı düşünenlere<br />
karşı tehditler, saldırılar karşıdevrime<br />
hizmet eden ve karşıdevrimci<br />
edimlerdir. Tüm sınıf bilinçli işçiler,<br />
işçi sınıfının birliğine, mücadelesine<br />
zarar veren tavırlara karşı<br />
mücadele etme görevine sahiptir.<br />
24 Haziran 2006 <br />
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
<br />
Castleblair’de<br />
yaşananlar...<br />
Biz İskoçya kökenli bir tekstil<br />
firması olan Castleblair’in<br />
işçileriyiz. 90 yıllık bir<br />
firma olan Castleblair dünyanın<br />
en önemli mağazacılık gruplarından<br />
35 ülkede 700’ün üzerinde<br />
mağazası olan Marks&Spencer’ın<br />
üreticisi.<br />
Castleblair, Marks&Spencer fiyatları<br />
daha düşürelim dediği için<br />
İskoçya’daki fabrikalarını kapattı<br />
ve işçi sınıfının örgütsüz olduğu,<br />
ücretlerinin düşük olduğu ülkelerde<br />
fabrikalar kurmaya başladı.<br />
Türkiye’de Kıraç’taki fabrika da<br />
Castleblair için paha biçilmez kaftandı.<br />
Ancak işler patronların istediği<br />
gibi gitmedi ve bizler DİSK<br />
Tekstil Sendikasında örgütlenmeye<br />
başladık. Bu örgütlenme yoğun<br />
mücadeleler sonucunda başarıya<br />
ulaştı. Fakat işveren örgütlülüğü<br />
dağıtmakta kararlıydı. Çünkü<br />
Marks&Spencer maliyetleri düşürmek<br />
ve daha fazla kar etmek için<br />
buraya gelmişti. Saldırıları yoğunlaştırdı.<br />
İşten atılmalar yaşandı.<br />
Kapının önünde bir dizi arkadaşımız<br />
mücadeleyi sürdürdü. Sendika<br />
destek vermedi.<br />
Sözleşemede hiçbir kazanım<br />
yok!<br />
Sendikalaştığımız zaman koşullarımızın<br />
daha iyi olacağını düşünmüştük.<br />
Ancak şartlarda değişen<br />
bir şey olmadı. İki yıl önceki<br />
kötü sözleşmenin ardından DİSK/<br />
Tekstil’den Muharrem Kılıç koşullarınızı<br />
bir dahaki sözleşmede<br />
düzelteceğiz demişti. Aradan 2 yıl<br />
geçti. Yeni sözleşme geldi. Ama<br />
Kılıç sözünü tutmadı. İşverenin<br />
yüzde “O” önerisini işçilere kabul<br />
ettirmeye çalıştı. Bizleri ikna edemeyince<br />
ilk altı ay için yüzde 4,<br />
ikinci altı ay için yüzde 3 önerisi<br />
geldi. Bir önceki sözleşmeden de<br />
kötü bir sözleşme önümüze getirildi.<br />
Ve sendika tarafından başka<br />
çaremiz yokmuş havası yaratıldı.<br />
Sadece düşük ücret nedeniyle değil,<br />
ikramiyelerin durumu, performans<br />
değerlendirmeleri gibi konularda<br />
da işverenin çok geri taleplerle<br />
gelmesi nedeniyle bu sözleşmeyi<br />
kabul etmeyeceğimizi açıkladık.<br />
Sendika ise oldu bittiye getirip<br />
sözleşmeyi imzalamak istiyordu.<br />
Bizim tepkimiz karşısında işveren<br />
35 işçiyi diğer işçilerden ayırarak<br />
üst kata çıkardı. Amacı bizi<br />
bölmek ve dağıtmaktı. Sendika yöneticileri<br />
ise bu olaya her zamanki<br />
gibi işverenin hakkıdır kanunsuz<br />
bir şey yapmayın diyerek patronun<br />
rahat davranmasının önünü<br />
açmış oldu.<br />
Bütün bunlar yetmezmiş gibi işveren<br />
işten çıkmak isteyen arkadaşlarımıza<br />
kıdemlerini ödemeye<br />
başladı. Bu nedenle birçok arkadaş<br />
istifa etti. Patron ayrıca bizi sıkıştırmak<br />
için ücretlerimizi de ödememeye<br />
başladı. Amaç belliydi,<br />
parasızlıkla bizi sıkıştırıp, tazminatımızı<br />
alıp gitmemizi istiyordu.<br />
Örgütlü, deneyimli işçilerden kurtulursa<br />
sendikayla anlaşır, işçileri<br />
rahat rahat sömürmeye devam<br />
ederim diye düşünüyordu. Ve yaklaşık<br />
3 aydır bizler, avanslarımızı,<br />
maaşlarımızı ve vergi iademizi alamıyoruz.<br />
Eylemler Artıyor<br />
Bu duruma karşı işyerinde ve dışarıda<br />
eylemlere başladık. İşverenle<br />
sendika arasındaki görüşmelerde<br />
de uyuşmazlık kararı çıktı.<br />
Arabulucu sürecinden de bir sonuç<br />
alınamadı. Patronun makinelerin<br />
bir kısmını dışarıya çıkarmak istemesi<br />
üzerine fabrikanın üst katına<br />
çıkarılan bizler üretimi durdurduk.<br />
Alt kattaki arkadaşlarımız da<br />
bize katıldı. Patron da buna cevap<br />
olarak 31 kişiyi senelik izne<br />
çıkarmak istedi. Biz çalışmak istediğimizi<br />
söyledik. Ama sendikatemsilciler<br />
her zamanki gibi patronun<br />
yanında saf tutarak bizleri<br />
yalnız bırakınca bizler de izinleri<br />
bir şartla kabul ederiz dedik: verilmeyen<br />
tüm haklarımızın verilmesi<br />
kaydıyla 33 arkadaşımız<br />
izne çıktı. Bizse ertesi gün kapının<br />
önüne geldik. İçeriye girmeye<br />
çalıştık. Jandarma ve özel güvenlikler<br />
girmemizi engellemeye çalıştı.<br />
Sendika yöneticisi Muharrem<br />
Kılıç bu patronun yasal hakkıdır<br />
diyerek, işçileri koruyacağına patronu<br />
korudu. Biz, kararlı bir şekilde<br />
kapıları zorlayarak içeri girdik.<br />
Bizim içeri girmemiz yasaktı.<br />
Ancak patronun aylardır paramızı<br />
ödemesi serbestti.<br />
Aynı gün işverenin makineleri<br />
kapıya yanaştırması üzerine fabrika<br />
önünde nöbet tutmaya başladık.<br />
O gün bugündür de fabrika<br />
önünde 24 saat nöbet tutuyoruz.<br />
Aynı hafta Perşembe günü bütün<br />
sendikacıların ve işçilerin katıldığı<br />
bir toplantı yapıldı. Toplantıda<br />
sözleşme sandığa getirildi. 43 işçi<br />
sözleşmeye “hayır” derken 18 işçi<br />
“evet” dedi. Bu greve “evet” anlamına<br />
gelen bir oylamaydı.<br />
Sendika Oyalıyor<br />
Bu karara rağmen sendika grev<br />
kararını asmadı. Patronla uzlaşmaya<br />
çalıştı.<br />
İşçilere neredeyse hiçbir katkı<br />
sunmazken süreci işverenin istediği<br />
gibi sürdürmeye çalışmanın<br />
yanı sıra danışmanlık hizmetinde<br />
de kusur etmedi.<br />
Muharrem Kılıç işçilerin temsilcisi<br />
değil de patronun temsilcisinden<br />
daha iyi temsil ediyordu.<br />
İşveren ücretlerimizi ödemezken,<br />
işyerinden istifa edenlerin parasını<br />
ödemeye devam etti. Bu aslında<br />
örgütlülüğümüzün her gün<br />
daha fazla erimesine neden oluyordu.<br />
Bir yandan belirsizlik, bir<br />
yandan parasızlık dayanma gücümüzü<br />
kırmaya başladı. Sendika ve<br />
temsilcileri, işçilerin işten çıkmalarını<br />
teşvik ediyorlardı.<br />
Hatta bazı siyasi grup temsilcileri<br />
daha önceki deneyimlerde<br />
Muharrem Kılıç tarafından ihanete<br />
uğramalarına rağmen bugün<br />
bu sendikacının yanında saf tutmalarının<br />
bizce açıklanabilir bir<br />
yanı yoktur. Çünkü sendikacıların<br />
bu fabrikada patronla anlaşmalı<br />
bir şekilde örgütlü işçi istemedikleri<br />
açıkça ortadadır. Çünkü ilk<br />
sözleşme döneminde de aynı oyun<br />
sahnelendi.<br />
Sözleşme sabahı 6 mücadeleci<br />
işçi işten atılıyor, sendikacıların<br />
cevabı: Patron yasal haklarını verdikten<br />
sonra biz bir şey yapamayız<br />
oldu. Patron ve sendikacılar belli<br />
ki aynı oyunu sahneye koydular.<br />
Biz ise, bu belirsizliğe dur demekte<br />
ve örgütlülüğü savunmakta<br />
kararlıydık. Aç da kalsak mücadeleyi<br />
sonuna kadar götürecektik.<br />
Patronla işbirliği yapan sendikacılara,<br />
onların borozanlığını yapan<br />
temsilcilere ve hatta sendika ağalarıyla<br />
iyi ilişkiler geliştirmek için<br />
patron sözcülüğüne soyunan bazı<br />
sözde siyasi işçilere rağmen mücadelemizi<br />
onurlu bir şekilde vermekte<br />
kararlıyız.<br />
İşvereni sıkıştırmak ve belirsizliği<br />
ortadan kaldırmak için sendikamıza<br />
gittik. Ağalardan bu<br />
işi sonuçlandırmalarını istedik.<br />
Patronun merkezine Yenibosna’ya<br />
gittik. Patron paramızı 2 gün<br />
sonra ödeyeceğini söyledi, ancak<br />
hala ödemedi. Biz de eylemlerimizi<br />
sürdürdük. İşçi arkadaşlarımızı<br />
istifa ettirip tazminatlarını<br />
aldırtmaya çalışan temsilcilere<br />
inat DİSK’e gittik ve grev kararını<br />
asmalarını istedik. Patron, sendika<br />
işbirliği sonucunda onlarca<br />
arkadaşımız istifa etti. Geriye yaklaşık<br />
20 kişi kaldık. Sınıf sendikacılığı<br />
yaptığını söyleyen bazı siyasi<br />
işçiler de tazminatlarını alıp çekip<br />
gittiler.<br />
20 işçiyle sendikaya gittik.<br />
Süleyman Çelebi bizleri görünce<br />
birden bire ortalıktan kayboldu.<br />
Muharrem Kılıç ise bizlere “gidin<br />
paranızı alın, fabrika kapatacak”<br />
dedi. Bizler de “o zaman patronun<br />
fabrikayı kapatacağına dair gönderdiği<br />
kağıdı görmek istiyoruz”<br />
dedik. Sendikacının cevabı: Patron<br />
böyle bir kağıt vermek zorunda değil<br />
oldu.<br />
Sendikadan sonra toplu olarak<br />
patronla görüşmeye gittik.<br />
Patrondan paralarımızın yatırılmasını<br />
istedik. “Para yok, fabrika<br />
kapanacak” dediler.<br />
Biz de “kapanacaksa yasal prosedürü<br />
uygulayın, gerekli yerlere bildirimde<br />
bulunun” dedik. Patronun<br />
cevabı “biz bildirimde bulunacaktık<br />
ama sendikacılar istemediler”<br />
dedi. Birincisi, şimdi sendikanın<br />
neden işçilerin işten ayrılması için<br />
baskı yaptığı ortaya çıkmış oldu.<br />
İkincisi bu nasıl bir sendikal anlayıştır<br />
ki sendikacı patrona bu konuda<br />
kefil olabiliyor? Bu kefil olmanın<br />
diyetini bizler mi ödeyeceğiz?<br />
Patron ve sendikacılar mücadeleci<br />
işçilerden kurtulmak için elbirliğiyle<br />
iyi çalıştılar.<br />
Sendikacıların yanında saf tutan<br />
sözde siyasi çevre ise, bundan<br />
sonra kimin yanında saf tutacağını<br />
böylece belli etmiş oldu. Bunu<br />
işçi sınıfı adına yapan bu anlayışı<br />
kınıyoruz.<br />
Muharrem Kılıç’ın ipliği böylece<br />
pazara çıkmış oldu. Peki, DİSK<br />
Tekstil neden grev kararını asmamıştır?<br />
Neden bizleri oyalamıştır?<br />
O da mı işçilerin örgütlülüğünün<br />
dağıtılmasından yanadır? Bütün<br />
işçiler ayrıldıktan sonra sözleşmenin<br />
imzalandığı mı söylenecekti?<br />
Patronun amacı belli, örgütlü işçileri<br />
işten atmak, yani örgütlülüğü<br />
dağıtmak. Yoksa işverenin DİSK<br />
Tekstil Sendikası ile bir sorunu<br />
yok. Sorunu bizle, yani mücadeleci<br />
örgütlü işçilerle mi?<br />
Biz, bu mücadelemizi sadece<br />
kendimiz için değil, bölgedeki tüm<br />
işçiler için veriyoruz. İşverene,<br />
sendikaya ve tüm bozgunculara<br />
rağmen inatla bu mücadeleyi gücümüz<br />
oranında sürdürmeye kararlıyız.<br />
3 aylık parasızlığa, belirsizliğe,<br />
her tür saldırılara rağmen<br />
inatla direndik.<br />
Bizler, direnen onurlu işçiler olarak<br />
mücadelemizi burada noktalarken<br />
patrona ve patronlara danışmanlık<br />
yapan sendika bürokratlarına,<br />
sendika koltuğu peşinde<br />
koşan siyasi gruplara karşı, bu mücadeleye<br />
verdikleri zararı tüm işçi<br />
ve emekçilere anlatmayı bir görev<br />
biliyoruz. Bu güne kadar bizimle<br />
birlikte olan veya destek sunan<br />
tüm işçi sınıfı dostlarına teşekkür<br />
ederiz.<br />
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!<br />
Yaşasın İşçilerin Birliği!<br />
30.06.2006<br />
Castleblair işçileri <br />
Protesto için:<br />
Castleblair Group LTD Victoria<br />
Works, Pilmuiir St. Dunfermline,<br />
United Kingdom<br />
Tel: 44 01 383 731551<br />
Fax: 44 01 383 723836
Güney Kültür Merkezi’nde<br />
15-16 Haziran toplantısı<br />
Bu yıl, 15-16 Haziran Büyük<br />
İşçi Direnişinin 36. yıldönümünde,<br />
bu direnişi bir kez<br />
daha anmak ve ondan doğru dersler<br />
çıkarmak amacıyla Yeni Dünya<br />
İçin Çağrı gazetesi olarak Güney<br />
Kültür Merkezinin organize ettiği<br />
tartışma toplantısına konuşmacı<br />
olarak katıldık. Panelde bizimle<br />
birlikte Birleşik-Metal İş<br />
Sendikasında örgütlenme uzmanı<br />
olan Hasan Arslan da yeraldı.<br />
Toplantıya devrimci mücadelede<br />
hayatını yitirenler ve özel olarak<br />
15-16 Haziran’da katledilen üç işçi<br />
anısına saygı duruşu ile başlandı.<br />
Çağrı dergisi adına panelist arkadaş,<br />
15-16 Haziran’ın oluştuğu<br />
tarihsel koşulları aktardıktan<br />
sonra 15-16 Haziran Büyük<br />
İşçi Direnişi’nden çeşitli dersler<br />
çıkardı. Bu derslerin büyük<br />
oranda komünist önder İbrahim<br />
Kaypakkaya’nın çıkardığı doğru<br />
dersler olduğunu belirttikten<br />
sonra, İbrahim Kaypakkaya’nın<br />
çıkardığı bazı yanlış dersleri de ele<br />
alarak değerlendirdi.<br />
Bu değerlendirmelerin ardından,<br />
15-16 Haziran Büyük İşçi<br />
Direnişi’nin, işçi sınıfının muazzam<br />
gücünü pratikte gösterdiğini,<br />
işçi sınıfı durduğunda hayatın duracağını,<br />
sonuna kadar tek devrimci<br />
sınıfın işçi sınıfı olduğunu<br />
ve işçi sınıfı içerisinde çalışmanın<br />
devrimin zaferi açısından hayati<br />
önemde olduğunu gösterdiğini belirtti.<br />
Diğer taraftan fakat, işçi sınıfının<br />
komünist bir önderlikten<br />
yoksun, örgütsüz bir durumda olduğunu<br />
ve örgütlü olan kesiminde<br />
ise reformistlerin ve revizyonistlerin<br />
hakim olduğunu gösterdiğini<br />
dile getirdi.<br />
Bugün de 15-16 Haziran Direnişi’nin<br />
üzerinden 36 yıl geçmiş<br />
olmasına rağmen işçi sınıfının<br />
tek devrimci sınıf olma özelliğinden<br />
bir şey kaybetmemiş olmasına<br />
rağmen, işçi sınıfının örgütlülüğü<br />
ve Komünist Partisi ile bağı açısından<br />
fazla bir ilerleme kaydedilemediği<br />
vurgulandı.<br />
Sonuç olarak, işçi sınıfının bilinçli<br />
önderleri olarak çok daha<br />
fazla işçi sınıfı içerisindeki çalışmaya<br />
yönelinmesi ve bu çalışmaya<br />
öncelik verilmesi gerektiği savunuldu.<br />
Panelin ikinci konuşmasını<br />
Hasan Arslan yaptı.<br />
Arslan, 15-16 Haziran’ın Türkiye<br />
işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareket<br />
açısından bir dönüm noktası<br />
olduğunu belirttikten sonra,<br />
sendika ve grev-lokavt ve TİS yasasında<br />
yapılmak istenen değişikliklerin<br />
neler olduğunu ve bunun<br />
özellikle DİSK’te örgütlü olan işçiler<br />
açısından ne anlama geldiğini<br />
anlattı.<br />
Arslan, sermaye kesiminin<br />
DİSK’in faaliyetlerinden rahatsız<br />
olduğunu belirterek bunu o dönemin<br />
Çalışma Bakanının yaptığı<br />
konuşmalarla örneklendirdi.<br />
Konuşmasının devamında 15-<br />
16 Haziran 1970’de 2 günlük işçi<br />
direnişinin nasıl geliştiğini ve ardından<br />
gelen sıkıyönetim ilanını,<br />
sıkıyönetim mahkemelerini ve işten<br />
atılan binlerce işçiyi somut verilerle<br />
ortaya koydu.<br />
Gerek panelistlerin konuşmalarında<br />
gerekse ardından yürütülen<br />
tartışmalarda toplantının ağırlığını,<br />
15-16 Haziran’dan öğrenirken<br />
asıl bugün yapılması gerekenlerin<br />
neler olduğu üzerinde yoğunlaşıldı.<br />
Bu bölümde, öncelikle işçi sınıfının<br />
bugünkü durumunun doğru<br />
değerlendirilmesi gerektiği belirtildi.<br />
İşçi sınıfının büyük oranda<br />
örgütsüz ve güçsüz olduğu tespit<br />
edildikten sonra, işçi sınıfının hem<br />
sendikalarda örgütlenmesi hem de<br />
sendikalardan bağımsız kendi öz<br />
örgütlenmeleri için, sosyalizm mücadelesi<br />
yürüttüğü iddiasında olan<br />
herkesin bu konuda elinden gelen<br />
çabayı sarfetmesi gerektiği vurgulandı.<br />
İşçi sınıfının örgütlenmesi<br />
bağlamında herkesin üzerine düşeni<br />
yapma konusunda yer yer eksik<br />
davrandığı tespit edildi.<br />
Tartışmaların devamında somut<br />
işyerlerinde yaşanan sorunlar ve<br />
örgütlenme konusunda nasıl bir<br />
yol izlenmesi gerektiği üzerinde<br />
15-16 Haziran<br />
Mersin’de anıldı<br />
DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’in çağrısı üzerine DİSK, TÜRK-<br />
İŞ ve KESK’e bağlı şubelerin de destek verdiği basın açıklaması<br />
Taş Bina önünde yapıldı. Basın açıklamasını Birleşik Metal-İş<br />
Sendikası Anadolu Şubesi Başkanı Uğur Tozlu okudu. 15-16 Haziran’ın<br />
hangi tarihsel süreçte gerçekleştiğinin anlatıldığı basın açıklamasında<br />
“Bugün hala devrimci bir sendikal yapılanmadan bahsediliyorsa, demokratik<br />
hak ve özgürlükler mücadelesinde 15-16 Haziran direnişleri bir meşale<br />
gibi parıldıyorsa, bu, 36 yıl önce atılan adımların ne kadar doğru olduğunun<br />
en önemli göstergelerinden biridir.” denilerek 15-16 Haziran’ın<br />
önemi vurgulandı.<br />
Grevdeki SCT işçileri “Hak verilmez alınır”, “Yaşasın onurlu direnişimiz”<br />
diyerek grevdeki kararlılıklarını bir kez daha gösterdiler.<br />
Basın açıklamasının ardından, SCT işçileri, Kamu emekçilerinin<br />
Defterdarlık önünde “KRİZİN FATURASI EMEKÇİYE! KAMU<br />
EMEKÇİSİ BİRAZ DAHA YOKSULLAŞTI” temelinde yaptıkları basın<br />
açıklamasına destek verdiler. “İşçi memur el ele genel greve” yaşasın SCT<br />
işçilerinin haklı mücadelesi” sloganlarının atıldığı basın açıklamasında,<br />
kamu emekçileri “ Hükümetin 2005 yılı toplu sözleşmesinde, “kamu<br />
emekçilerini Enflasyona ezdirmeyeceğiz” sözlerinin bir aldatmacadan<br />
ibaret olduğu görülmektedir.” Denilerek, enflasyondan doğan farklarını<br />
talep ederek ek zam talebinde bulundular. KESK MERSİN ŞUBELER<br />
PLATFORMU dönem sözcüsü Ünsal Yıldız basın açıklamasının sonunda<br />
“ Dolayısıyla EK ZAM TALEBİMİZ haklıdır ve meşrudur. Hükümetin<br />
sesimize kulak vermesi gerekmektedir. Aksi halde bu gidişata izin vermeyeceğiz<br />
ve meydanlara çıkacağız.” Diyerek demokratik direnme haklarını<br />
kullanacaklarını belirtti.<br />
YDİ ÇAĞRI MERSİN<br />
27.06.2006 <br />
duruldu.<br />
Tartışmaların ardından Birleşik<br />
Metal İş Sendikasının hazırladığı<br />
ve son dönemdeki işçi direnişi ve<br />
grevlerden oluşturulan bir sinevizyon<br />
gösterimi sunuldu. Ardından<br />
yapılan kapanış konuşması ile toplantı<br />
sona erdirildi.<br />
20 Haziran 2006 <br />
HAS Alüminyum Fabrikası<br />
İşçilerinin Sendikalaşma<br />
Mücadelesi Sürüyor!<br />
İstanbul- Pendik ilçesi Dolayoba<br />
Sanayi Bölgesinde kurulu HAS<br />
Alüminyum Fabrikası, alüminyum<br />
doğrama üreten ve ürettiğinin<br />
çoğunu ihraç eden 25 yıllık<br />
bir fabrika.<br />
Düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına<br />
rağmen patronun 6 ay<br />
önce “iflas ediyorum” yalanıyla<br />
tüm işçileri işten çıkararak yeniden<br />
işe alınmış gibi göstermek ve<br />
tümünü (18 yıllık işçiyi bile) 2 aylık<br />
deneme süresine tabi tutmak istemesiyle<br />
fabrikada çalışan 143 işçiden<br />
130’u DİSK’e bağlı Birleşik<br />
Metal- İş Sendikası’nın Kartal<br />
Şubesi’ne üye olmuş. Bunu duyan<br />
patron işçilerin yemek ve çay molasını<br />
kaldırarak işten atma ile tehdit<br />
etmiş ve kimi işçileri de işten<br />
atarak her türlü baskı ve zulümu<br />
uygulamaya başlamış.<br />
Sendikalaşmaya öncülük ettiği<br />
için işten atılan ve 117 gündür direnişte<br />
olan 8 işçiden (aslında o<br />
günler 10 işçi işten çıkarılmış, fakat<br />
2’si sendika üyeliğinden vaz<br />
geçirilerek tekrar işe alınmışlar) 3<br />
yıllık işçi İsmet Tunçel, 3 yıllık işçi<br />
Zafer Ergin ve işçileri ziyaret ettiğimiz<br />
gün (15 Haziran) işten atılan<br />
3 yıllık işçi ve kalite kontrolcusu<br />
Arif Kanmaz’ın anlatıklarına<br />
göre bu baskı ve zülümlerden dolayı<br />
Ali Çelebi isminde genç bir<br />
işçi arkadaşları çıldırmış. Diğer işçilerin<br />
de üzerlerindeki bu baskılardan<br />
dolayı son derece huzursuz<br />
olduğunu belirten direnişçi işçiler,<br />
en kıdemli işçilerin 18 yıllık<br />
–ki bu işçiler çok az- diğerlerinin<br />
çoğunun 3-4 yıllık genç işçiler olduğunu,<br />
işyerinde ücret ortalamasının<br />
net 400-450 YTL olduğunu<br />
belirttiler.<br />
Direnişçiler HAS Alüminyum<br />
patronunun sadece işçileri kölelik<br />
koşullarında sömüren zalim bir<br />
patron olmadığını, aynı zamanda<br />
hazine arazisini izinsiz işgal eden<br />
bir işgalci ve yıllarca fabrikanın zehirli<br />
atık sularını arıtmadan açıktan<br />
dereye akıtan bir çevre katliamcısı<br />
olduğunu anlattılar.<br />
İşten atılanların işe iade davasının<br />
29 Haziran’da ve sendika yetki<br />
davasının ise 5 Temmuz’da görüleceğinin<br />
bilgisini veren işçiler, aynı<br />
patronun 1998 yılında işçileri yine<br />
sendikalaştıkları için toplu olarak<br />
işten attığını, böylece sendikalaşmaya<br />
engel olduğunu, fakat bu kez<br />
mutlaka başaracaklarına inançlarının<br />
tam olduğunu belirttiler.<br />
Çevre fabrikalarda çalışan işçilerden<br />
ve sınıf dostlarından şimdiye<br />
kadar ciddi bir destek görmediklerini<br />
belirten işçiler herkesi kendilerini<br />
desteklemeye çağırdılar.<br />
Haziran 2006 <br />
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
210 işçinin işine<br />
son verildi<br />
9<br />
Eylül Üniversitesi hastanesinde<br />
çalışıyorlardı. Toplam<br />
sayıları 700 civarında idi.<br />
Temizlik ve hasta bakım işlerini<br />
yapıyorlardı. Daha önceleri yürüttükleri<br />
sendikal mücadeleleri<br />
başarısızlıkla sonuçlanmıştı.<br />
Onlarca işçi, sendikalaşma uğruna<br />
işlerinden olmuşlardı. Onlar yılmadılar,<br />
sendikalaşma mücadelelerini<br />
sürdürdüler. 2006 yılının ilk<br />
aylarında sendikalaştılar. Disk’e<br />
bağlı Genel-İş Sendikası yetkiyi<br />
alıp toplu sözleşme sürecine girdi.<br />
Toplu sözleşme yapılmadan 210 işçinin<br />
işine son verildi.<br />
İşçilerin sendikalaşması işvereni<br />
rahatsız ediyordu. 9 Eylül<br />
Üniversitesi işçileri, insanca ve<br />
onurlu bir yaşam uğruna iş güvencesi<br />
istiyorlardı. İşçilerin sendikalaşmasıyla<br />
birlikte, işyerinde baskılar<br />
da artmaya başladı. İşçilerin<br />
çalıştığı yerler değiştirilmeye başlandı.<br />
İşçiler sendikalı olmuşlardı<br />
ama işyerinde kendilerine<br />
bir temsilcilik odası verilmiyordu.<br />
İşyerinde artan baskılar ve söz verilmesine<br />
rağmen, temsilcilik odasının<br />
verilmemesine karşı işçiler iş<br />
bırakma eylemine gittiler. İşçiler, iş<br />
bırakma eyleminin işyerindeki çalışmayı<br />
etkilememesi içinde çaba<br />
harcadılar. Bunun üzerine işveren<br />
hemen harekete geçti. 09.06.2006<br />
tarihinde, izinsiz grev yapıldığı iddiası<br />
ile 210 işçinin işine son verildi.<br />
İşveren sadece işçilerin işine<br />
son vermekle yetinmedi, tazminat<br />
almamaları için iş akitleri tazminatsız<br />
olarak feshedildi.<br />
İşten atılan işçiler susmadılar.<br />
Basın açıklaması ve rektörlük binası<br />
önünde oturma eylemleri yaparak,<br />
tekrar işe alınmaları için<br />
mücadelelerini sürdürüyorlar. 9<br />
Eylül Üniversitesi işçileri haklı bir<br />
mücadele yürütüyorlar. İşçiler ile<br />
dayanışmada bulunmak ve onların<br />
seslerini kamuoyuna duyurmak<br />
günün görevidir. İşveren, baskı ve<br />
yıldırma politikalarına karşı işçilerin<br />
ses çıkarmamasını istiyor. 9<br />
Eylül Üniversitesi Hastanesi işçileri<br />
işlerine dönmek için haklı bir<br />
mücadele yürütüyorlar. Bu mücadeleyi<br />
desteklemek ve dayanışmada<br />
bulunmak günün görevidir.<br />
18 Haziran 2006<br />
İzmir’den bir Çağrı okuru <br />
Seyhan: Direniş sürüyor!<br />
Dev Sağlık-İş Çukurova<br />
Bölge Şubesi açıldı!<br />
Yaklaşık 7 aydır Balcalı Hastanesi<br />
çalışanlarını örgütleme<br />
mücadelesi veren Dev<br />
Sağlık-İş Sendikasının Çukurova<br />
Bölge Şubesi 15-16 Haziran Büyük<br />
İşçi Direnişinin 36. yıldönümünde<br />
açıldı.<br />
Şubenin açılışı, 15-16 Haziran<br />
Büyük İşçi Direnişinin 36. yıldönümünü<br />
anmak amacıyla 16<br />
Haziran günü İnönü Parkı’nda<br />
saat 18’de yapılan bir eylemde duyuruldu.<br />
DİSK, KESK, TMMOB ve<br />
ATO’nun birlikte düzenlediği 15-<br />
16 Haziran Direnişini anma eylemine<br />
SES, Dev Sağlık-İş, Halkevleri<br />
ve çok sayıda demokratik kitle örgütü,<br />
devrimci dergi/gazete temsilcileri<br />
katıldı.<br />
Burada, DİSK Bölge Temsilcisi ve<br />
Genel-İş Sendikası Şube Başkanı<br />
Kemal Aslan, KESK adına SES<br />
Şube Başkanı Mehmet Antmen,<br />
Adana Tabip Odası Başkanı Osman<br />
Küçükosmanoğlu birer konuşma<br />
yaptılar. Bu konuşmaların ardından<br />
Dev Sağlık-İş Sendikası Genel<br />
Sekreteri Arzu Çerkezoğlu basın<br />
açıklaması metnini okudu.<br />
“Tarihi Dövüşenler Yazar!”<br />
15-16 Haziran Direnişinin gelişme<br />
sürecini ve nedenlerini anlatan<br />
Arzu Çerkezoğlu, 15-16<br />
Haziran eylemlerinin “mücadele<br />
edilmeden hak alınamayacağını”<br />
gösteren önemli bir dönemeç olduğunu<br />
vurguladı. 12 Eylül Askeri<br />
Cuntası tarafından getirilen sendikal<br />
yasakları aktaran Çerkezoğlu;<br />
“mücadele sürüyor, bu olumsuzluklara<br />
karşın emekçilerin birleşik<br />
mücadelesiyle zafer her zaman<br />
mücadele edenlerin olacaktır” diyerek<br />
konuşmasını bitirdi.<br />
Yaklaşık 250 kişinin katıldığı<br />
eylemde sık sık “Yaşasın 15-16<br />
Haziran direnişimiz”, “Yaşasın örgütlü<br />
mücadelemiz”, “Söz yetki karar<br />
iktidar halka” sloganları atıldı.<br />
Ayrıca 15-16 Haziran’da, işçi sınıfının<br />
mücadele tarihinde yaşamını<br />
yitirenler anısına saygı duruşunda<br />
bulunuldu.<br />
Açıklamanın ardından şubenin<br />
açılışı için yürüyüşe geçildi.<br />
Bina önünde yapılan kısa bir konuşmanın<br />
ardından Dev Sağlık-<br />
İş Sendikası Çukurova Bölge<br />
Şubesi açıldı. Kokteyl düzenlenerek<br />
yapılan açılışta 15-16 Haziran<br />
Direnişini anlatan bir belgesel sunuldu.<br />
Eylem sırasında “15-16 Haziran<br />
Büy ü k İşçi Direnişinin 36.<br />
Yıldönümünde: Biz durursak hayat<br />
durur!” başlıklı bildirilerimizden<br />
dağıttık.<br />
AB yolunda çıkarılan yasalarla<br />
çekim yasağı getirilmesine rağmen<br />
sivil polis eylemi saniye saniye görüntüledi.<br />
16.06.2006<br />
Ydi Çağrı/Adana <br />
SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı!<br />
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
<br />
Seyhan Belediyesi temizlik<br />
işçileri işten atılmalarının<br />
38. gününde hakları için<br />
mücadeleyi sürdürüyorlar. Her<br />
Çarşamba saat 12.30’da İnönü<br />
Park’ında basın açıklaması yapan<br />
işçiler Seyhan halkından, sendikalardan<br />
ve demokratik kitle örgütlerinden<br />
destek istiyorlar.<br />
İşçiler son olarak 14 Haziran’da<br />
bir basın açıklaması gerçekleştirdiler.<br />
Yaklaşık 50 kişinin katılımıyla<br />
yapılan açıklamada basın<br />
metnini işten atılan işçilerden<br />
Doğan Akarcalı okudu.<br />
“Çocuklar aç babalar işsiz, bu<br />
zulüm ne zaman bitecek” pankartı<br />
taşıyan işçiler burada oturma eylemi<br />
yaptılar. Açıklamada Doğan<br />
Akarcalı, belediyenin direnişçi<br />
bazı işçileri işe alarak direnişi bölmeye<br />
çalıştığını, ancak bunda başarılı<br />
olamayacağını ve sonuna kadar<br />
mücadelelerine devam edeceklerini<br />
belirtti.<br />
Basın açıklamasına hiçbir sendikanın<br />
katılmadığı, Seyhan<br />
Belediyesi işçilerinin direnişine pratikte<br />
destek olmadıkları görüldü.<br />
Burada açıklamaya katılanlara<br />
“15-16 Haziran Büyük İşçi<br />
Direnişinin 36. Yıldönümünde:<br />
Biz Durursak Hayat Durur!” başlıklı<br />
bildirilerimizi dağıttık.<br />
Çok sayıda sivil ve Çevik Kuvvet<br />
polisinin yığıldığı açıklama atılan<br />
sloganların ardından sona erdirildi.<br />
15.06.2006<br />
Ydi Çağrı/Adana <br />
Tarsus’ta kurulu bulunan SCT Orturbo Filtre fabrikasında 3 ayı<br />
aşkın bir zamandır grev sürüyor. İşçilerin greve başlamasından<br />
sonra işyerinde lokavt uygulayan patron 19 Haziran itibariyle lokavt<br />
kararını kaldırdı.<br />
SCT patronunun işyerinde lokavtı kaldırmasından sonra sendikaya üye<br />
olmayan (çoğunluğu kapsam dışı) az sayıdaki işçi fabrikaya giderek ücretsiz<br />
izne ayrıldığına dair belgeler imzaladı. Bu durumun ardından da 6<br />
işçi daha sendikaya üye olarak grevi sürdürme kararı aldılar.<br />
İşçiler, SCT patronunun lokavt kararını kaldırarak grev kırıcılığının<br />
önünü açmaya çalıştığını belirtiyorlar. Ancak patron bu kararı ile umduğunu<br />
bulamadı.<br />
Lokavtın kaldırılmasından sonra işçiler ile Birleşik Metal-İş Sendikası<br />
yöneticileri bir araya gelerek durumu değerlendirdiler. SCT işçileri ne pahasına<br />
olursa olsun grevi koruyacaklarını ve patronun sendikayı kabul<br />
ederek TİS’i imzalamak zorunda kalacağını belirtiyorlar.<br />
Lokavt kararının kaldırılmasından sonra SCT Orturbo’dan herhangi<br />
bir açıklama yapılmadı.<br />
Ydi Çağrı/Adana<br />
21.06.2006
MİTO işçilerinin<br />
sendikalaşma mücadelesi<br />
sürüyor<br />
İstanbul’un Tuzla ilçesi Aydınlı<br />
girişindeki MİTO Yapı Malzemeleri<br />
A. Ş. Fabrikasında çalışan<br />
150’ye yakın işçiden 109’u<br />
Mart ayında Birleşik Metal-İş<br />
Kartal Şubesi’ne üye olmuştu.<br />
Her yerde olduğu gibi burada da<br />
patron tepkisinde gecikmedi, bu<br />
işin öncüleri olarak bildiği 6’sı kadın<br />
toplam 43 işçiyi işten attı. İşten<br />
atılan işçilerin hepsi, 2,5 ay fabrikanın<br />
önünde; güneş ve yağmurdan<br />
korunmak amacıyla birkaç tahta,<br />
bez ve naylon parçalarından kurdukları<br />
kulübelerinde (bu kulübeleri<br />
8 kez yıkıldı ve malzemeleri yakıldı,<br />
fakat her defasında işçiler onu<br />
tekrar kurdular) beklediler.<br />
Şu an patron ve devletin görevlileri<br />
tarafından artık yıkılmayan<br />
çadırlarında bir grup direnişçi işçi<br />
sabahtan akşama kadar beklemeye<br />
devam ediyor.<br />
Direnişin 76. gününde ziyaret<br />
ettiğimiz işçilerin verdiği bilgiye<br />
göre, patron içerde çalışan sendika<br />
üyesi işçilere “Usanıp kaçıp gitsinler,<br />
böylelikle sendika işyerine girmesin”<br />
düşüncesiyle bir dizi baskı<br />
ve işten atma tehdit ve saldırılarına<br />
devam etmektedir. İşçiler, fabrikada<br />
her gün iş bir iş kazasının yaşandığını,<br />
sabahtan akşama kadar asgari<br />
ücretle çalıştırılan işçilerin ücretlerinin<br />
zamanında ödenmediğini ve<br />
bu çalışma koşullarında patronun<br />
işçilerin üzerindeki huzursuz edici<br />
denetimini her tezgahın başına kurulan<br />
kameralarla sağlamaya çalıştığını,<br />
öyle ki tuvaletlere bile kamera<br />
yerleştirildiğini anlattılar.<br />
İşçiler ayrıca patronun “fabrikayı<br />
Gebze’ye taşıyacağının” söylentisini<br />
yayarak işçilere gözdağı<br />
vermek istediğini, bir taraftan eski<br />
işçileri işten çıkarırken diğer taraftan<br />
işi bilmeyen yeni insanları<br />
işe aldığını, bununla amacının<br />
içerde anda çalışan işçilerin çoğunluğunun<br />
sendika üyesi olmadığını<br />
Mahkemeye göstermek olduğunu<br />
belirttiler.<br />
Üç ay önce işyerinde çalışan işçilerin<br />
üçte ikisinden fazlasının sendikanın<br />
üyesi olmasına rağmen<br />
Çalışma Bölge Müdürlüğü’nün<br />
sendikanın yetkisini kabul etmediğini,<br />
bunun için mahkemeye<br />
başvurduklarını belirttiler.<br />
13 Haziran günü, Birleşik Metal-<br />
İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu<br />
MİTO işçilerini desteklemek ve onların<br />
üzerindeki baskıları protesto<br />
etmek amacıyla, ayrıca İLO’nun<br />
(Dünya Çalışma Örgütü’nün) yaptığı<br />
toplantıda Türkiye’nin bu yıl<br />
Aplikasyon Komitesi’nin listesine<br />
alınmamasını da protesto etmek<br />
için MİTO Fabrikası önünde bir<br />
Basın açıklaması yaptı.<br />
Basın Açıklamasından önce<br />
MİTO işçilerinin örgütlendiği<br />
Birleşik Metal-İş Sendikası Kartal<br />
Şubesi Başkanı A. Rıza İkisivri<br />
yaptığı konuşmada, MİTO işçilerinin<br />
nasıl sendikalaştığını, bu sırada<br />
patronun sendikalaşan işçilere<br />
nasıl saldırdığını kısaca anlattı<br />
ve patrona bu saldırılardan<br />
vazgeçmesini, şimdiye kadar sürdürdüğü<br />
sendikayla diyaloga girmeme<br />
tavrına son vermesini ve<br />
işçilerin taleplerini kabul etmesi<br />
çağrısında bulundu.<br />
Daha sonra Birleşik Metal-İş<br />
Sendikası Genel Başkanı Adnan<br />
Serdaroğlu Basın Açıklamasının<br />
metninin basına dağıtılacağı için<br />
okumayacağını onun yerine kısaca<br />
işten atılan ve atılmayan<br />
MİTO işçilerine patron ve devlet<br />
tarafından yapılan saldırıları anlatacağını<br />
belirterek söze başladı.<br />
Saldırıları özlü ifadelerle anlattıktan<br />
sonra sendikal örgütlenmeye<br />
yönelik saldırıların giderek arttığını,<br />
işçilerin ağır koşullarda çalıştırılarak<br />
dizginsiz bir sömürüye<br />
maruz kaldıklarını belirtti.<br />
Serdaroğlu, “İşverenlerin bu tavırlarından<br />
utanç duyuyorum.<br />
Asıl suç onlara bu fırsatı verenlerdedir.<br />
İki yıl içinde bin arkadaşımız<br />
sendikalı oldukları için işten<br />
atıldı.” açıklamasında bulundu.<br />
Basın Açıklamasına katılan kitlenin<br />
sık sık attığı “Sendika hakkımız;<br />
söke, söke alırız!”, “İşçilerin<br />
birliği sermayey i yenecek!”,<br />
“İşçiyiz, haklıyız kazanacağız!”,<br />
“Kurtuluş yok tek başına, ya hep<br />
beraber ya hiç birimiz!”, v.b. sloganlarla<br />
kesilen konuşmasının sonunda<br />
Serdaroğlu patronlara ve<br />
hükümete yasalara ve uluslar arası<br />
düzenlemelere uyulması çağrısında<br />
bulunarak MİTO ve MİTO<br />
gibi fabrika patronlarının işçilere<br />
saldırmakla kendilerini pes ettireceğini<br />
sanıyorlarsa aldanacaklarını<br />
söyledi. Sendika olarak kazanana<br />
kadar MİTO işçileriyle beraber<br />
olacaklarını belirtti.<br />
F a b r i k a ö n ü n d e B a s ı n<br />
Açıklamasının yapıldığı dakikalarda<br />
çay molasına çıkmış olan<br />
ve fabrika bahçesinde açıklamaları<br />
dinleyen –sendika üyesi olan<br />
ve olmayan- tüm MİTO işçileri de<br />
yapılan konuşmaları ve atılan sloganları<br />
coşkuyla alkışladılar.<br />
Haziran 2006 <br />
Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri<br />
anlaşmazlıkla sonuçlandı<br />
İstanbul’un DİSK/ GENEL- İŞ<br />
Sendikası Şubelerinde örgütlü<br />
bazı Belediyelerde çalışan işçilerin<br />
Ocak ayından beri süren TİS<br />
görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanmıştı.<br />
Başta ücret zamları olmak üzere<br />
bazı sosyal hakları içeren TİS taleplerinin<br />
Belediye Başkanlıklarınca<br />
kabul edilmediği için Haziran ayı<br />
içinde Kartal, Kadıköy, Beykoz,<br />
Fatih, Bahçelievler, Bağcılar,<br />
Küçükçekmece ve Sarıyer ilçe belediyeleri<br />
ana binalarının kapısına<br />
grev ilanları asıldı.<br />
Bu ilçelerin belediyelerinde çalışan<br />
işçiler, örgütlü oldukları DİSK/<br />
GENEL- İŞ Sendikası Şubeleri önderliğinde<br />
grev ilanlarını kitlesel<br />
basın açıklamalarıyla kamuoyuna<br />
duyurarak astılar.<br />
Beyoğlu Belediyesi işçilerinin<br />
TİS görüşmeleri ise henüz devam<br />
ediyor.<br />
İstanbul gibi nüfus yoğunluğu<br />
yüksek olan büyük bir kentin yaz<br />
sıcağında belediye hizmetlerini<br />
gören işçilerin birkaç gün çalışmaması<br />
durumunda halk açısından<br />
ne anlama geldiği iyi bilindiği<br />
için sendika şubelerinin bu şekilde<br />
kamuoyuna ücretli köleliğin en<br />
kötü koşullarında çalışan işçilerle<br />
birlikte grev ilanlarını duyurmaları<br />
ve belediyelerin ana binalarına<br />
asmaları greve gitmeleri halinde<br />
kazanmanın güvencelerinden biri<br />
olan kamu desteğini alma açısından<br />
önemlidir.<br />
Bu grev ilanlarından biri beş aydır<br />
süren TİS görüşmelerinde uzlaşmaz<br />
tutum sergileyen Sarıyer<br />
Belediye Başkanlığı’na asıldı.<br />
Bununla ilgili DİSK/ GENEL-İŞ<br />
Sendikası’nın Sarıyer Belediyesi işçilerinin<br />
örgütlü olduğu İstanbul<br />
4 No’lu Şubesi, 16 Haziran 2006<br />
günü içinde sendika yöneticileri-<br />
nin de olduğu 200 belediye işçisi ile<br />
kortej halinde yüzlerce metre yürüyerek<br />
Belediye binasının önüne<br />
geldiler. AKP’li Belediye Başkanı<br />
bırakalım işçilerin taleplerini dinlemeyi,<br />
Belediye Başkanlığının<br />
ana kapısına yasal hakları olan<br />
Grev İlanını asmalarına ve binanın<br />
önünde Basın Açıklaması yapmalarına<br />
bile izin vermemekle ne<br />
denli “demokrat” olduğunu gösterdi.<br />
Belediye Başkanı Çevik<br />
Kuvvet polislerini çağırıp onları<br />
coplarla ve gaz bombalarıyla işçilere<br />
saldırtarak işçilerin yaralamasına<br />
neden olması haklı ve meşru<br />
zeminde hak arayan işçilere ne kadar<br />
düşman olduğunu ortaya koyuyordı.<br />
Saldırıları ıslık ve alkışlarla protesto<br />
eden işçiler “TİS Hakkımız<br />
Grev Silahımız!”, “Baskılar Bizi<br />
Yı ldıramaz!”, “Gün Gelecek<br />
Devran Dönecek AKP Halka<br />
Hesap Verecek”, “İşçilerin Birliği<br />
Sermayeyi Yenecek!”, “Direne,<br />
Direne Kazanacağız!”, vb sloganlarla<br />
kararlılıklarını gösterdiler.<br />
Kartal Belediyesinde anlaşmazlığa<br />
neden olan en önemli taleplerden<br />
biri olan ücret zamları taban<br />
ücret 45 YTL artı % 11 ücret<br />
zammı olarak anlaşma sağlandı.<br />
Türkiye’nin her yerinde olduğu<br />
gibi İstanbul’da da tüm ilçe belediyelerinde<br />
hizmetleri önemli oranda<br />
taşerona verilmiş durumda.<br />
Örneğin kendisini “halkçı”,<br />
“çağdaş”, “demokratik sosyal hukuk<br />
devletinin” en has savunucusu<br />
olarak gösteren CHP de Kadıköy<br />
Belediyesi’nde bir çok hizmeti<br />
özelleştirerek veya taşerona vererek<br />
işçileri her türden haktan yoksun<br />
bırakmıştır.<br />
Sendikaların bu taşeron işçilerini<br />
de örgütleyerek onların da ücretlerinin<br />
artırılması ve çalışma koşullarının<br />
düzeltilmesi mücadelesini<br />
mücadele hedeflerinin en başına<br />
koymaları gerekir, yoksa en ufak<br />
yasal ve meşru haklarımızı korumak<br />
ve yeni haklar almak için patronlara<br />
ve onların devletine karşı<br />
ne işyerinde, ne işkolunda, ne de<br />
ülkelerimizde işçilerin birliğini<br />
sağlayamayız.<br />
Haziran 2006 <br />
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
<br />
Biten grev ve direnişlerden haberler...<br />
SERNA-SERAL Tekstil<br />
Fabrikası Grevi:<br />
İstanbul- Bostancı’da kurulu<br />
SERNA-SERAL Tekstil Fabrikasında<br />
çalışan 71 işçi 2005 yılının<br />
ortalarında düşük ücret ve kötü<br />
çalışma koşullarına karşı Türk-<br />
İş’e bağlı TEKSİF’in Bakırköy<br />
Şubesinde örgütlenmiş ve TİS imzalama<br />
sürecinde patronun uzlaşmaz<br />
tutumu yüzünden greve gitmişlerdi,<br />
patron da lokavt uygulamıştı.<br />
Hiç fire vermeden 71 işçi<br />
patronun ve devletin bir dizi saldırısına<br />
rağmen grevi 230 gün kararlı<br />
bir şekilde sürdürdü.<br />
Verilen bilgiye göre Mayıs ayı<br />
içinde yapılan görüşmelerin sonunda<br />
patronun lokavtı kaldırarak<br />
anlaşmak istemesi üzerine bir anlaşma<br />
sağlanmış ve grev bitirilmiştir.<br />
Grevci işçilerin ezici çoğunluğunun<br />
onayı alınarak imzalanan<br />
anlaşmaya göre; grevci 71 işçi 1 ay<br />
ücretli izinli sayılacaklar ve bu bir<br />
ayın sonunda bu bir aylık ücretlerini<br />
alacaklarmış. Şimdilik tüm işçilerin<br />
hak ettikleri kıdem ve ihbar<br />
tazminatlarını bir yıl içinde<br />
üç taksitle ödeme koşulunu kabul<br />
eden patron şayet fabrikayı tekrar<br />
üretime açarsa eski işçileri tekrar<br />
işe alacağını kabul etmiş.<br />
DÜNYA Deri Fabrikası<br />
Direnişi:<br />
İstanbul- Tuzla Organize Deri<br />
Sanayi Bölgesinde kurulu DÜNYA<br />
Deri Fabrikası işçileri de sendikalaştıkları<br />
için işten atılmış, atılan<br />
38 işçi patronun ve devletin saldırılarına<br />
rağmen fabrika önünde<br />
2,5 ayı aşkın süre kar kış demeden<br />
direnmişlerdi.<br />
Mayıs ayı içinde patronla yapılan<br />
anlaşmaya göre işçilerin ihbar ve<br />
kıdem tazminatları ödenecekmiş.<br />
Patron, fabrikayı kapatacağını<br />
aynı organize deri sanayi bölgesinde<br />
olan ve ikinci bir fabrikası<br />
ÖZDERİ Fabrikası’na yeni işçi işe<br />
alacağı zaman bu eski işçilerden<br />
alacağını kabul etmiş. Bunun üzerine<br />
işçiler direnişe son vermişler.<br />
CEVAHİR Deri Fabrikası<br />
Direnişi:<br />
B u f a b r i k a d a İ s t a n b u l -<br />
Tuzla Organize Deri Sanayi<br />
Bölgesi’nde kurulu bir fabrika.<br />
Sendikalaştıkları için işten atılan<br />
28 işçi fabrikanın önünde direnişe<br />
geçmişti. Burada da patronun eli<br />
silahlı çeteleri ve devletin kolluk<br />
güçleri tarafından defalarca faşist<br />
saldırılara maruz kalan işçiler 6 ay<br />
direndiler.<br />
Mayıs ayı içinde patronla yapılan<br />
görüşmeler sonunda işçiler<br />
patronun ihbar (fabrika 3,5 aylık<br />
bir fabrika olduğu için işçilerin kıdem<br />
tazminatları yoktu) tazminatlarını<br />
ödemeyi ve her işçinin direnişte<br />
geçen 6 ayından 2 ile 3 ayının<br />
ücretli sayılmasını ve bu ücretlerini<br />
ödemeyi kabul etmesi üzerine<br />
direniş bitirildi.<br />
İLERİ Deri Fabrikası Direniş ve<br />
Grevi:<br />
Tekirdağ- Çorlu Organize Deri<br />
Sanayi Bölgesi’nde kurulu İLERİ<br />
Deri Fabrikası işçileri de sendikalaştıkları<br />
için işten atıldılar.<br />
Fabrikanın önünde defalarca devletin<br />
barbar saldırılarına uğramalarına<br />
rağmen 38 işçi 1,5 yıl büyük<br />
bir kararlılıkla direndi. İşçiler, 1,5<br />
yıl süren işe iade davasını kaybetti.<br />
Bir buçuk yıl içinde patron fabrikasına<br />
sendikayı sokmamak için<br />
bir dizi hileye başvurdu. Fabrikayı<br />
başkasına “satmış” göstererek, ismini<br />
de değiştirip “MÜGE Deri”<br />
yaparak ve böylelikle devletin<br />
mahkemesinde de işçilerin grev<br />
kararını iptal ettiren patron fabrikanın<br />
kapısındaki Grev İlanını<br />
kaldırıp atmıştı.<br />
Bütün bunlardan sonra Mayıs<br />
ayı içinde işçilerle görüşmeyi kabul<br />
eden patron işçilerin ihbar ve kıdem<br />
tazminatlarını ödemeyi kabul<br />
ederek direniş/grev bitirilmiş.<br />
Son yıllarda yaşanan en uzun<br />
direnişlerden biri olan bu direniş;<br />
bir organize deri sanayi bölgesinde<br />
patronların ve onların devletlerinin<br />
-polis, jandarma, mahkemesinin<br />
v.b.- bu kadar barbarca ve topyekün<br />
bir şekilde saldırısına rağmen,<br />
üç düzineden az olan bu işçileri<br />
ancak 1,5 yılda yenmiş olmaları<br />
durumu; işçi sınıfının gücünü<br />
göstermesi açısından önemlidir!<br />
BİRSİNLER Deri Fabrikası<br />
Direnişi:<br />
İLERİ Deri Fabrikası ile aynı yerde<br />
bulunan bu fabrikada da ücretli<br />
köleliğin çekilmez koşullarını birazcık<br />
olsun çekilebilir hale getirmek<br />
amacıyla sendikalaştıkları<br />
için işten atılan 17 işçi direniş boyunca<br />
patron ve devletin saldırılarına<br />
rağmen 1 yıl direndiler.<br />
Mayıs ayı içinde bu işçi arkadaşlar<br />
da patronun işçileri işten attığında<br />
ödemeyi kabul ettiği ihbar<br />
ve kıdem tazminatlarını alarak direnişe<br />
son verdiler. Sendika yetki<br />
ve işe iade davaları sendika tarafından<br />
sürdürülüyor.<br />
DESAN Tersanesi Direnişi:<br />
İstanbul- Tersaneler Bölgesinde<br />
kurulu bu tersanede bin kişiye yakın<br />
işçinin çalıştığını, bu işçilerin<br />
50 taşeron firma arasında dağıldığını,<br />
bu taşeron firmalardan<br />
MONTESAN’da çalışan 55 işçinin<br />
2,5 aydır ücretlerinin ödenmediğini,<br />
bu yüzden işçilerin örgütlü<br />
oldukları DİSK/ LİMTER-İş<br />
Sendikası önderliğinde bir dizi eylem<br />
ve direnişte bulunduğunu gazetemizin<br />
bir önceki sayısında (101.<br />
Sayıda) geniş bir şekilde yazmıştık.<br />
Direnişi 25. gününde (15 Haziranda)<br />
ziyaret ettiğimizde, DİSK/<br />
LİMTER-İş Sendikası YK üyesi<br />
Zafer Tektaş, Hakkı Deniz ve işçi<br />
Erol Savaş havzada yaşanan patron<br />
ve devletin işçiler üzerindeki<br />
baskı, sömürü ve zulmünü örneklerle<br />
anlattılar.<br />
Verilen bilgilere göre, son iki<br />
haftadır bazı sabahları yüzlerce<br />
işçi ile patronu protesto etmek için<br />
sloganlı yürüyüşler düzenlenmiş,<br />
çoğuna polis silahla, gazla ve copla<br />
saldırmış, en son yaşanan saldırılarda<br />
23 işçi dövülerek gözaltına<br />
alınmış.<br />
DESAN Tersanesi işçileri bundan<br />
bir hafta önce bir dizi eylem<br />
ve protestoya rağmen ücretlerini<br />
alamayınca işyerinde oturma eylemi<br />
başlatmış (4853 sayılı iş yasasına<br />
göre ücretini uzun süre alamayan<br />
işçi işyerinde oturma eylemi<br />
yapma hakkı vardır) ve bu<br />
yüzden polis tarafından tartaklanarak<br />
gözaltına alınmışlar. Ayrıca<br />
işçiler, patronun ve devlet güçlerinin<br />
sendikaları DİSK/LİMTER-<br />
İş’e yine azgın saldırılara giriştiğini,<br />
buna en son örnek olarak da<br />
sendikanın Genel Başkanı Cem<br />
Dinç ve Eğitim Uzmanı Kamber<br />
Saygılı’nın gözaltına alınıp tutuklanmasını<br />
gösterdiler.<br />
YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak hem<br />
Tersane işçilerine yapılan bu saldırıları,<br />
hem de mücadeleci sendikalardan<br />
biri olan DİSK/LİMTER- İş<br />
Sendikasına, onun Genel Başkanı<br />
Cem Dinç ve Eğitim Uzmanı<br />
Kamber Saygılı’nın gözaltına alınıp<br />
tutuklanması saldırısını patronların<br />
devletlerinin işçi sınıfına<br />
yaptığı birer faşist saldırılar olarak<br />
değerlendiriyor, nefretle kınıyor<br />
ve C. Dinç ile K. Saygılı’nın derhal<br />
serbest bırakılmasını istiyoruz!<br />
Haziran 2006 <br />
CORUS YASAN işçisi kararlı<br />
DİSK’e üye Birleşik Metal<br />
İş Sendikasında örgütlü<br />
CORUS YASAN fabrikası<br />
işçileri 1 Haziran günü greve çıktılar.<br />
Sakarya 1.Organize Sanayi<br />
Bölgesinde faaliyette bulunan<br />
CORUS YASAN şirketinin ana<br />
hissesi bir İngiliz çelik tekelinin<br />
elinde. İşçi ücretlerinin aylık yaklaşık<br />
600 YTL olması grevin esas<br />
talebi. Sendikanın patron temsilcileriyle<br />
yaptığı TİS görüşmelerinde<br />
yaklaşık yüzde 37’ler civarındaki<br />
ücret talebine patron tarafı yüzde<br />
8 civarında teklifle cevap vermişti.<br />
Bunun üzerine görüşmeler kitlenmiş<br />
ve sendika 1 Haziran günü<br />
grevi uygulama kararı alarak uyguladı.<br />
1 Haziran günü Organize Sanayi<br />
Bölgesinde bir araya gelen işçiler<br />
ve bazı demokratik kitle örgütleri<br />
yaklaşık 150 kişilik bir kortejle organize<br />
sanayinin içerisinde bir yürüyüş<br />
yaptılar. İşçiler sendikalarının<br />
güçlü desteğiyle attıkları sloganlarla<br />
sonuna kadar taleplerinin<br />
arkasında olduklarını gösterdiler<br />
ve “sefalet ücreti”ne son verilmesini<br />
istediler. “İşçiyiz, haklıyız kazanacağız”,<br />
“Yaşasın sınıf dayanışması”,<br />
“İşçilerin birliği sermayeyi<br />
yenecek”, “Patron şaşırma sabrımızı<br />
taşırma” gibi sloganlarla sanayi<br />
bölgesini inlettiler.<br />
Bu militan eylem jandarmanın<br />
ve organize sanayi bölgesindeki<br />
güvenlik güçlerinin bakışları arasında<br />
gerçekleşti ve örgütsüz çalışan<br />
işçiler tarafından da gıpta ile<br />
izlendi. Yıllardan sonra ilk defa<br />
bir sendikanın ciddi bir şekilde<br />
işçi ile birlikte ve onların yanında<br />
kararlı bir şekilde mücadele içerisinde<br />
olması, iyice güven kaybeden<br />
sendikalara bakışın belki yeniden<br />
olumlu yönde sorgulanmasına da<br />
hizmet etti.<br />
Saat 12 civarında fabrikanın kapısına<br />
“Bu işyerinde grev vardır”<br />
pankartı asılarak halaylar ve sloganlar<br />
eşliğinde grev başlatıldı ve<br />
ilk grev gözcüleri grev önlüklerini<br />
giydiler.<br />
İşçiler sendikalarıyla birlikte<br />
“Yaşasın onurlu mücadelemiz”,<br />
“Direne direne kazanacağız” sloganlarıyla<br />
mücadele kararlılıklarını<br />
bir kez daha ifade ettiler.<br />
CORUS YASAN işçisi yanlız<br />
değildir. Yaşasın İşçilerin Birliği!<br />
Yaşasın CORUS YASAN grevi!<br />
İşçilerin Birliği Sermayeyi<br />
Yenecek!<br />
Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!<br />
Yaşasın SOSYALİZM!<br />
Bir YDİ Çağrı okuru<br />
5 Haziran 2006 <br />
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />
v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27<br />
v e-mail: mail@ydicagri.com v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />
v SAYI 102’nin İşçi Eki · Temmuz’2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli
halkların kardeşliği için<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
ABD’de göçmen olmak…<br />
Konu göçmen, göçmenlik<br />
olunca, ABD bağlamında<br />
İndigen halkına mensup insanlar<br />
tarafından hâlâ söylenen tarihi<br />
bir olgu var: “Burada herkes<br />
göçmen, göçmen olmayan tek halk<br />
İndigen halkıdır.” Bu tarihi olgu<br />
ama 500 yılı aşkın bir sürede işgalci<br />
ve köle sahipleri beyazların İndigen<br />
halklarını soykırıma uğrattığı, köleleri<br />
olarak Amerika’ya götürdükleri<br />
siyahlarla da birbirine karışarak<br />
değişik kökenli insanlardan bir<br />
ABD ulusu (Amerikan ulusu) oluşturduğu<br />
gerçeğini ortadan kaldırmıyor.<br />
Amerikan ulusunun oluşmasından<br />
beri göçmen, göçmenlik sorunu<br />
–kimi İndigen kökenliler bunu dile<br />
getirse de– artık bu temelde tartışılmıyor.<br />
Son dönemde ABD’de yürüyen<br />
göçmenlik tartışmalarının merkezinde<br />
esas olarak Latin Amerika ülkelerinden,<br />
özellikle de Meksika’dan<br />
ve Meksika üzerinden ABD’ye “kaçak”<br />
yollardan giden göçmenler meselesi<br />
duruyor.<br />
Hispanik ya da Latino diye adlandırılan<br />
bu göçmenlerin sayısı 11-12<br />
milyon civarında tahmin ediliyor.<br />
ABD’de resmi, yasal olarak yaşayan<br />
Hispaniklerin sayısı ise 40 milyon civarında.<br />
ABD’deki bu “kaçak” göçmenler<br />
kelimenin gerçek anlamında köle gibi<br />
muamele görmektedir. ABD’lilerin<br />
yapmadığı en zor işlerde en düşük<br />
ücretle çalışmaktadır. Bu göçmenlerin<br />
“kaçak” olma durumu, onları çalıştıran<br />
işverenler tarafından demoklesin<br />
kılıcı gibi sürekli üzerlerinde<br />
sallandırılmaktadır.<br />
“Kâğıtsız” olarak da adlandırılan<br />
bu göçmenlerin yaklaşık 7 milyonu<br />
bir işte çalışmaktadır. %24’ü tarımda,<br />
%17’si temizlik işlerinde, %14’ü inşaatta<br />
ve büyük bölümü gastronomide<br />
çalışmakta ve bir bölümü de orta sınıftan<br />
kesimlerin çocuklarına bakıcılık<br />
yapmaktadır. 11-12 milyon göçmenin<br />
%40’ı beş sene ve daha kısa<br />
süreden beri ABD’de yaşamaktadır.<br />
Kimi verilere göre “kaçak” göçmen<br />
işçiler ABD işçi sınıfının %5’ini<br />
oluşturuyor. Bu kesimin en zor işleri<br />
yaptığı ve en ucuz işgücü olduğu gerçeği<br />
gözönüne alındığında, ABD’nin<br />
ekonomisine büyük oranda katkıda<br />
bulunduğu olgusu kimi burjuvalar<br />
tarafından da kabul edilmektedir.<br />
Kimileri bunları “ABD ekonomisinin<br />
görünmez yağı” olarak değerlendiriyor<br />
haklı olarak…<br />
Ucuz işgücü olmaları gerçeğine<br />
rağmen siyasi alanda devlet “kaçak”<br />
göçmenleri kontrol altında tutmak<br />
amacıyla yeni yasalar gündeme getirmektedir.<br />
Siyasetin temelinde ekonomik çıkarlar<br />
olduğu gerçeği gözönüne alındığında,<br />
“kaçak” göçmenlere yönelik<br />
ırkçı yasaların gündeme getirilmesinin<br />
temelinde de, büyük tekellerin<br />
legal olarak ABD’ye gelen, zamanı<br />
onlar tarafından belirlenen ve kendilerinin<br />
uygun görüp seçtikleri “misafir<br />
işçi” olarak adlandırdıkları ucuz<br />
işgücüne duydukları ihtiyaç ve talepleri<br />
vardır.<br />
Kısaca söylenirse “kaçak” göçmenlere<br />
yönelik saldırılar, ırkçı yasalar<br />
esas olarak sözkonusu göçmenlere<br />
yönelik olsa da, aynı zamanda bu<br />
göçmenleri ucuz işgücü olarak çalıştıran<br />
orta tabakaya da –orta ve küçük<br />
burjuvaya– karşı olan, büyük tekellerin<br />
çıkarlarına uygun ve devletin<br />
göçmenler üzerindeki kontrolünü<br />
sağlamaya da yöneliktir. Buna ek<br />
olarak göçmenlere yönelik saldırılar<br />
“ulusun güvenliğini sağlama” adına<br />
özellikle devletin sınırlarında militaristleşmenin<br />
de bir aracıdır.<br />
GÖÇMENLİK YASASI VE<br />
MÜCADELE…<br />
11 Eylül 2001 saldırısı Bush yönetiminin<br />
“kaçak” göçmenlerle ilgili<br />
yeni yasa çıkarma çalışmalarını geri<br />
plana itmişti. 2005 yılı Aralık ayında<br />
Temsilciler Meclisi göçmenler yasası<br />
ile ilgili bir yasa tasarısını onayladı.<br />
Sözkonusu yasanın kabul edilmesi<br />
için Senato ve Başkan Bush tarafından<br />
da onaylanması gerekiyordu.<br />
Sözkonusu yasa tasarısının esas<br />
yönü “kaçak” göçmenlerin ABD’de<br />
yaşamasını suç olarak ilan etmekti.<br />
Hispaniklerin seçimlerde oy potansiyeli<br />
olarak önemli bir rol oynadığı<br />
gözönüne alınarak bazılarına ABD<br />
vatandaşı olma hakkının tanınmasını<br />
içeren bir tasarı da gündeme getirildi.<br />
Bu konunun tartışılması bizzat<br />
ABD egemenleri arasında da belli<br />
bir bölünmenin varlığını gösterdi.<br />
Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında<br />
farklılıklar olduğu gibi, bunların<br />
kendi aralarında da farklılıklar<br />
yaşandı. Sonuçta ama belirleyici olan<br />
göçmenlerin insanca yaşama hakları,<br />
onların insan olarak değer görmesi<br />
vb. değil, tekellerin çıkarları, siyasetçilerin<br />
seçimlerde alacağı oy hesapları<br />
oldu. “Kaçak” göçmenlerin kimi<br />
haklarını savunan bazı sendikacılar<br />
bile, esas olanın “vatanın güvenliğinin<br />
sağlanması” olduğunu savunarak<br />
bu göçmenleri “vatanın güvenliğini”<br />
tehdit eden unsur olarak gösterdi…<br />
Söz konusu yasa tasa r ısı n ı n<br />
Senato’da tartışılmasına başlanmasıyla<br />
göçmenleri protesto eylemleri<br />
de gündeme geldi. Özellikle 25 Mart,<br />
10 Nisan ve 1 Mayıs tarihlerinde yüzbinlerce<br />
insan “kaçak” göçmenlerin<br />
hakları için yürüyüş ve mitingler yaparak<br />
yasa tasarısını protesto etti.<br />
1 Mayıs’ta 70 civarında kentte protesto<br />
eylemleri gerçekleştirildi ve<br />
toplam olarak ele alındığında milyonlarca<br />
“kaçak” göçmen ve onları<br />
destekleyen “yasal” göçmen meydanlardaydı.<br />
1 Mayıs’taki eylemlere<br />
sadece Hispanikler değil, Afrika ve<br />
Asya kökenli göçmenler de katıldı.<br />
Sözkonusu eylemler ABD’de yeni<br />
bir “Göçmen Hareketi”nin de geliştiğinin<br />
bir göstergesi olarak kabul<br />
gördü.<br />
“Kaçak” göçmenler ilk kez kendi<br />
hakları için siyasi bir eylem gerçekleştirmişti.<br />
“Kaçak” olarak görülenler<br />
sokaklara çıkmış, alanlara yığılmıştı…<br />
“Hiç bir insan yasadışı değil.”<br />
“Yasadışı olan sömürgeciliktir.”<br />
sloganlarını haykırıyordu. “Ne istiyoruz?/<br />
Adalet. /Ne zaman?/ Hemen<br />
şimdi!” “Suçlu değil, işçiyiz” diyerek<br />
“Genel af ve vatandaşlık hakkımızı<br />
istiyoruz” taleplerini yükseltiyordu<br />
milyonlarca insan.<br />
ABD’nin ırkçı yasa tasarısına karşı<br />
göçmenlerin hakları için bu mücadele<br />
ABD’de unutturulan 1 Mayıs’ı<br />
2006’da yeniden bir mücadele gününe<br />
dönüştürdü. Göçmen işçiler<br />
1 Mayıs’ı “Göçmensiz bir gün” ilan<br />
edip “İşe gitmek yok, okula gitmek<br />
yok, alışveriş yapmak yok” şiarıyla<br />
güçlerini göstermek amacıyla “büyük<br />
boykot” ilan ettiler.<br />
Sayısı milyonları bulan göçmenlerin<br />
bu protesto eylemleri, göçmenlik<br />
yasa tasarısının Senato’daki tartışmalarına<br />
da etkide bulundu. Temsilciler<br />
Meclisi’nin kabul ettiği yasa tasarısı<br />
Senato’da göçmenler lehine biraz yumuşatılarak<br />
36 oya karşın 62 oyla kabul<br />
edildi.<br />
Sözkonusu yasa tasarısı “kaçak”<br />
göçmenlerin önemli bölümüne<br />
ABD’de kalma hakkını da içeriyor.<br />
Bu yasa, beş yıldan fazla ABD’de yaşayan,<br />
ABD yasalarıyla karşı karşıya<br />
gelmeyen –ki bu aslında göçmenlerin<br />
“kaçak” olarak ABD’ye gelmiş<br />
olması olgusu gözönüne alındığında,<br />
kimin yasalara aykırı olup olmadığının<br />
yine ABD yetkilileri tarafından<br />
belirlenebileceğinin bir temelidir–,<br />
çalışan ve yeterli Amerikanca konuştuğunu<br />
belgeleyen, 2000 dolar kadar<br />
bir ceza ve eğer ödememişse çalıştığı<br />
süre için vergisini ödeyeceklerin ABD<br />
vatandaşlığına başvurma hakkını tanıyor.<br />
İki yıldan fazla ve beş yıla kadar<br />
ABD’de yaşayanlara ise ülkelerine<br />
geri dönüp “misafir işçi”lik için<br />
başvuruda bulunarak ABD’ye geri<br />
dönme hakkı tanınıyor. Kuşkusuz ki<br />
“misafir işçi” olarak ABD’ye gitme<br />
hakkı olsa da, gidip gidemeyeceğini<br />
belirleyecek olan “misafir işçi”leri seçecek<br />
olanlardır. İki seneden kısa süre<br />
ABD’de yaşayanlara ise –ki bunların<br />
sayısı 2 milyon civarındadır– hiçbir<br />
hak tanınmamaktadır. Bunlara tanınan<br />
tek “hak”, ceza görmeden ülkelerine<br />
sürgün edilmektir.<br />
Sonuç olarak aslında beş seneden<br />
fazla ABD’de yaşayanlar “legalleştirilmiş”<br />
olacak ve beş seneden az süre<br />
ABD’de yaşayanlar ise ülkelerine geri<br />
gönderilecek, gerçekte ise ABD’den<br />
sürgün edilecekler. Beş seneden uzun<br />
süre ABD’de yaşayanların bir bölümü<br />
de, Bush’un da ilan ettiği “ABD<br />
vatandaşı olmak isteyenler İngilizce<br />
öğrenmek ve asimile olmak zorundadır”<br />
düşüncesi temelinde öne sürülen<br />
önkoşullara uygun görülmeyip sürgün<br />
edileceğine kesin gözüyle bakılabilir.<br />
Böylece “kaçak” göçmenlerin<br />
en azından yarısının sürgün edilmesi<br />
yasalaştırılmış olmaktadır.<br />
Senato tarafından da onaylanan<br />
yasa tasarısı ülke içinde özellikle<br />
göçmenlere yönelik ırkçılığı körükleyen,<br />
göçmenleri dışlayan, onları<br />
suçlu gösteren ırkçı bir yasa tasarısı<br />
olduğu gibi, özellikle “kaçak” göçmenleri<br />
önleme adına Meksika ile sınırını<br />
militaristleştirmek için de hazırlanan<br />
bir yasa tasarısıdır. Bu yasa<br />
tasarısı Bush tarafından da imzalandığında<br />
yürürlüğe girecektir.<br />
HALKLAR ARASINDA<br />
DUVARLARIN ÖRÜLDÜĞÜ,<br />
KÖPRÜLERİN YIKILDIĞI BİR<br />
DÜNYA…<br />
11
halkların kardeşliği için<br />
12<br />
Burjuvazinin sahtekârlığının en iyi<br />
örneklerinden biri Doğu Bloku’nun<br />
yıkılmasından önceki süreçte komünist<br />
olarak gördüğü Demokratik<br />
Alman Cumhuriyeti’nin inşa ettiği<br />
Berlin Duvarı’na karşı tavrıdır.<br />
Berlin Duvarı’nı komünistlerin ya da<br />
“Demir Perde”nin “utanç duvarı” olarak<br />
gösterip komünizme karşı mücadelenin<br />
bir aracı olarak kullandılar,<br />
kullanıyorlar hâlâ…<br />
Berlin Duvarı’nın yıkılmasını burjuvazinin<br />
çanak yalayıcıları, insanların<br />
sınırsız, özgür ve demokrasinin<br />
egemen olduğu bir dünyaya akışı,<br />
küresel olarak bilginin ve malların<br />
insanlara ulaşacağı bir dönemin<br />
başlangıcı olarak göstermeye çalıştılar.<br />
Sanki örülen tek duvar Berlin<br />
Duvarıymış gibi bir resim çizmeye<br />
çalıştılar. Gerçekler ise tersini göstermektedir.<br />
Demokrasinin beşiği olarak görülüp<br />
gösterilen Avrupa’da, Avrupa<br />
Birliği, Şengen Anlaşması çerçevesinde<br />
sınırlarını “dışa” kapatmaktadır.<br />
Bunun en açık görüntüsü Afrika<br />
kıtasına yönelik alınan önlemlerdir.<br />
(Bunun için 94. sayımızda, “AB’nin<br />
sınır duvarları yükseliyor” başlıklı<br />
yazımıza, sayfa 14-15’e bakınız.)<br />
İsrail’in inşa ettiği ve 700 kilometre<br />
civarında uzunluğu olan, Filistin<br />
Arap halkını açık bir cezaevine kapatacak<br />
olan duvar ise, tüm protestolara<br />
rağmen ABD ve AB güçlerince<br />
destek görmektedir. Ya da sözlü açıklamalarla<br />
bu duvarın inşasının yanlışlığı<br />
tespit edilmekte, ama herhangi<br />
bir yaptırıma ya da önleme başvurulmamaktadır.<br />
İsrail’in inşa ettiği duvar<br />
bir yanıyla da “terörizme karşı<br />
mücadele”nin ve İsrail’in kendisini<br />
“korumasının” bir aracı olarak gösterilmektedir.<br />
Yine halklar arasında örülen duvarlardan<br />
biri de İsrail’in duvar tekniğini<br />
örnek alan Hindistan’ın Pakistan ile<br />
arasında savaş nedeni olan Keşmir’in<br />
bölünmesinde yaşanıyor. Bu duvarın<br />
uzunluğu 2000 kilometre civarındadır.<br />
Suudi Arabistan da Yemen ile sınırlarını<br />
duvarlarla kapatmaktadır.<br />
Güney ve Kuzey kore arasındaki duvara<br />
ve Çin Seddi’ne ise değinmiyoruz<br />
bile.<br />
Tüm bunlara yine demokrasinin<br />
beşiği olarak gösterilen ABD’nin duvarı<br />
eklenmektedir. Kanada ile iyi<br />
ilişkilerin gerçekleştirildiği gözönüne<br />
alınarak ABD’nin Kanada ile<br />
sınırlarını fazla sıkı tutmadığını tespit<br />
edebiliriz. Fakat ABD’nin Güney<br />
sınırında durum böyle değil.<br />
Pasifikten Meksika Körfezi’ne kadar<br />
yaklaşık 3200 kilometrelik sınırın<br />
üçte biri duvar ve bariyerlerle kapatılmaktadır.<br />
Askeri kontroller, teknik<br />
donanımlar vb. yetmiyor onlara.<br />
Daha çok askeri kontrol, daha uzun<br />
ve daha yüksek duvarlar, tel örgüler,<br />
bariyerler gerekiyor… Kendileri<br />
sınıra daha çok asker yığarken,<br />
ABD’nin “güvenliğinden” bahsediyor<br />
bu sahtekârlar. “Kaçak” göçmenleri<br />
engellemeyi “terörizme karşı mücadele”<br />
olarak gösteriyorlar.<br />
Somut olarak gündeme getirilen<br />
göçmen yasa tasarısı içinde Meksika<br />
sınırında alınacak önlemler de var.<br />
Sınır gibi havaalanları ve limanlarda<br />
da daha çok kontrol ve askeri önlemler<br />
gündemdedir. Sadece sınırlarda<br />
alınacak bu önlemler için bütçeden<br />
milyarlarca dolarlık pay ayrılmaktadır.<br />
Medyaya yansıdığı kadarıyla<br />
anda öngörülen duvarın uzunluğu<br />
600 kilometre ve bariyerlerin ise 800<br />
kilometredir. Bu ise aslında öngörülen<br />
sınırın üçte birinden daha uzundur.<br />
Buna bir de zaten anda varolan<br />
duvar ve bariyerleri eklediğimizde<br />
ABD’nin Meksika ile sınırının üçte<br />
ikisinin duvar ve bariyerlerle, tel örgülerle<br />
kapatılacağı ortaya çıkmaktadır.<br />
Sınırın geri kalan kesimi ise<br />
esas olarak sınırı geçmenin çok zor<br />
olduğu, hatta mümkün görülmediği<br />
bölümdür. Şimdi planlanan duvar ve<br />
bariyerlerin örülmesi “kaçak” göçmenlerin<br />
ABD’ye girişini engelleyemediği<br />
noktadan itibaren, bu geri<br />
kalan bölümde de duvarlar gündeme<br />
getirilecektir.<br />
Evet, ABD emperyalizmi anda sınırları<br />
koruma bütçesini %66 yükseltmiştir.<br />
Sınıra daha şimdiden 6000<br />
kolluk gücü aktarmaya başlamıştır.<br />
11.000 civarındaki sınır kontrol gücünü<br />
2011’e kadar 25.000’e çıkarmayı<br />
hedeflemektedir. Tüm bunlar doğrudan<br />
sınırların militarize edilmesiyle,<br />
askeri tekniğin ve silahların sınırlara<br />
yerleştirilmesiyle içiçe yürümektedir.<br />
Sınır kontrollerine gönderilen kimileri<br />
açıkça “göçmen avcıları” olarak<br />
adlandırılmaktadır.<br />
Göçmenlik yasası esas olarak sınırların<br />
kapatılmasını, militaristleştirilmesini,<br />
“kaçak” göçmenlerin büyük<br />
bölümünün sürgün edilmesini<br />
içermektedir. Camekanın süslenmesi<br />
için de belli bir kesiminin legal olarak<br />
ABD’de kalmasına olanak tanınmaktadır.<br />
Tüm bunlar kapitalizmin-emperyalizmin<br />
çıkardıkları, çıkaracağı yasaların<br />
onların kendi çıkarlarına olduğunu,<br />
onların halklar arasındaki<br />
duvarları daha da yükselttiğini bir<br />
kez daha göstermektedir.<br />
Kapitalizmin-emperyalizmin egemen<br />
olduğu bu dünya, halklar arasında<br />
duvarların örüldüğü, köprülerin<br />
yıkıldığı; insanların değil sınırların<br />
korunduğu bir dünyadır.<br />
Dünyanın tüm ulus ve milliyetlerden<br />
işçilerin, emekçilerin görevi kapitalizme-emperyalizme<br />
karşı devrim<br />
için mücadeleyi yükseltmektir.<br />
Egemenlerin, sömürücülerin bu dünyasına<br />
son vermektir. Bunun için de<br />
ilk işlerden biri halklar arasında kafalarda,<br />
bilinçlerde varolan duvarların<br />
yıkılması, köprülerin kurulması<br />
için mücadeledir.<br />
Yaşasın dünyanın işçilerinin ve ezilen<br />
halklarının birliği ve ortak mücadelesi!<br />
“Birleşmiş halk yenilgiye uğratılamaz!”<br />
20 Haziran 2006 <br />
Perihan Mağden ve Eren Keskin’e yönelik sald<br />
Vicdani red hakkını savunduğu<br />
“Her Türk Asker<br />
Doğmaz” başlıklı yazısından<br />
dolayı gazeteci yazar Perihan<br />
Mağden’in başı dertte... “Basın yoluyla<br />
halkı askerlikten soğuttuğu”<br />
gerekçesiyle Genelkurmay hakkında<br />
suç duyurusunda bulundu ve savcılık<br />
da hemen reaksiyon göstererek<br />
dava açtı. Perihan Mağden’in hakim<br />
karşısına çıkarıldığı gün (7 Haziran<br />
2006), Şişli Adliyesinde Türk şovenizmi<br />
yine coşturuldu. “Şehit Aileleri<br />
Derneği” üyeleri ve bilumum şovenist<br />
militarizm savunucusu Perihan<br />
Mağden’e “PKK cariyesi”, “eroin kaçakçısı”<br />
vb. türünden hakaretler yağdırdı,<br />
tehditler savurdu. Böylece, faşist-şoven<br />
anlayışla kadın düşmanlığının<br />
(erkek-şovenizmi) üstüste binmişliğine<br />
de bir kere daha şahit olduk.<br />
Bütün bunlar Türkiye’de yaşanan<br />
şovenist-militarist kışkırtmanın parçasıdır.<br />
Egemenler bunun için ellerinden<br />
geleni yapıyorlar; bunlara<br />
karşı sesini yükseltmeye çalışan,<br />
demokrasi mücadelesi verenler ise<br />
mahkeme kapılarında süründürülmekten,<br />
linç ortamına itilmeye kadar<br />
her türden resmi ve gayri resmi korkutma-bastırma<br />
yöntemlerine maruz<br />
kalıyorlar.<br />
Perihan Mağden’e açılan dava<br />
bir kere daha Türkiye’de “Basın<br />
Özgürlüğü” denilen şeyin sınırını<br />
gösteriyor. Ona yönelik saldırıları<br />
protesto ediyor, dayanışma ruhuyla<br />
“Her Türk Asker Doğmaz” başlıklı<br />
yazısını Dergimizde yayınlıyoruz.<br />
Kemalist kadınlar militarizmin<br />
savunucusu!<br />
Militarizme h<br />
Militarizmin körüklendiği ve Türk<br />
şovenizminin coşturulduğu bu ortamda<br />
saflaşmalar çok daha iyi görülüyor.<br />
Kemalist kadınlar bir kere daha<br />
gerçek yüzlerini gösteriyor, şovenizmin<br />
ve militarizmin savunuculuğunu<br />
yapmaya devam ediyorlar.<br />
İnsan Hakları savunucusu Av. Eren<br />
Keskin, 2002 yılının 8 Mart’ında<br />
Köln’de (Almanya) yapılan bir toplantıda<br />
Türk askeri ve polisinin taciz<br />
ve tecavüz olaylarına karıştığını<br />
söyleyince aynı toplantıda yeralan<br />
Kemalist Necla Arat’ın tepkisiyle karşılaşmış,<br />
Necla Arat basın üzerinden<br />
Eren Keskin’i hedef göstermiş ve çok<br />
geçmeden de Eren Keskin hakkında<br />
dava açılmıştı. Sonunda bu dava sonuçlandı<br />
ve Eren Keskin “ordunun<br />
manevi şahsına hakaret” ettiği gerekçesiyle<br />
6 bin YTL para cezasına<br />
çarptırıldı. Eren Keskin bu para cezasını<br />
ödemeyeceğini, gerekirse cezaevine<br />
girip yatacağını açıklamıştı.<br />
Bu arada çeşitli kadın grup ve kuruluşlarının<br />
oluşturduğu bir inisiyatif<br />
Eren Keskin’le dayanışmak ve ceza<br />
bedelini toplamak amacıyla “Kadın<br />
ve İnsan Hakları için 1 YTL de Sen<br />
Ver” şeklinde bir kampanya başlattı.<br />
Buna karşı Necla Arat ve onun gibi<br />
düşünenler yanyana gelerek doğrudan<br />
Eren Keskin’i hedef alan bir saldırı<br />
kampanyası açtılar. Aralarında<br />
CHP İl Kadın Kolları, Kadın<br />
Araştırmaları Derneği vb. bulunduğu<br />
19 Kadın Kuruluşunun imzaladığı<br />
ve gazetelere verilen bir ilanda<br />
Eren Keskin hakkında şunlar söyleniyor:<br />
“Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyulan<br />
saygıyı azaltmak için olağanüstü<br />
çaba gösteren Eren Keskin’i şiddetle<br />
protesto ediyoruz. ‘Kadın ve İnsan<br />
Hakları Mücadelesine Destek Verin’<br />
ve ‘Kadın ve İnsan Hakları için 1YTL<br />
de Sen Ver’ çağrıları altında sözde<br />
masum bir imza ve para toplama<br />
kampanyasına dönüştüren kuruluş<br />
ve kişileri de şiddetle kınıyoruz.<br />
Kadın kuruluşlarımızın bu kampanya<br />
ile hiçbir ilgisi bulunmadığını<br />
kamuoyuna saygıyla duyururuz.”<br />
Bu ilanın baş savunucularından<br />
Necla Arat’ın gazetelerde yeralan<br />
açıklaması ise aynen şöyle:<br />
“Ülkenin en köklü kuruluşlarından<br />
birini karalamak düşünce özgürlüğü<br />
olmadığı gibi sonucunda alınan ceza<br />
da kadın ve insan haklarıyla ilgili olamaz.<br />
Konuyu bu şekilde çarpıtarak,<br />
bunu tüm kadın kuruluşlarının girişimi<br />
gibi yansıtıyorlar. Biz bu resmin<br />
içerisinde değiliz. Eren Keskin parayı<br />
ödeyerek özgürlüğünü satın almayacağını<br />
söyledi ama şimdi arkadaşları<br />
vasıtasıyla cezasını halka ödettiriyor.<br />
Söylediklerinde samimi ise arkadaşlarının<br />
da para toplamasına engel olsun<br />
ve hapse girsin,”<br />
Türk şovenizmi ve militarizmini<br />
sonuna kadar savunmaya yeminli<br />
Kemalist kadınların saf tuttukları<br />
yer işte burada açığa çıkıyor. Bu saldırılara<br />
karşı Eren Keskin, “Çok anlamsız<br />
bulduğum ilanı verenleri değil<br />
feminist olarak, kadın olarak bile de-
ırıların kaynağı bir!<br />
ayır!<br />
ğerlendirmiyorum.” yanıtını verdi.<br />
Eren Keskin’e yönelik bu saldırıları<br />
şiddetle protesto ediyor, onunla<br />
dayanışmamızı dile getiriyoruz.<br />
Kemalist kadınların ilanında gerçekten<br />
de kadın ve insan hakları savunuculuğunun<br />
esamesi yoktur. Orada,<br />
tamamen –bunu savunanlar kadın<br />
Her Türk Asker Doğmaz<br />
— PERİHAN MAĞDEN —<br />
da olsa– erkek egemen sistemin yanında<br />
saf tutulduğu, ulusal-cinsel ve<br />
sınıfsal baskıların uygulayıcısı devlet<br />
ve onun kurumlarının savunuculuğu<br />
yapıldığı ortaya çıkmaktadır.<br />
Bir yanda egemenlerin/ezenlerin<br />
devletinin savunuculuğunu yapan<br />
“kadın hareketi” ve diğer yanda demokrasi<br />
ve özgürlük mücadelesi verenlere<br />
sahip çıkanların kadın hareketi...<br />
Aynılar aynı, ayrılar ayrı yerde<br />
toplanıyor!<br />
Haziran 2006 <br />
yeni kadın dünyası<br />
“Yani Mehmet Tarhan’ı Askeri Cezaevi’nde geçireceği “meşakkatli” (nasıl<br />
da efendice kelimeler seçiyorum) yıllar bekliyor. Böyle bir tercihi olduğu<br />
için. Anti-militarist olduğu için. Silahlı Kuvvetler’e hizmet vermeyi<br />
reddettiği için. Bu red hakkı kendisine tanınmadığı için.”<br />
Ben diyorum ki, hayır kardeşim Her Türk Asker Doğmaz! Her Türk asker<br />
doğmak, askerlik yapmak, asker ölmek, askerde ölebilmek mecburiyetinde<br />
değildir. Nasıl her Türk nükleer fizikçi, baraj mühendisi, balet,<br />
narenciye üreticisi, son ütücü olarak doğmuyorsa, doğmayacaksa, doğmaması<br />
tercih nedeniyse her Türk, askerde doğamaz. Doğmayacaktır.<br />
Doğmaması gerekir.<br />
Birleşmiş Milletler 70’lerden beri vicdani reddin bir insan hakkı olduğu<br />
fikrini savunuyor.” diyerek mi girelim?<br />
Nasıl girelim bu “hassas” konuya?<br />
Bu konu çok hassas çünkü<br />
Askeriye’yle ilgili her konu çok hassas.<br />
Çok çok hassas, bu ülkede. Orduyla ilgili<br />
herhangi bir şeyde: öneri/eleştiri/<br />
neden böyle/neden öyle-hayır haksızsınız,<br />
porselen dükkanındakı filsiniz.<br />
Tuhafiyecideki zürafasınız; aman çabuk<br />
pılınızı pırtınızı toplayıp o konunun<br />
topraklarından uzaklaşın-ızzz.<br />
Ben diyorum ki, hayır kardeşim Her<br />
Türk Asker Doğmaz! Her Türk asker doğmak, askerlik yapmak, asker ölmek,<br />
askerde ölebilmek mecburiyetinde değildir. Nasıl her Türk nükleer fizikçi,<br />
baraj mühendisi, balet, narenciye üreticisi, son ütücü olarak doğmuyorsa,<br />
doğmayacaksa, doğmaması tercih nedeniyse her Türk, askerde doğamaz.<br />
Doğmayacaktır. Doğmaması gerekir.<br />
Önce yıllardır, on yıllardır, yüz yıllardır maruz bırakıldığımız militarist<br />
koşullanmalardan kurtulmamız gerektiğini, bazılarımızın böyle bir<br />
tercihi olabileceğini kabul etme “alicenaplığını” göstermemiz gerektiğini,<br />
ARTIK gerektiğini söyleyerek lafa başlayalım.<br />
Avrupa Konseyi’ne üye 46 ülke içinde vicdani reddin bir hak olarak tanımlanmadığı<br />
yalnızca iki ülkenin: Azerbeycan ve Türkiye’nin bulunduğunu<br />
belirtelim. Ermenistan’ın dahi vicdani reddi bir hak olarak tanıdığını,<br />
kurucuları arasında bulunduğumuz Avrupa Konseyi tarafından vicdani<br />
reddin tarafımızdan reddiyle ilgili, mutat sıklıklarla uyarıldığımızı-<br />
Şimdi biliyorsunuz (ya da bilmiyorsunuz)<br />
Mehmet Tarhan diye biri var. Mehmet Tarhan total redci. Mehmet<br />
Tarhan, kardeşim ben barışı seviyorum. Ben anti-militaristim. Ben elime<br />
silah almam, Silahlı Kuvvetler’e de (hiçbir kisve altında) hizmet vermem,<br />
veremem. Diyor. (Onun sözleriyle değil, ben kendi dilime çeviriyorum.)<br />
Mayıs 2001’de askerlik yapmayı reddettiği için tutuklanıyor. Ve o gün bugündür<br />
Mehmet Tarhan’ın başı belada. Zira Türkiye Cumhuriyeti, Mehmet<br />
Tarhan’a bu insan hakkını, eline silah almama, Silahlı Kuvvetler’e hizmet<br />
etmeme hakkını tanımıyor. Mehmet Tarhan eşcinsel olanlar bir nevi “sakat”<br />
“kusurlu” vs. vs. kabul edilerek askerlikten muaf tutulabiliyorlar. Bir<br />
sağlık kuruluşunun muayenesine maruz bırakılarak.<br />
Mehmet Tarhan bu muayeneye maruz bırakılmayı reddediyor. Zira o eşcinsel<br />
olduğu için değil (yani “kusurlu” ve bir nevi “sakat” kabul edilmeyi<br />
kabul ettiği için değil) TOTAL REDCİ olduğu için askerlik yapmayı reddediyor.<br />
Askeri Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi ise vicdani reddin kabul edilemezliğine<br />
hükmediyor. “Silahlı çatışmaların devam ettiği bir coğrafyanın ortasında<br />
bulunan Türkiye’nin ülke savunması için gerekli tedbirleri alması<br />
zorunludur. Bunun için her erkeğin zorunlu askerlik yapacağı benimsenmiştir”<br />
ifadesiyle.<br />
Ve de Sivas Askeri Mahkemesi’nin Mehmet Tarhan hakkında verdiği iki<br />
davada toplam dört yıl hapis kararını bozuyor. Tarhan’ın (zorla) muayeneye<br />
tabi tutularak “eşcinsellik” gerekçesiyle terhisinin verilmesini talep<br />
ediyor. Yani Tarhan’ın davası yine Askeri Yargıtay’da. Saçları zorla kesilmiş<br />
bulunan Mehmet Tarhan Sivas’ta, Askeri Cezaevi’nde. Bu davanın seyrine<br />
bakarak daha yıllarca orada kalacağına da hükmedebiliriz. Cezaevi<br />
koşullarının alabildiğine “zor” olacağını da.<br />
Zira Mehmet Tarhan’dan önce 87’inci maddeden (EMRE İTAATSİZLİK<br />
maddesi) yargılanıp askeri hapishanelerde yatmış bulunan vicdani redciler<br />
Osman Murat Ülke, Mehmet Bal ve Halil Savda’nın ne mene maddi ve manevi<br />
işkencelere uğradıkları; diyelim Mehmet Bal’ın üstünden askeri üniformasını<br />
çıkartmaması için ellerinden ve ayaklarından kelepçelendiği, el<br />
fizyonomisi “düşünülerek” yapılmış bulunan kelepçeler ayaklarını kestiği<br />
için Adana Askeri Cezaevi Komutanı Albay Durdu Solak tarafından özel<br />
olarak imal ettirilen prangalandığı “filan” biliniyor.<br />
Yani Mehmet Tarhan’ı Askeri Cezaevi’nde geçireceği “meşakkatli” (nasıl<br />
da efendice kelimeler seçiyorum) yıllar bekliyor. Böyle bir tercihi olduğu<br />
için. Anti-militarist olduğu için. Silahlı Kuvvetler’e hizmet vermeyi reddettiği<br />
için. Bu red hakkı kendisine tanınmadığı için.<br />
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım: Yurdumuz topraklarında 300 bin<br />
ila 400 bin arasında değişen (kayda değer) sayılarda asker kaçağı dolaşıyor.<br />
Ne yapılıp edilse bu sayı aşağı çekilemiyor, her üç ila beş yılda bir “bedelli<br />
askerlik” çıkarılarak zevahir kurtarılıyor: Yani “bedelini” ödeyebilecek<br />
maddi imkanlara sahip çocuklarımız Askeriye’nin emrinde geçirilecek<br />
15 aylık bir süre ve süreçten “yırtıyorlar.”<br />
Modernize edilmiş bir ordudan, profesyonelleştirilmiş bir ordudan (bizzat<br />
ordusu tarafından) bu denli sık söz edilen bir ülkede, ordumuzun bütçemizden<br />
aldığı pay bu denli “hatırı sayılır” iken, teknoloji bu denli ilerlemiş<br />
(özellikle savaş teknolojisi) bir sürü aletin başına “uzmanlar” yani<br />
“teknik donanımlı subaylar” dışında kişilerin yerleştirilmesi giderek imkansız<br />
hale gelmiş iken-<br />
1. Askerlik süresi şu kısaltılmış haliyle bile, ziyadesiyle uzun değil midir?<br />
2. Ordumuzun bu kadar çok sayıdaki kişiyi askere almaya çalışması hakiki<br />
bir zaruret midir?<br />
3. Bu denli çok para harcayabilen ve hatta elemanlarının kaynaklarıyla<br />
OYAK gibi bir ekonomi devini yaratıklandırabilen Yüce Ordumuz,<br />
“Türkiye’nin içinde bulunduğu ÖZEL koşullar” teranesinin artık az biraz<br />
eski etkisinde ve inandırıcılığında olmadığını, bilmem kabule yanaşabilecek<br />
midir?<br />
Diyelim Aczmendiler, Yehova Şahitleri, kimi fundamentalist<br />
Protestanlar ellerine dinleri gereği silah değdirmeyi reddediyorlar.<br />
E artık biz Avrupa Birliği’ne uyumlu müreffeh bir ülke olduğumuza/olacağımıza<br />
göre Budistlerimiz’in, Hindularımız’ın sayısında da naturel bir<br />
artış olacak. E, madem fikri hür, vicdani hür bir ülkenin çocuklarıyız; vicdani<br />
redcilerimiz de anlaşılan olacak. Olacaktır. Olsun.<br />
Askeriyemiz için “Bedelli Askerlik” söz konusu olduğunda içleri kan<br />
ağlayarak da olsa gözardı edilebilen “eşitlik” ilkesi bu denli mühim ise;<br />
hem hakikaten Türk Ordusu’nun profesyonelleşmesi, modernleşmesi konusunda<br />
ciddi adımlar atılsın, askerlik süresi yeniden kısaltılsın, hem de<br />
VİCDANİ RED bir insan hakkı olarak tanınsın. Zira ben bir kız çocuğu<br />
annesi olarak böyle bir dertten “sıyırmış” olabilirim; ama bir oğlum olsaydı<br />
ve vicdani nedenlerle eline silah almayı reddetseydi hem sonuna kadar<br />
onun (ve gerekirse mücadelesinin) yanında olurdum, hem de diyelim<br />
öğretmenlik yaparak/koro çalıştırarak/ambulans sürerek/ağaç dikerek/kreşte<br />
çocuk bakarak/aşı yaparak/icabında yerleri silerek DE devletine<br />
“hizmet” edebilmesinin mümkün olduğu, ama bu görevlerin “eşit” ve hakiki<br />
ihtiyaçlar için dağıtılması ilkesiyle, pek de ala mümkün olduğu düşüncesi<br />
içinde olurdum.<br />
E, şimdi oğlum yok diye tam da “kurtulmuş” sayılmam. Zira ülkemde<br />
vicdani reddin bir hak olmaması beni (vicdanımı) rahatsız ediyor. Daha<br />
önce 87. maddeden yargılanan üç vicdani redciye karşın Mehmet Tarhan’ın<br />
88. maddeden yani TOPLU ERAT ÖNÜNDE EMRE İTAATSİZLİKden<br />
yargılanmasının rahatsız ettiği gibi. Sivas Askeri Cezaevi’nde “hangi koşullar”<br />
altında yatıyor olamadığım gibi. O niye peki hapiste? Peki niye biz<br />
rahat rahat yatağımızdayız? gibi. Peki biz rahat mıyız? Biri, insan haklarından<br />
bir hak için mücadele verirken, biz rahat olabilir miyiz? Rahat uyuyabilir<br />
miyiz? gibi. Askeri konulara gelince medyalamamızın içinde bulunduğu<br />
ağır militarist koşullanma, uyguladıkları “oto-sansür” normal midir,<br />
“norm” bu ise bu memleketin “normlarını” daha insanileştirmenin, vicdanileştirmenin<br />
zamanı gelmemiş midir, gelmeyecek midir, hiç gelmeyecek<br />
midir?? GİBİ. Liste uzuyor. E kesmek, bir yerde bitirmek lazım. Bitti.<br />
13
14<br />
yeni kadın dünyası<br />
Eren Keskin’e destek<br />
kampanyası devam ediyor<br />
İnsan Hakları savunucusu Avukat<br />
Eren Kesk in, 2002 y ı lında<br />
Almanya’nın Köln kentinde katıldığı<br />
bir toplantıda yaptığı konuşma<br />
ertesinde “ordunun manevi şahsiyetine<br />
hakaret ettiği” gerekçesiyle açılan<br />
davada hakkında verilen 10 aylık<br />
hapis cezası ve bunun para cezasına<br />
çevrilmesi ertesinde çeşitli kadın<br />
kurumları Eren Keskin ile dayanışma<br />
içerisinde etkinlikler ve kampanyalar<br />
düzenlediler.<br />
Bu destek kampanyalarından rahatsız<br />
olan egemen<br />
güçler yürütülen bu<br />
ça lışma la ra sa ld ı-<br />
rarak, Hürriyet ve<br />
Cumhuriyet gazetelerine<br />
6 Haziran 2006<br />
tarihinde verdikleri<br />
ilanlarla Eren Keskin’i<br />
istenmeyen kişi ilan<br />
ederek onu hedef tahtasına<br />
oturtular.<br />
Aralarında CHP,<br />
DYP İl Kadın Kolları,<br />
T ü r k H u k u k ç u<br />
Kadınlar Derneği,<br />
T ü r k K a d ı n l a r<br />
Birliği, Emekli Subay Eşleri Derneği<br />
ve İstanbul Barosu Kadın Hakları<br />
Komisyonu olmak üzere toplam 19<br />
tane orducu kemalist kadın kurumlarının<br />
imzasının bulunduğu bu açıklamada,<br />
Eren Keskin’in “yurtiçinde<br />
ve yurtdışında katıldığı her toplantıda<br />
PKK terör örgütünün yaydığı gerçek<br />
dışı karalamaları dile getirdiği”, “barış<br />
ortamını bozmak ve Türk Silahlı<br />
Kuvvetlerine duyulan saygıyı azaltmak<br />
için olağanüstü çaba gösterdiği”<br />
vs. iddia edilmekte, aynı zamanda<br />
Eren Keskin ile dayanışma içerisinde<br />
olan kadın kurumları da hedef gösterilmektedir.<br />
Yürütülen bu saldırı kampanyasına<br />
karşı bir çok çevre tepki göstererek<br />
Eren Keskin’le dayanışma içerisinde<br />
olduğunu dile getirdi.<br />
7 Haziran’da İstanbul İnsan<br />
Hakları Derneği’nde İHD Merkez<br />
Yürütme Kurulu adına Genel Başkan<br />
Avukat Yusuf Alataş yaptığı açıklamada<br />
İHD’nin her koşulda herkes<br />
için ifade özgürlüğünü savunduğunu,<br />
fakat bazı kuruluşların Avukat Eren<br />
Keskin’e yönelik gazetelerde yayınladıkları<br />
ilanlarıyla hem Eren Keskin’i<br />
hedef gösterdiğini ve hem de militarizmi<br />
desteklediğini belirtti.<br />
Alataş, tüm dünyada olduğu gibi<br />
Türkiye’de de insan hakları savunuculuğunun<br />
zor ve riskli bir iş olduğunu,<br />
İHD olarak bu risklerin bilincinde<br />
olduklarını ve yeri geldiğinde<br />
bedel ödemeyi insan hakları savunuculuğunun<br />
bir gereği olarak kabul ettiklerini<br />
belirtti.<br />
Kendilerini sivil toplum örgütü<br />
olarak tanımlayan ve “kadın kuruluşları”<br />
sıfatı ile ilan verenlerin, Av.<br />
Eren Keskin’i belli örgütlerle bağlantılı<br />
gösterme gayretleri, hedef haline<br />
getirmeleri ve askeri kurumlara “üstünlük<br />
ve imtiyaz” tanıyacak şekilde<br />
militarist bir anlayışa hizmet etmelerinin<br />
hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini<br />
dile getirdi. Alataş son olarak<br />
Eren Keskin’in dernek tüzüğünün gereğini<br />
yaptığını söyleyerek, “İHD olarak<br />
yöneticimizi sonuna kadar desteklediğimizi<br />
ve insan hakları mücadelesi<br />
kapsamında bundan sonra da<br />
militarizme karşı etkili<br />
bir mücadele vereceğimizi<br />
bir kez daha tekrarlıyoruz”<br />
dedi.<br />
Ga z eteye ver i len<br />
ilanda sadece Eren<br />
Keskin değil onunla<br />
dayanışmak amacıyla<br />
kampanya başlatan kadınlara<br />
da saldırılıyor.<br />
Eren Keskin’e yönelik<br />
bu saldırı kampanyasına<br />
kadınlar cephesinden<br />
de çeşitli etkinliklerle<br />
cevap verildi.<br />
İ s t a n b u l İ n s a n<br />
Hakları Derneğinde, kadın kurumları<br />
olarak yapılan basın açıklamasında<br />
da başlatılan kampanyaya sonuna<br />
kadar sahip çıkıldığı dile getirilerek,<br />
Eren Keskin’in gözaltında cinsel<br />
taciz ve tecavüze karşı yürüttüğü<br />
hukuk mücadelesinin desteklendiği,<br />
çünkü bu mücadelenin öncelikle bir<br />
kadın hakları ve insan hakları mücadelesi<br />
olduğu belirtildi.<br />
Eren Keskin’i çeşitli saldırılara maruz<br />
bırakabilecek açıklamayı yapanlar<br />
kınanarak, kadınları susturmayı<br />
amaçlayan bu açıklamaların aslında<br />
işlenen suça ortak olmak anlamına<br />
geldiği belirtilerek, militarizmin toplumdaki<br />
ve kadınlar üzerindeki yıkıcılığına<br />
ortak olanların tarih karşısında<br />
yargılanacakları ve mahkum<br />
olacakları vurgulandı.<br />
Kadın kurumlarının ve değişik kurumlardan<br />
kadınların, gazete ilanlarından<br />
sonra yaptığı bir diğer eylem,<br />
İstanbul Barosu önündeki basın<br />
açıklaması idi. Eylemin İstanbul<br />
Barosu’nun önünde yapılmasının<br />
nedeni, Eren Keskin aleyhine gazeteye<br />
ilan verenlerin imzacıları arasında<br />
“İstanbul Barosu Kadın Hakları<br />
Komisyonu”nun da yer almasıydı.<br />
Baro önünde yapılan açıklamada,<br />
İstanbul Barosu Kadın Hakları<br />
Komisyonu’na sorumluluk ve görevlerini<br />
hatırlatmak üzere burada bulunulduğu<br />
belirtilerek, gerek Eren<br />
Keskin’e gerekse de onu destekleyenlere<br />
karşı bir linç kampanyası başlatıldığı,<br />
bu tutumu gerçekleştirenler<br />
içerisinde hak ve hukuk koruyucuları<br />
olduklarını söyleyen Baro’ya ait<br />
bir komisyonun kadın avukatlarının<br />
olmasının tam bir talihsizlik olduğu<br />
belirtildi.<br />
Avukat olarak böyle bir zihniyetle<br />
yarın benzeri sorunları yaşama ihtimali<br />
çok yüksek olan kadınları nasıl<br />
savunacakları, devlet kaynaklı şiddete<br />
maruz kalan onlarca kadını avukat<br />
olarak nasıl görmezden gelebildikleri<br />
soruldu. Baro Kadın Hakları<br />
Komisyonunun hak ihlalleri karşısında<br />
kadınların yanında olması gerektiği,<br />
ister birey olsun isterse dev-<br />
let olsun hak ihlalleri yapanlara karşı<br />
mücadele etmek gerektiği belirtildi.<br />
Açıklamanın sonunda meslek etiğine<br />
aykırı davranan bu kadın avukatlar<br />
hakkında disiplin soruşturması<br />
açılması talep edilerek, “Eren<br />
Keskin yalnız değildir”, “Gözaltında<br />
tacize tecavüze son”, “Yaşasın kadın<br />
dayanışması” sloganları ile basın<br />
açıklaması sona erdirildi.<br />
Haziran 2006 <br />
Kadınlar TMY ve operasyonlara<br />
karşı Ankara’da buluştu<br />
İçinden geçtiğimiz süreçte, yürütülen<br />
kıyasıya iktidar mücadelesinde,<br />
çeşitli güçler tarafından<br />
şiddet ve provokasyonlar alabildiğine<br />
tırmandırılıyor.<br />
Bu şidetten ve kamplaşmadan<br />
her zaman olduğu gibi yine en büyük<br />
zararı ezilen yığınlar görüyor.<br />
Herşeyden önce Türkiye’de yaşayan<br />
işçi ve emekçiler milliyet ve din temelinde<br />
kışkırtılarak karşı karşıya getiriliyor.<br />
Çeşitli milliyetlerden emekçiler<br />
arasına düşmanlık tohumları ekiliyor.<br />
Bunun üzerinden siyaset yapan<br />
egemen güçler bu amaçlarında başarılı<br />
oluyor.<br />
Bütün bu olan bitene karşı bütün<br />
muhalif cepheden tepkiler yükseldi,<br />
yükseliyor. İstanbul Kadın Platformu<br />
da yaşanan bu gelişmelere karşı ortak<br />
bir ses çıkarmak için sürece yayılmış<br />
eylemlilikler gerçekleştirdi.<br />
Mayıs ayının ilk haftasından<br />
Haziran ayının başlarına kadar her<br />
Cumartesi, saat 13.00’de Galatasaray<br />
Postanesi önünde basın açıklamaları<br />
yapıldı.<br />
Yapılan basın açıklamalarında; her<br />
kesimi tehdit eden, organize bir biçimde<br />
yürütülen şiddet olayları ile<br />
karşı karşıya olunduğu, Şemdinli ve<br />
Diyarbakır’da yaşanan şiddet olaylarından<br />
sonra buna Danıştay saldırısının<br />
da eklendiği ve bu durumdan son<br />
derece endişe duyulduğu belirtildi.<br />
Yaşanan bu olayların özellikle kadınların<br />
hayatını her alanda etkilediğini,<br />
savaş ve şiddetin kadınlar için göç, tecavüz,<br />
yoksulluk, aşağılanma ve ölüm<br />
demek olduğu, evde, işte sokakta kadınların<br />
yaşadığı şiddet ile AKP’li<br />
milletvekilinin karısına uyguladığı<br />
şiddet, Ankara’da travesti ve transseksüellere<br />
yönelen linç girişimleri ile<br />
Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır’da<br />
yaşanan olaylara karşılık “kadın da<br />
çocuk da olsa güvenlik güçleri gerekeni<br />
yapacaktır” sözünün aynı erkek<br />
egemen, militarist zihniyetin bir sonucu<br />
olduğu vurgulandı.<br />
Devletin savaş bütçesini arttırmaya<br />
dönük politikalarının kadınların<br />
içinde bulunduğu koşulları daha<br />
da zorlaştırdığı, hükümetin kadınlar<br />
için sığınak açmak bir yana “istihdam<br />
üzerindeki yüklerden kurtulma”<br />
adına kadınları tekrar eve<br />
göndererek onları dört duvar arasına<br />
mahkum ettiği dile getirilerek kadınların<br />
savaş değil sığınak istedikleri<br />
belirtildi.<br />
Savaşın sonuçlarını en ağır kadınlar<br />
yaşadığı için yürütülen bu savaşa<br />
karşı mücadelenin de en önünde<br />
kadınların yer aldığı, bu nedenle<br />
egemenlerin “önce kadınları vurun”<br />
demesinin tesadüf olmadığı belirtilerek,<br />
buna son örnek olarak, Kürt kadınlarının<br />
güvenlik güçlerince tecavüze<br />
uğradığı gerçeğini dile getirdiği<br />
için ve orduya hakaret ettiği gerekçesiyle<br />
hakkında hapis cezası istemiyle<br />
yargılanan Eren Keskin gösterildi.<br />
Son dönemde yeniden gündeme getirilen<br />
Terörle Mücadele Yasa tasarısı<br />
ile resmi ideolojinin dışında söz söyleyen<br />
herkesin tehdit edildiği belirtilerek,<br />
TMY tasarısının derhal geri<br />
çekilmesi talep edildi.<br />
Bu eylemlilikler boyunca esas olarak<br />
üç temel slogan öne çıkarıldı.<br />
Operasyonlar durdurulsun, asker<br />
geri çekilsin; Kürt halkının demokratik<br />
talepleri kabul edilsin ve TMY<br />
tasarısı geri çekilsin.<br />
İstanbul’daki eylemlerin ardından,<br />
Türkiye’nin çeşitli illerinden<br />
yaklaşık yüz kadın 5 Haziran’da<br />
Ankara Yüksel Caddesinde buluştu.<br />
Ankara’da biraraya gelen kadınlar<br />
son süreçte yaşanan provokasyonlara<br />
değinerek taleplerini dile getirdiler.<br />
Yapılan basın açıklamasının ardından<br />
Meclise yürümek isteyen kadınlara<br />
polis izin vermedi. Ancak her<br />
kurumdan birer temsilcinin hazırlanan<br />
dosyaları vermek üzere Meclise<br />
gitmesine izin verildi. Bu süre içerisinde<br />
Yüksel Caddesinde sloganlar<br />
eşliğinde bir süre daha oturma eylemi<br />
yapıldı. Tekrar eylem alanına dönen<br />
kadınlar, yaptıkları basın açıklamasında,<br />
son derece kaba bir muameleyle<br />
karşı karşıya kaldıklarını, hatta<br />
dosyaların alındığına dair herhangi<br />
bir belge dahi alamadıklarını belirterek<br />
bu tutumu protesto ettiklerini<br />
dile getirdiler.<br />
Yaklaşık iki saat süren kadınların<br />
Ankara buluşması atılan sloganlar<br />
eşliğinde sona erdirildi.<br />
Haziran 2006
Sivas katliamını unutmadık, unutmayacağız!<br />
gündem<br />
2<br />
Temmuz 1993’te Sivas’ta bir<br />
katliam gerçekleştirildi. 2<br />
Temmuz 2006, Sivas katliamının<br />
13. Yıldönümüdür. Bu yıldönümünde,<br />
Sivas katliamını lanetlemek<br />
için toplantı ve gösteriler yapılacaktır.<br />
Kimileri de timsah gözyaşlarını<br />
yansıtmak için göstermelik açıklamalar<br />
yapacaklardır. Sivas katliamını<br />
yapanları ve arkalarında olan<br />
güçleri doğru tespit etmek gerekiyor.<br />
Bu katliamı sadece ortaya salınan itler<br />
yapmamıştır. Sivas katliamını sadece<br />
ortaya salınan itlerin yaptığını<br />
açıklamak bilinçlerin karartılmasıdır.<br />
Katliam lanetlenirken, katliamın<br />
esas sorumlularını da tespit etmek<br />
gerekiyor.<br />
Bu katliam, 2 Temmuz 1993 yılında,<br />
devletin gözetimi altında Sivas’ta yapıldı.<br />
Pir Sultan Abdal şenlikleri için<br />
Sivas’ta bulunan insanlardan 37’si<br />
Madımak Oteli’nde yakıldı. Bu katliamın<br />
hazırlığı günler öncesinden<br />
planlanmıştı. İnsanlar otelde yanarken,<br />
dinci faşistler otel önünde zafer<br />
çığlıkları atıyorlardı. Yangından<br />
kaçanlar dışarı bırakılmıyordu.<br />
İnsanlar otelde yanarken, dinci faşistler<br />
otel önünde zaferlerini kutluyorlardı!<br />
Madımak Oteli’ni kuşatanlar saatler<br />
boyu, ‘Kemalist devlet yıkılacak<br />
elbet’, ‘Vali gidecek şeriat gelecek’,<br />
‘Cumhuriyet, Sivas’ta kuruldu<br />
Sivas’ta yıkılacak’ diye bağırmalarına<br />
rağmen engellemeyle karşılaşmadılar.<br />
‘Din elden gidiyor’ haykırışları saldırganların<br />
kullandığı ana tema idi.<br />
Katliamcılar, kendilerinden olmayanları<br />
yakmakla dinin elden gitmediğini<br />
ispatlamaya çalışıyorlardı! Olayların<br />
başlaması ile birlikte, oteldeki insanlar<br />
Ankara ile telefon bağlantısı kurmuşlardı.<br />
Dönemin başbakan yardımcısı<br />
Erdal İnönü ile de görüşmüşlerdi.<br />
Kendilerine devletin güçlü olduğu ve<br />
gerekenin yapılacağı söylenmişti. Ama<br />
saatler ilerliyordu ve kolluk kuvvetleri<br />
olayları seyrediyordu.<br />
Sivas katliamının 13. yıldönümünde,<br />
onu gerçekleştirmiş görünen<br />
bazı kişilerin yargılanması ve çeşitli<br />
cezalara çarptırılması dışında, katliamın<br />
ardında yatan gerçek nedenler,<br />
gerçek failleri meçhul kalmaya devam<br />
ediyor. Devlet, bu katliamı aydınlatmak<br />
adına bugüne kadar sadece mağdurları<br />
‘tahrikçi’ olmakla suçladı ve<br />
olayı kimi şeriatçı örgütlerin üzerine<br />
atmakla yetindi. Bu tavır katliamın<br />
asıl sorumlularının üzerini örten,<br />
devletin sorumluluğunu göz ardı eden<br />
bir yaklaşımdır. Oysa Sivas katliamının,<br />
değişik boyutlardan irdelenmesi<br />
ve tüm bu farklı boyutların bütünlük<br />
içinde aydınlatılması gerekiyor.<br />
Aziz Nesin’in Sivas’ta ateist olduğunu<br />
söylemesi katliamcılar açısından<br />
bir ‘tahrik’ unsuru olarak görüldü<br />
ve propagandası yapıldı. Katliamı yapanlar<br />
kendilerini ‘Müslüman’, eylemlerini<br />
de ‘İslamiyet gereği’ olarak<br />
sundular. Bu katliamın ideolojik<br />
arka planını öncelikle İslam literatüründe<br />
aramak gerekiyor. Katliamı yapan,<br />
kışkırtan ve mazur gösterenler<br />
hep bir ağızdan, ‘Müslüman mahallesinde<br />
salyangoz satılamaz’ diyorlar!<br />
Kendileri gibi düşünmeyen aykırı<br />
seslerin dile getirilemeyeceğini söylüyorlar!<br />
‘Müslüman Mahallesi’ denilen<br />
yer, 7. Yüzyıl Arap kültürünce benimsenen<br />
şeriattır. Buna göre kendileri<br />
gibi düşünmeyen, hâkim durumda<br />
olan İslami akım dışında kalan diğer<br />
Müslümanları ‘salyangoz’ olarak nitelendirmektedirler!<br />
Bunlar ‘salyangoz’<br />
olduklarına göre, katledilmeleri gerekir!<br />
Kendi inandığından farklı değerleri<br />
savunuyor diye insanları yakabilen<br />
bir vahşet olamaz, olmamalı. Bunu<br />
yapanların ve dayandıkları ideolojik<br />
bir arka plan var. Buna göre:<br />
“Hak dini kendilerine din edinmeyen<br />
kimselerle (Hıristiyan ve<br />
Yahudilerle), küçülerek (boyunlarını<br />
büküp) elleriyle cizye (haraç) verinceye<br />
kadar savaşın (Tevbe-29)”<br />
“Haram aylar geçince müşrikleri<br />
(tövbe etmedikleri müddetçe) bulduğunuz<br />
yerde öldürün. Yakalayıp hapsedin...<br />
(Tevbe-5)”<br />
“Fitne ortadan kalkıp din yalnızca<br />
Allahın oluncaya kadar onlarla savaşın...<br />
(Bakara-193)”<br />
“...Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın,<br />
bulduğunuz yerde öldürün<br />
ve hiç birisini dost ve yardımcı edinmeyin<br />
(Nisa-89)”<br />
“Doğrusu ayetlerimizi inkar edenleri<br />
ateşe sokacağız, derilerinin her<br />
yanışında azabı tatmaları için derilerini<br />
değiştireceğiz (Nisa-56)”<br />
“İnkâr edenler için ateşten elbiseler<br />
biçilmiştir, başlarına da kaynar sular<br />
dökülür, karındakiler ve derileri eritilir,<br />
demir kamçılar da onlar iç<strong>indir</strong>.<br />
Orada uğradıkları ıstıraptan ne<br />
zaman çıkmak isteseler geriye döndürülürler,<br />
yakıcı azabı tadın denilir<br />
(Hac-19-22)”<br />
Bu liste uzayıp gider. Müslüman olmayanları<br />
katletmenin vacip olduğu<br />
nun da kuranın bir emri olduğunu da<br />
belirtmek gerekir. Onlar kendilerine<br />
inanmayanları, ‘en büyük suç’ olarak<br />
adlandırmakta ve bunun gereğini de<br />
yapmaya çalışmaktadırlar! Onlara<br />
göre, inanmamanın karşılığı cehennemde<br />
yakılmadır! İnanmayanları<br />
ve kendileri gibi düşünmeyenleri yok<br />
etmek dinin gereğidir!<br />
Kuşkusuz insanları yakabilecek kadar<br />
inanılmaz bir katliamın failleri<br />
ve onları teşvik eden bu zihniyetin<br />
sorgulanması gerekir. Sivas katliamının<br />
sadece bu yönünü görmek, gericiliğin<br />
ve faşizmin sadece bir yönünü<br />
görmek anlamına gelir. Soruna genel<br />
bakıldığında, Sivas katliamını devletin<br />
politikaları kapsamında da sorgulamak<br />
gerekiyor. Sivas katliamı bir<br />
devlet operasyonuydu. Türkiye’nin<br />
tam orta yerindeki bir şehirde binlerce<br />
kişinin, 8 saat süren bir eylemi<br />
ve bu katliamın engellenmemiş olması<br />
nasıl açıklanabilir? İnsanları<br />
yakabilen bir vahşetin, günler öncesinden<br />
hazırlanması, ona dur demeyen<br />
bir devlet aygıtı var ortada.<br />
Sıradan bir basın açıklamasını bile<br />
görülmemiş bir şiddetle bastıran kolluk<br />
kuvvetlerinin, insanları yakmak<br />
gibi bir vahşeti saatlerce seyretmekle<br />
yetinmesi, en hafif ifadeyle söz konusu<br />
katliama göz yumulduğunun<br />
açık göstergesidir.<br />
D ö n e m i n C u m h u r b a ş k a n ı<br />
Demirel’in, katliam sırasında, ‘devlet,<br />
halkla karşı karşıya getirilmemelidir’<br />
açıklaması, nasıl bir devlet politikası<br />
ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.<br />
Dönemin başbakanı Tansu<br />
Çiller’in, ‘Devlet oradadır. Otelin etrafını<br />
saran vatandaşlara hiçbir zarar<br />
gelmemiştir. Onlardan ölen ve<br />
Sivas Katliamı İstanbul Kadıköy’de protesto edildi<br />
Sivas’ta 2 Temmuz 1993 tarihinde Madımak Oteli’nin<br />
kundaklanması sonucu yaşamlarını yitiren 35 sanatçı,<br />
aydın ve yazar katledilişlerinin 13. yılında<br />
Sivas başta olmak üzere İstanbul, Ankara ve İzmir’de<br />
binlerce kişinin katıldığı protesto gösterileriyle anıldı.<br />
İstanbul’da sabah saatlerinde katledilenler arasında bulunan<br />
yazar Asım Bezirci ve ozan Nesimi Çimen’in mezarı<br />
başında toplananlar yananları önce burada andılar.<br />
Daha sonra öğle saatlerinde Kadıköy’de bir araya gelen<br />
yaklaşık 10 bin kişi Kadıköy İskele Meydanına doğru<br />
yürüyüşe geçti. Pankartlarıyla yürüyüşe geçen sivil toplum<br />
örgütleri ve partiler sık sık “Sivas’ı unutma unutturma”,<br />
“Sivas’ın ışığı sönmeyecek”, “Dün Maraş’ta bugün<br />
Sivas’ta, çözüm faşizme karşı savaşta”, “Ya barbarlık<br />
ya sosyalizm, ya faşizm ya devrim” sloganları attılar.<br />
Şu kurumlar eyleme katıldılar: İşçi Sendikaları, Memur<br />
Sendikaları, Meslek Örgütleri, Kitle Örgütleri, ÖDP,<br />
SHP, DTP, EMEP, SDP, SODAP, Toplumsal Özgürlük<br />
Dergisi, İşçi Mücadelesi, Pir Sultan Abdal Kültür<br />
Derneği (PSAKD), ABF Bileşenleri, AKADER, Kaldıraç,<br />
DHP, Özgürlük Dergisi, EHP, Partizan, HÖC, ÇAĞRI<br />
Dergisi, Halkevleri, Öğrenci Kollektifleri, ESP, Devrimci<br />
(Yazının devamı sayfa 19’da...)<br />
Hareket, BDSP, TKP.<br />
Mitinge katılım geçen yıllara oranla daha yüksekti.<br />
Gazetemizin pankartıyla yürüyenlerin de yer aldığı<br />
mitingde katliamlar lanetlenerek sorumlulardan hesabın<br />
devrimle sorulacağı, böylesi katliamlara karşı tek<br />
yolun devrimci mücadeleden, sosyalizmden geçtiği savunuldu.<br />
Miting Tertip Komitesi adına konuşan Mekbale Çalak<br />
“O gün Sivas’ta aydınlarımızı yakanlar, bugün ülkeyi<br />
yönetiyor. Daha iki hafta önce Madımak Oteli’nin müze<br />
yapılması teklifi AKP’lilerin oylarıyla reddedilmiştir”<br />
dedi. Daha sonra konuşan ozan Nesimi Çimen’in<br />
eşi Makbule Çimen katliam günü yaşadıklarını anlattı.<br />
Madımak Oteli’ni kebap salonu yapmak isteyenleri kınayarak<br />
otelin müze yapılması gerektiğini belirtti. Saygı<br />
duruşunda yakılan aydınlar ve devrimci önderler isimleriyle<br />
hep bir ağızdan anıldı.<br />
Türkiye’de bu katliamları gerçekleştirenlerin, halkları<br />
din adına kışkırtanların bu devletin içinde barındırdığı<br />
faşist güçleri tarafından gerçekleştirildiği su götürmez<br />
bir gerçektir. Sivas tüm dünyanın gözü önünde önceden<br />
planlanarak yapılan bir kıyımdı. Amaç demokratik taleplerde<br />
bulunanların dertlerini, sıkıntılarını dile getiren<br />
aydınları yakarak ezilenlerin ve sömürülenlerin örgütlü<br />
mücadelesini parçalamak, onu zayıflatmaktı.<br />
Kemalistlerin “laik devlet”, “laik cumhuriyet” söylemleri<br />
safsatadan öte bir şey değildir. Bu devlet hiçbir<br />
zaman laik devlet olmamıştır. Bu söylemlerle toplumu<br />
kandıranlar katliamları gerçekleştirenlere çanak tutmuşlardır.<br />
Gerçek olan şudur ki Müslüman ve sünni olmayanların,<br />
insanca özgür bir yaşam diyenlerin yaşamaya<br />
hakkı olmayan bir toplum düzeninde yaşıyoruz.<br />
Bu düzenin ipini çekenler ve onun kuyruğuna takılanlar<br />
2 Temmuz’larda olduğu gibi lanetle anılacaktır ve bunların<br />
hesabı devrimle sorulacaktır.<br />
4 Temmuz 2006 <br />
15
16<br />
yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />
5 Haziran Dünya Çevre Günü…<br />
Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!<br />
Dü ny a Ç e v r e G ü nü n e ,<br />
Türkiye’de Nükleer Santral<br />
Projesinin gündemde olduğu<br />
bir dönemde giriyoruz.<br />
Son aylarda nükleer santral kurma<br />
girişimleri yeniden hız kazanmış, hükümet<br />
Sinop’ta nükleer santral kurulacağını<br />
açıklamıştır.<br />
Nükleer enerjinin “temiz, ucuz ve<br />
güvenli” olduğu yalanları ile nükleer<br />
enerjinin doğaya ve tüm canlılara<br />
verdiği zararının ne kadar büyük olduğu<br />
gözlerden gizlenmeye çalışılıyor.<br />
Güvenli olduğu söylenen nükleer<br />
enerjinin ne kadar güvenli olduğu<br />
1986’daki Çernobil kazasında<br />
çok açık bir şekilde ortaya çıktı.<br />
Binlerce insanın ölümüne ve çeşitli<br />
hastalıklara yakalanmasına neden<br />
olan Çernobil felaketinin sonuçları<br />
uzun bir süre daha etkisini sürdürmeye<br />
devam edecek. Çernobil kazası<br />
çıktığında santralın yanan bloğunun<br />
söndürülmesi için çalışan insan<br />
sayısı kimi verilere göre 600.000<br />
ile 860.000 arasındadır. Bunların<br />
hemen hepsinin radyasyona maruz<br />
kalma nedeniyle hasta olduğu tahmin<br />
ediliyor. Bunların onbinlercesi –<br />
kimi verilere göre 50.000 ile 100.000<br />
arasında– ölmüştür. Bugün halen<br />
50.000 kadar çocuk tiroit kanserine<br />
yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır.<br />
Avrupa’da 10.000’den fazla çocuk<br />
sakat doğmuş ve ayrıca 5000 çocuk<br />
Çernobil’in etkisi sonucu doğduktan<br />
kısa süre sonra ölmüştür.<br />
Ukrayna’da hastanelerde ortaya konan<br />
verilere göre Çernobil bölgesinde<br />
çocukların %80’i hastadır. Rusya<br />
Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre<br />
1990’lı yılların başında hasta olanların<br />
sayısı 1.3 milyondur. Sonrası bilinmiyor…<br />
Beyaz Rusya’nın tarım<br />
alanının % 22’si işlenemez durumda<br />
ve toplam ülke alanının %30’u radyasyonludur.<br />
Çernobil’e kadarki dönemde ise<br />
binlerce insanın zarar gördüğü en az<br />
400’ün üzerinde nükleer santral kazasının<br />
meydana geldiği ve bunların<br />
gizlendiği belirtiliyor.<br />
Kapitalizmin insan ve doğa düşmanlığı<br />
sadece bununla sınırlı değil.<br />
Kapitalizmin doğa ve insan düşmanı<br />
yüzünü en açık gösteren örneklerden<br />
bir de, azami kar hırsıyla doğanın<br />
ve insanların zehirlenmesine<br />
ve ölümüne sebep olduğu yüzde yüz<br />
önceden bilinen zehirli atıkların çevreye<br />
yayılması sorunudur. Geçtiğimiz<br />
günlerde Tuzla çevresinde içinde zehirli<br />
atıkların bulunduğu toprağa<br />
gömülmüş variller ortaya ile birlikte<br />
derelere akıtılan atıklar, suların kirletilmesi<br />
gibi sonuçlar, ya da Türkiye<br />
çapında bir yılda ortaya çıkan 1.850<br />
milyon ton atığın sonucunun ne olduğu<br />
soruları gündeme geldi. Verilen<br />
bilgilere göre Türkiye’de atıkların<br />
yakıldığı ya da “bertaraf” edildiği sa-<br />
dece Kocaeli’ndeki İZAYDAŞ tesisi<br />
var. Ancak Türkiye’de bertaraf edildiği<br />
resmen bilinen atık oranı 200 bin<br />
ton civarında. Buna göre 1.650 milyon<br />
tonluk atığın Türkiye’de kurulu<br />
tesislerde bertaraf edilmediği devlet<br />
tarafından bilinmesi gereken bir olgudur.<br />
Bu olgu bile Türkiye’de çevreyi<br />
koruma diye bir yaklaşımın olmadığını,<br />
zehirli atıkların, artık kim<br />
nereyi uygun ve boş bulursa oraya<br />
atmasının devlet tarafından da onaylandığını<br />
gösteriyor. Bunun sonucunda<br />
çevreye bu atıkları yayanlara<br />
karşı herhangi bir yaptırım uygulanmıyor.<br />
Verilen komik para cezaları<br />
ile gözünü kar bürümüş kapitalist sanayiciler<br />
adeta teşvik ediliyor.<br />
İstanbul Nükleer Karşıtı Platform, 5 Haziran Dünya<br />
Çevre Günü’nünde basın açıklaması yaptı<br />
Bizim de bileşeni olduğumuz<br />
İstanbul Nükleer Karşıtı<br />
Platform, 5 Haziran 2006 günü<br />
Galatasaray’da açtığı imza standının<br />
önünde Dünya Çevre Günü nedeniyle<br />
bir basın açıklaması yaptı.<br />
Burjuva medyanın yoğun ilgi gösterdiği<br />
bu basın açıklamasına destek<br />
vermek için YDİ ÇAĞRI Gazetesi<br />
olarak biz de katıldık.<br />
“Ülkemizde enerji krizi yoktur!”,<br />
“Yaşamayı seç Nükleerden vazgeç!”,<br />
“Radyasyon öldürür !”, “Radyoaktif<br />
olacağına aktif ol!”, “Ülkemizde<br />
enerji krizi yoktur, enerji yönetim<br />
krizi vardır!”, “Nükleer Enerji pahalıdır,<br />
yenilenebilir kaynaklar vardır!”,<br />
“Nükleer onların Sinop bizimdir!”<br />
yazılı dövizlerin taşındığı Basın<br />
Açıklamasını Platform adına Çevre<br />
Mühendisleri Odası Başkanı Erol<br />
Çelepsoy okudu.<br />
“Yaşamı, Doğayı ve Çocuklarımızın<br />
Geleceğini Savunmak İçin Nükleer<br />
Santrallere Direneceğiz!” başlıklı<br />
açıklamada çok uluslu şirketlerin<br />
Özetle vurgulanırsa Türkiye’de<br />
çevre katliamı, doğanın talanı ya<br />
devletin eliyle ya da onun onayıyla<br />
yürütülüyor.<br />
Kapitalizm dünyada olduğu gibi<br />
Türkiye’de de çok açık biçimde doğanın,<br />
çevrenin ve evet insanın düşmanı<br />
bir sistem olduğunu hep yeniden ispatlıyor.<br />
Daha fazla kar dürtüsü kapitalistlerin<br />
her tür barbarlığı meşru<br />
görmesini beraberinde getiriyor.<br />
Bu sistemde, insanlığın yaşam temellerinin<br />
yok edilmesine karşı ciddi<br />
bir önlemin alınabileceğini beklemek<br />
boşunadır. Çünkü çevre ve doğa katliamı<br />
azami kar hırsıyla gözü dönmüş<br />
emperyalist- kapitalist sistemin<br />
ayrılmaz bir parçasıdır.<br />
Sinop’ta da 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde Nükleer Santraller protesto edildi<br />
doğa- insan ilişkisini hiçe sayarak<br />
yeni pazarlar yaratmak için dünyayı<br />
kirletmeye devam ettiklerini, halen<br />
başta Afrika ve Asya kıtalarında yaşayanlar<br />
olmak üzere 1,1 milyar insanın<br />
güvenli içme suyuna sahip olmadığı<br />
gibi 2,4 milyar insan da arıtma<br />
hizmetlerinden yoksun yaşadığı belirtildi.<br />
Her yıl 22 milyon ton karbon gazının<br />
atmosfere karıştığı ve sera etkisi<br />
gösterdiği için atmosferin hızla<br />
ısındığını, bu ısınmanın son 5 yılda<br />
normal ısınmanın 100 katı hızla artış<br />
gösterdiğini böyle bir dünyada nüfusun<br />
% 20’sinin dünya zenginliğinin<br />
%80’ninden fazlasına el koyarken<br />
yenilenemez enerjinin % 80’i, temiz<br />
içme suyunun % 40’ı da aynı % 20<br />
tarafından kullanıldığını, her yıl 17<br />
milyon hektar orman alanının yok<br />
edildiği, bugünkü tüketim düzeyi<br />
devam ederse petrol rezervinin 50,<br />
doğalgaz rezervinin ise 70 yıl içinde<br />
tükeneceği açıklandı.<br />
Geride bıraktığımız 20. yüzyılda<br />
Öyleyse çevreyi ve doğayı korumak,<br />
büyük insanlığın geleceğine sahip<br />
çıkmak da biz işçi ve emekçilerin<br />
omuzlarındadır.<br />
5 Haziran Dünya Çevre Gününde,<br />
çevrenin kirletilmesine ve yokedilmesine,<br />
doğanın talanına karşı mücadeleyi,<br />
kapitalist sömürü sistemine<br />
karşı mücadele olarak yürütelim.<br />
Nükleer enerjiye, nükleer santrallere<br />
hayır!<br />
Çevre ile uyumlu enerji türlerine<br />
evet!<br />
Ne Sinop’ta ne dünyada, nükleer<br />
santral istemiyoruz!<br />
Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş,<br />
ya sosyalizm!<br />
4 Haziran 2006 <br />
çevre açısından bir dizi felaketin yaşandığı,<br />
bunların başında yaşanan<br />
iki dünya savaşı ve beraberinde gelen<br />
silahlanma yarışı ile nükleer felaketlerin<br />
geldiğini, Japonya’ya atılan<br />
atom bombası ile başlayan nükleer<br />
felaketlerin savaş ortamı dışında da<br />
nükleer santrallerde gerçekleşen kazalar<br />
ve radyoaktif sızıntılarla bugün<br />
de devam ettiği belirtilen açıklamada<br />
Hiroşima’ya atılan atom bombasından<br />
400 kat daha fazla radyoaktif yayılmaya<br />
neden olan Çernobil felaketinin<br />
20. yılında ülkemizde nükleer<br />
santral kurma arayışlarının -hangi<br />
gerekçe ile olursa olsun -kabul edilemez<br />
olduğu vurgulandı.<br />
Türkiye’de nükleer santral kurma<br />
girişimlerinin dünyada yaşanan<br />
enerji ve egemenlik savaşlarının bir<br />
uzantısı olduğunu, barıştan yana<br />
bir platform olan Nükleer Karşıtı<br />
Platform’un nükleer silahlanmaya<br />
yol açacak bir teknoloji olan nükleer<br />
enerji santrallerin kurulmasına karşı<br />
olduğunu, İran’ın nükleer güç olma<br />
arayışının kabul edilemez olduğu kadar<br />
nükleer silahlanmada başı çeken<br />
ABD’nin bu nedenle İran’a yönelik<br />
olası bir müdahalesi de kabul edilemez<br />
olduğunu açıkladı.<br />
Türkiye’nin nükleer enerji santrallerine<br />
ihtiyacının olmadığının belirtildiği<br />
açıklamada yerli ve yenilenebilir<br />
enerji kaynaklarımızın değerlendirilmesi<br />
halinde Türkiye’nin 2030<br />
yılında dahi elektrik talebini karşılayabilecek<br />
kaynaklara sahip olduğunu,<br />
ülkenin bugün içine düşürüldüğü<br />
dışa bağımlılıktan kurtarılması için<br />
iddia edildiğinin tersine nükleer santrallere<br />
değil kamusal planlamaya ve<br />
yerli kaynakları değerlendirmeye ihtiyacı<br />
olduğu vurgulandı. Elektrikte<br />
% 20’leri aşan düzeydeki kayıp- ka-
çak oranının, OECD ortalaması düzeyine<br />
çekilmesi durumunda bile<br />
nükleer santralden sağlanacak enerjinin<br />
birkaç katı elde edilebileceği belirtildi.<br />
Nükleer santral kurarak nükleer<br />
teknolojiye sahip olunacağı iddiasının<br />
Türkiye’nin izlediği bugünkü<br />
enerji politikalarına bakıldığında bir<br />
hayal olduğunu tüm mühendisliği ve<br />
teknik detaylarını yurtdışından almak<br />
durumunda kalacağımız için<br />
göbekten uluslar arası tekellere bağımlı<br />
olacağımız bir proje ile teknoloji<br />
sahipliğinin mümkün olamayacağını<br />
ve dahası nükleer santrallerden<br />
vazgeçilen dünyada daralan pazar<br />
baskısıyla şirketlerin eski nükleer<br />
teknolojileri satma arayışları, ülkemizin<br />
nükleer bir çöplük haline getirileceğini<br />
gösterdiği belirtilen açıklamada<br />
kamusal denetim üzerindeki<br />
baskılar nedeniyle mevcut durumda<br />
bile çevresel denetimlerin ne kadar<br />
yetersiz olduğunu İskenderun, Sinop<br />
ve Tuzla’daki atık felaketleriyle ortaya<br />
çıktığı açıklandı.<br />
İktidarı elinde tutan hakim sınıfların<br />
böyle etkin bir çevresel denetimi<br />
yapma niyetlerinin olmadığı son olarak<br />
çıkarılan Çevre Yasası’nda yapılan<br />
değişiklikle çevrenin korunması,<br />
çevre kirliliğinin önlenmesi<br />
ve çevre sorunlarının çözümüne<br />
yönelik gerekli teknik, idari, mali<br />
ve hukuki düzenlemelerin Çevre<br />
Bakanlığı’nın koordinasyonunda yapılacağı<br />
bu konuda Türkiye Atom<br />
Enerjisi Kurumu’nun nükleer santralın<br />
kurulumunda bile çevresel denetim<br />
yetkisinin olmadığını belirten<br />
NKP, nükleer santraller için dünyada<br />
ve ülkemizde lobi faaliyetlerinin kapalı<br />
kapılar ardında yürütüldüğünü<br />
belirtti.<br />
Basın açıklamasının sonunda halkın<br />
karşı çıktığı, pahallı, dışa bağımlı<br />
nükleer santral kurma projelerinin yaşama<br />
geçirilmesine çalışıldığı belirtilerek,<br />
29 Nisan 2006 günü Türkiye’nin<br />
dört bir yanından Sinop’a gelip nükleer<br />
santralleri hem dünyada hem de<br />
ülkemizde istemeyen binlerce kişiyle<br />
bundan sonra da Akkuyu, İğneada’da<br />
ve Sinop’ta NKP olarak nükleer santral<br />
kurma girişiminden vazgeçilinceye<br />
kadar mücadelelerini sürdüreceklerini<br />
açıkladılar.<br />
Eylem, İstanbul halkına NKP tarafından<br />
İstanbul’un bir çok semtinde<br />
açılan nükleer karşıtı imza standlarında<br />
imza vermeleri için çağrıda bulunularak<br />
sona erdirildi.<br />
Haziran 2006 <br />
26 Haziran, dünya işkenceye karşı mücadele ve<br />
İşkence görenlerle<br />
dayanışma günü<br />
Bi rle ş m i ş M i l le t ler 2 6<br />
Haziran’ı 1997 yılında “işkenceye<br />
karşı mücadele<br />
ve işkence görenlerle dayanışma<br />
günü” olarak ilan etmiştir. Bu yıl 26<br />
Haziran’da da İzmir’de çeşitli kurumların<br />
düzenlediği etkinlikler göstermiştir<br />
ki dünyada ve Türkiye’de<br />
işkence olgusu halen acı bir gerçek<br />
olarak önümüzde durmaktadır.<br />
Düzenlenen etkinliklerden biri, yıllardır<br />
işkenceye karşı mücadele yürüten<br />
ve işkence görenlerin ruhsal ve fiziksel<br />
rehabilitasyonlarını gerçekleştiren<br />
bir kurum olan Türkiye İnsan<br />
Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği tarafından<br />
yapıldı. Saat 12:00’de Kıbrıs<br />
Şehitleri’nde kurulan standda önce<br />
bir basın açıklaması yapıldı ardından<br />
ise TİHV tarafından hazırlanan<br />
bir spot film tüm gün boyunca gösterildi.<br />
TİHV İzmir Temsilcisi Dr.<br />
Veli Lök tarafından yapılan açıklamada;<br />
halen 150 ülkede işkence<br />
ve kötü muamele uygulamalarının<br />
sürdüğünü, işkencenin sadece askeri<br />
diktatörlüklerde ve otoriter rejimlerde<br />
değil, “demokratik” ülkelerde<br />
de uygulandığını uluslar arası verilerin<br />
gösterdiğini belirtti. Özellikle<br />
ABD’nin altına imza attığı “İşkence<br />
ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı<br />
veya Onur Kırıcı Muamele ve Cezaya<br />
Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”<br />
ni, Afganistan ve Irak hapishanelerinden,<br />
Guantanamo’ya ve işkence<br />
uçaklarına kadar bir çok yerde tutuklulara<br />
yönelik işkence haberlerinin<br />
yoğunluğunun gösterdiği gibi<br />
hiçe saydığını söyleyen Lök, ardından<br />
Türkiye’deki olguları şöyle değerlendirdi:<br />
“Özellikle TMY tasarısı<br />
ve Mart ayı sonunda Diyarbakır’da<br />
meydana gelen olaylarda gözaltına<br />
alınanların maruz kaldığı işkenceler,<br />
işkenceye sıfır tolerans anlayışından<br />
işkenceciye tolerans noktasına gelindiğini<br />
göstermektedir. 1990-2005<br />
arasında işkence ve kötü muameleye<br />
maruz kaldığı için TİHV’e toplam<br />
10.449 kişi başvurmuş ve tedavi görmüştür.<br />
TİHV dökümantasyon verilerine<br />
göre 2005 yılı içerisinde beş kişi<br />
gözaltında ölmüştür. Diyarbakır’da<br />
yaşanan olaylarda dördü çocuk ondört<br />
kişi öldürülmüştür. Yasal ve<br />
idari uygulamalardaki aksaklıklar<br />
yetmiyormuş gibi yeni TMY tasarısı<br />
ile şüphelilerin gözaltında avukat<br />
erişimine çeşitli kısıtlamalar getirilmektedir.”<br />
Bir diğer basın açıklaması ise<br />
İstanbul- Kartal’da KESK’e bağlı<br />
Eğitim ve Bilim Emekçileri<br />
Sendikası EĞİTİM- SEN’in<br />
İstanbul 5 Nolu Şubesi bir Basın<br />
Açıklaması yaparak Kartal Milli<br />
Eğitim Müdürlüğünün eğitim emekçisi<br />
öğretmenlere yaptığı baskı, sürgün,<br />
hak gasplarını v.b. protesto etti.<br />
Bu Basın Açıklamasında verilen<br />
bilgiye göre Türkiye’de tüm siyasi iktidarların<br />
yaptığı gibi eğitimi kendi<br />
siyasi- ideolojik görüşleri doğrultusunda<br />
şekillendirme işini AKP’nin<br />
de hükümete geldiğinin ilk günlerinden<br />
beri 1041 eğitim yöneticisinin<br />
görevden alınmasıyla başlattığını,<br />
ırkçı- gerici kadrolaşmanın Bakanlık<br />
merkez, Talim Terbiye Kurulu’nu ve<br />
taşra teşkilatlarını da içine alacak şekilde<br />
sürdürdüğünü söyledi.<br />
İlçe Milli Eğitim’de hukuksuzlukla<br />
sürdürülen ırkçı-gerici kadrolaşmaya;<br />
açık, ilan edilmeden Müdür<br />
ve Müdür yardımcısı atamaları ve<br />
kadrosu olmamasına rağmen vekaleten<br />
atanan Şube Müdürlerinin durumu<br />
(Şubede 4 Şube Müdürü kadrosu<br />
olmasına rağmen yandaşı 7 Şube<br />
Müdürü alınmış!) örnek gösterildi.<br />
Açıklamada sendika üyesi ve işyeri<br />
temsilcisi olan öğretmenlerin AKP<br />
yandaşı ırkçı- gerici müdürler tara-<br />
gündem<br />
İzmir Barosu tarafından yapıldı.<br />
Açıklamada dünyadaki işkence olaylarına<br />
değinilmesinin ardından Baro<br />
tarafından işkence ve kötü muamele<br />
mağdurlarına verilen hukuki hizmet<br />
anlatılarak haziran 2005-haziran<br />
2006 arasında alınan başvuruların<br />
değerlendirildiği bir istatistik dağıtıldı.<br />
Dağıtılan istatistikte işkence ve<br />
kötü muamele mağdurlarına tayin<br />
edilen avukatlar tarafından yapılan<br />
suç duyurularından %79’unun takipsizlikle<br />
sonuçlandığı, sadece %21’inde<br />
dava açıldığı belirtildi.<br />
ÇHD ve İHD İzmir Şubeleri ise<br />
26 Haziran nedeniyle İzmir Adliyesi<br />
önünde yaptıkları basın açıklamasının<br />
ardından ABD’nin işkence uçaklarının<br />
Türkiye hava sahasının ve<br />
bazı hava alanlarının kullandırılması<br />
konusunda başta Başbakan R. Tayyip<br />
Erdoğan olmak üzere ilgili yetkililer<br />
hakkında “işkence” ve “kişi hürriyetinden<br />
yoksun bırakma” isnadıyla<br />
suç duyurusunda bulundular. Basın<br />
açıklamasını okuyan Av. Ali Koç;<br />
İşkenceye “sıfır tolerans” diyerek iktidara<br />
gelen AKP hükümetinin, 2006<br />
yılında geldiği nokta işkence yapılmasına<br />
yasal olanak yaratma çalışmalarına<br />
dönüştüğünü belirterek, işkencenin<br />
engellenmesi ve cezalandırılması<br />
için hiçbir çalışma yürütmeyen<br />
hükümetin; Adalet Komisyonu’ndan<br />
geçmiş bulunan TMY ile işkencenin<br />
olanaklarını yaratmaya çalışmaktadır<br />
dedi.<br />
İzmir’den bir okur <br />
Eğitim Emekçileri:<br />
“Baskılar Bizi Yıldıramaz!”<br />
fından fiili saldırılara uğradıklarını,<br />
saldıranların ödüllendirildiğini saldırıya<br />
uğrayan üyelerinin ise başka<br />
okullara sürgün edildikleri anlatıldı.<br />
Basın Açıklamasının sonunda şu<br />
talepler ileri sürüldü:<br />
“Sürgün kararları derhal geri çekilmelidir.<br />
Yapılan hukuksuz atamalar geri<br />
alınmalıdır.<br />
Eğitim çalışanlarının güvenini<br />
kaybetmiş, tarafsızlığını yitirmiş,<br />
Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürü görevden<br />
alınmalıdır.”<br />
YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak genelde<br />
kamu emekçilerine özel olarak<br />
eğitim emekçilerine yapılan<br />
baskı, sürgün vb. faşist saldırıları<br />
kınıyor, kamu emekçilerinin Grevli<br />
Toplusözleşmeli Sendika Hakkı için<br />
mücadelesinde yanında olduğumuzu<br />
belirtiyor, eğitim emekçilerinin mücadeleci<br />
gerçek demokrasiyi isteyen<br />
sendikasının hakim sınıfların “laik<br />
anti-laik” dalaşında tarafmış gibi görülmesine<br />
neden olacak tavırlardan<br />
uzak durmasının daha iyi olacağını<br />
ifade etmek istiyoruz.<br />
Bir YDİ Çağrı okuru<br />
Haziran 2006 <br />
17
18<br />
okuyucu mektubu<br />
Demokratik Toplum Partisi<br />
1. Kongresi yapıldı<br />
Kongreye damgasını vuran demokratik bir Türkiye için çatışmaların durması,<br />
toplumsal uzlaşma ve barış talebiydi. Kongre, Cudi’nin, Besta’nın, Gabar’ın,<br />
Dersim’in dağlarında günlerden beri süren askerlerin tutuşturduğu orman<br />
yangını, yürek yangını koşullarında yapıldı. Ama buna rağmen yirmi bine yakın<br />
yürek öc almanın değil, barışın, demokrasinin, uzlaşmanın mesajlarını verdiler.<br />
DTP Kongresi bölgeden ve<br />
Türkiye’den gelen yirmi bine<br />
yakın insanın katılımıyla<br />
saat 10.00’da Ankara 19 Mayıs Spor<br />
Salonu’nda başladı. Devlet güçleri tarafından<br />
engellendikleri için gelemeyenleri<br />
de burada belirtmek gerekiyor.<br />
Kongrede bu dile getirildiğinde<br />
“Yuh, yuh!” sesleri salonu inletti.<br />
Kongre açılış konuşmasını Hasip<br />
Kaplan yaptı. DTP’yle mücadelenin<br />
baskı, gözaltı, tutklama şeklinde ele<br />
alındığını belirten Kaplan, bu yaklaşımın<br />
1994 seçimlerinde meclise giren<br />
Kürt parlamenterlere uygulanan<br />
dışta tutma, muhatap almama şeklindeki<br />
politikadan farklı olmadığını,<br />
bunun Türkiye’nin demokratikleşmesine<br />
bir fayda getirmediğini,<br />
getirmeyeceğini, bu politikalardan<br />
vazgeçilmesi gerektiğini savundu.<br />
Kürt halkının savaş değil barış istediğini,<br />
bunun için silahların susması,<br />
Kürt sorununa demokratik bir<br />
çözüm bulunması gerektiğinin altını<br />
çizdi.<br />
Hasip Kaplan’dan sonra kürsüye<br />
DTP eşbaşkanı Ahmet Türk geldi.<br />
Türk, yeryüzünde bir yandan bu<br />
tip sorunlara özgürlük, eşitlik, kardeşlik<br />
temelinde yaklaşıldığını ve<br />
çözüldüğünü, ancak ülkemizde otuz<br />
yıldır kanın, gözyaşının, ölümlerin<br />
dinmediğini belirtti.<br />
İspanya, İngiltere, Endonezya,<br />
Nepal’de sorunun görüşmeler yoluyla<br />
çözüldüğünü, ancak Türkiye siyasetçilerinin<br />
Kürt halkının sorunlarına<br />
sessiz kaldıklarını belirtti. Amasya<br />
protokolünde Kürtlerin kimliklerini<br />
geliştirmesinin, bölge ekonomisinin<br />
koşulların iyileştirilmesinde<br />
kullanılmasının yer aldığını, ancak<br />
Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında<br />
tek dil, tek millet, tek bayrak, tek kültürün<br />
savunulduğunu belirtti.<br />
Türk-Kürt sorunun tarihsel, sosyolojik<br />
bir sorun olduğunu, bunun<br />
baskı ve s<strong>indir</strong>meyle çözülmeyeceğini,<br />
çözüm için a)TMY’nin geri çekilmesi;<br />
b) siyasi yaşamın demokratikleşmesi<br />
için Genel Af’ın çıkarılması,<br />
F Tiplerinin kaldırılması; c)<br />
boşaltılan, yakılan köylerin tanzim<br />
edilerek geri dönüş koşullarının yaratılması;<br />
d) bölgedeki işsizliğin ve<br />
yoksulluğun son bulması için, tarıma,<br />
hayvancılığa, sanayiye yatırım<br />
programının çıkarılması; e) eğitimkültür-yayın<br />
hakkının önündeki yasal<br />
engellerin kaldırılması; f) isimleri<br />
değiştirilen köy, tarihi yerlerin eski<br />
isimlerinin iade edilmesi; g) koruculuğun<br />
kaldırılması gerektiğini savundu.<br />
Bunların gerçekleşmesi için DTP<br />
olarak üç öneri sunduklarını:<br />
1) Silahlı operesyonların durdurulması,<br />
PKK’nin silahları susturması;<br />
2) demokratik, siyasal taleplerin yaşama<br />
geçirilmesi; 3) PKK’nin tümüyle<br />
silahsızlanıp demokratik yaşama<br />
katılması.<br />
Türk bu talepleri taraflara sunduklarını<br />
belirtti.<br />
Türkiye’nin demokratikleşmesinde<br />
Kopenhag kriterlerine uymanın önemine<br />
değinen Türk, halkının iradesiyle<br />
gelenlerin, bürokratın, polisin,<br />
askerin üzerinde olması gerektiğini,<br />
ırkçılıkla mücadele yasasının çıkarılması,<br />
polis ve askerin haksızlıklarına<br />
karşı şikayetlerin belirtilebileceği,<br />
yasal bir ortamın oluşturulmasını<br />
elzem bir sorun olarak gündeme<br />
getirdi.<br />
Partinin belediye başkanlarının<br />
Şemdinli, Newroz, Diyarbakır olaylarında<br />
sağduyulu yaklaştığını, halkı<br />
sükunete davet ettiklerini, ancak<br />
başbakanın 7’sindekine de, 70’indekine<br />
de kurşun sıkılmasını meşru<br />
gösteren anlayışını kendilerinden de<br />
beklediğini, bu anlayışın halklar arasında<br />
kopuştan başka bir şeye yaramayacağını<br />
savundu.<br />
Demokratikleşme sorununu aşmış<br />
bir Türkiye’nin Ortadoğu’da örnek<br />
teşkil edeceğini, kendilerinin sorunların<br />
çözümünün yeri olarak parlamentoyu<br />
gördüklerini, bunun için de<br />
hiç bir Avrupa ülkesinde uygulanmayan,<br />
%10 seçim barajının kaldırılması<br />
veya %3 gibi makul bir seviyeye<br />
<strong>indir</strong>ilmesini talep etti, bir önceki seçimde<br />
barajın %5 olması halinde bile<br />
parlamentoda şu an 260 AKP, 115<br />
CHP, 56 da DTP milletvekili olacağının<br />
altını çizdi.<br />
Bu koşulların olmadığı bir ülkede<br />
halkın iradesinin parlamentoya yansıtılamayacağını<br />
%56’lık bir iradenin<br />
meclisin dışında kalacağını, bunun<br />
büyük bir haksızlık, anti-demokratik<br />
uygulama olduğunu belirtti.<br />
Tüm bunların gerçekleşmesi için<br />
‘halkımıza ve bizlere’ büyük görev<br />
düştüğünü, bunu gerçekleştirecek<br />
olanın sözde değil, özde vatandaşlar<br />
olduğunu, bunların da burada olduğunu<br />
vurguladı.<br />
Ahmet Türk’ten sonra konuşan<br />
DTP eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un<br />
farklı olarak üzerinde durduğu konular<br />
şöyleydi:<br />
Tuğluk birinci olarak eşbaşkanlığın<br />
kadınların siyasete katılmasında<br />
çok önemli bir uygulama olmasına<br />
rağmen, Yüksek Seçim Kurulu’nun<br />
yasada yeri olmadığı gerekçesiyle bu<br />
uygulamaya son vermelerini istediğini,<br />
bunu yasalardan dolayı yapacaklarını,<br />
ama fiili olarak eşbaşkanlığı<br />
devam ettireceklerini belirtti.<br />
Sorunların çözümünde demokratik<br />
ve barışçıl yöntemlerin esas alınmasını,<br />
çatışma, yok etme siyasetine<br />
son verilip diyalog yoluna gidilmesini,<br />
savaşan iki taraftan birinin PKK<br />
olduğunu, devletin PKK ile aralarına<br />
mesafe koymalarını istemek yerine,<br />
aralarındaki mesafeyi kaldırıp, diyalog<br />
yolunu çözümün tek yolu olarak<br />
görmesi gerektiğinin altını çizdi.<br />
Aksi taktirde çatışmaların yaygınlaşacağına,<br />
halklar arasında büyük<br />
uçurumlar açılacağına, böyle bir durumdan<br />
sonra barıştan da bahsedilemeyeceğine<br />
vurgu yaptı.<br />
Tuğluk, Kürt sorunu çözülürse<br />
Türkiye’nin çok onurlu bir yüze kavuşacağını;<br />
Kürt dilinin 1-2 kilometre<br />
ileride resmi dil olduğunu,<br />
Türkiye’de ise yok sayıldığını, bu inkar<br />
ve imha politikasından vazgeçilmesini<br />
savundu. Tuğluk yabancı konuklara<br />
da seslenerek bu sorunun<br />
aynı zamanda AB’nin de bir sorunu<br />
olduğunu belirtti.<br />
Aysel Tuğluk sözlerine “Yaşasın barış,<br />
yaşasın kardeşlik, yaşasın özgürlük”<br />
sloganıyla son verdi.<br />
Söz alan konuklardan Sosyalist<br />
Enternasyonal Kürt Çalışma Grubu<br />
Başkanı Conny Frederiksen de çatışmaların<br />
son bulmasını, BASK örneğinde<br />
olduğu gibi barışçıl mücadelenin<br />
mümkün olduğunu dile getirdi,<br />
Kürt halkının mücadelesinin yanında<br />
olacaklarını söyledi, Kürt halkının<br />
mücadelesinde başarılar diledi.<br />
BASK temsilcisi Gorka Elejabarrieta<br />
ise kendilerinin de yıllardan beri barıştan<br />
uzak yaşadıklarını, ama mücadeleden<br />
yılmadıklarını, göz altılara,<br />
işkencelere, tutuklamalara, öldürmelere<br />
karşı direndiklerini, bunun<br />
sonucunda ve İspanya’da Sosyalist<br />
Parti’nin iktidara gelmesiyle, barışçıl<br />
bir sürece girdiklerini, bunun Türk<br />
devletine örnek olması gerektiğini,<br />
kendilerinin ve Kürt halkının var olmaya<br />
devam edeceğini, haklarına kavuşacaklarını<br />
savundu.<br />
Sinn Fein temsilcisi Philip McGuigan<br />
konuşmasında İrlanda halkının da<br />
Kürtler gibi haksızlıklara maruz kaldığını,<br />
öldürüldüklerini ama yok edilemediklerini,<br />
şu anda barış sürecine<br />
girdiklerini, aynı şeyi Kürt halkına da<br />
dilediklerini belirtti.<br />
Avrupa Özgür İttifak sözcüsü ise<br />
Kürtlerin 20 milyon nüfusuyla devlet<br />
olamamış büyük bir ulus olduğunu,<br />
bir sürü haksızlıklara maruz<br />
kaldıklarını, sürekli olarak Kürt halkının<br />
mücadelesinin yanında olacaklarını<br />
ve bir dahaki Kongre’de az<br />
da olsa Kürtçe sesleneceğini söyledi.<br />
Sorunun çözümü için barıştan başka
okuyucu mektubu<br />
bir yol olmadığına vurgu yaptı.<br />
A l m a n y a ’ d a n D e m o k r a t i k<br />
Sosyalizm Partisi (PDS) Berlin Eyaleti<br />
Parlamenteri Evrim Helin ve AP Sol<br />
Grup üyesi Feleknaz Uca da barış ve<br />
diyaloğun önemini vurguladılar.<br />
DTP Kongresi Ahmet Türk’ün<br />
Genel Başkan seçilmesiyle son buldu,<br />
Kürt halkı kongrede demokratik taleplerinden,<br />
özleminden asla vazgeçmeyeceğini<br />
yüksek sesle haykırdı.<br />
Tüm yukarıda anlattıklarımızdan<br />
anlaşılacağı gibi Kongre’ye damgasını<br />
vuran Kürt sorununun silahların<br />
susturulması koşullarında demokratik<br />
bir anayasa çerçevesinde<br />
çözülebileceği fikridir.<br />
İlk önce sıkça dile getirilen ‘birlikte<br />
yaşama’ fikri üzerinde biraz durmak<br />
istiyoruz. Halkların barış ve kardeşlik<br />
içinde birlikte yaşama fikri biz<br />
Kürt komünistlerinin en önde gelen<br />
taleplerinden biridir. Ancak bizim<br />
savunduğumuz bir ulusun bir başka<br />
ulusu boyunduruk altında tuttuğu<br />
kölelik koşullarındaki bir zoraki birliktelik<br />
değil, tam tersine özgür demokratik<br />
ve eşit koşullardaki halkların<br />
gönüllü birlikteliğidir.<br />
Kürtler yüzyıllardır baskılarla,<br />
katliamlarla bir arada yaşamak zorunda<br />
bırakılmışlardır. Bu coğrafyada<br />
Kürtlerin ve Türklerin bir arada<br />
yaşamaları gönüllü bir birlikteliğe<br />
dayanmamaktadır. Ne tarihte, ne bu<br />
gün birlikte yaşayıp yaşamama seçimi<br />
bize bırakılmamıştır.<br />
DTP Kongresi Ahmet<br />
Türk’ün Genel<br />
Başkan seçilmesiyle<br />
son buldu, Kürt halkı<br />
kongrede demokratik<br />
taleplerinden,<br />
özleminden asla<br />
vazgeçmeyeceğini<br />
yüksek sesle haykırdı.<br />
Bu koşullarda barışın demokrasinin<br />
gelebileceğini savunmak, hatta<br />
hatta Kürt halkının gerçek kurtuluşunun<br />
böylesi koşullardaki bir barışla<br />
mümkün olacağını savunmak,<br />
çözümün AB’den geçtiğini savunmak<br />
Kürt halkına gerçekleri anlatmamak<br />
anlamına gelir. Kürt halkının<br />
gerçek kurtuluşunun gerçek demokrasi<br />
koşullarında, işçi-köyle iktidarı<br />
koşullarında mümkün olduğu<br />
gerçeğinin üstünü örtmek anlamına<br />
gelir. Kapitalist sömürü sistemlerinde<br />
ulusal sorunun gerçek çözümünün<br />
mümkün olmadığını görmemek,<br />
göstermemekanlamına gelir.<br />
Biz doğruları olduğu gibi Kürt halkına<br />
anlatmak zorundayız. Elbette<br />
AB demokrasisi çerçevesinde bir çözüm<br />
bugünkü duruma göre daha iyidir.<br />
Ancak böyle bir çözümü seçmek,<br />
mücadele hedefini bununla sınırlamak,<br />
kötüler içinde daha iyi olanı<br />
seçmek anlamına gelir.<br />
Kapitalist sömürü aygıtının en<br />
güçlü aygıtı devlet mekanizmasını<br />
yıkmadan ve devletleşme fikrini bugünkü<br />
global dünyada gereksiz görerek,<br />
barışçıl yoldan demokratik, özgür<br />
bir yaşama adapte olma fikrini<br />
savunmak, en iyi halde kapitalist<br />
barbarlık düzeni içerisinde “demokratik”<br />
kapitalist kölelik yaşamını devam<br />
ettirmeyi savunmaktan başka<br />
bir işe yaramaz.<br />
Kürtlerin şu an yaşadığımız barbarlık<br />
koşullarında biraz daha hak<br />
alarak soluklanmasına reform mücadelesiyle<br />
hizmet etmek başka bir şeydir,<br />
reformu bir felsefe, yaşam şekli<br />
olarak savunmak başka bir şeydir.<br />
Birincisine evet ama ikincisine Kürt<br />
ulusundan işçilerin, işsizlerin, yoksul<br />
köylülerin hayır demesi tarihsel<br />
bir zorunluluktur.<br />
İkinci en çok dile getirilen düşünce<br />
ise çözümün AB’ne olduğudur ki, bu<br />
ülkelerin benzer ulusal sorunlara sahip<br />
oldukları ve bu mücadeleleri yıllardır<br />
kanla bastırdıkları açıktır. Kürt<br />
ulusal sorununda çözümü Kopenhag<br />
kriterlerinden, AB’den beklemek en<br />
iyi ifadeyle gerçekleri görmemektir.<br />
Kongrede olmayan en önemli şeylerden<br />
birisi ise işçi sınıfının ve ezilen<br />
emekçilerin mücadelesindeki durumla<br />
ilgili, ekonomik-demokratik<br />
tek bir şeyin söylenmemesiydi.<br />
Kürt sorununun çözümü noktasında<br />
ise verilen mesajların tümünün<br />
egemen sınıflara, onların meclisteki<br />
temsilcilerine yönelik olması sözkonusydu.<br />
Şu gerçekliği görmek gerekiyor<br />
ki, tarihi yapan kitlelerdir, hiç bir<br />
zulüm iktidarı ilelebet devam etmemiş,<br />
hepsi halkların haklı mücadelesiyle<br />
tarihin çöplüğüne gömülmüşlerdir.<br />
Kürt halkının özgürlük mücadelesine<br />
Türkiye işçi ve emekçilerinin<br />
desteğini örgütlemek bu konudaki<br />
esas görevlerden biridir.<br />
Bimre koleti!<br />
Biji azadi!<br />
Haziran 2006 <br />
(Sayfa 15’teki yazının devamı...)<br />
yaralanan yoktur’ demeci, katliamcıları<br />
vatandaş, yananları ise ‘düşman’<br />
gördüğünün açık bir kanıtıdır. Aynı<br />
şekilde dönemin DGM Başsavcısı<br />
Nusret Demiral’ın, ‘‘Olayda örgüt<br />
yok, tahrik var” açıklaması ise, devletin<br />
olayların failleri ve ardındaki<br />
güçlere ilişkin soruşturmayı nasıl<br />
saptırdığını göstermektedir. Basının<br />
büyük bölümü ise, katliamı Aziz<br />
Nesin’e yükleyip, esas olarak olayı<br />
‘tahrik’ sonucu çıktığını açıklaması<br />
ibret vericidir. Bütün bu açıklama ve<br />
yaklaşımlar, devletin ideolojik aygıtlarının<br />
da katliama yol döşediği ve<br />
gerçeklerin üstünü örtmeye çalıştığını<br />
göstermektedir.<br />
Sivas katliamı, egemenlerin, dinci<br />
faşistlerin meşru görmediği inanç,<br />
kimlik ve siyasal görüşlere ilişkin<br />
değişik zamanlarda uyguladıkları<br />
katliamların bir örneğidir. Bu sahneleri<br />
daha önce 6-7 Eylül olaylarında,<br />
1970’li yıllarda Çorum, Sivas,<br />
Maraş, Erzincan ve daha sonra Gazi<br />
Mahallesinde görmüş ve yaşamıştık.<br />
Fazla geriye gitmeye gerek yok.<br />
Bugünün Türkiye’sin de linç kültürü<br />
yaygınlaştı. Trabzon’da TAYAD’lılara<br />
karşı başlatılan ve değişik şehirlerde<br />
uygulamaya konulan plan hep aynı.<br />
Demokratik haklarını kullanan, basın<br />
açıklaması yapmak isteyen insanlar<br />
linç edilmek isteniyor. Devlet,<br />
Sivas’ta yaptığı gibi linç edilmek istenen<br />
insanların halkı tahrik ettiğini<br />
söylüyor! Hepsinde saldırının hedefi,<br />
devletin topluma dayattığı resmi<br />
kimliğin dışında kalanlardır. Bu katliamların<br />
ortak paydası saldırganların<br />
engellenmeyerek katliama çanak<br />
tutulması ve ardından olayın üstünün<br />
örtülmesi veya sadece bir kısım<br />
piyonun cezalandırılmasıyla yetinilmesidir.<br />
Devletin verdiği mesaj şudur:<br />
Muhalif olmayacaksınız, resmi<br />
ideoloji dışında bir görüş savunmayacaksınız!<br />
Hakkınızı aramayacaksınız,<br />
demokratik taleplerinizi dile getirmeyeceksiniz!<br />
Size dayatılan politikaları<br />
kabul edeceksiniz! Devletin<br />
istemi dışında hareket ederseniz,<br />
halkı tahrik etmiş olursunuz! Halkı<br />
tahrik ettiğiniz için de, halk da gereğini<br />
yapar! Devletin bu politikaları<br />
sonucu, saldırganlar ve linç girişiminde<br />
bulunanlar korunuyor. Linçe<br />
maruz kalanlar ise ‘suçlu’ gösterilip<br />
yargı karşısına çıkartılıyor.<br />
Resmi Türk kimliğini kabul etmeyen,<br />
asimilasyonu kabul etmeyenler<br />
her uygun fırsatta tasfiye edildiler.<br />
Kürt tehcirleri ve İskan Kanunları,<br />
Varlık Vergisi, 6-7 Eylül talanı vb.<br />
bu politikanın somut göstergesidir.<br />
Sivas’ta uygulamaya sokulan tam da<br />
bu politikadır. Sivas’ta toplananların<br />
yaptığı tek şey türkülü, panelli,<br />
halaylı bir etkinlikle Pir Sultan’ın<br />
anıtını kendi memleketine dikmektir.<br />
Etkinliği düzenleyenlerin amacı,<br />
Anayasa’da yazılı demokratik, hukuk<br />
ve laiklik iddiasını laftan gerçeğe<br />
dönüştürmektir. Üstelik her<br />
şey resmi izinle gerçekleştirilmektedir.<br />
Etkinlik başta Aziz Nesin olmak<br />
üzere aydın ve sanatçıların katılımı<br />
ile gerçekleştirilmektedir. Durum<br />
buyken ‘devlet, halkla karşı karşıya<br />
getirilmemelidir’ sözü, devletin saldırganları<br />
halktan sayması, yananları<br />
ise halktan saymamasının göstergesidir.<br />
Bu ülkede solcu olan herkesin<br />
bir ‘örgüt’ kategorisi içerisine<br />
konulup yargılanması, hukuksuz cezalara<br />
çarptırılması, işkenceden geçirilmesi<br />
vb. devletin uyguladığı bir<br />
politikadır. Devlete göre; Sivas’ta yaşanan<br />
vahşette sadece ‘tahrik’ vardır.<br />
Katliamı yapanlar sadece ‘tahrik’e<br />
kapılmışlardır. Onun için bunların<br />
devlet ile karşı karşıya getirilmesi<br />
doğru değildir! Gerçekte ise, hazırlığı<br />
önceden yapılmış örgütlü faşistlerin,<br />
kolluk kuvvetlerinin yol vermesi<br />
ile bir katliam yapılmıştır.<br />
83 yıldır hâkim sınıfların verdiği<br />
mesaj çok açıktır. Devlet kendisinin<br />
belirlediği sınırların dışına çıkılmasını<br />
istememektedir. Devlet nezdinde<br />
‘örgüt’ sola özgü bir olaydır. Bu yüzden<br />
de yok edilmesi gereken bir ‘düşman’<br />
kurumdur. İnsanları yakan,<br />
katledenler ise ‘örgüt’ sayılmamaktadır.<br />
Egemen sınıflara göre, halkın<br />
‘tahrik’ olması söz konusudur.<br />
Devletin istemediği hak talebinde<br />
bulunursanız, bir takım odaklar<br />
‘tahrik’ olur, devletin desteğiyle tehdit<br />
eder, katliamlar yapar. ‘Tahrik’<br />
olanlar görevlerini yaparken, kolluk<br />
kuvvetleri kör-sağır davranır; ta ki iş<br />
bitene, hak talep edenlere ‘haddi’ bildirene<br />
kadar!<br />
Devlet’in nelere kadir olduğu, demokratik<br />
haklarını kullanan kitle<br />
eylemlerine karşı yaklaşımı çok iyi<br />
bilindiğine göre, Madımak’a çok yakın<br />
mesafedeki polis ve ordu güçlerinin<br />
katliama seyirci kalması üzerinde<br />
özellikle düşünülmelidir. Tüm<br />
bu gerçeklerin gösterdiği gibi Sivas<br />
katliamı, daha önce yaşanan katliamların<br />
bir tekrarıdır. Saldırganlar<br />
farklı, ama mizansen aynıdır.<br />
Sivas katliamının özgülünde çıkarılması<br />
gereken esas ders, süreci bütünlük<br />
içerisinde değerlendirmektir.<br />
Bu katliam devlet dışında, bir grubun<br />
yaptığı bir katliam değildir. Sivas katliamı<br />
devletin gözetimi altında yapılmış<br />
bir katliamdır. Bu katliamın sorumluluğu<br />
devlete aittir.<br />
Bu sistem var olduğu sürece, bu<br />
gibi katliamlar devam edecektir.<br />
Ancak böyle gelmiş, böyle gitmeyecektir.<br />
Gün gelecek devran dönecektir.<br />
O halde görev, sisteme karşı mücadeleyi<br />
yükseltmek ve örgütlenmektir.<br />
İşçilerin ve emekçilerin iktidarının<br />
kurulması için mücadeleyi yükseltmek<br />
gerekiyor.<br />
Haziran 2006 <br />
19