Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Sayı: 19 • Ekim -1983<br />
.-•<br />
<strong>edebiyat</strong>
<strong>edebiyat</strong><br />
AYLIK FİKİR ve SANAT DERGİSİ<br />
YENİ DİZİ: 19. - Ekim 1983<br />
ŞİMDİ ÜÇ CİLT OLARAK BÜTÜN KİTAPÇILARDA<br />
Ödemeli sipariş adresi: P.K. 329 Kızılay/ANKARA<br />
Sahibi ve Sorumlu<br />
Yazı İşleri Müdürü:<br />
Tayyar AKSOY<br />
Haberleşme Adresi:<br />
P.K. 329 Kızılay - ANKARA<br />
İdare Yeri:<br />
Talatpaşa Bulvarı 148/15<br />
Cebeci - Dörtyol/ANKARA<br />
Basıldığı Yer:<br />
Aslımlar Matbaası - ANKARA<br />
ABONE ŞARTLARI:<br />
6 Ay : 600 TL.<br />
Yıllık :1200 TL.<br />
YURTDIŞI YILLIK: 50 DM.<br />
(Veya buna eşit miktar döviz.)<br />
* -<br />
Abone bedellerini yalnız "DOĞUŞ<br />
Edebiyat Dergisi 12 85 89"<br />
No'lu Posta Çeki Hesabımıza<br />
yatırınız.<br />
İLAN TARİFESİ:<br />
Arka kapak, 4 renk<br />
Kapak içleri<br />
Tam sayfa<br />
Yarım sayfa<br />
75.000 TL.<br />
50.000 TL,<br />
30.000 TL.<br />
Kapak<br />
Özcan TEKİN
DERGİLERİMİZ<br />
ve<br />
GENÇLERİMİZ<br />
Alper AKSQY<br />
Son aylarda dergilerimizde tartışılan<br />
önemli bir konu; «Dergilerimiz gençleri ihmal<br />
ediyor» meselesi. Ne zamandan beri<br />
bu konu etrafında yazmak istiyordum.<br />
Çünkü her geçen gün görüyordum ki mesele<br />
yanlış istikametlere kaydırılmakta.<br />
Hatta son günlerde iş o reddeye getirildi<br />
ki «Üstadlar sultasına son! Ağabeyler cuntasına<br />
hayır!..» gibi sloganlar bile duyulmakta.<br />
Hangi iş vardır ki slogana döküldüğünde<br />
tavsamasın.. Galiba bu iş de rayından<br />
çıktı gibi.<br />
Bu tartışmalar dergilerimizde ne zaman<br />
başladı.. Bu konuda benim hatırladığım<br />
ilk yazı 1982 başlarında Töre'de çıktı.<br />
Kadim dostum Hasan Kallimci o yazısında<br />
meseleye oldukça sathi bir yaklaşımda<br />
bulunarak dergiler gençlere sahifelerini<br />
açsınlar diyordu. Ama aynı aylarda<br />
gerek Töre'de ve gerekse Türk Edebiyatı,<br />
Kültür ve Sanat, Millî Eğitim ve<br />
Kültür ve Erciyes'te tanınmış, yaşlı başlı<br />
imzaların yanıbaşmda yüzlerce genç kabiliyetin<br />
şiirleri, hikâyeleri, yazıları çıkıyordu.<br />
Hatta fazla kabiliyet pırıltısı göstermediği<br />
hâlde yazısı, şiiri yayınlanmış isimler<br />
bile vardı.<br />
Daha o zamanlarda dostum Kallimci'-<br />
nin ateşle oynadığı hükmüne varmıştım.<br />
Aradan çok geçmedi Erciyes Dergisi'nde<br />
İhsan Kurt, «Kallimci'nin söyledikleri ele<br />
alınmalı, dergiler gençlere açılmalıdır»<br />
gibisinden sözler sarf ediyor ve Erciyes'in o<br />
sayısmda bunun yapıldığı beyan ediliyordu...<br />
O ay Erciyes'te çıkan şiirlere dikkat<br />
ettim bizim gençliğimizin şiir seviyesi o<br />
ise üzülmemek elde değildi. Aynı aylarda<br />
Kültür ve Sanat'ta Muhsin İlyas Subaşı<br />
«Bazı amatörleri dergiye bağlamak için<br />
seviyelerine bakmadan şiirlerini yayınlamak<br />
dergilerimizin kalitesini düşürür, bu<br />
işin de bir asgari seviyesi vardır «diyordu.<br />
Bu konuda Sübaşı'na sonuna kadar katılıyordum<br />
ve o yazıdan sonra bu konudaki<br />
yazımı bir müddet erteledim.<br />
Dergi editörlerinin veya yazı heyetlerinin<br />
dergiyi bağlarken karşılaştıkları en<br />
büyük güçlük şudur: Bir döneminde herkes<br />
şair olduğu ve edebî türler içerisinde<br />
kültür birikimi gerektirmeden üstesinden<br />
gelinebilecek tür şiir sanıldığı için herkes<br />
önce şiire yönelir. Sanılır ki şiir sadece<br />
duygu işidir, işçilik gerektirmez, fazla o-<br />
kuma, öğrenme, tecrübe gerektirmez, ilham<br />
perisi başınıza konuverdi mi bülbül<br />
kesilirsiniz... Değil halbu ki... O bakımdan,<br />
her dergiye, her ay yüzlerce şiir gelir.<br />
Çoğunda da aynı ifadeler kullanılır:<br />
«Falan dergiye şiir gönderdim, şiirimi değil<br />
bana nasihat yayınladılar. Siz de bana<br />
nasihat mektubu yazmayın, şiirimi yayın-
layın; şiirlerim yayınlana yayınlana ustalaşacağıma<br />
inanıyorum.»<br />
İşte size dergiciliğin en klâsik problemi.<br />
Okuyucunuzun size olan sevgisi, hürmeti,<br />
o derece sıcak ki gönlünüz posta kutunuza<br />
gelen bütün şiirlerin yayınlanmasını<br />
arzu eder... Ama diğer taraftan binlerce<br />
okuyucumuzun bediî zevkini hem<br />
tatmin etmek, hem de yükseltmek mesuliyeti<br />
editörün veya heyetin omuzlarmdadır.<br />
DOĞUŞ, yazıhanesine uğrayanlar<br />
(posta kutusundan gelen o dost ifadelerle<br />
her gün ben haşır neşir olduğum için)<br />
Ali Akbaş'a birçok şiiri ne kadar ısrarla<br />
yayınlatmaya çalıştığımı onunsa «Okuyucuya<br />
en güzel saygı ifadesi en güzel şiirleri,<br />
hikâyeleri yayınlamaktır, hep en iyiye<br />
oynayalım» sözlerini her zaman ısrarla<br />
tekrarladığına şahit olmuşlardır. Ve tabi<br />
arada bir yaptığımız kaçamaklar dosyalarımızın<br />
kabarmasını önleyemez.<br />
Şimdi gelelim yine dergilerimizin<br />
gençlere açılması konusuna. Aslında meseleyi<br />
bu şekilde va'zetmek doğru değil...<br />
Her heveskânn şiirinin yayınlanması söz<br />
konusu olsa asgari beşyüz sahifelik bir<br />
hacim gerekir ki buna imkân bulunamaz.<br />
Kallimci ve İhsan Kurt'a HERGÜN gazetesinin<br />
her gün bir tam sahif esini «Ülkücü<br />
Şairler» adıyla tahsis etmesine rağmen izdihamı<br />
önleyemediğini söylersem acaba<br />
inanırlar mı.. Hepsi yaymlanamadığma<br />
göre dergi editörü veya heyeti tercihini<br />
kullanacaktır. Bu defa seviye meselesi<br />
söz konusu olacaktır elbette. Bunu yaparken<br />
de gençtir, ihtiyardır kıstası değil<br />
derginin edebî kıstasları kullanılacaktır.<br />
DOĞUŞ Edebiyat'da şiirleri yayınlanan<br />
Ahmet Çiğdem, Cengizhan Orakçı,<br />
Sadi Kocabaş, Cemal Sayan, Sedat Polat,<br />
S. Ağa Baydili, Coşkun Çokyiğit, hikâyeleri<br />
yayınlanan Halime Toros, Nuri Tatlıeşme,<br />
Ethem Baran, Ayşe İnce Y. Asım O-<br />
ğuztöreli kır saçlı ihtiyarlar değil birçoğu<br />
gerçekten de yirmisine henüz basmış veya<br />
yirmi yaşın altında, gencecik fidanlardır..<br />
Bu listeyi beş, on misli kabartabiliriz de...<br />
Bu arkadaşlarımız seviye meselesinin<br />
üstesinden geldiklerine göre diğer yüzlerce<br />
genç arkadaşımız da aynı barajı neden<br />
geçmesinler..<br />
«Dergilerimiz ve gençler» meselesi<br />
aylardan bu yana tartışılırken hiçbir kalem<br />
erbabı çıkıp da «Mesele yanlış va'zediliyor-<br />
Söz konusu olan gençlerin şiirlerini,<br />
yazılarını yayınlamak değil onlara<br />
iyi şiirler, iyi hikâyeler, iyi denemeler<br />
yazdıracak bediî zevki kazandırmaktır»<br />
dememiştir.<br />
İşin aksine dergilerimiz giderek Hergün<br />
Gazetesi'nin şairler sayfası seviyesine<br />
doğru iniş kaydetmektedir.<br />
Bütün bunlardan bahsederken ne kadar<br />
hassas bir zeminde kalem oynattığımın<br />
da farkındayım. Muzip bir kalem çıksa<br />
da «Bak işte, Alper Aksoy gençleri ihmalden<br />
yana» dese bu sözlerini de Bektaşi'nin<br />
«Namaza yaklaşmayın» mantıklı iktibaslar»^<br />
ve desteklese inandırıcı olabilir.<br />
Ama ben samimiyet ve düşünce erbabına<br />
hitab ediyorum.<br />
Peki, yukarıda açıklamaya gayret ettiğim<br />
gerçekler ortadayken «Gençlerimizin<br />
ihmali, dergilerin gençlere açılması»<br />
sözleri ne demek oluyor Son aylarda genç<br />
arkadaşlarımız «Biz hep ihmâl edildik,<br />
biz ağabeylerimizi geçtiğimiz için onlar<br />
yerlerinden korkuyor ve bizlere kapıları<br />
kapatıyorlar, üstadlara hayır, ağabeyler<br />
sultasına son» sözleri ne demek oluyor..<br />
Eğri oturalım, doğru konuşalım... Son<br />
üç yılda olduğu gibi hiçbir zaman gençler<br />
dergilerde, gazetelerde bu derece fazla yeı<br />
almamışlardır. Bu durumu sadece «Ağabeylerin<br />
yer açma» sebebine değil gençliğimizin<br />
gerçekten de kendini yetiştirme,<br />
okuma düşünme, yazma cehdine bağlayanlardanım.<br />
Meşhur sosyoloji kanunudur:<br />
«Bir cemiyette sosyal çalkantılar gelir seviyesinin<br />
düşük olduğu zamanlarda değil<br />
sosyal refahın artmaya başladığı zamanlarda<br />
zuhur eder. Fransız İhtilali'nde olduğu<br />
gibi.»<br />
Anlaşılan o ki kendini yetiştirmiş kabiliyetlerin<br />
yanısıra daha birçok arkada-
şımız da «Bize de yer açm, biz de genciz»<br />
demektedirler. Bana öyle geliyor ki 12 Eylül<br />
öncesinin anarşisi şimdi de kültür hareketlerine<br />
sıçrama temayülündedir. Bu<br />
konuda bütün dergilerimiz okuyucuya o-<br />
lan mesuliyetlerini, idrak edip Bahattin<br />
Karakoç'un tabiri ile «Bir tarafı ihtiyarlar<br />
mezarlığı, bir tarafı, sübyanlar mezarlığı»<br />
durumuna düşmemelidir.<br />
Okuyucu dergilerde yayınlanan her<br />
cümleyi ince elenmiş, sık dokunmuş ön<br />
kabulüyle okuduğu için dergilerin tutturacağı<br />
seviye onların seviyesi olacaktır bir<br />
bakıma. Her konuda olduğu gibi bu konudaki<br />
istisnalar da kaideyi bozmaz. Kitle<br />
olarak kültür hareketimiz Yeni Çağ'ını<br />
yaşarken «Okuyucu böyle istiyor, okuyucunun<br />
istediğini yapacağız» diyerek Orta<br />
Çağ'a gitmek akıl kârı değildir. Buna<br />
prim verenler ne derece büyük bir hatâ işlediklerini<br />
zaman içerisinde anlıyacaklardır.<br />
Ayrıca «Okuyucu böyle istiyor» ifadeleri<br />
de tutarsızdır. Hiç kimse kendi seviyesini<br />
kitleye genellememelidir... Akbaş'ın<br />
ifadesiyle «Okuyucuya en güzel saygı her<br />
şeyin en güzeline oynamaktır.»<br />
Bu sözlerimiz boyunca kendimizi bir<br />
an için «gençler» arasından çıkardığımızın<br />
da farkındayız. Halbu ki bu sözlerin<br />
yazarı daha yolun yarışma, yani daha<br />
otuzbeşine bile gelmemiştir. Söz buraya<br />
gelmişken kendilerine «genciz» diyen arkadaşlarımla<br />
şu «gençlik» kavramı üzerinde<br />
biraz halleşmek istiyorum.<br />
Sahi, «genç» dediğimizde kimi anlıyoruz..<br />
Veya bir kişinin gençliğini, ihtiyarlığını<br />
nasıl ayırdediyoruz.. Şayet «Doğum<br />
tarihiyle ayırdediyoruz» derseniz<br />
nüfus cüzdanına bakılarak gençlik tayininin<br />
ancak askerlik şubelerinde yapıldığım<br />
söylersem ne dersiniz.. Dergiler bir düşünce<br />
talimgahıdır, buralarda gençlik düşüncenin<br />
diriliği, dinamizmi ve derinliğiyle<br />
tayin edilmelidir. Kim Galip Erdem'e<br />
Taha Akyol'a, Cemil Meric'e, "genç değilsiniz"<br />
diyebilir.. Bahattin Karakoç'la hem<br />
kemiyet, hem keyfiyet bakımından şiir<br />
yarıştıracak olanınız varsa beri gelsin..<br />
Taha Akyol gibi, Millet Gazetesi'nde, üç<br />
ayrı sütunda değişik imzalarla ve seviyeyi<br />
hiç düşünmeden her gün üç yazı yetiştireniniz<br />
varsa beri gelsin.. Galip Erdem gibi<br />
hem fıkra yazarlığını, hem avukatlığı,<br />
hem periyodik Mamak ziyaretlerini ve<br />
daha nice sıkıntıları göğüsleyebilecek<br />
zindeliği olan varsa beri gelsin..<br />
Zamanın yüzelli yıl gerisinde kalmış<br />
bazı ellilikler tesbitiniz doğru. Ama öyle<br />
yirmilikler de var ki zamanın ikibinyirmi<br />
yıl gerisinde... Demek gençlik tesbitinde<br />
esas olan fikrin zindeliğidir...<br />
Sizi yaramazlar sizi!.. Kısa bir zamanda<br />
şöhret hevesine düşenleriniz de yek<br />
değil sanki.. Daha üç şür yayınlamadan<br />
koca koca laflar, bir yarısı ordan burdan<br />
aşırma, bir yarısı yalan yanlış cümleler...<br />
Madem ki bu sohbetin kapısını a-<br />
raladık önümüzdeki sayılarda daha farkında<br />
olmadığımız yanlışlarınıza temas<br />
edelim isterseniz. Darılmaca yok tabiî.<br />
OCAK YAYINLARI SUNAR<br />
BEYLER AMAN<br />
HASAN KSYIHflN<br />
«Tek Şef» döneminde bürokrasi<br />
halk münasebetlerinin<br />
romanı.<br />
YAKINDA ÇIKIYOR!..<br />
3
SANATA<br />
DÖNÜŞ<br />
Alâaddin KORKMAZ<br />
İnsanlar için vazgeçilmez sayılan alâka<br />
noktaları vardır: Siyâset, sanat, spor<br />
gibi. Her ne kadar, bu mevzularda temel<br />
tercihler şahsî ise de, cemiyet, bütün<br />
şartlarıyla ferdi kuşattığı için, alâka noktalarının<br />
sıralanmasında kâh biri, kâh diğeri<br />
öne geçer. Varlık sebeplerini -ister<br />
basit, alelade; ister çok yüksek- birtakım<br />
«misyonlara bağlayan insan, meşgalenin<br />
en basitinden en karmaşık felsefî mes'elelere<br />
kadar, bu tercih'inde hayatiyet bulur;<br />
yaşar. Şahsiyetin çerçevelediği âlemin tamamen<br />
yok olması -veya yok olma ihtimâli-<br />
halinde, çeşitli marazı sapmalar; yahut<br />
«hayâta bağlayan nokta»nın koptuğu görülür.<br />
Toprağa ve tabiatte serazat yaşamağa<br />
alışkın bir köylüyü, mâkul bir müddet<br />
hâricinde «büyük şehir» de tutam azsınız.<br />
İlmi hasbiyyet hâline getirmiş bir âlime<br />
siyaset; siyâseti bir Tobasso'lu «Dülsine» o-<br />
larak gören birine profesörlük; meczûbâne<br />
bk* iştiyakla resim yapan birine «Keman<br />
çalmak resimden güzeldir; sen onu<br />
bırak bunu öğren» diyemezsiniz. Deseniz<br />
de dinletemezsiniz.<br />
Bu böyledir; ama, insan oldukça «aç<br />
gözlü» bir mahlûktur. Bu itibarla, birkaç<br />
saha ile aynı anda meşgul olabilenler bulunabildiği<br />
(Hani şu, «on parmağında on<br />
marifet» var» denilenler) gibi; birini «yedek»<br />
leyerek cemiyetin şartlarına göre tercihini<br />
değiştirenler de vardır. İtiraf etmek<br />
lâzımdır ki, bunların arasında, siyâset,<br />
dâima başta gelir. Esâsında, meselâ sanat,<br />
sâdece «estetik»ten ibaret olmadığı için,<br />
«fikir»le; onun da siyâsetle muayyen bir<br />
rabıtası vardır ki, siyâsî kısıtlamaların olduğu<br />
devrelerde, sanat hareketlerinde bir<br />
canlanma, sanat eserlerinde çoğalma dikkati<br />
çeker. Bu durum, akla hemen bir soru<br />
getirir: Sanat, bir kaçış mıdır İlk bakışta,<br />
«Olur mu öyle şey» demek mümkündür;<br />
lâkin, gerçekten de sanat bir «kaçış» tır.<br />
Mücerret mânâsı ile..<br />
Bu fikri biraz açmak icâbediyor. Evvelâ,<br />
bir sanat eserinin, sanatkârın mücerret<br />
ruh ufuklarından ve kendinin de ihtiyarında<br />
olmayan birtakım ilhamlarla<br />
doğduğunu düşünmek gerekir. Birinci hareket<br />
noktası değilse bile, psikanaliz metodlarının<br />
ebedî eserlerin (ve diğer sanat<br />
eserlerinin) değerlendirilmesinde mühim<br />
bir yeri olduğu artık kabul ediliyor. Şuuraltı,<br />
bir «kaçış» değil midir İkinci olarak,<br />
sanat eserinin birtakım mecazlar, rumuzlar,<br />
semboller, abstre şekiller, çizgilerle.,<br />
duygu ve düşünceleri ifâde etme vasıtası<br />
olarak umumiyetle ilk bakışta anlaşılamayan,<br />
daha doğrusu düz ve avâmî ifâde e-<br />
dilmeyen; ardında gizlenilmesi mümkün<br />
olan hâsılalar olduğu düşünülmelidir. Bilhassa<br />
fikrî istiklâl olmayan memleketlerde<br />
şâirin, romancının, hattâ ressamın,<br />
bestekârın, düşüncelerini sembolize etmeğe<br />
çalışmasının ardında bir «kaçış» yok<br />
mudur Ve nihayet sanat eseri, mükemmel<br />
mânâda sanat eseri, dehâ ister. Hangi<br />
dahî, avamm-havasm irfaanı ve lisânı<br />
ile iktifa edebilir<br />
Şüphesiz, bu noktayı nazardan bakıldığında<br />
bütün diğer alâka sahalarında da<br />
aynı «kaçış» ı bulmak mümkündür. Kendisine<br />
biçtiği «misyon» u ifâ edemeyen bir<br />
rûh indifa eder. Tıpkı vasatını bulanın<br />
indifaı gibi.<br />
4
1980 öncesinde «politize olmuş» bir<br />
cemiyet olduğumuz doğrudur. Siyâset,<br />
her yaştan insanımız için adetâ vazgeçilmez,<br />
alelade bir ihtiyaç hâline gelmiş, ilmin,<br />
fikrin ve sanatın müntesip ve meraklısı<br />
«yok» denilecek kadar azalmıştı. Gerçi,<br />
yine şiirler, romanlar, hikayeler yazılıyordu,<br />
yine resimler, besteler yapılıyor,<br />
tiyatrolar oynuyordu, ama, en kaba, en<br />
hantal şekli ile «ideoloji» bezirganlığı yaparak..<br />
Üç-beş istisnası ile, 1970/80 devresinden,<br />
gelecek nesillere kalacak hiçbir<br />
şey yoktur. Olanlar da zâten çok daha evvelki<br />
nesillerin damgasını taşımaktadır.<br />
Şimdi, sanat - <strong>edebiyat</strong> faaliyetlerinde<br />
tedrici olarak görülen canlanmanın artması,<br />
yaygınlaşması, öteden beri şikâyet<br />
edilen «okuyucu» azlığının giderilmesi<br />
mümkün görülmektedir. Üstâd'ı ve mübtedîsi<br />
ile birçok simanın, önümüzdeki yıllarda<br />
yeni yeni güzel eserler vermeleri temennimizdir.<br />
Bilhassa, tozdan dumandan<br />
ferman okunmadığı için, sanatın kıymeti<br />
bilinmediği için, sloganlar her güzelliği<br />
boğduğu için bir kenara çekilmiş olan yazarlar,<br />
şâirlerden ruhları doyurucu eserler<br />
bekliyoruz.<br />
Sanata dönüş. meraklı, kaabiliyetli<br />
genç arakdaşlar için çok yerinde bir karar<br />
olacaktır. Sanat, «iç»ine bakmak demektir.<br />
Bu neslin, bir kere olsun, durup da<br />
kendi iç derinliklerini yokladıklarını sanmıyorum.<br />
Siyâset, «cemaat»i, gittikçe «güruh»<br />
hâline getirme istidadında bir iş olduğu<br />
ve temeli her ne kadar «fikir» olsa<br />
bile, milliyetçi gençlerimiz de ucundan kenarından<br />
«siyâset»le meşgul oldukları için;<br />
onların «özet fikir»lerle, sloganlarla, pratik<br />
gerçeklerle yetişmiş olmaları normal karşılanmalıdır.<br />
«Cephede, vatan müdâfaasında<br />
bulunan bir insandan, filân mısraın<br />
güzelliğini idrâk etmek» tabiî beklenemezdi.<br />
Bu nesil, vatan müdâfaasının kaleleri<br />
idi. Yaşadıkları destanlık çaptaki hâdiselerin<br />
şiiri, hikâyesi, romanı olamaz mı Her<br />
yaz-arm gönlünde «devrinin vicdanı» olmak<br />
yatar. Bunu başarabilmiş olanlar ise<br />
parmakla gösterilecek kadar azdır. Eli kalem<br />
tutan herkesin hedefi bu olmalı ve<br />
bunun gerektirdiği cehdi göstermelidir.<br />
Evet, sanat bir «kaçış»tır; lâkin sanat<br />
eseri, bediî heyecanlarla örülmüş bir tebliğdir.<br />
Mekân ve zamanı aşar; ruhları dalgalandırır;<br />
insanları birbirine bağlar. Şimdi<br />
beklenen, milliyetçi sanatın nazarî meseleleri<br />
üzerine düşünceleri derinleştirmek,<br />
müşterek çıkış noktalarını tesbit etmek;<br />
pişip olgunlaşıp eserler vermektir.<br />
SÜKUTU<br />
BULMAK<br />
Vakit gece<br />
Ve yıldızlar yine yok<br />
Hüzün davetsiz geldi yine<br />
Gözlerimde zerre kadar uyku yok<br />
Soylu bir aşkın bitişi var önümde<br />
Vakit gece<br />
Ve yıldızlar yine yok<br />
Yağmur sessizce geldi yine<br />
Uzaklara kaçışın bir faydası yok<br />
Esrarı bilinmeyen şarkılar dilimde<br />
Sükûtu bulmak ne mümkün bu saatte<br />
Mısralar bölük pörçük<br />
Gücüm yetmez şiire<br />
Vakit gece<br />
Ve yıldızlar yine yok<br />
Cemal SAYAN
İnsanın en büyük ve manidar<br />
tekâmülü, çevresini saran<br />
milyarlarca nesnelerden ayrı o-<br />
lan varlığının şuuruyla, hayatı<br />
anlama konusundaki muvaffakiyetiyle<br />
kaim. Ve insan, ilişkide<br />
olduğu cemiyetin hiyerarşik örgülerinden,<br />
esas olan kökleri a-<br />
la ala entellektüel olmanın basamaklarına<br />
erişir. İdeal insan,<br />
millî olan varlık köküyle, cihan<br />
-şümul olan tefekkür dünyasının<br />
cem'inden oluşan «eşref-i<br />
mahlûk»tur.<br />
Genel olarak tatmin olmayan<br />
yaratıklar olduğumuz malum.<br />
Fakat tatmin olmadığımız<br />
şeylerin hüviyetine göre, ya<br />
geçici olanlara sahip olmanın<br />
verdiği hırs içinde birer açgözlü;<br />
ya da öz ve hakikat kabul<br />
ettiğimiz fazilet öğelerine<br />
erişmek İçin çalışıyor isek «mükemmel»<br />
olmamız mümkün.<br />
Kendini aşan, kişiliğini bulmuş<br />
ve şahsiyetleşmenin fevkinde<br />
olanlar ise: —bilgi— mevzuûnun<br />
tatmin olmaz arayıcılarıdır.<br />
Eğer bilgi yolunda, hiç bir<br />
bilginin altında kalmamış, yani<br />
materyallerin analizini hakkıyla<br />
yapıp yeni bilgilere erişen<br />
insanlar da, elbet ki «mutlak<br />
huzur» m için bir karar noktası<br />
arayacaklardır. Eğer bir arayış<br />
seyrinde mücadelesini vermiş,<br />
ilmî platformlarda da çile<br />
çekerek karar noktasına gelmiş<br />
biri varsa; işte o, büyük<br />
insan olmaya hak kazanmış demektir.<br />
Çağımızda haberleşme o-<br />
raçlarmın hızla gelişmiş olması,<br />
bizleri çeşitli gelişmelerin haberdarı<br />
kılmıştır. Artık ilk çağların<br />
yarı tabiî, yarı beşerî desbotizmi<br />
içinde yeralan monolog<br />
hayat geride kalmıştır; Orta<br />
çağların ferde teminat ve itimat<br />
telkin eden çemberleri kuran<br />
klasik müesseseleri de pek yok.<br />
Yaşadığımız zaman: sığ ilişkilerin,<br />
girift müesseselerin ve dikkat<br />
edilmediği takdirde insan<br />
haysiyetini si I i ki eşti ren iktisadî<br />
münasebetleri sergilemektedir.<br />
Ayrıca çağımız, fikrî etüdünü<br />
yapma fırsatını vermeyen,<br />
ideolojik kalıplara girerek doğ-<br />
6<br />
YÜCELİŞİN<br />
BASAMAKLARI<br />
T. Erdoğan ŞAHİN<br />
matik vasıflar kazandırılmış<br />
sistem çeşitleriyle bürülü. Hızlı<br />
bir hayat yaşamaktayız. Düşünen<br />
insan, bu hızla en azından<br />
atbaşı gitmek ve hatta onu<br />
aşmak için olağanüstü bir mücadele<br />
vermek zorunda kalmıştır.<br />
Günümüze kadar tek erdemli<br />
şeymiş gibi söylene söylene<br />
bıkkınlık veren «çağdaşlaşmak»<br />
bile, düşünce dünyalarımızın<br />
pek malay anî dedi-kodusu<br />
oldu. Hele ki, çağın genel<br />
niteliğinde faziletli hususlara<br />
pek raslanmıyorsa; ve çağ, ya-<br />
)ş)ad t ığı faamanm gereğin foife<br />
kavramaktan habersiz bir pintiliğin<br />
içindeyle; niçin •—çpğ-,<br />
daşlık— Eğer bazı zaman kesitlerini<br />
yüceltip, gelecek yüceliğine<br />
siper teşkil ediyorsa;<br />
niçin çağdaş olmak için çırptnalım<br />
Kaldı ki, çağı anlamak<br />
için de onun üstünde durmamız<br />
iktiza eder. O halde hayatımıza<br />
anlam vermek için uğraştığımız<br />
yeni tefekkür sistemlerimizin<br />
bir boyutu da «çağlar<br />
üstü» olmakla sıfatlandırılacak<br />
(2).<br />
Kişinin kararlı bir sisteme,<br />
kararlı bir dünya görüşüne gelişi,<br />
öyle havadan düşer gibi<br />
olmaz. Eğer hasbel - kader bu<br />
vuk'û bulmuşsa bile, değeri<br />
birinci sınıf olmaktan çok geridir.<br />
Her doğru (her hakikat),<br />
kendinden önceki aşılan gerçeklerin<br />
bir neticesidir. Varoluşun<br />
mihenk taşı da, geçmiş<br />
silsife-i hakikat manzumelerinin<br />
bir nüvesi olarak tezahür<br />
eder. Ve insan öyle noktalara<br />
varır ki, bize yeryüzü ebediyeti<br />
kazandırmayan, bir başka —öte<br />
dünya— için anlam ifade ettiremeyen<br />
teferruatlardan arınıp;<br />
saf bilginin mertebesi elde<br />
edilir. Bu mertebede kazanılan<br />
bilgi ise, «gönül adamı»<br />
olmanın temel kilometre taşlarıdır.<br />
Zira bilgiyi bu anlamda o-<br />
şan insanlar da mevcut. Bilhassa<br />
Türk Tefekkür Tarihinde<br />
bu simalar beliğ olarak<br />
kenditerini kabul ettirmişlerdir.<br />
Hülâsa; kişinin kararlı dünya<br />
görüşüne varması için pek<br />
çok sistemleri analiz etmesinin<br />
gerektiğine, bunu yapanların<br />
takdire şayan insanlar olduğuna<br />
değindik. Rcger Garaudy'de<br />
bunlardan biri. Yakın senelerin<br />
ünlü Marksisti. Hatta Türkiye'<br />
de ilk çevirileri yapılan komünist<br />
literatürdeki eserler içinde<br />
onunkiler de var. Müslüman<br />
olduğunu duyduğumuzda, aklıma<br />
gelen bir mevzuu için, önce<br />
ki yıllarında yazdığı «Sosyalizm<br />
ve Ahlâk» (3) adlı eserine<br />
tekrar baktım. Eserde gözüme<br />
ilişen bir paragraf şuydu:<br />
—«Bilimlerin bize öğrettiklerinden,<br />
daha ilk adımda ve<br />
keyfî bir şekilde soyutlamalar<br />
yapmaya kalkışmazsak, ken-
Ği varlığımızın içinde evrenin<br />
tüm jb/V 1 görüntüsünü buluru.<br />
İnsanoğlu öz varlığının kaynaklarını<br />
bütünsel (total) dünyada<br />
aramak zorundadır.<br />
«... İnsanoğlu, daha doğuşundan<br />
beri, bütün varlıkları i-<br />
cinde taşımaktadır; bu varlıklara<br />
binlerce görünen ve görünmeyen,<br />
dolaylı ve dolaysız<br />
ilintilerle bağlıdır. Ama bu ilintiler<br />
her zaman birer canlı ilinti<br />
olarak kalmışlardır» (4).<br />
Yukarıdaki paragrafın yanına,<br />
şahsî kılışfcanJığımız olduğu<br />
için, «Bütün veçheleri<br />
felâm'cfa baliğ olarak ortaya<br />
konan Vahdet-i vücûd- hadisesine<br />
yaklaşmıştık...» meyanında<br />
bir not iliştirmişiz. Tabii bu,<br />
o yıllardaki düşünce seviyemizin<br />
bir ürünü ve yapılan benzetmenin<br />
doğruluk derecesi tartışılabilir.<br />
Yalnız, şuna bir daha e-<br />
min oldum ki: kişi, mutlak karar<br />
sistemine doğru gidecek bir yetenekte<br />
ve bu uğurda fikrî gelişme<br />
gösterebiliyorsa; henüz<br />
müşerref olmadığı sistemlerin<br />
bazı noktalarına evvelden de<br />
mâlik olabilir. Ve benim —dünkü—<br />
Garaudy'e de olan saygım<br />
bu hususlardan ileri gelmektedir.<br />
Garaudy dışında yine pek<br />
çok düşünürle hemfikir olduğumuz<br />
yığınlarca noktalar var.<br />
Hatta bizzat kıyasıya mücadele<br />
ettiğimiz ideolojik akımların fikrî<br />
öncülerinin dahi takdir edildikleri<br />
yönleri mevcut. Bu, yeryüzünde<br />
ilgilendiğimiz hadiseleri<br />
analiz ederken; zamanın akışına<br />
kapılmaksızın, mevzuları<br />
bütün cepheleriyle tartmakla<br />
elde edilebilmektedir. Saygıdeğer<br />
merhum Erol Güngör hoca-<br />
Imızın da hulasaten dedikleri<br />
gibi: «İnsanın, insan olarak sahip<br />
olduğu ortak özelliklerinin<br />
sebebiyle, çeşitli zaman ve çeşitli<br />
yerlerde aynı doğrulara<br />
varması mümkündür.» (5). Ve<br />
her halükârda kişinin kendini<br />
bilmesi, varlığının şuurunda olması<br />
yegâne esastır ki, bunu<br />
Yunus Emre asırlar evvelinden<br />
en güzel bir biçimde ifade etmiştir.<br />
ANSIZIN<br />
iBirgün ansızın sönebilir yıldızlar 'Gemiler dönmeyebilir<br />
limanlara. Çocuk oyuncakları en güzel<br />
yerlerinden kırılabilir. Gözlerimiz görmeden gerçeği<br />
tüm kapılar ansızın kitlenir. Yazık.<br />
Boşuna değil bu ırmakların böyle akması,<br />
Bu taşlar boşuna yosun tutmamış.<br />
Uzat ellerini ve düşün,<br />
İstersen en alımlı aynalara bak,<br />
Aynadaki sen sen misin<br />
Nedir gecelerin getirdiği yağmurlu akşamlarda<br />
Duyuyor musun arıların kanat sesini<br />
Uzat ellerini - yüreğini sevgi doldur,<br />
En güzel geleceğe beze içini<br />
Ansızın çökebilir dayandığın duvar.<br />
Birgün ansızın yeryüzü susabilir .Azığın tezden<br />
hazırlansın. En soylu göçlere katıl. Çiçekler açmayabilir.<br />
Ortada yalnız kalırsın. Yunus'un, Mevlâna'nın<br />
çorbasından tad. Yoksa yazık olur. Yüreğine<br />
küskün bakar ellerin. Yazık.<br />
Kıvrım kıvrım su gibi akmak gerçeğe doğru,<br />
Süzülmek kartal gibi, bilmek anlamak üzre...<br />
Bu handa tek değilsin, tek sen değilsin yolcu,<br />
İstersen taşa eğil - istersen buluta gül,<br />
Bir acılı kervan ki gider de dönüşü yok,<br />
Kapanan kapılan sayamazsın kaçıncı...<br />
Çık en yüce dağlara - orada en cücesin,<br />
Buluttaki sır nedir - gülde şafak kokusu<br />
Suda yüzen ay mıdır, yoksa çocuk gülüşü,<br />
Nedendir tırmanışı karıncanın çınara<br />
Uzan ki sonsuzluğa orda var, orda yoksun...<br />
Ertuğrul Karakoç
ESKIHIŞ<br />
MOBİLYALAR<br />
Dr. Necdet BİNGÖL<br />
Eskimiş mobilyalar bana neden hüzün<br />
verir bilmem Bir kenara atılmış, pamukları,<br />
yayları çıkmış, kirlenmiş, şurasından<br />
burasından yırtılmış, yıllarca bize hizmet<br />
etmiş yaşlı koltuklar, kanapeler bana hep,<br />
bakacak kimsesi olmayan, kendi hallerine<br />
terk edilmiş, muhtaç yaşlıları hatırlatır,<br />
onlar gibi hüzün verir bana, onlar gibi<br />
içimi acıyla doldurur. Belki de daha düne<br />
kadar baş köşede bir yer işgal ediyorlardı.<br />
Kim bilir o koltuğa keyifle yerleşip,<br />
başınızı arkalığına yaslayıp hayal âlemlerine<br />
ne zevkli, ne uzun yolculuklar yapmışsınızdır<br />
Belki de işinizden eve yorgun,<br />
bezgin döndüğünüz zamanlarda sizi<br />
rahata, sükûna ve huzura kavuşturan bu<br />
mobilyalardı. Sizi şefkatle saran, kucaklayan,<br />
sizi samimiyeti içine alan o koltuk,<br />
bilir miydi ki bir gün gözden düşmüş ve<br />
tükenmiş bir kenara atılıverecektir Halbuki<br />
onlar, bu dost mobilyalar, vaktiyle<br />
\ hayatımızda mühim bir yer almışlardı, a-<br />
cı, tatlı hâtıraları onlarla beraber yaşamıştık.<br />
Onlar da tıpkı kitaplar gibi bizim<br />
yakın, samimi, konuşmadan dinleyen,<br />
dertlerimize çare arayıp bulan, şikâyetlerimize<br />
sessiz bir anlayışla ortak olan, bizimle<br />
beraber yaşlanıp ihtiyarlayan dostlarımızdı.<br />
Şimdi yer yer kumaşları yıpranmış,<br />
hattâ yırtılmış, parçalanmış, renkleri soluk<br />
bu eski dostlar üzgün, bıkkın, sanki<br />
hayata küsmüş, bir köşeciğe sığınmışlar,<br />
akıbetlerinin ne olacağını kesdiremeden,<br />
kararsız, tedirgin. Artık işe yaramadıkları<br />
için yahut yerlerine yenileri geldiği için<br />
bir yerlere atılıp, olmazsa elden, daha fenası<br />
gönülden çıkarılarak acıklı sonlarına<br />
terk edileceklerdir. İnsanlar neden bu derece<br />
vefasız Kaldı ki insan hayatı ile bu<br />
eskimiş mobilyalar arasında tam bir benzerlik<br />
ve yakınlık vardır. Bu mobilyaların<br />
yeni alındıkları zamanı bir düşünün! Tıpkı<br />
dünyaya ilk adımını atan bir çocuk gibi<br />
bizim sevgimizle, alâkamızla, ihtimamlarımızla<br />
bakılmışlardır, âdeta üzerlerine titremişizdir.<br />
Her an onlarla birlikte olmayı<br />
en önde gelen vazifelerimizden bilimsizdir.<br />
Aradan aylar, yıllar geçince, yavaş<br />
yavaş onlara daha fazla alışmış, onlardan<br />
ayrı yaşayamaz olmuşuzdur. Ne yazık ki<br />
sonunda zaman hükmünü icra etmiş, sevgimiz,<br />
yakınlığımız, ne hazindir, başka<br />
yönlere çevrilmiş, onlar bizden, daha da<br />
acıklısı biz onlardan, farkında olmasak<br />
da, bir gün bakmışız ki uzaklaşmaya başlamışız<br />
bile. Onlar gündelik hayatımızın,<br />
artık üzerinde durup düşünmediğimiz, ilgilenmediğimiz<br />
birer parçası olmuşlardır;<br />
bu da bize o kadar tabii gelmiştir. Demek<br />
ki insan ömrü gibi mobilyaların da bir<br />
8
ömrü var; acımasız kader onları da dilediği<br />
gibi, dilediği şekle sokacak. Theophile<br />
Gautier'nin «Romantizm'in Tarihi» adlı<br />
kitabının «Victor Hugo'nun Mobilyalarının<br />
Satılışı» başlıklı kısmında: «. .Bütün<br />
bu evi ev eden, görmeye alıştığımız küçük<br />
şeyler, bir arada bulunuşun kendilerine<br />
verdiği anlamdan uzak, rüzgârda savrulan<br />
yaprak misâli her biri bir tarafa gidecek<br />
ve bundan sonra da silinmiş hâtıralar,<br />
ne ifade ettiği anlaşılmayacak yazılar<br />
halinde başka bir hayata başlayacak.<br />
Şüphesiz ki bu, hüzünlü hâtıralar ve acı<br />
düşüncelerle dolu, insanı üzen bir manzara!»<br />
sözleriyle bu duygumuz ne güzel an-<br />
latılıyor-<br />
Biz insanlar durmadan değişen, ama<br />
etrafındaki şeylerin de durmadan değişmesinden<br />
yakman yaratıklar olarak kendi<br />
bencilliğimiz içinde her şeyi unutuveriyoruz.<br />
J.J. Rousseau'nun söyleyişiyle: «Yer<br />
yüzünde her şey devamlı bir akış halindedir.<br />
Hiç bir şey kararlı ve kesin bir seki i<br />
muhafaza edemiyor ve dışımızdaki şeylere<br />
karşı duyduğumuz sevgiler de, ister istemez,<br />
onlar gibi gelip geçiyor, değişiyor.»<br />
Biz insanlar da, böylece, bize benzeyen,<br />
sevdiğimiz, alıştığımız bu mobilyalardan<br />
yüz çeviriyor ve «unutmak güzel şeydir ><br />
diyerek aklımızdan, kalbimizden siliveriyoruz,<br />
hem de kolayca. Mobilyalara karşı<br />
böyle davranırız da, bir birimize karşı tutumlarımız<br />
sanki farklı mı Uğruna «ebedilik»<br />
yeminleri edilmiş nice sevgiler ve<br />
sevgililer vardır da kısa bir müddet içinde<br />
arkasında bir ümit ışığı hattâ titrek bir parıltı<br />
bile bırakmadan sönüp tükenmiştir.<br />
Dünya şiirinde, romanında vefasızların<br />
geçit resmini seyretmek her zaman mümkündür.<br />
Dünya <strong>edebiyat</strong>ları insanı ve ce<br />
miyeti tasvir ve tahlil eden, soran, araştıran,<br />
çare arayan, hassas, menfaatten a-<br />
rmmış, iyi kalbli görünüşlerine rağmen bir<br />
mânâda «vefasızlık» repertuvarlarıdır. A-<br />
ma ne kadar çabuk unutursak unutalım,<br />
ne kadar vefasız olursak olalım, gene de<br />
Fransız romancı Claude Aveline'in dediği<br />
gibi: «Sevdiğimiz kimsenin yokluğu, arkasında<br />
unutma dediğimiz yavaş yavaş tesir<br />
eden bir zehir bırakır.»<br />
Bilmem fikrime katılır mısınız Galiba<br />
yaşlandıkça kendimize güvenimiz azalıyor,<br />
kendimizi değersiz buluyor, kendimizi<br />
bile unutmak istiyoruz; bizimle beraber<br />
sevdiğimiz şeyler de bu acıklı sondan<br />
kurtulamıyor. O eski biz ve o eski mobilyalar<br />
hafızamızda artık birer silik gölge,<br />
birer hayal! Biliyoruz ki mobilyalar gibi<br />
bizler de, gün gelecek, bir kenara atılıp<br />
unutulacağız, öyle yorgun, öyle bitkin ve<br />
harap! Ne yaparsınız, her güzelliğin yok<br />
oluşu, evet, her şeyin bir sabahı, bir de<br />
akşamı var. Bursalı şâir Cenani'niıı söyleyişiyle:<br />
«Dehr içinde hangi gün gördük<br />
ki akşam olmaya.» Aslında akşamın olacağını,<br />
o kaçınılmaz son saatin geleceğini<br />
hepimiz biliriz. Ama gene de gelip geçici<br />
şeylerle avunuruz, kendi kendimizi aldatıp<br />
zihnimizi başka şeylerle meşgul etmeye<br />
çalışırız. İsterseniz buna herkese ve<br />
her şeye rağmen yaşamada direnmek iradesi<br />
diyelim. Bizim de sözlerimiz, insan ile<br />
eşya arasındaki samimi yakınlığı kalbe<br />
işleyen bir hüzünle dile getiren Ahmet<br />
Kutsi Tecer'in mısrâlarryle son bulsun!<br />
Kapımı bir kaç gün için açık tut,<br />
Eşyam baka kalsın diye arkamdan.<br />
Sen de eller gibi adımı unut.<br />
Evden çıkar çıkmaz omuzda tabut,<br />
OCAK YAYINLARI SUNAR<br />
Dilâver Cebeci<br />
(Mensûreler)<br />
YAKINDA ÇIKIYOR<br />
9
ROMAN TAHLİLLERİ : 1<br />
NUR BABA ROMANI ÜZERİNE<br />
Doç. Dr. Şerif AKTAŞ<br />
Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun ikinci romanı<br />
olan Nur Baba 1921 yılında Akşam Gazetesinde<br />
tefrika edilir, 1922 de de kitap hâlinde yayınlanır.<br />
Dokuz bölüm ve üç bölümlük bir zeylden<br />
müteşekkil eserde aşk teması işlenmektedir. Türk<br />
ve dünya <strong>edebiyat</strong>ında üzerinde çok durulan bu<br />
temanın eser boyunca okuyucunun dikkatini cıyakta<br />
tutması, merakını tahrik etmesi, temanın<br />
kendisinden ziyâde, şahıs kadrosunu teşkil eden<br />
fertlerin hususiyetlerinden ve onların temsil ettikleri<br />
içtimaî muhitlerden kaynaklanmaktadır.<br />
Romanda merkezî mekân olarak karşımıza<br />
çrkan Bektaşi tekkesi, esere içtimaî bir hüviyet<br />
kazandırdığı gibi hiç bir sınır tanımayan cinsten<br />
bir aşkın tezahürü için zemin de hazırlar. Tekkeleri,<br />
aşkın kendisine has sarhoşluğu ile vücut<br />
verdiği rûh hâli içinde kalp yoluyla hakikate<br />
varmak isteyen insanların devam ettiği yerler o-<br />
larak düşündüğümüzde; Nur Baba Romanı, dünya<br />
<strong>edebiyat</strong>ında aşk temasını ele alan eserler a-<br />
rasında, mahallî bir hüviyet kaza mır. Tekkelerde<br />
sürdürülen hayat tarzı ne kadar bozulursa bozulsun,<br />
aslından ne kadar ayrılırsa ayrılsın, duyuş<br />
tarzında bîr ananeyi devam ettirmektedir. Alâka<br />
duyulan obje-varlıkta, ferdiyetin eridiği yerlerdir.<br />
Bu bakımdan Nur Baba romanında konu edilen<br />
cinsten bir aşkın, tekke çevresinde insanları birleştirmesi<br />
manidardır. Adı geçen eserle alâkalı<br />
bir !çok yazı, Yakup Kadri'nin bu romanında sosyal<br />
hiciv izleri aramaktadır. Ancak unutmamak<br />
gerekir ki bu eser, bir sosyoloji kitabı değil bir<br />
romandır. Nur Baba da kendisine layık bir takım<br />
insanları cezbederek çevresinde toplayan<br />
bir şeyhtir. Belki hakiki manada bir tekkede mürşit<br />
etrafındaki insanlara yüce bir aşkın maddî<br />
varlığı eriten hazzını tattırır. Nur Baba tekkesinde<br />
bu üstün his hâli, yerini beşerî bir duyguya<br />
bırakır. Bu farklılık dikkate alınarak cemiyetimizdeki<br />
değişme üzerinde durulabilir. Ancak bu, e-<br />
debiyattan ziyâde sosyolojinin teferruatlı olarak<br />
ele alacağı, yorumlayabileceği bir meseledir. Romanın<br />
böyle üir sosyal muhteva üzerine kurulması,<br />
okuyucuda gerçeklik duygusu uyandırması<br />
bakımından ehemmiyetlidir. Türk insanının idrâk<br />
ettiği değişmeyi dikkatlere sunmak isteyen araştırıcı<br />
da, ilâhî olandan beşerîye geçişi dikkate<br />
almak zorundadır. Bu noktada roman, değişen<br />
bir nizâmın cüzzünü ifade eden eser olarak ele<br />
alınmalıdır. Değişen tekke değil bir cemiyettir,<br />
aşk gökten yere inmiştir, beşerileşmiştir. Bu<br />
konuda iyi-kötü, güzel-çirkin diye hüküm vermek<br />
önceden yapılmış tercihlere bağlıdır .Zaman hükmünü<br />
icra etmiştir. Öyleyse muhteva itibariyle<br />
Nur Baba adlin roman, bizde var olan bir duyuş<br />
tarzını değişen şartlar içerisinde yeniden ele alan<br />
bir eserdir. Yalnız TürkJİslâm kültürünün değil<br />
Erenlerin Bağı yazarının gençlik yıllarında yokladığı<br />
Akdeniz medeniyetine ait bazı unsurların da<br />
zamanın örsünde yeniden şekil kazandığı, beşerî<br />
bir hüviyete büründüğü bir kitap olarak okunmalıdır.<br />
Adı geçen esere muhteva bakımcından<br />
yaklaşmak isteyenler, bu hususları gözden uzak<br />
tutamazlar. Onda belirü bir devre ait sosyal tenkit<br />
arayanlar, eserin tahlilini değil bir devre ait şahsî<br />
fikirlerini yazmak zorunda kalırlar.<br />
Biz bu yazıda, Nur Baba romanına daha değişik<br />
tarzda bakmak istiyoruz.<br />
Bu roman belirli bir devirde istanbul'da bulunan<br />
ikisi asıl biri yardımcı olmak üzere üç mekânın<br />
çatışmasını nakleden bir eserdir. Şahıs<br />
kadrosunu teşkil eden fertlerde, bu mahaller esas<br />
alınarak gruplandırılabilir. Önce söz konuşu mahallerden<br />
ilki ve en ehemmiyetlisi üzerinde duralım<br />
:<br />
10
Bu, romanın başında «synchronique» (eş -<br />
zamanlı) biı tablo hâlinde şu cümlelerle tanıtılan<br />
Nur Baba tekkesidir.<br />
«— Dem bitti mi Dem bitti mi<br />
— Erenler başı için bize dem verin, dem<br />
verin!..<br />
— Kerbelâda susuz kalanlar aşkı için...<br />
— Soframız çöî gibi kuruyup kaldı, bir katresi<br />
cana can katacak...<br />
— Yanlış söyledin, cananı cana bağlayacak.<br />
— İkisi birden... Zaten can demek canan demektir...<br />
— Seni afacan seni!...<br />
— Hah, hah, hah...<br />
— Saki ocağına düştük ne yaparsan yap, imdada<br />
gel...<br />
— Kendisi muhtacı himmet bir dede...<br />
— Peki... Öyle ise emrediyorum sana: Dem<br />
ol!<br />
— Oldum...<br />
— Şişeye gir...<br />
— Yok, bak onu yapamam, başka yere girmek<br />
dilerim.<br />
— Ağzıma gir...<br />
— İstemem, ezerler...<br />
— Kalbime gir...<br />
— Ne mazhariyet, Allah verince böyle verir.»<br />
(31-32)<br />
Bu ses manzarası tavır, haraket ve kıyafetle<br />
zenginleştirildiğinde, Nur Baba dergâhının hususiyetlerini<br />
aksettiren bir tablo olarak düşünülebilir.<br />
Ancak bu tabloyu tamamlamak için romandan<br />
birkaç sahife daha okumak gerekir: iBu «meclisin<br />
intizamsızlığından mütehassıi küskün bir<br />
hiddet idinde sâkit duran Celi I© Bacı ağır bir tavırla<br />
herkesi sükûta davet etmek lüzumunu, hissetti.<br />
— Çocuklar, dedi, vallahi ne dediğinizi, ne<br />
yaptığınızı bilmiyorsunuz. Bu kadar demlilik elverir;<br />
sekiz saattir mütemadiyen içtik. Nerede<br />
ise şafak sökecek. Bakınız camlar ağarmağa başladı.»<br />
(33)<br />
Herkesin muhabbete devam etmek istediği<br />
bu meclisin en nüfuzlu adamı «Yarı öfkeli,<br />
yarı sarhoş bir tebessümle» konuşmakta olduğu<br />
bu hanım ile «kozu»nu paylaşamadığını ifâde<br />
ederek bu meclisin devamını ister. Bu mecliste<br />
aklın temsilcisi durumunda olan Celile Hanım'ın<br />
şu cümleleri dergâhın hâlini açıkça ifâde eder.<br />
«Bana söyleyin; böyle meydan, böyle muhabbet<br />
nerede gördünüz Baba kendinden geçmiş evlâtlar<br />
her istediğini yapar, Rapt yok, zapt yok,<br />
lokma zamanı ise hiç belli değil. Bunun sonu neye<br />
varır böyle» (35)<br />
Böylece tanıtılan dergâhda, düzensizliğin<br />
hâkim olduğu, daha yerinde bir ifâdeyle, düzenin<br />
insiyakların emrine terkedildiği ve her şeyin sonuna<br />
kadar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu mahallin<br />
bariz vasfı ölçüsüzlüktür. Söz konusu ölçüsüzlük,<br />
tekke müdavimlerine insiyaklar fistikametinde<br />
haraket etme imkânı sağlamasıyla onları<br />
bir arada tutan hususların başında gelir.<br />
Bu noktada, belirtmek gerekir ki, ümmet<br />
devrinde tekkelerin kendisin© göre bir nizâmı<br />
vardır. Ferdî temayüllere hürriyet hakkıı tanıyan<br />
hoşgörü, Nur Baba tekkesinde ölçüsüzlük hâline<br />
dönüşmüştür. Olması icâb eden ile mevcut olan<br />
arasındaki farklılık, ayrı bir inceleme konusudur.<br />
Ancak bu farklılığın esere şekil kazandıran<br />
bir unsur olduğunu belirtmek zarureti vardır.<br />
Nur Babc; adlı eserde —zamanın sınırları içinde<br />
kalarak— olması icâbeden ile mevcut olan<br />
arasında bir çatışmanın varlığından söz edilebilir.<br />
Tekkeler, gönlün ikliminde ferdin terbiye edildiği<br />
yerlerdir.<br />
Kendilerine göre has adâb ve erkân vardır.<br />
Bu adâb ve erkân zaman İçinde husûsî bir dile<br />
de sahip olmuştur. Nur Baba tekkesinde hoş görü,<br />
değişik bir yorumla, ölçüsüzlüğe dönüşmüş,<br />
adâb ve erkândan da artık gerçek karşılığı mevcut<br />
olmayan dil kalmıştır. Böylece tekke dili, ölçüsüzlüğü<br />
örten bir hüviyet kazanmıştır.<br />
Böyle bir izahtan sonra, mekân olarak Nur<br />
Baba tekkesine ait hususiyetleri şöylece şemalaştırmak<br />
mümkündür.<br />
Gerçek tekke<br />
(Olması gereken)<br />
— Hoş görü<br />
— Duygularını<br />
ilâhi bir kavrama<br />
yönelerek asilleştiren<br />
insanlar<br />
— Çile yeri<br />
—- Feragat ve fedâkârlık<br />
— Tekke adat ve erkânı<br />
II<br />
Nur Baba tekkesi<br />
(Mevcut olan)<br />
— Ölçüsüzlük<br />
— İhtiraslarını dünya<br />
nimetleri ile tatmine<br />
çalışan insanlar<br />
— Eğlence yeri<br />
— Şahsi menfaat<br />
— Tekke adap ve erkânına<br />
ait lügat.<br />
Roman okuyucusu, I. sütunda bulunan hususları<br />
bilen bir insan olarak Nur Baba adlı kitabı<br />
okumakta, normdan ayrılan yerlerde, eserden<br />
hareketle muhayyilesinde yeni bir tekke yaratmaktadır.<br />
Bu durum, okuyucunun, eserde anlatılanları<br />
sosyal muhteva üzerine yerleştirmesine<br />
imkân vererek hikâyelerin takip edilmesine<br />
yardım eder.<br />
Romandaki haliyle Nur Baba tekkesi, ölçüsüzlüğün,<br />
dünyevî unsurlara bağlılığı, şahsî menfaat<br />
endişelerinin tekke adap ve erkânına ait<br />
lügat altında gizlendiği yerdir. Yakup Kadri'nin<br />
eserinde, Nur Baba tekkesi ile ilgili satırlar,<br />
farklı şekillerde de olsa, bu mahallîn saydrğımız<br />
hususiyetlerini ifâdeyle vazifelidirler.<br />
Bu romanda üzerinde durulacak ikinci mekân<br />
Madrit sefiri Eşref Paşa'nın, Nişantaşında<br />
bulunan «bir sefarethaneden daha resmî ve da-
ha muntazam konağı»dır (178). «Burada yaşayanların<br />
sözleri biçilmiş, sesleri ölçülmüş, vaziyetleri<br />
tavırları aynalar karşısında son kararını<br />
almıştır, kımıldanışları dakika ve saatlerin yürüyüşüne<br />
bağlıdır. (178) Romanda; bu nokta, hangi<br />
saatte nasıl bir kıyafete girmek lazım geldiği,<br />
hangi söze nasıl bir tavırla cevap vermek icâp<br />
ettiği, sokağa belirli vakitlerde çıkılıp belirli vakitlerde<br />
eve dönüldüğü ve benzeri hususlarda<br />
karşı konulması güç bir ananenin hüküm sürdüğü<br />
belirtilmektedir.<br />
Görülüyor ki romamın kadın kahramanı Nigâr'ın<br />
içinde yaşamak zorunda kaldıığı çevrede,<br />
düzen ve ölçü fikrinin sistemleştirdiği hayat ihtirasları,<br />
insiyakları sınırlar. Ölçüsüzlüğün mekânı<br />
tekke ile bu konak arasında sürdürülen hayat<br />
tarzı bakımından tam bir zıddiyet vardır. Romandaki<br />
haliyle tekkeyi insiyakların emrinde hara<br />
ket edilen ölçüsüzlüğün mekânı olarak ikaaûl<br />
edersek bu konağı cemiyet hayatının koyduğu<br />
nizamların hüküm sürdüğü bir yer olarak ele almak<br />
gerekir. Bunlardan 'birincisinde his, ikincisinde<br />
de akıl hâkirn unsurdur Öyleyse 'komak-tekke<br />
karşılaşmasını şöylece şemalaştırmak mümkündür.<br />
Tekke<br />
Konak<br />
— Ölçüsüzlük — Ölçü<br />
— Ferdi ihtisas (Fer— Sistemieşmiş<br />
di) ve insiyak {Beşeri)<br />
cemiyet hayatı<br />
— his — akıl<br />
Yukarıdaki şemadan haraketle Nur Baba romanı,<br />
ölçüsüzlük ile ölçünün, ferdî olanla beşeri<br />
olanın, his ile aklın 'çatışması ele alan bir e-<br />
serdir. (Bu kanaatimizi Macid'im Nigârâ karşı<br />
duyduğu, alâka ile ilgili satırlar daha da kuvvetlendirmektedir.)<br />
Ancak böyle bir çatışmamın zumum, için birinci<br />
ve ikinci grupta bulunan unsurların karşı<br />
karşıya gelmeleri gerekir. İşte üzerinde duracağımız<br />
üçüncü mekân bu vazifeyi yüklenmiştir.<br />
Nur Baba romanında burası, şu cümlelerle tanıtılıyor:<br />
«Bugün, altmışını geçmiş İstanbullularca<br />
müteveffanın ismine izafeten Safa Âbad tesmiye<br />
edilen Kanlıca koyundaki büyük ve sermişini!<br />
yalı bir zamaniar Boğaziçi'nin en dilfirip<br />
bir cazibe merkeziydi. Bu muhteşem, yalının bütün<br />
yaz mevsimi her gece sabahlara kadar açık<br />
ve aydınlık duran pencerelerinden tâ karşı sahillere<br />
kadar bitmez tükenmez kahkahalar, bitmez<br />
tükenmez saz sesleri, revmâki hiç sönmeyen uzun<br />
«hey hey» sodaları dökülürdü. Hele koy bir şehrâyinde<br />
gibi kamilen nur ve ahenkle mümteli kalırdı.»<br />
(53-54) Romanda, Abdülaziz devrinde Safa<br />
Efendi'nin yalısının «herkese bilhassa güzel<br />
seslilere, güzel sözlülere daima oçık» olduğu belirtiliyor,<br />
Kanlıca koyundaki «Safa Âbad'in, (Boğaziçi'nde<br />
bir cazibe merkezi durumunda bulunduğu<br />
ifâde ediliyor. Bu yalı, çevresinde söz, ses<br />
ve latif manzaralar, incelmiş bir zevkin hazırladığı<br />
muhit İçinde kaynağını gönülden alan çeşitli<br />
hayat tezahürlerine sahne oluyor. Safa Efendi<br />
ve onu takiben kızı Ziba Hanlım bu yalıyı sözü<br />
edilen hayat tezahürlerinin merkezi, daha değişik<br />
bir ifâdeyle kaynağını gönülden alan ve incelmiş<br />
bir zevkle süslenmiş davranışların mekânı<br />
hâline getiriyor. Ktsacae» bu yalıda akıl değil gönül<br />
hâkimdir. Aklın koyduğu kaideler değil güzel<br />
olan her unsuru etrafımda görmekten zevk alan<br />
gönlün coşkunlukları bu yalı ve çevresini idare<br />
eder.<br />
Böyle bir izahtan sonra, üç mekâna ait vasıfları<br />
semâ halinde birli'kte görelim :<br />
Tekke Yalı Konak<br />
— Ölçüsüzlük — Coşkunluk — Ölçü<br />
— Ferdi ihtisas — Güzel olanı — Sistemleşve<br />
sevme miş Cemiyet<br />
insiyak<br />
(Beşeri) ha-<br />
(ferdi) — Zevk ve yat*<br />
— his gönül — Akıl<br />
Denilebilir ki Nur Baba'da, zevk ve gönlün<br />
mekânu yalımın hazırladığı şartlar içerisinde, incelmiş<br />
zevkin kontrolünden çıkmış hissin mekânı<br />
tekke ile aklın mekânı olan konağın mücadelesi<br />
nakledilmektedir. Kısacası bu roman, zevkte sonsuzluk<br />
isteyen gönlün tahriki neticesi tabiatındaki<br />
ölçüsüzlükle aklı bir ahtapot gibi saran ve<br />
perişan eden, coşkum daigalanışları arasımda onu<br />
güçsüz düşüren, kendisinden geçiren his ile aklın<br />
mücâdelesini hikâye eder. Yukarıdaki semâdan<br />
haraketle, Nur Baba romanını, ölçü ile ölçüsüzlüğün<br />
karşı karşıya geldiği bir eser olarak<br />
ele almak da mümkündür. Ancak aklın hâkim<br />
olduğu konak çevresinde, hayat tezahürlerinin<br />
cemiyete ait normlarla tanzim edildiği; tekkede<br />
ise ferdî hislerin herşeye hâkim olduğunu dikkate<br />
alarak Nur Bafra'nın ferdî olanla, onları<br />
kontrol altımda tutan cemi yete ait nazımların<br />
çatışmasını konu alan tir roman olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Eserde, anlatma problemi çevresinde ele<br />
alınabilecek hususlar dışında kalan mekân, şahıs<br />
kadrosu ve zamanla ilgili herşey bu çatışmaya<br />
hizmet eder; onların varlık sebebi ölçü-ölçüsüzlük,<br />
beşerî-ferdi merhalelerinden geçerek akıl-his<br />
mücâdelesini dikkatlere sunmakta dır.<br />
Mekân tasvirleri, psikolojik tahliller, esere<br />
vücut veren olay zincirleri yalnız başlarına alındıklarında<br />
elbette bir manaları vardır. Ancak bütün<br />
bunlar, akıl-his ikilisinin belirli muhitlerde<br />
bazı mizaçlar aracılığıyla tezahürüne hizmet eden<br />
veya onları ifâde eden işaret ve söz yığınımdan<br />
başka bir şey değildir.<br />
Bu romanı, şahıs kadrosunu esas alarak<br />
tahlile gayret sarfettiğimizde aynı neticeyi elde<br />
ederiz: Nur Baba ve tekke müdavimleri ölçüsüz-
lüğü, Madrid Sefiri Eşref Paşa'ran bir nevi temsilcisi<br />
olan Macit ölçüyü, Ziba Hanım gönül coşkunluğunu<br />
temsil ederler. Aklın hakimiyetindeki<br />
öfçü eline düşmüş Nigar, Ziba Hanım aracılığıyla<br />
Macid dairesinden Nur (Baba çevresine geçer.<br />
Yukarıdaki dikkatlerimizi şahıs kadrosunu<br />
esas alarak tekrar etmek istemiyoruz.<br />
Eşref Paşa'nın Madrid'de bulunduğu, yani<br />
Nigâr üzerinde aklın kontrolünün son derece<br />
azaldığı zamanda, genç kadının hissin hücumuna<br />
maruz 'kaldığmı; onun bu, yıllor Kani icada'ki<br />
yalıda oturduğunu hatırlatalım.<br />
Bu hâdise, Ni'gârtn dedesi Safa Efendi'den<br />
tevarüs ettiği zevke düşkünlüğü hatırlattığı gibi<br />
sözü edilen yalının, tekkenin hücumlarına aklın<br />
hâkimiyeti altındaki konaktan daha ziyâde müsait<br />
olduğunu da düşündürür.<br />
Nur (Baba adlı romanda varlığını dikkatlere<br />
sunmaya çalıştığımız mücâdele alegorik olarak<br />
his-akıi adlı iki kahraman arasında cereyan etseydi<br />
acaba eser değerinden ne kaybederdi.<br />
Kahramanların ve mekânın aktüel hayatta karşılaştığımız<br />
cinsten oluşları esere gerçeklik duygusu<br />
kazandırma endişesinden mi kaynaklanıyor.<br />
Bu suallere cevap vermek istemiyoruz. Sözü<br />
edilen mücâdelenin yalnız Nur ıBaba'ya has<br />
bir yapı ve anlatma tarzı içinde dikkatlere sunulduğunu<br />
anlatma tarzım incelemenin de ayrı<br />
bir iş olduğunu belirterek bu yazıyı bitireceğiz.<br />
KENDİNİ BIRAK<br />
Gecelerin moru demlendi yine<br />
Yine beni çağırıyor ishaklar<br />
Havada yol kokusu var,<br />
unutmak yasak.<br />
Şimdi her kuytu bir sitem küpüdür<br />
Şimdi gölgelerin dili çözülür<br />
Öyle bir masal ki,<br />
keşke duymasak.<br />
Kabule ne kadar yakın dualar<br />
Tutar evlerinin yolunu dağlar<br />
Başları önünde,<br />
ağır ve aksak.<br />
Bir vehmin yalana çıkar yolları<br />
Ben seni beklerken şiirin gelir<br />
Yutkunur, konuşamaz<br />
gözleri ıslak.<br />
Şükrü KARACA<br />
İçimde kuyular açılır birden<br />
İçin için kaynayan bu kabirden<br />
Ölüler seslenir sanki;<br />
— kendini bırak!<br />
13
OKUDUKÇA<br />
Bazıları arabeskten hoşlanır,<br />
bir çokları da modanın peşinde<br />
koşar, sallan - yuvarlan<br />
uğraşır, ayerobik yapar. Benim<br />
de tiryakiliğim bir tuhaf: Okumak.<br />
Kimi Neyi Niçin demeden,<br />
durmadan, bıkıp usanmadan<br />
okumak. Çünkü; okudukça<br />
açılır, ufkumun genişlediğini<br />
görürüm. Hem dinlenir, hem öğrenirim.<br />
Bir yandan da eğlenirim.<br />
Nasıl mı, diyorsunuz<br />
Bakın, anlatayım.<br />
DİLLE KARIŞIK<br />
8.8.1983<br />
Bugün, kapağıyla çikolata<br />
çocuklarına önem verdiği anlaşılan<br />
Hürriyet •, Gösteri'yi aldım.<br />
Kiloca, ağırlığı olan bir dergi.<br />
«Hürriyet»i küçük, «GÖSTERİ»-<br />
si büyük dergi. A'dan Z'ye, «tu.<br />
feyli sol »un arpalığı olmuş. Tekniğin<br />
verdiği imkândan olacak,<br />
baskısına diyeceğim yok. Fakat<br />
anlıyamıyorum; nasıl oluyor da<br />
«Hürriyet», «Gösteri»nin ardasına<br />
sığmıyor<br />
Hemen, ilkten sona okuma<br />
ya başladım. Okudukça, not<br />
aldım. Herhalde, «önnot» olmalı,<br />
başta bir yazı var: «Günümüzde<br />
Gençler Sanatı Nasıl Görüyor»<br />
Bu «önnot», «Ayın Dosyası»na<br />
bir giriş. Ne var ki, yazanın<br />
paragraf bilgisi eksik. Hele<br />
hele dil yönünden, bir garip<br />
hali var. Konu cümlesinde, nesil<br />
yerine, «genç kesim» denirken,<br />
aşağılarda «Kuşak» gence sarılmış.<br />
Türkçe'si «köklü çözüm-<br />
0. Hasan BILDIRKİ<br />
ler», «köke! çözümler »e dönerek,<br />
özleşmiş. Sanki «kavrayış»<br />
m suyu çıkmış, «algılayış» olmu.<br />
Öztürkçe vurgunlarının bu<br />
yanlarına, yalanım varsa kör o-<br />
layım, bayıldım, bittim.<br />
Bu hava içinde, İsmail U-<br />
yaroğlu'yla yapılan konuşmayı<br />
soluksuz okudum.<br />
Konuşmacı uyanık, üstelik<br />
dil sevdalısı da olunca, kestirmeden<br />
soruyor: «Ben önce, neden<br />
böyle doğaçtan bir konuşmayı<br />
istediğinizi sofacağım.»<br />
Şair de uyanık 1 . Tabii konuşma,<br />
daha Türkçe'si doğrudan<br />
konuşma diyeceğine, «doğaç»tan<br />
kelimesiyle sözüne<br />
başlıyor. Bakalım, yer yer, neler<br />
diyor, bu vadide ne diller<br />
döküyor<br />
Nedense onun dilinde yaşam,<br />
«hayat» olmuş. Kural, «ilkelleşmiş.<br />
Önceleri «dürtü» diye<br />
ak kâğıtlarda kararan ilham,<br />
«iti» olarak ortalığa düşmüş.<br />
Hüznünü, önce kendisine karşı<br />
«legalize» etmiş. Doğaçtan konuşmadan<br />
olacak, bu defa da<br />
«yönlendirdim» diyememiş. Hay,<br />
di neyse, deyip, geçecektim.<br />
«Süreç» ile «zaman»/, aynı cümle<br />
İçinde görünce, farkında olmayarak<br />
eski bir türküyü mırıldanmaya<br />
başladım: «İki gemi<br />
yanyana: Haydayabilir misin»<br />
Elbettel<br />
Nazım Hikmet'i, Cemal Süreyya'yı,<br />
Ülkü Tamer'i sevdiği<br />
şairlerin başında sayan Uyaroğlu,<br />
acaba birilerine kaş-göz<br />
mü oynatıyor Şövalye şiirleri<br />
yazmaya devam ediyormuş. A-<br />
man, ne iyi.<br />
Yalnız bu şiirleri; kitabı<br />
kendi içinde bir bütünlük oluştursun<br />
diye bir kitaba almıyor.<br />
Ve kaş yaparken, göz çıkarırcasına<br />
ekliyor: «Bir bunun için<br />
almıyorum, bir de kitabı tehlikeye<br />
atabilirler diye almıyorum.<br />
İlerde kitaplaştıracağım, onları.»<br />
Niçin «ilerde»<br />
Cevap yok. Ama; siz anlıyorsunuz<br />
değil mi Nedense<br />
«hürriyetsin bütün nimetlerinden<br />
faydalananlar, sevdikleri<br />
şairleri sayıp, hizaya gelenle:;<br />
gönül ve kafalarındaki «san.<br />
sür» korkusunu kırıp, yıkamıyorlar.<br />
Ne dersin, yanılıyor mu-><br />
yum, İsmail<br />
Şimdi, yukarıdaki -önnotsoruya<br />
dönüyorum. Gençler, sanatı<br />
nasıl görürse görsün, bundan<br />
neçıkar Nasıl olsa, yanlış<br />
ataoynayanlarm sayesinde,<br />
su, aka aka yolunu bulur.<br />
Siz, üzülmeyin yeteri<br />
«Sıralı kelimeler»le konuşan<br />
Uyaroğlu bile, ne güzel<br />
yol gösteriyor:
VAPURDA<br />
Öyle güzelsiniz ki<br />
Keşke evli olmasaydınız bayan<br />
Verirdim bu şiiri size<br />
Koynunuza kordunuz onu<br />
Sürtünürdü memelerinize<br />
Ayıp mı... daha ne ayıp<br />
şeyler düşündüm<br />
Seyrederken, sizi, ilişkin i-<br />
kimize<br />
(Hürriyet - Gösteri, Ağustos<br />
1983)<br />
Gerçekten güzel bir hikâyeyi,<br />
«Yağmuru yağdırana tepeden<br />
tırnağa» söven İbrahim'le<br />
kirleten, Hz. İbrahim ve oğlu<br />
Hz. İsmail'le, İbrahim ve İsmail<br />
arasında kurban konusunda<br />
bir yaklaşma bulan, ikinci ibrahim'e,<br />
kardeşi İsmail'i kurban<br />
ettiren, nedense Hz. İbrahim'in<br />
umudunu gözardı eden Necati<br />
Güngör, sen de söyle canım,<br />
sana; basamak yerine «ayakçak»,<br />
korku yerine «ürküntü»,<br />
korkunç yerine de «ürkünç» demek<br />
cesaretini kim veriyor<br />
VEBAL MESELESİ<br />
9.8,1983<br />
Bugün yine Hürriyet-Göste.<br />
ri'yi okuyorum. «Nesnel eleştirmen»<br />
Asım Bezirci, kendisiyle<br />
yapılan bir «öznel» konuşmada,<br />
«Eleştirmenler arasında bazı<br />
kontlarda korkunç bir dayanışma<br />
var.» diyen Cengiz Gündoğdu'ya<br />
verdiği cevapta hayıflanıyor,<br />
«Keşke gerçek, söylediğiniz<br />
gibi olsaydı 1 . Yazık ki<br />
değil. Hatta tam tersi bir durum<br />
var.» diyor.<br />
Beriki biraz aşağıda yapıştırıyor:<br />
«Size katılmıyorum...<br />
'Seçme Hikâyeler'de öykücülerin<br />
seçiminde 'nesnel ve demokrat'<br />
davrandığınızı söylüyorsunuz.<br />
Peki ama bu seçkide<br />
Mustafa Kutlu, Şevket Bulut<br />
gibi öykücüler neden yok»<br />
Neden olacak<br />
«Kendi dünya görüşümüze<br />
ve sanat anlayışımıza uymayan<br />
yazarlara da kitabımızda<br />
yer verdik.» diyen Bezirci,<br />
«kendi dünya görüşümüz ve<br />
sanat anlayışımız» formülünden<br />
yola çıkarak, nesnellfcte<br />
yüceleşiyor, dayanışmanın harikasını<br />
göstererek devam ediyor.<br />
Dinleyelim: «Adını andığınız<br />
yazarları da aynı demokratik<br />
tutumla inceledik, fakat o-<br />
ivdiğimiz nitelikleri eserlerinde<br />
yeterince bulamadığımız için<br />
kitabımıza almadık.»<br />
Sevsinler, böylesine nesnel<br />
eleştirmemi<br />
«Demokratik tutu m »a da<br />
maşallahl<br />
Dayanışma<br />
Yok, yokl Böyle bir şey, asla<br />
yok<br />
Saflığın bu derecesine, ancak,<br />
gülünür.<br />
> Ve arkasından ekliyor: «Ayrıca,<br />
şunu da belirteyim sözü<br />
edilen hikayecilere...» Ne Tahir<br />
Alangu, ne Mustafa Baydar,<br />
ne Yaşar Nabi ile Konur Ertop<br />
ne Füsun Akatlı, ne Memet Fuat,<br />
bu konudaki eserlerinde yer<br />
vermiş.<br />
Deveye sormuşlar: Boynun<br />
neden eğri Cevaplamış: Nerem<br />
doğru ki..<br />
O hesapl<br />
VAKİT BANA GELİNCE<br />
Kuşlarla gideceğim bir sabah<br />
Hasretimi ninnileyen diyara<br />
İçimin arzu yüklü türkülerini<br />
Salıvereceğim esen rüzgâra<br />
Bir demet solgun şiir bırakacağım<br />
Eşe, dosta, ağyara<br />
Serçeler her akşam haber taşıyacaklar<br />
Gözleriyle gönlümü avutan yara<br />
Işıklar unuttuğum düşleri anlatacak<br />
Sırtımı dayadığım beton duvara<br />
Toprağımın çiçekleri avuç açacak<br />
İkindi sonraları yağan yağmura<br />
Vakit bana gelince kuşlarla gideceğim<br />
Hasretimi ninnileyen diyara<br />
Sedat POLAT
Farkında mısınız<br />
Bundan güzel dayanışma<br />
olur mu t hiç<br />
Sevdiğim hikayecilerin başında<br />
gelen KUTLU ve BULUT<br />
sakın gücenmesinler.<br />
Çünkü Atillâ İlhan, aynı<br />
dergide ne güzel anlatıyor. Anlattıkça,<br />
tesadüf müdür, nedir,<br />
A. Bezirci'yi (SANKİ) yerden<br />
yere bir güzel vuruyot: «Osmanlı<br />
nınson dönem aydınlarında<br />
olduğu gibi, Cumhuriyetin<br />
ilk dönem aydınlarında da<br />
NİNEMİN DAĞ<br />
inanç önemlidir 'İlerici' mi olunacak,<br />
şu, şu, şu, bir de şu kesinlemelere<br />
gözü kapalı inanılacak;<br />
bu İnanılanlar, inanmayanlara<br />
karşı, kılıç elde savunulacaktır.»<br />
Henüz yolun başındayız.<br />
Anlıyor musunuz<br />
A. İlhan duıimuyof,, yukarıda<br />
sözü edilen Kutlu ve Bulut<br />
olayının perde arkasını<br />
-sanki- aralıyor, günışığma çıkarıyor:<br />
«Adları ilerici ya, kulak<br />
asma, tutumları, davranış.<br />
Dağların türküsünü söylerdi ninem.<br />
Yüreğim bir şahin olur uçardı o dağa,<br />
Ve her gece rüyalarıma süzülürdü;<br />
Birden yiğitleşip at üstünde.<br />
Koşardım dağlarda beni bekleyen güzele.<br />
Sonraları dağlar girmez oldu düşüme,<br />
Artık ninemde yoktu ki tekrar söyleye,<br />
Ve hayallerimi bezeye çiçek çiçek...<br />
Lakin kalbimde bir sızılı yaradır<br />
Ninemin Dağı...<br />
Bir gün ama bir gün kararlıyım,<br />
Küıcımı kuşanıp atıma bineceğim.<br />
Düşlerimi süsleyen ninemin dağına,<br />
Güneşle birlikte yürüyeceğim;<br />
Dağların güzeliyle hasretim bitecek.<br />
Ve o zaman ninemin ruhu üstümde,<br />
Şükran duaları edecek;<br />
Verdiğim yemini tutacağım...<br />
Zaferimden mest olup,<br />
Nineme bir fatiha okuyacağım.<br />
Cengizhan ORAKÇI<br />
lan tipique ümmetçi aydın davranışı:<br />
na's}ari\ var, i\işilemez,<br />
tartışılamaz, günahtır; ilişeni,<br />
tartışanı, 'afaroz' ederler; işin<br />
en acıklı yanı da, tabii bunu,<br />
'ilericilik' adına yaparlar.»<br />
Doğruya, ne denir<br />
Nesnel eleştirmen A. Bezirci<br />
cevap versin, değil mi<br />
Yoksa, aynı dergideki Münif<br />
Fehim'in, «demokratik tutum»a<br />
«cuk» oturan şu sözünü<br />
kulağına küpe etsin:<br />
— Uyuza «kaşınma» denir<br />
mi Onun (kendisi) vebalini<br />
çekmek zorundadır.<br />
han<br />
OZAN'ın ŞİİRLERİ<br />
10.8.1983<br />
İnsem gök kubbeden;<br />
çer hançer yeri<br />
Çıksam gök kubbeye; kan<br />
bulutları<br />
Bir el hançerlemiş garip<br />
lı<br />
dünyamı;<br />
Sevincimi çalmış gaddar<br />
haydutlar 1 ..,<br />
(Doğuş, Ocak 1983)<br />
«Bahçenizin en güzel göründüğü<br />
yerlere su kanalları a-<br />
çarsiniz, bir güzel kayık bulursunuz;<br />
küreği siz çekersiniz, misafirinizi<br />
ağırlar, gezdirirsiniz;<br />
misafir hiç yorulmadan seyehatin<br />
sonunda hayâlleri, gördüğü<br />
güzelliklerin lezzeti ile baş başa<br />
kalır.<br />
Gerçek şiir bu...<br />
Bu bahçenin su kanalı, kayığı,<br />
ve hususen kürek çekmeniz;<br />
şiirdeki ahenk, vezin, belki<br />
ince mûsikîdir.<br />
ideolojilerin emrine verilmiş<br />
şiir, bu bahçede insanı kırbaçlarla<br />
gezdirmeye benziyor.<br />
Ne vezin, ne kâfiye, ne mûsikî,<br />
ne ahenk...»<br />
Yukarıya bir kıtasını aldığımız<br />
Ahmet Tevfik Ozan, aynı<br />
dergide «Şiir ne..» sorusunu<br />
cevaplarken böyle diyor.<br />
Kendisi, disiplinli bir şair oluşuyla,<br />
öteden beri dikkatimi çekiyor.<br />
Bugün, kendi sözlerinden<br />
hareketle onun şiir dünyasına<br />
girmek istiyorum. Bakalım, neler<br />
göreceğiz<br />
Bir Dosta Mektup, (Millî<br />
Eğitim ve Kültür, Ekim 1981)<br />
bir bakıma, Ozan'ın şiir dün-
yasının anahtarıdır. Şiir boyunca<br />
hem musiki, hem ölçü, hem<br />
ahenk, hem kafiye kendilerini<br />
ele vermeden, sizi, anılan şiire<br />
çeker, şairin bahçesine sokar.<br />
On üç kıt'ad an oluşan, hecenin<br />
on bir'li ölçüsüyle yazılan<br />
şiir, onca uzunluğuna ve tema'<br />
sının zorluğuna rağmen, «akıl,<br />
sebep, şüphe, sonuç» gibi ruhî<br />
hayatımızın birer parçası olan,<br />
biraz da tasavvufa ulaşan konularını,<br />
öğretici olmaktan ziyade,<br />
lirik bir havada önünüze<br />
çıkarır. Ona göre dünya, a-<br />
levden dostluklarla, yalanlarla,<br />
aldanmalarla, arayışlarla, sonsuzluğa<br />
duy\utyn hasretleri^,<br />
ilâhi yalnızlıklarla bizi her yanımızdan<br />
kuşatmıştır.<br />
Bütün şiir boyunca, damağınızda<br />
bir lezzet, gönlünüzde<br />
şaire karşı bir sevgi duyuyorsunuz.<br />
Şu kıt'a, dediklerimizin<br />
mihenk taşıdır. Okuyun,<br />
görecek, bana hak vereceksiniz.<br />
O neşe selvlnin, aksinde<br />
midir<br />
Yoksa toprak kokan<br />
dallarında mı<br />
Kapatsam gözümü şimdi 1 ,<br />
ansızın:<br />
O serin letafet dalda<br />
kalır mı<br />
Selviyle serinlik, toprak<br />
kokan dallarla ansızın kapanan<br />
gözler, «ölüm» denilen hadiseyi,<br />
bir çırpıda, ustalıkla ortaya<br />
koymuyor mu<br />
Türk Edebiyatı'nm 1983 A-<br />
ğustos sayısında, şairin «Bir<br />
Erimiş $aray»ı çıktı. Bu şiirde;<br />
«Kar beyaz ümide konan şey<br />
ne», «Nurdan kadınların tülbentlerinde<br />
- İffet, çiçek çiçek<br />
yüzüme bakar...» gibi yeni, kendine<br />
has, oripnal imajların şairi<br />
Ahmet Tevfik değil de, sanki<br />
Ahmet Haşim, yeniden aramıza<br />
katılarak, heceyle ve temiz bir<br />
Türkçe'yle konuşuyor. Ozan,<br />
bu yönüyle, Haşim'i aşan bir<br />
çizgide ilerliyor.<br />
Yeri gelmişken söyliyeyim:<br />
Şair, hemen bütün şiirlerinin<br />
en can aliıcı yerinde, pazan<br />
başta, daha çok ortalarda, bazan<br />
da sonlarda, tırnak açarak,<br />
okuyucusuna düşündüren öğütler<br />
veriyor, aklı harekete geçiren<br />
sorular soruyor.<br />
«... Evet, ağlasa insan;<br />
gözyaşı damla damla<br />
Sıcak inciler gibi, yanaklardan<br />
süzülür.<br />
Aksa, dursa yıllarca; semaya<br />
mı dökülür..»<br />
(Son Kuşlar, Doğuş,<br />
Temmuz 1983)<br />
Onun dünyasında bulutlar<br />
güvercin kanallıdır. Feza, derinlerde<br />
bir nokta halindedir<br />
(Dört Güvercin Beş Sevinç).<br />
Ceylan gözlü kızlar; tuzu nur,<br />
ekmeği nur olan veliler sofraları,<br />
ateş kaftanlar, nuranî hayaller<br />
(Taş ve Demir Gurbeti),<br />
tahayyül ufukları, kıyısında yıkanılan<br />
hayal denizleri, melekler,<br />
kör devler, ağlayan tabiat<br />
(Hayal ve Hüzün), taş değirmenler<br />
arasında kanayan fakat<br />
ümidini kaybetmeyen bir yürek,<br />
kor ateşler, akrepler (Erciyes<br />
ve Ben), kartallar, garip gönüller,<br />
dergâh-ı ilâhî'de çekilen<br />
teşbihler (Ne Söylesem), bu<br />
dünyayı ören, kuran, şairini,<br />
son dönem şiirimizin doruğuna<br />
tırmandıran ip uçlarıdır.<br />
Bizim <strong>edebiyat</strong>ımızda, bilmem,<br />
sevdayı bu kadar güzel<br />
anlatabilen, başka bir beyit var<br />
mı<br />
«Sevda» desen: bir aşınmaz<br />
taş, oğull<br />
Coşar, candan; çizer çizer<br />
kan alırl<br />
(Ne Söylesem, M. Eğitim<br />
ve Kültür, Ağs. «981)<br />
Şimdilik, konuyu burada<br />
noktalayacağım. Fakat, şu güzelliğin<br />
farkına varmanızı istiyorum.<br />
Ahmet Tevfik Ozan'-<br />
dan, şu kıtayı da birlikte okuyalım,<br />
olmaz mı<br />
«Eıpiyes'te kar diyorum, bu<br />
akşam;<br />
Benim kadar terkedilmiş<br />
değildir.<br />
Karanlığa yar diyerek sarılmış;<br />
Ümitleri benimkinden yeşildir...<br />
(Erciyes ve Ben, Türk Edebiyatı,<br />
Aralık 1982)<br />
Devam, Ozanl<br />
Bize, gerçekten «şiir» lâzım.<br />
Bu vadide yolun açık olsun.<br />
Haydil<br />
OCAK YAYINLARI SUNAR<br />
TARİHTEN GELECEĞE<br />
Taha Akyol<br />
YAKINDA ÇIKIYOR
BİR GARİP<br />
YALNIZLIK<br />
*&*&$<br />
Fatma KOCABIYIK<br />
«Yalnızlık kimimizin barınağı, kimimizin<br />
tuzağıdır».<br />
Ben yalnızlıkların kurbanı bir garip.<br />
Aklımda kalan üç-beş kırık mısrada dinlendiririm<br />
de bu garip gönlümü, sevinir<br />
biçare. Şimdi sadece mısralar benden yana.<br />
Yalnız mısralar bana dost. Şiirler değil<br />
de mısralar... Bütün şiirler dolu. Oysa<br />
benim yalnızlığım param parça. Benim<br />
yalnızlığım öldüresiye boşluk.<br />
Sevdiğim saydığım dost çehreleri yalnızlıklara<br />
bıraktım acımasızca. Onlar da<br />
bana acımamışlardı. Bir arada harcarız<br />
diye birbirimizi yalnızlıklara terk ettik.<br />
Şimdi ben güzel insan yüzlerini, yüzlerini<br />
aydınlatan ışü-ışıl gözlerini unuttum.<br />
Biliyorum dışarda yine berrak sesler,<br />
insanın yüreğini dolduran şefkatli sesler<br />
vardır. Sesleri de unuttum gayri. Dostluk,<br />
arkadaşlık nedir Açıp bakacak bir<br />
sözlüğüm yok ki. Gönlümdekiler anlatmak<br />
istedim ah! Kelimelerim çekip gitmiş<br />
başımdan anlatamıyorum ki. Şimdi yine<br />
sokaklarda insanlar vardır.. Birbirine yaban<br />
insanlar. Hiç bitmeyecek bir dövüşün<br />
taraftarları. Karanlık yine aydınlığa<br />
yenik düşüyor dışarda. Biliyorum bunun<br />
için hırslıdır. Yalnız kendi varlığını hissettireyim<br />
diye herşeyi karartıyordun<br />
Ben yalnızlığımı kaybetmekten korkuyorum.<br />
Yalnızlığımı kaybetme korkumu<br />
belki de ölümü kaybetme korkusuna<br />
benzeteceksiniz. Oysa ölüm denen korku<br />
yalmz yaşayanlar içindir. Güneşin doğmadığı<br />
bir yerde sun'i aydınlıkların ne<br />
anlamı var.<br />
Beni anlamayan bütün gönüller kötümser<br />
bulacaklar beni. İçindeki bütün<br />
köşkleri yıkılmış bir insanın, düşünebildiği<br />
bir değer bile yoktur. Ama ben o kırık<br />
köşkün camlarının yüreğimi kanatmasına<br />
aldırmadan hayaller kuruyorum. Hiç<br />
bitmemiş ahlak kavramları yalnızlığımı<br />
dost yapıyor bana. Dışarda iyi insanlar<br />
var, saygı, sevgi dolu, bencillikten uzak,<br />
birbirini düşünen insanlar uzaktan mum<br />
tutuyorlar. Yalnızlığıma rağmen yenik<br />
düştün SCHOPENHAUER. Bu dünya yalnız<br />
iyilikler için. Yalnızlığıma rağmen gönlüme<br />
yerleştirilmiş borçluluk duygusu beni<br />
hayata bağlıyor. Ödenecek borçlarım<br />
var. Saksıdaki çiçekten sokaktaki insana<br />
kadar. Ve YARADANA. Şükran borcum<br />
her dakika her saniye büyüyor. Sana şükürler<br />
olsun ALLAH'ım bu yalnızlık içinde<br />
bile kendine yol bulabilen bir aklı verdiğin<br />
için. Sana şükürler olsun bütün yalnızlıkları<br />
elinin tersiyle itiverecek dolu,<br />
dopdolu bir gönül verdiğin için.
fiLMUNYI'BIN<br />
Gurbet<br />
Derdim söyleyimde katip yaz hele<br />
Başıma bin bela getirdi gurbet<br />
Geri kalanını kendin çöz hele<br />
Tüketti ömrümü bitirdi gurbet<br />
Başım Ağrı gibi boran karidi<br />
Sulaklarım ceylanlarım varidi<br />
Kahır çeke çeke ömrüm çürüdü<br />
Bağrıma taş gibi oturdu gurbet<br />
Ne cevap vereyim halimi sorana<br />
Nem var ne harcedem işim görene<br />
Duydum bağım bahçem olmuş virane<br />
Evimi barkımı batırdı gurbet<br />
Darendeli Fedai ÜSTÜN<br />
FEDAİ şu gönlüm almaz öğüdü<br />
Gurbet yiyor kendin bilmez yiğidi<br />
Güvendiğim anam babam sağidî<br />
Birin göstermedi götürdü gurbet...<br />
Salmadı<br />
Bocim yadellerde boynum büküldü<br />
Eskiden gördüğün haller kalmadı<br />
Ağardı saçlarım dişim döküldü<br />
Kavi bilek kavi kollar kalmadı<br />
Azrail tırpanı vurdu vuracak<br />
Kimsem yoktur baş ucumda duracak<br />
Dost bulunmaz yaralarım saracak<br />
Göçtü mürüvetli kullar kalmadı<br />
Neye heveslendim dünyaya indim<br />
Düşmüşüm odlara bilemem kendim<br />
Avcılar peşinde ceylana döndüm<br />
Kaçıp saklanacak çöller kalmadı<br />
Ömür bir sınama sonunu göreni<br />
Sahneler acıklı göz yaşı dram<br />
Ben kendi sılama iltica varam<br />
Gezmediğim gurbet eller kalmadı<br />
Ruhum gibi tende gizli sır olsam<br />
Deli olsam donelerden hür olsam<br />
FEDA) bir güle sitem kar olsam<br />
Şeyda bülbül gibi diller kalmadı<br />
Üstün<br />
Ne atom ne füze ne top ne gülle<br />
İşlemez beyin'e kelamdan üstün<br />
Satır bilek keser kılıçta kelle<br />
Keskin ustura yok kalemden üstün<br />
İyilik beslemez fitne özünde<br />
Arzusu emeli kalır gözünde<br />
Gizli pazarlıklar hep su yüzünde<br />
Pilan var alemde puandan üstün<br />
Katılaşmış kalbin kandili kördür<br />
Tüm organlar mahkûm tek nefsi hürdür<br />
Zulme eyiimeyen er oğlu erdir<br />
Alnı açık gezer alemden üstün<br />
İlahi kitaplar ilahi dinler<br />
Bsrgün unutulsun çöker zeminler<br />
Yaşamalı insan Ölmeli kinler<br />
Olsada falanca filandan üstün<br />
FEDAİ kalplerde sevgi tütmen<br />
Diller bal olmalı alıp tatmalt<br />
İlim öğrenmeli kalem tutmalı<br />
Olur mu bilmeyen bilenden üstün
BEŞ VAKİT<br />
BEŞ ŞARKI<br />
O sarışın, dinç, sevinçli,<br />
güler yüzlü sabah güneşi,<br />
ufuktan başını kaldırdığında<br />
ben de eski bir<br />
şarkıyı dinlemeğe başlarım.<br />
Bir saz imalâthanesinde<br />
ustasının elinden yeni<br />
çıkmış, müşterisini bekleyen<br />
sabırsız kemandan, sahibini<br />
kaybetmiş, bir duvarda<br />
asılı duran öksüz<br />
ud'a kadar bütün sazlar<br />
aynı şarkıyı çalarlar: «Kıratıma<br />
bineyim, yâr yoluna<br />
gideyim.» Şarkının gücü<br />
gibi güç var mı dünyada<br />
Nasıl olur, nerden gelir<br />
bilemem. Sağımdan, solumdan,<br />
önünden, arkamdan<br />
hattâ tepemden gözle<br />
görülmeyecek kadar ince,<br />
fakat o derecede muhkem,<br />
milyonlarca, milyarlarca<br />
kement bir anda sarar vücudumu<br />
ve çekip götürür<br />
beni. Yaşadığım, fakat farkında<br />
olmadan terk ettiğim<br />
bir günün ortasında<br />
20<br />
Dilâver CEBECİ<br />
bulurum kendimi. Çaresizliği<br />
bir-göze suyu gibi yudumladığım<br />
o yayladan, o<br />
yüksek tepeden yine sâdece<br />
evlerinin kırmızı renkli<br />
çatıları seçilebilen bir<br />
kasabaya bakarım. «Kıratıma<br />
bineyim, yâr yoluna<br />
gideyim.» Ne kıratım<br />
vardı, ne pusatım. Ben bu<br />
yaylada, hasreti solur çaresizliği<br />
içerdim.<br />
Sonra güneş gelip kısa<br />
bir zaman zevalde karar<br />
kılınca, o şarkı biter, bir<br />
yenisine başlar bütün sazlar:<br />
«Bakmıyor çeşm-i siyah<br />
feryâde» Bu sefer, evlerinin<br />
kırmızı renkli çatılarına<br />
uzaktan hasretle<br />
baktığım kasabanın merkezindeki<br />
meydana inerim.<br />
İnerim de, bir dahi rastlayamayacağım<br />
bir huzuru<br />
yaşarım. Huzur burada beş<br />
duyu ile idrak edilebilecek<br />
müşahhas bir şeydir. Rengi,<br />
gölgesi, sesi ve harareti<br />
vardır. Dokunurum, gölgesinde<br />
dinlenirim, sesini<br />
işitirim: «Bakmıyor çeşm-i<br />
siyah feryâde — Yetiş ey<br />
gamze yetiş imdâde» Bu<br />
ses, «Mâviköşe» deki bir<br />
plâktan dağılırdı huzurun<br />
semâlârma. Çeşm-i siyah<br />
nedir Gamze nedir Bilmezdim<br />
bunları. Sadece ablam<br />
gelirdi aklıma. Adı<br />
Çeşminaz'dı onun.<br />
İkindi vakti, geniş bahçesinden<br />
bir çok güllerin<br />
ve çiçeklerin hiç eksik olmadığı<br />
evin önünden geçerdim.<br />
Bu evin bahçesi diğerleri<br />
gibi yüksek duvarlarla<br />
çevrilmiş, esrarlı bir
yer değildi benim için. A-<br />
ra-sıra oraya girme bahtiyarlığına<br />
ererdim. Arkadaşım<br />
Yurdaer'in eviydi<br />
burası. Yüzünü çoktan u-<br />
nuttuğum bir ablası vardı.<br />
Hep yeni şarkıları mırıldanırdı:<br />
«Koklamaya kıyamam<br />
benim güzel Manolyam.»<br />
O bahçede Manolya<br />
var mıydı Bümiyorum. O<br />
bahçenin yerinde şimdi kocaman<br />
bir apartman dikiliyor.<br />
Akşamlar hep sızılı o-<br />
lurdu. Neden böyle olurdu<br />
Semâdan indirilip hemen<br />
üstümüze gerilmiş bir<br />
tül zannederdim akşamları.<br />
İnce, nazlı, biraz hasta, esmer<br />
Arap kızlarıydı akşamlar.<br />
Sevdam biraz daha<br />
yakardı yüreğimi... Açık<br />
hava sinemaları hazırlığa<br />
başlardılar. Plâklar benim<br />
sızılı akşamlarıma yoldaş<br />
olurlardı: «Güller arasında<br />
seni bensiz gören olmuş»<br />
Yıldızlar bu şarkıyı dinlemeğe<br />
doğardı. Gündüzden<br />
çok farklı bir hayata başlardık<br />
yıldızlarla...<br />
Ve alaca karanlık nasıl<br />
yoğunlaşıp geceye dönüşürse,<br />
sızılar da hüzne<br />
tebdil olurdu. Hüzün gelip<br />
«Sefâ'mn Bahçesi» nde mekân<br />
tutardı. Gecenin tam<br />
ortasında bir şarkı dolaşırdı<br />
masaları. Saki gibi dolaşırdı<br />
bütün masaları:<br />
«Doktor her gün gelir gider,<br />
görenler hep merak<br />
eder.» Serhoşlarm başlan<br />
biraz daha döner, gözleri<br />
biraz daha nemlenirdi. Ve<br />
derlerdi ki, «Sefa bu plâğı<br />
gece yarısından sonra sadece<br />
kendisi için çalarmış.»<br />
KASAPLAR ÇARŞISINDA<br />
BİR YILDIZ ÇOBANI<br />
Ben sevgi dağlarının yıldız çobanı<br />
Ezgiler sektiren sabaha kadar<br />
Hatırlamıyorum erdem yaylasından kaçtığımı<br />
Uyandım ki tüm sürümü çalmışlar<br />
Kavalım çatlamış, soluğum yetmiyor<br />
Üstüme damlıyor Zühre yıldızının kanı<br />
Taş gibi donmuş yüreği Puhu kuşlarının<br />
Tam ışık haşatı zamanı.<br />
Tedirgin girdim bir kentin «enikli kapı»sından<br />
Her adımda karşıma bir kasap çıktı;<br />
Belli yıldızlarımı yüzüp yüzüp aşmışlar çangallara<br />
Bütün dükkanlar açıktı.<br />
«Ben özgürlük kasabıyım» dedi birisi,<br />
Pala bıyıkları kama kama...<br />
Birisi «namus kasabı»ymış, öteki «fikir»,<br />
Çok baktım, benzetemedim adama.<br />
Birisi dedi ki: «Ben doğruluk kasabıyım;<br />
Doğruyu keserim de doğruyu satmam».<br />
«İnsan kasabıyım» diye övündü başka birisi<br />
Babası kadar kekre, ham.<br />
«Barış kasabı» vahşi bir yaban kedisi;<br />
Kıyıcı bakışlarında şehvet konuşuyordu.<br />
Pençeleriyle tırmanmış insanların sırtına,<br />
Kin kusuyordu.<br />
«Ucuzluk kasabı» nın elinde satır,<br />
Her şeyi sadistçe kesiyordu...<br />
Obur kediler sıçrıyordu damdan dama,<br />
Bağırsak kokulu bir yel esiyordu.<br />
Bana bakıp höykürüyordu kasapbaşi;<br />
«Sen nereden düştün aramıza, kimsin, necisin<br />
Bir kırık kavalın var, bir sevecen yüreğin,<br />
Belli ki bezirgan değilsin».<br />
Bıçaklar bileğleniyordu, eğdim başımı;<br />
«Garibanım, ben kentten değilim» dedim.<br />
«Bulursam bu kör çarşının çıkış kapısını,<br />
Hemen gideceğim.»<br />
Ben sevgi dağlarının yıldız çobanı;<br />
Ezgiler sektiren ozan usta...<br />
Üstüme damlıyor Zühre yıldızının kam,<br />
Kasaplar çarşısında çağ hasta.<br />
Bahattin KARAKOÇ<br />
21
NECİP FAZIL<br />
Necdet ÖZKAYA<br />
Teşbih ifâdeye canlılık, güzellik verir. Yerinde<br />
yapılan bir teşbihte, sayfalarca anlatılamayacak<br />
mânâlar bulunur. Bakıyorum, günlerdir N.<br />
Fâzıl'ın ardından, onu anlayabilmek .anlatabilmek<br />
' : çin ne güzel teşbihler yapılıyor, semboller<br />
bulunuyor. Kimileri, «Bir Yııldte Daha Kaydı»,<br />
«Ulu Bir Çınarın Koca Bir Dair Daha Düştü»,<br />
«Bir Dağ Daha Göçtü.» gibi müşahhas mecaziarla<br />
üstadın ölümünden duyulan acıları dile getirirken,<br />
bir kısmı da «Aksiyon Adamı», «Dâhi Bir<br />
Şâir», «Sultanü-ş-Şuara», «Çile'nin Büyük Şâiri»<br />
ve benzeri tamlamalarla, Üstâd'm sevdiği<br />
mücerred ifâdelerle onun kıymetini anlatmaya<br />
çalışıyorlar. Şüphesiz ki Necip Fâzıl'ı tarife bu<br />
ifâdelerin gücü yetmez. O, bana kalırsa «Bir a-<br />
dam»dı. isimda tarifi yapılan mükemmel insan<br />
örneğine ulaşmak isteyen, ona benzemeye çalışan<br />
bir adamdı. Hafakanlarının, azaplarının, çilelerinin<br />
gerçek sebebi buydu. O eşsiz insan örneğine<br />
varmak.. Üstâd kendisindeki hâlis kumaşın<br />
farkına vardığı zaman, nice bir hevâ ü heves<br />
İçinde idi, bunu kendisi muhtelif yazılarında, konuşmalarında<br />
anlatıyordu. Necip Fâzıl çapında<br />
bir zekânın, ele avuca sığmaz bir mizacın günün<br />
birinde, yaşadığı renkli hayâta, «prensliğe» anîden<br />
veda etmesi ne büyük bir karar, katlanılması<br />
ne kadar zor bir azaptır. Necip Fâzıl bu şanlı<br />
azabı, ateşi içer gibi içmiştir.<br />
Necip Fâzıl gibi bir zekâyı, bir müstesna<br />
kıymet: kim keşfetmiş, nasıl keşfetmiş, onu hangi<br />
keskin bakışlar içinin en derin yerinden yakalamış,<br />
yola hizâye sokmuş Bunları bilenler biliyor.<br />
Zira, rahmetli 'kendisi yazmış, anlatmıştır<br />
bu büyük dönüşün hikâyesini Necip Fâzıl'ın<br />
çapına ölçü biçmeye kalkarken, onu kıskıvrak<br />
bağlayıp İslâm'ın hizmetine sokan insanın iktidarını<br />
görmezlikten gelmiyeiim. Necip Fâzıl, E-<br />
fendi'sini hiç unutmadı, her fırsatta O'nu anmayı<br />
vazife bildi. O'na bağlılığı tam ve kafiydi.<br />
Hep düşünmüşüm: «Başkalarının en ufak<br />
bir imâsına, tarizine tahammülü olmayan, doğum<br />
tarihinde bile yanlışlık yapan birini azarlamaktan<br />
çekinmeyen Necip Fâzıl'a, nefsini «üç<br />
ayakla seken, topal köpek» derekesine indirten<br />
avcı ne büyük, ne usta bir nişancı imiş ki, okunu<br />
avının tam kalbine, şahdamanna isabet ettirmiş.<br />
ıBir yumak ak-kor'u (nâr-ı beyzâ) avının<br />
eline tutuşturmuştur. O ateşten küre kırk - elli<br />
yıla yakın Necip Fâzıl'ı yaktı durdu. O, yanmadan<br />
ne büyük rahmetler saçıldığını hep birlikte<br />
gördük. Necip Fâzıl kararan veya karartılmaya<br />
çalışılan mukaddes ocağı, ciğerlerindeki nefesin<br />
bütünü ile ve sonuna kadar üfledi, üfledi, üfledi...<br />
Nice bin gönülde o ocaktan sıçramış bir<br />
altın kor var.<br />
Necip Fâzıl, yeni bir Necip Fâzıl bulabildi<br />
mi Sanmıyorum. Zaten böyle birini de aramıyordu.<br />
Araması herhalde ham bir hayâl olurdu.<br />
Dâvayı, meseleyi, kendisine emânet edilen<br />
sırrı, kime anlatacak, kime açıklayacaktı Her<br />
«ideolocya« sahibinin yaptığı gibi, ateş genç gönüllerde<br />
yakılacaktı. Hedef ve hitap «genç a-<br />
dam»aydı. Üstâd keskin zekâ ve sezgisiyle, târih<br />
muhâsebesindeki gücüyle «gen'ç adam»m<br />
kaynağını da keşfetmişti: Oğuz'un Altın Nesli!<br />
Bu kol, bu damar çok önemliydi. Türk tarihi içinde<br />
Oğuzlar'ın oynadığı rolü bilmek ve meseleyi<br />
öylece ele almak, dâvanın mihrak'ında onu görmek,<br />
sırrı ve hakikati olanca çıplaklığı ile herkese,<br />
özellikle ona anlatmak çok isabetli ve manâlıdır.<br />
Önce Oğuz'un altın neslini uyandırmak lâzımdı.<br />
Mânâ ve maddede küçülüşün sebebini önce<br />
o anlamalıydı. Çünkü kızılca kıyamet onun<br />
üstünde kopmuştu. Öz yurdunda sefil ve parya<br />
edilerek şaşkına döndürülen o idi. Türk'ün bu<br />
hâlis kaynağına inilebilir, bmbir maniaya rağmen<br />
su incecik serçe parmağı kalınlığında bir<br />
arktan akıtılabilirse, gerisi kolay değildi ama, Allah<br />
kerimdi...<br />
O genç adama hâlimizin, mazimizin muhasebesini,<br />
mukayesesini yaptıracaktı. Kehkeşahlara<br />
kaçmış güneşleri arattıracak, sınırların çok<br />
ötesinde kalan Tuna'nın, NH'in yasını tutturacaktı.<br />
Med ve cezrimizi nefes nefes, safha safha<br />
yaşattıracaktı. İnsanların hayâtında, psikolojisinde<br />
sevinçler, iftiharlar kadar elemlerin, teessürlerin<br />
de ehemmiyeti vardır. «Çaremiz» burada,<br />
bu noktada aranıyor, yas ile sevincin güreştiği<br />
yerde, «Ne olacak hâlimiz» suali çıkıyor<br />
22
ortaya Duygu ve düşüncelerin en gerginleştiği<br />
zaman, Necip Fâzıl'dan «Çâremizi» dinlemek ne<br />
güzeldi. Şimdi oturup okumok da herfıâlde ondan<br />
daha güzel, manâlı ve faydalı olur. «Giden şanlı<br />
akınoı'nın yurduna dönüşünü» büyük bir hasretle,<br />
ümitle beklemek ne büyüleyici hayâldir. Nice hayâllerin<br />
gerçekleştiği bir ilhanda, akıncının bir<br />
gün yeniden zuhur etmeyeceğini, akıncılık ruhunun<br />
dirilmeyeceğini kim iddia edebilir Bizzat<br />
şâirin kendisi bu ruhun bir başka tarzdaki, kılıktaki<br />
temsilcisi değil midir ! Bu düşüncemin tesiriyle<br />
olacak ki, Necip Fâzıl denilince gözümde<br />
hem bir akıncı hayâli canlanmıştır. Akıncılık, a-<br />
kıncıılar, akıncı üzerine yazılmış çok şiir, hikâye<br />
okumuşumdur, lâkin hiçbirinde yazılanları yazanları<br />
ile birlikte tam olarak hayâl edememişimdir.<br />
Yahya Kemâl'in şiirlerinde az-çok bu havayı bulduklarım<br />
olmuştur. Fakat onu, o büyük şâiri, u-<br />
çar gibi giden atlar üzerinde tasavvur edememişimdir.<br />
Veya bir sur'a tırmanan, o yükseklikte<br />
vurularak kartallar gibi düşen «Yeniçeri» hayâlini<br />
de yine Yahya Kemâl tipinde canlandıramamışımdır.<br />
Belki böyle düşünmemde Yahya Kemâl'in<br />
yaşadığı âsûde hayâtın rolü vardır. Rintçe<br />
duyguları ve tavırlarımın bende böyle intibalar<br />
doğurması tabiîdir.<br />
Necip Fâzıl'ı küffâr üzre hep kılıç sallarken,<br />
ok uçururken, kâfir kalelerine saldırırken düşünmek<br />
zihnime uygun geliyor.<br />
«Diyâr-ı küfr neresidir» diye suâl ederseniz,<br />
İslâm'ın ulaşamadığı, ulaştığı halde bayrak dikemediği<br />
her yer. «Diyâr-ı küfr»ün mânâsı, mahiyeti,<br />
yeri ve yönü tıpkı «Krzılelma» gibi zaman<br />
şartlarına bağlı olarak değişmiştir. Ama, uzun<br />
bir zaman, fethedilinceye kadar, Türk orduları,<br />
Arap askerleri, hükümdarlar, âlimler sanatkârlar<br />
vs. küfrün temsilcisi olarak hep Bizans'ı o-<br />
nun remzi olan Konsîantiniyye'yi görüyorlardı.<br />
Bu şehir aynı zamanda İs I âmin ve Türk'ün Kızılelması<br />
ve rüyasıydı.<br />
Küfür, hîle, desise denilince aklımıza hep Bizans<br />
gelmiştir. Bununla ilgili deyimler yapmışız.<br />
Bizans entrikası gibi... Türklüğün yeni bir hamle<br />
gücü kazanması için Bizans'ın düşmesi, Konstantiniyye'nin<br />
Türk olması gerekirdi. Rûm'un çelengi<br />
düşecek, Frenk'ın başı 'İslâm îmânı karşısında<br />
eğilecekti. Küfür Kal'asını çevreleyen surlarda<br />
fetihten çok önce gedikler açılmıştı. Açılan<br />
gedikleri birleştirmek, diyâr-ı küfrün üstüne hilâl'i<br />
kazımak Fâtih'e kısmet oldu.<br />
iBizans, fetih, Fâtih ve bütün bunları düşününce<br />
Necip Fâzıl'ı karşımda Ulubatlı Hasan<br />
gibi görüyorum. Surlarda kelime-i tevhidli, hilâi'li<br />
bayrağı dalgalandıran, fakat son hücumda şehid<br />
düşüp İstanbul'u görıemiyen Yeniçeri hayâli gözümde<br />
canlanıyor. Tuna'yı her sefer ayında aşıp<br />
Avrupa içlerine yönelen akıncılar vardı ya, bunlar<br />
serden, anadan, yardan vazgeçmiş gaza erleriydi.<br />
Maksatları Ailah'ın yüce, güzel ve mübarek<br />
isimlerini yükseltmek, nice dil bilmez, yol bilmez<br />
insanı müslüman etmek, nice kara donlu<br />
zorlu kâfirlere baş eğdirmek, diz çöktürmek, onları<br />
îmâna getirmekti. İşte Necip Fazıl bu akıncı,<br />
serdengeçti erlerinden biriydi, siz isterseniz<br />
«Beyleri ndendi» deyiniz.<br />
Evet, Necip Fâzıl surda gedik açanlardan<br />
biridir. Cenk meydânında şehid düşmedi, fakat<br />
gaza okları alaraik, gâzîlik berâatini kazandı.<br />
Küfür kalesinde büyük kayıplara rağmen gedikler<br />
açılmıştır, karşı tarafın bütün gayretine rağmen<br />
surlarda açılan boşluklar kapatılamamıştır.<br />
Bu deliklerden iman orduları geçip Bzians'a dâhil<br />
olacaktır. Bizans'ın Hakk'a, îmâna, nura kısaca<br />
topyekûn İslâm'a teslimi mukadderdir. Ama ne<br />
zaman Seksiz şüphesiz deyiniz: Allah'ın takdir<br />
ettiği zaman!<br />
Necip Fâzıl'a, karşı cephedeki adamlar takılmışlardır.<br />
(Kalem mücâdelesinde yenemedikleri<br />
için ona karşı ne akıl almaz dolaplar çevirmişlerdir.<br />
İftira etmiş, alaya alarak küçük düşürmeye<br />
çalışmışlardır. Buldukları isimlerden biri: Süper<br />
Mürşid'îiktir. Onlar ne derse desin şüphesiz<br />
ki, Necip Fâzıl irşâd edici bir büyük san'atkârdır.<br />
Söz bu, noktaya gelince bir mukayeseyi gayet<br />
temkinli ve itinayla yapmak istiyorum. Necip<br />
Fâzıl'ı diğer tarîkat mensuplarından ayıran<br />
birçok tarafları var • Zamanımızda veya geçmiş<br />
asırlardaki irşâd edicilerin çoğu kapalı bir muhitte<br />
çalışır, gözlerini, kulaklarını nice kötü ve<br />
çirkin şeylere kapar ve tıkarlar. Uzak durdukları<br />
konuların başında siyâset ve devlet güdücülüğü<br />
gelir. Evlerinde, tekke veya zaviyelerinde kendilerine<br />
bağlıı insanları irşâd ederler. Tâbir caizse<br />
düşman sahasına girmeden faaliyet gösterirler.<br />
Halbuki Necip Fâzıl meydânlarda en güçlü cihazlarla<br />
dâvayı ilân etmiştir: Allah ve Resule<br />
bağlılık! Allah nizâmı dışındaki bütün nizâmlara<br />
hayır. Necip Fâzıl caddelerde, sokaklarda kalabalıkların<br />
içindedir. Çıkmaz sokakları işaretlemektedir.<br />
Devlete, devlet idaresine taliptir. Tasavvuf<br />
ehlinde görülen soğukkanlılığı Necip Fâzıl'da<br />
her zaman görmek mümkün değildir. Ayranı<br />
sık sık kabarır, umumiyetle şahsının dışında<br />
kalan sebeplere bağlı bir öfke. Allah adına<br />
öfkelenmek... Her yiğidin göze alamayacağı bir<br />
davranış.<br />
Necip Fâzıl'ın kahramanları da değişik; gönlünün<br />
bir tarafında Yunus Emre, diğer köşesinde<br />
Köroğlu. Birbirine zıt İki tip. Halbuki bizim tarikat<br />
geleneğimizde ideal şahsiyet Yunus'tur. Necip<br />
Fâzıl'ın benzerini ilk islâm mücâhidleri veya<br />
Anadolu'nun Türkleşmesinde —İslâmlaşmasında<br />
rol almış derviş— gaziler arasında görmek mümkündür.<br />
Cihâd ve gaza için neye ihtiyaç var<br />
Düşmana. Necip Fâzıl enterasan bir şahsiyet.<br />
Allah ve Resul'ün aşkıyla yanıp tutuşurken bir<br />
yandan da düşmanına muhtaç olduğunu açık a-
çık beyan edebiliyordu. Kâinatın yaraddışındaki<br />
ahenkli tezat, Necip Fâzıl'ın şahsiyetinde, eserlerinde<br />
ve fikriyatında yerine oturmuştur. Üstâdla<br />
ilgili yapılacak ilmî incelemelerde bu hususlar<br />
herhalde teferruatıyla işlenecektir.<br />
Necip Fâzıl'ın fikir kavgaları, basın münâkaşaları<br />
var. Takip etme imkân ve fırsatına sahip<br />
olanlar için bunlar bir ömür boyu zevki e hatırlanacaktır.<br />
Zekâ, mantık, nükte, ebedî küfür ve<br />
kalem kavgasının diğer unsurlarını öğrenmek isteyenler<br />
veya bu karakterdeki yazılardan hoşlananlar<br />
onları bulup okumalılar. Hasmın nasıl tuşla<br />
yenildiği o yazılarda görülür. Allah'ın bir lütfudur<br />
Necip Fâzıl. Niye mi İslâm'ın, müslümanların<br />
küfür karşısında gerilediği, büyük şehirlerden<br />
kasabalara, ana caddelerden arka sokaklara<br />
kaçtığı, gizlendiği bir sırada, eski imparatorluk<br />
merkezinde, hem de basın-yayın yolu ile zuhur<br />
ettiğindendir. Hasmın suratında bir kırbaç' şiddetiyle<br />
patlayan bu kalem, karşı cephede olsa idi<br />
müslüman kalemler herhalde çok zor duruma<br />
düşerdi diye düşünüyor ve bu noktada da Necip<br />
Fâzıl'ın vazifesinin ne olduğunu tam olarak kavrıyorum,<br />
islâm dâvasının büyük bir neferidir veya<br />
'kendi tabiriyle «mukaddes yükü taşımaya<br />
memur bir hamGİdır.« Bu hamallığa, ne acılara,<br />
ne çilelere mai olacağının şuuru ve hesabı içinde<br />
talip olmak divanelik veya kahramanlık olarak<br />
vasıflandırılabilinir. Her ikisi bir arada veya<br />
ayrı ayrı Necip Fâzıl'ın macerasını ifâde etmede<br />
kullan ı labilinir.<br />
Üstâd, islâm'ı yalnız hasımlarımıza karşı değil,<br />
müslüman kılıklılara karşı da müdâfaa etmek<br />
zorunda kalmıştır. Onun en çok kızdığı ve bir<br />
ömür boyu yola getirmek için didindiği «ham<br />
yobaz-kaba softa» yaftası ile teşhir ettiği tiplerdi,<br />
Devrimbaz, komünist, mason ve daha bilmem<br />
kimler ona karşı tam ittifak içindeydiler. Yanlarına<br />
nice gizli açık müessir güçleri de alarak,<br />
varsa yoksa Necip Fâzıl deyip başına üşüştükleri<br />
günleri hatırlıyorum. Aslında hırpalamak, horlamak,<br />
sâf dışı etmek istedikleri Necip Fâzıl değildi.<br />
Temsil ettiği dâva idi. Fakat Allah'ın yardımı<br />
ile nice ve zahmetli darlıklardan geçilmiş<br />
ve bir gün Necip Fâzıl büyük şehirlerimizin en<br />
büyük salonlarında «İmân ve Aksiyon»u ile vatanın<br />
helâl süt emmiş evlâtları ile yüz yüze gelmiştir.<br />
Bir işaretin, bir mimiğin, 'bir ufak nüktenin<br />
hangi büyük mânâlarla yüklü olduğu, anlatanın<br />
ustalığı, dinleyenlerin arifliği bu salonlarda<br />
çok görülmüştür. Hâtıralar denizine dalmadan<br />
şunu söylemeliyim ki, Necip Fâzıl bir başkasıyla<br />
mukayese edilmeyecek konuşma ve hitabet üslûbuna<br />
sahipti.<br />
Büyük Doğu, Necip Fâzıl'ın fikir-sanat, aşk,<br />
vecd, kavga ve çilesini sîmlendiren bir marka...<br />
Ayrıca karargâhının hususî bir remzi. İdeolocya<br />
örgüsüne verdiği en hâs isimlerden biri.<br />
Büyük Doğu bir mekteptir. Kaç nesil bu mektepte<br />
ilim, irfan, san'at, hikmet ve <strong>edebiyat</strong> talîm<br />
etti. Kaç neslin gözünde ıBüyük Doğu mukaddes<br />
İslâm dâvasının şekillendiği, planlandığı bir<br />
azîz ocak olarak görüldü. Bu ocakta yakılan a-<br />
teşten, bu ateşin yakıcı duygu ve düşüncesinde<br />
yeni nesiller Kavrulmalı, pişmeli, hamlıkları atılmalıdır.<br />
Necip Fâzıl, meselesi olan şâirdir. Gaipler,<br />
öteler, varlık-yokluk onu dâîmâ meşgul etmiştir.<br />
Kâinatin sunduğu nice bilmeceyi çözmek için<br />
uğraşmıştır. İfritten suâller, 'beyin zarına batan<br />
kıymıklar, şü'pheletf, korkular, vehimler... Gerçek,<br />
hâlis bir şâir'in haysiyetli fikir çilesi ve<br />
muhteşem azabı. Ve sonra büyük bir tecelli.<br />
«İrşâd edicim ve kurtarıcım» diye sıfatlandırdığı<br />
Esseyid Abdülhâkîm Efendi Hazretleriyle karşılaşma.<br />
Eskiyle kendi kıymetlendirdiği hudutlar<br />
içinde alâkası kalan, yeni, yepyeni bir Necip Fâzıl'ın<br />
doğuşunu görüyoruz.<br />
Şâir'in içindeki iniş-çıkışlar .fırtınalar yavaş<br />
yavaş bitmekte. 'Sular durulmaktadır. Yeni meddin<br />
hazırlığı var. Büyük «Çile» asıl şimdi başlıyor.<br />
Nice ifritten suâllerin cevaplan tek tek verilmiş.<br />
Vehim ve gölgelerin yerini «hakikat» almıştır.Sır<br />
yüklü yumaklar birer birer çözülüyor, her<br />
açılan kapı, her kalkan perde şâirimizin önüne<br />
yeni ufuklar, yeni âlemler çıkarıyor. Gördükleri<br />
karşısında şaşkın ve hayran...<br />
Ötelerden gelen sesleri çok net alacak cihaza<br />
sahip olmuştu. Oralardan gelen mesajları şimdi<br />
daha iyi anlıyor, yorumluyor ve ifâde edebiliyordu.<br />
Ezel fikri, ebed duygusu şâir'in bin bir<br />
hafakan'dan kurtulmasını sağlıyordu. Bundan<br />
sonraki devir aşk, vecd, tefekkür, imân kısaca<br />
şâir'in İslâm'ı yaşama ve yaşatma devridir. Bu<br />
vazife ve ona bağlı olarak hizmet son nefese kadar<br />
devam etmiştir. «Sonsuza varmak, Hak'ta<br />
dirilmek.» Ümit ediyorum, üstâd bu dileğine kavuşmuştur.<br />
Kalem, artık onun elinde Allah ve Resul'ün<br />
aşkını işlemektedir. Şairlik cücelere mahsûs; o-<br />
nun gayesi büyük sanatkâr olmaktır. Gayesine<br />
ulaşmış, muradına ermiştir. Necip Fâzıl, hazâ<br />
büyük sanatkârdır. Eşine belki birkaç asırda ancak<br />
rastlanan bir mütefekkir-şâirdir.<br />
Üstadın cüce olarak tavsif ettiği şâirlerden<br />
biri hazırladığı biyografi cinsi bir «Sözlük»te Necip<br />
Fâzıl için: «1943'ten sonra din ve siyâset a-<br />
lanlarındc tuttuğu ters yol, onu sanatını ve değerini<br />
harcamaya götürdü.» diyor. Değerlendirmenin<br />
bize göre abes olduğu açıktır. Bu kanaati<br />
beyân eden zât ne yazık ki üstâdtan çok önce<br />
öldü. Sağ olup da Necip Fazîl'ın tabutu arkasında<br />
giden mahşerî kalabalığı görseydi acaba bu<br />
düşüncesinden vazgeçer miydi, diye düşünüyorum.<br />
Kim bilir Her şey nasib meselesi. .<br />
Ramazanın ve cumanın mübarek şafağında,<br />
Allah (c.c.) üstada ve cümle geçmişlerimize rahmet<br />
etsin. Nûr içinde yatsınlar. Amin!
DİVAN ŞİİRİMİZE DÂİR<br />
Halil AÇIKGÖZ<br />
Dîvân şiiri dendiğinde, etrafta pek çok ekşimiş<br />
yüzler görürsünüz. Halbuki, yediden yetmişe<br />
en az bir lise tahsilinden gecenler, Bakî,<br />
Nedim, Fuzûlî v.s. isimlerle hiç olmazsa hayatta<br />
bir kaç defa karşılaşmıştır.<br />
Dîvân şiirine dargınlığın, küskünlüğün, hattâ<br />
hor ve hakîr görmenin sebebini 'kendimce fc-ir<br />
türlü çöze m emişime! ir. Lehte ve aleyhte yazanlar<br />
ya övgü döşeniyorlar veya birer sövgü. Hemen<br />
hemen bir asrı aşkındır söylenenler hep<br />
aynı. Yalnız devirler ve isimler muhtelif. İnsan bu<br />
kendini inkâr veya tanımayış, hattâ tanımak,<br />
bilmek istemeyiş karşısında ister istemez üzülüyor.<br />
Dîvân şiirine karşı ilk aksu I âmel Nâmık Kemâl<br />
ve Ziya Paşa ile başlamıştır. Gerçi, o devirde<br />
mevcut siyâsî ve edebî değerlere muhtevada<br />
ve üslûbda gösterilen karşı tavır Şinâsî'-<br />
den gelmektedir ama, onunki sâdece «tavır»<br />
plânında kalmıştır. Fakat Ziya Paşa ve bilhassa<br />
Nâmıık Kemâl, Şinasî'nin etrafındakilere söyleyip<br />
de yazamadıklarını adetâ hoparlörle haykırdılar.<br />
"Ltsân-ı Osmonî'nin Edebiyatı Hakkkmda<br />
Bâzı Mülâhazatı Şâmildir" (Tasvîr Efkâr, Nr.<br />
416—417, 16—17 Rebiülâhır 1283/29 Ağustos<br />
— 1 Eylül 1866, İstanbul!) makâlesiyle Nâmık<br />
Kemâl, dilimiz ve <strong>edebiyat</strong>ımızla alâkalı, hayatının<br />
sonuna kadar bir daha vazgeçmiyeceği;<br />
dâima geliştireceği ve derinleştireceği bir takım<br />
prensipler ortaya koydu. Halbuki, bu "âteşin"<br />
mizaçlı şâir, daha yirmi yaşındayken koca bir<br />
dîvân teşkil edecek kadar eski şiirin hazlar âlemine<br />
dalmıştı. Şinasî'nin halkasına dâhil olduktan<br />
sonra, artık Nâmık Kemâl'in gönlü kendisinin,<br />
kafası Avrupa'nındır. Yeni Osmanlılar <strong>edebiyat</strong>a<br />
siyâset soktular ve politik fikirlerini yaymak<br />
için sanatı bir enjektör olarak kullandılar.<br />
Tavırları ve davranıştan doğrudan doğruya siyâsî<br />
idi.<br />
Eskiden beri, <strong>edebiyat</strong> denilince akla ilk<br />
gelen şiirdi. Yedisinden yetmişine, çobanından<br />
pâdişâhına kadar şâir bir millettik. Şiir, her zaman<br />
el üstünde tutuJmuştu. Dîvân Şiiri de, her<br />
vakit birinci plânda geliyordu. Nâmık Kemâl<br />
için hedef belliydi. Victor Hugo, romantizmi "Edebiyatta<br />
liberalizm" diye tarif ediyordu. Bu<br />
prensip ile klâsisizmin yerine romantizmi ikâme<br />
etmek, Avrupa'da nasıl mümkün olduysa, Osmanlı<br />
ülkesinde de eskiden beri <strong>edebiyat</strong>ın sâhib<br />
olduğu bütün değerleri değiştirmek, yerine yeni<br />
bir <strong>edebiyat</strong> anlayışı yerleştirmek lâzımdı. Daha<br />
doğmadığı halde Nâmık Kemâl'in kafasında<br />
nazarî plânda teşekkül eden <strong>edebiyat</strong>ın ismi,<br />
"edebiyât-ı sah!haî"dw; eskîı <strong>edebiyat</strong> ise hayalî<br />
ve taklîdî bir <strong>edebiyat</strong>tır. Celâl Mukaddimesi'nde<br />
şöyle diyor: "Dîvânlarımızdan biri mütâlâa<br />
olunurken insan, muhtevi olduğu hayâlâtı<br />
zihninde tecessüm ettirse, etrafını mâden elli.<br />
deniz gönüllü, ayağını Zühal'in tepesine basmış,<br />
hançerini iMirrih'in göğsüne saplamış memdûhlar;<br />
feleği tersine çevirmiş de kadeh diye önüne<br />
koymuş, cehennemi alevlendirmiş de dağ<br />
diye göğsüne yapıştırmış, bağırdıkça: arş-ı âlâ<br />
sarsılır, ağladıkça dünya kan tufanlarına gark<br />
olur âşıklar; boyu serviden uzun, beli kıldan ince,<br />
ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli,<br />
geyik gözlü, yılan saçlı maşukalarla mâlâmâl<br />
göreceğinden kendini devler, gulyabânîler âleminde<br />
zanneder." (1)<br />
Ziya Paşa, otuz yaşına kadar aldığı dîvân<br />
terbiyesine rağmen, bilhassa eski şiire karşı ilk<br />
cür'etli çıkışı yapar. "Şiir ve İnşa" (Hürriyet, Nr.
11, 20 Cemâziyelevvel 1285/7 Eylül 1868 Londra)<br />
bir redd-i mirastır. Millî şiirimiz adına Ziya<br />
Paşa da şunları söylüyor: "Rûy-i arza ne kadar<br />
milel ve akvam gelmişse cümlesinin kendilerine<br />
mahsûs şiirleri vardır. Osmanlılar'ın şiiri acaba<br />
nedir Necatı ve Bakî ve Nef'î dîvânlarında gördüğümüz<br />
bahr-ı remel ve ihezecden mahbûn ve<br />
muhbis kasâid ve gazeiiyat ve kıt'aât ve mesneviyât<br />
mıdır Yoksa Hâce ve Itrî gibi mûsikîsi<br />
nâsân in rabt-ı makâmât ettikleri Nedim ve<br />
Vâsıf şarkıları mıdır Hayır bunların hiç birisi<br />
Osmanlı şiiri değildir. Zira görülüyor ki, bu nazımlarda<br />
Osmanlı şâirleri şuarâ-yı İran'a ve şuarâ-yı<br />
İran dahî Arapiara taklîd ile melez bir<br />
şey yapılmıştır. Ve bu taklîd üslûb-ı nazımda<br />
değil ve belki efkâr ve ma'ânîye bile sirayet<br />
edip, bizim şuarâ-yı eslâf edâ-yı nazmu ifâdede<br />
ve hayâlât ve ma'anîde Arap ve Acem'e mümkün<br />
mertebe taklide sa'y etmeyi maâriften addetmişler<br />
ve acaba bizim mensûb olduğumuz<br />
milletin bir lisânı ve şiiri var mıdır ve bunu ıslâh<br />
kâ'bil midir, asla burasını mülâhaza etmemişlerdir."<br />
Görüldüğü gibi, Necâtî, iBâkî, Nef'î, Nedim,<br />
Vâsıf v.s. bilumum divan şâirleri, bir kalemde<br />
millî şiir dâiresinden çıkarılıverilmiştir. Gerçi<br />
Ziya Paşa "Hârâbat 'Mukaddimesi" ile âdeta<br />
günâh çıkarmıştır ama, Nâmık Kemâl'in tenkidlerı<br />
ve mektupları, bütün eski <strong>edebiyat</strong> müdâfîlerine<br />
karşı, "edebiyât-ı cedîde" adına dîvân<br />
şiiri aleyhindeki görüşleri, kafalarda kök salmaya<br />
başlamıştır.<br />
İşte o zamanlardan beri Türk <strong>edebiyat</strong>ı divân<br />
şiirinden adım adrm uzaklaştı. Bu ayrılmanın<br />
pek çok sebebi var. Esasen pekçok araştırmaya<br />
gerektiren bu mevzu bizim şu andaki<br />
meselemiz olmadığı için şimdilik işaretle iktifa<br />
ediyoruz. (2)<br />
Yer yüzünde, kendi <strong>edebiyat</strong>ına düşman kesilmiş<br />
bir millet göstermek mümkün değildir.<br />
Ama biz, bin senelik edebî faaliyetimizin büyük<br />
bir yığınını görmezlikten geliyor ve hattâ inkâra<br />
kalkışıyoruz.<br />
Günümüzde bâzıları, hâlâ "illâ dîvân şiiri"<br />
diye tutturanlar varmış gibi, bir takım isimleri<br />
aşağılamak için, dîvân şiirine; dünyâsına ve<br />
estetiğine hücum ile meşgul. Cervantes'in Don<br />
Kİşot'ları her nedense, <strong>edebiyat</strong>ımızda pek çok.<br />
Halbuki Türk kültürünün ve <strong>edebiyat</strong>ının mazisinde<br />
kalan mes'elelerini, ilmî usûller ile didik<br />
didik edip araştıran, tanıtan eserleri gönül ne<br />
kadar istiyor!..<br />
BİR HAKKI TESLİM:<br />
Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu'nun neşredilen<br />
son eserini, içimi kemiren bu duygular ile<br />
okudum.<br />
Yahya Bey ve Dîvânından Örnekler (Kültür<br />
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser<br />
Dizisi: 100, Haziran 1383, ANKARA) her şeyden<br />
önce bir yardımcı kitap olarak hazırlanmış. E-<br />
serin "Sunuş" 'unda da söylendiği gibi: "Bu eserin<br />
dîvân <strong>edebiyat</strong>ını tanımak isteyecekler tarafından<br />
okunabileceğini, okullarımızda yardımcı<br />
kitap olarak tavsiye edilebileceğini düşünerek,<br />
dîvân <strong>edebiyat</strong>ında kullanılan nazım şekillerinden,<br />
kaside, terkîb-i bend, muaşşer, muhammes<br />
gibi örnekleri, bunlar hakkında sağlamı bir fikir<br />
vermek için kısaltmadan, olduğu gibi aldım.<br />
Açıklamalarda ise, bugünün okuyucusuna yabancı<br />
kavramları, beytin anlaşılması için gerekli<br />
fakat herhangi bir sözlükte bulunması güç dînî-efsânevî<br />
unsurları ve deyimleri göstermekle<br />
yetindim." (Sh: 6) esere metinlerden örnekler<br />
alınmıştır. Bu seçme, sâdece metinden ibaret<br />
bir derleme olarak kalmıyor, beyitlerin bugünkü<br />
Türkçe'ye nakli ile beraber yer yer metin şerhlerini<br />
de ihtiva ediyor.<br />
Eser; araştırıcılar ve <strong>edebiyat</strong> düşkünleri<br />
için de bir el kitabı olmak itibariyle, dîvân şiirini<br />
değerlendirmede yeni ufuklar açmaktadır:<br />
"Dîvân <strong>edebiyat</strong>ı, hele dîvân şiiri, son elli<br />
yılda bir sınıf <strong>edebiyat</strong>ı olarak tanıtılmış, biraz<br />
insafı olanlar tarafından anlaşılması ve istifâde<br />
edilmesi herkesin harcı olmayan bir gizli ilim<br />
gibi gösterilmiştir... Önce bu <strong>edebiyat</strong> Türkler'in<br />
ve Türkçe konuşanların meydana getirdikleri bir<br />
<strong>edebiyat</strong>tır, sonra da bir imparatorluk <strong>edebiyat</strong>ıdır...<br />
Dîvân <strong>edebiyat</strong>ı, Osmanlı dediğimiz klasik<br />
kültürümüzün bütün dalları gibi, imparatorluğu<br />
teşkil eden kavimlerin Türk üslûbunda kî ortak<br />
mahsûlüdür. Onları birleştiren iki şey vardı. Dil<br />
ve İslâm dîni, İmparatorluğun dili Türkçe olduğu<br />
için bu <strong>edebiyat</strong> bir Türk <strong>edebiyat</strong>ı, dîni de İslâm<br />
dîni olduğu için İslâmî bir <strong>edebiyat</strong>tır. Fakat bu<br />
<strong>edebiyat</strong>ın bir özelliği daha var ki, o da belli<br />
estetik kurallara dayanmasıdır... Târihimizi ve<br />
kültürümüzü öğrenirken dîvân şiirini, millî zevkimizin<br />
bu çok değerli mahsûlünü bir yanda bırakmamız<br />
söz konusu olamaz." (sh: 5).<br />
Müellifin, dîvân şiirimiz hakkındaki bu umûmî<br />
hükümlerinin yanında en az onlar kadar değerli<br />
bir başka teşhîsi de şudur: "Yahya Bey'in<br />
dîvânından seçmeler yaparken, kendi zevkimi<br />
değil, Ziya Paşa'nın Hârâbatına kadar gelmiş<br />
geçmiş bütün antolojilerin, kütüphanelerimizi<br />
dolduran yazma mecmuaların ve nazîre mecmualarının,<br />
yani o mecmuaları düzenleyenlerin zevklerini<br />
ölçü olarak almak isterdim. Bütün modern<br />
antolojilerde ve seçmelerde böyle bir yol tutulmasının<br />
gereğine inanıyorum; çünkü, bu yol bize<br />
atalarımızın nelerden hoşlandığını göstermek yanında,<br />
millî zevkimizin târih boyunca uzayan gelişme<br />
çizgisini de takip etmek bakımından yardımcı<br />
olacaktır. Bugün için böyle bir sonucu<br />
elde etmeye ciddî olarak ihtiyacımız vardır."<br />
(sh: 5-6). Fakat bu görüşüne rağmen Çavuşoğlu,<br />
26
şahsî tercihlerin! de örnekler arasına almıştır.<br />
'Bu tercihlerinde Yahya tBey'in gâzî-şâir cephesinin<br />
de okuyucular tarafından teşhis edilmesini<br />
istediği görülmektedir. Esere ayrıca Yahya Bey'in<br />
hayâtının, şahsiyet ve san'atının, eserlerinin tanıtıldığı<br />
15 sahıfelik bir bölüm de eklenmiştir.<br />
Dîvân şiirinin ve eski <strong>edebiyat</strong>ımızın mefhumlar<br />
ve mazmunlarla yüklü dünyâsına bir adım<br />
atmak için anahtar kitap olarak Yahya Bey Dîvânından<br />
Ömekler'i tavsiyeyi bir borç biliriz.<br />
Belki bundan sonra, eski <strong>edebiyat</strong>ımıza övgü-sbvgü<br />
yerine, tanumak ve araştırmak kâim<br />
olur, kim bilir-...<br />
(l) : Celâleddin Harzemşah Mukaddimesi; ilk<br />
neşri, ayrı makale hâlinde «Midilli Mutasarrıfı<br />
Kemâl Bey Hazretleri'nin Bir Makaleleridir»; Şark<br />
Mecmuası, Nr : 1—3, 1298 İstanbul.<br />
(2) : Bu mevzuda Dr. Kâzım Yetiş tarafından<br />
hazırlanmış bir doktora tezi var. Bilhassa eski<br />
karşısmda yeni <strong>edebiyat</strong>m kökleşmesinde mühim<br />
bir payı bulunan Recâîzâde M. Ekrem'in Tâlim-i<br />
Edebiyat'ı, belagat mes'eleleri, bu kitabın devrinde<br />
uyandırdığı akisler ve te'sirleri.. İki cilt hâlinde<br />
ve 892 sayfada değerlendirilmiştir. Yapılan<br />
çalışmayı tebrik eder, eserin varlığını haber<br />
vermek suretiyle de bahtiyarlığımızı dile getiririz.<br />
«Talim-i Edebiyat'm Rhetorigue ve Edebiyat<br />
Nazariyatı Sahasında Gelirdiği Yenilikler,<br />
Doktora Tezi, 2 Cild, 1981 İSTANBUL, Türkiyat<br />
Enstitüsü, doktora tezleri kısmı.»<br />
Çağrışım Bir Tanrıçadır<br />
Çağrışım bir tanrıçadır<br />
Uzayıp gider boşlukta<br />
Âşk ağrısı ağırcadır<br />
Soğuk ve titrek loşlukta<br />
Başka ağrıyı unuttum<br />
Sukut alevlerde titrer<br />
Bıçaklar büyür korkulu<br />
Anahtar kilidi kilitler<br />
Bakışlar kalır sorgulu<br />
Verdiğim her sözü tuttum<br />
Tökezledi küheylanım<br />
Pembe ışıklar morlaştı<br />
Çölümden kaçtı ceylamm<br />
Elimde kalem korlaştı<br />
Upuzun toprağa yattım<br />
Mor rengin ötesi akşam<br />
Işık çığlık çığlık kaçtı<br />
Sağıldı bağrımda yaram<br />
Kuru dallar çiçek açtı<br />
Yeniden sevdayı tattım<br />
Nihat YÜCEL<br />
Bütün denizler yanıyor<br />
Gökyüzünde büyürken ay<br />
Gördüm maviler kanıyor<br />
Güneşimi vurmuşlar vay<br />
Kendimi bir yardan attım<br />
27
PARİS<br />
MEKTUPLARI<br />
Murat Taşkıran<br />
Burası Paris.<br />
Yağmurun hiç göz açtırmadığı<br />
bu şehirde üçüncü ayımı<br />
doldurmak üzereyim. Lisans<br />
üstü çalışması için Sorbonne'a<br />
kaydımı yaptıralı henüz bir ay<br />
oluyor. Üniversite yurduna yerleşmek,<br />
eşe dosta yerimi' bildirmek<br />
epey zamanımı aldı.<br />
Bundan sonra biraz rahatlayacağım<br />
galiba. Böylece de Fran^<br />
sızcamı ilerletme imkânı bulabileceğim.<br />
Pek fazla bir çevre<br />
edinemedim henüz. Sadece Pierre'i<br />
tanıyorum). Sıcak, sempatik<br />
ve konuşkan bir Fransız.<br />
Aynı okuldayız. Yeni yeni birbirimizi<br />
tanımaya başladık.<br />
Pierre beni evlerine akşam<br />
yemeğine davet etti bugün...<br />
Henüz Paris'i tanıyamadığım i-<br />
çin uzunca ve birkaç kez tarif<br />
etti evlerinin yerini. Hepsini anlayamadım<br />
ama 85 numaralı o-<br />
tobüse binerek Bourseul durağında<br />
ineceğimi anladım ve<br />
bunları unutmamak için yazdım.<br />
Rue Alleray'da -4 numaralı<br />
ev. İlk defa bir Fransız ailesiyle<br />
uzun zaman beraber olacağım.<br />
Doğrusu biraz heyecanlıyım.<br />
Zira Fransızcam o kadar<br />
iyi değil ve ilk" defa uzun süre<br />
konuşmak (ya da dinlemek)<br />
mecburiyetinde kalacağım...<br />
Hayırlısı bakalım... Peki ama<br />
ne götürmeliyim onlara Türkiye'den<br />
geldiğimi biliyorlar. O<br />
halde bende bizden bir şeyler<br />
götürmeliyim. Ne bileyim, meselâ<br />
bir bakir tabak veya bir<br />
havluyu ya da Türk motifi taşıyan<br />
bir seccade veya buna<br />
benzer şeyler.. İyi ki bakır tabaklardan<br />
çok getirmişim. Motifi<br />
güzel olanlardan büyükçe<br />
birini aldım yanıma. Hedef Alleray<br />
sokağı. Erken çıktım yurttan.<br />
Biraz yürümek istiyorum.<br />
Paris biraz karışık bir yer.<br />
Hem karışık hem aceleci. Herşeyi<br />
oldu-bittiye getirmek ister<br />
gibi. Hele Fransızlar.. Ne kadar<br />
aceleciler yarabbi-.. Sanırsınız<br />
bir koşuşturma yarışındalar..<br />
Hattâ bu acelecilik konuşmalarında<br />
bile var.. Büyük bir gayret<br />
sarfediyorum konuştuklarını<br />
anlamak için. Hele radyo ve<br />
televizyonl. Alışamamaktan<br />
herhalde. Ve durak. Buradan<br />
binmek istiyorum. İşte 85 de<br />
geldi...<br />
Pierr'in ailesi kalabalık değil.<br />
Fransız aileleri genellikle<br />
böyle galiba. Pierre'in babası<br />
tamirci. Annesi ise kuaförlük<br />
yapıyor. Ablası Sorbonne'un<br />
sosyoloji bölümünü bitirmiş,<br />
bir üniversiteye girmek üzere.<br />
İşte Pierre'in ailesi..<br />
Yemekde biraz şaşırdığımı<br />
itiraf etmeliyim. Biraz daha ö-<br />
zel yemek bulacağımı sandım.<br />
Oysa onlanp yemeğfnte ortak<br />
oldum, hepsi bu. Neyse ki yemek<br />
pek resmi geçmedi. Sağolsun<br />
Pierre.. Hakkımda bildiklerini<br />
söyledi durdu yemek boyunca.<br />
Bana da sadece «even<br />
demek düştü.<br />
Yemekten sonra salonda o-<br />
turuyoruz. Televizyon açılmadı.<br />
Anlıyorum ki sohbet başlaya,<br />
cak. Pierre'in ablası Helene a-<br />
çıyor sohbeti:<br />
— Bize biraz Türkiye'yi<br />
anlatır mısınız..<br />
— Şey, Tabii.. Biliyorsunuz<br />
Türkiye büyük bir geçmişe<br />
ve büyük bir kültüre sahip.<br />
Cumhuriyetten sonra batı ile<br />
temasları gelişti ve batılı...<br />
— Yani daha önce doğulu<br />
muydu<br />
— Elbette. Kültür bakımından<br />
halâ doğulu. Zira doğu<br />
ile küftür, din bağları var.<br />
— Nüfusu ne kadar<br />
— 50 milyona yakın.<br />
— Uçak, tren gibi vasıtalar<br />
çok mu<br />
— Nasıl.. Anlamadım e-<br />
f endi m..<br />
— Yani uçakla şehirler o-<br />
rası yolculuk yapılıyor mu<br />
— Şey.. Efendim özür dilimim<br />
oma Türkiye hakkında<br />
bu kadar az ve yanlış bilgiye<br />
sahip olmanıza şaşırdım doğrusu..<br />
. — Ne yani Türkiye gibi bir<br />
ülkeyi bilmek mecburiyetinde<br />
miyiz<br />
— Bu bir mecburiyet meselesi<br />
değil efendim. Bu bir ilgi<br />
ve bilgi meselesi.<br />
— Püfff.. İlgi ciddi şeylere,
üyük şeylere olur.. Bilgiye gelince,<br />
sanıyorum siz bunun i-<br />
çin hurdasınız..<br />
— Şey, kusura bakmayınız,<br />
ben tartışmak istemiyorum.<br />
Ama ciddi ve büyük mefhumlar<br />
izafidir, bilginin de vatanı<br />
olmasa gerektir.<br />
Sohbet tartışmaya dönmüştü.<br />
Hem de hiç istemeden.<br />
Allah Allah.. Ne yapmalı da işi<br />
tatlıya baglamalı.. Misafir olduğumuz<br />
yerde yaptığımız işe<br />
bakınız. Peki ama bunlara da<br />
ne oluyor Niçin böyle saldırgan<br />
oluyorlar Haaaal Tamam.<br />
Ne demişlerdi bize Konsolosluktan<br />
Evet, kelimesi kelimesine<br />
şöyle demişti Fransız konsolosluğunda<br />
ki kültür ataşesi<br />
hanım: Fransızlar eleştirilmeyi<br />
pek sevmezler. Eleştiri daima<br />
kendilerinden gelsin isterler.<br />
Başkalarından gelen eleştirilere<br />
de tahammül etmezler.»<br />
Evet, evet şimdi anlıyorum Pierre<br />
Boule'un ailesinin tavırlarını.<br />
Farkında olmadan hassas<br />
oldukları konuya temas ettik<br />
galiba. Neyse, kesmeli artık.<br />
— Biz Türkler Fransa ve<br />
Fransızlar hakkında çok şeyler<br />
biliriz. Fransa ile olan tarihi<br />
münasebetlerimiz bile sizleri tanımamıza<br />
yeter. Biliyorsunuz<br />
ilk kapitülasyonları Osmanlı<br />
devleti Fransızlara verdi. Hattâ<br />
1. François...<br />
— Normal bu, son derece<br />
normal. Fransa'yı herkes tanır.<br />
Zira büyüktür, ileridir.<br />
Boğazıma bir şeyler düğümleniyor.<br />
Çok şey söylemek<br />
istiyorum. Ama ben misafirim<br />
burada.<br />
— Tabii, tabih. Fransa'yı<br />
herkes tanıyabilir., ileridir de.<br />
— İleridir ve de büyüktür,<br />
büyük.. Oysa Türkiye halâ barbarlığın<br />
cezasını çekiyor.. Diplomatlarınızı<br />
biliyorsunuz...<br />
— Sahi, Ermenileri öldürdünüz<br />
mü<br />
— Sizden ne istiyor onlar<br />
Susmaya karar verdim a-<br />
ma böyle bir durumda da susulmaz<br />
ki..<br />
— Efendim Ermenilerin bizimle<br />
bir meselesi yok. Bunlar<br />
belli bir yerden kışkırtılan<br />
teröristler. Oyuna geliyorlar.<br />
— Yani siz onları öldürmediniz<br />
mi<br />
— Sebepsiz bir hareket asla<br />
söz kinusu değil. Bir ihanetin<br />
cezalandırılması denilebilir.<br />
— Şimdi de onlar sizi cezalandırıyor<br />
o halde.<br />
— Efendim takdir edersiniz<br />
ki Türk devletini cezalandırmak<br />
bir kaç çabulcuya düşmez.<br />
Bunlar tahriklere kapılarak...<br />
— Peki sizlere ne demeli<br />
Almanya'yı, Fransa'yı rezil ettiniz.<br />
Pisliğinizi avrupamıza<br />
taşıdınız. Defetmek istiyoruz,<br />
gitmiyorsunuz.<br />
Kan beynime sıçradı. Çok<br />
oluyordu bu Helene zıpırı... Peki<br />
Pierre Nerede o O da mı<br />
böyle düşünüyor yoksa Seslenmediğine<br />
göre...<br />
ÇARE ÇOCUK<br />
Ah Yavrucak<br />
Yarın oldukça büyük olacak.<br />
Büyüdükçe yarm, emin olacak.<br />
Hey bahçıvan<br />
— Şey doğrusu ben sohbet<br />
edeceğimizi sanıyordum. Ama<br />
konuşma bu mecraya döküldü..<br />
İşçilerimizi kast ediyorsunuz<br />
herhalde. Unutmamalı ki onları<br />
sizler, yani avrupalılar davet<br />
ettiniz. «İhtiyacımız var»<br />
dediniz. Onlar da anlaşmalarla<br />
geldiler. Tahsil ve sosyal durumları<br />
tartışılabilir.. Pislik meselesi<br />
sizin söylediğiniz gibi<br />
değil bence. Ben Onların buralarda<br />
biraz pisliğe bulaştıklarını<br />
söyleyeceğim,.<br />
— Kimse onları zorla tutmuyor.<br />
— Orası da ayrı bir mesele.<br />
Gerçekten gitmeleri istenirse,<br />
özellikle Fransa'nın onları<br />
bir saat bile tutacağı kanaatinde<br />
değilim.<br />
— Biz sizin Ermenilere<br />
yaptığınızı yapamayız.<br />
Çınardan da ulu olmalı bu fidan,<br />
Gölgesinde nice nebat barınacak.<br />
Dadı duysun<br />
İyi bakın tez büyüsün dev olsun<br />
Kafdağını sırtlayacak.<br />
Ne olur felek<br />
Etme kaza, bu son dilek.<br />
Bir maşerî vicdanı kurtaracak.<br />
Muhammet ŞAHİN<br />
29
— Kusura bakmayınız. Fakat<br />
sizin mesnetsiz ve kulaktan<br />
dolma fikirlerle konuştuğunuzu<br />
söylemek mecburiyetindeyim.<br />
Bizim Ermenilere ne<br />
yaptığımızı nasıl öğrendiniz a-<br />
caba Tarih kitapları mı okudunuz<br />
— Hayır, Fransa'da broşürlerde<br />
hepsi yazılı,<br />
— Yazılıdır, yazılıdır.. Ama<br />
onları yazanlar Ermeniler. Siz<br />
onların Türklere yaptıklarını biliyor<br />
musunuz Bilmiyorsunuz..<br />
Ama bilmediğiniz bir konuda<br />
ahkâm kesmeyi iyi biliyorsunuz.<br />
Bunu dürüstlükle bağdaştırmak<br />
mümkün değil. Tartışma<br />
mı Konuşma mı neyse daha<br />
da sertleşecek diye düşünürken<br />
televizyon (TF 1) devreye<br />
girdi. Fransa Devlet Başkanı<br />
François Mitterand'ın bir konuşması<br />
vardı televizyonda. Ev<br />
halkı pür dikkat O'nu dinlemeye<br />
koyuldu. Bense adamın<br />
sesini dahi duymuyorum. Kafam<br />
karma karışık. «Büyük<br />
Fransa, Pislik, Öldürme, İlgi,<br />
Bilgi» gibi değişik konular gelip<br />
geçiyor kafamdan. Boğazımda<br />
ise gittikçe büyüyen acı<br />
bir sertlik.<br />
Müsaade isteyerek çıktım<br />
evlerinden. Pierre benimle gelmek<br />
istedi. Gerekmediğini söyledim.<br />
Maksadım yalnız kalmaktı.,.<br />
Evet Paris.. Ve Paris'te yediğim<br />
ilk davet yemeği.. Ne<br />
yemek yal... Bir taraftan da<br />
şu yağmur.. Arabalar, ışıklar..<br />
Ne aceleci şehir şu Paris. Hele<br />
şu Fransızlar.. Hep oldu-bitti<br />
meraklısı galiba... Peki ama<br />
ben neredeyim şu anda Tar.<br />
mam, Michelet lisesinin önü.<br />
Otobüse binmefiyim artık. İyi<br />
de kim veriyor Fransızlara<br />
böyle konuşma fırsatını Kim<br />
veriyor Kim Kim... Boğazımdaki<br />
düğüm de büyüdü. Nerdeyse...<br />
Evet, burası Paris... Bakalım<br />
daha neler göreceğiz...<br />
"Aman vergil medhedeyim,<br />
Bu yerlerin Han'ı Ulgar.<br />
Sılaya yol ver gideyim<br />
Dağların cıvanı Ulgar.<br />
Posoflu FAKÎRÎ<br />
Dağları kızakla aştığımız zamandı,<br />
Beyaz yakalı talebeydim uzaklarda.<br />
Tatil dediler birgün, düştük yollara<br />
Kucağına atılmak için annemizin...<br />
Kızaklar da sökmedi bir yerde,<br />
Çocukluğumu vurdum dağlara;<br />
Tipiye, boraya, fırtınaya<br />
Yaya...<br />
Kim bilir güneş nerde, ay nerde,<br />
Onu arayan kim, yolu göster!<br />
Ardahan'dan nasıl aşmalı Posof'a...<br />
Ulgar bellerinde yol yok, iz yok.<br />
Ufak ayaklarım az gider, uz gider<br />
Açık olsa ne, bir çift kapalı göz gider...<br />
Yazın ilahî okuyan bu dağların sesi,<br />
Şimdi olmuş ejderhanın nefesi.<br />
Tepeden tırnağa buzlara bürünmüş,<br />
Alıp vursan bıçağı bir yerinden<br />
Dağlar duyacak acısını her yerinden.<br />
Ümit denen güzel kız tuttu elimden<br />
Aştım en umulmaz tepelerinden.<br />
Geçmem için buz bağladı dereler,<br />
Yemin ettim bir daha çıkmam yola,<br />
Meğer ki ipe göndereler....<br />
Gitgide karardı ejderin nefesi,<br />
Anladım ki gece başlıyor...<br />
Bir de ne göreyim, şu yamaçlar<br />
Benim kuzu yaydığım yerler,<br />
Güneş doğdu içime, yol yavaşlıyor.<br />
Kafdağı'nın koynunda uyandırdım köyü,<br />
Al kınayı al ketenden süzdüler;<br />
Buzlu suda buzlarımı çözdüler.<br />
Yunus ZEYREK
HİKAYE<br />
YÂR<br />
O<br />
BANA<br />
Yaşar ASIM<br />
OÖUZTÜRELİ<br />
**,.J~J&*.kfâ»* 3 >* l ~'<br />
****£$*<br />
Daha bir haftayı geçmeden, ne de çabuk<br />
usandım şu Ankara'dan-. Oysa, bir an evvel yola<br />
çıkabilmek için acele eden bendim.. İlk emeklilik<br />
maaşımı alışım kadar heyecanlıydı yol hazırlığım.<br />
Torunlarıma neler alacağımı* düşünmekten<br />
gecelen uyuyamıyordum. Hele şükür,<br />
aybaşı tezce geldi de, bu heyecan faslını atlattım.<br />
Ama bu sefer de, aldığım hediyeleri beğenip<br />
beğenmeyecekleri merakı uyutmadı beni..<br />
Hoş, çocuklar beğenirlerdi beğenmesine, dedem<br />
getirmiş diye.. Ama anneleri ne derdi acaba..<br />
Sık sık surat ederek, niye bu kadar masraf ettiğimi,<br />
zâten buniardan kaç tane de kendisinin<br />
aldığım, böyle yapmakla çocukları şımartacağımı.,<br />
falan sayarak, memnun olmaz mıydı,,. O-<br />
yuncaklarını birbirinden 'kıskandıkça çocukları<br />
azarlıyarak, kalbimi kı
undan sonra.. Ne kadar mânâsız bilgiler vardır<br />
onlarda, Allah bilir. Değişti herşey.. Birdenbire..<br />
İnaniır misimiz, ilk bir hafta, sabahları her<br />
günkü vakitte yataktan kalktım ve sanki okulaV.<br />
gideceğim heyecan lyle, kahvaltı bile yaptım..<br />
Câvidon'un o arsız ve alaycı gülüşleriyie kendi-;<br />
me geldiğimde, sanki içimden, yüreğimin tâ de-t<br />
rinJiklerinden, öğrencilerimin şekillendirdiği bir )<br />
dünya kopu yordu, kanayarak!. iBumtı bir türlü<br />
anlatamadım Câvidân'a.. Anlayışlı olmasını, beni<br />
hoş karşılamasını istedim kendisinden.. Ama<br />
ne gezer..<br />
— Bunadın daha bu yaşta bey!. Uyurgezerliğe<br />
başlıyacaksım yakında korkarım,. Komşular<br />
da duyarsa, rezil olduğumuzun resmidir iste!.<br />
Ah, niye anlayışsızdır bu kadınlar, Tanrım!,<br />
Niye, İnsanın zayıf noktasını bulunca, bütün<br />
kadınlıklarını ortaya dökü verirler ki..<br />
Ha.. Komşular, dedim az önce herhalde..<br />
Çoğu Câvidân'dan farklı değil ki.. Daha ikinci<br />
emeklilik akşamımda, bir gürültü, bir kıyamet,<br />
doluverdiler eve.. Kimisi mutluluktan uçmam gerektiğini,<br />
kimisi Câvidân'm ağzıyla, bundan sonra<br />
ne yapacağımı, kimisi bilmem ne bankası, e-<br />
meklilik ikramiyemi yatırırsam, bilmem ne kadar<br />
faiz verdiğini, artık ev alabileceğimi., konuşup<br />
durdular.. En akıllıları, öğrencilerimden ayrı yaşamamın<br />
zor olacağını ve bunun için de, emeklilik<br />
maaşımı tüketmeden, bankere man kere kaptırmadan,<br />
bir dersane açmamı öğütlediler.. Hepsini<br />
dinledim.. Ama, hiçbirisi beni anlamadığı, anhyamıyaeağı<br />
için, tek kelâm etmedim.. Çeneleri<br />
yorulunca, ağızlarını televizyona verdiler, program<br />
bitince de kalkıp gittiler.. Bir daha da h'içbirisiyle<br />
görüşmedim,.<br />
Evden çıkmıyordu m genellikle.. Çıkınca da,<br />
okulumun bahçesini seyretmeğe gidiyordum u-<br />
zaktan.. Öğrencilerimi görüyordum.. Mümkün olduğu<br />
kadar görünmemeğe çalışıyor, uzaktan<br />
seslerini dinliyordum onların. Aman Tanrım!. Ne<br />
kadar çok severmişim ben bunları.. En haylazından,<br />
en tembeline kadar, derslerde beni çıldırtanından,<br />
ağlama noktasına getirenine kadar,<br />
hepsini, ama hepsini ne kadar seviyormuşum<br />
meğer.. Ağlamak korkusuyla hiçbirine haber<br />
vermeden, hiçbirinin gözlerini öpmeden ayrıldığıma<br />
şimdi pek pişmanım.. Keşke veda etseydim!.<br />
Keşke habersiz aynlmasaydım onlardan!. Şimdi<br />
öğrencilerim gözümde buram buram tütüyor..<br />
Hepsi tatile çıkmıştır. İyiki, hiçbirine zayıf vermedim.<br />
Sövmesinler bana diye.<br />
Okullar tatil olunca, Câvidân'm çenesinden<br />
kaçpp sığınabileceğim: bir yer de kalmadı.. Zâten<br />
oğlum son mektupta, annesini de alarak Ankara'ya<br />
gelmemizi yazıyordu ısrarla.. Kızım Antalya'dan<br />
istiyordu.. Câvidân'ı çekip anlaştım:<br />
— Bak hanım, ben, dünyada seninle ne Ankara'ya,<br />
ne Antalya'ya giderim. Seç birini, sen<br />
oraya git, ben de öbürüne gideyim. Durur mu..<br />
Yalancıktan iki damla gözyaşı, ah, benden ayrılamazmış<br />
ta, bensiz ne yaparmış ta, bilmem daha<br />
neler!. Ben, kesinlikle razı olamam dedim<br />
ve ayrıldık.. O Antalya'yı seçti tabii. Hem kendine<br />
benzeyen kızı, hem de Antalya efendim.<br />
An-tal-ya!. Kendi gibi geveze komşumuz Hüsniye<br />
hanımlar da Antalya'ya yaz tatiline gidiyorlarmış..<br />
Onlora katılıp gitti.. Otobüs hareket etliğinde<br />
içimi kaplayan burukluğa bir mânâ verememiştim..<br />
Ama şimdi çok iyi anlıyorum o bu»<br />
'/ukluğu,. Ve çok derin mânâlar verebiliyorum..<br />
Otobüse gece binmiştim.. Sabah Ankara'<br />
ya indim erkenden.. Bir taksi tuttum. ıBeni çok<br />
iyi karşıladılar, A Hah var.. Onlar da yeni kalkmışlar,<br />
daireye gitmek için hazırlık yapıyorlardı. Benim<br />
suratsız bildiğim Ayşe gelinim, bir başka<br />
oluvermiş. Şen, şakrak, öz kızım Arife'den bin<br />
kat daha cana yakım., Serpil'in doğumundan<br />
sonra ilk görüşüm bu. Aman ne kıvrak bir hanım<br />
olmuş öyle.. Oğlumda kendimi seyrettim..<br />
Sık sık kucaklıyor, ağlamak istiyordum boynuna<br />
düşüp.. Cahit 'bu hâlimi anlamış olacak ki,<br />
torunlarımı uyandırmağa kalktı. Ben itiraz ettim;<br />
rahatsız olmasınlar, uyusunlar diye.. Nasıl olsa,<br />
daha bol bol görürdüm.. Oğlumu seyretmek istiyordum<br />
ben,. Oğlumda kendimi bilhassa..<br />
Ayşe hemen banyoyu hazırladı ve ılık bir<br />
duş aldım. Epeydir uzun yolculuğa çıkmadığım<br />
için, otobüs beni bayağı hırpalamıştı. Duş iyi<br />
geldi. Kahvaltıya çocukları da kaldırdı Ayşe. Sabahın<br />
bu saatinde kahvaltıyı ne yapacaklar dedimse<br />
de, alışkın olduklarını söylediler. Kendileri<br />
işe gidince, bakacak kimseleri olmadığı için,<br />
mecburen kreşe götürüyorlarmış. Ben varım bugün;<br />
gidinceye kadar da evde kalabilirler dedim..<br />
İtiraz ettiler, ben de üstelemedim.. Dört ve<br />
beş yaşındaki bu yavrular, daha bu çağda, anne<br />
ve babasından ayrı, kim olduğunu bilmediklerinin<br />
terbiyesinde ve kreş kültürünü alarak büyüyorlardı<br />
demek..<br />
Murat yüzünü yıkayıp gelince, hiç yadırgamadan<br />
boynuma sarıldı, yanaklarımı yalarcasına<br />
öptü. Serpil, daha dedeyi falan tanıyacak durumda<br />
değildi anlaşılan,. Garip garip bakıyor, içini<br />
çekip duruyordu.. Murat kucaklayıp getirdi bana..<br />
Dizlerime oturtarak, senelerdir hasretini çektiğim<br />
hale kavuştum şükür.. Anlatamam o anki<br />
duygularımı. Getirdiğim hediye oyuncakları çıkardım.<br />
Aman ne sevindiler, görmeliydiniz.. Ya<br />
ben..<br />
Kar, koca işlerine, 'çocuklar da kreşe gidince,<br />
yalnız kaldım evde.. Yorgundum ve uyumam<br />
gerekti.. Tek tek odaları gezdim. Çok güzel<br />
bir ev dizmişler maşaallah.. Ayşe'nin benim<br />
•çin hazırladığı yatakta epey, sağa sola döndükten<br />
sonra öğleye kadar uyumuşum. Akşamı zor<br />
ettim o gün.. Eve döndüklerinde, ömrümün yep-
yeni bir safhasını yaşamağa başladığımı farkettim:<br />
emekli bir memurdum artık. Ve ömrümün<br />
bundan sonrasını böyle geçirecektim anlaşılan..<br />
Ne zormuş meğer, bu hakikati kabullenebilmek..<br />
Ne zormuş, şu yaşta dünyaya yeniden<br />
doğmak.. Kim acaba beni yeniden doğuran annem..<br />
Zaman mı, yoksa ne.. Bilmiyorum, bilemiyorum<br />
işte..<br />
Gecelerini torunlarımla oynayarak, oğlum ve<br />
gelinimle eski günleri yâdederek; gündüzleri de<br />
Ankara'yı gezerek geçirdiğ'im şu beş altı günün<br />
ne anlamı vardı benim için, otuz senelik <strong>edebiyat</strong><br />
öğretmeni Münif Bey, demek bu derece<br />
şaşıracaktı ha.. Hayret!. Oysa, herkesin aptallaştığı<br />
bir yığın vakıa karşısında binlerce kelimelik<br />
ifâde gücüne sahip değil miydim ben..<br />
Bir tarafmda Cahit'in, öbür tarafmda Arife'nin<br />
bulunduğu İki mekân arasında çırpınan bir saat<br />
sarkacı gibi sarhoş, gidip gelmekten 'başkaca<br />
yapabileceğim çok şey olmalı benim. Şu, evliliğe<br />
adım atmamış bir hürriyet tutsağı genç hâlini<br />
andıran yeni hayatımda kimler benimle birlikte<br />
bulunaeaksa, hepsine yeni vazifelerini bildirmeliyim<br />
diyorum.. Ama evvelâ kendime gelmeliyim,<br />
değil mi.. Kendime gelmenin ölçülerini, şeklini<br />
tâyin edebilmeliyim bir an önce.. Bana şimdiye<br />
kadar geçirdiğim ömrümün en kesin çizgilerle<br />
ifâde edilebilecek bölümünü mânâlandıran Câvidân'la<br />
birlikte olmalıyım yine.. Halbuki, emeklilik<br />
hayatıma başladığım 'ilk günde kavgaya tutuştum<br />
onunla. Yanlış işti bu, şimdi daha iyi<br />
anlıyorum. O'nunla başladığımız hayatta, henüz<br />
ne Cahit vardı, ne Arife.. Torunlarımız bile yoktu,<br />
değil mi.. Bir o vardı, bir de ben.. Hem, her<br />
yeni karşılaştığım hâdiseyi, eşyayı, zamanı, ben<br />
Câvidân'la tanımadım mı sanki.. O hâdiseler,<br />
eşyalar, zamanlar, en güzel mânâlarını, Câvidân'la<br />
yorumlayışlarımızda bulmadı mı.. Emekfiiik<br />
hayatı da yepyeni bir dönem, yepyeni bir<br />
hâdise ve zaman benim için.. Câvidân'la birlikte<br />
manâiandırmalıyım bunu da,. Razı olmalıyım<br />
vereceğimiz her mânâya ve şekle..<br />
İşte, bunlariı düşünüyorum, ömrümün büyük<br />
bir bölümünde hizmet ettiğim müessesenin bakanlığı<br />
önünde gezerken., 'İçimi kekremsi bir burukluk<br />
'halinde saran hasret, burnumun ucunu<br />
sızlatan hakikatlare bürünmüş sanki.. Oğlumda,<br />
gel'inimde, torunlarımda bana ait birçok tacili şeyler<br />
buldum.. Beni mutluluktan uçuracak kadar<br />
şirin şeylerdi bunlar.. Arife'ye gitsem, onda da,<br />
kocasında ve çocuklarında da benzer şeyler bulabilirdim<br />
elbet.. Ama, söyleyin bana lütfen,<br />
bunların hiçbirisi, Câvidân'ın demlediği çayın<br />
sıcaklığında erittiği sevgiye denk olabilir mi..<br />
Gördüm işte; çocuklar ve gelinler, babanın derdini,<br />
baba söylemedikçe anlıyornıyorlar.. Ama,<br />
ömrünün belirli bir ânını bir yastıkta geçirenler,<br />
herşeylerini, ama herşeylerini anlarlar.. Câvidân<br />
olsa, onlardı işte şimdi neler düşündüğümü •<br />
— Yine neler düşünüyorsun ba'kiym.. Mektup<br />
göndermiyor diye Arife'ye kızıyorsun, değil<br />
mi.. Eloğlu işte, ne yaparsın.. Asıl sen Cahit'e<br />
baksana,. İki senedir bayramlara da gelmiyor..<br />
Üzme kendini, biz bize yeteriz cancağızım,<br />
yeteriz biz bize..<br />
Sonra yanıma gelip oturur, bir çocuk gibi<br />
avuturdu beni.. Yeterdik gerçekten biz bize.. Çocuklar<br />
fazla gelirdi, torunlar artardı.. En sevdiği<br />
şiiri okurdum ona; şarkılar söylerdim., Çocuklaşır<br />
dizine yatardım kimi zaman. Seyrek saçlarım<br />
arasında gerdirdiği parmaklan, bir nazlı kuş kanadı<br />
gibi çarpardı dGHarıma.. Hayat nasıl taze,<br />
nasıl güzel ve nasıl da yaşanmağa değerdi o<br />
demler!.<br />
Emekli olur olmaz farkettiğimi söylediğim<br />
değişiklikler, Câvidân'da olamazdı.. Evet, şimdi<br />
daha iyi anılıyorum. O'nunher zamanki hâliydi<br />
onlar.. Ve değişiklik bendeydi.. Bana karşı tavırlarını,<br />
değişmeyle birlikte, elbette değişik karşılayacaktım..<br />
Önceleri söylemez miydi sanki aynı<br />
şeyleri.. Kızmaz, bağırıp çağırmaz mıydı.. Hiç<br />
kavga etmez miydik sanki..<br />
Evet.. Ankara'dan usandım işte.. En kısa<br />
zamanda gidip CâVidân'ı almalıyım.. O'ndan u-<br />
sanamam, kopamam.. Yâr o bana..<br />
MAYAŞ YAYINLARI<br />
SUNAR<br />
Fiyatı * 300 TL.<br />
İsteme Adresi « MAYAŞ<br />
Necatibey Oad. 18/12<br />
10 adetten, fazla siparişlere<br />
% 25 indirim yapılır.
KUTLU TÖRE<br />
ÜSTÜNE<br />
İlk baskısından beri gör-"<br />
düğüm ve zaman zaman karıştırdığım<br />
Kutlu Töre'yi. ne yazık<br />
ki, ancak ikinci baskısı yapıldıktan<br />
sonra okuyabildim. Alper<br />
Aksoy'un Kutlu Töre'sini o-<br />
kurken niçin bu zamana kadar<br />
okuyamadığıma teessüf ettim.<br />
Milletimize âit ne varsa hepsiyle<br />
ilgilenen insan için Kutlu Töre'<br />
de çok şey vardır.<br />
Kutlu Töre'yi, bir roman o-<br />
kuyorum diye okuyup geçmedim;<br />
daha doğrusu geçemedim.<br />
O, şimdiye kadar okuduğumuz<br />
romanların çoğundan farklı ve<br />
kendine has bir muhtevaya sahiptir.<br />
Kutlu Töre'yi okurken<br />
Rus, Çin, Acem, Arap, Bulgar,<br />
Yunan gibi milletlerin esareti<br />
altında kalmış ve her türlü hakları<br />
elinden ahiamıjşV hürriyetten<br />
mahrum, kendi vatanında<br />
öksüz, kimsesiz ama şuurlu, u-<br />
yanık soydaşlarımızın hâlini düşündüm<br />
ve esef etmeden duramadım.<br />
Esef ettim; zîrâ, onlarda<br />
bulunan şuurun, uyanıklığm i-<br />
nanç ve ülkünün birazı bizde olsaydı,<br />
Türklük dünyasının bugünkü<br />
durumu —şüphesiz— daha<br />
farklı olacaktı. Kendi kendimizle<br />
savaş hâlinde olmamız yüzünden,<br />
kendi düzenimizi, kendi<br />
emniyetimizi sağlayamadık<br />
ki onlara da faydamız dokunsun!<br />
Kutlu Töre, bir mâcerâ romanı<br />
değildir; bir ferdin veya<br />
topluluğun psikolojik tahlili hiç<br />
değildir. Tarihî bir roman da de-<br />
Fahri UNAN<br />
ğildir. Kutlu Töre, vatanı gasp<br />
edilmiş, istiklâline boyunduruk<br />
vurulmuş, her türlü imkândan<br />
mahrum, dış dünyaya pencereleri<br />
sıkı sıkıya kapatılmış bir<br />
avuç Türk'ün ölüm-kalım savaşının<br />
romanıdır.<br />
Romanın özetini vermek istemiyorum.<br />
Zîrâ buna bu küçük<br />
makalenin hacmi müsait değildir.<br />
Onun bezi yönlerini ve üslûbunu<br />
biraz kurcalamak istedim.<br />
Roman, Kaşkay aşiretinin,<br />
İran hükümeti ve onların arkasındaki<br />
İngilizlerle mücâdelesini<br />
anlatı ve bir milleti ayakta tutan<br />
sırrı ortaya kor. Bu sır «töre»<br />
mefhûmunda gizlidir. Töre,<br />
târihin derinliklerinden süzülüp<br />
gelen kamu vicdanının<br />
koyduğu kaidelerdir. Yazılı bir<br />
hukuk kaidesi değildir ama,<br />
belki ondan daha keskin ve daha<br />
bağlayıcıdır. Töreye asla karşı<br />
gelinmez, asla bozulamaz,<br />
tahrip edilemez. Milletin sosyal<br />
hayâtı onların varlığı ile düzenini<br />
bulur. Kuvvetli törelere sahip<br />
olan milletler bizzat kendileri<br />
de kuvvetli olur. Romanda<br />
bilhassa Kaşkaylar için töre herşeydir<br />
ve tarifini Gökçe Ana'nm<br />
sahamda bulur. Onun eliyle eğriler<br />
düzeltilir, sapmışlar yola<br />
getirilir^ aksaklıklar giderilir.<br />
Gökçe Ana, törenin tâ kendisidir.<br />
Törelere yapılan müdâhalelere<br />
şiddetle karşı konur. Kaşkaylarm,<br />
İran hükümeti ile kavgaları<br />
da bu yüzdendir ve İran<br />
hükümetinin isteği, töreyi ortadan<br />
kaldırmak olarak görülür;<br />
bunun için ölüm göze alınır. Aslında<br />
korunmak istenen töre<br />
değildir; onlarla kâim olan milleti<br />
korumak, milletin aslî benliğinden<br />
uzaklaşmasına müsâ<br />
de etmemektir. Çünkü töre varsa<br />
millet de vardır. O ortadan<br />
kalkarsa milletin yok olması,<br />
Acemleşmesi kaçınılmaz bir neticedir.<br />
Kutlu Töre, sâdece Kaşkay<br />
ve İran kavgasını anlatmaz.<br />
Bir aşiret hayâtı içerisinde ne<br />
varsa hepsi gözlerimizin önüne<br />
serilir. Kaşkaylann yaz ve kış<br />
yaşayışları, eğlenceleri, göçleri,<br />
yaylakları, kendi aralarındaki<br />
münâsebetleri; el ve ev işlerindeki<br />
maharetleri; kadın ve<br />
erkeğin aşiret içindeki yerleri;<br />
iyi ve kötü, güzel ve çirkin telâkkileri;<br />
yaşama, var olma ve<br />
bu varlığı sürdürme gayretleri,<br />
hepsi hepsi canlı bir şekilde ortaya<br />
konur. Gidip görmediğimiz<br />
hâlde apaçık Kaşkayları<br />
gözümüzün önüne getirebiliriz.<br />
Bu bakımdan, gözlem olmadığı<br />
halde, sanki gözlem neticesinde<br />
her şey ortaya konmuş gibidir.<br />
Yazarın, Kaşkaylarla yıllarca<br />
içice yaşadığını, onlardan biri<br />
olduğunu sanırız. Belki de Kutlu<br />
Töre'yi çekici yapan budur.<br />
Romandaki insan kadrosu-
nin da Kaşkaylarla kuvvetli bir<br />
ahenk sağladığı dikkati çeker.<br />
Kaşkaylara ait bütün isimler,<br />
kapalı bir cemiyet hayâtı yaşayan<br />
aşiretle uyumlu ve o derece<br />
millî, o derece Türkçedir.<br />
Bütün fertler birbiriyle kaynaşmış<br />
şekilde ve iç içedir. Ne sivrilikler,<br />
ne de silik karekterler<br />
vardır. Herkes aşiretin varlığının<br />
devamından başka bir şeyi<br />
düşünmez. Herkesin ortak gayesi<br />
milleti ilelebet yaşatmaktır. Yalnız<br />
bir şey dikkati çeker Yazar,<br />
Kaşkaylara âit olan karekterlerini<br />
—taraf tutar şekilde—<br />
her türlü kötülükten ve art düşünceden<br />
uzak tutar. Her halleriyle<br />
mâsundurlar. Buna karşılık<br />
gerek İranlılar, gerek İngilizler<br />
hep yalancı, sahte, dalavereci<br />
ve ikiyüzlüdür. Bu durum yazarın<br />
lehine mi, aleyhine mi<br />
bilmiyorum.<br />
Aksoy'un, bilhassa üslûbu<br />
dikkat çekicidir. Kendine has bir<br />
üslûp ortaya koymuştur. Cümleler<br />
kısa, etkileyici, destânî bir<br />
havadadır. Hele bu kısa cümlelerin<br />
birbirini takip etmesi oldukça<br />
ahenkli bir durum oluşturmuştur.<br />
Bir cümlenin son kelimesiyle,<br />
ikinci cümlenin ilk<br />
kelimesinin aynı olduğu hâller,<br />
ifâdeye şiiri bir karekter vermektedir.<br />
Bu cümleden olmak<br />
üzere, bölüm başlarındaki Dede<br />
Korkutvarî söyleyişler romana o-<br />
rijinal bir hava vermektedir. Bu<br />
üslûp içinde tasvirlerin çok mühim<br />
bir yeri vardır. Kişi tasvirleri<br />
yok denecek kadar azdır.<br />
Ancak buna mukabil tabiat ve<br />
zaman tasvirleri çok canlıdır.<br />
Gidip görülmüş ve ondan sonra<br />
yazılmış intibaını verir. Karşımıza<br />
bir resim veya tablo çıkar<br />
ve olanca parlaklığı, olanca<br />
renkliliği ile bize —adetâ— gülümser.<br />
Yalnız kelime seçiminde -istenerek<br />
mi bilmiyorum- edebî<br />
dilin dışına çıkılmış ve yer yer<br />
mahallî söyleyişler, mahallî kelimeler<br />
kullanılmıştır. Kanaatimce<br />
bu hususa biraz dikkat e-<br />
dilse çok daha güzel olurdu.<br />
Romanda vak'anın kuruluşu<br />
ve gelişmesi normal seyrini takip<br />
etmiştir. Geriye dönüşler<br />
hemen hemen hiç yoktur. Yazar,<br />
baş taraflarda Hüsrevi'n çevresinde<br />
bir aşk motifi oluşturmuşsa<br />
da, buna takılıp kalmamış,<br />
okuyucuyu, aşkın sonu ne<br />
olacak gibi bir merakta bırakmamıştır.<br />
Hattâ bu aşk. o derece<br />
ehemmiyetsizdir ki, sonunun ne<br />
olduğunu, Hüsrev'le Elvan'm<br />
neye karar verdiklerini bile bilmiyoruz.<br />
Aşk motifi, İngiliz entrikasını<br />
bir temele oturtmak i-<br />
çin ele alınmış intibaı vermektedir.<br />
Burada şu hususa da dikkati<br />
çekmek isterim: Romanda iki<br />
üslûp göze çarpmaktadır, öyle<br />
ki, bu iki üslûp birbirinden<br />
tamamen farklıdır. Biri yazarın<br />
bizzat kendi üslûbu, ikincisi ise<br />
Cemâl Hüsnü Taray ve Naci O-<br />
kay'm anıları şeklinde verilen<br />
üslûptur. İlk bakışta ikincisi yama<br />
gibi görünüyorsa da, bir anının<br />
roman üslubuyla verileme<br />
yeceği göz önüne alınınca normal,<br />
hattâ elzem görülür. Hattâ<br />
diyebilirim ki, ikinci üslûp<br />
anlatıma biraz daha hareketlilik<br />
getirmiştir.<br />
Kutlu Töre nedir Yukarıda<br />
da söylediğim gibi ne mavera<br />
romanı, ne tarihî bir roman, ne<br />
de tiplerin romanıdır. Hattâ, o<br />
kadar ağır basmasına rağmen<br />
«Töre romanı» da değildir. Macera<br />
anlatmak gibi bir kaygı a-<br />
rayamayız-, târihî olacak hiç bir<br />
yönü yoktur. Tipıerin romanı o-<br />
labilecek bir karektere de sahip<br />
değildir. O kadar sivrilmiş gibi<br />
görünmesine rağmen Gökçe A-<br />
na'ya bile tip diyemeyiz. Her<br />
haliyle içinde bulunduğu topluluğun<br />
bir parçasıdır ve onlarla<br />
açıklık kazanır. Tip olabilmesi<br />
için etrafından tamamen soyutlanmış,<br />
nev'i şahsına münhasır<br />
hiç bir tarafı yoktur. Töre<br />
romanı da olamaz. Çünkü,<br />
yazar bize törelerin ne olduğunu<br />
öğretmeye kalkışmadığı gibi,<br />
törelerin müdâfaasını da yapmaz.<br />
Esasen töre, milletin dayanağı,<br />
sosyal hayâtın tanziminde<br />
faydalanılan bir kaynak olarak<br />
ehemmiyet kazanır. Milletin hayatı<br />
onun varlığı ile var olduğu<br />
için uğrunda ölüm göze alınır.<br />
Kutlu Töre, bir millî şuur<br />
ve ülkü romanıdır. Dumura uğramış<br />
dimağları uyarmaya, bizi<br />
biz yapan kıymetleri hatırlatmaya<br />
çalışan bir romandır. Belki<br />
de dünümüzü hatırlatarak<br />
bugünümüze yön vermeye çalışan<br />
bir romandır. Çünkü, aynı<br />
yollardan biz de, Anadolu<br />
Türklüğü de geçmiştir. Kökünden<br />
kopan ağaç kurumaya, dalından<br />
kopan yaprak çürümeye<br />
mahkûmdur. Çürümemizin önlenmesi<br />
de köke ve dala bağlı<br />
kalmakla mümkündür. Ona ayrıca,<br />
Türk milliyetçiliğinin sınırlarının<br />
nerelere uzandığını<br />
gösteren bir roman gözüyle de<br />
bakabiliriz.<br />
ÇAĞRI KİTABEVİ KONYA'DA<br />
ZENGİN ÇEŞİTLEYLE<br />
HİZMETE GİRDİ<br />
Adres: Mevlâna Cad. Şairhasarı<br />
Rüştü Sok. No. 23/D<br />
KONYA<br />
35
HİKÂYE<br />
-Httfflt<br />
J| ~ş-4<br />
SOKAĞI SİYAHA BOYUYORLARDI<br />
Halime TOROS<br />
İki beyaz el biten ayın takvim yaprağını<br />
itina ile kopardı. Uçuk pembe bir<br />
fonda, elele tutuşarak mavi dalgalara<br />
doğru koşan sarışın kız ve sevgilisi ona<br />
gülümsüyordu. Mavinin en güzeliyle ö-<br />
rülmüş mutluluğa doğru ilerliyorlardı.<br />
Çiğdem hayran hayran seyrediyordu<br />
çifti. Bir an sarışın kızın yerine geçmek<br />
ve delikanlının elinden kendisi tutmak<br />
istedi. Ama dünyaya semadan bakan,<br />
hep pembe—mavi olayların düşünü kuran,<br />
arebesk bir şarkıyla gözleri dolup,<br />
romantik aşk hikâyeleri ile duygulanan<br />
genç kızlığını çok gerilerde bıraktığını;<br />
tek tük beyazlanmaya başlayan zeytin<br />
karası saçlarında ve göz altlarındaki kırışıklarda<br />
görerek vazgeçti bundan.<br />
O yıllar reyhanlarla sarmaş—dolaş<br />
olmuş penceresinin altından geçen Ctemiz<br />
gömlekli, ütülü pantolonlu, itina ile saçları<br />
taranmış, dudaklarında sevdalı bir<br />
türkü) delikanlıların yüreğini hoplattığı,<br />
beğenilmenin hazzını tattığı taze yıllardı<br />
Hiç bitmeyeceği sanılan aldatıcı yıllar...<br />
Elmde takvim yaprağı dalgın gözlerle<br />
sokağı seyrederken karşı komşunun<br />
kızı Nurten'i gördü balkonda. Balkonun<br />
demirlerini çepeçevre saran sarmaşığın<br />
tozlarını temizliyordu. Bunu yaparken<br />
dahi elindeki alyansı göstermeyi ihmal<br />
etmiyordu. Yirmiiki ayar altının üstüne<br />
düşen sarı ışık demetleri Çiğdem'in gözünü<br />
kamaştırmıştı. Neden yapardı bunu<br />
Sonra nişanlısına gösterip alaylı, a-<br />
laylı niye gülerdi<br />
Akşamın serinliği çökmeye, gölgeler<br />
koyulaşmaya başladığı sıralar, sıska, gözleri<br />
ileri derecede miyop nişanlısı gelirdi<br />
Nurten'in. Yıkanmış balkonda içilen<br />
çaylardan sonra sahile inerlerdi. Yalnız<br />
kendi beraberliklerinin tadını çıkartmaları<br />
gerektiği halde "maviliklere koşan sarışın<br />
kız ve sevgilisi" gibi Çiğdem'in penceresine<br />
bakmayı ihmal etmezlerdi. Nur-
ten "ak gemiyi" yakalamış olmanın gururu<br />
ve mutluluğuyla nişanlısına, "Evde<br />
kaldı O. Zavallı kızcağız" derdi. Onlar<br />
akşamın karanlığı arasında kaybolurken<br />
Çiğdem kendi karanlığına dalardı.<br />
Çiğdem pencereyi kapattı, perdeleri<br />
sıkı sıkıya örttü. Annesi Ay ten hanım<br />
kızının huzursuzluğunu, akşam gelecek<br />
olan iki çocuklu adama, yorarak öğüt<br />
vermek istedi, "kılı kırk yarıyorsun kızım"<br />
dedi, bir eli belinde. "Senin yaşmdakilerin<br />
boyu beraber çocukları yar."<br />
Çiğdem kızamıyordu annesine. Hakda<br />
veremiyordu. Neden bu denli sabırsız,<br />
hoşgörüsüzdü İçine düştüğü yalnızlıktan,<br />
Çiğdem de, kurtulmak istiyordu.<br />
Korkusu: bir yalnızlıktan kurtulayım derken<br />
daha karanlık, ıstırab verici bir yalnızlığa<br />
düşme ihtimaliydi. Sevememişti,<br />
istemeye gelenleri- Yüreği kabul etmemişti!<br />
Sonra bir gün aynaya baktığında<br />
aynada ki hayalinden korkmuştu. Bu<br />
kendisi miydi Bu gözler, bu gamzeleri<br />
daha da çukurlaşmış yanaklar onun muydu<br />
"Bunlara rağmen bu kadar bekledikten<br />
sonra biraz daha bekleyebilirim"<br />
demişti. Mutlaka bulacak bütünleşecekti,<br />
istediği erkekle...<br />
Yoksa annesinin sitemkâr sözlerinden,<br />
Nurten'in alaylı bakışlarından yılıp<br />
önüne çıkan her hangi biriyle evlense<br />
miydi "Sonra çocuklar" dedi, Çiğdem.<br />
Ve o masum çehrelerin hatırına çekilebilecek<br />
yavan bir hayat! Eğer masum<br />
yüzlerde o beraberliği yaşanır kılamıyorsa,<br />
göz yaşları içerisinde baba evine dönüş!<br />
Bugün "kızım artık zamanın geldi<br />
de geçiyor" diyen annem yanında dul bir<br />
anneyi nasıl koruyabilecek "Bunlar için<br />
mi evleneceğim, sevmediğim bir insanla"<br />
diye düşündü Çiğdem. Kendi karanlığında<br />
yalnız olduğundan emin biraz yüksek<br />
sesle konuşmuştu. Ayten hanım örgüsünden<br />
başmı kaldırmış şaşkın, meraklı kızma<br />
bakıyordu. Çiğdem suç üstü yakalanmış<br />
olmaktan mahcup, sıkı sıkıya kapattığı<br />
perdeleri ve pencereleri açtı. Akşam<br />
olmak üzereydi. Bir kaç saat sonra;<br />
belki de arayışlarının, yalnızlığının bittiği<br />
saat olacaktı. Komşularının imalı sözlerinden<br />
kurtulacağı saat. Sevecekti gelecek<br />
olan adamı... Bütün ömrünü O'na a-<br />
dayacaktı...<br />
Zaman ilerledikçe genç kızlık günlerinin<br />
heyecanı, şımarıklığı geldi üzerine.<br />
Sabırsızdı! Sevmek, sevilmek, ilgi<br />
görmek için sabırsızlanıyordu. Dost gözlere<br />
daha dost bakmak için...<br />
Üstelik ne giyeceğine de bir türlü karar<br />
verememişti. Elbiselerinin kimini çocuksu,<br />
havai, kimini çok ciddi buluyordu.<br />
Büyük tereddütden sonra uçuk pembe<br />
yakası fistodan çiçeklerle süslenmiş<br />
elbisesini giydi. Merak ve heyecanla, yüreği<br />
dopdolu zamanın geçmesini ve bir<br />
an önce o bilinmeyen, tanınmayan elin<br />
zile basmasını bekledi...<br />
O meçhul elin ısrarla, aceleci zile<br />
basışlarıyla, bekleyişi son buldu. Çiğdem'-<br />
in güzel yüzüne apansız bir hüzün yayıldı,<br />
dalga—dalga... Öyle bir zil çalıştıki<br />
bu, sanki mağazadan alınan alelade<br />
bir gömleği hemen satın alıp giymenin<br />
aceleciliği vardı. Yine de kırılmadı Çiğdem'in<br />
ümitleri. Kapıyı açıp "damat a-<br />
dayını" görüncede hâlâ o ümit, karamsarlığa<br />
mağlûp olmamıştı. Orta boylu,<br />
kırk—kırkbeş yaşlarında, saçları, dökülmeye<br />
başlamış birisi idi. Kayıtsız, müşkülpesent<br />
olmayan ve istediğini ilk girdiği<br />
mağazadan almak istemenin kesinliği,<br />
rahatlığı vardı yüzünde.<br />
Çiğdem gözleriyle, yüreğiyle yalvarıyordu<br />
adama: Ne olur öyle bakma bana.<br />
Beni ara. Gir ruhuma. Öyle hazırım<br />
ki, tüm gizlerimi sana açmaya. Ama adam<br />
elindeki kırmızı gülleri Çiğdem'in eline<br />
tutuşturup koltuğa gömülmüştü, bile Çiğdem'in<br />
yalvaran, ağlayan gözlerini görmüyordu.<br />
Ayten hanımla konuşuyorlardı.<br />
Bir iş adamı pozuyla kısa bir hal—hatır<br />
sorma faslından sonra hemen mevzuya<br />
girmişti. Çiğdem utanarak çıktı o-<br />
dadan. Ama hâlâ yenilmemişti. Sevebilirdi<br />
bu adamı zamanla... Sevdirebilirdi<br />
kendisini... Uzun yılları yitirmişse de yine<br />
yaşanacak yılları vardı. Hatta elele<br />
sahilde dolaşabÜecekleri mavilikler var-
di. Yok olan birşey yoktu, Çiğdem'in dünyasında!<br />
Yüreğine çitlerle çevrili küçücük<br />
bir bahçe yapmıştı. Bu bahçenin yağmurları<br />
vardı: mutsuzluğu yıllayan. Siyahı<br />
boyayan beyazı vardı... Hoş kokan<br />
binbir renkte gülleri, azim, sabır, mücadele<br />
sinmiş şiirleri vardı... Yitirmişti bu<br />
bahçeyi! Bunun için savaşmıştı, yıllar boyu!<br />
Yoksa evlenmezmiydi bunca senedir<br />
Elleri titreyerek, ayakları dolaşarak<br />
elindeki gümüş tepsiyle odaya girdiğinde,<br />
havaya mevzunun hallolmuş olmasının<br />
huzuru sinmişti. Anne mutlu gülümsüyordu.<br />
Adamsa işini bitirmiş olmanın<br />
rahatlığı ile "malın ambalajlanmasını'*<br />
ve kendisine sunulmasını bekliyordu.<br />
Kahveleri ikram edip oturduğunda adamın<br />
küçük, sararmış gözleri şeytani, sevgisiz<br />
bir bakışla parladı. İki meraklı göz,<br />
Çiğdem'in bakışlardan utanan, titreyen<br />
vücudunu saran pembe elbiseden içeri<br />
girdi. Çiğdem silkelemek, temizlemek istedi<br />
bakışları. Yanakları elbisenin rengine<br />
zıt bir kırmızılıkla alev alev yanıyordu.<br />
Kırmızı yanakları ve zeytin karası<br />
saçlarıyla, hafif esintiyle yaprakları titreşen,<br />
üşüyen, örselenmeye gelmeyen bir<br />
laleye benziyordu. Ayten hanım ve bakışların<br />
sahibi ne olduğunu anlamadan,<br />
Çiğdem sessizce akıtarak göz yaşlarım<br />
yorgun adımlarla salondan çıktı. Odasının<br />
kapışım kilitleyip anahtar deliğini<br />
ceketiyle örttü. Öylesine ürkmüştü ki o<br />
bakışları hâlâ üzerinde hissediyordu. Yüreğini<br />
değil de vücudunu tanımaya çalışan<br />
bakışları!..<br />
Çiğdem annesinin tüm ısrarlarına<br />
rağmen odadan çıkmayınca, adam gitmişti.<br />
Amıe kırgındı, kızgındı. Elindeki<br />
örgüsünden başını kaldırmadan hıncını<br />
ondan almak istercesine örüyordu. Çiğdem<br />
annesine sarılıp ağlamak istedi. O-<br />
nun, saçlarım usul usul okşayıp, yanağını<br />
elleriyle kurulamasını bekledi. "Boş<br />
ver yavrum sana layık değildi" demesini<br />
bekledi. Ama dememişti annenin dilleri.<br />
Gözlerini hiç kaldırmadan örgüsüne devam<br />
etmişti. Çiğdem yapayalnız, yorgun,<br />
ne yapacağını bilmez bir halde salonun<br />
ortasında kala kalmıştı...<br />
Sonra adamın getirdiği gülleri tek tek<br />
yolup pencereden dışarıya savurdu. Karanlığın<br />
ortasında ateş böcekleri misali<br />
uçup, caddeye döküldü; kırmızı gül yaprakları...<br />
Takvimin tek tek düşen ve bir<br />
daha yaşanamıyacak yıllan gecenin soğuk<br />
esintisiyle dört bir yana savruluyordu.<br />
Bahçesindeki çiçekler soluyor, kuşlar<br />
dört bir yana kaçışıyor, çitler devriliyordu...<br />
Yok oluyordu bahçesi! Çiğdem'in<br />
renkleri birbirine girmişti...<br />
Tek çare toplamak, gül yapraklarım"<br />
dedi Çiğdem. "Yenildim kaybettim bu<br />
savaşta. "Lâkin sokak lambaları da sönmek<br />
üzereydi. Sıra ile sarı ışıklarım kesip<br />
sokağı siyaha boyuyorlardı. Çiğdem<br />
pencereden başım uzatıp, "Artık çok geç"<br />
dedi, kırmızı gül yapraklarına. Sokağı siyaha<br />
boyuyorlar...<br />
OCAK YAYINLARI SUNAR<br />
YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ:<br />
SULARI ISLATAMADIM<br />
Abdurrahim KARAKOÇ<br />
250 TL.<br />
KAK ^ÜıîSfi<br />
Bahattin KARAKOÇ<br />
250 TL<br />
Ümraniye İçinde Vurdular Bizi<br />
Alper AKSOY<br />
250 TL.<br />
Ödemeli Sipariş Adresi :<br />
P. K. 329 Kızılay - ANKARA<br />
38
dAPffîlftl*<br />
S. Ağa BAYDİLİ<br />
Beşinci yayın yılını doldurmak<br />
üzere olan araştırma ve<br />
inceleme dergimiz Milli Eğitim<br />
ve Kültür, ciddi, ilmi ve tavrıyla<br />
yerini bulmuş, yerini ispatlamış<br />
dergi olma özelliğini bu<br />
sayıda da sürdürüyor.<br />
İhsan Kurt'un «Türk—İslâm<br />
Alimlerimin Astronomiye Hizmetleri<br />
ve Sahip Çıkılan Eserleri»,<br />
ismail Orhan Türköz'ün<br />
«Ekonomik Büyümenin Sınırlarıyla<br />
İlgili Araştırma ve Müşâhadeler»<br />
başlıklı araştırmaları<br />
yöneldikleri konuyu öz olarak<br />
ve kendi sistematiği içinde verici<br />
nitelikte yazılar.<br />
Prof. Dr, ismail Kayabalı ve<br />
Cemender Arslanoğlu «Batı Kaynaklarının<br />
Işığında Yuman Uygarlığı<br />
Üzerine Düşünceler» başlıklı<br />
yazıda Yunan medeniyetinin<br />
zannedildiği gibi medeniyetlerin<br />
çıkış noktası olmadığını<br />
tarihi seyri içinde vermeye çalışıyorlar.<br />
Özet bölümünden birkaç<br />
cümle okuyoruz: «M. Ö.<br />
2500—1400 arasında antik Minos<br />
uygarlığı ve onun bir devamı<br />
olan Yunan uygarlığının Anadolu<br />
orijinli olduğu bir gerçektir.<br />
Yunanlılar o kadar çok öğündükleri<br />
uygarlıklarını Anadoluya<br />
borçludurlar.<br />
«Helenistik kültür asimda<br />
Atina'nın dejenere hayatıdır. İsparta<br />
ilk komünist devletti. İskender<br />
ise psikiatrik bakımdan<br />
çok yönlü ve çılgın bir despottu,<br />
fakat çağdaş kültür savaşını<br />
ilk olarak Q başlatmıştır.»<br />
Bitiminde Türkçe ve Fransızca<br />
olarak özeti de sunulan<br />
yazı dikkatle okunması gereken<br />
ve üzerinde hassasiyetle durulması<br />
lazım gelen bir araştırma<br />
niteliğinde. Kronolojik hadiseler<br />
sosyo—psişik tahlillerle ve<br />
delillendirilerek verilmiş, Yazının<br />
—Literatür'ü— konuyu tahlil<br />
edeceklere «anahtar eserleri»<br />
sıralıyor. Sanıyoruz araştırmacılarımızı,<br />
bundan sonra, konuyu<br />
daha geniş etüt ve tahlillerle<br />
kitaplaştırmak görevi düşüyor.<br />
Bekliyoruz.<br />
Dergide; ayrıca, değişik i-<br />
simlerden çeşitli konularda yazı<br />
ve makaleler yeralıyor. Altıncı<br />
yayın yılma yeniliklerle<br />
gireceğim öğrendiğimiz dergimize<br />
basanlar diliyoruz.<br />
Töre'de ayın konusu «Atatürk<br />
Kültür Dil ve Tarih Yüksek<br />
Kurumu». «Ne Dediler» yazar,<br />
şair ve ilim adamlarımızın<br />
konuyla ilgili görüşlerini belirttikleri<br />
bölümün adı. Olay<br />
değişik yönlerden ele alınmış<br />
olmakla birlikte; ortaya, netleşmiş,<br />
hülasa edilmiş ve üzerinde<br />
birleşilmiş bazı dikkat<br />
noktaları çıkıyor. Özetlersek:<br />
«T.D.K. ve T.T.K. nun kapatılışı<br />
yerinde bir karardır. Ancak<br />
yeni kurumun başarılı olabilmesi<br />
kuruma seçilecek kişilerin<br />
liyakatini ve milliyetperverliğine<br />
bağlıdır. Ayrıca kurum,<br />
yalnız bırakıldığı, diğer müesseselerce<br />
desteklenmediği ve takip<br />
edilecek dil politikası devletçe<br />
benimsenmediği müddetçe<br />
görevini yerine getiremeyecektir.<br />
Önemli ve gerekli olan, kurumların<br />
şeklî ve hukukî varlıkları<br />
değil, Türk Dili'ne sahip<br />
çıkanların kültür hayatımızı<br />
yönlendirecek güçte olmaları,<br />
meseleye «iman» derecesinde sahip<br />
çıkmalarıdır. Kabuk değişikliği<br />
özü değiştirmeğe yetmez.<br />
Değişmesi ve tasfiyesi gereken<br />
topyekûn bir zihniyettir.»<br />
Katılıyor ve kurumun hayırlı<br />
olmasını diliyoruz.<br />
Yağmur Tunalı'mn Cinuçen<br />
Tanrıkorur'la, musikîmizi dünü<br />
ve bugününde batıyla etkileşimi,<br />
üstün yanları, meseleleri,<br />
çözüm yolları ve ana hatlarıyla<br />
özetleyen sohbeti, millî hassasiyet<br />
sahibi herkesin okuması<br />
gereken bir yazı olarak oldukça<br />
ilginç tesbitlerle dolu. «Sanat<br />
Elçimiz» Sn. Tanrıkorur konuyu,<br />
ıstılahlarına sadık kalarak<br />
ama kendi mütevazi üslubuyla<br />
ve her seviyeden okuyucunun<br />
anlayacağı bir dille tahlil ediyor.<br />
Musikîmize matuf tahrip<br />
faaliyetleri ve kültür bütünlüğümüze<br />
yansıyışları misalleri© ve<br />
Türk kalınarak tahlil edilmiş:<br />
«Öğ-re-ne-ce-ğiz. O kadar.<br />
Unutmak için dahi, terketmek<br />
için dahi, beğenmemek, hakir<br />
görmek, «ne berbatmış» demek<br />
için dahi ÖĞRENECEĞİZ.»<br />
Dergide Coşkun Ertepmar'm<br />
«Zaman ve Umut Kanatlı Kuşlar».<br />
Erdoğan Çakır'm «Sitem»<br />
şiirleri okunmaya değer.<br />
Veli Altınkaya «Yunus Emre'nin<br />
Şiirlerinde Mistik Düşünce»<br />
yazısında tasavvufî bir olaya<br />
batılı kavramlarla yaklaşıyor<br />
olmanın neticesi spekülatif<br />
bazı izahlara girişiyor. Olaya<br />
kendi mantığı ve literatürüyle<br />
yaklaşılmış olsa hem yapılan<br />
izah netleşir, hem de tehlikeli<br />
alanlarda tehliketi kavramlar<br />
kullanmak zorunda kalınmazdı<br />
sanıyoruz. Batı mistisizminin i-<br />
KONEVİ<br />
GENÇ DERGİ<br />
OKUYUNUZ<br />
OKUTUNUZ<br />
P. K. 385<br />
KONYA
zan kalıplarıyla tasavvuf! düşünceye<br />
yaklaşmak bizi, «hadler<br />
silsilesini» ihmal edici tesbitlere<br />
götürür. Yazının, her seviyeden<br />
okuyucuya hitabedeceği düşüncesinden<br />
hareketle, bu tür konularda<br />
daha bir temkin ve<br />
insaf sahibi olunması gerekliğine<br />
inanıyoruz.<br />
Kayseri'de çıkan dergilerimizden<br />
Kültür ve San&t Temmuz—Ağustos<br />
birleşik sayısını<br />
«Necip Fazıl Kısakürek Özel Sayısı»<br />
olarak düzenlemiş. Önsöz<br />
olarak Üstad'ın vasiy etiyle başlayan<br />
dergi 64 sayfa ve 40 imzayla,<br />
dar imkanların güzele<br />
nasıl tevil edilebileceğini ispatlıyor.<br />
Tebrik ediyoruz.<br />
Üstad'la ilgili hatıraların ve<br />
«Büyük Kayba» duyulan teessürün<br />
anlatıldığı yazılar çoğu oluşturmakla<br />
birlikte, Üstad'ı ve<br />
kaybm büyüklüğünü yeniden<br />
hissediyoruz. O'nu daha titiz ve<br />
daha şümullü anlamak gerektiğini<br />
de.<br />
Doç. Dr. Orhan Okay, Üstad'ın<br />
dergicilik yönünü ele almış.,<br />
Doğuşu, çıkışı, yaymlanışı<br />
ve ara verişleriyle Ağaç'm anlatıldığı<br />
yazı Üstadın bu alandaki<br />
büyüklüğünü de sergileyici<br />
nitelikte.<br />
Mustafa Miyasoğlu'nun «Beklenen<br />
Sanatkâr», Mahmut Fida.<br />
nil'in «Necip Fazıl'm Tiyatro<br />
Anlayışı ve Piyesleri Üzerine»<br />
yazılarıyla yine Mahmut Fidanil'in<br />
Necip Fazıl Üzerine Abdurrahim<br />
Karakoç'la sohbeti dikkate<br />
değer yazılar olarak göze<br />
çarpıyor. «Dehanın Ardmdan Ne<br />
Dediler. (Latif Akman), «Necip<br />
Fazıl Kısakürek İçin Kronolojik<br />
Biyografi Denemesi (Mahmut<br />
Çağlıgöncü), «Üstad Necip Fazıl<br />
Kısakürek'in Vefatından Sonra<br />
Basında Çıkan Yazıların Bibliyografyası»<br />
(Ahmet Sönmez)<br />
denemeleri özel sayı'nm dikkate<br />
ve takdire şayan bir başka yönünü<br />
oluşturuyor. Araştıranlarını<br />
kutluyor ve denemeleri<br />
kaynak nitelikte gördüğümüzü<br />
belirtmek istiyoruz.<br />
Dergiye başarılar.<br />
lJvJvjrlJıS<br />
EDEBİYAT<br />
SUNAR<br />
ANADOLU'DA İLK DEFA<br />
İMZA GÜNLERİ<br />
Bahaftiıt Karakoç<br />
ibdurrahim Karakoç<br />
llper flksoy<br />
KAHRAMANMARAŞ<br />
ELAZIĞ<br />
ERZİNCAN<br />
ERZURUM<br />
TRABZON<br />
SAMSUN<br />
ÇORUM<br />
YOZGAT<br />
KAYSERİ<br />
KONYA<br />
12 Ekim<br />
13 "<br />
14 "<br />
15 "<br />
17 "<br />
18 "<br />
19<br />
20<br />
21<br />
22 Ekim
Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL'<br />
in eseri. İlk baskısı "1000<br />
Temel Eser" serisinde iki cilt<br />
halinde yayınlandı. Genişletilmiş<br />
ikinci baskısında iki cilt<br />
bir arada.<br />
> Çağlar içinde Türk devletleri<br />
ve devlet düzenleri. Türk<br />
milletinin oluşu ve gelişmesinde<br />
Türk büyüklerinin rolleri<br />
ve tesirleri. Türlerde milliyet<br />
şuurunun doğuşu ve<br />
gelişmesi. Türk toplum düzeni<br />
ve gelişmesi gibi temel<br />
konuları vukufla ele alan<br />
kaynak bir eser!...<br />
320 sh. 350.-TL<br />
BUGÜNKÜ<br />
DÜNYAYA<br />
BAKIŞ<br />
gOÖTI.<br />
VAHDI<br />
HATAV<br />
VE DİĞER<br />
DENEMELER<br />
• Fransız <strong>edebiyat</strong>ının büyük<br />
şair ve deneme yazan Paul<br />
Valery' nin fikri ve edebi<br />
denemeleri. Yalnız <strong>edebiyat</strong><br />
meraklılarının değil okuyan<br />
düşünen herkesin severek<br />
okuyacağı bir eser...<br />
• KİTAPTA İŞLENEN BAZI<br />
KONULAR<br />
— Avrupanın gelişmesi üzerine<br />
notlar<br />
— İlerleme üzerine sohbet<br />
— Çağımız ve diktatörlük fikri<br />
— Doğu ve Batı kavramları<br />
— Bunalımlarımız ve <strong>edebiyat</strong><br />
— Düşüncenin savaş ekonomisi<br />
— Fransız <strong>edebiyat</strong>ına bakış<br />
156 sh. 200.-TL.<br />
c4yn fRond<br />
Çeviren: Emine GEDİK<br />
• Ferdiyetçiliğin modern filozofu<br />
ve objektivizmin kurucusu<br />
Ayn RAND'ın eseri. Bugünkü<br />
sosyal cereyanlar istikbalde<br />
katileşirse insanoğlu'<br />
nun başına gelecek felâketleri<br />
işleyen düşündürücü bir<br />
roman.<br />
• "BEN" kafasız bir insan güruhundan<br />
ayrılarak sessiz bir<br />
dünyada beğendiği kadını sevmek<br />
cüretini gösteren bir<br />
kahramanın macerası... BEN<br />
totaliter komünizme karşı cesaret<br />
ve isyanın unutulmaz<br />
hikayesi.<br />
• Ünlü siyaset sosyologu Maurice<br />
Duverger'in eseri. Batı'<br />
nın geçirdiği merhaleleri ve<br />
şimdiki çöküşünü inceleyen<br />
önemli bir kitap.<br />
• KİTAPTA İŞLENEN<br />
KONULAR:<br />
BAZI<br />
— Batı sisteminin meydana gelişi<br />
— Liberal ideolojinin gelişimi<br />
— Yeni oligarşi ve yapısı<br />
— Sosyalizm ve Batı<br />
— Batı sisteminin geleceği<br />
BÜYÜK BOY 228 sh. 350.-TL.<br />
• Yaratılış ve Türeyiş Destanımızın<br />
usta yazar Mustafa Necati<br />
Sepetcioğlu tarafından<br />
edebi bir üslubla yazılışı...<br />
• Bu bir Türk destanıdır. Bugün<br />
ileri bir dünyada yeni ve<br />
hergün devleşen bir çarkın<br />
dişlilerinden biri olma yolunda<br />
didinen bir milletin<br />
temeli ve kökleri bu destanlardadır...<br />
• Okuyunuz, okutunuz!...<br />
208 sh. 250.-TL.<br />
v^<br />
FELSEFENİN<br />
İLKELERİ<br />
__A.<br />
320<br />
• Doğu Türkistan'ın komünist<br />
Çin istilasından sonraki durumu<br />
hakkında bilgi veren<br />
—şimdilik— tek eser...<br />
• Kazak Türk'ü lehçesinden<br />
Türkiye lehçesine çevrilerek<br />
yayınlanan dokümanter bir<br />
ROMAN...<br />
• Kendi milleti ve memleketinin<br />
başına aynı felaketin<br />
gelmemesi için her vatanseverin<br />
okuması gereken bir<br />
sh. 200.-TL.<br />
FİLOZOFLARIN.<br />
ÖZELLİKLERİ<br />
• "Milli sanat, milli tefekkür"<br />
endişesini duyanlann okuması<br />
gereken bir eser.<br />
• S.Ahmet ARVASİ'nin bu<br />
önemli eseri iki ana bölümden<br />
müteşekkil. Birincisinde<br />
"Diyalektiğimiz" mevzuları<br />
ele almıyor.<br />
• Estetiğimiz bölümünde ise<br />
"Sanat ve psikoloji", "Sanat<br />
ve din", "Milli kültür, milli<br />
zevk" vb. gibi konular ele<br />
alınıyor.<br />
200 sh. 250.-TL.<br />
hi!***'^<br />
S os YO F..U.I i K AÇİ DAN<br />
Tosauuuf v« Lsitrilc<br />
• Prof. Dr. Orhan Türkdoğan'ın<br />
eseri...<br />
• Bu araştırmada Ziya Gökalp<br />
sosyolojisinin evrim, kültür ve<br />
uygarlık, seçkinler, batılılaşma,<br />
yabancılaşma gibi meseleler<br />
ele alınarak enine boyuna<br />
incelenmektedir.<br />
• Ziya Gökalp ve sosyolojisini<br />
daha yakından tanımak, hakkında<br />
fikir sahibi olmak için<br />
okunması gereken bir eser.<br />
168 sh. 150.-TL.<br />
De Bayata Bayraklı<br />
FÂRÂBÎ'DE<br />
DEVLET FELSEF<br />
»5011.<br />
• Milli bir felsefe anlayışı kazanmamıza<br />
yardımcı, sahasında<br />
en güvenilir eser...<br />
• Kitapta felsefe tarihi gözden<br />
geçirilip Türk-İslam filozoflarının<br />
felsefe tarihindeki yeri<br />
ve Avrupa felsefesine etkileri<br />
gösterilmekte<br />
• İkinci bölümdeyse bilgi problemi,<br />
mantık, ahlâk, estetik,<br />
politika, metafizik konularında<br />
ilkeler açıklanmaktadır.<br />
272 sh. 350.-TL.<br />
• Tarih boyunca yetişmiş olan<br />
bazı ünlü filozofların, gerek<br />
şahsiyet ve gerekse toplum<br />
açısından sahip oldukları (veya<br />
olmaları gerektiği) özellikleri<br />
gösteren eser...<br />
• Beş ciltte tamamlanacak olan<br />
bu eserler milli benliğimizi<br />
bulmamıza yardımcı önemli<br />
bir külliyattır.<br />
240 sh. 350.-TL.<br />
• Türk-İslâm Kültüründe tasavvuf<br />
anlayışı.<br />
• Tasavvuf terbiyesinin sağlayabileceği<br />
sosyal faydalar<br />
• Sosyolojik bakımdan lâiklik<br />
ve İslâm.<br />
• İslâmi öz'ün resmi hukuka temel<br />
olabileceğine dair sosyolojik<br />
ve tarihi deliller.<br />
• Tasavvufun işlediği dini akideler<br />
ile sosyal ilimlerdeki bazı<br />
kavramların münasebetinin<br />
anlaşılması<br />
h. 200.-TL.<br />
• İslam felsefesinin büyük filozofu<br />
Farabî'nin devlet felsefesini<br />
ve bu çerçevede İslâm<br />
devlet yapısını, müesseselerini<br />
inceleyen eser...<br />
• KİTAPTA İŞLENEN KONU/<br />
LAR: <<br />
\<br />
- Devletin Menşei J<br />
Toplum ve devletlerin tasnifi!<br />
• Fadıl devlet ve müesseseleri ,<br />
BÜYÜK BOY 180 sh 400 -TL.
OKUYUCULARIMIZA İNDİRİMLİ KIT<br />
TÜRK İSLAM<br />
ÜLKÜSÜ<br />
SI AHMET AKVASI i'<br />
11<br />
. iHskiS<br />
TÜRKİSLÂM<br />
ÜLKÜSÜ ,<br />
aAHMETARVASt<br />
[D<br />
EEgHg<br />
TÜRKİSLÂM<br />
ÜLKÜSÜ €<br />
} • nn<br />
^şSÖ** r .<br />
FELSEFENİN<br />
İLKELERİ<br />
FİLOZOFLARIN<br />
Felsefeye Giriş<br />
SOSYOLOJİK AÇIDAN<br />
Tasauuuf v E Laiklik<br />
P^J<br />
De Niluı» JV-Mık<br />
350 TL<br />
S^.-t I> Nitel K. Ktık<br />
350 TL<br />
Prof, Ot.<br />
ÂMİRAN K.URTKAN<br />
200 TL<br />
BÜYÜK BOY<br />
M. üuverger<br />
batrnın<br />
iki yüzü<br />
BÜYÜK BOY<br />
DE;,<br />
Dr. Bayraktar Bayraklı<br />
RA.B11<br />
SEF<br />
400 TL<br />
••*TaKatmm\x.<br />
Ziya Gökaip<br />
Sosyolojisinde<br />
Bazı kavramların<br />
Değerlendirilmesi<br />
ül.mmmmmi<br />
KUTLU TÖRE I GÖÇTEN SONRA<br />
• ALPER<br />
AKSOY<br />
o4$n £Rmd<br />
/kV^JI JUr»Mm SAATLER<br />
VE<br />
ÇEHRELER<br />
Yahya fflkengn<br />
ALİ AKBAŞ