05.02.2015 Views

edebiyat

edebiyat

edebiyat

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Sayı: 19 • Ekim -1983<br />

.-•<br />

<strong>edebiyat</strong>


<strong>edebiyat</strong><br />

AYLIK FİKİR ve SANAT DERGİSİ<br />

YENİ DİZİ: 19. - Ekim 1983<br />

ŞİMDİ ÜÇ CİLT OLARAK BÜTÜN KİTAPÇILARDA<br />

Ödemeli sipariş adresi: P.K. 329 Kızılay/ANKARA<br />

Sahibi ve Sorumlu<br />

Yazı İşleri Müdürü:<br />

Tayyar AKSOY<br />

Haberleşme Adresi:<br />

P.K. 329 Kızılay - ANKARA<br />

İdare Yeri:<br />

Talatpaşa Bulvarı 148/15<br />

Cebeci - Dörtyol/ANKARA<br />

Basıldığı Yer:<br />

Aslımlar Matbaası - ANKARA<br />

ABONE ŞARTLARI:<br />

6 Ay : 600 TL.<br />

Yıllık :1200 TL.<br />

YURTDIŞI YILLIK: 50 DM.<br />

(Veya buna eşit miktar döviz.)<br />

* -<br />

Abone bedellerini yalnız "DOĞUŞ<br />

Edebiyat Dergisi 12 85 89"<br />

No'lu Posta Çeki Hesabımıza<br />

yatırınız.<br />

İLAN TARİFESİ:<br />

Arka kapak, 4 renk<br />

Kapak içleri<br />

Tam sayfa<br />

Yarım sayfa<br />

75.000 TL.<br />

50.000 TL,<br />

30.000 TL.<br />

Kapak<br />

Özcan TEKİN


DERGİLERİMİZ<br />

ve<br />

GENÇLERİMİZ<br />

Alper AKSQY<br />

Son aylarda dergilerimizde tartışılan<br />

önemli bir konu; «Dergilerimiz gençleri ihmal<br />

ediyor» meselesi. Ne zamandan beri<br />

bu konu etrafında yazmak istiyordum.<br />

Çünkü her geçen gün görüyordum ki mesele<br />

yanlış istikametlere kaydırılmakta.<br />

Hatta son günlerde iş o reddeye getirildi<br />

ki «Üstadlar sultasına son! Ağabeyler cuntasına<br />

hayır!..» gibi sloganlar bile duyulmakta.<br />

Hangi iş vardır ki slogana döküldüğünde<br />

tavsamasın.. Galiba bu iş de rayından<br />

çıktı gibi.<br />

Bu tartışmalar dergilerimizde ne zaman<br />

başladı.. Bu konuda benim hatırladığım<br />

ilk yazı 1982 başlarında Töre'de çıktı.<br />

Kadim dostum Hasan Kallimci o yazısında<br />

meseleye oldukça sathi bir yaklaşımda<br />

bulunarak dergiler gençlere sahifelerini<br />

açsınlar diyordu. Ama aynı aylarda<br />

gerek Töre'de ve gerekse Türk Edebiyatı,<br />

Kültür ve Sanat, Millî Eğitim ve<br />

Kültür ve Erciyes'te tanınmış, yaşlı başlı<br />

imzaların yanıbaşmda yüzlerce genç kabiliyetin<br />

şiirleri, hikâyeleri, yazıları çıkıyordu.<br />

Hatta fazla kabiliyet pırıltısı göstermediği<br />

hâlde yazısı, şiiri yayınlanmış isimler<br />

bile vardı.<br />

Daha o zamanlarda dostum Kallimci'-<br />

nin ateşle oynadığı hükmüne varmıştım.<br />

Aradan çok geçmedi Erciyes Dergisi'nde<br />

İhsan Kurt, «Kallimci'nin söyledikleri ele<br />

alınmalı, dergiler gençlere açılmalıdır»<br />

gibisinden sözler sarf ediyor ve Erciyes'in o<br />

sayısmda bunun yapıldığı beyan ediliyordu...<br />

O ay Erciyes'te çıkan şiirlere dikkat<br />

ettim bizim gençliğimizin şiir seviyesi o<br />

ise üzülmemek elde değildi. Aynı aylarda<br />

Kültür ve Sanat'ta Muhsin İlyas Subaşı<br />

«Bazı amatörleri dergiye bağlamak için<br />

seviyelerine bakmadan şiirlerini yayınlamak<br />

dergilerimizin kalitesini düşürür, bu<br />

işin de bir asgari seviyesi vardır «diyordu.<br />

Bu konuda Sübaşı'na sonuna kadar katılıyordum<br />

ve o yazıdan sonra bu konudaki<br />

yazımı bir müddet erteledim.<br />

Dergi editörlerinin veya yazı heyetlerinin<br />

dergiyi bağlarken karşılaştıkları en<br />

büyük güçlük şudur: Bir döneminde herkes<br />

şair olduğu ve edebî türler içerisinde<br />

kültür birikimi gerektirmeden üstesinden<br />

gelinebilecek tür şiir sanıldığı için herkes<br />

önce şiire yönelir. Sanılır ki şiir sadece<br />

duygu işidir, işçilik gerektirmez, fazla o-<br />

kuma, öğrenme, tecrübe gerektirmez, ilham<br />

perisi başınıza konuverdi mi bülbül<br />

kesilirsiniz... Değil halbu ki... O bakımdan,<br />

her dergiye, her ay yüzlerce şiir gelir.<br />

Çoğunda da aynı ifadeler kullanılır:<br />

«Falan dergiye şiir gönderdim, şiirimi değil<br />

bana nasihat yayınladılar. Siz de bana<br />

nasihat mektubu yazmayın, şiirimi yayın-


layın; şiirlerim yayınlana yayınlana ustalaşacağıma<br />

inanıyorum.»<br />

İşte size dergiciliğin en klâsik problemi.<br />

Okuyucunuzun size olan sevgisi, hürmeti,<br />

o derece sıcak ki gönlünüz posta kutunuza<br />

gelen bütün şiirlerin yayınlanmasını<br />

arzu eder... Ama diğer taraftan binlerce<br />

okuyucumuzun bediî zevkini hem<br />

tatmin etmek, hem de yükseltmek mesuliyeti<br />

editörün veya heyetin omuzlarmdadır.<br />

DOĞUŞ, yazıhanesine uğrayanlar<br />

(posta kutusundan gelen o dost ifadelerle<br />

her gün ben haşır neşir olduğum için)<br />

Ali Akbaş'a birçok şiiri ne kadar ısrarla<br />

yayınlatmaya çalıştığımı onunsa «Okuyucuya<br />

en güzel saygı ifadesi en güzel şiirleri,<br />

hikâyeleri yayınlamaktır, hep en iyiye<br />

oynayalım» sözlerini her zaman ısrarla<br />

tekrarladığına şahit olmuşlardır. Ve tabi<br />

arada bir yaptığımız kaçamaklar dosyalarımızın<br />

kabarmasını önleyemez.<br />

Şimdi gelelim yine dergilerimizin<br />

gençlere açılması konusuna. Aslında meseleyi<br />

bu şekilde va'zetmek doğru değil...<br />

Her heveskânn şiirinin yayınlanması söz<br />

konusu olsa asgari beşyüz sahifelik bir<br />

hacim gerekir ki buna imkân bulunamaz.<br />

Kallimci ve İhsan Kurt'a HERGÜN gazetesinin<br />

her gün bir tam sahif esini «Ülkücü<br />

Şairler» adıyla tahsis etmesine rağmen izdihamı<br />

önleyemediğini söylersem acaba<br />

inanırlar mı.. Hepsi yaymlanamadığma<br />

göre dergi editörü veya heyeti tercihini<br />

kullanacaktır. Bu defa seviye meselesi<br />

söz konusu olacaktır elbette. Bunu yaparken<br />

de gençtir, ihtiyardır kıstası değil<br />

derginin edebî kıstasları kullanılacaktır.<br />

DOĞUŞ Edebiyat'da şiirleri yayınlanan<br />

Ahmet Çiğdem, Cengizhan Orakçı,<br />

Sadi Kocabaş, Cemal Sayan, Sedat Polat,<br />

S. Ağa Baydili, Coşkun Çokyiğit, hikâyeleri<br />

yayınlanan Halime Toros, Nuri Tatlıeşme,<br />

Ethem Baran, Ayşe İnce Y. Asım O-<br />

ğuztöreli kır saçlı ihtiyarlar değil birçoğu<br />

gerçekten de yirmisine henüz basmış veya<br />

yirmi yaşın altında, gencecik fidanlardır..<br />

Bu listeyi beş, on misli kabartabiliriz de...<br />

Bu arkadaşlarımız seviye meselesinin<br />

üstesinden geldiklerine göre diğer yüzlerce<br />

genç arkadaşımız da aynı barajı neden<br />

geçmesinler..<br />

«Dergilerimiz ve gençler» meselesi<br />

aylardan bu yana tartışılırken hiçbir kalem<br />

erbabı çıkıp da «Mesele yanlış va'zediliyor-<br />

Söz konusu olan gençlerin şiirlerini,<br />

yazılarını yayınlamak değil onlara<br />

iyi şiirler, iyi hikâyeler, iyi denemeler<br />

yazdıracak bediî zevki kazandırmaktır»<br />

dememiştir.<br />

İşin aksine dergilerimiz giderek Hergün<br />

Gazetesi'nin şairler sayfası seviyesine<br />

doğru iniş kaydetmektedir.<br />

Bütün bunlardan bahsederken ne kadar<br />

hassas bir zeminde kalem oynattığımın<br />

da farkındayım. Muzip bir kalem çıksa<br />

da «Bak işte, Alper Aksoy gençleri ihmalden<br />

yana» dese bu sözlerini de Bektaşi'nin<br />

«Namaza yaklaşmayın» mantıklı iktibaslar»^<br />

ve desteklese inandırıcı olabilir.<br />

Ama ben samimiyet ve düşünce erbabına<br />

hitab ediyorum.<br />

Peki, yukarıda açıklamaya gayret ettiğim<br />

gerçekler ortadayken «Gençlerimizin<br />

ihmali, dergilerin gençlere açılması»<br />

sözleri ne demek oluyor Son aylarda genç<br />

arkadaşlarımız «Biz hep ihmâl edildik,<br />

biz ağabeylerimizi geçtiğimiz için onlar<br />

yerlerinden korkuyor ve bizlere kapıları<br />

kapatıyorlar, üstadlara hayır, ağabeyler<br />

sultasına son» sözleri ne demek oluyor..<br />

Eğri oturalım, doğru konuşalım... Son<br />

üç yılda olduğu gibi hiçbir zaman gençler<br />

dergilerde, gazetelerde bu derece fazla yeı<br />

almamışlardır. Bu durumu sadece «Ağabeylerin<br />

yer açma» sebebine değil gençliğimizin<br />

gerçekten de kendini yetiştirme,<br />

okuma düşünme, yazma cehdine bağlayanlardanım.<br />

Meşhur sosyoloji kanunudur:<br />

«Bir cemiyette sosyal çalkantılar gelir seviyesinin<br />

düşük olduğu zamanlarda değil<br />

sosyal refahın artmaya başladığı zamanlarda<br />

zuhur eder. Fransız İhtilali'nde olduğu<br />

gibi.»<br />

Anlaşılan o ki kendini yetiştirmiş kabiliyetlerin<br />

yanısıra daha birçok arkada-


şımız da «Bize de yer açm, biz de genciz»<br />

demektedirler. Bana öyle geliyor ki 12 Eylül<br />

öncesinin anarşisi şimdi de kültür hareketlerine<br />

sıçrama temayülündedir. Bu<br />

konuda bütün dergilerimiz okuyucuya o-<br />

lan mesuliyetlerini, idrak edip Bahattin<br />

Karakoç'un tabiri ile «Bir tarafı ihtiyarlar<br />

mezarlığı, bir tarafı, sübyanlar mezarlığı»<br />

durumuna düşmemelidir.<br />

Okuyucu dergilerde yayınlanan her<br />

cümleyi ince elenmiş, sık dokunmuş ön<br />

kabulüyle okuduğu için dergilerin tutturacağı<br />

seviye onların seviyesi olacaktır bir<br />

bakıma. Her konuda olduğu gibi bu konudaki<br />

istisnalar da kaideyi bozmaz. Kitle<br />

olarak kültür hareketimiz Yeni Çağ'ını<br />

yaşarken «Okuyucu böyle istiyor, okuyucunun<br />

istediğini yapacağız» diyerek Orta<br />

Çağ'a gitmek akıl kârı değildir. Buna<br />

prim verenler ne derece büyük bir hatâ işlediklerini<br />

zaman içerisinde anlıyacaklardır.<br />

Ayrıca «Okuyucu böyle istiyor» ifadeleri<br />

de tutarsızdır. Hiç kimse kendi seviyesini<br />

kitleye genellememelidir... Akbaş'ın<br />

ifadesiyle «Okuyucuya en güzel saygı her<br />

şeyin en güzeline oynamaktır.»<br />

Bu sözlerimiz boyunca kendimizi bir<br />

an için «gençler» arasından çıkardığımızın<br />

da farkındayız. Halbu ki bu sözlerin<br />

yazarı daha yolun yarışma, yani daha<br />

otuzbeşine bile gelmemiştir. Söz buraya<br />

gelmişken kendilerine «genciz» diyen arkadaşlarımla<br />

şu «gençlik» kavramı üzerinde<br />

biraz halleşmek istiyorum.<br />

Sahi, «genç» dediğimizde kimi anlıyoruz..<br />

Veya bir kişinin gençliğini, ihtiyarlığını<br />

nasıl ayırdediyoruz.. Şayet «Doğum<br />

tarihiyle ayırdediyoruz» derseniz<br />

nüfus cüzdanına bakılarak gençlik tayininin<br />

ancak askerlik şubelerinde yapıldığım<br />

söylersem ne dersiniz.. Dergiler bir düşünce<br />

talimgahıdır, buralarda gençlik düşüncenin<br />

diriliği, dinamizmi ve derinliğiyle<br />

tayin edilmelidir. Kim Galip Erdem'e<br />

Taha Akyol'a, Cemil Meric'e, "genç değilsiniz"<br />

diyebilir.. Bahattin Karakoç'la hem<br />

kemiyet, hem keyfiyet bakımından şiir<br />

yarıştıracak olanınız varsa beri gelsin..<br />

Taha Akyol gibi, Millet Gazetesi'nde, üç<br />

ayrı sütunda değişik imzalarla ve seviyeyi<br />

hiç düşünmeden her gün üç yazı yetiştireniniz<br />

varsa beri gelsin.. Galip Erdem gibi<br />

hem fıkra yazarlığını, hem avukatlığı,<br />

hem periyodik Mamak ziyaretlerini ve<br />

daha nice sıkıntıları göğüsleyebilecek<br />

zindeliği olan varsa beri gelsin..<br />

Zamanın yüzelli yıl gerisinde kalmış<br />

bazı ellilikler tesbitiniz doğru. Ama öyle<br />

yirmilikler de var ki zamanın ikibinyirmi<br />

yıl gerisinde... Demek gençlik tesbitinde<br />

esas olan fikrin zindeliğidir...<br />

Sizi yaramazlar sizi!.. Kısa bir zamanda<br />

şöhret hevesine düşenleriniz de yek<br />

değil sanki.. Daha üç şür yayınlamadan<br />

koca koca laflar, bir yarısı ordan burdan<br />

aşırma, bir yarısı yalan yanlış cümleler...<br />

Madem ki bu sohbetin kapısını a-<br />

raladık önümüzdeki sayılarda daha farkında<br />

olmadığımız yanlışlarınıza temas<br />

edelim isterseniz. Darılmaca yok tabiî.<br />

OCAK YAYINLARI SUNAR<br />

BEYLER AMAN<br />

HASAN KSYIHflN<br />

«Tek Şef» döneminde bürokrasi<br />

halk münasebetlerinin<br />

romanı.<br />

YAKINDA ÇIKIYOR!..<br />

3


SANATA<br />

DÖNÜŞ<br />

Alâaddin KORKMAZ<br />

İnsanlar için vazgeçilmez sayılan alâka<br />

noktaları vardır: Siyâset, sanat, spor<br />

gibi. Her ne kadar, bu mevzularda temel<br />

tercihler şahsî ise de, cemiyet, bütün<br />

şartlarıyla ferdi kuşattığı için, alâka noktalarının<br />

sıralanmasında kâh biri, kâh diğeri<br />

öne geçer. Varlık sebeplerini -ister<br />

basit, alelade; ister çok yüksek- birtakım<br />

«misyonlara bağlayan insan, meşgalenin<br />

en basitinden en karmaşık felsefî mes'elelere<br />

kadar, bu tercih'inde hayatiyet bulur;<br />

yaşar. Şahsiyetin çerçevelediği âlemin tamamen<br />

yok olması -veya yok olma ihtimâli-<br />

halinde, çeşitli marazı sapmalar; yahut<br />

«hayâta bağlayan nokta»nın koptuğu görülür.<br />

Toprağa ve tabiatte serazat yaşamağa<br />

alışkın bir köylüyü, mâkul bir müddet<br />

hâricinde «büyük şehir» de tutam azsınız.<br />

İlmi hasbiyyet hâline getirmiş bir âlime<br />

siyaset; siyâseti bir Tobasso'lu «Dülsine» o-<br />

larak gören birine profesörlük; meczûbâne<br />

bk* iştiyakla resim yapan birine «Keman<br />

çalmak resimden güzeldir; sen onu<br />

bırak bunu öğren» diyemezsiniz. Deseniz<br />

de dinletemezsiniz.<br />

Bu böyledir; ama, insan oldukça «aç<br />

gözlü» bir mahlûktur. Bu itibarla, birkaç<br />

saha ile aynı anda meşgul olabilenler bulunabildiği<br />

(Hani şu, «on parmağında on<br />

marifet» var» denilenler) gibi; birini «yedek»<br />

leyerek cemiyetin şartlarına göre tercihini<br />

değiştirenler de vardır. İtiraf etmek<br />

lâzımdır ki, bunların arasında, siyâset,<br />

dâima başta gelir. Esâsında, meselâ sanat,<br />

sâdece «estetik»ten ibaret olmadığı için,<br />

«fikir»le; onun da siyâsetle muayyen bir<br />

rabıtası vardır ki, siyâsî kısıtlamaların olduğu<br />

devrelerde, sanat hareketlerinde bir<br />

canlanma, sanat eserlerinde çoğalma dikkati<br />

çeker. Bu durum, akla hemen bir soru<br />

getirir: Sanat, bir kaçış mıdır İlk bakışta,<br />

«Olur mu öyle şey» demek mümkündür;<br />

lâkin, gerçekten de sanat bir «kaçış» tır.<br />

Mücerret mânâsı ile..<br />

Bu fikri biraz açmak icâbediyor. Evvelâ,<br />

bir sanat eserinin, sanatkârın mücerret<br />

ruh ufuklarından ve kendinin de ihtiyarında<br />

olmayan birtakım ilhamlarla<br />

doğduğunu düşünmek gerekir. Birinci hareket<br />

noktası değilse bile, psikanaliz metodlarının<br />

ebedî eserlerin (ve diğer sanat<br />

eserlerinin) değerlendirilmesinde mühim<br />

bir yeri olduğu artık kabul ediliyor. Şuuraltı,<br />

bir «kaçış» değil midir İkinci olarak,<br />

sanat eserinin birtakım mecazlar, rumuzlar,<br />

semboller, abstre şekiller, çizgilerle.,<br />

duygu ve düşünceleri ifâde etme vasıtası<br />

olarak umumiyetle ilk bakışta anlaşılamayan,<br />

daha doğrusu düz ve avâmî ifâde e-<br />

dilmeyen; ardında gizlenilmesi mümkün<br />

olan hâsılalar olduğu düşünülmelidir. Bilhassa<br />

fikrî istiklâl olmayan memleketlerde<br />

şâirin, romancının, hattâ ressamın,<br />

bestekârın, düşüncelerini sembolize etmeğe<br />

çalışmasının ardında bir «kaçış» yok<br />

mudur Ve nihayet sanat eseri, mükemmel<br />

mânâda sanat eseri, dehâ ister. Hangi<br />

dahî, avamm-havasm irfaanı ve lisânı<br />

ile iktifa edebilir<br />

Şüphesiz, bu noktayı nazardan bakıldığında<br />

bütün diğer alâka sahalarında da<br />

aynı «kaçış» ı bulmak mümkündür. Kendisine<br />

biçtiği «misyon» u ifâ edemeyen bir<br />

rûh indifa eder. Tıpkı vasatını bulanın<br />

indifaı gibi.<br />

4


1980 öncesinde «politize olmuş» bir<br />

cemiyet olduğumuz doğrudur. Siyâset,<br />

her yaştan insanımız için adetâ vazgeçilmez,<br />

alelade bir ihtiyaç hâline gelmiş, ilmin,<br />

fikrin ve sanatın müntesip ve meraklısı<br />

«yok» denilecek kadar azalmıştı. Gerçi,<br />

yine şiirler, romanlar, hikayeler yazılıyordu,<br />

yine resimler, besteler yapılıyor,<br />

tiyatrolar oynuyordu, ama, en kaba, en<br />

hantal şekli ile «ideoloji» bezirganlığı yaparak..<br />

Üç-beş istisnası ile, 1970/80 devresinden,<br />

gelecek nesillere kalacak hiçbir<br />

şey yoktur. Olanlar da zâten çok daha evvelki<br />

nesillerin damgasını taşımaktadır.<br />

Şimdi, sanat - <strong>edebiyat</strong> faaliyetlerinde<br />

tedrici olarak görülen canlanmanın artması,<br />

yaygınlaşması, öteden beri şikâyet<br />

edilen «okuyucu» azlığının giderilmesi<br />

mümkün görülmektedir. Üstâd'ı ve mübtedîsi<br />

ile birçok simanın, önümüzdeki yıllarda<br />

yeni yeni güzel eserler vermeleri temennimizdir.<br />

Bilhassa, tozdan dumandan<br />

ferman okunmadığı için, sanatın kıymeti<br />

bilinmediği için, sloganlar her güzelliği<br />

boğduğu için bir kenara çekilmiş olan yazarlar,<br />

şâirlerden ruhları doyurucu eserler<br />

bekliyoruz.<br />

Sanata dönüş. meraklı, kaabiliyetli<br />

genç arakdaşlar için çok yerinde bir karar<br />

olacaktır. Sanat, «iç»ine bakmak demektir.<br />

Bu neslin, bir kere olsun, durup da<br />

kendi iç derinliklerini yokladıklarını sanmıyorum.<br />

Siyâset, «cemaat»i, gittikçe «güruh»<br />

hâline getirme istidadında bir iş olduğu<br />

ve temeli her ne kadar «fikir» olsa<br />

bile, milliyetçi gençlerimiz de ucundan kenarından<br />

«siyâset»le meşgul oldukları için;<br />

onların «özet fikir»lerle, sloganlarla, pratik<br />

gerçeklerle yetişmiş olmaları normal karşılanmalıdır.<br />

«Cephede, vatan müdâfaasında<br />

bulunan bir insandan, filân mısraın<br />

güzelliğini idrâk etmek» tabiî beklenemezdi.<br />

Bu nesil, vatan müdâfaasının kaleleri<br />

idi. Yaşadıkları destanlık çaptaki hâdiselerin<br />

şiiri, hikâyesi, romanı olamaz mı Her<br />

yaz-arm gönlünde «devrinin vicdanı» olmak<br />

yatar. Bunu başarabilmiş olanlar ise<br />

parmakla gösterilecek kadar azdır. Eli kalem<br />

tutan herkesin hedefi bu olmalı ve<br />

bunun gerektirdiği cehdi göstermelidir.<br />

Evet, sanat bir «kaçış»tır; lâkin sanat<br />

eseri, bediî heyecanlarla örülmüş bir tebliğdir.<br />

Mekân ve zamanı aşar; ruhları dalgalandırır;<br />

insanları birbirine bağlar. Şimdi<br />

beklenen, milliyetçi sanatın nazarî meseleleri<br />

üzerine düşünceleri derinleştirmek,<br />

müşterek çıkış noktalarını tesbit etmek;<br />

pişip olgunlaşıp eserler vermektir.<br />

SÜKUTU<br />

BULMAK<br />

Vakit gece<br />

Ve yıldızlar yine yok<br />

Hüzün davetsiz geldi yine<br />

Gözlerimde zerre kadar uyku yok<br />

Soylu bir aşkın bitişi var önümde<br />

Vakit gece<br />

Ve yıldızlar yine yok<br />

Yağmur sessizce geldi yine<br />

Uzaklara kaçışın bir faydası yok<br />

Esrarı bilinmeyen şarkılar dilimde<br />

Sükûtu bulmak ne mümkün bu saatte<br />

Mısralar bölük pörçük<br />

Gücüm yetmez şiire<br />

Vakit gece<br />

Ve yıldızlar yine yok<br />

Cemal SAYAN


İnsanın en büyük ve manidar<br />

tekâmülü, çevresini saran<br />

milyarlarca nesnelerden ayrı o-<br />

lan varlığının şuuruyla, hayatı<br />

anlama konusundaki muvaffakiyetiyle<br />

kaim. Ve insan, ilişkide<br />

olduğu cemiyetin hiyerarşik örgülerinden,<br />

esas olan kökleri a-<br />

la ala entellektüel olmanın basamaklarına<br />

erişir. İdeal insan,<br />

millî olan varlık köküyle, cihan<br />

-şümul olan tefekkür dünyasının<br />

cem'inden oluşan «eşref-i<br />

mahlûk»tur.<br />

Genel olarak tatmin olmayan<br />

yaratıklar olduğumuz malum.<br />

Fakat tatmin olmadığımız<br />

şeylerin hüviyetine göre, ya<br />

geçici olanlara sahip olmanın<br />

verdiği hırs içinde birer açgözlü;<br />

ya da öz ve hakikat kabul<br />

ettiğimiz fazilet öğelerine<br />

erişmek İçin çalışıyor isek «mükemmel»<br />

olmamız mümkün.<br />

Kendini aşan, kişiliğini bulmuş<br />

ve şahsiyetleşmenin fevkinde<br />

olanlar ise: —bilgi— mevzuûnun<br />

tatmin olmaz arayıcılarıdır.<br />

Eğer bilgi yolunda, hiç bir<br />

bilginin altında kalmamış, yani<br />

materyallerin analizini hakkıyla<br />

yapıp yeni bilgilere erişen<br />

insanlar da, elbet ki «mutlak<br />

huzur» m için bir karar noktası<br />

arayacaklardır. Eğer bir arayış<br />

seyrinde mücadelesini vermiş,<br />

ilmî platformlarda da çile<br />

çekerek karar noktasına gelmiş<br />

biri varsa; işte o, büyük<br />

insan olmaya hak kazanmış demektir.<br />

Çağımızda haberleşme o-<br />

raçlarmın hızla gelişmiş olması,<br />

bizleri çeşitli gelişmelerin haberdarı<br />

kılmıştır. Artık ilk çağların<br />

yarı tabiî, yarı beşerî desbotizmi<br />

içinde yeralan monolog<br />

hayat geride kalmıştır; Orta<br />

çağların ferde teminat ve itimat<br />

telkin eden çemberleri kuran<br />

klasik müesseseleri de pek yok.<br />

Yaşadığımız zaman: sığ ilişkilerin,<br />

girift müesseselerin ve dikkat<br />

edilmediği takdirde insan<br />

haysiyetini si I i ki eşti ren iktisadî<br />

münasebetleri sergilemektedir.<br />

Ayrıca çağımız, fikrî etüdünü<br />

yapma fırsatını vermeyen,<br />

ideolojik kalıplara girerek doğ-<br />

6<br />

YÜCELİŞİN<br />

BASAMAKLARI<br />

T. Erdoğan ŞAHİN<br />

matik vasıflar kazandırılmış<br />

sistem çeşitleriyle bürülü. Hızlı<br />

bir hayat yaşamaktayız. Düşünen<br />

insan, bu hızla en azından<br />

atbaşı gitmek ve hatta onu<br />

aşmak için olağanüstü bir mücadele<br />

vermek zorunda kalmıştır.<br />

Günümüze kadar tek erdemli<br />

şeymiş gibi söylene söylene<br />

bıkkınlık veren «çağdaşlaşmak»<br />

bile, düşünce dünyalarımızın<br />

pek malay anî dedi-kodusu<br />

oldu. Hele ki, çağın genel<br />

niteliğinde faziletli hususlara<br />

pek raslanmıyorsa; ve çağ, ya-<br />

)ş)ad t ığı faamanm gereğin foife<br />

kavramaktan habersiz bir pintiliğin<br />

içindeyle; niçin •—çpğ-,<br />

daşlık— Eğer bazı zaman kesitlerini<br />

yüceltip, gelecek yüceliğine<br />

siper teşkil ediyorsa;<br />

niçin çağdaş olmak için çırptnalım<br />

Kaldı ki, çağı anlamak<br />

için de onun üstünde durmamız<br />

iktiza eder. O halde hayatımıza<br />

anlam vermek için uğraştığımız<br />

yeni tefekkür sistemlerimizin<br />

bir boyutu da «çağlar<br />

üstü» olmakla sıfatlandırılacak<br />

(2).<br />

Kişinin kararlı bir sisteme,<br />

kararlı bir dünya görüşüne gelişi,<br />

öyle havadan düşer gibi<br />

olmaz. Eğer hasbel - kader bu<br />

vuk'û bulmuşsa bile, değeri<br />

birinci sınıf olmaktan çok geridir.<br />

Her doğru (her hakikat),<br />

kendinden önceki aşılan gerçeklerin<br />

bir neticesidir. Varoluşun<br />

mihenk taşı da, geçmiş<br />

silsife-i hakikat manzumelerinin<br />

bir nüvesi olarak tezahür<br />

eder. Ve insan öyle noktalara<br />

varır ki, bize yeryüzü ebediyeti<br />

kazandırmayan, bir başka —öte<br />

dünya— için anlam ifade ettiremeyen<br />

teferruatlardan arınıp;<br />

saf bilginin mertebesi elde<br />

edilir. Bu mertebede kazanılan<br />

bilgi ise, «gönül adamı»<br />

olmanın temel kilometre taşlarıdır.<br />

Zira bilgiyi bu anlamda o-<br />

şan insanlar da mevcut. Bilhassa<br />

Türk Tefekkür Tarihinde<br />

bu simalar beliğ olarak<br />

kenditerini kabul ettirmişlerdir.<br />

Hülâsa; kişinin kararlı dünya<br />

görüşüne varması için pek<br />

çok sistemleri analiz etmesinin<br />

gerektiğine, bunu yapanların<br />

takdire şayan insanlar olduğuna<br />

değindik. Rcger Garaudy'de<br />

bunlardan biri. Yakın senelerin<br />

ünlü Marksisti. Hatta Türkiye'­<br />

de ilk çevirileri yapılan komünist<br />

literatürdeki eserler içinde<br />

onunkiler de var. Müslüman<br />

olduğunu duyduğumuzda, aklıma<br />

gelen bir mevzuu için, önce<br />

ki yıllarında yazdığı «Sosyalizm<br />

ve Ahlâk» (3) adlı eserine<br />

tekrar baktım. Eserde gözüme<br />

ilişen bir paragraf şuydu:<br />

—«Bilimlerin bize öğrettiklerinden,<br />

daha ilk adımda ve<br />

keyfî bir şekilde soyutlamalar<br />

yapmaya kalkışmazsak, ken-


Ği varlığımızın içinde evrenin<br />

tüm jb/V 1 görüntüsünü buluru.<br />

İnsanoğlu öz varlığının kaynaklarını<br />

bütünsel (total) dünyada<br />

aramak zorundadır.<br />

«... İnsanoğlu, daha doğuşundan<br />

beri, bütün varlıkları i-<br />

cinde taşımaktadır; bu varlıklara<br />

binlerce görünen ve görünmeyen,<br />

dolaylı ve dolaysız<br />

ilintilerle bağlıdır. Ama bu ilintiler<br />

her zaman birer canlı ilinti<br />

olarak kalmışlardır» (4).<br />

Yukarıdaki paragrafın yanına,<br />

şahsî kılışfcanJığımız olduğu<br />

için, «Bütün veçheleri<br />

felâm'cfa baliğ olarak ortaya<br />

konan Vahdet-i vücûd- hadisesine<br />

yaklaşmıştık...» meyanında<br />

bir not iliştirmişiz. Tabii bu,<br />

o yıllardaki düşünce seviyemizin<br />

bir ürünü ve yapılan benzetmenin<br />

doğruluk derecesi tartışılabilir.<br />

Yalnız, şuna bir daha e-<br />

min oldum ki: kişi, mutlak karar<br />

sistemine doğru gidecek bir yetenekte<br />

ve bu uğurda fikrî gelişme<br />

gösterebiliyorsa; henüz<br />

müşerref olmadığı sistemlerin<br />

bazı noktalarına evvelden de<br />

mâlik olabilir. Ve benim —dünkü—<br />

Garaudy'e de olan saygım<br />

bu hususlardan ileri gelmektedir.<br />

Garaudy dışında yine pek<br />

çok düşünürle hemfikir olduğumuz<br />

yığınlarca noktalar var.<br />

Hatta bizzat kıyasıya mücadele<br />

ettiğimiz ideolojik akımların fikrî<br />

öncülerinin dahi takdir edildikleri<br />

yönleri mevcut. Bu, yeryüzünde<br />

ilgilendiğimiz hadiseleri<br />

analiz ederken; zamanın akışına<br />

kapılmaksızın, mevzuları<br />

bütün cepheleriyle tartmakla<br />

elde edilebilmektedir. Saygıdeğer<br />

merhum Erol Güngör hoca-<br />

Imızın da hulasaten dedikleri<br />

gibi: «İnsanın, insan olarak sahip<br />

olduğu ortak özelliklerinin<br />

sebebiyle, çeşitli zaman ve çeşitli<br />

yerlerde aynı doğrulara<br />

varması mümkündür.» (5). Ve<br />

her halükârda kişinin kendini<br />

bilmesi, varlığının şuurunda olması<br />

yegâne esastır ki, bunu<br />

Yunus Emre asırlar evvelinden<br />

en güzel bir biçimde ifade etmiştir.<br />

ANSIZIN<br />

iBirgün ansızın sönebilir yıldızlar 'Gemiler dönmeyebilir<br />

limanlara. Çocuk oyuncakları en güzel<br />

yerlerinden kırılabilir. Gözlerimiz görmeden gerçeği<br />

tüm kapılar ansızın kitlenir. Yazık.<br />

Boşuna değil bu ırmakların böyle akması,<br />

Bu taşlar boşuna yosun tutmamış.<br />

Uzat ellerini ve düşün,<br />

İstersen en alımlı aynalara bak,<br />

Aynadaki sen sen misin<br />

Nedir gecelerin getirdiği yağmurlu akşamlarda<br />

Duyuyor musun arıların kanat sesini<br />

Uzat ellerini - yüreğini sevgi doldur,<br />

En güzel geleceğe beze içini<br />

Ansızın çökebilir dayandığın duvar.<br />

Birgün ansızın yeryüzü susabilir .Azığın tezden<br />

hazırlansın. En soylu göçlere katıl. Çiçekler açmayabilir.<br />

Ortada yalnız kalırsın. Yunus'un, Mevlâna'nın<br />

çorbasından tad. Yoksa yazık olur. Yüreğine<br />

küskün bakar ellerin. Yazık.<br />

Kıvrım kıvrım su gibi akmak gerçeğe doğru,<br />

Süzülmek kartal gibi, bilmek anlamak üzre...<br />

Bu handa tek değilsin, tek sen değilsin yolcu,<br />

İstersen taşa eğil - istersen buluta gül,<br />

Bir acılı kervan ki gider de dönüşü yok,<br />

Kapanan kapılan sayamazsın kaçıncı...<br />

Çık en yüce dağlara - orada en cücesin,<br />

Buluttaki sır nedir - gülde şafak kokusu<br />

Suda yüzen ay mıdır, yoksa çocuk gülüşü,<br />

Nedendir tırmanışı karıncanın çınara<br />

Uzan ki sonsuzluğa orda var, orda yoksun...<br />

Ertuğrul Karakoç


ESKIHIŞ<br />

MOBİLYALAR<br />

Dr. Necdet BİNGÖL<br />

Eskimiş mobilyalar bana neden hüzün<br />

verir bilmem Bir kenara atılmış, pamukları,<br />

yayları çıkmış, kirlenmiş, şurasından<br />

burasından yırtılmış, yıllarca bize hizmet<br />

etmiş yaşlı koltuklar, kanapeler bana hep,<br />

bakacak kimsesi olmayan, kendi hallerine<br />

terk edilmiş, muhtaç yaşlıları hatırlatır,<br />

onlar gibi hüzün verir bana, onlar gibi<br />

içimi acıyla doldurur. Belki de daha düne<br />

kadar baş köşede bir yer işgal ediyorlardı.<br />

Kim bilir o koltuğa keyifle yerleşip,<br />

başınızı arkalığına yaslayıp hayal âlemlerine<br />

ne zevkli, ne uzun yolculuklar yapmışsınızdır<br />

Belki de işinizden eve yorgun,<br />

bezgin döndüğünüz zamanlarda sizi<br />

rahata, sükûna ve huzura kavuşturan bu<br />

mobilyalardı. Sizi şefkatle saran, kucaklayan,<br />

sizi samimiyeti içine alan o koltuk,<br />

bilir miydi ki bir gün gözden düşmüş ve<br />

tükenmiş bir kenara atılıverecektir Halbuki<br />

onlar, bu dost mobilyalar, vaktiyle<br />

\ hayatımızda mühim bir yer almışlardı, a-<br />

cı, tatlı hâtıraları onlarla beraber yaşamıştık.<br />

Onlar da tıpkı kitaplar gibi bizim<br />

yakın, samimi, konuşmadan dinleyen,<br />

dertlerimize çare arayıp bulan, şikâyetlerimize<br />

sessiz bir anlayışla ortak olan, bizimle<br />

beraber yaşlanıp ihtiyarlayan dostlarımızdı.<br />

Şimdi yer yer kumaşları yıpranmış,<br />

hattâ yırtılmış, parçalanmış, renkleri soluk<br />

bu eski dostlar üzgün, bıkkın, sanki<br />

hayata küsmüş, bir köşeciğe sığınmışlar,<br />

akıbetlerinin ne olacağını kesdiremeden,<br />

kararsız, tedirgin. Artık işe yaramadıkları<br />

için yahut yerlerine yenileri geldiği için<br />

bir yerlere atılıp, olmazsa elden, daha fenası<br />

gönülden çıkarılarak acıklı sonlarına<br />

terk edileceklerdir. İnsanlar neden bu derece<br />

vefasız Kaldı ki insan hayatı ile bu<br />

eskimiş mobilyalar arasında tam bir benzerlik<br />

ve yakınlık vardır. Bu mobilyaların<br />

yeni alındıkları zamanı bir düşünün! Tıpkı<br />

dünyaya ilk adımını atan bir çocuk gibi<br />

bizim sevgimizle, alâkamızla, ihtimamlarımızla<br />

bakılmışlardır, âdeta üzerlerine titremişizdir.<br />

Her an onlarla birlikte olmayı<br />

en önde gelen vazifelerimizden bilimsizdir.<br />

Aradan aylar, yıllar geçince, yavaş<br />

yavaş onlara daha fazla alışmış, onlardan<br />

ayrı yaşayamaz olmuşuzdur. Ne yazık ki<br />

sonunda zaman hükmünü icra etmiş, sevgimiz,<br />

yakınlığımız, ne hazindir, başka<br />

yönlere çevrilmiş, onlar bizden, daha da<br />

acıklısı biz onlardan, farkında olmasak<br />

da, bir gün bakmışız ki uzaklaşmaya başlamışız<br />

bile. Onlar gündelik hayatımızın,<br />

artık üzerinde durup düşünmediğimiz, ilgilenmediğimiz<br />

birer parçası olmuşlardır;<br />

bu da bize o kadar tabii gelmiştir. Demek<br />

ki insan ömrü gibi mobilyaların da bir<br />

8


ömrü var; acımasız kader onları da dilediği<br />

gibi, dilediği şekle sokacak. Theophile<br />

Gautier'nin «Romantizm'in Tarihi» adlı<br />

kitabının «Victor Hugo'nun Mobilyalarının<br />

Satılışı» başlıklı kısmında: «. .Bütün<br />

bu evi ev eden, görmeye alıştığımız küçük<br />

şeyler, bir arada bulunuşun kendilerine<br />

verdiği anlamdan uzak, rüzgârda savrulan<br />

yaprak misâli her biri bir tarafa gidecek<br />

ve bundan sonra da silinmiş hâtıralar,<br />

ne ifade ettiği anlaşılmayacak yazılar<br />

halinde başka bir hayata başlayacak.<br />

Şüphesiz ki bu, hüzünlü hâtıralar ve acı<br />

düşüncelerle dolu, insanı üzen bir manzara!»<br />

sözleriyle bu duygumuz ne güzel an-<br />

latılıyor-<br />

Biz insanlar durmadan değişen, ama<br />

etrafındaki şeylerin de durmadan değişmesinden<br />

yakman yaratıklar olarak kendi<br />

bencilliğimiz içinde her şeyi unutuveriyoruz.<br />

J.J. Rousseau'nun söyleyişiyle: «Yer<br />

yüzünde her şey devamlı bir akış halindedir.<br />

Hiç bir şey kararlı ve kesin bir seki i<br />

muhafaza edemiyor ve dışımızdaki şeylere<br />

karşı duyduğumuz sevgiler de, ister istemez,<br />

onlar gibi gelip geçiyor, değişiyor.»<br />

Biz insanlar da, böylece, bize benzeyen,<br />

sevdiğimiz, alıştığımız bu mobilyalardan<br />

yüz çeviriyor ve «unutmak güzel şeydir ><br />

diyerek aklımızdan, kalbimizden siliveriyoruz,<br />

hem de kolayca. Mobilyalara karşı<br />

böyle davranırız da, bir birimize karşı tutumlarımız<br />

sanki farklı mı Uğruna «ebedilik»<br />

yeminleri edilmiş nice sevgiler ve<br />

sevgililer vardır da kısa bir müddet içinde<br />

arkasında bir ümit ışığı hattâ titrek bir parıltı<br />

bile bırakmadan sönüp tükenmiştir.<br />

Dünya şiirinde, romanında vefasızların<br />

geçit resmini seyretmek her zaman mümkündür.<br />

Dünya <strong>edebiyat</strong>ları insanı ve ce<br />

miyeti tasvir ve tahlil eden, soran, araştıran,<br />

çare arayan, hassas, menfaatten a-<br />

rmmış, iyi kalbli görünüşlerine rağmen bir<br />

mânâda «vefasızlık» repertuvarlarıdır. A-<br />

ma ne kadar çabuk unutursak unutalım,<br />

ne kadar vefasız olursak olalım, gene de<br />

Fransız romancı Claude Aveline'in dediği<br />

gibi: «Sevdiğimiz kimsenin yokluğu, arkasında<br />

unutma dediğimiz yavaş yavaş tesir<br />

eden bir zehir bırakır.»<br />

Bilmem fikrime katılır mısınız Galiba<br />

yaşlandıkça kendimize güvenimiz azalıyor,<br />

kendimizi değersiz buluyor, kendimizi<br />

bile unutmak istiyoruz; bizimle beraber<br />

sevdiğimiz şeyler de bu acıklı sondan<br />

kurtulamıyor. O eski biz ve o eski mobilyalar<br />

hafızamızda artık birer silik gölge,<br />

birer hayal! Biliyoruz ki mobilyalar gibi<br />

bizler de, gün gelecek, bir kenara atılıp<br />

unutulacağız, öyle yorgun, öyle bitkin ve<br />

harap! Ne yaparsınız, her güzelliğin yok<br />

oluşu, evet, her şeyin bir sabahı, bir de<br />

akşamı var. Bursalı şâir Cenani'niıı söyleyişiyle:<br />

«Dehr içinde hangi gün gördük<br />

ki akşam olmaya.» Aslında akşamın olacağını,<br />

o kaçınılmaz son saatin geleceğini<br />

hepimiz biliriz. Ama gene de gelip geçici<br />

şeylerle avunuruz, kendi kendimizi aldatıp<br />

zihnimizi başka şeylerle meşgul etmeye<br />

çalışırız. İsterseniz buna herkese ve<br />

her şeye rağmen yaşamada direnmek iradesi<br />

diyelim. Bizim de sözlerimiz, insan ile<br />

eşya arasındaki samimi yakınlığı kalbe<br />

işleyen bir hüzünle dile getiren Ahmet<br />

Kutsi Tecer'in mısrâlarryle son bulsun!<br />

Kapımı bir kaç gün için açık tut,<br />

Eşyam baka kalsın diye arkamdan.<br />

Sen de eller gibi adımı unut.<br />

Evden çıkar çıkmaz omuzda tabut,<br />

OCAK YAYINLARI SUNAR<br />

Dilâver Cebeci<br />

(Mensûreler)<br />

YAKINDA ÇIKIYOR<br />

9


ROMAN TAHLİLLERİ : 1<br />

NUR BABA ROMANI ÜZERİNE<br />

Doç. Dr. Şerif AKTAŞ<br />

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun ikinci romanı<br />

olan Nur Baba 1921 yılında Akşam Gazetesinde<br />

tefrika edilir, 1922 de de kitap hâlinde yayınlanır.<br />

Dokuz bölüm ve üç bölümlük bir zeylden<br />

müteşekkil eserde aşk teması işlenmektedir. Türk<br />

ve dünya <strong>edebiyat</strong>ında üzerinde çok durulan bu<br />

temanın eser boyunca okuyucunun dikkatini cıyakta<br />

tutması, merakını tahrik etmesi, temanın<br />

kendisinden ziyâde, şahıs kadrosunu teşkil eden<br />

fertlerin hususiyetlerinden ve onların temsil ettikleri<br />

içtimaî muhitlerden kaynaklanmaktadır.<br />

Romanda merkezî mekân olarak karşımıza<br />

çrkan Bektaşi tekkesi, esere içtimaî bir hüviyet<br />

kazandırdığı gibi hiç bir sınır tanımayan cinsten<br />

bir aşkın tezahürü için zemin de hazırlar. Tekkeleri,<br />

aşkın kendisine has sarhoşluğu ile vücut<br />

verdiği rûh hâli içinde kalp yoluyla hakikate<br />

varmak isteyen insanların devam ettiği yerler o-<br />

larak düşündüğümüzde; Nur Baba Romanı, dünya<br />

<strong>edebiyat</strong>ında aşk temasını ele alan eserler a-<br />

rasında, mahallî bir hüviyet kaza mır. Tekkelerde<br />

sürdürülen hayat tarzı ne kadar bozulursa bozulsun,<br />

aslından ne kadar ayrılırsa ayrılsın, duyuş<br />

tarzında bîr ananeyi devam ettirmektedir. Alâka<br />

duyulan obje-varlıkta, ferdiyetin eridiği yerlerdir.<br />

Bu bakımdan Nur Baba romanında konu edilen<br />

cinsten bir aşkın, tekke çevresinde insanları birleştirmesi<br />

manidardır. Adı geçen eserle alâkalı<br />

bir !çok yazı, Yakup Kadri'nin bu romanında sosyal<br />

hiciv izleri aramaktadır. Ancak unutmamak<br />

gerekir ki bu eser, bir sosyoloji kitabı değil bir<br />

romandır. Nur Baba da kendisine layık bir takım<br />

insanları cezbederek çevresinde toplayan<br />

bir şeyhtir. Belki hakiki manada bir tekkede mürşit<br />

etrafındaki insanlara yüce bir aşkın maddî<br />

varlığı eriten hazzını tattırır. Nur Baba tekkesinde<br />

bu üstün his hâli, yerini beşerî bir duyguya<br />

bırakır. Bu farklılık dikkate alınarak cemiyetimizdeki<br />

değişme üzerinde durulabilir. Ancak bu, e-<br />

debiyattan ziyâde sosyolojinin teferruatlı olarak<br />

ele alacağı, yorumlayabileceği bir meseledir. Romanın<br />

böyle üir sosyal muhteva üzerine kurulması,<br />

okuyucuda gerçeklik duygusu uyandırması<br />

bakımından ehemmiyetlidir. Türk insanının idrâk<br />

ettiği değişmeyi dikkatlere sunmak isteyen araştırıcı<br />

da, ilâhî olandan beşerîye geçişi dikkate<br />

almak zorundadır. Bu noktada roman, değişen<br />

bir nizâmın cüzzünü ifade eden eser olarak ele<br />

alınmalıdır. Değişen tekke değil bir cemiyettir,<br />

aşk gökten yere inmiştir, beşerileşmiştir. Bu<br />

konuda iyi-kötü, güzel-çirkin diye hüküm vermek<br />

önceden yapılmış tercihlere bağlıdır .Zaman hükmünü<br />

icra etmiştir. Öyleyse muhteva itibariyle<br />

Nur Baba adlin roman, bizde var olan bir duyuş<br />

tarzını değişen şartlar içerisinde yeniden ele alan<br />

bir eserdir. Yalnız TürkJİslâm kültürünün değil<br />

Erenlerin Bağı yazarının gençlik yıllarında yokladığı<br />

Akdeniz medeniyetine ait bazı unsurların da<br />

zamanın örsünde yeniden şekil kazandığı, beşerî<br />

bir hüviyete büründüğü bir kitap olarak okunmalıdır.<br />

Adı geçen esere muhteva bakımcından<br />

yaklaşmak isteyenler, bu hususları gözden uzak<br />

tutamazlar. Onda belirü bir devre ait sosyal tenkit<br />

arayanlar, eserin tahlilini değil bir devre ait şahsî<br />

fikirlerini yazmak zorunda kalırlar.<br />

Biz bu yazıda, Nur Baba romanına daha değişik<br />

tarzda bakmak istiyoruz.<br />

Bu roman belirli bir devirde istanbul'da bulunan<br />

ikisi asıl biri yardımcı olmak üzere üç mekânın<br />

çatışmasını nakleden bir eserdir. Şahıs<br />

kadrosunu teşkil eden fertlerde, bu mahaller esas<br />

alınarak gruplandırılabilir. Önce söz konuşu mahallerden<br />

ilki ve en ehemmiyetlisi üzerinde duralım<br />

:<br />

10


Bu, romanın başında «synchronique» (eş -<br />

zamanlı) biı tablo hâlinde şu cümlelerle tanıtılan<br />

Nur Baba tekkesidir.<br />

«— Dem bitti mi Dem bitti mi<br />

— Erenler başı için bize dem verin, dem<br />

verin!..<br />

— Kerbelâda susuz kalanlar aşkı için...<br />

— Soframız çöî gibi kuruyup kaldı, bir katresi<br />

cana can katacak...<br />

— Yanlış söyledin, cananı cana bağlayacak.<br />

— İkisi birden... Zaten can demek canan demektir...<br />

— Seni afacan seni!...<br />

— Hah, hah, hah...<br />

— Saki ocağına düştük ne yaparsan yap, imdada<br />

gel...<br />

— Kendisi muhtacı himmet bir dede...<br />

— Peki... Öyle ise emrediyorum sana: Dem<br />

ol!<br />

— Oldum...<br />

— Şişeye gir...<br />

— Yok, bak onu yapamam, başka yere girmek<br />

dilerim.<br />

— Ağzıma gir...<br />

— İstemem, ezerler...<br />

— Kalbime gir...<br />

— Ne mazhariyet, Allah verince böyle verir.»<br />

(31-32)<br />

Bu ses manzarası tavır, haraket ve kıyafetle<br />

zenginleştirildiğinde, Nur Baba dergâhının hususiyetlerini<br />

aksettiren bir tablo olarak düşünülebilir.<br />

Ancak bu tabloyu tamamlamak için romandan<br />

birkaç sahife daha okumak gerekir: iBu «meclisin<br />

intizamsızlığından mütehassıi küskün bir<br />

hiddet idinde sâkit duran Celi I© Bacı ağır bir tavırla<br />

herkesi sükûta davet etmek lüzumunu, hissetti.<br />

— Çocuklar, dedi, vallahi ne dediğinizi, ne<br />

yaptığınızı bilmiyorsunuz. Bu kadar demlilik elverir;<br />

sekiz saattir mütemadiyen içtik. Nerede<br />

ise şafak sökecek. Bakınız camlar ağarmağa başladı.»<br />

(33)<br />

Herkesin muhabbete devam etmek istediği<br />

bu meclisin en nüfuzlu adamı «Yarı öfkeli,<br />

yarı sarhoş bir tebessümle» konuşmakta olduğu<br />

bu hanım ile «kozu»nu paylaşamadığını ifâde<br />

ederek bu meclisin devamını ister. Bu mecliste<br />

aklın temsilcisi durumunda olan Celile Hanım'ın<br />

şu cümleleri dergâhın hâlini açıkça ifâde eder.<br />

«Bana söyleyin; böyle meydan, böyle muhabbet<br />

nerede gördünüz Baba kendinden geçmiş evlâtlar<br />

her istediğini yapar, Rapt yok, zapt yok,<br />

lokma zamanı ise hiç belli değil. Bunun sonu neye<br />

varır böyle» (35)<br />

Böylece tanıtılan dergâhda, düzensizliğin<br />

hâkim olduğu, daha yerinde bir ifâdeyle, düzenin<br />

insiyakların emrine terkedildiği ve her şeyin sonuna<br />

kadar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu mahallin<br />

bariz vasfı ölçüsüzlüktür. Söz konusu ölçüsüzlük,<br />

tekke müdavimlerine insiyaklar fistikametinde<br />

haraket etme imkânı sağlamasıyla onları<br />

bir arada tutan hususların başında gelir.<br />

Bu noktada, belirtmek gerekir ki, ümmet<br />

devrinde tekkelerin kendisin© göre bir nizâmı<br />

vardır. Ferdî temayüllere hürriyet hakkıı tanıyan<br />

hoşgörü, Nur Baba tekkesinde ölçüsüzlük hâline<br />

dönüşmüştür. Olması icâb eden ile mevcut olan<br />

arasındaki farklılık, ayrı bir inceleme konusudur.<br />

Ancak bu farklılığın esere şekil kazandıran<br />

bir unsur olduğunu belirtmek zarureti vardır.<br />

Nur Babc; adlı eserde —zamanın sınırları içinde<br />

kalarak— olması icâbeden ile mevcut olan<br />

arasında bir çatışmanın varlığından söz edilebilir.<br />

Tekkeler, gönlün ikliminde ferdin terbiye edildiği<br />

yerlerdir.<br />

Kendilerine göre has adâb ve erkân vardır.<br />

Bu adâb ve erkân zaman İçinde husûsî bir dile<br />

de sahip olmuştur. Nur Baba tekkesinde hoş görü,<br />

değişik bir yorumla, ölçüsüzlüğe dönüşmüş,<br />

adâb ve erkândan da artık gerçek karşılığı mevcut<br />

olmayan dil kalmıştır. Böylece tekke dili, ölçüsüzlüğü<br />

örten bir hüviyet kazanmıştır.<br />

Böyle bir izahtan sonra, mekân olarak Nur<br />

Baba tekkesine ait hususiyetleri şöylece şemalaştırmak<br />

mümkündür.<br />

Gerçek tekke<br />

(Olması gereken)<br />

— Hoş görü<br />

— Duygularını<br />

ilâhi bir kavrama<br />

yönelerek asilleştiren<br />

insanlar<br />

— Çile yeri<br />

—- Feragat ve fedâkârlık<br />

— Tekke adat ve erkânı<br />

II<br />

Nur Baba tekkesi<br />

(Mevcut olan)<br />

— Ölçüsüzlük<br />

— İhtiraslarını dünya<br />

nimetleri ile tatmine<br />

çalışan insanlar<br />

— Eğlence yeri<br />

— Şahsi menfaat<br />

— Tekke adap ve erkânına<br />

ait lügat.<br />

Roman okuyucusu, I. sütunda bulunan hususları<br />

bilen bir insan olarak Nur Baba adlı kitabı<br />

okumakta, normdan ayrılan yerlerde, eserden<br />

hareketle muhayyilesinde yeni bir tekke yaratmaktadır.<br />

Bu durum, okuyucunun, eserde anlatılanları<br />

sosyal muhteva üzerine yerleştirmesine<br />

imkân vererek hikâyelerin takip edilmesine<br />

yardım eder.<br />

Romandaki haliyle Nur Baba tekkesi, ölçüsüzlüğün,<br />

dünyevî unsurlara bağlılığı, şahsî menfaat<br />

endişelerinin tekke adap ve erkânına ait<br />

lügat altında gizlendiği yerdir. Yakup Kadri'nin<br />

eserinde, Nur Baba tekkesi ile ilgili satırlar,<br />

farklı şekillerde de olsa, bu mahallîn saydrğımız<br />

hususiyetlerini ifâdeyle vazifelidirler.<br />

Bu romanda üzerinde durulacak ikinci mekân<br />

Madrit sefiri Eşref Paşa'nın, Nişantaşında<br />

bulunan «bir sefarethaneden daha resmî ve da-


ha muntazam konağı»dır (178). «Burada yaşayanların<br />

sözleri biçilmiş, sesleri ölçülmüş, vaziyetleri<br />

tavırları aynalar karşısında son kararını<br />

almıştır, kımıldanışları dakika ve saatlerin yürüyüşüne<br />

bağlıdır. (178) Romanda; bu nokta, hangi<br />

saatte nasıl bir kıyafete girmek lazım geldiği,<br />

hangi söze nasıl bir tavırla cevap vermek icâp<br />

ettiği, sokağa belirli vakitlerde çıkılıp belirli vakitlerde<br />

eve dönüldüğü ve benzeri hususlarda<br />

karşı konulması güç bir ananenin hüküm sürdüğü<br />

belirtilmektedir.<br />

Görülüyor ki romamın kadın kahramanı Nigâr'ın<br />

içinde yaşamak zorunda kaldıığı çevrede,<br />

düzen ve ölçü fikrinin sistemleştirdiği hayat ihtirasları,<br />

insiyakları sınırlar. Ölçüsüzlüğün mekânı<br />

tekke ile bu konak arasında sürdürülen hayat<br />

tarzı bakımından tam bir zıddiyet vardır. Romandaki<br />

haliyle tekkeyi insiyakların emrinde hara<br />

ket edilen ölçüsüzlüğün mekânı olarak ikaaûl<br />

edersek bu konağı cemiyet hayatının koyduğu<br />

nizamların hüküm sürdüğü bir yer olarak ele almak<br />

gerekir. Bunlardan 'birincisinde his, ikincisinde<br />

de akıl hâkirn unsurdur Öyleyse 'komak-tekke<br />

karşılaşmasını şöylece şemalaştırmak mümkündür.<br />

Tekke<br />

Konak<br />

— Ölçüsüzlük — Ölçü<br />

— Ferdi ihtisas (Fer— Sistemieşmiş<br />

di) ve insiyak {Beşeri)<br />

cemiyet hayatı<br />

— his — akıl<br />

Yukarıdaki şemadan haraketle Nur Baba romanı,<br />

ölçüsüzlük ile ölçünün, ferdî olanla beşeri<br />

olanın, his ile aklın 'çatışması ele alan bir e-<br />

serdir. (Bu kanaatimizi Macid'im Nigârâ karşı<br />

duyduğu, alâka ile ilgili satırlar daha da kuvvetlendirmektedir.)<br />

Ancak böyle bir çatışmamın zumum, için birinci<br />

ve ikinci grupta bulunan unsurların karşı<br />

karşıya gelmeleri gerekir. İşte üzerinde duracağımız<br />

üçüncü mekân bu vazifeyi yüklenmiştir.<br />

Nur Baba romanında burası, şu cümlelerle tanıtılıyor:<br />

«Bugün, altmışını geçmiş İstanbullularca<br />

müteveffanın ismine izafeten Safa Âbad tesmiye<br />

edilen Kanlıca koyundaki büyük ve sermişini!<br />

yalı bir zamaniar Boğaziçi'nin en dilfirip<br />

bir cazibe merkeziydi. Bu muhteşem, yalının bütün<br />

yaz mevsimi her gece sabahlara kadar açık<br />

ve aydınlık duran pencerelerinden tâ karşı sahillere<br />

kadar bitmez tükenmez kahkahalar, bitmez<br />

tükenmez saz sesleri, revmâki hiç sönmeyen uzun<br />

«hey hey» sodaları dökülürdü. Hele koy bir şehrâyinde<br />

gibi kamilen nur ve ahenkle mümteli kalırdı.»<br />

(53-54) Romanda, Abdülaziz devrinde Safa<br />

Efendi'nin yalısının «herkese bilhassa güzel<br />

seslilere, güzel sözlülere daima oçık» olduğu belirtiliyor,<br />

Kanlıca koyundaki «Safa Âbad'in, (Boğaziçi'nde<br />

bir cazibe merkezi durumunda bulunduğu<br />

ifâde ediliyor. Bu yalı, çevresinde söz, ses<br />

ve latif manzaralar, incelmiş bir zevkin hazırladığı<br />

muhit İçinde kaynağını gönülden alan çeşitli<br />

hayat tezahürlerine sahne oluyor. Safa Efendi<br />

ve onu takiben kızı Ziba Hanlım bu yalıyı sözü<br />

edilen hayat tezahürlerinin merkezi, daha değişik<br />

bir ifâdeyle kaynağını gönülden alan ve incelmiş<br />

bir zevkle süslenmiş davranışların mekânı<br />

hâline getiriyor. Ktsacae» bu yalıda akıl değil gönül<br />

hâkimdir. Aklın koyduğu kaideler değil güzel<br />

olan her unsuru etrafımda görmekten zevk alan<br />

gönlün coşkunlukları bu yalı ve çevresini idare<br />

eder.<br />

Böyle bir izahtan sonra, üç mekâna ait vasıfları<br />

semâ halinde birli'kte görelim :<br />

Tekke Yalı Konak<br />

— Ölçüsüzlük — Coşkunluk — Ölçü<br />

— Ferdi ihtisas — Güzel olanı — Sistemleşve<br />

sevme miş Cemiyet<br />

insiyak<br />

(Beşeri) ha-<br />

(ferdi) — Zevk ve yat*<br />

— his gönül — Akıl<br />

Denilebilir ki Nur Baba'da, zevk ve gönlün<br />

mekânu yalımın hazırladığı şartlar içerisinde, incelmiş<br />

zevkin kontrolünden çıkmış hissin mekânı<br />

tekke ile aklın mekânı olan konağın mücadelesi<br />

nakledilmektedir. Kısacası bu roman, zevkte sonsuzluk<br />

isteyen gönlün tahriki neticesi tabiatındaki<br />

ölçüsüzlükle aklı bir ahtapot gibi saran ve<br />

perişan eden, coşkum daigalanışları arasımda onu<br />

güçsüz düşüren, kendisinden geçiren his ile aklın<br />

mücâdelesini hikâye eder. Yukarıdaki semâdan<br />

haraketle, Nur Baba romanını, ölçü ile ölçüsüzlüğün<br />

karşı karşıya geldiği bir eser olarak<br />

ele almak da mümkündür. Ancak aklın hâkim<br />

olduğu konak çevresinde, hayat tezahürlerinin<br />

cemiyete ait normlarla tanzim edildiği; tekkede<br />

ise ferdî hislerin herşeye hâkim olduğunu dikkate<br />

alarak Nur Bafra'nın ferdî olanla, onları<br />

kontrol altımda tutan cemi yete ait nazımların<br />

çatışmasını konu alan tir roman olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Eserde, anlatma problemi çevresinde ele<br />

alınabilecek hususlar dışında kalan mekân, şahıs<br />

kadrosu ve zamanla ilgili herşey bu çatışmaya<br />

hizmet eder; onların varlık sebebi ölçü-ölçüsüzlük,<br />

beşerî-ferdi merhalelerinden geçerek akıl-his<br />

mücâdelesini dikkatlere sunmakta dır.<br />

Mekân tasvirleri, psikolojik tahliller, esere<br />

vücut veren olay zincirleri yalnız başlarına alındıklarında<br />

elbette bir manaları vardır. Ancak bütün<br />

bunlar, akıl-his ikilisinin belirli muhitlerde<br />

bazı mizaçlar aracılığıyla tezahürüne hizmet eden<br />

veya onları ifâde eden işaret ve söz yığınımdan<br />

başka bir şey değildir.<br />

Bu romanı, şahıs kadrosunu esas alarak<br />

tahlile gayret sarfettiğimizde aynı neticeyi elde<br />

ederiz: Nur Baba ve tekke müdavimleri ölçüsüz-


lüğü, Madrid Sefiri Eşref Paşa'ran bir nevi temsilcisi<br />

olan Macit ölçüyü, Ziba Hanım gönül coşkunluğunu<br />

temsil ederler. Aklın hakimiyetindeki<br />

öfçü eline düşmüş Nigar, Ziba Hanım aracılığıyla<br />

Macid dairesinden Nur (Baba çevresine geçer.<br />

Yukarıdaki dikkatlerimizi şahıs kadrosunu<br />

esas alarak tekrar etmek istemiyoruz.<br />

Eşref Paşa'nın Madrid'de bulunduğu, yani<br />

Nigâr üzerinde aklın kontrolünün son derece<br />

azaldığı zamanda, genç kadının hissin hücumuna<br />

maruz 'kaldığmı; onun bu, yıllor Kani icada'ki<br />

yalıda oturduğunu hatırlatalım.<br />

Bu hâdise, Ni'gârtn dedesi Safa Efendi'den<br />

tevarüs ettiği zevke düşkünlüğü hatırlattığı gibi<br />

sözü edilen yalının, tekkenin hücumlarına aklın<br />

hâkimiyeti altındaki konaktan daha ziyâde müsait<br />

olduğunu da düşündürür.<br />

Nur (Baba adlı romanda varlığını dikkatlere<br />

sunmaya çalıştığımız mücâdele alegorik olarak<br />

his-akıi adlı iki kahraman arasında cereyan etseydi<br />

acaba eser değerinden ne kaybederdi.<br />

Kahramanların ve mekânın aktüel hayatta karşılaştığımız<br />

cinsten oluşları esere gerçeklik duygusu<br />

kazandırma endişesinden mi kaynaklanıyor.<br />

Bu suallere cevap vermek istemiyoruz. Sözü<br />

edilen mücâdelenin yalnız Nur ıBaba'ya has<br />

bir yapı ve anlatma tarzı içinde dikkatlere sunulduğunu<br />

anlatma tarzım incelemenin de ayrı<br />

bir iş olduğunu belirterek bu yazıyı bitireceğiz.<br />

KENDİNİ BIRAK<br />

Gecelerin moru demlendi yine<br />

Yine beni çağırıyor ishaklar<br />

Havada yol kokusu var,<br />

unutmak yasak.<br />

Şimdi her kuytu bir sitem küpüdür<br />

Şimdi gölgelerin dili çözülür<br />

Öyle bir masal ki,<br />

keşke duymasak.<br />

Kabule ne kadar yakın dualar<br />

Tutar evlerinin yolunu dağlar<br />

Başları önünde,<br />

ağır ve aksak.<br />

Bir vehmin yalana çıkar yolları<br />

Ben seni beklerken şiirin gelir<br />

Yutkunur, konuşamaz<br />

gözleri ıslak.<br />

Şükrü KARACA<br />

İçimde kuyular açılır birden<br />

İçin için kaynayan bu kabirden<br />

Ölüler seslenir sanki;<br />

— kendini bırak!<br />

13


OKUDUKÇA<br />

Bazıları arabeskten hoşlanır,<br />

bir çokları da modanın peşinde<br />

koşar, sallan - yuvarlan<br />

uğraşır, ayerobik yapar. Benim<br />

de tiryakiliğim bir tuhaf: Okumak.<br />

Kimi Neyi Niçin demeden,<br />

durmadan, bıkıp usanmadan<br />

okumak. Çünkü; okudukça<br />

açılır, ufkumun genişlediğini<br />

görürüm. Hem dinlenir, hem öğrenirim.<br />

Bir yandan da eğlenirim.<br />

Nasıl mı, diyorsunuz<br />

Bakın, anlatayım.<br />

DİLLE KARIŞIK<br />

8.8.1983<br />

Bugün, kapağıyla çikolata<br />

çocuklarına önem verdiği anlaşılan<br />

Hürriyet •, Gösteri'yi aldım.<br />

Kiloca, ağırlığı olan bir dergi.<br />

«Hürriyet»i küçük, «GÖSTERİ»-<br />

si büyük dergi. A'dan Z'ye, «tu.<br />

feyli sol »un arpalığı olmuş. Tekniğin<br />

verdiği imkândan olacak,<br />

baskısına diyeceğim yok. Fakat<br />

anlıyamıyorum; nasıl oluyor da<br />

«Hürriyet», «Gösteri»nin ardasına<br />

sığmıyor<br />

Hemen, ilkten sona okuma<br />

ya başladım. Okudukça, not<br />

aldım. Herhalde, «önnot» olmalı,<br />

başta bir yazı var: «Günümüzde<br />

Gençler Sanatı Nasıl Görüyor»<br />

Bu «önnot», «Ayın Dosyası»na<br />

bir giriş. Ne var ki, yazanın<br />

paragraf bilgisi eksik. Hele<br />

hele dil yönünden, bir garip<br />

hali var. Konu cümlesinde, nesil<br />

yerine, «genç kesim» denirken,<br />

aşağılarda «Kuşak» gence sarılmış.<br />

Türkçe'si «köklü çözüm-<br />

0. Hasan BILDIRKİ<br />

ler», «köke! çözümler »e dönerek,<br />

özleşmiş. Sanki «kavrayış»<br />

m suyu çıkmış, «algılayış» olmu.<br />

Öztürkçe vurgunlarının bu<br />

yanlarına, yalanım varsa kör o-<br />

layım, bayıldım, bittim.<br />

Bu hava içinde, İsmail U-<br />

yaroğlu'yla yapılan konuşmayı<br />

soluksuz okudum.<br />

Konuşmacı uyanık, üstelik<br />

dil sevdalısı da olunca, kestirmeden<br />

soruyor: «Ben önce, neden<br />

böyle doğaçtan bir konuşmayı<br />

istediğinizi sofacağım.»<br />

Şair de uyanık 1 . Tabii konuşma,<br />

daha Türkçe'si doğrudan<br />

konuşma diyeceğine, «doğaç»tan<br />

kelimesiyle sözüne<br />

başlıyor. Bakalım, yer yer, neler<br />

diyor, bu vadide ne diller<br />

döküyor<br />

Nedense onun dilinde yaşam,<br />

«hayat» olmuş. Kural, «ilkelleşmiş.<br />

Önceleri «dürtü» diye<br />

ak kâğıtlarda kararan ilham,<br />

«iti» olarak ortalığa düşmüş.<br />

Hüznünü, önce kendisine karşı<br />

«legalize» etmiş. Doğaçtan konuşmadan<br />

olacak, bu defa da<br />

«yönlendirdim» diyememiş. Hay,<br />

di neyse, deyip, geçecektim.<br />

«Süreç» ile «zaman»/, aynı cümle<br />

İçinde görünce, farkında olmayarak<br />

eski bir türküyü mırıldanmaya<br />

başladım: «İki gemi<br />

yanyana: Haydayabilir misin»<br />

Elbettel<br />

Nazım Hikmet'i, Cemal Süreyya'yı,<br />

Ülkü Tamer'i sevdiği<br />

şairlerin başında sayan Uyaroğlu,<br />

acaba birilerine kaş-göz<br />

mü oynatıyor Şövalye şiirleri<br />

yazmaya devam ediyormuş. A-<br />

man, ne iyi.<br />

Yalnız bu şiirleri; kitabı<br />

kendi içinde bir bütünlük oluştursun<br />

diye bir kitaba almıyor.<br />

Ve kaş yaparken, göz çıkarırcasına<br />

ekliyor: «Bir bunun için<br />

almıyorum, bir de kitabı tehlikeye<br />

atabilirler diye almıyorum.<br />

İlerde kitaplaştıracağım, onları.»<br />

Niçin «ilerde»<br />

Cevap yok. Ama; siz anlıyorsunuz<br />

değil mi Nedense<br />

«hürriyetsin bütün nimetlerinden<br />

faydalananlar, sevdikleri<br />

şairleri sayıp, hizaya gelenle:;<br />

gönül ve kafalarındaki «san.<br />

sür» korkusunu kırıp, yıkamıyorlar.<br />

Ne dersin, yanılıyor mu-><br />

yum, İsmail<br />

Şimdi, yukarıdaki -önnotsoruya<br />

dönüyorum. Gençler, sanatı<br />

nasıl görürse görsün, bundan<br />

neçıkar Nasıl olsa, yanlış<br />

ataoynayanlarm sayesinde,<br />

su, aka aka yolunu bulur.<br />

Siz, üzülmeyin yeteri<br />

«Sıralı kelimeler»le konuşan<br />

Uyaroğlu bile, ne güzel<br />

yol gösteriyor:


VAPURDA<br />

Öyle güzelsiniz ki<br />

Keşke evli olmasaydınız bayan<br />

Verirdim bu şiiri size<br />

Koynunuza kordunuz onu<br />

Sürtünürdü memelerinize<br />

Ayıp mı... daha ne ayıp<br />

şeyler düşündüm<br />

Seyrederken, sizi, ilişkin i-<br />

kimize<br />

(Hürriyet - Gösteri, Ağustos<br />

1983)<br />

Gerçekten güzel bir hikâyeyi,<br />

«Yağmuru yağdırana tepeden<br />

tırnağa» söven İbrahim'le<br />

kirleten, Hz. İbrahim ve oğlu<br />

Hz. İsmail'le, İbrahim ve İsmail<br />

arasında kurban konusunda<br />

bir yaklaşma bulan, ikinci ibrahim'e,<br />

kardeşi İsmail'i kurban<br />

ettiren, nedense Hz. İbrahim'in<br />

umudunu gözardı eden Necati<br />

Güngör, sen de söyle canım,<br />

sana; basamak yerine «ayakçak»,<br />

korku yerine «ürküntü»,<br />

korkunç yerine de «ürkünç» demek<br />

cesaretini kim veriyor<br />

VEBAL MESELESİ<br />

9.8,1983<br />

Bugün yine Hürriyet-Göste.<br />

ri'yi okuyorum. «Nesnel eleştirmen»<br />

Asım Bezirci, kendisiyle<br />

yapılan bir «öznel» konuşmada,<br />

«Eleştirmenler arasında bazı<br />

kontlarda korkunç bir dayanışma<br />

var.» diyen Cengiz Gündoğdu'ya<br />

verdiği cevapta hayıflanıyor,<br />

«Keşke gerçek, söylediğiniz<br />

gibi olsaydı 1 . Yazık ki<br />

değil. Hatta tam tersi bir durum<br />

var.» diyor.<br />

Beriki biraz aşağıda yapıştırıyor:<br />

«Size katılmıyorum...<br />

'Seçme Hikâyeler'de öykücülerin<br />

seçiminde 'nesnel ve demokrat'<br />

davrandığınızı söylüyorsunuz.<br />

Peki ama bu seçkide<br />

Mustafa Kutlu, Şevket Bulut<br />

gibi öykücüler neden yok»<br />

Neden olacak<br />

«Kendi dünya görüşümüze<br />

ve sanat anlayışımıza uymayan<br />

yazarlara da kitabımızda<br />

yer verdik.» diyen Bezirci,<br />

«kendi dünya görüşümüz ve<br />

sanat anlayışımız» formülünden<br />

yola çıkarak, nesnellfcte<br />

yüceleşiyor, dayanışmanın harikasını<br />

göstererek devam ediyor.<br />

Dinleyelim: «Adını andığınız<br />

yazarları da aynı demokratik<br />

tutumla inceledik, fakat o-<br />

ivdiğimiz nitelikleri eserlerinde<br />

yeterince bulamadığımız için<br />

kitabımıza almadık.»<br />

Sevsinler, böylesine nesnel<br />

eleştirmemi<br />

«Demokratik tutu m »a da<br />

maşallahl<br />

Dayanışma<br />

Yok, yokl Böyle bir şey, asla<br />

yok<br />

Saflığın bu derecesine, ancak,<br />

gülünür.<br />

> Ve arkasından ekliyor: «Ayrıca,<br />

şunu da belirteyim sözü<br />

edilen hikayecilere...» Ne Tahir<br />

Alangu, ne Mustafa Baydar,<br />

ne Yaşar Nabi ile Konur Ertop<br />

ne Füsun Akatlı, ne Memet Fuat,<br />

bu konudaki eserlerinde yer<br />

vermiş.<br />

Deveye sormuşlar: Boynun<br />

neden eğri Cevaplamış: Nerem<br />

doğru ki..<br />

O hesapl<br />

VAKİT BANA GELİNCE<br />

Kuşlarla gideceğim bir sabah<br />

Hasretimi ninnileyen diyara<br />

İçimin arzu yüklü türkülerini<br />

Salıvereceğim esen rüzgâra<br />

Bir demet solgun şiir bırakacağım<br />

Eşe, dosta, ağyara<br />

Serçeler her akşam haber taşıyacaklar<br />

Gözleriyle gönlümü avutan yara<br />

Işıklar unuttuğum düşleri anlatacak<br />

Sırtımı dayadığım beton duvara<br />

Toprağımın çiçekleri avuç açacak<br />

İkindi sonraları yağan yağmura<br />

Vakit bana gelince kuşlarla gideceğim<br />

Hasretimi ninnileyen diyara<br />

Sedat POLAT


Farkında mısınız<br />

Bundan güzel dayanışma<br />

olur mu t hiç<br />

Sevdiğim hikayecilerin başında<br />

gelen KUTLU ve BULUT<br />

sakın gücenmesinler.<br />

Çünkü Atillâ İlhan, aynı<br />

dergide ne güzel anlatıyor. Anlattıkça,<br />

tesadüf müdür, nedir,<br />

A. Bezirci'yi (SANKİ) yerden<br />

yere bir güzel vuruyot: «Osmanlı<br />

nınson dönem aydınlarında<br />

olduğu gibi, Cumhuriyetin<br />

ilk dönem aydınlarında da<br />

NİNEMİN DAĞ<br />

inanç önemlidir 'İlerici' mi olunacak,<br />

şu, şu, şu, bir de şu kesinlemelere<br />

gözü kapalı inanılacak;<br />

bu İnanılanlar, inanmayanlara<br />

karşı, kılıç elde savunulacaktır.»<br />

Henüz yolun başındayız.<br />

Anlıyor musunuz<br />

A. İlhan duıimuyof,, yukarıda<br />

sözü edilen Kutlu ve Bulut<br />

olayının perde arkasını<br />

-sanki- aralıyor, günışığma çıkarıyor:<br />

«Adları ilerici ya, kulak<br />

asma, tutumları, davranış.<br />

Dağların türküsünü söylerdi ninem.<br />

Yüreğim bir şahin olur uçardı o dağa,<br />

Ve her gece rüyalarıma süzülürdü;<br />

Birden yiğitleşip at üstünde.<br />

Koşardım dağlarda beni bekleyen güzele.<br />

Sonraları dağlar girmez oldu düşüme,<br />

Artık ninemde yoktu ki tekrar söyleye,<br />

Ve hayallerimi bezeye çiçek çiçek...<br />

Lakin kalbimde bir sızılı yaradır<br />

Ninemin Dağı...<br />

Bir gün ama bir gün kararlıyım,<br />

Küıcımı kuşanıp atıma bineceğim.<br />

Düşlerimi süsleyen ninemin dağına,<br />

Güneşle birlikte yürüyeceğim;<br />

Dağların güzeliyle hasretim bitecek.<br />

Ve o zaman ninemin ruhu üstümde,<br />

Şükran duaları edecek;<br />

Verdiğim yemini tutacağım...<br />

Zaferimden mest olup,<br />

Nineme bir fatiha okuyacağım.<br />

Cengizhan ORAKÇI<br />

lan tipique ümmetçi aydın davranışı:<br />

na's}ari\ var, i\işilemez,<br />

tartışılamaz, günahtır; ilişeni,<br />

tartışanı, 'afaroz' ederler; işin<br />

en acıklı yanı da, tabii bunu,<br />

'ilericilik' adına yaparlar.»<br />

Doğruya, ne denir<br />

Nesnel eleştirmen A. Bezirci<br />

cevap versin, değil mi<br />

Yoksa, aynı dergideki Münif<br />

Fehim'in, «demokratik tutum»a<br />

«cuk» oturan şu sözünü<br />

kulağına küpe etsin:<br />

— Uyuza «kaşınma» denir<br />

mi Onun (kendisi) vebalini<br />

çekmek zorundadır.<br />

han­<br />

OZAN'ın ŞİİRLERİ<br />

10.8.1983<br />

İnsem gök kubbeden;<br />

çer hançer yeri<br />

Çıksam gök kubbeye; kan­<br />

bulutları<br />

Bir el hançerlemiş garip<br />

lı<br />

dünyamı;<br />

Sevincimi çalmış gaddar<br />

haydutlar 1 ..,<br />

(Doğuş, Ocak 1983)<br />

«Bahçenizin en güzel göründüğü<br />

yerlere su kanalları a-<br />

çarsiniz, bir güzel kayık bulursunuz;<br />

küreği siz çekersiniz, misafirinizi<br />

ağırlar, gezdirirsiniz;<br />

misafir hiç yorulmadan seyehatin<br />

sonunda hayâlleri, gördüğü<br />

güzelliklerin lezzeti ile baş başa<br />

kalır.<br />

Gerçek şiir bu...<br />

Bu bahçenin su kanalı, kayığı,<br />

ve hususen kürek çekmeniz;<br />

şiirdeki ahenk, vezin, belki<br />

ince mûsikîdir.<br />

ideolojilerin emrine verilmiş<br />

şiir, bu bahçede insanı kırbaçlarla<br />

gezdirmeye benziyor.<br />

Ne vezin, ne kâfiye, ne mûsikî,<br />

ne ahenk...»<br />

Yukarıya bir kıtasını aldığımız<br />

Ahmet Tevfik Ozan, aynı<br />

dergide «Şiir ne..» sorusunu<br />

cevaplarken böyle diyor.<br />

Kendisi, disiplinli bir şair oluşuyla,<br />

öteden beri dikkatimi çekiyor.<br />

Bugün, kendi sözlerinden<br />

hareketle onun şiir dünyasına<br />

girmek istiyorum. Bakalım, neler<br />

göreceğiz<br />

Bir Dosta Mektup, (Millî<br />

Eğitim ve Kültür, Ekim 1981)<br />

bir bakıma, Ozan'ın şiir dün-


yasının anahtarıdır. Şiir boyunca<br />

hem musiki, hem ölçü, hem<br />

ahenk, hem kafiye kendilerini<br />

ele vermeden, sizi, anılan şiire<br />

çeker, şairin bahçesine sokar.<br />

On üç kıt'ad an oluşan, hecenin<br />

on bir'li ölçüsüyle yazılan<br />

şiir, onca uzunluğuna ve tema'<br />

sının zorluğuna rağmen, «akıl,<br />

sebep, şüphe, sonuç» gibi ruhî<br />

hayatımızın birer parçası olan,<br />

biraz da tasavvufa ulaşan konularını,<br />

öğretici olmaktan ziyade,<br />

lirik bir havada önünüze<br />

çıkarır. Ona göre dünya, a-<br />

levden dostluklarla, yalanlarla,<br />

aldanmalarla, arayışlarla, sonsuzluğa<br />

duy\utyn hasretleri^,<br />

ilâhi yalnızlıklarla bizi her yanımızdan<br />

kuşatmıştır.<br />

Bütün şiir boyunca, damağınızda<br />

bir lezzet, gönlünüzde<br />

şaire karşı bir sevgi duyuyorsunuz.<br />

Şu kıt'a, dediklerimizin<br />

mihenk taşıdır. Okuyun,<br />

görecek, bana hak vereceksiniz.<br />

O neşe selvlnin, aksinde<br />

midir<br />

Yoksa toprak kokan<br />

dallarında mı<br />

Kapatsam gözümü şimdi 1 ,<br />

ansızın:<br />

O serin letafet dalda<br />

kalır mı<br />

Selviyle serinlik, toprak<br />

kokan dallarla ansızın kapanan<br />

gözler, «ölüm» denilen hadiseyi,<br />

bir çırpıda, ustalıkla ortaya<br />

koymuyor mu<br />

Türk Edebiyatı'nm 1983 A-<br />

ğustos sayısında, şairin «Bir<br />

Erimiş $aray»ı çıktı. Bu şiirde;<br />

«Kar beyaz ümide konan şey<br />

ne», «Nurdan kadınların tülbentlerinde<br />

- İffet, çiçek çiçek<br />

yüzüme bakar...» gibi yeni, kendine<br />

has, oripnal imajların şairi<br />

Ahmet Tevfik değil de, sanki<br />

Ahmet Haşim, yeniden aramıza<br />

katılarak, heceyle ve temiz bir<br />

Türkçe'yle konuşuyor. Ozan,<br />

bu yönüyle, Haşim'i aşan bir<br />

çizgide ilerliyor.<br />

Yeri gelmişken söyliyeyim:<br />

Şair, hemen bütün şiirlerinin<br />

en can aliıcı yerinde, pazan<br />

başta, daha çok ortalarda, bazan<br />

da sonlarda, tırnak açarak,<br />

okuyucusuna düşündüren öğütler<br />

veriyor, aklı harekete geçiren<br />

sorular soruyor.<br />

«... Evet, ağlasa insan;<br />

gözyaşı damla damla<br />

Sıcak inciler gibi, yanaklardan<br />

süzülür.<br />

Aksa, dursa yıllarca; semaya<br />

mı dökülür..»<br />

(Son Kuşlar, Doğuş,<br />

Temmuz 1983)<br />

Onun dünyasında bulutlar<br />

güvercin kanallıdır. Feza, derinlerde<br />

bir nokta halindedir<br />

(Dört Güvercin Beş Sevinç).<br />

Ceylan gözlü kızlar; tuzu nur,<br />

ekmeği nur olan veliler sofraları,<br />

ateş kaftanlar, nuranî hayaller<br />

(Taş ve Demir Gurbeti),<br />

tahayyül ufukları, kıyısında yıkanılan<br />

hayal denizleri, melekler,<br />

kör devler, ağlayan tabiat<br />

(Hayal ve Hüzün), taş değirmenler<br />

arasında kanayan fakat<br />

ümidini kaybetmeyen bir yürek,<br />

kor ateşler, akrepler (Erciyes<br />

ve Ben), kartallar, garip gönüller,<br />

dergâh-ı ilâhî'de çekilen<br />

teşbihler (Ne Söylesem), bu<br />

dünyayı ören, kuran, şairini,<br />

son dönem şiirimizin doruğuna<br />

tırmandıran ip uçlarıdır.<br />

Bizim <strong>edebiyat</strong>ımızda, bilmem,<br />

sevdayı bu kadar güzel<br />

anlatabilen, başka bir beyit var<br />

mı<br />

«Sevda» desen: bir aşınmaz<br />

taş, oğull<br />

Coşar, candan; çizer çizer<br />

kan alırl<br />

(Ne Söylesem, M. Eğitim<br />

ve Kültür, Ağs. «981)<br />

Şimdilik, konuyu burada<br />

noktalayacağım. Fakat, şu güzelliğin<br />

farkına varmanızı istiyorum.<br />

Ahmet Tevfik Ozan'-<br />

dan, şu kıtayı da birlikte okuyalım,<br />

olmaz mı<br />

«Eıpiyes'te kar diyorum, bu<br />

akşam;<br />

Benim kadar terkedilmiş<br />

değildir.<br />

Karanlığa yar diyerek sarılmış;<br />

Ümitleri benimkinden yeşildir...<br />

(Erciyes ve Ben, Türk Edebiyatı,<br />

Aralık 1982)<br />

Devam, Ozanl<br />

Bize, gerçekten «şiir» lâzım.<br />

Bu vadide yolun açık olsun.<br />

Haydil<br />

OCAK YAYINLARI SUNAR<br />

TARİHTEN GELECEĞE<br />

Taha Akyol<br />

YAKINDA ÇIKIYOR


BİR GARİP<br />

YALNIZLIK<br />

*&*&$<br />

Fatma KOCABIYIK<br />

«Yalnızlık kimimizin barınağı, kimimizin<br />

tuzağıdır».<br />

Ben yalnızlıkların kurbanı bir garip.<br />

Aklımda kalan üç-beş kırık mısrada dinlendiririm<br />

de bu garip gönlümü, sevinir<br />

biçare. Şimdi sadece mısralar benden yana.<br />

Yalnız mısralar bana dost. Şiirler değil<br />

de mısralar... Bütün şiirler dolu. Oysa<br />

benim yalnızlığım param parça. Benim<br />

yalnızlığım öldüresiye boşluk.<br />

Sevdiğim saydığım dost çehreleri yalnızlıklara<br />

bıraktım acımasızca. Onlar da<br />

bana acımamışlardı. Bir arada harcarız<br />

diye birbirimizi yalnızlıklara terk ettik.<br />

Şimdi ben güzel insan yüzlerini, yüzlerini<br />

aydınlatan ışü-ışıl gözlerini unuttum.<br />

Biliyorum dışarda yine berrak sesler,<br />

insanın yüreğini dolduran şefkatli sesler<br />

vardır. Sesleri de unuttum gayri. Dostluk,<br />

arkadaşlık nedir Açıp bakacak bir<br />

sözlüğüm yok ki. Gönlümdekiler anlatmak<br />

istedim ah! Kelimelerim çekip gitmiş<br />

başımdan anlatamıyorum ki. Şimdi yine<br />

sokaklarda insanlar vardır.. Birbirine yaban<br />

insanlar. Hiç bitmeyecek bir dövüşün<br />

taraftarları. Karanlık yine aydınlığa<br />

yenik düşüyor dışarda. Biliyorum bunun<br />

için hırslıdır. Yalnız kendi varlığını hissettireyim<br />

diye herşeyi karartıyordun<br />

Ben yalnızlığımı kaybetmekten korkuyorum.<br />

Yalnızlığımı kaybetme korkumu<br />

belki de ölümü kaybetme korkusuna<br />

benzeteceksiniz. Oysa ölüm denen korku<br />

yalmz yaşayanlar içindir. Güneşin doğmadığı<br />

bir yerde sun'i aydınlıkların ne<br />

anlamı var.<br />

Beni anlamayan bütün gönüller kötümser<br />

bulacaklar beni. İçindeki bütün<br />

köşkleri yıkılmış bir insanın, düşünebildiği<br />

bir değer bile yoktur. Ama ben o kırık<br />

köşkün camlarının yüreğimi kanatmasına<br />

aldırmadan hayaller kuruyorum. Hiç<br />

bitmemiş ahlak kavramları yalnızlığımı<br />

dost yapıyor bana. Dışarda iyi insanlar<br />

var, saygı, sevgi dolu, bencillikten uzak,<br />

birbirini düşünen insanlar uzaktan mum<br />

tutuyorlar. Yalnızlığıma rağmen yenik<br />

düştün SCHOPENHAUER. Bu dünya yalnız<br />

iyilikler için. Yalnızlığıma rağmen gönlüme<br />

yerleştirilmiş borçluluk duygusu beni<br />

hayata bağlıyor. Ödenecek borçlarım<br />

var. Saksıdaki çiçekten sokaktaki insana<br />

kadar. Ve YARADANA. Şükran borcum<br />

her dakika her saniye büyüyor. Sana şükürler<br />

olsun ALLAH'ım bu yalnızlık içinde<br />

bile kendine yol bulabilen bir aklı verdiğin<br />

için. Sana şükürler olsun bütün yalnızlıkları<br />

elinin tersiyle itiverecek dolu,<br />

dopdolu bir gönül verdiğin için.


fiLMUNYI'BIN<br />

Gurbet<br />

Derdim söyleyimde katip yaz hele<br />

Başıma bin bela getirdi gurbet<br />

Geri kalanını kendin çöz hele<br />

Tüketti ömrümü bitirdi gurbet<br />

Başım Ağrı gibi boran karidi<br />

Sulaklarım ceylanlarım varidi<br />

Kahır çeke çeke ömrüm çürüdü<br />

Bağrıma taş gibi oturdu gurbet<br />

Ne cevap vereyim halimi sorana<br />

Nem var ne harcedem işim görene<br />

Duydum bağım bahçem olmuş virane<br />

Evimi barkımı batırdı gurbet<br />

Darendeli Fedai ÜSTÜN<br />

FEDAİ şu gönlüm almaz öğüdü<br />

Gurbet yiyor kendin bilmez yiğidi<br />

Güvendiğim anam babam sağidî<br />

Birin göstermedi götürdü gurbet...<br />

Salmadı<br />

Bocim yadellerde boynum büküldü<br />

Eskiden gördüğün haller kalmadı<br />

Ağardı saçlarım dişim döküldü<br />

Kavi bilek kavi kollar kalmadı<br />

Azrail tırpanı vurdu vuracak<br />

Kimsem yoktur baş ucumda duracak<br />

Dost bulunmaz yaralarım saracak<br />

Göçtü mürüvetli kullar kalmadı<br />

Neye heveslendim dünyaya indim<br />

Düşmüşüm odlara bilemem kendim<br />

Avcılar peşinde ceylana döndüm<br />

Kaçıp saklanacak çöller kalmadı<br />

Ömür bir sınama sonunu göreni<br />

Sahneler acıklı göz yaşı dram<br />

Ben kendi sılama iltica varam<br />

Gezmediğim gurbet eller kalmadı<br />

Ruhum gibi tende gizli sır olsam<br />

Deli olsam donelerden hür olsam<br />

FEDA) bir güle sitem kar olsam<br />

Şeyda bülbül gibi diller kalmadı<br />

Üstün<br />

Ne atom ne füze ne top ne gülle<br />

İşlemez beyin'e kelamdan üstün<br />

Satır bilek keser kılıçta kelle<br />

Keskin ustura yok kalemden üstün<br />

İyilik beslemez fitne özünde<br />

Arzusu emeli kalır gözünde<br />

Gizli pazarlıklar hep su yüzünde<br />

Pilan var alemde puandan üstün<br />

Katılaşmış kalbin kandili kördür<br />

Tüm organlar mahkûm tek nefsi hürdür<br />

Zulme eyiimeyen er oğlu erdir<br />

Alnı açık gezer alemden üstün<br />

İlahi kitaplar ilahi dinler<br />

Bsrgün unutulsun çöker zeminler<br />

Yaşamalı insan Ölmeli kinler<br />

Olsada falanca filandan üstün<br />

FEDAİ kalplerde sevgi tütmen<br />

Diller bal olmalı alıp tatmalt<br />

İlim öğrenmeli kalem tutmalı<br />

Olur mu bilmeyen bilenden üstün


BEŞ VAKİT<br />

BEŞ ŞARKI<br />

O sarışın, dinç, sevinçli,<br />

güler yüzlü sabah güneşi,<br />

ufuktan başını kaldırdığında<br />

ben de eski bir<br />

şarkıyı dinlemeğe başlarım.<br />

Bir saz imalâthanesinde<br />

ustasının elinden yeni<br />

çıkmış, müşterisini bekleyen<br />

sabırsız kemandan, sahibini<br />

kaybetmiş, bir duvarda<br />

asılı duran öksüz<br />

ud'a kadar bütün sazlar<br />

aynı şarkıyı çalarlar: «Kıratıma<br />

bineyim, yâr yoluna<br />

gideyim.» Şarkının gücü<br />

gibi güç var mı dünyada<br />

Nasıl olur, nerden gelir<br />

bilemem. Sağımdan, solumdan,<br />

önünden, arkamdan<br />

hattâ tepemden gözle<br />

görülmeyecek kadar ince,<br />

fakat o derecede muhkem,<br />

milyonlarca, milyarlarca<br />

kement bir anda sarar vücudumu<br />

ve çekip götürür<br />

beni. Yaşadığım, fakat farkında<br />

olmadan terk ettiğim<br />

bir günün ortasında<br />

20<br />

Dilâver CEBECİ<br />

bulurum kendimi. Çaresizliği<br />

bir-göze suyu gibi yudumladığım<br />

o yayladan, o<br />

yüksek tepeden yine sâdece<br />

evlerinin kırmızı renkli<br />

çatıları seçilebilen bir<br />

kasabaya bakarım. «Kıratıma<br />

bineyim, yâr yoluna<br />

gideyim.» Ne kıratım<br />

vardı, ne pusatım. Ben bu<br />

yaylada, hasreti solur çaresizliği<br />

içerdim.<br />

Sonra güneş gelip kısa<br />

bir zaman zevalde karar<br />

kılınca, o şarkı biter, bir<br />

yenisine başlar bütün sazlar:<br />

«Bakmıyor çeşm-i siyah<br />

feryâde» Bu sefer, evlerinin<br />

kırmızı renkli çatılarına<br />

uzaktan hasretle<br />

baktığım kasabanın merkezindeki<br />

meydana inerim.<br />

İnerim de, bir dahi rastlayamayacağım<br />

bir huzuru<br />

yaşarım. Huzur burada beş<br />

duyu ile idrak edilebilecek<br />

müşahhas bir şeydir. Rengi,<br />

gölgesi, sesi ve harareti<br />

vardır. Dokunurum, gölgesinde<br />

dinlenirim, sesini<br />

işitirim: «Bakmıyor çeşm-i<br />

siyah feryâde — Yetiş ey<br />

gamze yetiş imdâde» Bu<br />

ses, «Mâviköşe» deki bir<br />

plâktan dağılırdı huzurun<br />

semâlârma. Çeşm-i siyah<br />

nedir Gamze nedir Bilmezdim<br />

bunları. Sadece ablam<br />

gelirdi aklıma. Adı<br />

Çeşminaz'dı onun.<br />

İkindi vakti, geniş bahçesinden<br />

bir çok güllerin<br />

ve çiçeklerin hiç eksik olmadığı<br />

evin önünden geçerdim.<br />

Bu evin bahçesi diğerleri<br />

gibi yüksek duvarlarla<br />

çevrilmiş, esrarlı bir


yer değildi benim için. A-<br />

ra-sıra oraya girme bahtiyarlığına<br />

ererdim. Arkadaşım<br />

Yurdaer'in eviydi<br />

burası. Yüzünü çoktan u-<br />

nuttuğum bir ablası vardı.<br />

Hep yeni şarkıları mırıldanırdı:<br />

«Koklamaya kıyamam<br />

benim güzel Manolyam.»<br />

O bahçede Manolya<br />

var mıydı Bümiyorum. O<br />

bahçenin yerinde şimdi kocaman<br />

bir apartman dikiliyor.<br />

Akşamlar hep sızılı o-<br />

lurdu. Neden böyle olurdu<br />

Semâdan indirilip hemen<br />

üstümüze gerilmiş bir<br />

tül zannederdim akşamları.<br />

İnce, nazlı, biraz hasta, esmer<br />

Arap kızlarıydı akşamlar.<br />

Sevdam biraz daha<br />

yakardı yüreğimi... Açık<br />

hava sinemaları hazırlığa<br />

başlardılar. Plâklar benim<br />

sızılı akşamlarıma yoldaş<br />

olurlardı: «Güller arasında<br />

seni bensiz gören olmuş»<br />

Yıldızlar bu şarkıyı dinlemeğe<br />

doğardı. Gündüzden<br />

çok farklı bir hayata başlardık<br />

yıldızlarla...<br />

Ve alaca karanlık nasıl<br />

yoğunlaşıp geceye dönüşürse,<br />

sızılar da hüzne<br />

tebdil olurdu. Hüzün gelip<br />

«Sefâ'mn Bahçesi» nde mekân<br />

tutardı. Gecenin tam<br />

ortasında bir şarkı dolaşırdı<br />

masaları. Saki gibi dolaşırdı<br />

bütün masaları:<br />

«Doktor her gün gelir gider,<br />

görenler hep merak<br />

eder.» Serhoşlarm başlan<br />

biraz daha döner, gözleri<br />

biraz daha nemlenirdi. Ve<br />

derlerdi ki, «Sefa bu plâğı<br />

gece yarısından sonra sadece<br />

kendisi için çalarmış.»<br />

KASAPLAR ÇARŞISINDA<br />

BİR YILDIZ ÇOBANI<br />

Ben sevgi dağlarının yıldız çobanı<br />

Ezgiler sektiren sabaha kadar<br />

Hatırlamıyorum erdem yaylasından kaçtığımı<br />

Uyandım ki tüm sürümü çalmışlar<br />

Kavalım çatlamış, soluğum yetmiyor<br />

Üstüme damlıyor Zühre yıldızının kanı<br />

Taş gibi donmuş yüreği Puhu kuşlarının<br />

Tam ışık haşatı zamanı.<br />

Tedirgin girdim bir kentin «enikli kapı»sından<br />

Her adımda karşıma bir kasap çıktı;<br />

Belli yıldızlarımı yüzüp yüzüp aşmışlar çangallara<br />

Bütün dükkanlar açıktı.<br />

«Ben özgürlük kasabıyım» dedi birisi,<br />

Pala bıyıkları kama kama...<br />

Birisi «namus kasabı»ymış, öteki «fikir»,<br />

Çok baktım, benzetemedim adama.<br />

Birisi dedi ki: «Ben doğruluk kasabıyım;<br />

Doğruyu keserim de doğruyu satmam».<br />

«İnsan kasabıyım» diye övündü başka birisi<br />

Babası kadar kekre, ham.<br />

«Barış kasabı» vahşi bir yaban kedisi;<br />

Kıyıcı bakışlarında şehvet konuşuyordu.<br />

Pençeleriyle tırmanmış insanların sırtına,<br />

Kin kusuyordu.<br />

«Ucuzluk kasabı» nın elinde satır,<br />

Her şeyi sadistçe kesiyordu...<br />

Obur kediler sıçrıyordu damdan dama,<br />

Bağırsak kokulu bir yel esiyordu.<br />

Bana bakıp höykürüyordu kasapbaşi;<br />

«Sen nereden düştün aramıza, kimsin, necisin<br />

Bir kırık kavalın var, bir sevecen yüreğin,<br />

Belli ki bezirgan değilsin».<br />

Bıçaklar bileğleniyordu, eğdim başımı;<br />

«Garibanım, ben kentten değilim» dedim.<br />

«Bulursam bu kör çarşının çıkış kapısını,<br />

Hemen gideceğim.»<br />

Ben sevgi dağlarının yıldız çobanı;<br />

Ezgiler sektiren ozan usta...<br />

Üstüme damlıyor Zühre yıldızının kam,<br />

Kasaplar çarşısında çağ hasta.<br />

Bahattin KARAKOÇ<br />

21


NECİP FAZIL<br />

Necdet ÖZKAYA<br />

Teşbih ifâdeye canlılık, güzellik verir. Yerinde<br />

yapılan bir teşbihte, sayfalarca anlatılamayacak<br />

mânâlar bulunur. Bakıyorum, günlerdir N.<br />

Fâzıl'ın ardından, onu anlayabilmek .anlatabilmek<br />

' : çin ne güzel teşbihler yapılıyor, semboller<br />

bulunuyor. Kimileri, «Bir Yııldte Daha Kaydı»,<br />

«Ulu Bir Çınarın Koca Bir Dair Daha Düştü»,<br />

«Bir Dağ Daha Göçtü.» gibi müşahhas mecaziarla<br />

üstadın ölümünden duyulan acıları dile getirirken,<br />

bir kısmı da «Aksiyon Adamı», «Dâhi Bir<br />

Şâir», «Sultanü-ş-Şuara», «Çile'nin Büyük Şâiri»<br />

ve benzeri tamlamalarla, Üstâd'm sevdiği<br />

mücerred ifâdelerle onun kıymetini anlatmaya<br />

çalışıyorlar. Şüphesiz ki Necip Fâzıl'ı tarife bu<br />

ifâdelerin gücü yetmez. O, bana kalırsa «Bir a-<br />

dam»dı. isimda tarifi yapılan mükemmel insan<br />

örneğine ulaşmak isteyen, ona benzemeye çalışan<br />

bir adamdı. Hafakanlarının, azaplarının, çilelerinin<br />

gerçek sebebi buydu. O eşsiz insan örneğine<br />

varmak.. Üstâd kendisindeki hâlis kumaşın<br />

farkına vardığı zaman, nice bir hevâ ü heves<br />

İçinde idi, bunu kendisi muhtelif yazılarında, konuşmalarında<br />

anlatıyordu. Necip Fâzıl çapında<br />

bir zekânın, ele avuca sığmaz bir mizacın günün<br />

birinde, yaşadığı renkli hayâta, «prensliğe» anîden<br />

veda etmesi ne büyük bir karar, katlanılması<br />

ne kadar zor bir azaptır. Necip Fâzıl bu şanlı<br />

azabı, ateşi içer gibi içmiştir.<br />

Necip Fâzıl gibi bir zekâyı, bir müstesna<br />

kıymet: kim keşfetmiş, nasıl keşfetmiş, onu hangi<br />

keskin bakışlar içinin en derin yerinden yakalamış,<br />

yola hizâye sokmuş Bunları bilenler biliyor.<br />

Zira, rahmetli 'kendisi yazmış, anlatmıştır<br />

bu büyük dönüşün hikâyesini Necip Fâzıl'ın<br />

çapına ölçü biçmeye kalkarken, onu kıskıvrak<br />

bağlayıp İslâm'ın hizmetine sokan insanın iktidarını<br />

görmezlikten gelmiyeiim. Necip Fâzıl, E-<br />

fendi'sini hiç unutmadı, her fırsatta O'nu anmayı<br />

vazife bildi. O'na bağlılığı tam ve kafiydi.<br />

Hep düşünmüşüm: «Başkalarının en ufak<br />

bir imâsına, tarizine tahammülü olmayan, doğum<br />

tarihinde bile yanlışlık yapan birini azarlamaktan<br />

çekinmeyen Necip Fâzıl'a, nefsini «üç<br />

ayakla seken, topal köpek» derekesine indirten<br />

avcı ne büyük, ne usta bir nişancı imiş ki, okunu<br />

avının tam kalbine, şahdamanna isabet ettirmiş.<br />

ıBir yumak ak-kor'u (nâr-ı beyzâ) avının<br />

eline tutuşturmuştur. O ateşten küre kırk - elli<br />

yıla yakın Necip Fâzıl'ı yaktı durdu. O, yanmadan<br />

ne büyük rahmetler saçıldığını hep birlikte<br />

gördük. Necip Fâzıl kararan veya karartılmaya<br />

çalışılan mukaddes ocağı, ciğerlerindeki nefesin<br />

bütünü ile ve sonuna kadar üfledi, üfledi, üfledi...<br />

Nice bin gönülde o ocaktan sıçramış bir<br />

altın kor var.<br />

Necip Fâzıl, yeni bir Necip Fâzıl bulabildi<br />

mi Sanmıyorum. Zaten böyle birini de aramıyordu.<br />

Araması herhalde ham bir hayâl olurdu.<br />

Dâvayı, meseleyi, kendisine emânet edilen<br />

sırrı, kime anlatacak, kime açıklayacaktı Her<br />

«ideolocya« sahibinin yaptığı gibi, ateş genç gönüllerde<br />

yakılacaktı. Hedef ve hitap «genç a-<br />

dam»aydı. Üstâd keskin zekâ ve sezgisiyle, târih<br />

muhâsebesindeki gücüyle «gen'ç adam»m<br />

kaynağını da keşfetmişti: Oğuz'un Altın Nesli!<br />

Bu kol, bu damar çok önemliydi. Türk tarihi içinde<br />

Oğuzlar'ın oynadığı rolü bilmek ve meseleyi<br />

öylece ele almak, dâvanın mihrak'ında onu görmek,<br />

sırrı ve hakikati olanca çıplaklığı ile herkese,<br />

özellikle ona anlatmak çok isabetli ve manâlıdır.<br />

Önce Oğuz'un altın neslini uyandırmak lâzımdı.<br />

Mânâ ve maddede küçülüşün sebebini önce<br />

o anlamalıydı. Çünkü kızılca kıyamet onun<br />

üstünde kopmuştu. Öz yurdunda sefil ve parya<br />

edilerek şaşkına döndürülen o idi. Türk'ün bu<br />

hâlis kaynağına inilebilir, bmbir maniaya rağmen<br />

su incecik serçe parmağı kalınlığında bir<br />

arktan akıtılabilirse, gerisi kolay değildi ama, Allah<br />

kerimdi...<br />

O genç adama hâlimizin, mazimizin muhasebesini,<br />

mukayesesini yaptıracaktı. Kehkeşahlara<br />

kaçmış güneşleri arattıracak, sınırların çok<br />

ötesinde kalan Tuna'nın, NH'in yasını tutturacaktı.<br />

Med ve cezrimizi nefes nefes, safha safha<br />

yaşattıracaktı. İnsanların hayâtında, psikolojisinde<br />

sevinçler, iftiharlar kadar elemlerin, teessürlerin<br />

de ehemmiyeti vardır. «Çaremiz» burada,<br />

bu noktada aranıyor, yas ile sevincin güreştiği<br />

yerde, «Ne olacak hâlimiz» suali çıkıyor<br />

22


ortaya Duygu ve düşüncelerin en gerginleştiği<br />

zaman, Necip Fâzıl'dan «Çâremizi» dinlemek ne<br />

güzeldi. Şimdi oturup okumok da herfıâlde ondan<br />

daha güzel, manâlı ve faydalı olur. «Giden şanlı<br />

akınoı'nın yurduna dönüşünü» büyük bir hasretle,<br />

ümitle beklemek ne büyüleyici hayâldir. Nice hayâllerin<br />

gerçekleştiği bir ilhanda, akıncının bir<br />

gün yeniden zuhur etmeyeceğini, akıncılık ruhunun<br />

dirilmeyeceğini kim iddia edebilir Bizzat<br />

şâirin kendisi bu ruhun bir başka tarzdaki, kılıktaki<br />

temsilcisi değil midir ! Bu düşüncemin tesiriyle<br />

olacak ki, Necip Fâzıl denilince gözümde<br />

hem bir akıncı hayâli canlanmıştır. Akıncılık, a-<br />

kıncıılar, akıncı üzerine yazılmış çok şiir, hikâye<br />

okumuşumdur, lâkin hiçbirinde yazılanları yazanları<br />

ile birlikte tam olarak hayâl edememişimdir.<br />

Yahya Kemâl'in şiirlerinde az-çok bu havayı bulduklarım<br />

olmuştur. Fakat onu, o büyük şâiri, u-<br />

çar gibi giden atlar üzerinde tasavvur edememişimdir.<br />

Veya bir sur'a tırmanan, o yükseklikte<br />

vurularak kartallar gibi düşen «Yeniçeri» hayâlini<br />

de yine Yahya Kemâl tipinde canlandıramamışımdır.<br />

Belki böyle düşünmemde Yahya Kemâl'in<br />

yaşadığı âsûde hayâtın rolü vardır. Rintçe<br />

duyguları ve tavırlarımın bende böyle intibalar<br />

doğurması tabiîdir.<br />

Necip Fâzıl'ı küffâr üzre hep kılıç sallarken,<br />

ok uçururken, kâfir kalelerine saldırırken düşünmek<br />

zihnime uygun geliyor.<br />

«Diyâr-ı küfr neresidir» diye suâl ederseniz,<br />

İslâm'ın ulaşamadığı, ulaştığı halde bayrak dikemediği<br />

her yer. «Diyâr-ı küfr»ün mânâsı, mahiyeti,<br />

yeri ve yönü tıpkı «Krzılelma» gibi zaman<br />

şartlarına bağlı olarak değişmiştir. Ama, uzun<br />

bir zaman, fethedilinceye kadar, Türk orduları,<br />

Arap askerleri, hükümdarlar, âlimler sanatkârlar<br />

vs. küfrün temsilcisi olarak hep Bizans'ı o-<br />

nun remzi olan Konsîantiniyye'yi görüyorlardı.<br />

Bu şehir aynı zamanda İs I âmin ve Türk'ün Kızılelması<br />

ve rüyasıydı.<br />

Küfür, hîle, desise denilince aklımıza hep Bizans<br />

gelmiştir. Bununla ilgili deyimler yapmışız.<br />

Bizans entrikası gibi... Türklüğün yeni bir hamle<br />

gücü kazanması için Bizans'ın düşmesi, Konstantiniyye'nin<br />

Türk olması gerekirdi. Rûm'un çelengi<br />

düşecek, Frenk'ın başı 'İslâm îmânı karşısında<br />

eğilecekti. Küfür Kal'asını çevreleyen surlarda<br />

fetihten çok önce gedikler açılmıştı. Açılan<br />

gedikleri birleştirmek, diyâr-ı küfrün üstüne hilâl'i<br />

kazımak Fâtih'e kısmet oldu.<br />

iBizans, fetih, Fâtih ve bütün bunları düşününce<br />

Necip Fâzıl'ı karşımda Ulubatlı Hasan<br />

gibi görüyorum. Surlarda kelime-i tevhidli, hilâi'li<br />

bayrağı dalgalandıran, fakat son hücumda şehid<br />

düşüp İstanbul'u görıemiyen Yeniçeri hayâli gözümde<br />

canlanıyor. Tuna'yı her sefer ayında aşıp<br />

Avrupa içlerine yönelen akıncılar vardı ya, bunlar<br />

serden, anadan, yardan vazgeçmiş gaza erleriydi.<br />

Maksatları Ailah'ın yüce, güzel ve mübarek<br />

isimlerini yükseltmek, nice dil bilmez, yol bilmez<br />

insanı müslüman etmek, nice kara donlu<br />

zorlu kâfirlere baş eğdirmek, diz çöktürmek, onları<br />

îmâna getirmekti. İşte Necip Fazıl bu akıncı,<br />

serdengeçti erlerinden biriydi, siz isterseniz<br />

«Beyleri ndendi» deyiniz.<br />

Evet, Necip Fâzıl surda gedik açanlardan<br />

biridir. Cenk meydânında şehid düşmedi, fakat<br />

gaza okları alaraik, gâzîlik berâatini kazandı.<br />

Küfür kalesinde büyük kayıplara rağmen gedikler<br />

açılmıştır, karşı tarafın bütün gayretine rağmen<br />

surlarda açılan boşluklar kapatılamamıştır.<br />

Bu deliklerden iman orduları geçip Bzians'a dâhil<br />

olacaktır. Bizans'ın Hakk'a, îmâna, nura kısaca<br />

topyekûn İslâm'a teslimi mukadderdir. Ama ne<br />

zaman Seksiz şüphesiz deyiniz: Allah'ın takdir<br />

ettiği zaman!<br />

Necip Fâzıl'a, karşı cephedeki adamlar takılmışlardır.<br />

(Kalem mücâdelesinde yenemedikleri<br />

için ona karşı ne akıl almaz dolaplar çevirmişlerdir.<br />

İftira etmiş, alaya alarak küçük düşürmeye<br />

çalışmışlardır. Buldukları isimlerden biri: Süper<br />

Mürşid'îiktir. Onlar ne derse desin şüphesiz<br />

ki, Necip Fâzıl irşâd edici bir büyük san'atkârdır.<br />

Söz bu, noktaya gelince bir mukayeseyi gayet<br />

temkinli ve itinayla yapmak istiyorum. Necip<br />

Fâzıl'ı diğer tarîkat mensuplarından ayıran<br />

birçok tarafları var • Zamanımızda veya geçmiş<br />

asırlardaki irşâd edicilerin çoğu kapalı bir muhitte<br />

çalışır, gözlerini, kulaklarını nice kötü ve<br />

çirkin şeylere kapar ve tıkarlar. Uzak durdukları<br />

konuların başında siyâset ve devlet güdücülüğü<br />

gelir. Evlerinde, tekke veya zaviyelerinde kendilerine<br />

bağlıı insanları irşâd ederler. Tâbir caizse<br />

düşman sahasına girmeden faaliyet gösterirler.<br />

Halbuki Necip Fâzıl meydânlarda en güçlü cihazlarla<br />

dâvayı ilân etmiştir: Allah ve Resule<br />

bağlılık! Allah nizâmı dışındaki bütün nizâmlara<br />

hayır. Necip Fâzıl caddelerde, sokaklarda kalabalıkların<br />

içindedir. Çıkmaz sokakları işaretlemektedir.<br />

Devlete, devlet idaresine taliptir. Tasavvuf<br />

ehlinde görülen soğukkanlılığı Necip Fâzıl'da<br />

her zaman görmek mümkün değildir. Ayranı<br />

sık sık kabarır, umumiyetle şahsının dışında<br />

kalan sebeplere bağlı bir öfke. Allah adına<br />

öfkelenmek... Her yiğidin göze alamayacağı bir<br />

davranış.<br />

Necip Fâzıl'ın kahramanları da değişik; gönlünün<br />

bir tarafında Yunus Emre, diğer köşesinde<br />

Köroğlu. Birbirine zıt İki tip. Halbuki bizim tarikat<br />

geleneğimizde ideal şahsiyet Yunus'tur. Necip<br />

Fâzıl'ın benzerini ilk islâm mücâhidleri veya<br />

Anadolu'nun Türkleşmesinde —İslâmlaşmasında<br />

rol almış derviş— gaziler arasında görmek mümkündür.<br />

Cihâd ve gaza için neye ihtiyaç var<br />

Düşmana. Necip Fâzıl enterasan bir şahsiyet.<br />

Allah ve Resul'ün aşkıyla yanıp tutuşurken bir<br />

yandan da düşmanına muhtaç olduğunu açık a-


çık beyan edebiliyordu. Kâinatın yaraddışındaki<br />

ahenkli tezat, Necip Fâzıl'ın şahsiyetinde, eserlerinde<br />

ve fikriyatında yerine oturmuştur. Üstâdla<br />

ilgili yapılacak ilmî incelemelerde bu hususlar<br />

herhalde teferruatıyla işlenecektir.<br />

Necip Fâzıl'ın fikir kavgaları, basın münâkaşaları<br />

var. Takip etme imkân ve fırsatına sahip<br />

olanlar için bunlar bir ömür boyu zevki e hatırlanacaktır.<br />

Zekâ, mantık, nükte, ebedî küfür ve<br />

kalem kavgasının diğer unsurlarını öğrenmek isteyenler<br />

veya bu karakterdeki yazılardan hoşlananlar<br />

onları bulup okumalılar. Hasmın nasıl tuşla<br />

yenildiği o yazılarda görülür. Allah'ın bir lütfudur<br />

Necip Fâzıl. Niye mi İslâm'ın, müslümanların<br />

küfür karşısında gerilediği, büyük şehirlerden<br />

kasabalara, ana caddelerden arka sokaklara<br />

kaçtığı, gizlendiği bir sırada, eski imparatorluk<br />

merkezinde, hem de basın-yayın yolu ile zuhur<br />

ettiğindendir. Hasmın suratında bir kırbaç' şiddetiyle<br />

patlayan bu kalem, karşı cephede olsa idi<br />

müslüman kalemler herhalde çok zor duruma<br />

düşerdi diye düşünüyor ve bu noktada da Necip<br />

Fâzıl'ın vazifesinin ne olduğunu tam olarak kavrıyorum,<br />

islâm dâvasının büyük bir neferidir veya<br />

'kendi tabiriyle «mukaddes yükü taşımaya<br />

memur bir hamGİdır.« Bu hamallığa, ne acılara,<br />

ne çilelere mai olacağının şuuru ve hesabı içinde<br />

talip olmak divanelik veya kahramanlık olarak<br />

vasıflandırılabilinir. Her ikisi bir arada veya<br />

ayrı ayrı Necip Fâzıl'ın macerasını ifâde etmede<br />

kullan ı labilinir.<br />

Üstâd, islâm'ı yalnız hasımlarımıza karşı değil,<br />

müslüman kılıklılara karşı da müdâfaa etmek<br />

zorunda kalmıştır. Onun en çok kızdığı ve bir<br />

ömür boyu yola getirmek için didindiği «ham<br />

yobaz-kaba softa» yaftası ile teşhir ettiği tiplerdi,<br />

Devrimbaz, komünist, mason ve daha bilmem<br />

kimler ona karşı tam ittifak içindeydiler. Yanlarına<br />

nice gizli açık müessir güçleri de alarak,<br />

varsa yoksa Necip Fâzıl deyip başına üşüştükleri<br />

günleri hatırlıyorum. Aslında hırpalamak, horlamak,<br />

sâf dışı etmek istedikleri Necip Fâzıl değildi.<br />

Temsil ettiği dâva idi. Fakat Allah'ın yardımı<br />

ile nice ve zahmetli darlıklardan geçilmiş<br />

ve bir gün Necip Fâzıl büyük şehirlerimizin en<br />

büyük salonlarında «İmân ve Aksiyon»u ile vatanın<br />

helâl süt emmiş evlâtları ile yüz yüze gelmiştir.<br />

Bir işaretin, bir mimiğin, 'bir ufak nüktenin<br />

hangi büyük mânâlarla yüklü olduğu, anlatanın<br />

ustalığı, dinleyenlerin arifliği bu salonlarda<br />

çok görülmüştür. Hâtıralar denizine dalmadan<br />

şunu söylemeliyim ki, Necip Fâzıl bir başkasıyla<br />

mukayese edilmeyecek konuşma ve hitabet üslûbuna<br />

sahipti.<br />

Büyük Doğu, Necip Fâzıl'ın fikir-sanat, aşk,<br />

vecd, kavga ve çilesini sîmlendiren bir marka...<br />

Ayrıca karargâhının hususî bir remzi. İdeolocya<br />

örgüsüne verdiği en hâs isimlerden biri.<br />

Büyük Doğu bir mekteptir. Kaç nesil bu mektepte<br />

ilim, irfan, san'at, hikmet ve <strong>edebiyat</strong> talîm<br />

etti. Kaç neslin gözünde ıBüyük Doğu mukaddes<br />

İslâm dâvasının şekillendiği, planlandığı bir<br />

azîz ocak olarak görüldü. Bu ocakta yakılan a-<br />

teşten, bu ateşin yakıcı duygu ve düşüncesinde<br />

yeni nesiller Kavrulmalı, pişmeli, hamlıkları atılmalıdır.<br />

Necip Fâzıl, meselesi olan şâirdir. Gaipler,<br />

öteler, varlık-yokluk onu dâîmâ meşgul etmiştir.<br />

Kâinatin sunduğu nice bilmeceyi çözmek için<br />

uğraşmıştır. İfritten suâller, 'beyin zarına batan<br />

kıymıklar, şü'pheletf, korkular, vehimler... Gerçek,<br />

hâlis bir şâir'in haysiyetli fikir çilesi ve<br />

muhteşem azabı. Ve sonra büyük bir tecelli.<br />

«İrşâd edicim ve kurtarıcım» diye sıfatlandırdığı<br />

Esseyid Abdülhâkîm Efendi Hazretleriyle karşılaşma.<br />

Eskiyle kendi kıymetlendirdiği hudutlar<br />

içinde alâkası kalan, yeni, yepyeni bir Necip Fâzıl'ın<br />

doğuşunu görüyoruz.<br />

Şâir'in içindeki iniş-çıkışlar .fırtınalar yavaş<br />

yavaş bitmekte. 'Sular durulmaktadır. Yeni meddin<br />

hazırlığı var. Büyük «Çile» asıl şimdi başlıyor.<br />

Nice ifritten suâllerin cevaplan tek tek verilmiş.<br />

Vehim ve gölgelerin yerini «hakikat» almıştır.Sır<br />

yüklü yumaklar birer birer çözülüyor, her<br />

açılan kapı, her kalkan perde şâirimizin önüne<br />

yeni ufuklar, yeni âlemler çıkarıyor. Gördükleri<br />

karşısında şaşkın ve hayran...<br />

Ötelerden gelen sesleri çok net alacak cihaza<br />

sahip olmuştu. Oralardan gelen mesajları şimdi<br />

daha iyi anlıyor, yorumluyor ve ifâde edebiliyordu.<br />

Ezel fikri, ebed duygusu şâir'in bin bir<br />

hafakan'dan kurtulmasını sağlıyordu. Bundan<br />

sonraki devir aşk, vecd, tefekkür, imân kısaca<br />

şâir'in İslâm'ı yaşama ve yaşatma devridir. Bu<br />

vazife ve ona bağlı olarak hizmet son nefese kadar<br />

devam etmiştir. «Sonsuza varmak, Hak'ta<br />

dirilmek.» Ümit ediyorum, üstâd bu dileğine kavuşmuştur.<br />

Kalem, artık onun elinde Allah ve Resul'ün<br />

aşkını işlemektedir. Şairlik cücelere mahsûs; o-<br />

nun gayesi büyük sanatkâr olmaktır. Gayesine<br />

ulaşmış, muradına ermiştir. Necip Fâzıl, hazâ<br />

büyük sanatkârdır. Eşine belki birkaç asırda ancak<br />

rastlanan bir mütefekkir-şâirdir.<br />

Üstadın cüce olarak tavsif ettiği şâirlerden<br />

biri hazırladığı biyografi cinsi bir «Sözlük»te Necip<br />

Fâzıl için: «1943'ten sonra din ve siyâset a-<br />

lanlarındc tuttuğu ters yol, onu sanatını ve değerini<br />

harcamaya götürdü.» diyor. Değerlendirmenin<br />

bize göre abes olduğu açıktır. Bu kanaati<br />

beyân eden zât ne yazık ki üstâdtan çok önce<br />

öldü. Sağ olup da Necip Fazîl'ın tabutu arkasında<br />

giden mahşerî kalabalığı görseydi acaba bu<br />

düşüncesinden vazgeçer miydi, diye düşünüyorum.<br />

Kim bilir Her şey nasib meselesi. .<br />

Ramazanın ve cumanın mübarek şafağında,<br />

Allah (c.c.) üstada ve cümle geçmişlerimize rahmet<br />

etsin. Nûr içinde yatsınlar. Amin!


DİVAN ŞİİRİMİZE DÂİR<br />

Halil AÇIKGÖZ<br />

Dîvân şiiri dendiğinde, etrafta pek çok ekşimiş<br />

yüzler görürsünüz. Halbuki, yediden yetmişe<br />

en az bir lise tahsilinden gecenler, Bakî,<br />

Nedim, Fuzûlî v.s. isimlerle hiç olmazsa hayatta<br />

bir kaç defa karşılaşmıştır.<br />

Dîvân şiirine dargınlığın, küskünlüğün, hattâ<br />

hor ve hakîr görmenin sebebini 'kendimce fc-ir<br />

türlü çöze m emişime! ir. Lehte ve aleyhte yazanlar<br />

ya övgü döşeniyorlar veya birer sövgü. Hemen<br />

hemen bir asrı aşkındır söylenenler hep<br />

aynı. Yalnız devirler ve isimler muhtelif. İnsan bu<br />

kendini inkâr veya tanımayış, hattâ tanımak,<br />

bilmek istemeyiş karşısında ister istemez üzülüyor.<br />

Dîvân şiirine karşı ilk aksu I âmel Nâmık Kemâl<br />

ve Ziya Paşa ile başlamıştır. Gerçi, o devirde<br />

mevcut siyâsî ve edebî değerlere muhtevada<br />

ve üslûbda gösterilen karşı tavır Şinâsî'-<br />

den gelmektedir ama, onunki sâdece «tavır»<br />

plânında kalmıştır. Fakat Ziya Paşa ve bilhassa<br />

Nâmıık Kemâl, Şinasî'nin etrafındakilere söyleyip<br />

de yazamadıklarını adetâ hoparlörle haykırdılar.<br />

"Ltsân-ı Osmonî'nin Edebiyatı Hakkkmda<br />

Bâzı Mülâhazatı Şâmildir" (Tasvîr Efkâr, Nr.<br />

416—417, 16—17 Rebiülâhır 1283/29 Ağustos<br />

— 1 Eylül 1866, İstanbul!) makâlesiyle Nâmık<br />

Kemâl, dilimiz ve <strong>edebiyat</strong>ımızla alâkalı, hayatının<br />

sonuna kadar bir daha vazgeçmiyeceği;<br />

dâima geliştireceği ve derinleştireceği bir takım<br />

prensipler ortaya koydu. Halbuki, bu "âteşin"<br />

mizaçlı şâir, daha yirmi yaşındayken koca bir<br />

dîvân teşkil edecek kadar eski şiirin hazlar âlemine<br />

dalmıştı. Şinasî'nin halkasına dâhil olduktan<br />

sonra, artık Nâmık Kemâl'in gönlü kendisinin,<br />

kafası Avrupa'nındır. Yeni Osmanlılar <strong>edebiyat</strong>a<br />

siyâset soktular ve politik fikirlerini yaymak<br />

için sanatı bir enjektör olarak kullandılar.<br />

Tavırları ve davranıştan doğrudan doğruya siyâsî<br />

idi.<br />

Eskiden beri, <strong>edebiyat</strong> denilince akla ilk<br />

gelen şiirdi. Yedisinden yetmişine, çobanından<br />

pâdişâhına kadar şâir bir millettik. Şiir, her zaman<br />

el üstünde tutuJmuştu. Dîvân Şiiri de, her<br />

vakit birinci plânda geliyordu. Nâmık Kemâl<br />

için hedef belliydi. Victor Hugo, romantizmi "Edebiyatta<br />

liberalizm" diye tarif ediyordu. Bu<br />

prensip ile klâsisizmin yerine romantizmi ikâme<br />

etmek, Avrupa'da nasıl mümkün olduysa, Osmanlı<br />

ülkesinde de eskiden beri <strong>edebiyat</strong>ın sâhib<br />

olduğu bütün değerleri değiştirmek, yerine yeni<br />

bir <strong>edebiyat</strong> anlayışı yerleştirmek lâzımdı. Daha<br />

doğmadığı halde Nâmık Kemâl'in kafasında<br />

nazarî plânda teşekkül eden <strong>edebiyat</strong>ın ismi,<br />

"edebiyât-ı sah!haî"dw; eskîı <strong>edebiyat</strong> ise hayalî<br />

ve taklîdî bir <strong>edebiyat</strong>tır. Celâl Mukaddimesi'nde<br />

şöyle diyor: "Dîvânlarımızdan biri mütâlâa<br />

olunurken insan, muhtevi olduğu hayâlâtı<br />

zihninde tecessüm ettirse, etrafını mâden elli.<br />

deniz gönüllü, ayağını Zühal'in tepesine basmış,<br />

hançerini iMirrih'in göğsüne saplamış memdûhlar;<br />

feleği tersine çevirmiş de kadeh diye önüne<br />

koymuş, cehennemi alevlendirmiş de dağ<br />

diye göğsüne yapıştırmış, bağırdıkça: arş-ı âlâ<br />

sarsılır, ağladıkça dünya kan tufanlarına gark<br />

olur âşıklar; boyu serviden uzun, beli kıldan ince,<br />

ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli,<br />

geyik gözlü, yılan saçlı maşukalarla mâlâmâl<br />

göreceğinden kendini devler, gulyabânîler âleminde<br />

zanneder." (1)<br />

Ziya Paşa, otuz yaşına kadar aldığı dîvân<br />

terbiyesine rağmen, bilhassa eski şiire karşı ilk<br />

cür'etli çıkışı yapar. "Şiir ve İnşa" (Hürriyet, Nr.


11, 20 Cemâziyelevvel 1285/7 Eylül 1868 Londra)<br />

bir redd-i mirastır. Millî şiirimiz adına Ziya<br />

Paşa da şunları söylüyor: "Rûy-i arza ne kadar<br />

milel ve akvam gelmişse cümlesinin kendilerine<br />

mahsûs şiirleri vardır. Osmanlılar'ın şiiri acaba<br />

nedir Necatı ve Bakî ve Nef'î dîvânlarında gördüğümüz<br />

bahr-ı remel ve ihezecden mahbûn ve<br />

muhbis kasâid ve gazeiiyat ve kıt'aât ve mesneviyât<br />

mıdır Yoksa Hâce ve Itrî gibi mûsikîsi<br />

nâsân in rabt-ı makâmât ettikleri Nedim ve<br />

Vâsıf şarkıları mıdır Hayır bunların hiç birisi<br />

Osmanlı şiiri değildir. Zira görülüyor ki, bu nazımlarda<br />

Osmanlı şâirleri şuarâ-yı İran'a ve şuarâ-yı<br />

İran dahî Arapiara taklîd ile melez bir<br />

şey yapılmıştır. Ve bu taklîd üslûb-ı nazımda<br />

değil ve belki efkâr ve ma'ânîye bile sirayet<br />

edip, bizim şuarâ-yı eslâf edâ-yı nazmu ifâdede<br />

ve hayâlât ve ma'anîde Arap ve Acem'e mümkün<br />

mertebe taklide sa'y etmeyi maâriften addetmişler<br />

ve acaba bizim mensûb olduğumuz<br />

milletin bir lisânı ve şiiri var mıdır ve bunu ıslâh<br />

kâ'bil midir, asla burasını mülâhaza etmemişlerdir."<br />

Görüldüğü gibi, Necâtî, iBâkî, Nef'î, Nedim,<br />

Vâsıf v.s. bilumum divan şâirleri, bir kalemde<br />

millî şiir dâiresinden çıkarılıverilmiştir. Gerçi<br />

Ziya Paşa "Hârâbat 'Mukaddimesi" ile âdeta<br />

günâh çıkarmıştır ama, Nâmık Kemâl'in tenkidlerı<br />

ve mektupları, bütün eski <strong>edebiyat</strong> müdâfîlerine<br />

karşı, "edebiyât-ı cedîde" adına dîvân<br />

şiiri aleyhindeki görüşleri, kafalarda kök salmaya<br />

başlamıştır.<br />

İşte o zamanlardan beri Türk <strong>edebiyat</strong>ı divân<br />

şiirinden adım adrm uzaklaştı. Bu ayrılmanın<br />

pek çok sebebi var. Esasen pekçok araştırmaya<br />

gerektiren bu mevzu bizim şu andaki<br />

meselemiz olmadığı için şimdilik işaretle iktifa<br />

ediyoruz. (2)<br />

Yer yüzünde, kendi <strong>edebiyat</strong>ına düşman kesilmiş<br />

bir millet göstermek mümkün değildir.<br />

Ama biz, bin senelik edebî faaliyetimizin büyük<br />

bir yığınını görmezlikten geliyor ve hattâ inkâra<br />

kalkışıyoruz.<br />

Günümüzde bâzıları, hâlâ "illâ dîvân şiiri"<br />

diye tutturanlar varmış gibi, bir takım isimleri<br />

aşağılamak için, dîvân şiirine; dünyâsına ve<br />

estetiğine hücum ile meşgul. Cervantes'in Don<br />

Kİşot'ları her nedense, <strong>edebiyat</strong>ımızda pek çok.<br />

Halbuki Türk kültürünün ve <strong>edebiyat</strong>ının mazisinde<br />

kalan mes'elelerini, ilmî usûller ile didik<br />

didik edip araştıran, tanıtan eserleri gönül ne<br />

kadar istiyor!..<br />

BİR HAKKI TESLİM:<br />

Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu'nun neşredilen<br />

son eserini, içimi kemiren bu duygular ile<br />

okudum.<br />

Yahya Bey ve Dîvânından Örnekler (Kültür<br />

ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser<br />

Dizisi: 100, Haziran 1383, ANKARA) her şeyden<br />

önce bir yardımcı kitap olarak hazırlanmış. E-<br />

serin "Sunuş" 'unda da söylendiği gibi: "Bu eserin<br />

dîvân <strong>edebiyat</strong>ını tanımak isteyecekler tarafından<br />

okunabileceğini, okullarımızda yardımcı<br />

kitap olarak tavsiye edilebileceğini düşünerek,<br />

dîvân <strong>edebiyat</strong>ında kullanılan nazım şekillerinden,<br />

kaside, terkîb-i bend, muaşşer, muhammes<br />

gibi örnekleri, bunlar hakkında sağlamı bir fikir<br />

vermek için kısaltmadan, olduğu gibi aldım.<br />

Açıklamalarda ise, bugünün okuyucusuna yabancı<br />

kavramları, beytin anlaşılması için gerekli<br />

fakat herhangi bir sözlükte bulunması güç dînî-efsânevî<br />

unsurları ve deyimleri göstermekle<br />

yetindim." (Sh: 6) esere metinlerden örnekler<br />

alınmıştır. Bu seçme, sâdece metinden ibaret<br />

bir derleme olarak kalmıyor, beyitlerin bugünkü<br />

Türkçe'ye nakli ile beraber yer yer metin şerhlerini<br />

de ihtiva ediyor.<br />

Eser; araştırıcılar ve <strong>edebiyat</strong> düşkünleri<br />

için de bir el kitabı olmak itibariyle, dîvân şiirini<br />

değerlendirmede yeni ufuklar açmaktadır:<br />

"Dîvân <strong>edebiyat</strong>ı, hele dîvân şiiri, son elli<br />

yılda bir sınıf <strong>edebiyat</strong>ı olarak tanıtılmış, biraz<br />

insafı olanlar tarafından anlaşılması ve istifâde<br />

edilmesi herkesin harcı olmayan bir gizli ilim<br />

gibi gösterilmiştir... Önce bu <strong>edebiyat</strong> Türkler'in<br />

ve Türkçe konuşanların meydana getirdikleri bir<br />

<strong>edebiyat</strong>tır, sonra da bir imparatorluk <strong>edebiyat</strong>ıdır...<br />

Dîvân <strong>edebiyat</strong>ı, Osmanlı dediğimiz klasik<br />

kültürümüzün bütün dalları gibi, imparatorluğu<br />

teşkil eden kavimlerin Türk üslûbunda kî ortak<br />

mahsûlüdür. Onları birleştiren iki şey vardı. Dil<br />

ve İslâm dîni, İmparatorluğun dili Türkçe olduğu<br />

için bu <strong>edebiyat</strong> bir Türk <strong>edebiyat</strong>ı, dîni de İslâm<br />

dîni olduğu için İslâmî bir <strong>edebiyat</strong>tır. Fakat bu<br />

<strong>edebiyat</strong>ın bir özelliği daha var ki, o da belli<br />

estetik kurallara dayanmasıdır... Târihimizi ve<br />

kültürümüzü öğrenirken dîvân şiirini, millî zevkimizin<br />

bu çok değerli mahsûlünü bir yanda bırakmamız<br />

söz konusu olamaz." (sh: 5).<br />

Müellifin, dîvân şiirimiz hakkındaki bu umûmî<br />

hükümlerinin yanında en az onlar kadar değerli<br />

bir başka teşhîsi de şudur: "Yahya Bey'in<br />

dîvânından seçmeler yaparken, kendi zevkimi<br />

değil, Ziya Paşa'nın Hârâbatına kadar gelmiş<br />

geçmiş bütün antolojilerin, kütüphanelerimizi<br />

dolduran yazma mecmuaların ve nazîre mecmualarının,<br />

yani o mecmuaları düzenleyenlerin zevklerini<br />

ölçü olarak almak isterdim. Bütün modern<br />

antolojilerde ve seçmelerde böyle bir yol tutulmasının<br />

gereğine inanıyorum; çünkü, bu yol bize<br />

atalarımızın nelerden hoşlandığını göstermek yanında,<br />

millî zevkimizin târih boyunca uzayan gelişme<br />

çizgisini de takip etmek bakımından yardımcı<br />

olacaktır. Bugün için böyle bir sonucu<br />

elde etmeye ciddî olarak ihtiyacımız vardır."<br />

(sh: 5-6). Fakat bu görüşüne rağmen Çavuşoğlu,<br />

26


şahsî tercihlerin! de örnekler arasına almıştır.<br />

'Bu tercihlerinde Yahya tBey'in gâzî-şâir cephesinin<br />

de okuyucular tarafından teşhis edilmesini<br />

istediği görülmektedir. Esere ayrıca Yahya Bey'in<br />

hayâtının, şahsiyet ve san'atının, eserlerinin tanıtıldığı<br />

15 sahıfelik bir bölüm de eklenmiştir.<br />

Dîvân şiirinin ve eski <strong>edebiyat</strong>ımızın mefhumlar<br />

ve mazmunlarla yüklü dünyâsına bir adım<br />

atmak için anahtar kitap olarak Yahya Bey Dîvânından<br />

Ömekler'i tavsiyeyi bir borç biliriz.<br />

Belki bundan sonra, eski <strong>edebiyat</strong>ımıza övgü-sbvgü<br />

yerine, tanumak ve araştırmak kâim<br />

olur, kim bilir-...<br />

(l) : Celâleddin Harzemşah Mukaddimesi; ilk<br />

neşri, ayrı makale hâlinde «Midilli Mutasarrıfı<br />

Kemâl Bey Hazretleri'nin Bir Makaleleridir»; Şark<br />

Mecmuası, Nr : 1—3, 1298 İstanbul.<br />

(2) : Bu mevzuda Dr. Kâzım Yetiş tarafından<br />

hazırlanmış bir doktora tezi var. Bilhassa eski<br />

karşısmda yeni <strong>edebiyat</strong>m kökleşmesinde mühim<br />

bir payı bulunan Recâîzâde M. Ekrem'in Tâlim-i<br />

Edebiyat'ı, belagat mes'eleleri, bu kitabın devrinde<br />

uyandırdığı akisler ve te'sirleri.. İki cilt hâlinde<br />

ve 892 sayfada değerlendirilmiştir. Yapılan<br />

çalışmayı tebrik eder, eserin varlığını haber<br />

vermek suretiyle de bahtiyarlığımızı dile getiririz.<br />

«Talim-i Edebiyat'm Rhetorigue ve Edebiyat<br />

Nazariyatı Sahasında Gelirdiği Yenilikler,<br />

Doktora Tezi, 2 Cild, 1981 İSTANBUL, Türkiyat<br />

Enstitüsü, doktora tezleri kısmı.»<br />

Çağrışım Bir Tanrıçadır<br />

Çağrışım bir tanrıçadır<br />

Uzayıp gider boşlukta<br />

Âşk ağrısı ağırcadır<br />

Soğuk ve titrek loşlukta<br />

Başka ağrıyı unuttum<br />

Sukut alevlerde titrer<br />

Bıçaklar büyür korkulu<br />

Anahtar kilidi kilitler<br />

Bakışlar kalır sorgulu<br />

Verdiğim her sözü tuttum<br />

Tökezledi küheylanım<br />

Pembe ışıklar morlaştı<br />

Çölümden kaçtı ceylamm<br />

Elimde kalem korlaştı<br />

Upuzun toprağa yattım<br />

Mor rengin ötesi akşam<br />

Işık çığlık çığlık kaçtı<br />

Sağıldı bağrımda yaram<br />

Kuru dallar çiçek açtı<br />

Yeniden sevdayı tattım<br />

Nihat YÜCEL<br />

Bütün denizler yanıyor<br />

Gökyüzünde büyürken ay<br />

Gördüm maviler kanıyor<br />

Güneşimi vurmuşlar vay<br />

Kendimi bir yardan attım<br />

27


PARİS<br />

MEKTUPLARI<br />

Murat Taşkıran<br />

Burası Paris.<br />

Yağmurun hiç göz açtırmadığı<br />

bu şehirde üçüncü ayımı<br />

doldurmak üzereyim. Lisans<br />

üstü çalışması için Sorbonne'a<br />

kaydımı yaptıralı henüz bir ay<br />

oluyor. Üniversite yurduna yerleşmek,<br />

eşe dosta yerimi' bildirmek<br />

epey zamanımı aldı.<br />

Bundan sonra biraz rahatlayacağım<br />

galiba. Böylece de Fran^<br />

sızcamı ilerletme imkânı bulabileceğim.<br />

Pek fazla bir çevre<br />

edinemedim henüz. Sadece Pierre'i<br />

tanıyorum). Sıcak, sempatik<br />

ve konuşkan bir Fransız.<br />

Aynı okuldayız. Yeni yeni birbirimizi<br />

tanımaya başladık.<br />

Pierre beni evlerine akşam<br />

yemeğine davet etti bugün...<br />

Henüz Paris'i tanıyamadığım i-<br />

çin uzunca ve birkaç kez tarif<br />

etti evlerinin yerini. Hepsini anlayamadım<br />

ama 85 numaralı o-<br />

tobüse binerek Bourseul durağında<br />

ineceğimi anladım ve<br />

bunları unutmamak için yazdım.<br />

Rue Alleray'da -4 numaralı<br />

ev. İlk defa bir Fransız ailesiyle<br />

uzun zaman beraber olacağım.<br />

Doğrusu biraz heyecanlıyım.<br />

Zira Fransızcam o kadar<br />

iyi değil ve ilk" defa uzun süre<br />

konuşmak (ya da dinlemek)<br />

mecburiyetinde kalacağım...<br />

Hayırlısı bakalım... Peki ama<br />

ne götürmeliyim onlara Türkiye'den<br />

geldiğimi biliyorlar. O<br />

halde bende bizden bir şeyler<br />

götürmeliyim. Ne bileyim, meselâ<br />

bir bakir tabak veya bir<br />

havluyu ya da Türk motifi taşıyan<br />

bir seccade veya buna<br />

benzer şeyler.. İyi ki bakır tabaklardan<br />

çok getirmişim. Motifi<br />

güzel olanlardan büyükçe<br />

birini aldım yanıma. Hedef Alleray<br />

sokağı. Erken çıktım yurttan.<br />

Biraz yürümek istiyorum.<br />

Paris biraz karışık bir yer.<br />

Hem karışık hem aceleci. Herşeyi<br />

oldu-bittiye getirmek ister<br />

gibi. Hele Fransızlar.. Ne kadar<br />

aceleciler yarabbi-.. Sanırsınız<br />

bir koşuşturma yarışındalar..<br />

Hattâ bu acelecilik konuşmalarında<br />

bile var.. Büyük bir gayret<br />

sarfediyorum konuştuklarını<br />

anlamak için. Hele radyo ve<br />

televizyonl. Alışamamaktan<br />

herhalde. Ve durak. Buradan<br />

binmek istiyorum. İşte 85 de<br />

geldi...<br />

Pierr'in ailesi kalabalık değil.<br />

Fransız aileleri genellikle<br />

böyle galiba. Pierre'in babası<br />

tamirci. Annesi ise kuaförlük<br />

yapıyor. Ablası Sorbonne'un<br />

sosyoloji bölümünü bitirmiş,<br />

bir üniversiteye girmek üzere.<br />

İşte Pierre'in ailesi..<br />

Yemekde biraz şaşırdığımı<br />

itiraf etmeliyim. Biraz daha ö-<br />

zel yemek bulacağımı sandım.<br />

Oysa onlanp yemeğfnte ortak<br />

oldum, hepsi bu. Neyse ki yemek<br />

pek resmi geçmedi. Sağolsun<br />

Pierre.. Hakkımda bildiklerini<br />

söyledi durdu yemek boyunca.<br />

Bana da sadece «even<br />

demek düştü.<br />

Yemekten sonra salonda o-<br />

turuyoruz. Televizyon açılmadı.<br />

Anlıyorum ki sohbet başlaya,<br />

cak. Pierre'in ablası Helene a-<br />

çıyor sohbeti:<br />

— Bize biraz Türkiye'yi<br />

anlatır mısınız..<br />

— Şey, Tabii.. Biliyorsunuz<br />

Türkiye büyük bir geçmişe<br />

ve büyük bir kültüre sahip.<br />

Cumhuriyetten sonra batı ile<br />

temasları gelişti ve batılı...<br />

— Yani daha önce doğulu<br />

muydu<br />

— Elbette. Kültür bakımından<br />

halâ doğulu. Zira doğu<br />

ile küftür, din bağları var.<br />

— Nüfusu ne kadar<br />

— 50 milyona yakın.<br />

— Uçak, tren gibi vasıtalar<br />

çok mu<br />

— Nasıl.. Anlamadım e-<br />

f endi m..<br />

— Yani uçakla şehirler o-<br />

rası yolculuk yapılıyor mu<br />

— Şey.. Efendim özür dilimim<br />

oma Türkiye hakkında<br />

bu kadar az ve yanlış bilgiye<br />

sahip olmanıza şaşırdım doğrusu..<br />

. — Ne yani Türkiye gibi bir<br />

ülkeyi bilmek mecburiyetinde<br />

miyiz<br />

— Bu bir mecburiyet meselesi<br />

değil efendim. Bu bir ilgi<br />

ve bilgi meselesi.<br />

— Püfff.. İlgi ciddi şeylere,


üyük şeylere olur.. Bilgiye gelince,<br />

sanıyorum siz bunun i-<br />

çin hurdasınız..<br />

— Şey, kusura bakmayınız,<br />

ben tartışmak istemiyorum.<br />

Ama ciddi ve büyük mefhumlar<br />

izafidir, bilginin de vatanı<br />

olmasa gerektir.<br />

Sohbet tartışmaya dönmüştü.<br />

Hem de hiç istemeden.<br />

Allah Allah.. Ne yapmalı da işi<br />

tatlıya baglamalı.. Misafir olduğumuz<br />

yerde yaptığımız işe<br />

bakınız. Peki ama bunlara da<br />

ne oluyor Niçin böyle saldırgan<br />

oluyorlar Haaaal Tamam.<br />

Ne demişlerdi bize Konsolosluktan<br />

Evet, kelimesi kelimesine<br />

şöyle demişti Fransız konsolosluğunda<br />

ki kültür ataşesi<br />

hanım: Fransızlar eleştirilmeyi<br />

pek sevmezler. Eleştiri daima<br />

kendilerinden gelsin isterler.<br />

Başkalarından gelen eleştirilere<br />

de tahammül etmezler.»<br />

Evet, evet şimdi anlıyorum Pierre<br />

Boule'un ailesinin tavırlarını.<br />

Farkında olmadan hassas<br />

oldukları konuya temas ettik<br />

galiba. Neyse, kesmeli artık.<br />

— Biz Türkler Fransa ve<br />

Fransızlar hakkında çok şeyler<br />

biliriz. Fransa ile olan tarihi<br />

münasebetlerimiz bile sizleri tanımamıza<br />

yeter. Biliyorsunuz<br />

ilk kapitülasyonları Osmanlı<br />

devleti Fransızlara verdi. Hattâ<br />

1. François...<br />

— Normal bu, son derece<br />

normal. Fransa'yı herkes tanır.<br />

Zira büyüktür, ileridir.<br />

Boğazıma bir şeyler düğümleniyor.<br />

Çok şey söylemek<br />

istiyorum. Ama ben misafirim<br />

burada.<br />

— Tabii, tabih. Fransa'yı<br />

herkes tanıyabilir., ileridir de.<br />

— İleridir ve de büyüktür,<br />

büyük.. Oysa Türkiye halâ barbarlığın<br />

cezasını çekiyor.. Diplomatlarınızı<br />

biliyorsunuz...<br />

— Sahi, Ermenileri öldürdünüz<br />

mü<br />

— Sizden ne istiyor onlar<br />

Susmaya karar verdim a-<br />

ma böyle bir durumda da susulmaz<br />

ki..<br />

— Efendim Ermenilerin bizimle<br />

bir meselesi yok. Bunlar<br />

belli bir yerden kışkırtılan<br />

teröristler. Oyuna geliyorlar.<br />

— Yani siz onları öldürmediniz<br />

mi<br />

— Sebepsiz bir hareket asla<br />

söz kinusu değil. Bir ihanetin<br />

cezalandırılması denilebilir.<br />

— Şimdi de onlar sizi cezalandırıyor<br />

o halde.<br />

— Efendim takdir edersiniz<br />

ki Türk devletini cezalandırmak<br />

bir kaç çabulcuya düşmez.<br />

Bunlar tahriklere kapılarak...<br />

— Peki sizlere ne demeli<br />

Almanya'yı, Fransa'yı rezil ettiniz.<br />

Pisliğinizi avrupamıza<br />

taşıdınız. Defetmek istiyoruz,<br />

gitmiyorsunuz.<br />

Kan beynime sıçradı. Çok<br />

oluyordu bu Helene zıpırı... Peki<br />

Pierre Nerede o O da mı<br />

böyle düşünüyor yoksa Seslenmediğine<br />

göre...<br />

ÇARE ÇOCUK<br />

Ah Yavrucak<br />

Yarın oldukça büyük olacak.<br />

Büyüdükçe yarm, emin olacak.<br />

Hey bahçıvan<br />

— Şey doğrusu ben sohbet<br />

edeceğimizi sanıyordum. Ama<br />

konuşma bu mecraya döküldü..<br />

İşçilerimizi kast ediyorsunuz<br />

herhalde. Unutmamalı ki onları<br />

sizler, yani avrupalılar davet<br />

ettiniz. «İhtiyacımız var»<br />

dediniz. Onlar da anlaşmalarla<br />

geldiler. Tahsil ve sosyal durumları<br />

tartışılabilir.. Pislik meselesi<br />

sizin söylediğiniz gibi<br />

değil bence. Ben Onların buralarda<br />

biraz pisliğe bulaştıklarını<br />

söyleyeceğim,.<br />

— Kimse onları zorla tutmuyor.<br />

— Orası da ayrı bir mesele.<br />

Gerçekten gitmeleri istenirse,<br />

özellikle Fransa'nın onları<br />

bir saat bile tutacağı kanaatinde<br />

değilim.<br />

— Biz sizin Ermenilere<br />

yaptığınızı yapamayız.<br />

Çınardan da ulu olmalı bu fidan,<br />

Gölgesinde nice nebat barınacak.<br />

Dadı duysun<br />

İyi bakın tez büyüsün dev olsun<br />

Kafdağını sırtlayacak.<br />

Ne olur felek<br />

Etme kaza, bu son dilek.<br />

Bir maşerî vicdanı kurtaracak.<br />

Muhammet ŞAHİN<br />

29


— Kusura bakmayınız. Fakat<br />

sizin mesnetsiz ve kulaktan<br />

dolma fikirlerle konuştuğunuzu<br />

söylemek mecburiyetindeyim.<br />

Bizim Ermenilere ne<br />

yaptığımızı nasıl öğrendiniz a-<br />

caba Tarih kitapları mı okudunuz<br />

— Hayır, Fransa'da broşürlerde<br />

hepsi yazılı,<br />

— Yazılıdır, yazılıdır.. Ama<br />

onları yazanlar Ermeniler. Siz<br />

onların Türklere yaptıklarını biliyor<br />

musunuz Bilmiyorsunuz..<br />

Ama bilmediğiniz bir konuda<br />

ahkâm kesmeyi iyi biliyorsunuz.<br />

Bunu dürüstlükle bağdaştırmak<br />

mümkün değil. Tartışma<br />

mı Konuşma mı neyse daha<br />

da sertleşecek diye düşünürken<br />

televizyon (TF 1) devreye<br />

girdi. Fransa Devlet Başkanı<br />

François Mitterand'ın bir konuşması<br />

vardı televizyonda. Ev<br />

halkı pür dikkat O'nu dinlemeye<br />

koyuldu. Bense adamın<br />

sesini dahi duymuyorum. Kafam<br />

karma karışık. «Büyük<br />

Fransa, Pislik, Öldürme, İlgi,<br />

Bilgi» gibi değişik konular gelip<br />

geçiyor kafamdan. Boğazımda<br />

ise gittikçe büyüyen acı<br />

bir sertlik.<br />

Müsaade isteyerek çıktım<br />

evlerinden. Pierre benimle gelmek<br />

istedi. Gerekmediğini söyledim.<br />

Maksadım yalnız kalmaktı.,.<br />

Evet Paris.. Ve Paris'te yediğim<br />

ilk davet yemeği.. Ne<br />

yemek yal... Bir taraftan da<br />

şu yağmur.. Arabalar, ışıklar..<br />

Ne aceleci şehir şu Paris. Hele<br />

şu Fransızlar.. Hep oldu-bitti<br />

meraklısı galiba... Peki ama<br />

ben neredeyim şu anda Tar.<br />

mam, Michelet lisesinin önü.<br />

Otobüse binmefiyim artık. İyi<br />

de kim veriyor Fransızlara<br />

böyle konuşma fırsatını Kim<br />

veriyor Kim Kim... Boğazımdaki<br />

düğüm de büyüdü. Nerdeyse...<br />

Evet, burası Paris... Bakalım<br />

daha neler göreceğiz...<br />

"Aman vergil medhedeyim,<br />

Bu yerlerin Han'ı Ulgar.<br />

Sılaya yol ver gideyim<br />

Dağların cıvanı Ulgar.<br />

Posoflu FAKÎRÎ<br />

Dağları kızakla aştığımız zamandı,<br />

Beyaz yakalı talebeydim uzaklarda.<br />

Tatil dediler birgün, düştük yollara<br />

Kucağına atılmak için annemizin...<br />

Kızaklar da sökmedi bir yerde,<br />

Çocukluğumu vurdum dağlara;<br />

Tipiye, boraya, fırtınaya<br />

Yaya...<br />

Kim bilir güneş nerde, ay nerde,<br />

Onu arayan kim, yolu göster!<br />

Ardahan'dan nasıl aşmalı Posof'a...<br />

Ulgar bellerinde yol yok, iz yok.<br />

Ufak ayaklarım az gider, uz gider<br />

Açık olsa ne, bir çift kapalı göz gider...<br />

Yazın ilahî okuyan bu dağların sesi,<br />

Şimdi olmuş ejderhanın nefesi.<br />

Tepeden tırnağa buzlara bürünmüş,<br />

Alıp vursan bıçağı bir yerinden<br />

Dağlar duyacak acısını her yerinden.<br />

Ümit denen güzel kız tuttu elimden<br />

Aştım en umulmaz tepelerinden.<br />

Geçmem için buz bağladı dereler,<br />

Yemin ettim bir daha çıkmam yola,<br />

Meğer ki ipe göndereler....<br />

Gitgide karardı ejderin nefesi,<br />

Anladım ki gece başlıyor...<br />

Bir de ne göreyim, şu yamaçlar<br />

Benim kuzu yaydığım yerler,<br />

Güneş doğdu içime, yol yavaşlıyor.<br />

Kafdağı'nın koynunda uyandırdım köyü,<br />

Al kınayı al ketenden süzdüler;<br />

Buzlu suda buzlarımı çözdüler.<br />

Yunus ZEYREK


HİKAYE<br />

YÂR<br />

O<br />

BANA<br />

Yaşar ASIM<br />

OÖUZTÜRELİ<br />

**,.J~J&*.kfâ»* 3 >* l ~'<br />

****£$*<br />

Daha bir haftayı geçmeden, ne de çabuk<br />

usandım şu Ankara'dan-. Oysa, bir an evvel yola<br />

çıkabilmek için acele eden bendim.. İlk emeklilik<br />

maaşımı alışım kadar heyecanlıydı yol hazırlığım.<br />

Torunlarıma neler alacağımı* düşünmekten<br />

gecelen uyuyamıyordum. Hele şükür,<br />

aybaşı tezce geldi de, bu heyecan faslını atlattım.<br />

Ama bu sefer de, aldığım hediyeleri beğenip<br />

beğenmeyecekleri merakı uyutmadı beni..<br />

Hoş, çocuklar beğenirlerdi beğenmesine, dedem<br />

getirmiş diye.. Ama anneleri ne derdi acaba..<br />

Sık sık surat ederek, niye bu kadar masraf ettiğimi,<br />

zâten buniardan kaç tane de kendisinin<br />

aldığım, böyle yapmakla çocukları şımartacağımı.,<br />

falan sayarak, memnun olmaz mıydı,,. O-<br />

yuncaklarını birbirinden 'kıskandıkça çocukları<br />

azarlıyarak, kalbimi kı


undan sonra.. Ne kadar mânâsız bilgiler vardır<br />

onlarda, Allah bilir. Değişti herşey.. Birdenbire..<br />

İnaniır misimiz, ilk bir hafta, sabahları her<br />

günkü vakitte yataktan kalktım ve sanki okulaV.<br />

gideceğim heyecan lyle, kahvaltı bile yaptım..<br />

Câvidon'un o arsız ve alaycı gülüşleriyie kendi-;<br />

me geldiğimde, sanki içimden, yüreğimin tâ de-t<br />

rinJiklerinden, öğrencilerimin şekillendirdiği bir )<br />

dünya kopu yordu, kanayarak!. iBumtı bir türlü<br />

anlatamadım Câvidân'a.. Anlayışlı olmasını, beni<br />

hoş karşılamasını istedim kendisinden.. Ama<br />

ne gezer..<br />

— Bunadın daha bu yaşta bey!. Uyurgezerliğe<br />

başlıyacaksım yakında korkarım,. Komşular<br />

da duyarsa, rezil olduğumuzun resmidir iste!.<br />

Ah, niye anlayışsızdır bu kadınlar, Tanrım!,<br />

Niye, İnsanın zayıf noktasını bulunca, bütün<br />

kadınlıklarını ortaya dökü verirler ki..<br />

Ha.. Komşular, dedim az önce herhalde..<br />

Çoğu Câvidân'dan farklı değil ki.. Daha ikinci<br />

emeklilik akşamımda, bir gürültü, bir kıyamet,<br />

doluverdiler eve.. Kimisi mutluluktan uçmam gerektiğini,<br />

kimisi Câvidân'm ağzıyla, bundan sonra<br />

ne yapacağımı, kimisi bilmem ne bankası, e-<br />

meklilik ikramiyemi yatırırsam, bilmem ne kadar<br />

faiz verdiğini, artık ev alabileceğimi., konuşup<br />

durdular.. En akıllıları, öğrencilerimden ayrı yaşamamın<br />

zor olacağını ve bunun için de, emeklilik<br />

maaşımı tüketmeden, bankere man kere kaptırmadan,<br />

bir dersane açmamı öğütlediler.. Hepsini<br />

dinledim.. Ama, hiçbirisi beni anlamadığı, anhyamıyaeağı<br />

için, tek kelâm etmedim.. Çeneleri<br />

yorulunca, ağızlarını televizyona verdiler, program<br />

bitince de kalkıp gittiler.. Bir daha da h'içbirisiyle<br />

görüşmedim,.<br />

Evden çıkmıyordu m genellikle.. Çıkınca da,<br />

okulumun bahçesini seyretmeğe gidiyordum u-<br />

zaktan.. Öğrencilerimi görüyordum.. Mümkün olduğu<br />

kadar görünmemeğe çalışıyor, uzaktan<br />

seslerini dinliyordum onların. Aman Tanrım!. Ne<br />

kadar çok severmişim ben bunları.. En haylazından,<br />

en tembeline kadar, derslerde beni çıldırtanından,<br />

ağlama noktasına getirenine kadar,<br />

hepsini, ama hepsini ne kadar seviyormuşum<br />

meğer.. Ağlamak korkusuyla hiçbirine haber<br />

vermeden, hiçbirinin gözlerini öpmeden ayrıldığıma<br />

şimdi pek pişmanım.. Keşke veda etseydim!.<br />

Keşke habersiz aynlmasaydım onlardan!. Şimdi<br />

öğrencilerim gözümde buram buram tütüyor..<br />

Hepsi tatile çıkmıştır. İyiki, hiçbirine zayıf vermedim.<br />

Sövmesinler bana diye.<br />

Okullar tatil olunca, Câvidân'm çenesinden<br />

kaçpp sığınabileceğim: bir yer de kalmadı.. Zâten<br />

oğlum son mektupta, annesini de alarak Ankara'ya<br />

gelmemizi yazıyordu ısrarla.. Kızım Antalya'dan<br />

istiyordu.. Câvidân'ı çekip anlaştım:<br />

— Bak hanım, ben, dünyada seninle ne Ankara'ya,<br />

ne Antalya'ya giderim. Seç birini, sen<br />

oraya git, ben de öbürüne gideyim. Durur mu..<br />

Yalancıktan iki damla gözyaşı, ah, benden ayrılamazmış<br />

ta, bensiz ne yaparmış ta, bilmem daha<br />

neler!. Ben, kesinlikle razı olamam dedim<br />

ve ayrıldık.. O Antalya'yı seçti tabii. Hem kendine<br />

benzeyen kızı, hem de Antalya efendim.<br />

An-tal-ya!. Kendi gibi geveze komşumuz Hüsniye<br />

hanımlar da Antalya'ya yaz tatiline gidiyorlarmış..<br />

Onlora katılıp gitti.. Otobüs hareket etliğinde<br />

içimi kaplayan burukluğa bir mânâ verememiştim..<br />

Ama şimdi çok iyi anlıyorum o bu»<br />

'/ukluğu,. Ve çok derin mânâlar verebiliyorum..<br />

Otobüse gece binmiştim.. Sabah Ankara'­<br />

ya indim erkenden.. Bir taksi tuttum. ıBeni çok<br />

iyi karşıladılar, A Hah var.. Onlar da yeni kalkmışlar,<br />

daireye gitmek için hazırlık yapıyorlardı. Benim<br />

suratsız bildiğim Ayşe gelinim, bir başka<br />

oluvermiş. Şen, şakrak, öz kızım Arife'den bin<br />

kat daha cana yakım., Serpil'in doğumundan<br />

sonra ilk görüşüm bu. Aman ne kıvrak bir hanım<br />

olmuş öyle.. Oğlumda kendimi seyrettim..<br />

Sık sık kucaklıyor, ağlamak istiyordum boynuna<br />

düşüp.. Cahit 'bu hâlimi anlamış olacak ki,<br />

torunlarımı uyandırmağa kalktı. Ben itiraz ettim;<br />

rahatsız olmasınlar, uyusunlar diye.. Nasıl olsa,<br />

daha bol bol görürdüm.. Oğlumu seyretmek istiyordum<br />

ben,. Oğlumda kendimi bilhassa..<br />

Ayşe hemen banyoyu hazırladı ve ılık bir<br />

duş aldım. Epeydir uzun yolculuğa çıkmadığım<br />

için, otobüs beni bayağı hırpalamıştı. Duş iyi<br />

geldi. Kahvaltıya çocukları da kaldırdı Ayşe. Sabahın<br />

bu saatinde kahvaltıyı ne yapacaklar dedimse<br />

de, alışkın olduklarını söylediler. Kendileri<br />

işe gidince, bakacak kimseleri olmadığı için,<br />

mecburen kreşe götürüyorlarmış. Ben varım bugün;<br />

gidinceye kadar da evde kalabilirler dedim..<br />

İtiraz ettiler, ben de üstelemedim.. Dört ve<br />

beş yaşındaki bu yavrular, daha bu çağda, anne<br />

ve babasından ayrı, kim olduğunu bilmediklerinin<br />

terbiyesinde ve kreş kültürünü alarak büyüyorlardı<br />

demek..<br />

Murat yüzünü yıkayıp gelince, hiç yadırgamadan<br />

boynuma sarıldı, yanaklarımı yalarcasına<br />

öptü. Serpil, daha dedeyi falan tanıyacak durumda<br />

değildi anlaşılan,. Garip garip bakıyor, içini<br />

çekip duruyordu.. Murat kucaklayıp getirdi bana..<br />

Dizlerime oturtarak, senelerdir hasretini çektiğim<br />

hale kavuştum şükür.. Anlatamam o anki<br />

duygularımı. Getirdiğim hediye oyuncakları çıkardım.<br />

Aman ne sevindiler, görmeliydiniz.. Ya<br />

ben..<br />

Kar, koca işlerine, 'çocuklar da kreşe gidince,<br />

yalnız kaldım evde.. Yorgundum ve uyumam<br />

gerekti.. Tek tek odaları gezdim. Çok güzel<br />

bir ev dizmişler maşaallah.. Ayşe'nin benim<br />

•çin hazırladığı yatakta epey, sağa sola döndükten<br />

sonra öğleye kadar uyumuşum. Akşamı zor<br />

ettim o gün.. Eve döndüklerinde, ömrümün yep-


yeni bir safhasını yaşamağa başladığımı farkettim:<br />

emekli bir memurdum artık. Ve ömrümün<br />

bundan sonrasını böyle geçirecektim anlaşılan..<br />

Ne zormuş meğer, bu hakikati kabullenebilmek..<br />

Ne zormuş, şu yaşta dünyaya yeniden<br />

doğmak.. Kim acaba beni yeniden doğuran annem..<br />

Zaman mı, yoksa ne.. Bilmiyorum, bilemiyorum<br />

işte..<br />

Gecelerini torunlarımla oynayarak, oğlum ve<br />

gelinimle eski günleri yâdederek; gündüzleri de<br />

Ankara'yı gezerek geçirdiğ'im şu beş altı günün<br />

ne anlamı vardı benim için, otuz senelik <strong>edebiyat</strong><br />

öğretmeni Münif Bey, demek bu derece<br />

şaşıracaktı ha.. Hayret!. Oysa, herkesin aptallaştığı<br />

bir yığın vakıa karşısında binlerce kelimelik<br />

ifâde gücüne sahip değil miydim ben..<br />

Bir tarafmda Cahit'in, öbür tarafmda Arife'nin<br />

bulunduğu İki mekân arasında çırpınan bir saat<br />

sarkacı gibi sarhoş, gidip gelmekten 'başkaca<br />

yapabileceğim çok şey olmalı benim. Şu, evliliğe<br />

adım atmamış bir hürriyet tutsağı genç hâlini<br />

andıran yeni hayatımda kimler benimle birlikte<br />

bulunaeaksa, hepsine yeni vazifelerini bildirmeliyim<br />

diyorum.. Ama evvelâ kendime gelmeliyim,<br />

değil mi.. Kendime gelmenin ölçülerini, şeklini<br />

tâyin edebilmeliyim bir an önce.. Bana şimdiye<br />

kadar geçirdiğim ömrümün en kesin çizgilerle<br />

ifâde edilebilecek bölümünü mânâlandıran Câvidân'la<br />

birlikte olmalıyım yine.. Halbuki, emeklilik<br />

hayatıma başladığım 'ilk günde kavgaya tutuştum<br />

onunla. Yanlış işti bu, şimdi daha iyi<br />

anlıyorum. O'nunla başladığımız hayatta, henüz<br />

ne Cahit vardı, ne Arife.. Torunlarımız bile yoktu,<br />

değil mi.. Bir o vardı, bir de ben.. Hem, her<br />

yeni karşılaştığım hâdiseyi, eşyayı, zamanı, ben<br />

Câvidân'la tanımadım mı sanki.. O hâdiseler,<br />

eşyalar, zamanlar, en güzel mânâlarını, Câvidân'la<br />

yorumlayışlarımızda bulmadı mı.. Emekfiiik<br />

hayatı da yepyeni bir dönem, yepyeni bir<br />

hâdise ve zaman benim için.. Câvidân'la birlikte<br />

manâiandırmalıyım bunu da,. Razı olmalıyım<br />

vereceğimiz her mânâya ve şekle..<br />

İşte, bunlariı düşünüyorum, ömrümün büyük<br />

bir bölümünde hizmet ettiğim müessesenin bakanlığı<br />

önünde gezerken., 'İçimi kekremsi bir burukluk<br />

'halinde saran hasret, burnumun ucunu<br />

sızlatan hakikatlare bürünmüş sanki.. Oğlumda,<br />

gel'inimde, torunlarımda bana ait birçok tacili şeyler<br />

buldum.. Beni mutluluktan uçuracak kadar<br />

şirin şeylerdi bunlar.. Arife'ye gitsem, onda da,<br />

kocasında ve çocuklarında da benzer şeyler bulabilirdim<br />

elbet.. Ama, söyleyin bana lütfen,<br />

bunların hiçbirisi, Câvidân'ın demlediği çayın<br />

sıcaklığında erittiği sevgiye denk olabilir mi..<br />

Gördüm işte; çocuklar ve gelinler, babanın derdini,<br />

baba söylemedikçe anlıyornıyorlar.. Ama,<br />

ömrünün belirli bir ânını bir yastıkta geçirenler,<br />

herşeylerini, ama herşeylerini anlarlar.. Câvidân<br />

olsa, onlardı işte şimdi neler düşündüğümü •<br />

— Yine neler düşünüyorsun ba'kiym.. Mektup<br />

göndermiyor diye Arife'ye kızıyorsun, değil<br />

mi.. Eloğlu işte, ne yaparsın.. Asıl sen Cahit'e<br />

baksana,. İki senedir bayramlara da gelmiyor..<br />

Üzme kendini, biz bize yeteriz cancağızım,<br />

yeteriz biz bize..<br />

Sonra yanıma gelip oturur, bir çocuk gibi<br />

avuturdu beni.. Yeterdik gerçekten biz bize.. Çocuklar<br />

fazla gelirdi, torunlar artardı.. En sevdiği<br />

şiiri okurdum ona; şarkılar söylerdim., Çocuklaşır<br />

dizine yatardım kimi zaman. Seyrek saçlarım<br />

arasında gerdirdiği parmaklan, bir nazlı kuş kanadı<br />

gibi çarpardı dGHarıma.. Hayat nasıl taze,<br />

nasıl güzel ve nasıl da yaşanmağa değerdi o<br />

demler!.<br />

Emekli olur olmaz farkettiğimi söylediğim<br />

değişiklikler, Câvidân'da olamazdı.. Evet, şimdi<br />

daha iyi anılıyorum. O'nunher zamanki hâliydi<br />

onlar.. Ve değişiklik bendeydi.. Bana karşı tavırlarını,<br />

değişmeyle birlikte, elbette değişik karşılayacaktım..<br />

Önceleri söylemez miydi sanki aynı<br />

şeyleri.. Kızmaz, bağırıp çağırmaz mıydı.. Hiç<br />

kavga etmez miydik sanki..<br />

Evet.. Ankara'dan usandım işte.. En kısa<br />

zamanda gidip CâVidân'ı almalıyım.. O'ndan u-<br />

sanamam, kopamam.. Yâr o bana..<br />

MAYAŞ YAYINLARI<br />

SUNAR<br />

Fiyatı * 300 TL.<br />

İsteme Adresi « MAYAŞ<br />

Necatibey Oad. 18/12<br />

10 adetten, fazla siparişlere<br />

% 25 indirim yapılır.


KUTLU TÖRE<br />

ÜSTÜNE<br />

İlk baskısından beri gör-"<br />

düğüm ve zaman zaman karıştırdığım<br />

Kutlu Töre'yi. ne yazık<br />

ki, ancak ikinci baskısı yapıldıktan<br />

sonra okuyabildim. Alper<br />

Aksoy'un Kutlu Töre'sini o-<br />

kurken niçin bu zamana kadar<br />

okuyamadığıma teessüf ettim.<br />

Milletimize âit ne varsa hepsiyle<br />

ilgilenen insan için Kutlu Töre'<br />

de çok şey vardır.<br />

Kutlu Töre'yi, bir roman o-<br />

kuyorum diye okuyup geçmedim;<br />

daha doğrusu geçemedim.<br />

O, şimdiye kadar okuduğumuz<br />

romanların çoğundan farklı ve<br />

kendine has bir muhtevaya sahiptir.<br />

Kutlu Töre'yi okurken<br />

Rus, Çin, Acem, Arap, Bulgar,<br />

Yunan gibi milletlerin esareti<br />

altında kalmış ve her türlü hakları<br />

elinden ahiamıjşV hürriyetten<br />

mahrum, kendi vatanında<br />

öksüz, kimsesiz ama şuurlu, u-<br />

yanık soydaşlarımızın hâlini düşündüm<br />

ve esef etmeden duramadım.<br />

Esef ettim; zîrâ, onlarda<br />

bulunan şuurun, uyanıklığm i-<br />

nanç ve ülkünün birazı bizde olsaydı,<br />

Türklük dünyasının bugünkü<br />

durumu —şüphesiz— daha<br />

farklı olacaktı. Kendi kendimizle<br />

savaş hâlinde olmamız yüzünden,<br />

kendi düzenimizi, kendi<br />

emniyetimizi sağlayamadık<br />

ki onlara da faydamız dokunsun!<br />

Kutlu Töre, bir mâcerâ romanı<br />

değildir; bir ferdin veya<br />

topluluğun psikolojik tahlili hiç<br />

değildir. Tarihî bir roman da de-<br />

Fahri UNAN<br />

ğildir. Kutlu Töre, vatanı gasp<br />

edilmiş, istiklâline boyunduruk<br />

vurulmuş, her türlü imkândan<br />

mahrum, dış dünyaya pencereleri<br />

sıkı sıkıya kapatılmış bir<br />

avuç Türk'ün ölüm-kalım savaşının<br />

romanıdır.<br />

Romanın özetini vermek istemiyorum.<br />

Zîrâ buna bu küçük<br />

makalenin hacmi müsait değildir.<br />

Onun bezi yönlerini ve üslûbunu<br />

biraz kurcalamak istedim.<br />

Roman, Kaşkay aşiretinin,<br />

İran hükümeti ve onların arkasındaki<br />

İngilizlerle mücâdelesini<br />

anlatı ve bir milleti ayakta tutan<br />

sırrı ortaya kor. Bu sır «töre»<br />

mefhûmunda gizlidir. Töre,<br />

târihin derinliklerinden süzülüp<br />

gelen kamu vicdanının<br />

koyduğu kaidelerdir. Yazılı bir<br />

hukuk kaidesi değildir ama,<br />

belki ondan daha keskin ve daha<br />

bağlayıcıdır. Töreye asla karşı<br />

gelinmez, asla bozulamaz,<br />

tahrip edilemez. Milletin sosyal<br />

hayâtı onların varlığı ile düzenini<br />

bulur. Kuvvetli törelere sahip<br />

olan milletler bizzat kendileri<br />

de kuvvetli olur. Romanda<br />

bilhassa Kaşkaylar için töre herşeydir<br />

ve tarifini Gökçe Ana'nm<br />

sahamda bulur. Onun eliyle eğriler<br />

düzeltilir, sapmışlar yola<br />

getirilir^ aksaklıklar giderilir.<br />

Gökçe Ana, törenin tâ kendisidir.<br />

Törelere yapılan müdâhalelere<br />

şiddetle karşı konur. Kaşkaylarm,<br />

İran hükümeti ile kavgaları<br />

da bu yüzdendir ve İran<br />

hükümetinin isteği, töreyi ortadan<br />

kaldırmak olarak görülür;<br />

bunun için ölüm göze alınır. Aslında<br />

korunmak istenen töre<br />

değildir; onlarla kâim olan milleti<br />

korumak, milletin aslî benliğinden<br />

uzaklaşmasına müsâ<br />

de etmemektir. Çünkü töre varsa<br />

millet de vardır. O ortadan<br />

kalkarsa milletin yok olması,<br />

Acemleşmesi kaçınılmaz bir neticedir.<br />

Kutlu Töre, sâdece Kaşkay<br />

ve İran kavgasını anlatmaz.<br />

Bir aşiret hayâtı içerisinde ne<br />

varsa hepsi gözlerimizin önüne<br />

serilir. Kaşkaylann yaz ve kış<br />

yaşayışları, eğlenceleri, göçleri,<br />

yaylakları, kendi aralarındaki<br />

münâsebetleri; el ve ev işlerindeki<br />

maharetleri; kadın ve<br />

erkeğin aşiret içindeki yerleri;<br />

iyi ve kötü, güzel ve çirkin telâkkileri;<br />

yaşama, var olma ve<br />

bu varlığı sürdürme gayretleri,<br />

hepsi hepsi canlı bir şekilde ortaya<br />

konur. Gidip görmediğimiz<br />

hâlde apaçık Kaşkayları<br />

gözümüzün önüne getirebiliriz.<br />

Bu bakımdan, gözlem olmadığı<br />

halde, sanki gözlem neticesinde<br />

her şey ortaya konmuş gibidir.<br />

Yazarın, Kaşkaylarla yıllarca<br />

içice yaşadığını, onlardan biri<br />

olduğunu sanırız. Belki de Kutlu<br />

Töre'yi çekici yapan budur.<br />

Romandaki insan kadrosu-


nin da Kaşkaylarla kuvvetli bir<br />

ahenk sağladığı dikkati çeker.<br />

Kaşkaylara ait bütün isimler,<br />

kapalı bir cemiyet hayâtı yaşayan<br />

aşiretle uyumlu ve o derece<br />

millî, o derece Türkçedir.<br />

Bütün fertler birbiriyle kaynaşmış<br />

şekilde ve iç içedir. Ne sivrilikler,<br />

ne de silik karekterler<br />

vardır. Herkes aşiretin varlığının<br />

devamından başka bir şeyi<br />

düşünmez. Herkesin ortak gayesi<br />

milleti ilelebet yaşatmaktır. Yalnız<br />

bir şey dikkati çeker Yazar,<br />

Kaşkaylara âit olan karekterlerini<br />

—taraf tutar şekilde—<br />

her türlü kötülükten ve art düşünceden<br />

uzak tutar. Her halleriyle<br />

mâsundurlar. Buna karşılık<br />

gerek İranlılar, gerek İngilizler<br />

hep yalancı, sahte, dalavereci<br />

ve ikiyüzlüdür. Bu durum yazarın<br />

lehine mi, aleyhine mi<br />

bilmiyorum.<br />

Aksoy'un, bilhassa üslûbu<br />

dikkat çekicidir. Kendine has bir<br />

üslûp ortaya koymuştur. Cümleler<br />

kısa, etkileyici, destânî bir<br />

havadadır. Hele bu kısa cümlelerin<br />

birbirini takip etmesi oldukça<br />

ahenkli bir durum oluşturmuştur.<br />

Bir cümlenin son kelimesiyle,<br />

ikinci cümlenin ilk<br />

kelimesinin aynı olduğu hâller,<br />

ifâdeye şiiri bir karekter vermektedir.<br />

Bu cümleden olmak<br />

üzere, bölüm başlarındaki Dede<br />

Korkutvarî söyleyişler romana o-<br />

rijinal bir hava vermektedir. Bu<br />

üslûp içinde tasvirlerin çok mühim<br />

bir yeri vardır. Kişi tasvirleri<br />

yok denecek kadar azdır.<br />

Ancak buna mukabil tabiat ve<br />

zaman tasvirleri çok canlıdır.<br />

Gidip görülmüş ve ondan sonra<br />

yazılmış intibaını verir. Karşımıza<br />

bir resim veya tablo çıkar<br />

ve olanca parlaklığı, olanca<br />

renkliliği ile bize —adetâ— gülümser.<br />

Yalnız kelime seçiminde -istenerek<br />

mi bilmiyorum- edebî<br />

dilin dışına çıkılmış ve yer yer<br />

mahallî söyleyişler, mahallî kelimeler<br />

kullanılmıştır. Kanaatimce<br />

bu hususa biraz dikkat e-<br />

dilse çok daha güzel olurdu.<br />

Romanda vak'anın kuruluşu<br />

ve gelişmesi normal seyrini takip<br />

etmiştir. Geriye dönüşler<br />

hemen hemen hiç yoktur. Yazar,<br />

baş taraflarda Hüsrevi'n çevresinde<br />

bir aşk motifi oluşturmuşsa<br />

da, buna takılıp kalmamış,<br />

okuyucuyu, aşkın sonu ne<br />

olacak gibi bir merakta bırakmamıştır.<br />

Hattâ bu aşk. o derece<br />

ehemmiyetsizdir ki, sonunun ne<br />

olduğunu, Hüsrev'le Elvan'm<br />

neye karar verdiklerini bile bilmiyoruz.<br />

Aşk motifi, İngiliz entrikasını<br />

bir temele oturtmak i-<br />

çin ele alınmış intibaı vermektedir.<br />

Burada şu hususa da dikkati<br />

çekmek isterim: Romanda iki<br />

üslûp göze çarpmaktadır, öyle<br />

ki, bu iki üslûp birbirinden<br />

tamamen farklıdır. Biri yazarın<br />

bizzat kendi üslûbu, ikincisi ise<br />

Cemâl Hüsnü Taray ve Naci O-<br />

kay'm anıları şeklinde verilen<br />

üslûptur. İlk bakışta ikincisi yama<br />

gibi görünüyorsa da, bir anının<br />

roman üslubuyla verileme<br />

yeceği göz önüne alınınca normal,<br />

hattâ elzem görülür. Hattâ<br />

diyebilirim ki, ikinci üslûp<br />

anlatıma biraz daha hareketlilik<br />

getirmiştir.<br />

Kutlu Töre nedir Yukarıda<br />

da söylediğim gibi ne mavera<br />

romanı, ne tarihî bir roman, ne<br />

de tiplerin romanıdır. Hattâ, o<br />

kadar ağır basmasına rağmen<br />

«Töre romanı» da değildir. Macera<br />

anlatmak gibi bir kaygı a-<br />

rayamayız-, târihî olacak hiç bir<br />

yönü yoktur. Tipıerin romanı o-<br />

labilecek bir karektere de sahip<br />

değildir. O kadar sivrilmiş gibi<br />

görünmesine rağmen Gökçe A-<br />

na'ya bile tip diyemeyiz. Her<br />

haliyle içinde bulunduğu topluluğun<br />

bir parçasıdır ve onlarla<br />

açıklık kazanır. Tip olabilmesi<br />

için etrafından tamamen soyutlanmış,<br />

nev'i şahsına münhasır<br />

hiç bir tarafı yoktur. Töre<br />

romanı da olamaz. Çünkü,<br />

yazar bize törelerin ne olduğunu<br />

öğretmeye kalkışmadığı gibi,<br />

törelerin müdâfaasını da yapmaz.<br />

Esasen töre, milletin dayanağı,<br />

sosyal hayâtın tanziminde<br />

faydalanılan bir kaynak olarak<br />

ehemmiyet kazanır. Milletin hayatı<br />

onun varlığı ile var olduğu<br />

için uğrunda ölüm göze alınır.<br />

Kutlu Töre, bir millî şuur<br />

ve ülkü romanıdır. Dumura uğramış<br />

dimağları uyarmaya, bizi<br />

biz yapan kıymetleri hatırlatmaya<br />

çalışan bir romandır. Belki<br />

de dünümüzü hatırlatarak<br />

bugünümüze yön vermeye çalışan<br />

bir romandır. Çünkü, aynı<br />

yollardan biz de, Anadolu<br />

Türklüğü de geçmiştir. Kökünden<br />

kopan ağaç kurumaya, dalından<br />

kopan yaprak çürümeye<br />

mahkûmdur. Çürümemizin önlenmesi<br />

de köke ve dala bağlı<br />

kalmakla mümkündür. Ona ayrıca,<br />

Türk milliyetçiliğinin sınırlarının<br />

nerelere uzandığını<br />

gösteren bir roman gözüyle de<br />

bakabiliriz.<br />

ÇAĞRI KİTABEVİ KONYA'DA<br />

ZENGİN ÇEŞİTLEYLE<br />

HİZMETE GİRDİ<br />

Adres: Mevlâna Cad. Şairhasarı<br />

Rüştü Sok. No. 23/D<br />

KONYA<br />

35


HİKÂYE<br />

-Httfflt<br />

J| ~ş-4<br />

SOKAĞI SİYAHA BOYUYORLARDI<br />

Halime TOROS<br />

İki beyaz el biten ayın takvim yaprağını<br />

itina ile kopardı. Uçuk pembe bir<br />

fonda, elele tutuşarak mavi dalgalara<br />

doğru koşan sarışın kız ve sevgilisi ona<br />

gülümsüyordu. Mavinin en güzeliyle ö-<br />

rülmüş mutluluğa doğru ilerliyorlardı.<br />

Çiğdem hayran hayran seyrediyordu<br />

çifti. Bir an sarışın kızın yerine geçmek<br />

ve delikanlının elinden kendisi tutmak<br />

istedi. Ama dünyaya semadan bakan,<br />

hep pembe—mavi olayların düşünü kuran,<br />

arebesk bir şarkıyla gözleri dolup,<br />

romantik aşk hikâyeleri ile duygulanan<br />

genç kızlığını çok gerilerde bıraktığını;<br />

tek tük beyazlanmaya başlayan zeytin<br />

karası saçlarında ve göz altlarındaki kırışıklarda<br />

görerek vazgeçti bundan.<br />

O yıllar reyhanlarla sarmaş—dolaş<br />

olmuş penceresinin altından geçen Ctemiz<br />

gömlekli, ütülü pantolonlu, itina ile saçları<br />

taranmış, dudaklarında sevdalı bir<br />

türkü) delikanlıların yüreğini hoplattığı,<br />

beğenilmenin hazzını tattığı taze yıllardı<br />

Hiç bitmeyeceği sanılan aldatıcı yıllar...<br />

Elmde takvim yaprağı dalgın gözlerle<br />

sokağı seyrederken karşı komşunun<br />

kızı Nurten'i gördü balkonda. Balkonun<br />

demirlerini çepeçevre saran sarmaşığın<br />

tozlarını temizliyordu. Bunu yaparken<br />

dahi elindeki alyansı göstermeyi ihmal<br />

etmiyordu. Yirmiiki ayar altının üstüne<br />

düşen sarı ışık demetleri Çiğdem'in gözünü<br />

kamaştırmıştı. Neden yapardı bunu<br />

Sonra nişanlısına gösterip alaylı, a-<br />

laylı niye gülerdi<br />

Akşamın serinliği çökmeye, gölgeler<br />

koyulaşmaya başladığı sıralar, sıska, gözleri<br />

ileri derecede miyop nişanlısı gelirdi<br />

Nurten'in. Yıkanmış balkonda içilen<br />

çaylardan sonra sahile inerlerdi. Yalnız<br />

kendi beraberliklerinin tadını çıkartmaları<br />

gerektiği halde "maviliklere koşan sarışın<br />

kız ve sevgilisi" gibi Çiğdem'in penceresine<br />

bakmayı ihmal etmezlerdi. Nur-


ten "ak gemiyi" yakalamış olmanın gururu<br />

ve mutluluğuyla nişanlısına, "Evde<br />

kaldı O. Zavallı kızcağız" derdi. Onlar<br />

akşamın karanlığı arasında kaybolurken<br />

Çiğdem kendi karanlığına dalardı.<br />

Çiğdem pencereyi kapattı, perdeleri<br />

sıkı sıkıya örttü. Annesi Ay ten hanım<br />

kızının huzursuzluğunu, akşam gelecek<br />

olan iki çocuklu adama, yorarak öğüt<br />

vermek istedi, "kılı kırk yarıyorsun kızım"<br />

dedi, bir eli belinde. "Senin yaşmdakilerin<br />

boyu beraber çocukları yar."<br />

Çiğdem kızamıyordu annesine. Hakda<br />

veremiyordu. Neden bu denli sabırsız,<br />

hoşgörüsüzdü İçine düştüğü yalnızlıktan,<br />

Çiğdem de, kurtulmak istiyordu.<br />

Korkusu: bir yalnızlıktan kurtulayım derken<br />

daha karanlık, ıstırab verici bir yalnızlığa<br />

düşme ihtimaliydi. Sevememişti,<br />

istemeye gelenleri- Yüreği kabul etmemişti!<br />

Sonra bir gün aynaya baktığında<br />

aynada ki hayalinden korkmuştu. Bu<br />

kendisi miydi Bu gözler, bu gamzeleri<br />

daha da çukurlaşmış yanaklar onun muydu<br />

"Bunlara rağmen bu kadar bekledikten<br />

sonra biraz daha bekleyebilirim"<br />

demişti. Mutlaka bulacak bütünleşecekti,<br />

istediği erkekle...<br />

Yoksa annesinin sitemkâr sözlerinden,<br />

Nurten'in alaylı bakışlarından yılıp<br />

önüne çıkan her hangi biriyle evlense<br />

miydi "Sonra çocuklar" dedi, Çiğdem.<br />

Ve o masum çehrelerin hatırına çekilebilecek<br />

yavan bir hayat! Eğer masum<br />

yüzlerde o beraberliği yaşanır kılamıyorsa,<br />

göz yaşları içerisinde baba evine dönüş!<br />

Bugün "kızım artık zamanın geldi<br />

de geçiyor" diyen annem yanında dul bir<br />

anneyi nasıl koruyabilecek "Bunlar için<br />

mi evleneceğim, sevmediğim bir insanla"<br />

diye düşündü Çiğdem. Kendi karanlığında<br />

yalnız olduğundan emin biraz yüksek<br />

sesle konuşmuştu. Ayten hanım örgüsünden<br />

başmı kaldırmış şaşkın, meraklı kızma<br />

bakıyordu. Çiğdem suç üstü yakalanmış<br />

olmaktan mahcup, sıkı sıkıya kapattığı<br />

perdeleri ve pencereleri açtı. Akşam<br />

olmak üzereydi. Bir kaç saat sonra;<br />

belki de arayışlarının, yalnızlığının bittiği<br />

saat olacaktı. Komşularının imalı sözlerinden<br />

kurtulacağı saat. Sevecekti gelecek<br />

olan adamı... Bütün ömrünü O'na a-<br />

dayacaktı...<br />

Zaman ilerledikçe genç kızlık günlerinin<br />

heyecanı, şımarıklığı geldi üzerine.<br />

Sabırsızdı! Sevmek, sevilmek, ilgi<br />

görmek için sabırsızlanıyordu. Dost gözlere<br />

daha dost bakmak için...<br />

Üstelik ne giyeceğine de bir türlü karar<br />

verememişti. Elbiselerinin kimini çocuksu,<br />

havai, kimini çok ciddi buluyordu.<br />

Büyük tereddütden sonra uçuk pembe<br />

yakası fistodan çiçeklerle süslenmiş<br />

elbisesini giydi. Merak ve heyecanla, yüreği<br />

dopdolu zamanın geçmesini ve bir<br />

an önce o bilinmeyen, tanınmayan elin<br />

zile basmasını bekledi...<br />

O meçhul elin ısrarla, aceleci zile<br />

basışlarıyla, bekleyişi son buldu. Çiğdem'-<br />

in güzel yüzüne apansız bir hüzün yayıldı,<br />

dalga—dalga... Öyle bir zil çalıştıki<br />

bu, sanki mağazadan alınan alelade<br />

bir gömleği hemen satın alıp giymenin<br />

aceleciliği vardı. Yine de kırılmadı Çiğdem'in<br />

ümitleri. Kapıyı açıp "damat a-<br />

dayını" görüncede hâlâ o ümit, karamsarlığa<br />

mağlûp olmamıştı. Orta boylu,<br />

kırk—kırkbeş yaşlarında, saçları, dökülmeye<br />

başlamış birisi idi. Kayıtsız, müşkülpesent<br />

olmayan ve istediğini ilk girdiği<br />

mağazadan almak istemenin kesinliği,<br />

rahatlığı vardı yüzünde.<br />

Çiğdem gözleriyle, yüreğiyle yalvarıyordu<br />

adama: Ne olur öyle bakma bana.<br />

Beni ara. Gir ruhuma. Öyle hazırım<br />

ki, tüm gizlerimi sana açmaya. Ama adam<br />

elindeki kırmızı gülleri Çiğdem'in eline<br />

tutuşturup koltuğa gömülmüştü, bile Çiğdem'in<br />

yalvaran, ağlayan gözlerini görmüyordu.<br />

Ayten hanımla konuşuyorlardı.<br />

Bir iş adamı pozuyla kısa bir hal—hatır<br />

sorma faslından sonra hemen mevzuya<br />

girmişti. Çiğdem utanarak çıktı o-<br />

dadan. Ama hâlâ yenilmemişti. Sevebilirdi<br />

bu adamı zamanla... Sevdirebilirdi<br />

kendisini... Uzun yılları yitirmişse de yine<br />

yaşanacak yılları vardı. Hatta elele<br />

sahilde dolaşabÜecekleri mavilikler var-


di. Yok olan birşey yoktu, Çiğdem'in dünyasında!<br />

Yüreğine çitlerle çevrili küçücük<br />

bir bahçe yapmıştı. Bu bahçenin yağmurları<br />

vardı: mutsuzluğu yıllayan. Siyahı<br />

boyayan beyazı vardı... Hoş kokan<br />

binbir renkte gülleri, azim, sabır, mücadele<br />

sinmiş şiirleri vardı... Yitirmişti bu<br />

bahçeyi! Bunun için savaşmıştı, yıllar boyu!<br />

Yoksa evlenmezmiydi bunca senedir<br />

Elleri titreyerek, ayakları dolaşarak<br />

elindeki gümüş tepsiyle odaya girdiğinde,<br />

havaya mevzunun hallolmuş olmasının<br />

huzuru sinmişti. Anne mutlu gülümsüyordu.<br />

Adamsa işini bitirmiş olmanın<br />

rahatlığı ile "malın ambalajlanmasını'*<br />

ve kendisine sunulmasını bekliyordu.<br />

Kahveleri ikram edip oturduğunda adamın<br />

küçük, sararmış gözleri şeytani, sevgisiz<br />

bir bakışla parladı. İki meraklı göz,<br />

Çiğdem'in bakışlardan utanan, titreyen<br />

vücudunu saran pembe elbiseden içeri<br />

girdi. Çiğdem silkelemek, temizlemek istedi<br />

bakışları. Yanakları elbisenin rengine<br />

zıt bir kırmızılıkla alev alev yanıyordu.<br />

Kırmızı yanakları ve zeytin karası<br />

saçlarıyla, hafif esintiyle yaprakları titreşen,<br />

üşüyen, örselenmeye gelmeyen bir<br />

laleye benziyordu. Ayten hanım ve bakışların<br />

sahibi ne olduğunu anlamadan,<br />

Çiğdem sessizce akıtarak göz yaşlarım<br />

yorgun adımlarla salondan çıktı. Odasının<br />

kapışım kilitleyip anahtar deliğini<br />

ceketiyle örttü. Öylesine ürkmüştü ki o<br />

bakışları hâlâ üzerinde hissediyordu. Yüreğini<br />

değil de vücudunu tanımaya çalışan<br />

bakışları!..<br />

Çiğdem annesinin tüm ısrarlarına<br />

rağmen odadan çıkmayınca, adam gitmişti.<br />

Amıe kırgındı, kızgındı. Elindeki<br />

örgüsünden başını kaldırmadan hıncını<br />

ondan almak istercesine örüyordu. Çiğdem<br />

annesine sarılıp ağlamak istedi. O-<br />

nun, saçlarım usul usul okşayıp, yanağını<br />

elleriyle kurulamasını bekledi. "Boş<br />

ver yavrum sana layık değildi" demesini<br />

bekledi. Ama dememişti annenin dilleri.<br />

Gözlerini hiç kaldırmadan örgüsüne devam<br />

etmişti. Çiğdem yapayalnız, yorgun,<br />

ne yapacağını bilmez bir halde salonun<br />

ortasında kala kalmıştı...<br />

Sonra adamın getirdiği gülleri tek tek<br />

yolup pencereden dışarıya savurdu. Karanlığın<br />

ortasında ateş böcekleri misali<br />

uçup, caddeye döküldü; kırmızı gül yaprakları...<br />

Takvimin tek tek düşen ve bir<br />

daha yaşanamıyacak yıllan gecenin soğuk<br />

esintisiyle dört bir yana savruluyordu.<br />

Bahçesindeki çiçekler soluyor, kuşlar<br />

dört bir yana kaçışıyor, çitler devriliyordu...<br />

Yok oluyordu bahçesi! Çiğdem'in<br />

renkleri birbirine girmişti...<br />

Tek çare toplamak, gül yapraklarım"<br />

dedi Çiğdem. "Yenildim kaybettim bu<br />

savaşta. "Lâkin sokak lambaları da sönmek<br />

üzereydi. Sıra ile sarı ışıklarım kesip<br />

sokağı siyaha boyuyorlardı. Çiğdem<br />

pencereden başım uzatıp, "Artık çok geç"<br />

dedi, kırmızı gül yapraklarına. Sokağı siyaha<br />

boyuyorlar...<br />

OCAK YAYINLARI SUNAR<br />

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ:<br />

SULARI ISLATAMADIM<br />

Abdurrahim KARAKOÇ<br />

250 TL.<br />

KAK ^ÜıîSfi<br />

Bahattin KARAKOÇ<br />

250 TL<br />

Ümraniye İçinde Vurdular Bizi<br />

Alper AKSOY<br />

250 TL.<br />

Ödemeli Sipariş Adresi :<br />

P. K. 329 Kızılay - ANKARA<br />

38


dAPffîlftl*<br />

S. Ağa BAYDİLİ<br />

Beşinci yayın yılını doldurmak<br />

üzere olan araştırma ve<br />

inceleme dergimiz Milli Eğitim<br />

ve Kültür, ciddi, ilmi ve tavrıyla<br />

yerini bulmuş, yerini ispatlamış<br />

dergi olma özelliğini bu<br />

sayıda da sürdürüyor.<br />

İhsan Kurt'un «Türk—İslâm<br />

Alimlerimin Astronomiye Hizmetleri<br />

ve Sahip Çıkılan Eserleri»,<br />

ismail Orhan Türköz'ün<br />

«Ekonomik Büyümenin Sınırlarıyla<br />

İlgili Araştırma ve Müşâhadeler»<br />

başlıklı araştırmaları<br />

yöneldikleri konuyu öz olarak<br />

ve kendi sistematiği içinde verici<br />

nitelikte yazılar.<br />

Prof. Dr, ismail Kayabalı ve<br />

Cemender Arslanoğlu «Batı Kaynaklarının<br />

Işığında Yuman Uygarlığı<br />

Üzerine Düşünceler» başlıklı<br />

yazıda Yunan medeniyetinin<br />

zannedildiği gibi medeniyetlerin<br />

çıkış noktası olmadığını<br />

tarihi seyri içinde vermeye çalışıyorlar.<br />

Özet bölümünden birkaç<br />

cümle okuyoruz: «M. Ö.<br />

2500—1400 arasında antik Minos<br />

uygarlığı ve onun bir devamı<br />

olan Yunan uygarlığının Anadolu<br />

orijinli olduğu bir gerçektir.<br />

Yunanlılar o kadar çok öğündükleri<br />

uygarlıklarını Anadoluya<br />

borçludurlar.<br />

«Helenistik kültür asimda<br />

Atina'nın dejenere hayatıdır. İsparta<br />

ilk komünist devletti. İskender<br />

ise psikiatrik bakımdan<br />

çok yönlü ve çılgın bir despottu,<br />

fakat çağdaş kültür savaşını<br />

ilk olarak Q başlatmıştır.»<br />

Bitiminde Türkçe ve Fransızca<br />

olarak özeti de sunulan<br />

yazı dikkatle okunması gereken<br />

ve üzerinde hassasiyetle durulması<br />

lazım gelen bir araştırma<br />

niteliğinde. Kronolojik hadiseler<br />

sosyo—psişik tahlillerle ve<br />

delillendirilerek verilmiş, Yazının<br />

—Literatür'ü— konuyu tahlil<br />

edeceklere «anahtar eserleri»<br />

sıralıyor. Sanıyoruz araştırmacılarımızı,<br />

bundan sonra, konuyu<br />

daha geniş etüt ve tahlillerle<br />

kitaplaştırmak görevi düşüyor.<br />

Bekliyoruz.<br />

Dergide; ayrıca, değişik i-<br />

simlerden çeşitli konularda yazı<br />

ve makaleler yeralıyor. Altıncı<br />

yayın yılma yeniliklerle<br />

gireceğim öğrendiğimiz dergimize<br />

basanlar diliyoruz.<br />

Töre'de ayın konusu «Atatürk<br />

Kültür Dil ve Tarih Yüksek<br />

Kurumu». «Ne Dediler» yazar,<br />

şair ve ilim adamlarımızın<br />

konuyla ilgili görüşlerini belirttikleri<br />

bölümün adı. Olay<br />

değişik yönlerden ele alınmış<br />

olmakla birlikte; ortaya, netleşmiş,<br />

hülasa edilmiş ve üzerinde<br />

birleşilmiş bazı dikkat<br />

noktaları çıkıyor. Özetlersek:<br />

«T.D.K. ve T.T.K. nun kapatılışı<br />

yerinde bir karardır. Ancak<br />

yeni kurumun başarılı olabilmesi<br />

kuruma seçilecek kişilerin<br />

liyakatini ve milliyetperverliğine<br />

bağlıdır. Ayrıca kurum,<br />

yalnız bırakıldığı, diğer müesseselerce<br />

desteklenmediği ve takip<br />

edilecek dil politikası devletçe<br />

benimsenmediği müddetçe<br />

görevini yerine getiremeyecektir.<br />

Önemli ve gerekli olan, kurumların<br />

şeklî ve hukukî varlıkları<br />

değil, Türk Dili'ne sahip<br />

çıkanların kültür hayatımızı<br />

yönlendirecek güçte olmaları,<br />

meseleye «iman» derecesinde sahip<br />

çıkmalarıdır. Kabuk değişikliği<br />

özü değiştirmeğe yetmez.<br />

Değişmesi ve tasfiyesi gereken<br />

topyekûn bir zihniyettir.»<br />

Katılıyor ve kurumun hayırlı<br />

olmasını diliyoruz.<br />

Yağmur Tunalı'mn Cinuçen<br />

Tanrıkorur'la, musikîmizi dünü<br />

ve bugününde batıyla etkileşimi,<br />

üstün yanları, meseleleri,<br />

çözüm yolları ve ana hatlarıyla<br />

özetleyen sohbeti, millî hassasiyet<br />

sahibi herkesin okuması<br />

gereken bir yazı olarak oldukça<br />

ilginç tesbitlerle dolu. «Sanat<br />

Elçimiz» Sn. Tanrıkorur konuyu,<br />

ıstılahlarına sadık kalarak<br />

ama kendi mütevazi üslubuyla<br />

ve her seviyeden okuyucunun<br />

anlayacağı bir dille tahlil ediyor.<br />

Musikîmize matuf tahrip<br />

faaliyetleri ve kültür bütünlüğümüze<br />

yansıyışları misalleri© ve<br />

Türk kalınarak tahlil edilmiş:<br />

«Öğ-re-ne-ce-ğiz. O kadar.<br />

Unutmak için dahi, terketmek<br />

için dahi, beğenmemek, hakir<br />

görmek, «ne berbatmış» demek<br />

için dahi ÖĞRENECEĞİZ.»<br />

Dergide Coşkun Ertepmar'm<br />

«Zaman ve Umut Kanatlı Kuşlar».<br />

Erdoğan Çakır'm «Sitem»<br />

şiirleri okunmaya değer.<br />

Veli Altınkaya «Yunus Emre'nin<br />

Şiirlerinde Mistik Düşünce»<br />

yazısında tasavvufî bir olaya<br />

batılı kavramlarla yaklaşıyor<br />

olmanın neticesi spekülatif<br />

bazı izahlara girişiyor. Olaya<br />

kendi mantığı ve literatürüyle<br />

yaklaşılmış olsa hem yapılan<br />

izah netleşir, hem de tehlikeli<br />

alanlarda tehliketi kavramlar<br />

kullanmak zorunda kalınmazdı<br />

sanıyoruz. Batı mistisizminin i-<br />

KONEVİ<br />

GENÇ DERGİ<br />

OKUYUNUZ<br />

OKUTUNUZ<br />

P. K. 385<br />

KONYA


zan kalıplarıyla tasavvuf! düşünceye<br />

yaklaşmak bizi, «hadler<br />

silsilesini» ihmal edici tesbitlere<br />

götürür. Yazının, her seviyeden<br />

okuyucuya hitabedeceği düşüncesinden<br />

hareketle, bu tür konularda<br />

daha bir temkin ve<br />

insaf sahibi olunması gerekliğine<br />

inanıyoruz.<br />

Kayseri'de çıkan dergilerimizden<br />

Kültür ve San&t Temmuz—Ağustos<br />

birleşik sayısını<br />

«Necip Fazıl Kısakürek Özel Sayısı»<br />

olarak düzenlemiş. Önsöz<br />

olarak Üstad'ın vasiy etiyle başlayan<br />

dergi 64 sayfa ve 40 imzayla,<br />

dar imkanların güzele<br />

nasıl tevil edilebileceğini ispatlıyor.<br />

Tebrik ediyoruz.<br />

Üstad'la ilgili hatıraların ve<br />

«Büyük Kayba» duyulan teessürün<br />

anlatıldığı yazılar çoğu oluşturmakla<br />

birlikte, Üstad'ı ve<br />

kaybm büyüklüğünü yeniden<br />

hissediyoruz. O'nu daha titiz ve<br />

daha şümullü anlamak gerektiğini<br />

de.<br />

Doç. Dr. Orhan Okay, Üstad'ın<br />

dergicilik yönünü ele almış.,<br />

Doğuşu, çıkışı, yaymlanışı<br />

ve ara verişleriyle Ağaç'm anlatıldığı<br />

yazı Üstadın bu alandaki<br />

büyüklüğünü de sergileyici<br />

nitelikte.<br />

Mustafa Miyasoğlu'nun «Beklenen<br />

Sanatkâr», Mahmut Fida.<br />

nil'in «Necip Fazıl'm Tiyatro<br />

Anlayışı ve Piyesleri Üzerine»<br />

yazılarıyla yine Mahmut Fidanil'in<br />

Necip Fazıl Üzerine Abdurrahim<br />

Karakoç'la sohbeti dikkate<br />

değer yazılar olarak göze<br />

çarpıyor. «Dehanın Ardmdan Ne<br />

Dediler. (Latif Akman), «Necip<br />

Fazıl Kısakürek İçin Kronolojik<br />

Biyografi Denemesi (Mahmut<br />

Çağlıgöncü), «Üstad Necip Fazıl<br />

Kısakürek'in Vefatından Sonra<br />

Basında Çıkan Yazıların Bibliyografyası»<br />

(Ahmet Sönmez)<br />

denemeleri özel sayı'nm dikkate<br />

ve takdire şayan bir başka yönünü<br />

oluşturuyor. Araştıranlarını<br />

kutluyor ve denemeleri<br />

kaynak nitelikte gördüğümüzü<br />

belirtmek istiyoruz.<br />

Dergiye başarılar.<br />

lJvJvjrlJıS<br />

EDEBİYAT<br />

SUNAR<br />

ANADOLU'DA İLK DEFA<br />

İMZA GÜNLERİ<br />

Bahaftiıt Karakoç<br />

ibdurrahim Karakoç<br />

llper flksoy<br />

KAHRAMANMARAŞ<br />

ELAZIĞ<br />

ERZİNCAN<br />

ERZURUM<br />

TRABZON<br />

SAMSUN<br />

ÇORUM<br />

YOZGAT<br />

KAYSERİ<br />

KONYA<br />

12 Ekim<br />

13 "<br />

14 "<br />

15 "<br />

17 "<br />

18 "<br />

19<br />

20<br />

21<br />

22 Ekim


Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL'<br />

in eseri. İlk baskısı "1000<br />

Temel Eser" serisinde iki cilt<br />

halinde yayınlandı. Genişletilmiş<br />

ikinci baskısında iki cilt<br />

bir arada.<br />

> Çağlar içinde Türk devletleri<br />

ve devlet düzenleri. Türk<br />

milletinin oluşu ve gelişmesinde<br />

Türk büyüklerinin rolleri<br />

ve tesirleri. Türlerde milliyet<br />

şuurunun doğuşu ve<br />

gelişmesi. Türk toplum düzeni<br />

ve gelişmesi gibi temel<br />

konuları vukufla ele alan<br />

kaynak bir eser!...<br />

320 sh. 350.-TL<br />

BUGÜNKÜ<br />

DÜNYAYA<br />

BAKIŞ<br />

gOÖTI.<br />

VAHDI<br />

HATAV<br />

VE DİĞER<br />

DENEMELER<br />

• Fransız <strong>edebiyat</strong>ının büyük<br />

şair ve deneme yazan Paul<br />

Valery' nin fikri ve edebi<br />

denemeleri. Yalnız <strong>edebiyat</strong><br />

meraklılarının değil okuyan<br />

düşünen herkesin severek<br />

okuyacağı bir eser...<br />

• KİTAPTA İŞLENEN BAZI<br />

KONULAR<br />

— Avrupanın gelişmesi üzerine<br />

notlar<br />

— İlerleme üzerine sohbet<br />

— Çağımız ve diktatörlük fikri<br />

— Doğu ve Batı kavramları<br />

— Bunalımlarımız ve <strong>edebiyat</strong><br />

— Düşüncenin savaş ekonomisi<br />

— Fransız <strong>edebiyat</strong>ına bakış<br />

156 sh. 200.-TL.<br />

c4yn fRond<br />

Çeviren: Emine GEDİK<br />

• Ferdiyetçiliğin modern filozofu<br />

ve objektivizmin kurucusu<br />

Ayn RAND'ın eseri. Bugünkü<br />

sosyal cereyanlar istikbalde<br />

katileşirse insanoğlu'<br />

nun başına gelecek felâketleri<br />

işleyen düşündürücü bir<br />

roman.<br />

• "BEN" kafasız bir insan güruhundan<br />

ayrılarak sessiz bir<br />

dünyada beğendiği kadını sevmek<br />

cüretini gösteren bir<br />

kahramanın macerası... BEN<br />

totaliter komünizme karşı cesaret<br />

ve isyanın unutulmaz<br />

hikayesi.<br />

• Ünlü siyaset sosyologu Maurice<br />

Duverger'in eseri. Batı'<br />

nın geçirdiği merhaleleri ve<br />

şimdiki çöküşünü inceleyen<br />

önemli bir kitap.<br />

• KİTAPTA İŞLENEN<br />

KONULAR:<br />

BAZI<br />

— Batı sisteminin meydana gelişi<br />

— Liberal ideolojinin gelişimi<br />

— Yeni oligarşi ve yapısı<br />

— Sosyalizm ve Batı<br />

— Batı sisteminin geleceği<br />

BÜYÜK BOY 228 sh. 350.-TL.<br />

• Yaratılış ve Türeyiş Destanımızın<br />

usta yazar Mustafa Necati<br />

Sepetcioğlu tarafından<br />

edebi bir üslubla yazılışı...<br />

• Bu bir Türk destanıdır. Bugün<br />

ileri bir dünyada yeni ve<br />

hergün devleşen bir çarkın<br />

dişlilerinden biri olma yolunda<br />

didinen bir milletin<br />

temeli ve kökleri bu destanlardadır...<br />

• Okuyunuz, okutunuz!...<br />

208 sh. 250.-TL.<br />

v^<br />

FELSEFENİN<br />

İLKELERİ<br />

__A.<br />

320<br />

• Doğu Türkistan'ın komünist<br />

Çin istilasından sonraki durumu<br />

hakkında bilgi veren<br />

—şimdilik— tek eser...<br />

• Kazak Türk'ü lehçesinden<br />

Türkiye lehçesine çevrilerek<br />

yayınlanan dokümanter bir<br />

ROMAN...<br />

• Kendi milleti ve memleketinin<br />

başına aynı felaketin<br />

gelmemesi için her vatanseverin<br />

okuması gereken bir<br />

sh. 200.-TL.<br />

FİLOZOFLARIN.<br />

ÖZELLİKLERİ<br />

• "Milli sanat, milli tefekkür"<br />

endişesini duyanlann okuması<br />

gereken bir eser.<br />

• S.Ahmet ARVASİ'nin bu<br />

önemli eseri iki ana bölümden<br />

müteşekkil. Birincisinde<br />

"Diyalektiğimiz" mevzuları<br />

ele almıyor.<br />

• Estetiğimiz bölümünde ise<br />

"Sanat ve psikoloji", "Sanat<br />

ve din", "Milli kültür, milli<br />

zevk" vb. gibi konular ele<br />

alınıyor.<br />

200 sh. 250.-TL.<br />

hi!***'^<br />

S os YO F..U.I i K AÇİ DAN<br />

Tosauuuf v« Lsitrilc<br />

• Prof. Dr. Orhan Türkdoğan'ın<br />

eseri...<br />

• Bu araştırmada Ziya Gökalp<br />

sosyolojisinin evrim, kültür ve<br />

uygarlık, seçkinler, batılılaşma,<br />

yabancılaşma gibi meseleler<br />

ele alınarak enine boyuna<br />

incelenmektedir.<br />

• Ziya Gökalp ve sosyolojisini<br />

daha yakından tanımak, hakkında<br />

fikir sahibi olmak için<br />

okunması gereken bir eser.<br />

168 sh. 150.-TL.<br />

De Bayata Bayraklı<br />

FÂRÂBÎ'DE<br />

DEVLET FELSEF<br />

»5011.<br />

• Milli bir felsefe anlayışı kazanmamıza<br />

yardımcı, sahasında<br />

en güvenilir eser...<br />

• Kitapta felsefe tarihi gözden<br />

geçirilip Türk-İslam filozoflarının<br />

felsefe tarihindeki yeri<br />

ve Avrupa felsefesine etkileri<br />

gösterilmekte<br />

• İkinci bölümdeyse bilgi problemi,<br />

mantık, ahlâk, estetik,<br />

politika, metafizik konularında<br />

ilkeler açıklanmaktadır.<br />

272 sh. 350.-TL.<br />

• Tarih boyunca yetişmiş olan<br />

bazı ünlü filozofların, gerek<br />

şahsiyet ve gerekse toplum<br />

açısından sahip oldukları (veya<br />

olmaları gerektiği) özellikleri<br />

gösteren eser...<br />

• Beş ciltte tamamlanacak olan<br />

bu eserler milli benliğimizi<br />

bulmamıza yardımcı önemli<br />

bir külliyattır.<br />

240 sh. 350.-TL.<br />

• Türk-İslâm Kültüründe tasavvuf<br />

anlayışı.<br />

• Tasavvuf terbiyesinin sağlayabileceği<br />

sosyal faydalar<br />

• Sosyolojik bakımdan lâiklik<br />

ve İslâm.<br />

• İslâmi öz'ün resmi hukuka temel<br />

olabileceğine dair sosyolojik<br />

ve tarihi deliller.<br />

• Tasavvufun işlediği dini akideler<br />

ile sosyal ilimlerdeki bazı<br />

kavramların münasebetinin<br />

anlaşılması<br />

h. 200.-TL.<br />

• İslam felsefesinin büyük filozofu<br />

Farabî'nin devlet felsefesini<br />

ve bu çerçevede İslâm<br />

devlet yapısını, müesseselerini<br />

inceleyen eser...<br />

• KİTAPTA İŞLENEN KONU/<br />

LAR: <<br />

\<br />

- Devletin Menşei J<br />

Toplum ve devletlerin tasnifi!<br />

• Fadıl devlet ve müesseseleri ,<br />

BÜYÜK BOY 180 sh 400 -TL.


OKUYUCULARIMIZA İNDİRİMLİ KIT<br />

TÜRK İSLAM<br />

ÜLKÜSÜ<br />

SI AHMET AKVASI i'<br />

11<br />

. iHskiS<br />

TÜRKİSLÂM<br />

ÜLKÜSÜ ,<br />

aAHMETARVASt<br />

[D<br />

EEgHg<br />

TÜRKİSLÂM<br />

ÜLKÜSÜ €<br />

} • nn<br />

^şSÖ** r .<br />

FELSEFENİN<br />

İLKELERİ<br />

FİLOZOFLARIN<br />

Felsefeye Giriş<br />

SOSYOLOJİK AÇIDAN<br />

Tasauuuf v E Laiklik<br />

P^J<br />

De Niluı» JV-Mık<br />

350 TL<br />

S^.-t I> Nitel K. Ktık<br />

350 TL<br />

Prof, Ot.<br />

ÂMİRAN K.URTKAN<br />

200 TL<br />

BÜYÜK BOY<br />

M. üuverger<br />

batrnın<br />

iki yüzü<br />

BÜYÜK BOY<br />

DE;,<br />

Dr. Bayraktar Bayraklı<br />

RA.B11<br />

SEF<br />

400 TL<br />

••*TaKatmm\x.<br />

Ziya Gökaip<br />

Sosyolojisinde<br />

Bazı kavramların<br />

Değerlendirilmesi<br />

ül.mmmmmi<br />

KUTLU TÖRE I GÖÇTEN SONRA<br />

• ALPER<br />

AKSOY<br />

o4$n £Rmd<br />

/kV^JI JUr»Mm SAATLER<br />

VE<br />

ÇEHRELER<br />

Yahya fflkengn<br />

ALİ AKBAŞ

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!