TürkiyeAraflt›rmalar›MerkeziTAMÖzgüdenli, Türk-‹ran iliflkilerinin dünya tarihindebenzerine az rastlan›r türden bir iliflkioldu¤unu vurgulad›.netici askerî sınıf olarak Yakın Doğu coğrafyasınınsınırlarını ele geçirdi <strong>ve</strong> böylece yerleşik unsurlardanciddi manada etkilenmeye başladı. ÖrneğinGazneli, Selçuklu, Karahanlı devletleri gibi ilk İslâmdevletleri, kuruldukları coğrafyada kendilerindenönce var olan devlet geleneklerinden ciddi manadaetkilenmişlerdir.Gaznelilerden itibaren İran kaynaklarında Türklerleilgili son derece ayrıntılı bilgiler bulunduğunubelirten Özgüdenli, bu tarihten itibaren Türklerin<strong>ve</strong> İranlıların iç içe yaşadıkları müşterek bir kültürcoğrafyası kurulduğuna dikkat çekmektedir. Gaznelilerdenitibaren gerek Selçuklular gerekse Osmanlıdöneminde ilişkiler karşılıklı etkileşim içerisindedevam etmiştir. Melikşah’la birlikte Selçuklusultanlarının Farsça şiirler yazmaya başlamaları,Sultan Sencer’in meclisinde İranlı pek çok şairinbulunması, Selçuklu Sultanlarının Keyhüsrev, Keykâvusgibi İslâm öncesi İran geleneğinden mülhemunvanlar kullanmaları Özgüdenli’nin bu etkileşime<strong>ve</strong>rdiği örneklerdir. Ayrıca Osmanlı döneminde de,bu etkileşim Kanunî dönemine kadar sürmüştür.64.000 beyitlik muazzam bir manzum eser olanŞahnâme’nin Türkçeye 15 ayrı tercümesinin olması,I. Murat’ın yanında ona Şahnâme okuyan birisininbulunması <strong>ve</strong> sonraki yıllarda sarayda Şahnâmeokuyan bir görevlinin istihdam edilmesi, Fatih SultanMehmet’in oğullarından birinin isminin Cemolması konumuza ışık tutacak niteliktedir.Türk-İran ilişkilerinin yoğunluk kazandığı dönemibu şekilde tasvir eden Özgüdenli’ye göre, ÇaldıranSavaşı bu ilişkilerin seyrinde bir kırılma noktası olarakkarşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu tarihten itibarendoğudan gelenlere casus gözüyle bakılmış,İran’a demir ihracatı siyasî sebeplerle yasaklanmış,ticaret yolları kapatılmıştır.Türk-İran ilişkilerini sekteye uğratan bu gelişmelererağmen yine de, iki ülke arasındaki etkileşimindevam ettiğine dikkat çeken Özgüdenli’nin ifadesiyle,“İlişkiler her ne kadar siyasî olayların gölgesindekalmış olsa da XVI. <strong>ve</strong> XVII. yüzyılda İstanbul’dahâlâ İran diline vâkıf olan çok geniş bir entelektüelzümre bulunmaktadır. Bunu İran edebiyatındanyapılan çok farklı tercümelerden <strong>ve</strong> şerhlerdenanlamaktayız. O dönemde entelektüel sayılmakiçin Sadi okumak, Mevlana okumak, Hafız’ışerh etmek gerekiyordu. Gülistan’ın Türkçede 35ayrı tercümesinin bulunduğunu söylemek bile nedemek istediğimizi anlatmaya yetecektir.”Bu minval üzere sorularla devam eden sunumdaÖzgüdenli son olarak, İran kaynakları <strong>ve</strong> Farsça olmadanbir Türk tarihi; Türk kaynakları <strong>ve</strong> Türkçeyazmalar olmadan da bir İran tarihi yazılamayacağınıbelirterek konuşmasını noktaladı.Çok Yönlü Bir Sufinin GözündenSon Dönem Osmanlısı:Aşçı Dede’nin HatıralarıMustafa Koç9 Aral›k 2006De¤erlendirme: Cumhur Ersin Ad›güzelTürkiye Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği BirKitap/Bir Yazar programı kapsamında, yakın bir zamandaneşrettiği Aşçı Dede’nin Hatıraları adlı eser40
TürkiyeAraflt›rmalar›MerkeziTAMKoç, Aflç› Dede’nin bu hat›ralar›n› Türk edebiyat›n›nmuvaffak olmufl ilk roman› olarak de-¤erlendirmektedir.etrafında konuşmak üzere Aralık ayında MustafaKoç’u misafir ettik.Kitap hakkında konuşmaya geçmeden ev<strong>ve</strong>l, ‘aşk’ınmodern araştırmacılar tarafından klasik edebiyatımızdakikullanımıyla asıl ifade edilmek istenendençok farklı anlamlarda anlaşılabildiğine değinerekaşk üzerinde duran Koç, ilk olarak tasavvufta <strong>ve</strong> Dîvanedebiyatımızda önemli bir yeri olan mâ-sivâanlayışına temas etti. Aşçı Dede’nin de ifade ettiğigibi, aşığın maşûka (Allah’a) ulaşması karşısındagünah <strong>ve</strong> nefis gibi bazı engeller vardır <strong>ve</strong> bu engellerinortadan kaldırılması için de nefis terbiyesi gerekir.Mutasavvıflar arasında dünyevî aşka önem<strong>ve</strong>rilir; zira bir kul ancak bu <strong>ve</strong>sile ile Allah aşkınaistidat kazanabilir. Bir diğer ifadeyle dünyevî aşk,kişiyi hakiki aşka götüren bir köprü vazifesi görür.Eski bir yeniçeri olup, ocağın kapatılmasından sonraNizâm-ı Cedîd ordusuna katılan Mehmet AliEfendi’nin oğlu olarak 1828 yılında Kandilli’de doğanAşçı Dede’nin asıl ismi Halil İbrahim’dir. Çocukluğununbüyük bir kısmı Vefa-Şehzadebaşı çevresindegeçen Aşçı Dede, henüz sıbyan mektebindeokurken yazdığı hatıralarında bütün yönleriyle sıbyanmektebine yer <strong>ve</strong>rmektedir. Aşçı Dede’nin buhatıralarını Koç, Türk edebiyatının muvaffak olmuşilk romanı olarak değerlendirmektedir. Daha sonraSüleymaniye Rüşdiyesi’ne giren <strong>ve</strong> buranın ikincimezunlarından olan Aşçı Dede, hatıralarında rüşdiyedegördüğü dersler, müfredatın işlenişi <strong>ve</strong> sınıflarhakkında çok değerli bilgiler <strong>ve</strong>rmektedir.Rüşdiye’yi bitirdikten sonra harbiyeye dahil olanAşçı Dede, memuriyet <strong>ve</strong>silesi ile ülkenin önemlişehirlerini görme imkânı bulmuştur. Şam, Erzurum,Erzincan <strong>ve</strong> Edirne başta olmak üzere pek çokşehri gören Aşçı Dede, bu şehirlerde gördüklerini,tanıştığı kişileri çok canlı bir şekilde tasvir etmektedir.Aşçı Dede, gündelik hayatı anlatmaktadır. Birmahallenin, bir semtin, bir şehrin tasvirini, orayagerçek anlamıyla hayat <strong>ve</strong>ren unsurlarla birlikte anlatır.Bir başka ifadeyle Aşçı Dede’nin anlattığı eskiİstanbul, eski Osmanlı’dır. Koç’a göre, bir mahalleninanlaşılması, sadece insanları terbiye eden değil,aynı zamanda cemiyeti şekillendiren, o mahalleyeyüksek bir kültür kazandıran <strong>ve</strong> mahallenin kimliğininoluşmasında en önemli müessese olan tekke<strong>ve</strong> camilerin anlaşılabilmesine bağlıdır. Aşçı Dedede hatıralarında, eski İstanbul’un gündelik hayatınınsûfîler etrafında nasıl şekillendiğini anlatmaktadır.Bir tasavvufî hareketin Anadolu’da nasıl kurulupteşkilatlandığını <strong>ve</strong> bunun tesirlerinin İstanbul’akadar ne derece etkili olabildiğini, farklı tasavvufşubelerinin birbirleri arasındaki ilişkilerin neşekilde olduğunu bütün açık seçikliğiyle Aşçı Dede’ninhatıralarında görebiliriz.Aşçı Dede, şahidi olduğu yer <strong>ve</strong> olayları, şeyh efendileri,şeyh-i sânîleri, mürîdânı, hatipleri <strong>ve</strong> camicemaatini ete kemiğe bürünüp kitaptan çıkacakmışçasınacanlı bir şekilde tasvir etmekte <strong>ve</strong> bütünbunları nefis bir İstanbul Türkçesi ile anlatmaktadır.Koç’a göre bu nefis üslûbun izahı ancak AşçıDede’nin samimiyeti ile mümkündür.1850’den 1906’ya kadar geçen yarım asrı aşkın birsüre içerisinde eserini yazan Aşçı Dede, sadece tasavvuftarihi alanında çalışanların değil, eğitim tarihi<strong>ve</strong> şehir tarihi alanlarında çalışanların müstağnikalamayacakları, herhangi bir arşiv belgesinde bulunmasımümkün olmayan bir hazine niteliğindedir.Aşçı Dede’yi <strong>ve</strong> hatıralarını ancak bir edibe yaraşırüslûbuyla bizlere tanıtan Koç’un ilgiyle dinlenenkonuşması oldukça <strong>ve</strong>rimli bir şekilde sona erdi.41