Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
93 Harbi akabinde devletin kendisini toparlayabilmesi<br />
için acil ve uzun süreli bir<br />
barışa ihtiyaç bulunduğuna hükmeden II.<br />
Abdülhamid, bir yandan Avrupalı devletler<br />
arasındaki rekabet ve çıkar çatışmalarından<br />
faydalanmaya, diğer yandan da<br />
bu devletlerle olan meselelerini mümkün<br />
olduğunca sulh yolu ile halletmeye gayret<br />
ediyordu. Padişah’a göre mevcut şartlarda<br />
Avrupa devletlerine karşı izlenebilecek<br />
en iyi politika tarafsızlık idi. Bu siyasetinde<br />
zaman zaman “korkaklık ve pasiflik” iddialarına<br />
muhatap olacak derecede ısrarlı olan<br />
II. Abdülhamid’in son tahlilde pek de haksız<br />
olmadığı söylenebilir. Berlin Kongresi akabinde<br />
Osmanlı Devleti’nin önünde ya bir<br />
devletle müttefik olarak devam etmesi ya da<br />
tarafsızlık siyaseti gütmesi gibi iki yol kalmıştı.<br />
Birinci tercihte yaşanmış tecrübelerin<br />
ittifak taahhütlerine güvenilemeyeceğini<br />
açıkça ortaya koyması bir tarafa, eşit şartlarda<br />
gerçekleşmeyen bu ittifak bir bakıma<br />
güçlü müttefikin güdümüne girmek anlamına<br />
geliyordu. Böyle bir durum Osmanlı<br />
Devleti’nin mevcut vaziyeti açısından hiç de<br />
tercih edilecek bir durum değildi.<br />
Sultan II. Abdülhamid’in tarafsızlığı, Avrupalı<br />
devletlere duyulan güvensizliğin ışığında<br />
bilinçli bir karardı. Gaye mümkün olduğunca<br />
savaşlardan uzak kalmak, sonra da<br />
eldeki toprakları muhafaza edebilmekti. Bu<br />
çerçevede 1880’lerden itibaren sömürgecilerin<br />
iştahını kabartan Kuzey Afrika, Hicaz<br />
ve Balkanlara hassasiyetle eğilmiş, buraları<br />
en azından hukuken Osmanlı sınırları içerisinde<br />
tutabilmek için gayret sarf etmiştir.<br />
Özellikle Cezayir, Tunus ve Mısır konusunda<br />
Fransa ve İngiltere’ye yönelik tutumu bu<br />
anlayışına örnek olarak gösterilebilir. Nitekim<br />
Osmanlı Devleti fiili işgalleri hiçbir<br />
zaman kabullenmeyerek bu toprakları hukuken<br />
kendi vilayeti olarak görmeye devam<br />
edecekti.Sultan II. Abdülhamid Osmanlı tarihinin<br />
belki de en buhranlı dönemlerinden<br />
birinde hüküm sürmüş ve sadece dış siyaset<br />
ve devletlerarası ilişkiler nokta-i nazarından<br />
bile saltanatının sonuna kadar rahat bir nefes<br />
alamamıştır. Hatıralarında ve değişik vesilelerle<br />
sadır olan irade ve muhtıralarında<br />
hep ifade ettiği şey Devletin en önemli ihtiyacının<br />
savaşlardan, gerginliklerden uzak<br />
uzun bir sulh devri olduğu, ve yeniden toparlanıp<br />
ayağa kalkmak için bir nefes almaya<br />
ihtiyaç bulunduğudur.<br />
Devletin mevcut sınırlarında varlığının devam<br />
ettirebilmesinin kendi güç ve dinamiklerinin<br />
yanı sıra başka devletlerin arasındaki<br />
anlaşmazlıklara da dayandığının aşikar olması<br />
Sultan II. Abdülhamid’in zihninde hep<br />
yer etmiştir. Hal böyle olunca gün gelip ilgili<br />
devletlerin Osmanlı üzerindeki hesaplarında<br />
anlaşabilmeleri ihtimali Abdülhamid’i<br />
daima tedirgin kılmıştır. Ancak yaşanan<br />
tecrübeler devletin bekası için hiçbir zaman<br />
başka devletlere güvenilemeyeceğini ortaya<br />
koymuştur.<br />
Hilafet, Sultan Abdülhamid ile özdeşleşmiş<br />
bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.<br />
“Halife” ünvanı Sultan Abdülhamid ve<br />
Osmanlı için ne ifade etmekte idi. Dış<br />
politikada avantaj ve dezavantajları neydi<br />
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise<br />
Osmanlı ülkeleri dışındaki İslâm dünyasının<br />
Avrupalı devletlerin hâkimiyeti altına<br />
girmesi ve bağımsızlıklarını kaybeden Müslümanların<br />
Osmanlı Devleti’nden beklentileriyle<br />
oluşan psikolojik atmosfer, Yeni Osmanlı<br />
muhalefetinin Osmanlı Devleti’nin<br />
bekası için teklif ettiği İslâmcılık anlayışının<br />
(İttihâd-ı İslâm ) evrensel açılımına zemin<br />
hazırladı. Böylece Osmanlı Devleti’nin önderliğinde<br />
birleşecek Müslüman ülkelerin<br />
ileri medeniyet seviyesinde geri kalmışlıktan<br />
ve yabancı ülkelerin hâkimiyetinden<br />
kurtulabilecekleri öngörülmekteydi. Bu sürece<br />
katkısı olan önemli bir faktör de bizzat<br />
II. Abdülhamid’in şahsî inanç ve düşünceleridir.<br />
Yeni Osmanlıların etkili olduğu bir<br />
kültür ortamında yetişmesi, özel hayatında<br />
dindar bir kişiliğe sahip bulunması, tahta<br />
geçince de halife unvanıyla bütün Müslümanların<br />
sorumluluğunu hissettiğini belirtmesi,<br />
nihayet Cevdet Paşa’nın tecrübesine<br />
ve birikimine olan itimadı bu siyasete yönelmede<br />
etkili olmuştur denilebilir. Nitekim<br />
saltanatı sırasında İttihâd-ı İslâm adına gündeme<br />
getirdiği pek çok esas ve uygulamanın<br />
Cevdet Paşa’dan mülhem olduğu ortaya konulmuştur.<br />
Röportaj<br />
II. Abdülhamid’e göre, “Osmanlı Devleti’ni<br />
oluşturan Müslüman milletleri bir ailenin<br />
fertleri gibi birbirine yaklaştıran şey din<br />
birliğidir. Din, milletin devamı için sahip<br />
olunması gereken unsurlardan biri olduğu<br />
gibi Devlet-i Aliyye’nin devamı ve bekası<br />
İslâmiyet’le kaimdir, ciddi anlaşmazlıklara<br />
götürmesi muhtemel bulunan milliyet<br />
meselesine itibar edilmemeli, bunun yerine<br />
Müslümanların kardeş olduğu gerçeği<br />
üzerinde durulmalıdır. Müslümanlarda ise<br />
imandan sonra halife aşkı en başta gelmeli,<br />
zihinlere din, devlet ve vatan sevgisi yerleştirilmelidir”.<br />
Bu anlayış sebebiyle II. Abdülhamid devrinde<br />
gerek devletin kimliğinde gerekse<br />
toplumsal hayatta hissedilir derecede bir<br />
“dindarlaşma” görülür. İslâmiyet’in şeref ve<br />
haysiyetine halel getirmemek için yurt dışında<br />
Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya’da<br />
konuları İslâm tarihinden olan bazı temsil,<br />
tiyatro ve operetlere, “hissiyyât-ı milliyye ve<br />
dîniyyeyi rencide ettiği” gerekçesiyle diplomatik<br />
kanallardan müdahalelerde bulunulmuştur.<br />
II. Abdülhamid dönemi İttihâd-ı<br />
İslâm politikasının en çok yankı uyandıran<br />
ve üzerinde durulan cephesi dışa dönük<br />
olanıdır. Çeşitli ülkelerde bulunan Osmanlı<br />
şehbenderlikleri de hilâfet politikasının yürütülmesinde<br />
etkili olan merkezler arasındadır.<br />
Meselâ Endonezya adalarında görevli<br />
Ali Galib Bey’in 1886 tarihli raporu hilâfet<br />
siyasetiyle ilgili yapılması gereken çalışmaları<br />
sıralar örnekler verir Benzer raporlar<br />
Hindistan, İran ve Türkistan’da görev yapan<br />
şehbenderlerden de gelmiştir.<br />
Bu hususta İkinci Abdülhamid’in gerek<br />
şahsiyet olarak gerekse bizzat gelişmeleri<br />
yönlendiren kişi sıfatıyla merkezî konumda<br />
bulunduğu açıktır. Otuz üç yıllık saltanatı<br />
boyunca II. Abdülhamid İslâm dünyasını<br />
genel olarak Osmanlı hilâfeti etrafında birleştirmeyi<br />
başarmış ve ortak bir kamuoyu<br />
oluşturmuştur. Bu itibarla belki de tarihte<br />
görülmemiş olan ortak bir şuurun oluştuğu<br />
inkâr edilemez.<br />
Doksan üç Harbi’nden itibaren Osmanlı<br />
Devleti’ni ilgilendiren milletlerarası gelişmelerde,<br />
özellikle de 1890’lardaki Ermeni<br />
olayları ile Osmanlı-Yunan Savaşı’nda<br />
dünya Müslümanlarının ortaya koyduğu<br />
tepki ve Hicaz demiryolu projesinde sergilenen<br />
olağan üstü dayanışma söz konusu<br />
şuurun göstergeleri olmuştur. Bu hususta II.<br />
Abdülhamid’in gerek şahsiyet olarak gerekse<br />
bizzat gelişmeleri yönlendiren kişi sıfatıyla<br />
merkezî konumda bulunduğu açıktır.<br />
İstanbul Tarih<br />
NİSAN 201765