26.12.2014 Views

Yargıtayın İş Hukukuna İlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 2001 ...

Yargıtayın İş Hukukuna İlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 2001 ...

Yargıtayın İş Hukukuna İlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 2001 ...

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

ÖNSÖZ<br />

Đş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku Türk Milli Komitesinin düzenlediği<br />

faaliyet alanına giren Yargıtay kararlarını değerlendirme seminerlerinden<br />

<strong>2001</strong> yılı kararlarına ilişkin seminer tebliğlerini ve genel<br />

görüşmelerini kapsayan bu kitapla, çeyrek asrı aşan uygulamanın<br />

oluşturduğu geleneğimizi sürdürmekten kıvancımız büyüktür.<br />

10.6.2003 tarihinde 4857 sayılı yeni Đş Kanunun yürürlüğe girmesi,<br />

yüksek mahkemenin önceki 1475 sayılı Đş Kanunu döneminde, bu arada<br />

<strong>2001</strong> yılında verdiği kararların büyük çoğunluğunun geçerliliğini<br />

etkilemeyecektir. 4857 sayılı Kanunun temel felsefesinde önemli yenilikler<br />

bulunduğu ve bunların ışığında kanuna yeni düzenlemeler getirildiği bir<br />

gerçektir. Bu yöndeki gelişmelerde de yüksek mahkemenin önemli katkısı<br />

olmuştur. Gerçekten yüksek mahkeme, günün ihtiyaçlarına cevap<br />

vermekten uzak önceki Đş Kanunu döneminde kurduğu içtihatlarla,<br />

ekonomik ve sosyal gelişmelerin gerekli kıldığı temel ilkeleri ve taşları<br />

çoktan koymaya başlamıştı. Bunların 4857 sayılı kanuna yansıdığını<br />

söylemek hatalı olmayacaktır. Örneğin yeni kanunda işçi, işveren ve işyeri<br />

kavramlarının özünde bir değişiklik yoktur; ancak temel öğelerinin<br />

olmaları gerekli ve gelişmelere uygun içerik, kapsam ve çerçeve ile belirgin<br />

şekle sokulmalarında <strong>Yargıtayın</strong> da payı büyüktür. Genel hükümlerdeki<br />

diğer kurumsal düzenlemeler, örneğin işyerinin ve bir bölümünün devri<br />

veya geçici (ödünç) iş ilişkisi daha önce kanuni boşluk dolayısıyla yüksek<br />

mahkemenin Türk Đş <strong>Hukukuna</strong> ilke kararlarıyla girmiş bulunmaktaydı.<br />

Đş sözleşmesi (hizmet akdi) tanımı ve unsurları, türleri ve belirli süreli iş<br />

sözleşmenin geçerliliği için objektif nedenin bulunmasından çağrı üzerine<br />

çalışmaya kadar her konu, yargıç kararlarıyla çalışma hayatımıza girmiş<br />

bulunuyordu. Kanundaki boşluklar bir yana, yüksek mahkeme,<br />

kanundaki bazı kavramları, örneğin kanuni günlük çalışma süresinin<br />

üzerindeki çalışmanın fazla çalışma sayılacağına ilişkin kuralı, bilinçli<br />

şekilde uygulama dışında tutuyor ve fazla çalışmanın varlığı için, aynen<br />

4857 sayılı kanunda tanımlandığı üzere haftalık 45 saatin üzerindeki<br />

çalışmayı arıyordu. Bu örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan yargıç<br />

hukukunun, yeni kanunların oluşumunda da ne kadar etkili olduğunun<br />

görülmesi ve bilinmesidir. O nedenle bu kitabı <strong>Yargıtayın</strong> 9., 10. ve 21.


Daireleri Üyelerine "Armağan" olarak sunmaktan büyük mutluluk<br />

duymaktayız.<br />

Bu kitabın yayınlanmasını sağlayan Kamu Đşletmeleri Đşverenleri<br />

(Kamu-Đş) Sendikası Yönetim Kuruluna, Sendikanın Genel Sekreteri Dr.<br />

Naci Önsal'a kitabın yayına hazırlanmasında büyük yardımını gördüğümüz<br />

Kamu-Đş Yayın sorumlusu Sevil Çolakoğlu'na, baskı işini kısa sürede<br />

ve büyük bir titizlikle gerçekleştiren Türk Tarih Kurumu Basımevi<br />

mensuplarına teşekkürlerimi sunarım.<br />

Prof.Dr. Münir EKONOMĐ<br />

Milli Komite Başkanı


ĐÇĐNDEKĐLER<br />

Milli Komite Başkanı Prof.Dr. Münir EKONOMĐ'nin Semineri Açış<br />

Konuşması....................................................................................<br />

Prof.Dr. Sarper SÜZEK<br />

Tebliğ: Bireysel Đş Đlişkisinin Kurulması, Hükümleri ve Đşin<br />

Düzenlenmesi Açısından <strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> Yılı <strong>Kararlarının</strong><br />

<strong>Değerlendirilmesi</strong> ..........................................................................<br />

Genel Görüşme .............................................................................<br />

Y.Doç.Dr. Gülsevil ALPAGUT<br />

Tebliğ: Ferdi Đş Đlişkisinin Sona Ermesi ve Kıdem Tazminatı<br />

Açısından <strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> Yılı <strong>Kararlarının</strong> <strong>Değerlendirilmesi</strong> ........<br />

Genel Görüşme .............................................................................<br />

Prof.Dr. Öner EYRENCĐ<br />

Tebliğ: Toplu Đş Đlişkileri Açısından <strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> Yılı<br />

<strong>Kararlarının</strong> <strong>Değerlendirilmesi</strong>.......................................................<br />

Genel Görüşme .............................................................................<br />

Prof.Dr. Ali Rıza OKUR<br />

Tebliğ: Sosyal Sigortalar Hukukunun Genel Hükümleri ve Primleri<br />

Açısından <strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> Yılı <strong>Kararlarının</strong> <strong>Değerlendirilmesi</strong> ........<br />

Y.Doç.Dr. Süleyman BAŞTERZĐ<br />

Tebliğ: Sosyal Sigorta Türleri Açısından <strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> Yılı<br />

<strong>Kararlarının</strong> <strong>Değerlendirilmesi</strong> ......................................................<br />

Genel Görüşme .............................................................................


MĐLLĐ KOMĐTE BAŞKANI PROF.DR. MÜNĐR EKONOMĐ'NĐN<br />

SEMĐNERĐ AÇIŞ KONUŞMASI<br />

Değerli konuklarımız ve üyelerimiz,<br />

Yargıtay <strong>Kararlarının</strong> Değerlendirme Seminerlerinin bir yenisinde<br />

buluşmaktan büyük mutluluk duymaktayız. Bu sözleri ve benzerlerini<br />

benden aşağı yukarı her yıl duymaktasınız. Onunla birlikte vurgulamak<br />

istediğim başka bir husus da Yargıtay üyelerine ve sizlere şükranlarımı<br />

sunmaktır.<br />

Bilindiği gibi Yargıtay kararlarını değerlendirme seminerlerinde 25 yılı<br />

geride bırakmış bulunuyoruz. Bu süre içerisinde Yargıtay üyeleri hiçbir<br />

aksama olmadan katılmışlar ve katkıda bulunmuşlardır. Üyelerimiz sundukları<br />

değerli tebliğleri ve siz katılımcıların genel görüşmelere yansıyan<br />

katkılarıyla bu seminerler vazgeçilmez hale gelmişlerdir.<br />

Bu yılki seminerimize Yargıtay 9. Hukuk Dairesinden Sayın Mustafa<br />

Kılıçoğlu, 10. Hukuk Dairesinden Sayın Başkan Resul Aslanköylü ve Daire<br />

üyesi Sayın Sami Koçak, 21. Hukuk Dairesinden Başkan Sayın Utkan<br />

Araslı ve Daire Üyesi Sayın Ali Güleren katılmaktadırlar.<br />

Seminerlerimizi maddi ve manevi yönden destekleyen ve bizi yalnız<br />

bırakmayan KAMU-ĐŞ Đşveren Sendikası Yöneticilerine ve Genel Sekreteri<br />

Sayın Dr. Naci Önsal'a Arçelik A.Ş.'ne ve Đnsan Kaynakları Yöneticisi<br />

Hasip Kurt'a, Çimento Müstahsilleri Đşverenleri Sendikası Yöneticilerine<br />

ve onun değerli Genel Sekreteri Sayın Sancar Beyazıt'a teşekkür etmek<br />

benim için büyük bir borçtur.<br />

Toplantıyı açarken ilk tebliği sunmak üzere değerli meslekdaşım<br />

Prof.Dr. Sarper Süzek'i ve Başkanlık için de değerli Başkanımız Utkan<br />

Araslı'yı kürsüye davet ediyorum.


Bireysel Đş Đlişkisinin<br />

Kurulması, Hükümleri ve<br />

Đşin Düzenlenmesi<br />

Oturum Başkanı : Utkan ARASLI<br />

Yargıtay 21. Hukuk Dairesi<br />

Başkanı<br />

Tebliğ Sahibi : Prof.Dr. Sarper SÜZEK<br />

Ankara Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi


I. ĐŞ ĐLĐŞKĐSĐNĐN KURULMASI<br />

1. Đş Đlişkisinin (Akdinin) Kurulduğu Haller<br />

a) Şirket ortağı ile iş akdinin yapılması<br />

Đş mahkemelerinin görev alanını ilgilendiren bir davada Yargıtay şirket<br />

ile ortağı arasında iş akdinin kurulduğunu isabetli olarak kararlaştırmıştır.<br />

Yüksek mahkemeye göre "davacının daha önce davalı limited<br />

şirketin ortağı olduğu ve ortaklığı sırasında şirket ana sözleşmesi ile şirketin<br />

temsil ve idaresi için ilk on yıllık süre için tek başına şirket müdürü<br />

olarak eçildiği, bir süre sonra payını diğer ortaklara devrederek ortaklıktan<br />

ayrıldığı anlaşılmaktadır. Davacı, 6 ay süre ile davalı şirkette müdür<br />

olarak çalıştığını belirtecek ücret alacağı isteğinde bulunmuştur. Mahkemece<br />

limited şirket ortağı ile şirket arasında hizmet akti olmayacağı gerekçesiyle<br />

... dava dilekçesinin görev yönünden reddine karar verilmiştir.<br />

Ne var ki, bir kimsenin şirket ortağı olması onun ortağı olduğu şirketle<br />

hizmet akti ilişkisi içerisine girmesine engel değildir" (Y9HD, 17.9.<strong>2001</strong>,<br />

15040/13860, Kılıçoğlu, Đş Kanunu Şerhi, Ankara <strong>2001</strong>, 1343-1344).<br />

Gerçekten, şirket ile ortağı arasında bir iş akdinin kurulmasına hukuki<br />

bir engel bulunmamaktadır. Davacı şirket müdürü olarak görev yaptığından<br />

hem işveren vekili hem de işçi niteliği taşır. Đş Kanununun 1. maddesinin<br />

4. fıkrası uyarınca "Đşveren vekilliği sıfatı, işçilere tanınan hak ve<br />

vecibeleri ortadan" kaldırmayacağından müdür olarak çalıştığı dönem için<br />

ücret isteyebilir.<br />

b) Kapıcı (veya kapıcının eşi) ile iş ilişkisinin kurulması<br />

Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 8.2.<strong>2001</strong> tarihli kararına (1338/1978,<br />

Kılıçoğlu, 1225) konu olan olayda davacı sitede kapıcı olarak çalıştığını<br />

ileri sürmüş, davalı taraf ise davacının sitenin inşaatı sıraında müteahhit<br />

tarafından inşaata bekçi olarak alındığını, site yönetimi ile aralarında<br />

herhangi bir kapıcılık sözleşmesinin bulunmadığını savunmuştur. Mahkeme<br />

savunma doğrultusunda davanın reddine karar vermiştir. Oysa ki<br />

dinlenen davacı tanıkları davacının sitenin çöplerini topladığını, her gün<br />

fırından 40 ekmek alıp dairelere dağıttığını belirtmişlerdir. Davalı tanığı<br />

olarak dinlenen bir kat maliki de davacının fırından ekmek alıp apartmana<br />

dağıttığını doğrulamıştır. Bu olayda yüksek mahkeme, davacının<br />

önce site inşaatı sırasında müteahhit tarafından işe alındığını daha sonra<br />

dairelere yerleşmeler başladığında davacının kapıcı dairesinde oturmaya<br />

devam ettiğini, fiilen kapıcılık görevini ifa ettiğini, bu durumda kapıcılık<br />

sözleşmesinin bulunmadığından bahisle davanın reddine karar verilmesinin<br />

hatalı olduğunu kararlaştırmıştır. Gerçekten, iş mevzuatımızda yer<br />

alan belirli haller (ĐK 9/1, DĐK 5, BĐK 4, 625 s.k.32) dışında iş akitleri ku-


al olarak bir şekle bağlı değildir. Bu sözleşmeler yazılı veya sözlü hatta<br />

örtülü olarak da kurulabilir. Yargıtay tarafından ele alınan olayda da her<br />

ne kadar davacı ile yazılı veya sözlü bir iş sözleşmesi yapılmamışsa da,<br />

kapıcının iş görme ediminin sürekli olarak itiraz edilmeksizin kabul edilmesi<br />

karşısında site yönetimi ile kapıcı arasında örtülü olarak sözleşmenin<br />

kurulduğu sonucuna varılmalıdır. Esasen Konut Kapıcıları Tüzüğünde<br />

de kapıcı ile yapılan iş akdi herhangi bir şekle bağlanmamıştır (m.<br />

5).<br />

Bunun gibi, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bir kararında, her ne<br />

kadar ihbar, kıdem ve kötü niyet tazminatı ve işçilik haklarından doğan<br />

alacak isteminde bulunan davacının eşi Z.Ç. ile davalı apartman yönetimi<br />

arasında kapıcı dairesi ile ilgili 17.10.1993 tarihli bir kira sözleşmesi<br />

mevcut ise de, gerçekte davacının apartmanda kapıcılık hizmetlerini gördüğü,<br />

Z.Ç.'nin Siyasal Bilgiler Fakültesinde devlet memuru olduğu belirlenmiş<br />

ve yerel mahkemenin davacı ile davalı apartman yönetimi arasında<br />

iş ilişkisinin olduğuna yönelik direnme kararı yerinde bulunmuştur<br />

(YHGK, 14.3.<strong>2001</strong>, 9-125/227, ĐBD, <strong>2001</strong>, S. 10-12, 1136-1137).<br />

Olayda ilk akla gelen husus, Z.Ç ile apartman yönetiminin kapıcılık<br />

sözleşmesini gizlemek amacıyla muvazaalı bir kira sözleşmesi yaptıklarıdır.<br />

Bu takdirde muvazaalı kira sözleşmesi hukuki sonuç yaratmayacak,<br />

gizledikleri kapıcılık sözleşmesi gerçek idarelerine uyduğundan geçerli<br />

kabul edilecektir. Ancak, Z.Ç. tam gün çalışan devlet memuru olduğundan<br />

ve kapıcılık hizmetini yerine getiremeyeceğinden, Borçlar Kanununun<br />

320. maddesinin 1. fıkrası uyarınca iş görme edimini fiilen kapıcılık<br />

hizmetlerini yerine getiren eşine, tarafların örtülü olarak anlaşmasıyla<br />

devretmiş sayılacaktır. Başka bir deyimle, Z.Ç.'nin eşi ile yeni bir iş<br />

(kapıcılık) akdi kurulmuş olacaktır (Bkz. Ekonomi, Değerlendirme 1984,<br />

13-15. Demir, Değerlendirme 1988, 20-22. Ulucan, Değerlendirme 1990,<br />

3-5, Sur, Değerlendirme 1999, 14-15. Süzek, Đş Hukuku, Genel Esaslar-<br />

Đş Akdi, Đstanbul 2002, 279-280). Sonuç olarak, Hukuk Genel Kurulunun<br />

kararı isabetli bulunmaktadır.<br />

c) Sosyal Sigortalar Kurumunun Sözleşme Yaptığı Kişilerle Đş Đlişkisinin<br />

Kurulması<br />

Sosyal Sigortalar Kanununun 123. maddesine göre "Kurum, bu kanunla<br />

kendisine verilmiş bulunan görevleri yerine getirebilmek ve sağlık<br />

yardımlarını yapabilmek için ... hekim, eczacı ve ebelerle ve diğer gerçek<br />

... kişilerle sözleşmeler yapmaya da yetkilidir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun<br />

25.4.<strong>2001</strong> tarihli kararına (9-385/403, Kılıçoğlu, 1203-1207)<br />

konu olan uyuşmazlık bu hüküm dolayısıyla ortaya çıkmış, davacı sendika,<br />

işçi sayılmaları gereken kendisine üye olan söz konusu kişilerin


sendika üyelik aidatlarının ücretlerinden kesilmemesi ve sendikaya gönderilmemesi<br />

nedeniyle işveren Sosyal Sigortalar Kurumundan tahsilini talep<br />

etmiştir. SSK ise 123. madde uyarınca çalıştırdığı bu kişilerin işçi<br />

sayılamayacaklarını, bunların "sözleşmeli" olarak istihdam edildiklerini<br />

ileri ürmüştür.<br />

Konuyu ele alan Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, sözleşmeli personel ile<br />

Sosyal Sigortalar Kurumu arasında SSK.nun 123. maddesi uyarınca yapılan<br />

sözleşmelerde, istihdam edileceklerde 657 sayılı Devlet Memurları<br />

Kanununun 48. maddesinde belirtilen devlet memurluğuna girmek için<br />

aranan koşulların bulunması gerektiği, 65 yaşını doldurdukları tarihte<br />

sözleşmenin kendiliğinden sona ereceği, ücretlerinin işçilerin aksine peşin<br />

olarak ödeneceği, çalışma sürelerinin devlet memurları için saptanan<br />

esaslara göre belirleneceği, sözleşmenin uygulanmasından doğacak uyuşmazlıkların<br />

idari mahkemelerde çözümleneceği gibi memurlara özgü hükümlere<br />

yer verildiğini, bu nedenle taraflar arasındaki ilişkinin iş akdine<br />

dayanmadığını karara bağlamıştır. Bunun gibi, söz konusu kişilerin bir<br />

kamu kuruluşu olan davalı Sosyal Sigortalar Kurumunun kamu gücüne<br />

dayanan yetkilerinin kullanılması suretiyle, konusu kamu hizmeti olan<br />

sağlık işlerinde çalıştırıldıkları Daire kararında ifade edilmiştirr.<br />

Aynı şekilde, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin bu görüşü paralelinde<br />

Hukuk Genel Kurulu kararına karşı oy yazısını kaleme alan üyelere göre<br />

de, dava konusu kişiler ebe, laborant, röntgen veya anestezi teknisyeni<br />

gibi özelmeslek ve ihtisas sahibi kişiler olup, Devlet Memurları Kanununun<br />

4/B maddesinde yer alan sözleşmeli personel niteliği taşırlar. Ayrıca<br />

yine karşı oy yazısına göre söz konusu kişilerle yapılan sözleşmelerin<br />

başlangıç kısmında "sözleşmeli personel, sözleşme ile çalıştırılmasına karar<br />

verilen ve işçi sayılmayan kamu hizmeti görevlileridir" denilmiştir.<br />

Yargıtay 9.Hukuk Dairesinin kararında ve karşı oy yazısında yer alan<br />

bu görüş ve gerekçelere karşın Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kanımızca<br />

da isabetli olarak anılan kişilerle kurum arasında bir iş akdinin kurulduğunu<br />

kararlaştırmıştır. Hukuk Genel Kuruluna göre, 657 sayılı Devlet<br />

Memurları Kanununun 4. maddesinin B bendinde "sözleşmeli personel<br />

kalkınma planı, yıllık program ve iş programlanında yer alan önemli projelerin<br />

hazırlanması, gerçekleştirilmesi, işletilmesi ve işlerliği için şart<br />

olan zaruri ve istisnai hallere münhasır olmak üzere özel bir meslek bilgisine<br />

ve ihtisasına ihtiyaç gösteren geçici işlerde, kurumun teklifi üzerine<br />

Devlet Personel Dairesi ve Maliye Bakanlığının görüşleri alınarak<br />

Bakanlar Kurulunca geçici olarak sözleşme ile çalıştırılmasına karar verilen<br />

ve işçi sayılmayan kamu hizmeti görevlisi olarak tarif edilmiştir ... Bütün<br />

bu anlatımlar karşısında, bu kişilerin, 657 sayılı Devlet Memurları


Kanunu açısından sözleşmeli personel olarak vasıflandırılmalarına yasal<br />

olarak bulunmamaktadır".<br />

Gerçekten, Sosyal Sigortalar Kurumunun 123. maddesine göre kendileriyle<br />

sözleşme yapılan ebe, laborant, röntgen teknisyeni gibi kişiler<br />

Devlet Memurları Kanununun 4/B maddesinde belirtilen görevleri yerine<br />

getirmezler, bunların zorunlu ve istisnai hallere münhasır olmak üzere<br />

çalıştırıldıkları söylenemez, ayrıca bu kişilerin atanmalarında Devlet Personel<br />

Dairesi ile Maliye Bakanlığının görüşleri alınmadığı gibi Bakanlar<br />

Kurulunca da çalıştırılmalarına karar verilmemiştir. Öte yandan, söz konusu<br />

kişilerle yapılan sözleşmelerde devlet memurlarının çalışma koşullarına<br />

özgü hükümlerin yer alması da bunların devlet memuru niteliği<br />

taşıdıklarını veya iş akdine göre çalışmadıklarını göstermez. Đş akitlerinde<br />

taraflar, mutlak emredici yasa kurullarına (uyuşmazlıkların idari mahkemelerde<br />

çözümlenmesi gibi) aykırı olmamak koşuluyla istedikleri çalışma<br />

koşullarını getirebilirler. Ayrıca, hukuken kamu görevlisi niteliği<br />

taşımayan kişilere sözleşmeyle bu sıfatın verilmesi de mümkün değildir.<br />

Sonuç itibariyle, söz konusu kişiler Devlet Memurları Kanununun 4.<br />

maddesinin D bendi uyarınca, anılan maddenin (A), (B) ve (C) bentleri dışında<br />

kalan ve işçi niteliği taşıyan kişilerdir ve bunlarla SSK arasında iş<br />

ilişkisi kurulmuştur.<br />

2. Đş Đlişkisinin (Akdinin) Kurulmadığı Haller<br />

Yargıtay iş mahkemelerinin görevine ilişkin bir kararında (Y9HD,<br />

18.6.<strong>2001</strong>, 8123/10422, Kılıçoğlu, 1343) gayrı resmi olarak 23 yıl evli<br />

kalan taraflar arasında iş ilişkisinin kurulmamış olması nedeniyle, tarafların<br />

işçi ve işveren sıfatı taşımadıklarını, dolayısıyla bu ilişkiden ahlaki<br />

bir yükümlülük dışında herhangi bir ücret veya iş akdinden doğan bir<br />

borç doğmadığını haklı olarak kararlaştırmıştır.<br />

Aynı şekilde yüksek mahkeme, işyerinde stajyer öğrenci olarak faaliyette<br />

bullunan kişiyle işveren arasında iş akdinin bulunmadığını (Y9HD,<br />

11.6.<strong>2001</strong>, 9175/9903, Çimento Đşv., Eylül <strong>2001</strong>, 39), sözleşmede takip<br />

edilen iş başına vekalet ücreti kararlaştırılmış olup, ayrıca aylık bir ücrete<br />

yer verilmediği gerekçesiyle avukat ile yapılan sözleşmenin vekalet akdine<br />

dayandığını (Y9HD, 12.11.<strong>2001</strong>, 18397/17552, Kılıçoğlu, 1343), belediye<br />

meclisi üyesi ve belediye başkan yardımcılığı görevlerini yerine getiren davacının<br />

işverenle ilişkisinin iş akdine dayanmadığını (Y9HD, 19.2.<strong>2001</strong>,<br />

2921/2918, Kılıçoğlu, 1345), Çiftçi Mallarını Koruma Kanununa göre<br />

çalışan kişinin iş akdiyle değil atama işlemiyle göreve alındığını (Y9HD,<br />

20.6.<strong>2001</strong>, 8234/10741, Kılıçoğlu, 1344), davalı kooperatifin genel kurulunca<br />

seçilen, yönetim kurulu üyesi ve başkanı sıfatı ile görev alan kişinin<br />

kooperatifle ilişkisinin iş akdine değil vekalet akdine dayandığını (Y9HD,


27.2.<strong>2001</strong>, 19431/3554, Đşv., Haziran <strong>2001</strong>, 16-17) isabetli olarak hükme<br />

bağlamıştır.<br />

3. Đş Kanununun Kapsamına Giren/Girmeyen Đş Đlişkileri<br />

a) Ev hizmetlerinde çalışanların iş ilişkisi<br />

Yargıtay ev hizmetlerinde çalışanların işverenleri ile uyuşmazlıklarında<br />

mahkemelerin görev alanını belirleyen bir kararıda (Y9HD,<br />

14.3.<strong>2001</strong>, 1079/3913, ĐBD, <strong>2001</strong>, S.10-12, 1181-1182) davalının yazlık<br />

ve kışlık evinde devamlı olarak ev hizmetlerini yerine getiren kadın işçinin<br />

iş ilişkisinin 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun kapsamında bulunduğunu<br />

ancak Đş Kanunun kapsamı dışında kaldığını, bu nedenle de davanın<br />

iş mahkemesinde görülemeyeceğini isabetli olarak kararlaştırılmıştır.<br />

Gerçekten Sosyal Sigortalar Kanununun 3. maddesinin I. bendinin D<br />

fıkrasına göre ücretli ve sürekli olarak iş akdiyle ev hizmetlerinde çalışanlar<br />

sigortalı sayılırlar. Buna karşılık söz konusu kişiler Đş Kanununun 5.<br />

maddesinin 4. fıkrasıyla Đş Kanununun kapsamı dışında bırakılmışlardır.<br />

Kuşkusuz Sosyal Sigortalar Kanunundan doğan bir uyuşmazlık söz konusu<br />

olsaydı davanın iş mahkemesinde görülmesi gerekecekti (SSK 134).<br />

b) Minibüs şoförünün iş ilişkisi<br />

<strong>Yargıtayın</strong> bir kararına (Y9HD, 12.11.<strong>2001</strong>, 18408/17560, Kılıçoğlu,<br />

1223) göre "esnaf odasına kayıtlı bir işyerinin 1475 Sayılı Đş Kanununun<br />

5/1-5 maddesi kapsamında sayılması için üç ve daha az kişinin çalışmış<br />

olması yanında işverenin sınırlı olarak minibüs işletmeciliği ve şöförlükle<br />

geçimini temin eden kimselerden olması gerekir. Davacı taraf davalı işverenin<br />

minübüs işletmeciliği yanında gayrı menkul kira gelirini elde ettiğini<br />

iddia ederek bu konuda kira sözleşmesi ibraz etmiştir. Mahkemece bu<br />

husus araştırılıp tartışılmadan eksik inceleme ile karar verilmesi hatalıdır".<br />

Đş Kanununun 5. maddesinin 5. fıkrasında bu yasanın "507 sayılı<br />

Esnaf ve Küçük Sanatkarlar Kanununun 2'nci maddesinin tarifine uygun<br />

üç kişinin çalıştığı işyerlerinde" uygulanmayacağı hükme bağlanmıştır.<br />

507 sayılı yasanın 2. maddesinde ise esnafın tanımı yapılmış, otomobilcilik<br />

ve şoförlük de esnaf faaliyetleri arasında sayılmış ayrıca esnafın "geçimini<br />

sınırlı olarak" bu faaliyetinden temin etmesi koşulu aranmıştır. O<br />

halde, şoförün iş ilişkisinin Đş Kanununun kapsamı dışında kalabilmesi<br />

için üç koşulun bir araya gelmesi zorunludur. Bunlar, şoförün 507 sayılı<br />

yasanın tanımına uygun esnaf faaliyetinin yürütüldüğü bir işyerinde istihdam<br />

edilmesi, bu işyerinde en fazla üç kişinin çalışması ve şoförün<br />

yanında çalıştığı esnafın geçimini sınırı olarak bu faaliyetten temin etmesidir.


Kanımıza göre, Đş Kanununun 5. maddesinin 5. fıkrasının dar yorumlanması,<br />

diğer deyimle mümkün olduğu kadar işçinin Đş Kanunun<br />

kapsamında olduğu yönündeki yoruma öncelik tanınması gerekir. Çünkü,<br />

herşeyden önce ĐK 5 hükmü bir istisna hükmüdür ve genel yorum<br />

kuralları gereğince istisnai kuralların dar yorumlanması zorunludur<br />

(Edis, Medeni hukuka Giriş ve Başlangıç Hükümleri, B.2, Ankara 1983,<br />

187, dn.93. Çenberci, Đş Kanunu Şerhi, B.6, Ankara 1986, 73. Süzek, Đş<br />

Hukukunda Yorum, Đnan Kıraç'a Armağan, Đstanbul 1994, 235). Bunun<br />

gibi anayasaya uygun yorum (Bkz. Süzek, Yorum, 235) da bu konuda dar<br />

yorumu zorunluklar. Zira anayasanın sosyal devlet ve sosyal adalet ilkeleri<br />

mümkün olduğu kadar çok sayıda çalışanın sosyal korumadan yararlandırılması<br />

yönündeki bir yoruma öncelik tanır.<br />

O halde, olayda olduğu gibi yukarıda belirtilen üç koşuldan ilk ikisi<br />

gerçekleşmiş bulunsa da şoförü çalıştıran esnafın geçimini sınırlı olarak<br />

bu faaliyetten temin etmesi diğer deyişle otomobilcilik ve şoförlük dışında<br />

bir gelir kaynağının bulunmaması gerekir. bu nedenle <strong>Yargıtayın</strong> daha<br />

önceki kararlarında (Y9HD, 27.10.<strong>2001</strong>, 16827/18156, Y9HD, 1.6.1998,<br />

8036/9556 ve bu kararların incelenmesi, Akı, Değerlendirme 1998, 12-<br />

14) olduğu gibi değerlendirmeye aldığımız 12.11.<strong>2001</strong> tarihli kararında da<br />

ĐK 5/5 dar yorumlanması gereği esnaf işverenin başka bir gelirinin<br />

(olayda gayrımenkul geliri) olup olmadığının araştırılıp tartışılmasını istemesi<br />

kanımızca da isabetlidir.<br />

c) Merkezi ısıtma sistemine geçen konutta kapıcının ilişkisi<br />

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun kararına (21.2.<strong>2001</strong>, 9-107/191,<br />

ABD, <strong>2001</strong>-2, 211-212) konu olan olayda iş mahkemesince, konutta davacının<br />

işe başlama tarihinden önce kömür kaloriferden merkezi ısıtma<br />

sistemine geçildiği, bu şekilde konutun kalorifersiz nitelik kazandığı, ayrıca<br />

davacının kapıcılık hizmeti yanında servis taşımacılığı suretiyle ticari<br />

faaliyette bulunduğu ve kapıcılık hizmetini aynı işverene veya aynı konuta<br />

hasretmediği bu nedenlerle de Đş Kanunun kapsamı dışında kaldığı ve bu<br />

uyuşmazlıkta iş mahkemelerinin görevli olmadığı kararlaştırılmıştır.<br />

Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin Hukuk Genel Kurulunca onaylanan kararında<br />

ise şu ifadelere yer verilmiştir: "Kaloriferli konuttan amaç, konutun<br />

ister kömürlü, ister mazotlu veya doğal gaz olsun bir cihazla ısıtılmakta<br />

olmasıdır. Kullanılan yakıt ile kapıcının kalorifer işini yapıp yapmamasının<br />

herhangi bir önemi bulunmamaktadır. Başka bir anlatımla,<br />

kapıcının gördüğü hizmetin netileği ne olursa olsun, kaloriferli konutta<br />

çalışıyor olması yeterlidir ... Davacı işçi kaloriferli konut işyerinde çalıştığına<br />

göre 1475 sayılı Đş Kanununun 5. maddesinin II. fıkrasının (e) bendi<br />

gereğince Đş Kanunu hükümlerine" tabidir.


Gerçekten, kararda da belirtildiği gibi merkezi ısıtmanın doğal gaz ile<br />

yapılmasının da kaloriferli konut olarak kabul edilmesi gerekir. Đş Kanunu,<br />

bu yasanın 5. maddesinin (e) fıkrası uyarınca herhangi bir ayrım<br />

yapılmaksızın tüm kaloriferli konut kapıcılarına uygulanır. Önemli olan<br />

yön konutun kaloriferli olmasıdır. Konutun kaloriferli olması halinde,<br />

merkezi ısıtma sistemine geçilmiş olması nedeniyle kapıcı kalorifer işiyle<br />

uğraşmasa bile Đş Kanunundan yararlanır (Esener, Đş Hukuku, B.3, Ankara<br />

1978, 118. Ekonomi, Đş Hukuku, C.I, Ferdi Đş Hukuku, B.3, Đstanbul<br />

1987, 69. Tunçomağ-Centel, Đş Hukukunun Esasları, B.2, Đstanbul<br />

1999, 35. Narmanlıoğlu, Đş Hukuku, I, Ferdi Đş Đlişkileri, B.3, Đzmir 1998,<br />

85. Süzek, Đş Hukuku, 203).<br />

4. Đş Đlişkisinin Đşveren Tarafı<br />

a) Đşverenin değişmesi (Đş ilişkisinin devri)<br />

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 14.3.<strong>2001</strong> tarihli bir kararında (225/3914<br />

ve Akyiğit'in incelemesi, Tühis, Kasım <strong>2001</strong>, 40-50) iş ilişkisinin devri<br />

sorununu ele almıştır. Söz konusu karara göre: "Davacı işçi uzman ekonomist<br />

olarak özel hukuk tüzel kişiliği olan Davalı ... şirketine ait işyerinde<br />

1984 yılında başladığı bu çalışmasını 10.1.1999 tarihine kadar<br />

sürdürmüştür. Dosya içeriğine göre davacı 10.1.1999 tarihinde bir dilekçe<br />

vererek dava dışı ... ortaklığı işçisi olarak aynı işyerinde aynı işte<br />

çalışmaya devam etmiştir. Bu değişiklik konusunda gerek davacı işçinin<br />

gerekse davalı işverenin ve gerekse dava dışı ...'nun mutabakatı mevcut<br />

olduğu gibi dava dışı şirkette, davalı işverenin hizmet süresi ile ilgili bütün<br />

taahhütlerini üstlenmiştir. Oluşan bu durum işçinin bir işyerinin diğerine<br />

devri anlamında olup hizmet akdinin feshi sonucunu doğurmaz.<br />

Taraflar esasen bu konuda da mutabıktırlar. Đş hukkunda son yıllarda<br />

büyük bir gelişme gösteren esneklik kapsamı içinde hizmet devrine yer<br />

verildiği sıkça gözlenmektedir. Özellikle öğretide bu konuda olumlu görüşler<br />

serdedilmiş ve böyle bir olanaktan yurdumuzda da yararlanılması<br />

şeklinde sonuçlara ulaşılmıştır. Somut olayda böyle bir durumda dava<br />

dışı anonim şirket davalı şirketin yerine geçmiştir. Bu itibarla sözleşme<br />

devam ettiğine göre davacı işçinin kıdem tazminatını talep etme koşulu<br />

gerçekleşmemiştir".<br />

<strong>Yargıtayın</strong> bu kararında iki ayrı hukuki müessesenin ortaya çıktığı<br />

gözlenmektedir. Bunlardan birincisi iş ilişkisinin devri durumu, diğeri ise<br />

yüksek mahkemenin kararında üzerinde durmadığı ödünç iş ilişkisi sorunudur.<br />

Gerçekten, olayda ilk önce davalı şirketin işçi ile olan iş ilişkisinin<br />

(akdinin) dava dışı şirkete bütünüyle ve sürekli devri söz konusudur.<br />

Başka bir deyişle işçinin işvereni değişmiştir. Bunun yanında, iş<br />

ilişkisinin devrine karşın işçi yeni işverenin işyerinde çalışmaya başla-


mamış tarafların muvafakatı ile eski işverenin işyerinde çalışmaya devam<br />

etmiştir. Bu aşamada ise bir ödünç iş ilişkisi ortaya çıkmış, diğer deyişle<br />

iş ilişkisini devralan yeni işveren işçisini eski işverene ödünç olarak vermiştir.<br />

Görüldüğü gibi olayda bir işyerinin devri değil, sadece bir işçinin iş<br />

akdinin bir işverenden diğerine devri söz konusudur. Ancak bu devirden<br />

sonra işçi, tarafların rızasıyla eski işverenin işyerinde çalışmaya devam<br />

ettiğinden bu aşamada yeni işverenin işçisinin eski işverene ödünç verilmesi<br />

durumu ortaya çıkar.<br />

Her ne kadar Borçlar Kanununda sözleşmenin bütünüyle devrine<br />

ilişkin bir düzenleme yer almıyorsa da, hukukumuzda geçerli bulunan<br />

sözleşme özgürlüğü ilkesi gereği iş akdinin (ilişkisinin) devrinin mümkün<br />

olduğu kabul edilmelidir. Ancak, iş akdinin bütünüyle devri için devreden<br />

ve devralan işverenler arasında bu yönde bir anlaşmanın olması yeterli<br />

değildir. Bunun gerçekleşmesi için ya eski-yeni işverenler ve işçi arasında<br />

devri sağlayan üçlü bir kendine özgü sözleşmenin (iş akdinin devri<br />

sözleşmesi) oluşması ya da eski işverenle yeni işveren arasında yapılan bu<br />

yöndeki bir sözleşmeye işçinin açık veya örtülü onayının bulunması<br />

gerekir. Bu takdirde önceki işveren iş akdinde taraf niteliğini kaybeder,<br />

onun yerini anlaşmanın tarafı yeni işveren alır (Rehbinder, Droit suisse<br />

du travail (Tr. B. Schneider), Berne 1979, 95 vd. Ekonomi-Eyrenci, Hizmet<br />

Akdinin Devri ile Đşverenin Değişmesi, Prof.Dr. Nuri Çelik'e Armağan,<br />

II, Đstanbul <strong>2001</strong>, 1213 vd. Güzel, Đşverenin Değişmesi-Đşyerinin Devri ve<br />

Hizmet Akitlerine Etkisi, Đstanbul 1987, 266 vd. Süzek, Đş Hukuku, 281-<br />

282. Akyiğit, Đlişkinin Devri, 43 vd. Engin, Türk Đş ve Sosyal Güvenlik<br />

Hukukunda Đşveren, 1993, 211-212).<br />

Burada BK 320/1 uyarınca tarafların anlaşmasıyla işçinin değişmesi<br />

sonucunda yeni bir iş akdinin kurulması değil mevcut iş akdinin bütünüyle<br />

yeni işverene devri söz konusudur. Çünkü iş akdinde işverenin<br />

kişiliği kural olarak önem taşımadığından, işverenin değişmesi, mevcut iş<br />

akdinin temelinde ve içeriğinde bir değişiklik, yeni bir iş akdinin yapılması<br />

anlamını taşımaz. Yapılan iş akdinin devri sözleşmesiyle mevcut iş<br />

akdi aynen yeni işverene intikal etmiş olur (Ekonomi-Eyrenci, 1218, Süzek,<br />

Đş Hukuku, 280, 282). Ele aldığımız olayda iş akdi sona ermediğine<br />

aynen yeni işveren ile devam ettiğine göre <strong>Yargıtayın</strong> işçinin kıdem tazminatını<br />

talep hakkının doğmadığına ilişkin kararının isabetli olduğu söylenebilir.<br />

Davacı işçi 10.1.1999 tarihinde yani iş akdinin devredildiği tarihte<br />

dilekçe vererek eski işverenin işyerinde çalışmaya devam ettiğine göre<br />

ödünç iş ilişkisi bu tarihte başlamıştır. <strong>Yargıtayın</strong> karar tarihinin


14.3.<strong>2001</strong> olduğu göz önünde tutulduğunda ödünç iş ilişkisi süresinin bir<br />

yılı aşmış olması olasılığı vardır. Ödünç iş ilişkisinin amacı geçici bir<br />

ihtiyacın giderilmesi olduğundan bu ilişkinin temel özelliği geçici bir süre<br />

devam etmesidir. Đşçinin çalışmasının geçici sayılamayacak bir süre devam<br />

etmesi halinde, artık ilişkinin geçici olmaktan çıktığı ve tarafların örtülü<br />

iradesinin ödünç alan işverenle iş akdinin kurulması yönünde olduğu<br />

sonucuna varılabilir. (Vacarie, L'employeur, Paris 1979, 27-28.<br />

Süzek, Đş Hukuku, 253, Engin, 112 vd.).<br />

Çalışmanın geçici sayılamayacak bir süre devam edip etmediği her<br />

somut olayın özelliğine ve dürüstlük kurallarına göre yargıç tarafından<br />

belirlenirse de bu sürenin azami bir yıl olabileceği kanısını taşıyoruz.<br />

Çünkü, Đş Kanunu işçinin gerek kıdem tazminatına (ĐK 14/1) gerekse yıllık<br />

ücretli izine (ĐK 49) hak kazanmasında işyerinde bir yıl çalışmasını<br />

esas almıştır. Başka bir deyişle, mevzuatımızda işyerinde bir yıl çalışan<br />

işçinin artık o işyerinde belirli bir kıdem kazandığı, işyeri ile arasında bir<br />

bağ kurulduğu kabul edilebilir (Süzek, Đş Hukuku, 253-254. Bkz. ve kşz.<br />

Akyiğit, Đş Hukuku Açısından Ödünç Đş Đlişkisi, Ankara 1995, 104-105.<br />

Engin, Atipik Đstihdam Biçimleri ve Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar,<br />

Çalışma Hayatında Esneklik ve Đş <strong>Hukukuna</strong> Etkileri, Đstanbul 2002, 124-<br />

126).<br />

Ödünç alan işveren yanındaki çalışma yukarıda belirtilen süreleri<br />

aşmışsa ödünç alan "işveren" niteliği kazanır. Yargıtay tarafından ele alınan<br />

olayda ödünç iş ilişkisinin süresi büyük bir olasılıkla bir yılı geçtiğine<br />

göre iş ilişkisinin tekrar ödünç alana yani eski işverene geçtiği kabul<br />

edilmelidir (Akyiğit, Đlişkinin Devri, 50).<br />

Olayda kıdem tazminatı ödemekten kaçınmak amacıyla bir muvazaanın<br />

söz konusu olabileceği de akla gelmektedir. Ancak olayın bu yönü<br />

tebliğ konumuzun dışında kalmaktadır.<br />

b) Alt Đşverenle Kurulan Đş Đlişkisi<br />

aa) Alt işverenin işçilerinin alacaklarından asıl işverenin sorumluluğu<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kararına (Y9HD,. 19.11.<strong>2001</strong>, 1851/17882, Kılıçoğlu,<br />

1207-1208) konu olan olayda davacı Tedaş Denizli Elektrik Dağıtım Müessesesinin<br />

hizmet binasının temizlik işini alan müteahhidin işçisi oarak<br />

çalışmıştır. Đş mahkemesince davacının temizlik işini yüklenen müteah-


hidin işçisi olduğu gerekçesiyle Tedaş hakkında açılan dava husumet yönünden<br />

reddedilmiştir. Buna karşılık Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, davacının<br />

asıl işverene ait işyerinde işin bir bölümü olan hizmet binasının<br />

temizlik işini ihale ile alan alt işverenin işinde münhasıran çalıştığını, asıl<br />

işveren durumunda olan Tedaş'ın ĐK 1/son uyarınca dava konusu alacaklardan<br />

sorumlu olduğunu, bu nedenle de davanın esasının incelemesi gerektiğini<br />

isabetli olarak hükme bağlamıştır.<br />

Yüksek mahkemenin ele aldığı başka bir davada şu anlatıma yer verilmiştir:<br />

"Davacı dava dilekçesinde davalılardan ... Limited Şirketinde 1<br />

Ağustos 1994 tarihinde işe başladığını ve 4 Aralık 1998 tarihinde sözleşmesini<br />

fesihettiğini ve bu nedenle taşeron olarak yol yapımını üstlenen ...<br />

Ltd. şirketi ile yol ihalesini alan ... A.Ş.'den müştereken ve müteselsilen<br />

kıdem tazminatı ile izin ücreti ve 1998 yıllarına ait Ekim ve Kasım ayı ücretlerinin<br />

tahsiline karar verilmesini istemiştir ... davacı işçinin 1994 yılı<br />

Ağustos ayından 4.12.1998 tarihine kadar ... Limited Şirketinde çalıştığı<br />

ve bu firmanın 24 Haziran 1996 tarihli sözleşme ile otoyol inşaatının beton<br />

işlerinin yapımını ... A.Ş.'den taşaron sıfatı ile almış olduğu ... anlaşılmaktadır.<br />

1475 sayılı Đş Kanunun birinci maddesinin son fıkrası ...<br />

hükmünden hareket edildiği takdirde ... A.Ş.'nin sorumluluğu 'o işyerinde<br />

tabirinden de' anlaşılacağı şekilde ... Ltd. Şirketine işin verildiği tarihten<br />

başlar. Daha önceleri için her iki şirket arasında bir bağlantı bulunmadığından<br />

bu şirketi tüm hizmet süresi için sorumlu tutmak mümkün<br />

değildir" (Y9HD, 22.2.<strong>2001</strong>, 19790/3151, Đşv., Mayıs <strong>2001</strong>, 16-17).<br />

Gerçekten, davacı işçi 1994 Ağustosundan beri limited şirketin işçisi<br />

olarak çalışmakttadır. Bu şirket Haziran 1996 tarihinde asıl işveren<br />

anonim şirketten alt işveren sıfatı ile iş almıştır. Her ne kadar asıl işveren<br />

anonim şirket ĐK 1/son uyarınca limited şirket işçilerine karşı müteselsilen<br />

sorumlu ise de, onun sorumluluğu kararda da isabetli olarak belirtildiği<br />

gibi "o işyerinde" yani kendisine ait işyerinin bir bölümünde alt işverenin<br />

iş aldığı tarihten itibaren başlar. Dolayısıyla asıl işveren anonim şirket<br />

söz konusu tarih olan 24 Haziran 1996'dan önceki işçi alacaklarından<br />

sorumlu tutulamaz.<br />

bb) Alt işverenle kurulan iş ilişkisinin muvazaaya dayadığı iddiaları<br />

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 14.11.<strong>2001</strong> tarihli kararıyla (9-<br />

711/820, Çimento Đşv., Temmuz 2002, 54-60) davacı işçinin muvazaa<br />

iddiasını oy çokluğuyla isabetli bulmamıştır. Hukuk Genel Kurulunun<br />

anılan kararına göre: "Davacı taşaronluk sözleşmesinin muvazaalı olduğunu,<br />

bu nedenle hizmet akdinin doavalı işverenle kurulduğunu iddia<br />

ederek, davalının taraf olduğu Toplu Đş Sözleşmesinden yararlandırılarak


işçilik alacaklarını talep etmiş, mahkemece istek doğrultusunda hüküm<br />

kurulmuştur.Özel Dairenin bozma kararında da açıklandığı gibi davalı<br />

asıl işverenle dava dışı alt işveren (taşeron) araındaki sözleşmenin muvazaalı<br />

olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Davalı bir kamu kuruluşudur<br />

... Davalı ... yasal düzenlemelere uygun olarak 2886 sayılı yasaya<br />

göre ihale açmış, ihale sonucu en uygun teklifi veren lehine ihale gerçekleşmiştir<br />

... Davacıyı işe alan, ücretini, sosyal haklarını, sigorta primlerini<br />

ödeyen, kendi işyerinden işe giriş ve prim bildirgesi veren, ihaleyi alan<br />

dava dışı işverendir. Bu alt işverenlerin işçi temin eden kurumlarla karıştırılmaması<br />

gerekir ... Alt işverenler değiştiği halde bir kısım işçilerin yeni<br />

alt işveren yanında çalışmalarını yasaklayan yasal düzenleme mevcut olmadığı<br />

gibi, böyle bir çalışma şeklinden hareketle alt işverenlik sözleşmesinin<br />

muvazaalı olduğu kabul edilemez ... Somut olayda birçok alt işverenler<br />

değiştiği halde çok uzun yıllardan beri aynı işyerinde çalışan işçilerin<br />

çalışmalarını sürdürdükleri de iddia edilip kanıtlanmadığına göre,<br />

yasalarla düzenlenen ve işverenler arasındaki işyeri devirlerinin muvazaaya<br />

dayalı olduğu sonucuna varılması doğru bulunmamıştır. Alt işverene<br />

ihale ile verilen işin temizlik, tahmil, taşıma ve yemek işleri gibi yardımcı<br />

işler olması da zorunlu değildir. Çalışma hayatındaki ve teknolojideki hızlı<br />

değişim ve gelişmeler yeni çalışma türleri ve şartları yarattığı için bunun<br />

doğal sonucu olarak yardımcı işler dışındaki işlerin de alt işverenlere verilebileceği<br />

kabul edilmelidir ... Esasen dava konumuzda alt işverene verilen<br />

işlerin temizlik, tahmil, tahliye ve yemek gibi yardımcı işlerden olduğu<br />

da dosya içeriğinden anlaşılmaktadır ... Açıklanan bu nedenlerle; davalı<br />

asıl işveren ile dava dışı alt işveren arasında taşöronluk sözleşmesinin geçerli<br />

olduğu, davacının dava dışı alt işverenin işçisi olup, davalı işverenin<br />

taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden yararlanmasının mümkün olmadığı,<br />

davalının sorumluluğunun 1475 sayılı Yasanın 1/son maddesi gereğince<br />

alt işverenin sorumluluğu ile sınırlı bulunduğu kabul" edilmelidir.<br />

Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin kararına direnen iş mahkemesi kararında<br />

ise "davacının, davalının asli ve sürekli işlerinde, davalının kadrolu<br />

işçileri ile birlikte çalıştığı, taşeron firmalar değiştikleri halde davacı işçinin<br />

çalışmasına devam ettiği, işçi alma ve işten çıkarma konularında asıl<br />

yetkinin davalıya ait olduğu ve firmalarının ciddi firmalar niteliğinde olmadıkları"<br />

belirtilmiştir.<br />

Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 10.4.<strong>2001</strong> tarihli bir kararında<br />

(4989/6272, Tühis, Mayıs <strong>2001</strong>, Ağustos <strong>2001</strong>, 61-64) da aynı nitelikte<br />

bir olayda Hukuk Genel Kurulunun yukarıda belirttiğimiz kararına parelel<br />

bir hüküm sevk edilmiş ve ihaleye giren firmanın sermayesinin düşük<br />

olmasının tek başına muvazaalı işlemin kanıtı olamayacağı hükme bağlanmıştır.


Buna karşılık, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 6.11.<strong>2001</strong> tarihli oy<br />

çokluğuyla verdiği karar (14228/17344, Kılıçoğlu, 1209-1216) anılan<br />

Hukuk Genel Kurulu kararından tamamen farklı yöndedir. Bu karara<br />

göre: "Davalı işveren ... kurumdan emekli olanların yerine kadro verilmediğini,<br />

bu sebeple gerekli yerlerden izinler alınarak işgücü açığının taşeron<br />

firmalardan hizmet alımı suretiyle karşılanmaya çalışıldığını ... savunmuştur<br />

... Dosya içindeki bilgi ve belgelere göre, davacı işçi, Đsdemir'in<br />

asli ve sürekli işlerinde kadrolu işçilerle birlikte yanyana çalışmaktadır.<br />

Esasen Đşletmenin tüm birimlerinde, emekli olan işçilerden dolayı işgücü<br />

ihtiyacının ortaya çıktığı ve bu sebeple de taşeron aracılığıyla çalıştırılan<br />

işçilerin işyerinin her biriminde görev aldıkları anlaşılmaktadır ... Bu<br />

şekilde taşeron firmalar her yıl değiştiği halde işçiler ara vermeksizin çalışmayı<br />

sürdürmekte, ihaleyi kazanan hiçbir firma kendi işçileriyle gelmediği<br />

gibi ihale süresinin bitiminde de işçiler taşeron tarafından götürülmemektedirler<br />

... Bu firmaların kadrolarında daimi olarak demir çelik<br />

işinden anlayan yönetici konumunda kişilerin bulunmadığı da ortadadır.<br />

Nitekim davacı işçinin işyerindeki çalışmalarıyla ilgili kontrol işlemleri<br />

davalı Đsdemir elemanlarınca yapılmakta, işyerinde müteahhidin bu işle<br />

görevlendirilen bir elemanı bulunmamaktadır ... Dosyada bulunan ihale<br />

sözleşmeleriyle eki mahiyetindeki özel şartname incelendiğinde, taşerona<br />

bağlı işçilerin işe alınması, çalıştırılmaları, izinlerin verilmesi, görev yerlerinin<br />

değiştirilmesi ve işten çıkarılması gibi yetkilerin belli bir yöntem<br />

dahilinde Đsdemir'e ait olduğu anlaşılmaktadır ... Yapılan bu uygulamanın,<br />

davalı işverenin muvazaalı yönden işçi istihdamını sağlamaya yönelik<br />

olduğu açık seçik ortadadır. Böyle olunca ... davalının da gerçek işveren<br />

sayılması gerektiği düşünülmelidir".<br />

Görüldüğü gibi, birbirine benzer ve paralel konuda Hukuk Genel Kurulu<br />

ile 9. Hukuk Dairesi arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Herşeyden<br />

önce şunu belirtelim ki, kanımıza göre her iki olayda da dava dışı<br />

firmanın 9. Hukuk Dairesi kararında da belirtildiği gibi alt işveren<br />

(taşeron) olarak kabul edilmesi mümkün değlidir. Çünkü Đş Kanununun<br />

1. maddesinin son fakrısına göre bir asıl işveren alt işveren ilişkisinin ortaya<br />

çıkabilmesi için alt işverenin asıl işverenin işyerinin belirli bir bölümünde<br />

veya eklentilerinde iş almış olması, o yerin alt işveren açısından<br />

ayrı bir işyeri anlamını taşıması ve alt işverenin burada çalıştırdığı<br />

işçilerine karşı işveren sıfatını taşıyarak bunların üzerinde yönetim hakkını<br />

kullanması gerekir.<br />

Oysa ki, olaydaki ilişkinin bu ölçütlere uymadığı görülmektedir. Herşeyden<br />

önce, dava dışı firma asıl işverenin işyerinin belirli bir bölümünde<br />

veya eklentisinde iş almamıştır. Bu firma tarafından temin edilen işçiler<br />

işyerinin belirli bir bölümünde alınan işi (örneğin temizlik, nakliye, lo-


kanta iş gibi) yerine getirmemekte, Đşyerinin farklı bölümlerinde asli ve<br />

sürekli kadrolu işçilerle birlikte yan yana çalışmaktadırlar. Bu şekilde<br />

işçilerin işyerinin ayrı ayrı birimlerinde çalışmasının, ĐK 1/son'da yer alan<br />

belirli bir işin bir bölümünde veya eklentisinde iş alınması olgusu ile<br />

bağdaşmadığı açıktır.<br />

Esasen, söz konusu işçilerin işyerinde çalıştırılmasına olanak tanıyan<br />

mevzuat hükümleri de bu görüşümüzü doğrulayacı niteliktedir. Gerçekten,<br />

12.10.1995 tarihli ve 95/7375 sayılı kararnamenin eki niteliğindeki<br />

kararın 4. maddesinde kamu iktisadi teşekkülü ile bağlı ortaklıkların<br />

kadroları dondurulmuş, ancak aynı kararın geçici 1. maddesine göre de<br />

emekli olan işçilerin yerine işyerinin ihtiyacı olan işçilerin Hazine Müsteşarlığı<br />

ile Devlet Personel Başkanlığının görüşleri alınarak taşeron aracılığı<br />

ile çalıştırılacakları kabul edilmiştir. Bu düzenleme de işçilerin işyerinin<br />

belirli bir bölümüne değil ihtiyaç olan farklı birimlere alındıklarını<br />

kanıtlamaktadır.<br />

Bunun gibi, işyerinde bu işçilerin çalışmasının dava dışı firma açısından<br />

ayrı bir işyeri anlamını taşıdığını ileri sürmek de mümkün değildir.<br />

Çünkü, söz konusu işçiler işyerinden davalı işverenin yönetimi altında<br />

çalışmakta, onun emir ve talimatlarına ve denetimine tabi bulunmaktadırlar.<br />

Öte yandan, kanımıza göre bu olayda 9. Hukuk Dairesi tarafından<br />

benimsenen görüşün aksine davalı işveren kamu kuruluşu ile dava dışı<br />

firma arasında bir muvazaalı işlemin yapıldığını kabul etmek de mümkün<br />

değildir. Çünkü, muvazaa tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla ve<br />

kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç meydana<br />

getirmeyen görünüşte bir sözleşme yapmak konusunda anlaşmalarıdır.<br />

Oysa ki, dava konusu olayda, 9. Hukuk Dairesi kararına karşı oy<br />

yazısında da ifade edildiği gibi taraflarda üçüncü kişileri aldatmak iradesi<br />

bulunmamakta, davalı kamu kuruluşu işçi ihtiyacı nedeniyle yukarıda<br />

belirttiğimiz kararnameye dayanarak ve Đhale Kanununa uygun bir biçimde,<br />

diğer deyişle devletten aldığı talimat ve yetkiyle bu şekilde sözleşmeler<br />

yapmak durumunda kalmaktadır.<br />

Gerçi burada kanun hükmünde kararnamenin davalı kurumu muvazaalı<br />

işlem yapmaya zorladığı belki söylenebilir. Söz konusu kararnamenin<br />

işçilerin anayasal toplu iş sözleşmesi yapma hakkını ortadan kaldırmaya<br />

yönelik olması nedeniyle anayasa aykırılığı belki ileri sürülebilirse<br />

de, yasanın gereğini yerine getiren işverende bir muvazaalı işlem yapma<br />

idaresinin bulunduğunun ispatlanması çok güçtür.


O halde, gerek Hukuk Genel Kurulu gerekse 9. Hukuk Dairesi dava<br />

konusu olayın hukuki tavsifinde (nitelendirilmesinde) kanımıza göre isabetli<br />

sonuca ulaşamamışlardır. Çünkü burada ne bir asıl işveren-alt işveren<br />

ilişkisi ne de muvazaalı bir taşeronluk sözleşmesi vardır.<br />

Dava konusu olayda ya bir iş aracılığı ya da meslek edinilmiş bir<br />

ödünç iş ilişkisi söz konusu olabilir. Đş aracılığı ile meslek edinilmiş<br />

ödünç iş ilişkisini birbirinden ayıran ölçüt, iş aracılığında aracının işveren<br />

sıfatını edinmemesi, iş arayanın aracının işçisi olmaması, buna karşılık<br />

ödünç iş ilişkisinde işçiyle onu ödünç veren arasında bir iş akdinin<br />

varlığının zorunlu bulunması, dolayısıyla ödünç verenin işveren sıfatını<br />

taşımasadır. Bunun gibi, iş aracılığı amaç itibariyle iş arayanla işçi arayan<br />

arasında bir iş akdinin oluşmasına yönelik iken, ödünç iş ilişkisinde<br />

böyle bir gaye güdülmemektedir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Akyiğit, Ödünç<br />

Đş, 62 vd.).<br />

Gerek Hukuk Genel Kurulunun gerekse 9. Hukuk Dairesinin kararlarına<br />

konu olan olaylarda her ne kadar yönetim hakkı davalı kurum tarafından<br />

kullanılıyorsa da söz konusu işçilerin ücretini, sosyal haklarını,<br />

sosyal sigorta primlerini ödeyenin, kendi işyerinden işe giriş ve prim bildirgelerini<br />

verenin ihaleyi alan dava dışı firma olduğu anlaşılmaktadır. Bu<br />

durumda iş akdi dava dışı işveren ile işçiler arasında kurulmuş bulunduğundan<br />

olayda bir iş aracılığının değil meslek edinilmiş bir ödünç iş ilişkisinin<br />

bulunduğu sonucuna varmak daha isabetli olabilir.<br />

Ancan, ödünç iş ilişkisinden söz edebilmek için, ödünç verenin işçiyle<br />

yaptığı iş akdinin süresinin salt ödünç alan yanındaki istihdam süresiyle<br />

sınırlı olmaması gerekir. Alman hukukunda ödünç işçiyle yapılacak iş<br />

akdinin objektif bir neden varsa belirli süreli olabileceği ve fakat bu durumda<br />

da ödünç alan yanındaki istihdam süresiyle sınırlı tutulamayacağı<br />

görüşü savunulmaktadır. Gerçekten, senkronizasyon yasağı da denilen<br />

bu görüşe göre, işçi ödünç verenin yanında hiç çalışmaz ve bu işçiyle<br />

yapılan iş akdinin süresi ödünç alanın yanında çalışacağı süreyle aynı<br />

olursa, bu takdirde artık ödünç verenle işçi arasında iş akdi bulunmasına<br />

karşın bunun bir ödünç iş ilişkisi değil doğrudan doğruya iş aracılığı olduğu<br />

kabul edilmek gerekir (Weiss, Private employment agencies (Ed.<br />

Blapain), Germany, London 1999, 256. Akyiğit, Ödünç Đş, 65).<br />

Değerlendirdiğimiz kararlarda bu konuda bir açıklık yoktur. Ancak<br />

dava dışı firmaların davalı işverene işçileri kendi işyerlerinde hiç çalıştırmadan<br />

göndermeleri de ihtimal dahilindedir. Davalı kurumun söz konusu<br />

işçileri bir süre çalıştırdıktan sonra, "taşeronların" değişmesi ve işçilerin<br />

aynı işyerinde bu kez yeni "taşeronlara" bağlı olarak hiç kesintisiz çalışmalarını<br />

sürdürmeleri bu ihtimali güçlü hale getirmektedir.


Eğer durum böyle ise, bu takdirde olayda meslek edinilmiş ödünç iş<br />

ilişkisi değil doğrudan doğruya iş aracılığı vardır. Ancak iş aracılığı diğer<br />

deyimle özel istihdan büroları ĐK 85 ile yasaklandığına ve bunların faaliyetini<br />

Türkiye Đş Kurumunun iznine bağlayan (Anayasa Mahkemesince<br />

iptal edilmiş) 617 sayılı kanun hükmünde kararnamenin 30. maddesi<br />

uyarınca izin de alınmadığına göre, ortada bir yasak iş aracılığı söz konusudur.<br />

Bununla beraber bu durum kanımızca davalı işveren kurum ile<br />

anılan işçiler arasında geçerli bir iş akdinin kurulmuş sayılmasına bir<br />

engel oluşturmaz. Yasak iş aracılığı faaliyetine görekli cezai yaptırım uygulanır.<br />

O halde, bu ihtimalde davalı kurumun taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden<br />

söz konusu işçiler bu arada davacı işçi yararlanır.<br />

Eğer olayda sekron yasağı yoksa yani ihaleyi alan firma kendi yanında<br />

iş akdi ile çalıştırdığı işçileri davalı kuruma gönderiyorsa bu takdirde<br />

aradaki hukuki ilişki iş aracılığı değil bir meslek edinilmiş ödünç iş<br />

ilişkisidir. Ne var ki, ne meslek edinilmiş ödünç iş ilişkisi hukukumuzda<br />

düzenlenmiş ne de bu ilişkiye belki kıyasen uygulanabilecek iş aracılığı<br />

için alınmış geçerli bir izin mevcuttur. Yukarıda adı geçen 12.10.1995 tarihli<br />

ve 95/7375 sayılı kararname sadece olayda söz konusu olmayan taşeronluk<br />

sözleşmesi yapma yetkisi vermekte, buna karşılık mevzuatımızda<br />

yer almayan meslek edinilmiş ödünç iş ilişkisi müessesesini hukuken<br />

yaratıcı nitelikte bulunmamaktadır. Dava dışı firmanın ĐK 1/son<br />

karşısında taşeron niteliği taşımadığı ise yukarıda açıklanmıştır.<br />

Bununla beraber, aralarında davacının da bulunduğu söz konusu<br />

işçiler davalı kurumda hukuki dayanağı bulunmayan meslek edinilmiş<br />

ödünç iş ilişkisi çerçevesinde çalıştırılıyor olsalar da, bu işçilerle kurum<br />

arasında sonuçta geçerli bir iş ilişkisinin kurulduğunu kabul etmek gerekir.<br />

Çünkü bu işçiler kararlardan da anlaşıldığı gibi uzun zamandan beri,<br />

belki yıllarca ihaleyi alarak değişen "taşeronlara" rağmen işyerindeki asli<br />

ve sürekli işlerde çalıştırılmaktadırlar. Bu durumda işveren davalı kurum<br />

ile bunlar arasında örtülü bir iş akdinin kurulduğu sonucuna varılmalıdır.<br />

Ödünç iş ilişkisinde işçi ile ödünç alan işveren arasındaki ilişkinin<br />

geçici olması, kanımıza göre azami bir yılı aşmaması gerekir (Bkz. Süzek,<br />

Đş Hukuku, 253-254. Akyiğit, 104-105. Engin, Atipik Đstihdam, 124-126).<br />

Ödünç alan işveren yanındaki çalışma geçici sayılamayacak bir süre<br />

devam etmişse ödünç alan işveren (davalı kurum) işveren niteliği kazanır.<br />

Bir an için kurulan iş akdinin geçerli olmadığı iddia edilse bile içtihadı<br />

birleştirme kararı gereğince iş akdi aksi ileri sürülünceye kadar geçerli bir<br />

sözleşmenin hüküm ve sonuçlarını doğurur.<br />

Belirtilen nedenlerle, davacı işçi ile işveren kurum arasında her durumda<br />

iş akdinin kurulduğu, davacının "taşeronun" değil kurumun işçisi


olduğu ve toplu iş sözleşmesinden yararlanma hakkına sahip bulunduğu<br />

kanısını taşıyoruz. Bu itibarla, yukarıda yer verilen Hukuk Genel Kurulu<br />

kararına değil, 9. Hukuk Dairesi kararının sonucuna farklı gerekçelerle<br />

katılıyoruz.<br />

5. Đş Đlişkisi (Akdi) Türleri<br />

a) Belirli süreli iş akdi ve zincirleme sözleşmeler<br />

Yüksek mahkeme zincirleme iş akitlerine ilişkin isabetli içtihadını<br />

<strong>2001</strong> yılında da sürdürmüş ve belirli süreli olarak kurulmuş bir iş akdinin<br />

BK 339 uyarınca bir kez susma ile belirli süreli olarak yenilendikten<br />

sonra taraflar arasında devam ettiği takdirde artık belirli süreli olmaktan<br />

çıktığını belirsiz süreli sözleşmeye dönüştüğünü karara bağlamıştır<br />

(Y9HD, 1.10.<strong>2001</strong>, 10933/15194, Kılıçoğlu, 1228).<br />

Yargıtaya göre, "bir kez yenilenmekle, belirli süreli hizmet sözleşmesi<br />

belirsiz süreli hizmet akdine dönüşmez" (Y9HD, 18.1.<strong>2001</strong>, 14609/453).<br />

Yüksek mahkemenin bir başka kararında da şu ifadelere yer verilmiştir:<br />

"Taraflar arasında 3 adet belirli süreli hizmet akti yapılmışsa da bunlar<br />

art arda düzenlenmemiştir. Başka bir anlatımla akitler arasında 6-7 aylık<br />

fasılalar mevcut olduğu gibi işyeri de mevsimlik olmadığından bu akitlerin<br />

zincirleme yapılmış olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Bu nedenle<br />

taraflar arasındaki hizmet sözleşmelerinin belirli süreli akitler olduğunun<br />

kabulü gerekir" (Y9HD, 7.2.<strong>2001</strong>, 18306/1898, Tühis, Kasım <strong>2001</strong>, 71-<br />

72). Bu kararlara karşın, akit yapma hakkının işçinin haklarına engel<br />

olmak amacıyla kötüye kullanılması halinde, sadece zincirleme<br />

sözleşmelerin değil, bir defaya özgü olarak yapılan belirli süreli iş akdinin<br />

bile belirsiz süreli sayılabileceği (Ekonomi, Belirli Süreli Hizmet Akdinin<br />

Hukuka Uygunluğu, Türk-Đsviçre Hukukunda Belirli Süreli Hizmet Akitlerinin<br />

Hukuki Sorunları, Đstanbul 1979, 17. Narmanlıoğlu, 182. Süzek,<br />

Đş Hukuku, 225. Centel, Đş Hukuku, C.I, Bireysel Đş Hukuku, B.2,<br />

Đstanbul 1994, 91. Mollamahmutoğlu, Hizmet Akdi, Ankara 1995, 40.<br />

Sur, Değerlendirme 1999, 17)de gözden uzak tutulmamalıdır. Özellikle<br />

yukarıda belirtilen 7.2.<strong>2001</strong> tarihli kararda, iş akitleri arasında 6-7 aylık<br />

fasılalar bulunmasının zincirleme sözleşmelerin belirsiz süreli sayılmasının<br />

doğuracağı hukuki sonuçlardan kaçınmak için mi yoksa işin gereği ve<br />

özelliği olarak mı ortaya çıktığının iyi incelenmesi gerekir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong>, 625 sayılı yasa uyarınca özel okul öğretmenlerinin iş<br />

akitlerinin en az bir yıl süreli olmak kaydıyla yapılması zorunlu olduğuna<br />

göre bu akitlerin yenilenmiş olmasının bu tür sözleşmeleri belirsiz süreli<br />

hale dönüştürmeyeceği (Y9HD, 15.2.<strong>2001</strong>, 19062/2741, Kılıçoğlu, 1375)<br />

yolundaki içtihadı daha önceki kararlarına da uygun olarak isabetlidir.


Yüksek mahkeme 10.9.<strong>2001</strong> tarihli bir kararında ise, davalı işçinin<br />

radyoloji teknikeri olup vasıflı bir işçi özelliği taşıması nedeniyle belirli süreli<br />

iş akdi ile çalıştırılabileceğini ve izleyen yılda da yine yazılı olarak bir<br />

yıllık bir sözleşmenin bağıtlanabileceğini, işçinin bu sürenin bitiminden<br />

önce haklı bir neden olmaksızın iş akdini feshetmesi halinde, sözleşmede<br />

iki taraflı öngörülmüş bulunması nedeniyle işverence cezai şartın istenebileceğini<br />

hükme bağlamıştır (Y9HD, 14588/13116, Kılıçoğlu, 1228).<br />

Bu karar haklı bir nedenin bulunması halinde hukuka uygun olarak belirli<br />

süreli iş akdi yapılabileceğine işaret etmesi bakımından önem taşımakta<br />

ve kanımızca isabetli sonuçlara varmaktadır.<br />

b) Mevsimlik iş akdi<br />

Yargıtayan 22.2.<strong>2001</strong> tarihli bir kararına (Y9HD, 18588/13147, Kılıçoğlu,<br />

1236-1237) göre "Mevsimlik işçiler genellikle iklim koşullarına<br />

bağlı olarak senenin belli aylarında çalışmayı ve diğer aylarında da çalışmamayı<br />

gerektiren belirsiz süreli işlerdendir. Dosya aralarında mevcut taraflar<br />

arasında imzalar 12.6.1996-29.11.1996, 11.8.1997-19.10.1997 ve<br />

3.6.1998-27.10.1998 tarihleri arasını kapsayan sözleşmeler incelendiğinde,<br />

bunların belirli süreli hizmet akitleri olduğu ve davacının da bu<br />

sözleşmelere göre çalıştığı görülmektedir ... Her ne kadar davacı tanıkları<br />

davacının mevsimlik işçi olarak çalıştığını davacının yeni sezonda müracaatına<br />

rağmen işe alınmadığını söylemişlerse de, az önce belirtilen ve<br />

davacının itiraz etmediği bu yazılı belgeler karşısında tanık beyanlarına<br />

itibar edilemez ... Belirli süreli hizmet akitlerinde ihbar tazminatına ...<br />

hükmedile"mez.<br />

Mevsimlik işler, faaliyetin sadece yılın belirli bir döneminde sürdürüldüğü<br />

veya tüm yıl boyunca çalışılmakla birlikte faaliyetin yılın belirli dönemlerinde<br />

yoğunlaştığı işyerlerinde yapılan işler olarak tanımlanabilir.<br />

Mevsimlik işlerin özelliğini bu işlerin yılın belirli bir döneminde periyodik,<br />

düzenli olarak tekrarlanması oluşturur (Saymen, Türk Đş Hukuku, Đstanbul<br />

1954, 252. Taşkent, Mevsim ve Kampanya Đşleri, ĐBD, Kasım-<br />

Aralık 1976, 39-40. Akı, Mevsimlik Đşlerde Çalışma Sorunları, Prof.Dr.<br />

Turhan Esener'e Armağan, Ankara 2000, 250. Alpagut, Belirli Süreli<br />

Hizmet Sözleşmesi, Ankara 1998, 103-104. Süzek, Đş Akdinin Türleri,<br />

Mercek, Nisan <strong>2001</strong>, 24. Başterzi, Đşsizlik Sigortası, Ankara 1996, 20).<br />

Kararda işyerinde yapılan işin niteliği konusunda fazla bir açıklık bulunmamaktadır.<br />

Ancak işçi ile işveren arasında yapılan üç sözleşmenin sürelerine<br />

bakıldığında, her yıl çalışmanın yapıldığı görülmekteyse de bunların<br />

düzenli bir biçimde tekrarlandığı söylenemez. Bu nedenle söz konusu<br />

çalışmaların mevsimlik bir faaliyete dayanmadığına ilişkin yüksek mahkeme<br />

görüşüne katılmak mümkündür.


Ancak, bu çalışmaların mevsimlik olmaması belirsiz süreli sözleşme<br />

sayılmalarına bir engel oluşturmaz. Başka bir deyimle, her ne kadar taraflar<br />

arasında kısa süreli belirli süreli sözleşmeler yapılmış ve araya çalışılmayan<br />

dönemler girmiş de olsa, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu sözleşmelerin<br />

belirli süreli olarak yapılmasını gerektiren haklı nedenler yoksa<br />

bunları bir tek ve belirsiz süreli iş akdi saymak gerekir. Karardan yapılan<br />

işlerin niteliği ve davacının hangi tür işde çalıştığı tam olarak<br />

anlaşılmadığından bu konuda kesin bir sonuca ulaşmak mümkün bulunmamaktadır.<br />

c) Çağrı üzerine çalışma<br />

Đş akdi ile, işçinin üstlendiği işin çıkması halinde iş görme ediminin<br />

yerine getirileceğini kararlaştırıldığı iş ilişkisi çağrı üzerine çalışmaya dayalı<br />

kısmi süreli bir sözleşmedir (Bu iş ilişkisi türü için bkz. Eyrenci, Uygulama<br />

ve Đş Hukuku Açısından Kısmi Süreli Çalışmalar, Đstanbul 1989,<br />

32-34. Centel, Kısmi Çalışma, Đstanbul 1992, 35-37, 41-42, Süzek, Đş<br />

Hukuku, 239 vd.). Çağrı üzerine çalışmalar iş mevzuatında düzenlenmemiştir.<br />

Ülkemizde bu tür çalışmalar tarafların karşılık anlaşmasıyla<br />

uygulanmaktadır.<br />

Ancak haftalık çalışma süresini 45 saatle sınırlayıp haftalık çalışma<br />

süresinin iş günlerine eşit olarak bölünmesi zorunluluğunu getiren Đş<br />

Kanununun 61. maddesi hükmü, çağrı üzerine çalışma gibi bazı atipik iş<br />

akitlerinin hukuka uygun bir biçimde uygulanmasını ve işletmelerin ekonomik<br />

zorunluluklarının gerektirdiği bazı esnekliklere gidilebilmesini olanaksız<br />

kılmaktadır (Ekonomi, Đş Hukukunda Esnekleşme Gereği, Çalışma<br />

Hayatında Yeni Gelişmeler, Esneklik, Ankara 1995, 25-26. Eyrenci, Đş<br />

Sürelerinin Esnekleştirilmesi ve Türk Đş Hukuku, Münir Ekonomi 60. Yaş<br />

Günü Armağanı, Ankara 1993, 238-239). Kanımıza göre diğer bazı atipik<br />

iş ilişkisi türleri gibi çağrı üzerine çalışma da Đş Kanununda<br />

düzenlenmeli, çağrı üzerine çalışmanın hangi hallerde söz konusu<br />

olacağı, işçi ve işveren için bu sözleşmeye dayalı hak ve yükümlülüklerin<br />

neler olduğu bu düzenlemede gösterilmelidir. Başka bir deyimle, işçinin<br />

durumu güvence altına alınmak koşuluyla çalışma yaşamının ihtiyaçlarının<br />

ortaya çıkardığı bu iş akdi türü yasal bir çerçeveye oturtulmalıdır.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kararına (Y9HD, 17.4.<strong>2001</strong>, 1039/6436, YKD, Ekim <strong>2001</strong>,<br />

1521-1523) konu olan olayda her ne kadar sonuç itibariyle çağrı üzerine<br />

çalışan işçinin ihbar ve kıdem tazminatına hak kazanıp kazanmadığı sorunu<br />

ele alınmaktaysa da,bu kararda aynı zamanda bu ilişki türünün<br />

özelliklerine de yer verildiğinden söz konusu karar tebliğimize alınmıştır.<br />

Uygulamada bazı durumlarda işçi ile işverenin, işçinin belirli bir süre<br />

içinde ne kadar çalıştırılacağı belirlenmeksizin çağrı üzerinde çalışma ko-


nusunda anlaştıkları görülmektedir. Nitekim ele aldığımız olayda işçi ile,<br />

işverene ait bir otelde davet, düğün gibi organizasyonlarda ve iş olduğunda<br />

çalıştırılmak üzere bir iş akdi yapılmıştır. Davacı işçi yaklaşık beş<br />

yıllık çalışma süresi içinde hemen hemen her ay ve yaklaşık toplam üç yıl<br />

çağrılarak çalıştırılmıştır. Ancak işçi son iki ay işyerinde çalıştırılmadığından,<br />

iş akdini haklı nedenle feshettiğini ileri sürerek ihbar ve kıdem<br />

tazminatı talep etmiştir.<br />

Bu konuda Yargıtay şu yönde karar vermiştir: "davacı işyerinde işlerin<br />

yoğunluğu ve özelliği gerektirdiği takdirde işveren tarafından çağrılıp<br />

çalışmayı taahhüt etmiş, böyle bir durum söz konusu olmadığı hallerde<br />

serbest kalma durumunda bulunmuştur. Son yıllarda ülkemizde de çokça<br />

görülen esnek çalışma türlerinden olan 'çağrı usulü' çalışma şekli söz<br />

konusudur. Davacı işçi bu şekilde 5 yıl kadar bir dönem içinde fiilen 2 yıl<br />

352 gün çalışmıştır ... Açıklanan olayın bu özelliklerine göre davacı esnek<br />

bir kapsam içinde çağrı usulüyle çalışdığı gerçeği ortada ise de iki ay<br />

dışında hemen hemen her takvim ayı çağrılmış olduğu görülmektedir. Đki<br />

aya yakın yani mevcut uygulamayla bağdaşmayan uzunca bir süre<br />

çağrılmaması durumunda kalan davacı işçi ... iş şartlarında bir değişiklik,<br />

başkalaşma olduğunun farkında olarak bu davayı açmakla sözleşmenin<br />

feshi yoluna gitmiştir. Böyle bir durumda haklı da olsa sözleşmeyi<br />

feshettiğinden ihbar tazminatı hakkı doğmamış ancak kıdem tazminatına<br />

hak kazanmıştır".<br />

Herşeyden önce, yürürlükteki mevzuatımıza göre işçi ile işveren arasında<br />

bağıtlanan bu sözleşme yukarıda da belirtildiği gibi Đş Kanununun<br />

61. maddesinin emredici hükmüne aykırıdır. Ancak 18.6.1958 tarihli içtihadı<br />

birleştirme kararına göre iş akdinin geçersizliği geçmişe yürütülemeyeceğinden<br />

işçinin geçmiş hakları korunur.<br />

Yukarıda belirtilen çağrı üzerine çalışma konusundaki kararın iki<br />

üyenin karşı oy yazısına rağmen isabetli olduğu kanısını taşıyoruz. Her ne<br />

kadar taraflar arasındaki iş akdinde belirli bir süre içinde işçinin ne<br />

kadar çalışacağı belirlenmemişse de, beş yıl gibi uzun bir süre hemen<br />

hemen her ay belirli bir süre çalıştırılması nedeniyle işçide her ay çalıştırılacağı<br />

konusunda haklı bir beklentinin ve taraflar arasında da bu konuda<br />

zımni bir sözleşme hükmünün oluştuğu söylenebilir. Bu durumda<br />

işçi iki ay işe çağrılmayınca çalışma koşullarının uygulanmaması nedeniyle<br />

ĐK 16/II,e uyarınca iş akdini hakı nedenle feshedebilir.<br />

Gerçi ekonomik krizin varlığı da düşünüldüğünde, iki ay çalıştırılmaması<br />

karşısında işçinin iş akdini feshetmesinin iyi niyet kuralları ile<br />

bağdaşmadığı belki düşünülebilir. Ne var ki, başka bir iş görme olanağı<br />

bulunmaksızın ne zaman çıkacağı belli olmayan bir işi bekleyerek işçinin


geçim kaynağını oluşturan ücretinden yoksun kalmasını kabul etmek de<br />

iş hukukunun koruyucu ilkesiyle bağdaşamaz (Süzek, Đş Hukuku, 241).<br />

Kanımıza göre sorunun çözümü, yapılacak yasayla çağrı üzerine çalışmalar<br />

düzenlenirken bu tür çalışmalarda hafta, ay veya yıl gibi bir zaman<br />

dilimi içinde işçinin ne kadar süreyle çalışacağını taraflar belirlemedikleri<br />

takdirde, yasayla haftalık bir çalışma süresinin (örneğin 15 saat) taraflarca<br />

kararlaştırılmış sayılması ve bu belirlenen sürede işçi çalıştırılsın<br />

veya çalıştırılmasın ücrete hak kazanmasıdır.<br />

d) Ödünç iş ilişkisi<br />

Yargıtay ödünç iş ilişkisinde ücret alacağının kimin tarafından ödeneceği<br />

konusunda <strong>2001</strong> yılında birbiri ile çelişik iki karar vermiştir. Yüksek<br />

mahkeme 26.11.<strong>2001</strong> tarihli kararında (Y9HD, 18986/18590, Kılıçoğlu,<br />

1323), davacı işçinin davalı bakanlık personel olarak çalışmakta iken<br />

meydana gelen deprem nedeniyle valilik kriz merkezi başkanlığı bünyesinde<br />

geçici görevlendirildiğini, bu durumda valilik kriz merkezi başkanlığı<br />

fazla çalışma ve tatil çalışmaları karşılığı ücretten davalı bakanlığın<br />

sorumlu tutulması gerektiğini haklı olarak kararlaştırmıştır. Buna karşılık<br />

yine yüksek mahkeme 7.5.<strong>2001</strong> tarihli diğer bir kararında (Y9HD,<br />

7.5.<strong>2001</strong>, 7837/7889, Çimento Đşv., Temmuz <strong>2001</strong>, 34), davacının fazla<br />

çalışma yaptığı dönemde geçici olarak başbakanlık emrinde çalıştırılması<br />

halinde bir ödünç iş ilişkisinden söz edileceğinden fazla çalışmayı yaptıran<br />

kurumun dava konusu alacaktan sorumlu olması gerektiğini hükme<br />

bağlamıştır.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> ikinci kararının isabetli olduğu söylenemez. Çünkü ödünç<br />

iş ilişkisinde işçinin ödünç alan işverenle arasında iş akdi ilişkisi bulunmadığından<br />

fazla çalışma ücreti ve diğer ücretlerin ödünç veren işveren<br />

tarafından ödenmesi gerekir (Engin, 105. Akyiğit, Ödünç Đş, 141. Süzek,<br />

Đş Hukuku, 250). Meğer ki, ücretin üçüncü kişi (ödünç alan) tarafından<br />

ödeneceği taraflar arasında kararlaştırılmış olsun (ĐK 26/1). Karar<br />

metninden bu yönde bir anlaşmanın olduğu sonucuna varılamadığından<br />

yüksek mahkemenin söz konusu kararına katılmak mümkün bulunmamaktadır.<br />

II. ĐŞ ĐLĐŞKĐSĐNĐN HÜKÜMLERĐ<br />

1. Đşverenin Yönetim Hakkı<br />

Yargıtay <strong>2001</strong> yılında verdiği kararlarda da işçinin işinin tek taraflı<br />

olarak aleyhe değiştirilmesini işverenin yönetim hakkının çerçevesi içinde<br />

bulunduğunu kabul etmemekte ve bu nedene dayanarak işçinin iş akdini<br />

feshini haklı kabul etmektedir. Gerçekten yüksek mahkeme, uzun yıllar


tır şoförü olarak çalışan işçinin yedek şoför olarak çalıştırılmak istenmesini<br />

ve bu nedenle de prim alacağından yoksun kalmasını (Y9HD,<br />

30.10.<strong>2001</strong>, 10905/16708, Kılıçoğlu, 1276), operatör olarak çalışan işçinin<br />

mesleği ve eğitiminin üzerinde bir iş olan kükürt arıtma işine verilmesini<br />

(Y9HD, 8.5.<strong>2001</strong>, 2300/7972, Kılıçoğlu, 1276-1277), kalite kontrol<br />

işinde görev yapan işçiden buna ek olarak posta başı görevini de yerine<br />

getirmesinin istenmesini (Y9HD, 24.4.<strong>2001</strong>, 1122/6706, Kılıçoğlu,<br />

1293) isabetli olarak işverenin yönetim hakkının sınırlarının dışında kaldığını<br />

kabul etmiştir.<br />

Buna karşılık, bir Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararına (28.2.<strong>2001</strong>,<br />

9-221/224, ĐBD, <strong>2001</strong>, S. 4-6, 563-564) göre toplu iş sözleşmesinin 6.<br />

maddesinde "Đşçi geçici ve daimi olarak işinin değiştirilmesine şimdiden<br />

muvafakat eder. Đşverenin Türkiye sınırları içindeki çalışma sahasının<br />

herhangi bir bölgesinde vazifelendirilebilir veya çalışma bölgesi değiştirilebilir"<br />

denildiğine göre işverenin davacının işyerini değiştirebileceği kabul<br />

edilmelidir. Gerçekten, Đş Kanununun 16. maddesinin II. bendinin e fıkrasında<br />

işverenin tek taraflı olarak çalışma koşullarını esaslı tarzda değiştiremeyeceği<br />

hükme bağlanmış, ancak sözleşmelere bunun aksine kayıt<br />

konulabileceği öngörülmüştür. Bu nedenle yüksek mahkemenin kararı<br />

yerindedir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> işverenin yönetim hakkını ele aldığı başka bir kararına<br />

(Y9HD, 5.11.<strong>2001</strong>, 12986/17311, Çimento Đşv., Ocak 2002, 46-47) konu<br />

olan olay ise şöyle bir gelişme göstermiştir: Türk-Đş genel başkanı ile ilgili<br />

devlet bakanı ve başbakan yardımcısı ve beş bakan tarafından imzalanan<br />

protokolun 1. maddesinde iş akdiyle geçici veya mevsimlik işçi pozisyonlarında<br />

uzun süredir çalışmış olan ve 26.10.<strong>2001</strong> tarihinde çalışmaya devam<br />

edenlerin 2.2.<strong>2001</strong> tarihinden itibaren sürekli işçi kadrolarında işe<br />

başlatılacakları hükme bağlanmıştır. Söz konusu protokoldaki koşulları<br />

taşıdığı halde daimi işçi kadrosuna alınmayan işçi, daimi işçi kadrosuna<br />

geçirilmeme işleminin iptalini ve bu kadroya alınmasına karar verilmesini<br />

iş mahkemesinden talep etmiştir.<br />

Yüksek mahkeme kanımızca da isabetli olarak şu gerekçeyle işçinin<br />

talebi yönünde karar veren iş mahkemesinin kararını bozmuştur: "davacıya<br />

dayanak yapılan protokol Türk-Đş Konfederasyonu Başkanı tarafından<br />

imzalanmıştır. Toplu Đş Sözleşmesi işveren veya işveren kuruluşları<br />

ile işçi sendikaları arasında bağıtlanabilir. Đşçi Konfederasyonunun Toplu<br />

Đş Sözleşmesi niteliğinde protokol yapması mümkün değildir. Davacı Sendika<br />

üyesi olsa da bağlı bulunduğu Konferadasyonun taraf olduğu protokol<br />

daimi işçi kadrosuna geçirilme yolunda normatif hüküm içeremez. Bu<br />

protokol işveren tarafından yönetim hakkını kısıtlayamaz. Dolayısıyla iş-


verenden işçinin daimi işçilik kadrosuna geçirme işlemi konusunda iş<br />

mahkemesinin kurucu bir karar aması söz konusu edilemez".<br />

Gerçekten her ne kadar işverenin yönetim hakkı iş hukukunda kaynaklar<br />

hiyerarşisinde en alt sırada yer arıyorsa da, yüksek mahkemenin<br />

kararında da belirtildiği gibi ortada işverenin yönetim hakkını etkileyecek<br />

geçerli bir toplu iş sözleşmesi yoktur. Toplu Đş Sözleşmesi Grev ve Lokavt<br />

Kanunu uyarınca toplu iş sözleşmesi ancak yetkili işçi sendikası ile<br />

işveren sendikası veya işveren tarafından bağıtlanabilir (m. 2,12). Toplu iş<br />

sözleşmesi ehliyetine sahip bulunmayan işçi konfederasyonu ile ilgili bakanların<br />

yaptığı protokol ise ne hukuken geçerli bir toplu iş sözleşmesi ne<br />

de iş hukuku kaynağı niteliği taşır. Bu nedenle de iş akdinin taraflarını<br />

bağlamaz.<br />

2. Đşverenin Ücret Ödeme Borcu<br />

a) Ücretin belirlenmesi<br />

Yargıtay, işçi ücreti olarak bazı hallerde bordroya yansıtılan ücretin<br />

değil gerçek ücretin esas alınması gerektiğine ilişkin isabetli içtihadını<br />

<strong>2001</strong> yılında da sürdürmüştür. Yüksek mahkemenin bu konudaki kararına<br />

göre "Nitelikli bir elemanın asgari ücretle çalışmayacağı tabiidir. Bu<br />

durumda sırf asgari ücrete göre yapılmış bordroda imza bulunmasına dayanılarak<br />

söz konusu alacakların buna göre hesap edilmesi hatalıdırr.<br />

Dosyadaki ücretin asgari ücretin üzerinde olduğuna dair deliller değerlendirilerek<br />

gerektiğinde davacının yaptığı iş dikkate alınarak ilgili meslek<br />

kuruluşundan ne miktar ücret alacağı orularak alınacak cevaba göre veriler<br />

de birlikte değerlendirilip sonucuna karar verilmelidir" (Y9HD,<br />

1.10.<strong>2001</strong>, 11388/15206, Kılıçoğlu, 1312). Bununla beraber, özellikle<br />

içinde yaşadığımız ekonomik kriz ortamında nitelikli kişilerin de bazı<br />

hallerde hak ettiklerinden düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldıkları<br />

gözden uzak tutulmamalıdır. Bu nedenle, her netilikli elemanın asgari<br />

ücreti çalışmayacağı gibi kesin bir genellemeden hareket etmek gerçek<br />

duruma uygun düşmeyebilir. Bu konuda karar verilirken her olayın özelliği<br />

dikkatle değerlendirilmelidir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kararına (Y9HD, 29.1.<strong>2001</strong>, 1262/1367, YKD, Temmuz<br />

<strong>2001</strong>, 1016) konu olan başka bir olayda işçinin ücretinin belirlenmesi bir<br />

toplu iş sözleşmesi kuralının yorumunu gerektirmiştir. Yüksek mahkeme<br />

bu konudaki kararında şu ifadelere yer vermiştir: "Davacı davalı idareye<br />

ait işyerinde Endüstri Mühendisi olarak çalışırken Sosyal Bilimler Enstitüsü<br />

Đşletme Ana Bilim Dalında yüksek linas yapmıştır. Elde ettiği bu yeni<br />

ünvanı nedeniyle Toplu Đş Sözleşmesinin 40. maddesinde 'Yüksek<br />

Mühendis ve Yüksek Mimarlar ile bunlardan doktora yapanların ücretleri


% 30 zamlı olarak ödenir' kuralından yararlandırılması gerektiğinden söz<br />

ederek fark ücret isteğinde bulunmuştur ... Endüstri mühendisi olan davacı<br />

mühendislik alanında yüksek lisans yapmamış bu nedenle de yüksek<br />

mühendis ünvanını kazanmamıştır ... Görüldüğü üzere Toplu Đş<br />

Sözleşmelerinde öngörülen koşul gerçekleşmediğinden davanın reddine<br />

karar verilmelidir".<br />

Gerçekten yürürlükteki toplu iş sözleşmesinin 40.maddesine göre işçinin<br />

zamlı ücretten yararlanabilmesi için ya "yüksek mühendis" ünvanını<br />

taşıması ya da "doktora" yapmış bulunması gerekmektedir. Gerçi davacı<br />

yüksek lisans yapmıştır. Ancak sosyal bilimler enstitüsünde işletme<br />

anabilim dalında yapılan bu yüksek lisans kendisine yüksek mühendis<br />

ünvanını vermemiş, dolayısıyla toplu iş sözleşmesinin aradığı koşul gerçekleşmemiştir.<br />

b) Prim, ikramiye, maktu aylık<br />

<strong>Yargıtayın</strong> prim alacağına ilişkin bir kararına (Y9HD, 25.9.<strong>2001</strong>, Çimento<br />

Đşv., Kasım <strong>2001</strong>, 50-51) konu olan olayda davacı işçi toplu iş<br />

sözleşmesinde öngörülen prim alacağını talep etmiş, işveren ise işyerinde<br />

üretime son verildiğini, söz konusu prime üretime yönelik çalışma ile hak<br />

kazanılabileceğini belirterek isteğin reddine karar verilmesini savunmuştur.<br />

Yüksek mahkeme kararında bu konuda şu ifadelere yer verilmiştir:<br />

"Đşyerinde üretimin tamamen durdurulduğu taraflar arasında tartışmasız<br />

olduğuna göre, prim hesaplama formülünde öngörülen ölçütleri kullanma<br />

olanağı bulunmamaktadır...Öte yandan Toplu Đş Sözleşmesinin ek-5, B-<br />

2/10 maddesinde 'istihsal faaliyetlerinin kısmen veya tamamen durdurulmasını<br />

gerektiren tevsi, ıslah veya buna benzer sebeplerle demontaj ve<br />

montaj işlerinde çalıştırılan işçilerin primleri, işbu Toplu Đş Sözleşmesinde<br />

yer alan prim esasları dahilinde ödenir' şeklinde düzenlemeye yer verilmiş<br />

ise de, burada ilerde yapılacak olan üretime hazırlık amacıyla demontaj ve<br />

montaj işlerinde çalıştırılan işçilere anılan primin ödeneceğinden söz<br />

edildiği görülmektedir. Somut olayda ise üretim faaliyeti tamamen<br />

durdurulmuş, işyerinde çalışan tüm işçiler sadece fabrikanın üretime<br />

yönelik olmayan bakım ve temizlik işlerinde çalıştırılmışlardır. Bu maddi<br />

olgulara göre davacı işçinin Toplu Đş Sözleşmesinde öngörülen prime hak<br />

kazanma koşullarını taşımadığı kabul edilmelidir". Gerçekten prime hak<br />

kazanabilmeleri için işçilerin toplu iş sözleşmesine göre ya üretime<br />

yönelik işlerde çalışmaları ya da üretimde bulunmasalar bile üretime<br />

hazırlık niteliği taşıyan montoj ve demontaj işlerinde çalışmaları gerektiği<br />

anlaşılmaktadır. Üretime yönelik olmayan bakım ve temizlik işlerinde<br />

çalıştığı anlaşılan davacının prime hak kazanamaması toplu iş sözleşmesi<br />

hükümlerine uygundur.


<strong>Yargıtayın</strong> ikramiye ile işyeri uygulamasını ele aldığı bir başka kararında,<br />

davacı öğretmen 1991 yılından beri davalıya ait öğretim işyerinde<br />

çalıştığını, kendisine diğer öğretmenlere de ödenmekte olan ikramiyenin<br />

son iki yıldan beri ödenmediğini, bu nedenle sözleşmeyi feshettiğini ileri<br />

sürerek iki yıllık ikramiye alacağı ile kıdem tazminatının hüküm altına<br />

alınmasını istemiştir. Bu talep karşısında yüksek mahkeme şu yönde bir<br />

karar vermiştir: "Taraflar arasında düzenlenen sözleşme dosyada mevcut<br />

olup böyle bir ikramiye adı altında öğretmene bir ödeme yapıldığını gösteren<br />

herhangi bir düzenlemeye yer verilmiş değildir. Bu tür bir ödemenin<br />

yapıldığını gösteren yazılı bir belgeye de rastlanmamıştır. Davacı kendi<br />

durumunda bulunan şahitleri dinletmiş ise de bunların ifadelerine dayanarak<br />

sonuca gidilmesi doğru olmaz...Bir an için ikramiye ödemesinin<br />

mevcut olduğu kabul edilse bile, iki yıldan beri ödenmediği orada olduğuna<br />

göre böyle bir durum artık iş şartı haline gelmiş sayılmalıdır. Açıklanan<br />

nedenlerle davanın reddine karar verilmelidir" (Y9HD, 13.9.<strong>2001</strong>,<br />

9759/13645, Çimento Đşv., Kasım <strong>2001</strong>, 45-46).<br />

Her ne kadar taraflar arasındaki iş akdinde ikramiye ödeneceği yazılı<br />

değilse de eğer davacı tanıklarının da iddia ettiği gibi 1991 yılından beri<br />

her yıl ikramiye verilmekte ise bu konuda artık iş koşulu haline gelmiş bir<br />

işyeri uygulaması ortaya çıkmıştır (Camerlynck, Le contrat de travail,<br />

Droit du travail, T.I, ed.2, Paris 1982, 40. Lyan-Caen-Pélissier-Supiot,<br />

Droit du travail, ed.19, Paris 1998, 71-72. Mazeaud, 38 vd. Ekonomi,<br />

28-29. Çelik, Đş Hukuku Dersleri, B. 15, Đstanbul 2000, 84-85. Soyer,<br />

Genel Đş Koşulları, Đzmir 1987, 41 vd. Süzek, Đş Hukuku, 60 vd.) Kanımıza<br />

göre işyeri uygulaması sonucunda işçi aleyhine bir iş koşulunun<br />

oluşması da kabule dilemez. Bu nedenle yüksek mahkemenin "iki yıldan<br />

beri ödenmediği ortada olduğuna göre böyle bir durum artık iş şartı haline<br />

gelmiş sayılmalıdır" şeklindeki görüşü isabetli değildir.<br />

Ancak buna karşılık iş koşulu haline gelmiş bulunan ikramiye ilk yıl<br />

ödenmediğinden işçi bunun ödenmesini talep edebilir veya çalışma koşulunun<br />

uygulanmaması nedeniyle sözleşmeyi ĐK 16/II,e uyarınca haklı<br />

nedenle feshedebilirdi. Davacı süresi içinde iş akdini feshetmemiş ve iki<br />

yıldan beri de söz konusu ikramiyeyi talep etmemiş olduğuna göre işverence<br />

işyeri uygulamasından vazgeçilmesini zımnen kabul etmiş sayılmalıdır<br />

(Süzek, Đş Hukuku, 64).<br />

Yargıtay maktu aylıkla ilgili bir kararında isabetli sonuca varmıştır.<br />

Yüksek mahkemenin söz konusu kararına göre "Bu durumda ücretlerin<br />

aylık ödendiği ve aylık miktarların maktu olduğu açıktır. Bazı aylar 30<br />

bazı aylar 31 ve bazı aylar daha az günden oluşabilir. Bu bakımdan 31<br />

gün çeken aylar için bir gün eksik ücret ödendiği sonucuna varılamaz. Bu


istek reddedilmelidir" (Y9HD, 30.10.<strong>2001</strong>, 14351/16856, Çimento Đşv.,<br />

Ocak 2002, 52-54). Aynı davada davacı tarafından sorumluluk zammı da<br />

talep edilmişse de Yargıtay, davacının usta, usta yardımcısı veya vardiya<br />

amiri olup olmadığının anlaşılamadığını, hükme dayanak yapılan bilirkişi<br />

raporunun dayanaktan yoksun bulunduğunu, seri halinde açılmış<br />

davalarda taraf tanıklarının aynı anda ve her dosya için geçerli olacak<br />

şekilde dinlendiğini, oysa bu davaların birbirinden ayrı özelliklerinin<br />

bulunabileceğinin göz önünde tutularak kişiselleştirmeye gidilmesi<br />

gerektiğini belirterek isteği hüküm altına alan iş mahkemesi kararını<br />

bozmuştur.<br />

c) Đş akdinin askıya alınması nedeniyle ücretin ödenmemesi ve<br />

ücret bordroları<br />

<strong>Yargıtayın</strong> bir karşı oy yazısını da içeren 3.7.<strong>2001</strong> tarihli kararında<br />

(Y9HD, 7330/11242, Kılıçoğlu, 1313-1315) şu ifadelere yer verilmiştir:<br />

"Davacı davalıya ait işyerinde 4 yıl kadar çalışmaktayken, işverenin ekonomik<br />

sıkıntı içine düştüğü ve bunun sonucu olarak da işyerinde yeni bir<br />

uygulamaya başladığı dosya içeriğinden anlaşılmaktadır. Bu uygulamaya<br />

göre işçiler iki gruba ayrılmış olup bunlardan birinci gruba girenler bir<br />

hafta çalışacak, ikinci gruba dahil olanlar ise bir hafta ücretsiz izinli sayılacaktır.<br />

Bu gruplar münavebeyle bu işi yürütegelmişlerdir. Üç ya da dört<br />

hafta sonra davacı işçi davalı işverene 27.7.1999 tarihli bir ihtarname<br />

göndererek bu uygulamayı devam ettirmeyeceğini, maddi sıkıntı içinde<br />

bulunulduğunu ve haklı olarak aradaki hizmet aktini feshettiğini açıklamıştır...<br />

Đş müfettişinin yaptığı incelemeye göre davalı işveren her ne<br />

kadar bir hafta çalışmayı müteakip hafta ücretsiz izine gönderme uygulamasına<br />

rağmen işverenin ibraz ettiği ücret bordrolarında davacı işçinin<br />

birer hafta çalışmaması olgusu da bulunduğu halde her ay tam çalışmış<br />

gibi ücretlerin ödendiği belirlenerek davacı işçinin feshinin haksız olduğu<br />

kanaatine varılmıştır. Mahkemece bu konuda yapılan inceleme ve araştırma<br />

sonucunda ihbar tazminatı reddedilmiş, fakat kıdem tazminatı hüküm<br />

altına alınmıştır. Đş Hukukunun işçiyi koruma temel ilkesi somut<br />

olayda en açık bir şekilde kendisini göstermektedir. Gerçekten ücret bordrolarında<br />

davacı işçinin de kabul ettiği üzere imzası bulunmakta ve ücreti<br />

tam olarak ödenmiş görünmektedir. Salt bu belgeden hareket edilmesi<br />

davacı işçinin haklarının korunmaması anlamını taşır. Burada asıl<br />

ağırlık olan husus her iki tarafın fesihten üç, dört ay önce kabul etmiş olduğu<br />

16.4.1999 tarihli belgenin değerlendirilmesidir. Gerçekten bu belgeye<br />

göre yeni bir uygulama başlatılmış ve bu uygulamanın da işyerinde<br />

belirsiz bir süre için devam edeceği bütün işçilere duyurulmuştur... Ülkemizde<br />

işçinin feshe karşı güvencesiz durumda bulunduğu bilimsel çevrelerce<br />

sık sık ifade edildiği gibi, temyiz incelemesi suretiyle Dairemizin


önüne gelen çok sayıdaki somut olaylarda da ücret bordrolarını gerçeği<br />

yansıtmadığı(na)...sıkça rastlanmaktadır. Bütün bu açıklamalar karşısında<br />

ücretin tam olarak ödendiği olgusunun kabulü mümkün olmadığı<br />

gibi...Kıdem tazminatının kabulüne dair yerel mahkeme kararının açıklanan<br />

bu gerekçelerle onanması uygun görülmüştür".<br />

Yüksek mahkemenin ulaştığı bu sonuca farklı gerekçeyle katılıyoruz.<br />

9. Hukuk Dairesi işçinin iş akdini haklı nedenle feshettiği ve kıdem tazminatına<br />

hak kazandığı yönündeki görüşünü, bordrodaki işçinin imzasına<br />

karşın gerçekte çalışmadığı bir haftalık sürelerde işçinin ücretinin<br />

ödenmediği ve iş güvencesinin bulunmadığı hukuk sistemimizde iş<br />

hukukunun işçiyi koruyucu temel ilkesine başvurulması gerektiği gerekçelerine<br />

dayandırmıştır.<br />

Ücret bordrolarının kesin ve nihai delil oluşturmayacağı konusundaki<br />

öğreti görüşleri ile yüksek mahkemenin bu yöndeki kararlarını (Bu görüş<br />

ve kararlar için bkz. Oğuzman, Değerlendirme 1989, Genel Görüşme, 30,<br />

32. Eyrenci, Değerlendirme 1989, Genel Görüşme, 35. Soyer, Değerlendirme<br />

1991, 26-27. Akı, Değerlendirme 1993, 28 vd. Şahlanan, Değerlendirme<br />

1995, 14-15. Narmanlıoğlu, Değerlendirme 1996, 24-25) bir kez<br />

daha yineleyen karar bu yönüyle isabetlidir. Olayda işyeri ekonomik sıkıntı<br />

içine girmiş ve bu nedene dayanarak işçileri bir hafta çalıştırıp bir<br />

hafta ücretsiz izine çıkarmıştır. Böyle bir gerekçeye dayanarak yapılan<br />

ücretsiz izin uygulamasında, işçilere çalıştırılmadıkları haftalarda da ücretlerinin<br />

ödendiğinin ve bordrolardaki imzaların gerçeği yansıttığının kabulü<br />

her türlü mantık kuralına aykırı düşer. Daire kararında da çok yerinde<br />

olarak belirtildiği gibi bu durum "Dairenin önüne gelen çok sayıdaki<br />

somut olaylarda da ücret bordrolarının gerçeği yansıtmadığı'nın ayrıca bir<br />

delilini oluşturur.<br />

Karara karşı oy yazısından her alan görüşten farklı bir biçimde olayda<br />

tam süreli çalışmadan kısmi süreli çalışmaya geçişin değil daha ziyade<br />

tarafların anlaşmasıyla işyerinde bir hafta çalışıp bir hafta ücretsiz izine<br />

geçildiği kanısı taşıyoruz. Başka bir deyimle, işverenin 16.4.1999 tarihli<br />

belgeyle yaptığı ücretsiz izin uygulamasına geçme önerisi açık veya zımni<br />

olarak işçiler tarafından kabul edilmiş, söz konusu bir haftalık sürelerde<br />

sözleşmeyle iş akdi askıya alınmıştır (Süzek, Đş Hukuku, 417).<br />

Tarafların açık veya örtülü anlaşması sonucunda ortaya çıkan iş akdinin<br />

askıya alınması olayda olduğu gibi belirli bir süreye bağlanmamışsa<br />

kanımızca bunun sınırsız bir süre devam edeceği düşünülemez. Bu<br />

durumda askıya alınma teorisi gereği işçilerin olayın özelliğine göre dürüstlük<br />

ve iyi niyet kurallarının gerektirdiği bir süre kadar bekleyecekleri,<br />

bundan sonra iş akitlerini haklı nedenle feshedebilecekleri kabul


edilmelidir (Süzek, Đş Hukuku, 417. Ayrıca bu konuda ayrıntılı bilgi için<br />

bkz. Süzek, Đş Akdinin Askıya Alınmasının Genel Teorisi, Ankara 1989,<br />

36 vd., 38-40 ve orada anılan yazarlar). Bu itibarla, dava konusu olayda<br />

da davacı işçinin rızasıyla iş akdi çalışılmayan haftalarda askıya alınmış,<br />

ancak yaklaşık dört aylık sürenin sonunda bu uygulama nedeniyle işçi<br />

maddi sıkıntıya düşmüş, dürüstlük kurallarına uygun olarak sözleşmeyi<br />

haklı nedenle feshetmiş ve kıdem tazminatına hak kazanmıştır.<br />

Gerçekten söz konusu davaya ilişkin hukuki konstrüksiyonun Yargıtay<br />

kararından farklı olarak belirttiğimiz yönde yapılması daha uygun<br />

olacaktır. Çünkü yüksek mahkemenin ortaya koyduğu kendi içinde çelişki<br />

taşıyan gerekçeyle aynı onuca ulaşmak güçtür. Çalışılmayan haftalarda,<br />

bondroda gösterilmiş ve imzalanmış olmasına karşın davacı işçiye<br />

gerçekte ücretin ödenmemiş olması Daire kararında varılan sonuca bizi<br />

ulaştırmaz. Zira, esasen tarafların arasındaki anlaşma gereği çalışılmayan<br />

haftalarnda işçiye ücret ödenmesi söz konusu değildir. Hukuken<br />

ödenmesi gerekmeyen bir ücretin ödenmedinden bahisle iş akdi haklı nedenle<br />

feshedilemez. Dairenin diğer gerekçesini oluşturan iş güvencesinin<br />

yokluğu ve işçiyi koruma ilkesi ise bu olayda gerekçe olarak tek başına<br />

güçsüz kalır.<br />

Buna karşılık, belirtmeye çalıştığımız şekilde, söz konusu haftalarda<br />

iş akdinin askıya alındığı görüşünden hareket edilirse, ücretsiz izinli geçirilen<br />

bu haftalarda esasen bir ücretin ödenmesi gerekmeyecek, kararın<br />

ücretin işçiye ödenmediği gibi bir çelişkili gerekçeye dayandırılması gerekli<br />

olmayacak, ancak dürüstlük ve iyi niyet kuralları ile bağdaşmayacak<br />

bir süre iş akdi askıda kaldığı için sözleşme işçi tarafından haklı nedenle<br />

feshedilebilecektir.<br />

d) Ücrete ilişkin faiz<br />

Yargıtay, işveren daha önce temerrüde düşürülmemiş ise ödenmeyen<br />

ücretin faizinin dava tarihinden itibaren yürütüleceğine ilişkin içtihadını<br />

(bkz. Soyer, Değerlendirme 1997, 35-36) <strong>2001</strong> yılında da sürdürmüştür.<br />

Yüksek mahkemeye göre "Davacı işçi hüküm altına alınan ücret alacağı<br />

için davalı işvereni temerrüde düşürmüş değildir. Bu bakımdan dava tarihinden<br />

önceki döneme ait olmak üzere işlemiş faizin hüküm altına alınması<br />

hatalıdır. Mahkemece yapılacak iş ücret alacağı için dava tarihinden<br />

itibaren yasal faiz yürütülmesine karar vermekten ibarettir" (Y9HD,<br />

18.1.<strong>2001</strong>, 15770/395, Đşv., Haziran <strong>2001</strong>, 18). Aynı doğrultuda olmak<br />

üzere yüksek mahkeme bir başka kararında ihtarname keşide edilerek işverenin<br />

dava tarihinden önce temerrüde düşürülmesi nedeniye temerrüt<br />

tarihinden itibaren faize karar verilmesi gerektiğini hükme bağlamıştır<br />

(Y9HD, 9.10.<strong>2001</strong>, 9240/15578, Çimento Đşv., Ocak 2002, 54-55).


Son anılan <strong>Yargıtayın</strong> 9.10.<strong>2001</strong> tarihli kararı aynı zamanda gazetecilerin<br />

ücretlerinin zamanında ödenmemesi halinde yürütülecek faizle<br />

ilgilidir. Söz konusu kararda bu konuda şu anlatıma yer verilmiştir:<br />

"5953 sayılı Basın Đş Kanununda hangi alacakların zamanında ödenmemesi<br />

halinde günlük % 5 fazlasıyla ödeneceği açıkça düzenlenmiştir.<br />

Bunların arasında aile yardımı, yol parası, yakacak yardımı ve kıdem<br />

zammı olmadığı gibi, bu alacaklarla ilgili ödemelerin her ay yapılmasının<br />

öngörülmüş olması bunların ücret gibi değerlendirilmesini gerektirmez.<br />

Mahkemece bu alacaklarla ilgili olarak günlük % 5 fazla ödemeye dair<br />

isteklerin kabulü hatalıdır".<br />

Basın Đş Kanununun 14. maddesinin 2. fıkrasında gazeticilerin "ücretlerini"<br />

aynı yasanın 1. maddesi uyarınca da "fazla çalışma ücretlerini"<br />

zamanında ödemeyen işverenlerin söz konusu faizi ödemek zorunda kalacağı<br />

hükme bağlanmıştır. Kanımıza göre Đş Kanunu açısından olduğu gibi<br />

Basın Đş Kanunu açısındanda temel (çıplak) ücretin asıl, ek ödemeleri<br />

ve sosyal yardımları kapsayan geniş anlamda ücretin de istisna olduğunu<br />

kabul etmek gerekir. Başka bir deyimle, yasada aksi belirtilmedikçe ödemelerin<br />

temel ücret üzerinden yapılması ve hesaplanması gerekir (Süzek,<br />

Đş Hukuku, 294). Bu nedenle, Basın Đş Kanununun 14. maddesinin 2.<br />

fıkrası uyarınca ödenecek % 5 faizin temel (asıl) ücret üzerinden hesaplanacağını<br />

öngören yüksek mahkeme kararı kanımızca da isabetlidir.<br />

3. Đşverenin Đşçiyi Gözetme (Đş Güvenliği Önlemlerini Alma) Borcu<br />

a) Đşverenin sorumluluğunun hukuki niteliği ve illiyet bağı<br />

Yargıtay işverenin iş kazasından ve meslek hastalığından doğan sorumluluğunun<br />

tehlike esasına dayalı kusursuz (objektif) sorumluluk olduğu<br />

yönündeki istikrar kazanan görüşünü <strong>2001</strong> yılında da sürdürmüştür.<br />

Gerçekten yüksek mahkemeye göre "Davalı işverene verilen sorumluluk<br />

tehlike sorumluluğuna dayanmaktadır. Bu tür sorumluluklar işverenin<br />

kastı, kusuru, işçi sağlığı iş güvenliği kurallarına aykırı davranışından<br />

kaynaklanmayıp doğrudan iş hukukunun çeşitli tehlikelere karşı çalışma<br />

durumunda bulunan işçiyi koruma düşüncesine dayanır. Bu gibi<br />

durumlarda BK 43-44. maddeleri mutlak suretle tartışılmalı belirlenen<br />

tazminat tutarından öncelikle işin özelliği ve tarafların sosyal durumları<br />

dikkate alınarak mahkemece takdir olunacak indirim yapılmalı ve en son<br />

SSK'ca bağlanan gelirin peşin sermaye değeri düşüldükten sonra gerçek<br />

zarara hükmedilmelidir" (Y21HD, 9.10.<strong>2001</strong>, 6379/6579, Bu karar yayınlanmamıştır).<br />

Yüksek mahkeme, iş kazasından doğan maddi tazminatın belirlenmesinde<br />

işverenin kusursuz sorumluluğu görüşünü esas almakta, işçinin


ücretini, meslekte kazanma gücünün kaybını, iş görebilme süresini göz<br />

önünde tutarak zararını belirlemekte ancak bu zarar tutarından kusur<br />

araştırmasına girilerek anılan kararda belirtildiği gibi koşulları varsa BK<br />

43 uyarınca bir hakkaniyet indirimine, BK 44 gereğince de müterafık kusur<br />

indirimine gitmektedir. Ayrıca, işverenin bu konudaki sorumluluğunun<br />

kapsamı Sosyal Sigortalar Karumunca karşılanmayan işçi zararları<br />

ile sınırlı olduğundan yine kararda belirtildiği gibi bulunan miktardan<br />

SSK'ca bağlanan gelirin peşin sermaye değeri düşülerek tazminat miktarına<br />

ulaşılmaktadır.<br />

Burada ayrıntılarına girilmesi bu tebliğin sınırlarını zorlayacağından<br />

kısaca belirtelim ki, hukukumuzda işverenin iş kazasından doğan gözetme<br />

borcunun kusursuz (objektif) sorumluluğa dayandığı konusunda<br />

herhangi bir yasal dayanak bulunmamaktadır. Borçlar Kanununda esas<br />

olan kusura dayanan sorumluluk ilkesidir. Bu ilkenin bertaraf edilerek<br />

bunun yerine kusursuz sorumluluk ilkesinin getirilebilmesi için bu hususun<br />

yasada özel olarak düzenlenmiş bulunması gerekir. Đş Kanununun<br />

73 vd. maddelerinde işverenin iş kazasından doğan hukuki sorumluluğunu<br />

düzenleyen hükümler öngörülmemiştir. Söz konusu maddeler<br />

genel koruma normları niteliğinde olup,bir sorumluluk sistemi getirmemiştir.<br />

Bu maddelerde, anılan normlara uyulmaması halinde uygulanacak<br />

kamu hukuki yaptırımları, idari yaptırımlar yer almaktadır. Kuşkusuz<br />

bu hükümlere aykırı davranış sonucunda bir zarar meydana gelmişse,<br />

bu durum kamu hukuku yaptırımları yanında işverenin hukuki<br />

sorumluluğunu (tazmin borcunu) da doğurur. Ancak doğan zararın genel<br />

hükümler, yani borçlar hukuku kuralları dışında tazmin edilmesini gerektiren<br />

özel bir sorumluluk sistemi bu maddelerde öngörülmüş değildir.<br />

Başka bir deyimle, anılan ĐK 73 ile 74. maddelere uygun olarak çıkarılan<br />

iş sağlığı ve güvenliği tüzük ve yönetmeliklerine aykırı davranış<br />

sonucunda ortaya çıkan zarar bir tazmin borcu doğurur. Ancak zararın<br />

hangi esaslara göre, nasıl tazmin edileceği hususunda bu maddelerde özel<br />

bir düzenleme ve yaptırım getirilmediğinden bu konuda Borçlar Kanununun<br />

332 ve 96 vd. maddelerine başvurma zorunluluğu ortaya çıkar.<br />

Bu hükümler ise kusur sorumluluğu esasına dayalıdır (Ayrıntılı bilgi için<br />

bkz. Süzek, Đş Güvenliği Hukuku, 209 vd., 231 vd. Aynı yazar, Đş Hukuku,<br />

342 vd. Ayrıca bkz. Oğuzman, Đşkazası ve Meslek Hastalığından<br />

Doğan Zararlardan Đşverenin Sorumluluğu, ĐÜHFM, 1969, 337 vd. Tekinay,<br />

Đş Kazalarından ve Meslek Hastalıklarından Dolayı Đşverenin Sorumluluğunun<br />

Sınırlanması Meselesi, MHAD, 1968, S. 3, 91 vd. Tandoğan,<br />

Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk Hukuku, Ankara 1981,<br />

44. Reisoğlu, Hizmet Akdi, 207. Akın, Đş Kazasından Doğan Maddi Tazminat,<br />

97,98).


Ancak önemle belirtelim ki, ister kusur sorumluluğuna isterse kusursuz<br />

sorumluluğa dayandırılsın hukukumuzda uygulanan sistem iş ve<br />

sosyal güvenlik hukukunun çağdaş gelişmelerine ve Avrupa Birliği ülkelerindeki<br />

düzenlemelere uygun değildir, kazalanan işçi ile hak sahiplerini<br />

yeterince korumamaktadır. Kanımıza göre olması gereken, iş kazası veya<br />

meslek hastalığı sonucunda kazalanan işçinin ya da ölümü halinde hak<br />

sahiplerinin maddi zararının tümünün bir çok yabancı ülke hukukunda<br />

olduğu gibi sosyal sigortalar tarafından karşılanması ve sosyal sigortaların<br />

bu ödemeleri kusurlu işverenlere rücu etmesidir (Yabancı ülkeler tarafından<br />

uygulanan sistemler ve bu önerimiz konusunda ayrıntılı bilgi<br />

için bkz. Berenstein, Le fondement juridique de la respansibilité de<br />

l'employeur en raison des accidents du travail, Etudes de droit social,<br />

Genève 1979, 252 vd., 364-365. Mélennec-Juttard, Traité de la réparation<br />

des accidents du travail, Paris 1969, 257 vd. 264 vd. Oğuzman, 327-<br />

330. Tekinay, 80 vd., 87. Süzek, Đş Güvenliği 196 vd., Aynı yazar, Đş Hukuku,<br />

349-350. Aynı yazar, Destekten Yoksunluk ve Cismani Zararlarda<br />

Đşverenin Özel Hukuktan Doğan Sorumluluğu, Destekten Yoksunluk ve<br />

Cismani Zararlarda Sorumluluk ve Tazminat, Đstanbul 1996, 27-28).<br />

Hukukumuz açısından kusur sorumluluğu sisteminin geçerli olduğunu<br />

kabul etmekle birlikte iş kazası işverenin çalıştırdığı kişinin işini<br />

gördüğü sırada ve onun fiili sonucunda meydana gelmişse işveren BK 55<br />

uyarınca kusuruz sorumluluk esasına göre sorumlu olacaktır. Ancak, sadece<br />

işverenin kusur sorumluluğu çerçevesinde sorumlu tutulması durumunda<br />

değil, kusursuz sorumluluğun uygulandığı hallerde de tazmin<br />

yükümlülüğünün doğması için uygun illiyet bağının kesilmemiş bulunması<br />

zorunludur. Nitekim <strong>Yargıtayın</strong> bu konudaki bir kararına göre:<br />

"Uyuşmazlık olayın oluşunda % 100 oranında üçüncü kişinin kusurlu<br />

bulunması durumunda istihdam eden sıfatı ile davalı işverenin tazminattan<br />

sorumlu tutulup, tutulmayacağı noktasında toplamaktadır...Somut<br />

olayda; zararlandırıcı olayda % 100 oranında üçüncü kişi durumunda<br />

olan dava dışı...'ın kusurlu olduğu açık seçiktir. Hal böyle olunca, zararlandırıcı<br />

sigorta olayı üçüncü kişinin tamamen kusurlu davranışı sonucu<br />

oluştuğuna göre, nedensellik bağının kesildiği giderek yukarıda sözü geçen<br />

Đçtihadı Birleştirme Kararına dayanılarak istihdam eden davalı işverenin<br />

sorumluluğuna gidilemeyeceği ortadadır" (Y21HD, 25.12.<strong>2001</strong>,<br />

8505/8816, bu karar yayınlanmamıştır).<br />

b) Maddi tazminat<br />

aa) (Sosyal) kamu düzeniyle ilgili olduğu


Yargıtay <strong>2001</strong> yılı içinde verdiği kararlarda maddi ve manevi tazminatlarla<br />

ve bunların tutarının belirlenmesi ilgili düzenlemelerin kamu düzeniyle<br />

ilgili olduğunu ve bu nedenle yargıcın resen nazara alması gerektiğini<br />

hükme bağlamıştır. Yüksek mahkemeye göre: "Đş ve Soyal Güvenlik<br />

Hukuku ile ilgili düzenlemeler nitelikçe kural olarak kamu düzeniyle ilgilidir.<br />

Bu bakımdan, kusur ve hesap raporlarının alınması ve sair husuların<br />

incelenmesi davanın niteliği gözönünde tutularak, giderek gerçeğin<br />

saptanması yönünden tarafların istemlerine bakılmaksızın hakimin görevi<br />

gereği resen yerine getirmesi gereken hususlardandır" (Y21HD,<br />

25.1.<strong>2001</strong>, 9203/205, YKD, Eylül <strong>2001</strong>, 1395. Aynı yönde, Y21HD,<br />

10.5.<strong>2001</strong>, 3353/3652, Bu karar yayınlanmamıştır).<br />

Bu kararda yüksek mahkemenin öteden beri sürdürdüğü tutumuna<br />

uygun olarak kamu düzeni-sosyal kamu düzeni (veya mutlak emredicinispi<br />

emredici) hüküm ayrımını yapmaktan kaçındığı görülmektedir (Bkz.<br />

Ekonomi, 17, dn. 59). Kanımıza göre işverenin işçiyi gözetme borcuna ve<br />

buna ilişkin tazminatlara ilişkin hükümler kamu düzeni hükümleri değil<br />

kural olarak sosyal kamu düzeni hükümleridir (Kamu düzeni hükümlerinin<br />

sosyal kamu düzeni hükümlerinden ayrılmasının ölçütleri konusunda<br />

bkz. ve kşz. Rozes, Remarques sur l'ordre public en droit du travail,<br />

Dr.soc., Septembre-octobre 1977, 320-322. Süzek, Đş Hukukunda<br />

Sözleşme Özgürlüğünün sınırlandırılması, Yiğit Okur'a Armağan, 361.<br />

Esener, 35. Güzel, ĐHU, ĐşK. 13, Nr. 12. Narmanlıoğlu, 14. Centel, 38).<br />

Gerçekten, iş güvenliği mevzuatında yer alan bir düzenlemenin yerine kural<br />

olarak toplu iş sözleşmeleri, iş akitleri ve hatta iç yönetmeliklerle işçilerin<br />

daha lehine hükümlerin getirilmesine herhangi bir engel bulunmamak<br />

gerekir. Bu düzenlemeler kamu düzeni (mutlak emredici) kuralları<br />

olarak kabul edilirse, işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından sözleşmelerle<br />

işçilerin daha lehine hükümlerin getirilmesi mümkün olmaz. Bu ise iş<br />

hukukunun en temel ilkelerine ters düşer.<br />

bb) Maddi tazminatın belirlenmesinde göz önünde tutulacak esaslar<br />

aaa) Đşçinin ücreti<br />

Maddi tazminatın belirlenebilmesi herşeyden önce işçinin ücretinin<br />

saptanması gerekir. Yargıtay, <strong>2001</strong> yılında verdiği kararlarda bu konuda<br />

isabetli olarak işçinin gerçek ücretinin esas alınması gerektiğini, ücretin<br />

saptanamadığı veya aldığı ücretin mesleğine uygun olmadığı durumlarda<br />

emsal işçilerin aldığı ücretin ya da ilgili meslek odası tarafından bildirilen<br />

ücretin göz önünde tutulacağını hükme bağlamaktadır. Nitekim yüksek<br />

mahkemeye göre "Dosyadaki bilgi ve belgelerden anlaşıldığı üzere davacının,<br />

uzman kule vinç operatörü olduğu ve günlük kazancının asgari üc-


ete göre değil Đnşaat Mühendisleri Odası ve Đstanbul Ticaret Odası tarafından<br />

bildirilen ücretlerin ortalamasına göre saptanması ve buna dayalı<br />

bulunan maddi zarar hesabının tazminatın belirlenmesine esas alınması<br />

gerekirken keza bundan zuhu olunması da usul ve yasaya aykırıdır"<br />

(Y21HD, 11.12.<strong>2001</strong>, 8370/8557, <strong>Yargıtayın</strong> emsal işçi ücretini esas aldığı<br />

kararı için bkz. Y21HD, 6.11.<strong>2001</strong>, 5870/7437, Bu kararlar yayınlanmamıştır).<br />

bbb) Meslekte kazanma gücü kaybı (maluliyet oranı)<br />

Sosyal Sigortalar Sağlık Đşlemleri Tüzüğüne bağlı cetvellerde sigortalının<br />

maluliyet oranı diğer deyişle kazaya uğrayan her organın işçinin<br />

mesleğine göre kazanma gücünü hangi oranda azaltmış sayılacağı gösterilmiştir.<br />

Uygulamada Sosyal Sigortalar Sağlık Đşlemleri Tüzüğünün bu<br />

hükümleri, sadece Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından yapılacak yardımlar<br />

bakımından değil, işverene karşı açılan tazminat davalarında da<br />

işçinin maluliyet oranının saptanması açısından esas alınır. Başka bir<br />

deyişle, maddi tazminat davalarında zarar hesaplamalarında ayrıca maluliyetin<br />

saptanması yoluna gidilmez.<br />

Nitekim Yargıtaya göre iş kazası sonucu maddi tazminatın belirlenmesinde<br />

"öncelikle sigortalının meslekte kazanma güç kayıp oranı ve bu<br />

orana göre Kurum tarafından bağlanan peşin sermaye değerinin hiçbir<br />

kuşku ve duraksamaya yer vermeksizin araştırılıp saptanması gerektiği<br />

halde, Davacı sigortalıların 506 sayılı Yasanın 109. maddesi gereği SSK.<br />

Yüksek Sağlık Kurulundan aldıkları rapor Adli Tıp Đhtisas Kurulunca kabul<br />

edilmemiş ve davacı...'ye takdir edilen sıfır maluliyet oranı % 4.2'ye,<br />

diğer davacı...'e takdir edilen sıfır maluliyet oranı da % 12'ye çıkarılmıştır.<br />

Bu duruma göre oluşan mübayenetin Adli Tıp Genel Kurulunca giderilmesi<br />

gerekirken eksik inceleme ile sonuca gidilmesi usul ve yasaya aykırıdır"<br />

(Y21HD, 1.2.<strong>2001</strong>, 112/605, Bu karar yayınlanmamıştır). Gerçekten,<br />

28.6.1976 tarihli içtihadı birleştirme kararına göre Sosyal Sigortalar<br />

Kanununun 109. maddesi uyarınca Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulunca<br />

belirlenen maluliyet oranlarına karşı sigortalının iş mahkemesinde<br />

dava açma hakkı vardır. Bu takdirde anılan kararda da belirtildiği gibi<br />

Adli Tıp Genel Kurulunca belirlenecek maluliyet oranı esas alınmak suretiyle<br />

iş mahkemesince maddi tazminatın saptanması yoluna gidilmelidir.<br />

ccc) Tarafların kusur oranları<br />

Đş kazası nedeniyle maddi tazminatın belirlenmesinde bu kazanın<br />

oluşumunda tarafların kusur oranlarının saptanması gerekir. <strong>Yargıtayın</strong><br />

bu hususu hükme bağlayan kararlarına göre: "Đnsan yaşamının kutsallığı<br />

çevresinde işveren, işyerinde işçilerin sağlığını ve iş güvenliğini sağlamak


için gerekli olanı yapmak ve bu husustaki şartları sağlamak ve araçları<br />

noksansız bulundurmakla yükümlü olduğı Đş Kanununun 73. maddesinin<br />

açık buyruğudur" (Y21HD, 1.2.<strong>2001</strong>, 112/605, bu karar yayınlanmamıştır).<br />

"Đşverenin tazminattan sorumlu tutulması giderek tazminat<br />

miktarının belirlenmesinde ĐK 73 ve işçi sağlığı ve iş güvenliği tüzüğünün<br />

öngördüğü önlemlerin işyerinde olup olmadığının saptanması ile mümkündür.<br />

Bu yön ise, başka bir anlatımla işverenin kusurlu olup almadığı<br />

varsa kusur oranı, uzman bilirkişeler tarafından düzenlenecek kusur raporu<br />

ile tesbit edileceği yönü tartışmasızdır. Oysa karara esas alınan...kusur<br />

raporunda bilirkişeler Đş Kanununun 73. maddesinin öngördüğü<br />

koşulları gözönünde tutarak ve özellikle işyerinin niteliğine göre, işyerinde<br />

uygulanması gereken işçi sağlığı ve iş güvenliği tüzüğünün ilgili<br />

maddelerini incelemek suretiyle, işverenin, işyerinde alması gerekli önlemlerin<br />

neler olduğu, hangi önlemleri aldığı, hangi önlemleri almadığı,<br />

alınan önlemlere işçinin uyup uymadığı gibi hususlar ayrıntılı bir biçimde<br />

incelenmek suretiyle kusurun aidiyeti ve oranı hiçbir kuşku ve duraksamaya<br />

yer vermeyecek biçimde saptamadıkları anlaşılmaktadır" (Y21HD,<br />

13.9.<strong>2001</strong>, 5365/5802, Bu karar yayınlanmamıştır).<br />

Yüksek mahkeme bu kararlarına paralel bir çok kararında da ayrıntılı<br />

bir kusur araştırmasına girilmesini istemekte, ĐK 73 ve işçi sağlığı iş güvenliği<br />

tüzüklerine uygun olarak işyerinde iş güvenliği önlemlerinin alınıp<br />

alınmadığının olayın özellikle de değerlendirilmek suretiyle uzman bilirkişilerden<br />

rapor alınmasını zorunlu tutmakta, bu özellikleri taşımayan<br />

raporlara dayanan mahkeme kararlarını haklı olarak bozmaktadır<br />

(Y21HD, 27.3.<strong>2001</strong>, 1402/2328, Y21HD, 25.12.<strong>2001</strong>, 7748/8803,<br />

Y21HD, 25.9.<strong>2001</strong>, 4847/6170, Y21HD, 25.9.<strong>2001</strong>, 5879/6177, Y21HD,<br />

22.3.<strong>2001</strong>, 1857/2133, Bu kararlar yayınlanmamıştır).<br />

cc) Maddi tazminatın hesaplanması<br />

aaa) Genel esaslar<br />

Đş kazası ve meslek hastalığı sonucunda maddi tazminatın hesabında<br />

kaza veya hastalık meydana gelmemiş olsaydı işçi hangi durumda olacak<br />

idiyse o durumun sağlanması amaçlanır. Bunun için de, iş kazası tarihi<br />

ile yaşam süresinin bitim tarihine kadar olan zaman içinde, uygun neden-sonuç<br />

bağı çerçeveinde bu kaza nedeniyle mal varlığındaki her türlü<br />

gelir kaybı hesaplanarak işçiye ödenir. Đş kazasından doğan maddi tazminatın<br />

hukuki temelini Borçlar Kanununun 46. maddesi oluşturuyorsa<br />

da bu tazminatın miktarının nasıl belirleneceği konusunda mevzuatımızda<br />

özel bir düzenleme yoktur. Tazminat hesapları Yargıtay içtihatları<br />

ile belirlenmekte, matematiksel hesap yöntemleri yüksek mahkeme tarafından<br />

yönlendirilmektedir. Đşçinin iş kazası nedeniyle gelecekteki muh-


temel zararlarının belirlenebilmesi ve tazminatların hesaplanabilmesi kaçınılmaz<br />

olarak bazı varsayımlardan hareket etmeyi zorunlu kılar. Yargıtay,<br />

bu varsayımları ortaya koymak ve benzer olaylarda benzer esasları<br />

uygulamak suretiyle bilinmeyenleri ve değişkenleri azaltmaya, mümkün<br />

olduğunca gerçeğe yakın bir biçimde zarar miktarını belirlemeye çalışmaktadır<br />

(Ayrıntılı bilgi için bkz. Akın, 103 vd. Süzek, Đş Hukuku, 358<br />

vd., 362 vd. Özkul, Destekten Yoksun Kalma ve Đşgöremezlik Tazminatlarının<br />

Hesabına Đlişkin Đlkeler, Çimento Đşv., Ocak 1995, 13 vd.).<br />

Yüksek mahkeme, gerçek zarara mümkün olduğu kadar yaklaşabilmek<br />

için oluşturduğu varsayımlara ve hesaplama yöntemine uymayan iş<br />

mahkemesi kararlarını bozmakta, bu konuda kendi içinde tutarlı bir uygulamanın<br />

ortaya çıkmasına gayret göstermektedir. Söz konusu varsayımların<br />

ve hesaplama yönteminin tartışılması bu tebliğin konusu dışında<br />

kalmaktadır.<br />

Bu konuda birbirine paralel yüksek mahkeme kararlarında şu hesaplama<br />

yöntemine yer verilmektedir: "Tazminatın saptanmasında ise; zarar<br />

ve tazminata doğrudan etkili olan işçinin net geliri, bakiye ömrü, işgörebilirlik<br />

çağı, işgörmezlik ve karşılık kusur oranları, Sosyal Sigortalar tarafından<br />

bağlanan peşin sermaye değeri gibi tüm verilerin hiçbir kuşku ve<br />

duraksamaya yer vermeyecek şekilde öncelikle belirlenmesi gerektiği tartışmasızdır.<br />

Öte yandan tazminat miktarı; işçinin olay tarihindeki bakiye<br />

ömrü esas alınarak aktif ve pasif dönemde elde edeceği kazançlar toplamından<br />

oluştuğu yönü ise söz götürmez. Başka bir anlatımla, işçinin<br />

günlük net geliri tespit edilerek bilinen dönemdeki kazancı mevcut veriler<br />

nazara alınarak iskontolama ve artırma işlemi yapılmadan hesaplanacağı,<br />

bilinmeyen dönemdeki kazancının ise; yıllık olarak % 10 artırılıp % 10 iskontoya<br />

tabi tutulacağı, 60 yaşına kadar (aktif) dönemde, 60 yaşından<br />

sonra da bakiye ömrüne kadar (pasif) dönemde elde edeceği kazançların<br />

ortalama yöntemine başvurulmadan her yıl için ayrı hesaplanacağı Yargıtay'ın<br />

oturmuş ve yerleşmiş görüşlerindendir...kusursuzluk veya kusurun<br />

ağırlığı gibi nedenlerden ötürü Borçlar Kanununun 43. ve 44. maddeleri<br />

gereğince zarardan indirim yapılacağı ve en son olarak da aktif ve pasif<br />

dönemde, elde edilen kazançlar toplamından, Sosyal Sigortalar Kurumu<br />

tarafından 4447 sayılı yasanın ek 38. maddesi gereğince hüküm tarihine<br />

en yakın tarihte belli olan verilere göre hesaplanarak bildirilen peşin sermaye<br />

değerinin indirileceği, böylece belirlenen tazminata olay tarihinden<br />

itibaren yasal faiz yürütüleceği gibi hususların gözönünde tutulacağı hukuksal<br />

gerçeği de ortadadır... Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular<br />

gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya<br />

aykırı olup bozma nedenidir" (Y21HD, 29.3.<strong>2001</strong>, 2071/2372. Aynı doğ-


ultuda, Y21HD, 1.2.<strong>2001</strong>, 231/601, Y21HD, 29.11.<strong>2001</strong>, 8033/8189, Bu<br />

kararlar yayınlanmamıştır).<br />

bbb) Pasif dönem zararının hesaplanması<br />

Maddi tazminatın hesaplanmasında işlemiş zarar döneminin ve işleyecek<br />

aktif ve pasif zarar dönemlerinin toplamı işçinin iş kazası nedeniyle<br />

toplam brüt maddi zararını oluşturur. Đşlemiş zarar döneminin ve işleyecek<br />

aktif dönemin zararlarının hesaplanmasından sonra Yargıtay uygulamasına<br />

göre 60 yaşından itibaren başlayacağı kabul edilen işleyecek<br />

pasif dönem zararlarının belirlenmesine geçilir. Bunun için, işçinin 60<br />

yaşına geleceği tarihte alması gereken yaşlılık aylığı, Sosyal Sigortalar<br />

Kanunu çerçevesinde yapılan hesaplamalar sonucunda saptanarak yıllığa<br />

çevrilir ve buna yıllık sosyal yardım zammı eklenerek işleyecek pasif dönem<br />

başlangıç rakamına ulaşılır. Bu rakam PMF yaşam tablosuna dayanarak<br />

saptanan işçinin muhtemel ölüm tarihine kadar, her yıl için % 10<br />

artırım ve % 10 iskontolama uygulanarak yürütülür. Bunların toplanmasıyla<br />

çıkacak rakam işleyecek pasif dönem brüt maddi zararını meydana<br />

getirir (Süzek, Đş Hukuku, 364-365. Akın, 257-258. Karahasan,<br />

Tazminat Hukuku, Maddi Tazminat, B.6, Đstanbul <strong>2001</strong>, 224 vd.).<br />

Ancak bazı durumlarda işçinin iş kazası veya meslek hastalığı sonucunda<br />

maluliyetinin onun ilerde çalışıp yaşlılık aylığına hak kazanmasına<br />

engel olmayacağı baskın bir olasılık olarak ortaya çıkabilir. Đşçinin<br />

maluliyet oranının düşük olduğu hallerde de bu durum söz konusu olabilir.<br />

Böyle bir olasılıkta, işçi iş kazası dolayısıyla emeklilik döneminde<br />

herhangi bir zarara uğramış olmayacağından pasif dönem zararı ortaya<br />

çıkmaz (Akın, 258).<br />

Yargıtay bu konuda oluşturduğu hesaplama yöntemi ve kendi içtihadıyla<br />

tutarlı bir biçimde, işçinin maluliyetinin ilerde yaşlılık aylığına hak<br />

kazanması olasılığını etkileyip etkilemediği üzerinde durmaktadır. Yüksek<br />

mahkemeye göre "Kuşkusuz, açıklanan zarar ve tazminatın hesaplanması<br />

yönteminde işçinin yaşlılık aylığı alması veya işçinin oluşan meslekte kazanma<br />

gücü kayıp oranına göre ileride çalışıp yaşlılık aylığına hak kazanması<br />

üstün olasılık içinde bulunması durumunda zarar hesabında<br />

pasif dönemde elde edeceği kazançların dahil edilmeyeceği aksi söz konusu<br />

olduğunda pasif dönem hesabına katılacağı...gözönünde tutulacağı<br />

hukuksal gerçeği de ortadadır" (Y21HD, 1.2.<strong>2001</strong>, 231/601, Aynı yönde,<br />

Y21HD, 13.9.<strong>2001</strong>, 5359/5798, Y21HD, 29.3.<strong>2001</strong>, 2071/2372, Bu kararlar<br />

yayınlanmamıştır).


Nitekim yüksek mahkeme 1.3.<strong>2001</strong> tarihli kararında işçinin maluliyetinin<br />

yüksek olmasına rağmen pasif devre zararının dikkate alınmamasını<br />

yasaya aykırı bulmuştur. Anılan karara göre "Zararlandırıcı sigorta<br />

olayına maruz kalan işçinin meslek hastalığı sonucu belirlenen %<br />

75.3 sürekli işgöremezlik oranına ve yaşına göre ileride çalışıp yaşlılık aylığına<br />

hak kazanması üstün olasılık içinde olmadığı halde pasif devre zararını<br />

dikkate almayan hesap raporuna dayanılarak hüküm kurulması<br />

isabetsiz...olup bozma nedenidir" (Y21HD, 1.3.<strong>2001</strong>, 1188/1682, Bu karar<br />

yayınlanmamıştır).<br />

ccc) Đndirimler<br />

Yargıtay yerleşmiş içtihadına uygun olarak, belirlenen işçinin brüt<br />

maddi zararından, iş mahkemelerinin koşulları varsa BK 43 uyarınca<br />

hakkaniyet indirimi (Y21HD, 1402/2328, Bu karar yayınlanmamıştır)<br />

yoluna gitmelerini ve Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından sigortalıya<br />

yapılan yardımların peşin sermaye değerinin indirilmesini (Y21HD,<br />

25.1.<strong>2001</strong>, 9387/211, YKD, Şubat 2002, 270-271. Y21HD, 1.2.<strong>2001</strong>,<br />

763/579, YKD, Ekim <strong>2001</strong>, 1572-1573) isabetli olarak kararlaştırmaktadır.<br />

c) Destekten yoksun kalma tazminatı<br />

aa) Destekten yoksun kalan nikahsız eş<br />

Yargıtay <strong>2001</strong> yılında verdiği bir kararla daha önceki isabetli içtihadını<br />

sürdürmüş ve işçinin iş kazası sonucu ölümünde nikahsız eşin de<br />

destekten yoksun kalma tazminatı isteyebileceğini hükme bağlamıştır.<br />

Yüksek mahkemenin bu konudaki kararına göre "Gerçekten; toplumumuzda<br />

yasa dışı nitelendirilen, gayri resmi evliliklerin bulunduğu sosyal<br />

bir gerçektir. Medeni Yasa uyarınca, evlilik bağı kurulmasa bile, karı koca<br />

diye birleşen, bu amaç ve duygu ile yaşamlarını sürdüren kadınlar için<br />

bakım yükümlülüğünü yerine getiren erkeğin destek sayılması gerektiği,<br />

doktrinde ve Yargıtay'ın yerleşmiş uygulamaları ile, kabul edilmiş bir olgu<br />

olduğu gibi, Dairemizin uygulamaları da bu yöndedir. BK'nun 45. maddesinde<br />

de belirtildiği üzere 'destek' kavramı hukuki bir ilişkiyi değil, eylemli<br />

bir durumu içerir" (Y21HD, 11.10.<strong>2001</strong>, 6819/6640, Bu karar yayınlanmamıştır).<br />

Gerçekten, destekten yoksun kalma tazminatında önemli olan yön,<br />

desteklenenlerin ölen işçinin mirasçısı olmaları veya onun bu kişilere hukuken<br />

bakma yükümlülüğü altında olması değil, işçinin desteklenene<br />

sağlığında fiilen ve devamlı olarak, kısmen veya tamamen bakımın sağlayacak<br />

şekilde yardımcı olmasıdır. Şu halde, sadece eşler, çocuklar veya<br />

ana ve babalar değil belirtilen özelliği taşıyan kardeşler, nişanlılar ve


olayda görüldüğü gibi evlilik dışında birlikte yaşayanlar da duruma göre<br />

destekten yoksun kalma tazminatının alacaklısı olabilirler (Süzek, Đş Hukuku,<br />

367).<br />

Yüksek mahkeme destekten yoksun kalma tazminatının belirlenmesinde,<br />

nikahsız eşin nikahlı eşe göre evlenme şansının daha yüksek olduğu,<br />

güçlü olmayan aile bağı nedeniyle müşterek haneyi terk edebileceği<br />

gerekçeleriyle daha az tazminata hükmedilmesi ve BK 43 uyarınca da bir<br />

indirimin yapılması gerektiğini karara bağlamaktadır. Nitekim 21. Hukuk<br />

Dairesinin bu yöndeki bir kararına göre "tazminat isteminde bulunanın<br />

nikahsız eş olması, 27 yaşında ve bir çocuklu bulunması ve sosyal durumu<br />

nazara alındığından, nikahlı eşe nazaran evlenme olasılığının daha<br />

fazla olduğu söz götürmez. Bu bakımdan, nikahsız eş için % 25 oranındaki<br />

evlenme şansının az olduğu ortadadır. Öte yandan evlilik sözleşmesi<br />

olmaksızın birlikte yaşayan nikahsız eşin; desteğin ölümü ile nikahlı eş<br />

gibi, yaşama yaşını sonuna kadar ve özellikle yaşı, sosyal durum, yaşadığı<br />

ortam ve aile bağları gibi nedenlerle, kocasının evinde yaşamını<br />

sürdüremeyeceği, güçlü olmayan aile bağı nedeniye müşterek haneyi terk<br />

edeceği üstün olasılık içinde olduğu gibi desteğin bakiye öbrünün sonuna<br />

kadar devam etmeyeceği varsayımı gözönünde tutularak, Borçlar<br />

Kanununun 43. maddesi gereğince belirlenen tazminattan hak ve adalete<br />

uygun bir indirim yapılması gerektiği de tartışmasızdır" (Y21HD,<br />

20.3.<strong>2001</strong>, 1005/2091. Aynı yönde, Y21HD, 1.5.<strong>2001</strong>, 2067/3447,<br />

Y21HD, 25.9.<strong>2001</strong>, 4847/6170, Bu kararlar yayınlanmamıştır).<br />

Buna karşılık, bu karara karşı yazılan karşı oy yazısında şu görüşlere<br />

yer verilmiştir: "Burada nikahsız eşten kasıt Anadolu'da örf ve adetler gereği<br />

yapılan, çocuk sahibi olup aile düzenini nikahlı eş gibi götüren birlikteliklerdir.<br />

Bu nedenle nikahlı eşin nikahsız eşden bir farkı olması gerekir<br />

düşüncesinden hareketle, Dairemiz bozmasında da istenen yüksek<br />

oranda evlenme şansı düşünüldükten sonra, ayrıca Borçlar Kanununun<br />

43. maddesi gereği bir indirim de yapılması, hak, adalet, nesafet kurallarına<br />

aykırı olup, tazminat hukuki yönden kendi içinde çelişki yaratmaktadır.<br />

Zira bilindiği üzere nikahlı eşe, eşin ölümü ile SSK'ca gelir bağlanmakta<br />

ve bunu ömür boyu almaktadır. Bağlanan bu gelirin hesaplanan<br />

tazminattan düşülmesi, nikahlı eşin daha az tazminat aldığını göstermez.<br />

Zira nikahlı eşden düşülen SSK gelirlerini nikahlı eş sigortadan almaktadır.<br />

Bağlanan gelirin devamlı olması da nikahlı eş için bir ayrıcalıktır.<br />

Nikahsız eş ise sadece hesaplanan tazminatı almakta ve başkaca hiç bir<br />

hak veya gelirden yararlanmamaktadır...Anadoluda adet ve örf gereği<br />

ömür boyu nikahsız yaşama riski ile ezilen kadını, hukuk önünde de bu<br />

derece zayıf duruma düşürmek adalet hislerini rencide etmekten başka<br />

bir sonuç getirmez. Bu durum ülkenin sosyal yapısından kaynaklanıyorsa


düzenin değiştirilmesi, güçsüzü daha geçsüzleştirmekle olmaz. Bu<br />

nedenledir ki, Borçlar Kanununun 43. maddesi gereği 2. bir indirim yapılmaması<br />

düşüncesiyle sayın çoğunluğun bozma ilamının 3. bendin 2.<br />

fıkrasındaki görüşüne katılmıyorum".<br />

Gerçekten, kararın 3. bendin 1. fıkrasında yer alan görüşe katılmak<br />

mümkündür. Çünkü 27 yaşında ve bir çocuklu eşin evlenme şansının %<br />

25'den fazla olduğu kabul edilebilir. Ancak, karşı oy yazısında da belirtildiği<br />

gibi özellikle ülkemizin sosyolojik gerçekleri düşünüldüğünde nikahsız<br />

eşi nikahlı eşe göre destekten yoksun kalma tazminatı açısından daha<br />

az korumak ve BK 43 uyarınca tazminattan ayrıca bir indirimde bulunmak<br />

uygun sayılamaz.<br />

Đş hukuku kurallarının uygulanmasında bir yorum ihtiyacı ortaya<br />

çıktığında amaçsal yorum yönteminin uygulanması gerekir (Bu konuda<br />

bkz. Süzek, Đş Hukukunda Yorum, Đnan Kıraç'a Armağan, Ankara 1994,<br />

233 vd.) Çünkü hukuk normları toplumsal yaşamın ihtiyaçlarını karşılamak<br />

amacıyla öngörülmüşlerdir. Hukuk, bu toplumsal amaca ulaşabilmek<br />

için kabul edilmiş bir araçtır. Hukukçunun görevi hukuk kurallarını<br />

toplumsal amaçlarına en uygun bir biçimde yorumlamak ve uygulamaktır.<br />

Bu itibarla, yorum yapılırken doğru sonuca ulaşılabilmesi için iş yasası<br />

kuralının amacının (ratio legis) araştırılması gerekir.<br />

Hukuk kuralları toplumsal yaşamın ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla<br />

konulduklarına göre yasanın amacının belirlenmesinde sosyolojik hukuk<br />

anlayışından (biliminden) ve yorum yönteminden yararlanılması uygun<br />

olacaktır (Sosyolojik hukuk bilimi konusunda geniş bilgi için bkz.<br />

Gürkan, Sosyolojik Hukuk Đlmi, Ankara 1961, 37 vd. Keyman, Hukuka<br />

Giriş, Lefkoşa 1997, 202 vd., 218-219. Can, Hukuk Sosyolojisinin Gelişim<br />

Yönü, B.2, 1997, 142 vd. Süzek, Đş Hukuku, 23 vd.). Çünkü bu anlayış,<br />

toplumsal yaşamın gerçek ihtiyaçlarına en iyi bir biçimde yanıt verebilmek<br />

için hukuku doğuran toplumsal olguları tahlil eder, hukuk kurallarını<br />

hukuk dışı bilimlerden elde edilen bilgilerin ışığında değerlendirir<br />

ve yorumlar. Sosyolojik hukuk bilimi, hukuku diğer bilimlerden bağımsız,<br />

kendi kendine yeterli bir disiplin olarak kabul etmez. Hukuku açıklamak<br />

için hukukun dışındaki bilimsel gerçekleri, toplumsal olguyu objektif bir<br />

biçimde gözlemeye gayret eder. Bu anlayışa göre yargıç hukuki uyuşmazlığı<br />

çözerken bir tür sosyal mühendislik görevini yerine getirir (Süzek, Đş<br />

Hukuku, 23-24).<br />

Toplumsal yaşamın karmaşıklığı göz önünde tutulduğunda hukuki<br />

pozitivizmin biçimsel mantığa dayanan yorum yönteminin (Bu yöntem<br />

için bkz. Keyman, 172 vd., 183 vd.) söz konusu ihtiyacı karşılayamaya-


cağı kolaylıkla ortaya çıkar. Hukuk normu toplumsal amacı gerçekleştiren<br />

araç olduğuna göre normu anlamak ve yorumlayabilmek için mantıki<br />

tahlilden ve şerhçi bir yaklaşımdan çok sosyolojik tahlile başvurulmalıdır.<br />

O halde, amaçsal yorum yönteminde yargıç, iş hukuku kuralının amacını<br />

araştıracak, diğer deyişle sosyolojik hukuk yöntemine uygun olarak yorum<br />

yapılan zamanın toplumsal ihtiyaçlarını göz önünde tutarak bir<br />

menfaatler değerlendirmesi yapacak, yasa kuralının çelişen menfaatler<br />

arasındaki tercihini belirleyecektir (Süzek, Đş Hukuku, 24).<br />

Dava konusu olaya sosyolojik hukuk biliminin yorum yöntemi açısından<br />

yaklaştığımızda 21. Hukuk Dairesinin görüşünü paylaşabilmek zor<br />

görünmektedir. Çünkü ülkemizdeki sosyolojik gerçek diğer deyişle toplumsal<br />

olgu özellikle Anadolu'da yerleşmiş örf ve adet göz önünde tutulursa,<br />

nikahsız eşe nikahlı eşten ayrı bir işlem yapılması haklı sayılamaz.<br />

Bu evlilikler sosyolojik özellikleri açısından yasal bir aile düzeninden<br />

hiçbir farklılık göstermezler. Karşı oy yazısında da haklı olarak belirtildiği<br />

gibi bu evliliklerde çiftlikler çocuk sahibi olup aile düzenini normal eşler<br />

gibi götürürler.<br />

Kaldı ki, bu durumdaki nikahsız eşin Daire kararının aksine kocasının<br />

evinde yaşamını sürdürmeyeceği, müşterek haneyi terk edeceği,<br />

kendisine yeni bir yaşamı tercih edeceği ve bu nedenle bakım ihtiyacının,<br />

nikahlı eşte olduğu gibi desteğin bakiye ömrünün sonuna kadar devam<br />

etmeyeceği varsayımıda ülkemizin özellikle Anadolu'nun sosyolojik ve<br />

ekonomik gerçekleri karşısında dayanaktan yoksundur. Bu durum ancak<br />

büyük şehirlerde ekonomik açıdan güçlü çevrelerde nikahsız birlikteliklerde<br />

sınırlı bir biçimde ortaya çıkabilir.<br />

Bu nedenlerle kanımıza göre de karşı oy yazısında ifade edildiği gibi<br />

tazminat tutarından nikahsız eşin yaşı nedeniyle evlenme şansı düşüldükten<br />

sonra ayrıca Borçlar Kanununun 43. maddesi uyarınca bir indirim<br />

yapılması yasanın amacına ve eşitlik ilkesine uygun düşmez.<br />

bb) Destekten yoksun kalan ana ve baba<br />

Destekten yoksun kalma tazminatının koşulu bakım gücü ve bakım<br />

ihtiyacının bir arada bulunmasıdır. Eğer bakım ihtiyacı mevcut değilse<br />

desteklenenden söz edilemez. Yargıtay 9.10.<strong>2001</strong> tarihinde verdiği bir kararında<br />

(Y21HD, 6083/6586, Bu karar yayınlanmamıştır) bakım ihtiyacı<br />

olmayan ana ve babanın bu tazminatı talep edemeyeceklerini haklı olarak<br />

hükme bağlamıştır. Anılan karara göre "davacı annenin Bağ-Kur, babanın<br />

ise SSK. Emeklisi olduğu kendilerine ait evde oturup babanın bakkal<br />

dükkanı işlettiği, SSK.nın anne ve babaya hak sahibi olmadıklarından<br />

gelir bağlamadığı dosya içeresindeki bilgi ve belgelerden anlaşıl-


maktadır...Buna rağmen mahkemece maddi tazminat talebinin reddi yerine<br />

kısmen kabulüne karar verilmesi isabetsizdir".<br />

cc) Destekten yoksun kalma tazminatının belirlenmesi<br />

Destekten yoksun kalma tazminatının amacı, destekten yoksun kalanın<br />

iş kazası sonucu ölüm meydana gelmeseydi destekten ne kadar<br />

yardım görecek idiyse o miktarın, yani zararın karşılanmasıdır. Bu<br />

tazminatın nasıl hesaplanacağı konusunda da mevzuatımızda bir düzenleme<br />

yoktur. Söz konusu hesaplama da Yargıtay tarafından yine bazı varsayımlara<br />

dayandırılarak yönlendirilmekte, mümkün olduğu kadar gerçeğe<br />

yakın ve tutarlı bir biçimde zarar miktarı belirlenmeye çalışılmaktadır.<br />

Bu tazminatın hesaplanmasında da yukarıda maddi tazminatın hesaplanması<br />

konusunda belirtilenler esas itibariyle geçerlidir. Ancak destekten<br />

yoksun kalma tazminatının niteliğinden kaynaklanan farklılıklar<br />

hesaplamada göz önünde tutulmaktadır. Yargıtay, yerleşmiş içtihadı ile<br />

belirlediği bu hesaplama yöntemini uygulamayan iş mahkemesi kararlarını<br />

<strong>2001</strong> yılı içinde de bozmuş ve mahkemeleri oluşturduğu içtihada uymaya<br />

yönlendirmiştir (Bu kararlar için bkz. Y21HD, 12.4.<strong>2001</strong>,<br />

2677/2825, Y21HD, 13.9.<strong>2001</strong>, 5359/5798, Y21HD, 17.4.<strong>2001</strong>,<br />

2921/2964, Bu kararlar yayınlanmamıştır).<br />

Aynı şekilde yine yüksek mahkeme ölümle sonuçlanan iş kazasının<br />

oluşumunda tarafların kusur oranlarının hiçbir kuşkuya yer vermeyecek<br />

şekilde belirlenmesini ve bu konudaki çelişkilerin giderilmesini istemektedir.<br />

Yargıtay, örneğin 28.12.<strong>2001</strong> tarihli bir kararında şu anlatıma yer<br />

vermiştir: "Đnsan yaşamının kutsallığı çevresinde işveren, işyerinde işçilerin<br />

sağlığını ve işgüvenliğini sağlamak için gerekli olanı yapmak ve bu<br />

husustaki şartları sağlamak ve araçları noksansız bulundurmakla yükümlü<br />

olduğu Đş Kanununun 73. maddesinin açık buyruğudur. Öte yandan,<br />

sigortalı işçilerin de kendi emniyetleri yönünden dikkat ve özen göstermeleri,<br />

verilen emir, talimatlara uymaları gerekir. Kazalı deneyimli bir<br />

kişidir. Đşyerinde de yemekhaneye çıkmak için merdiven mevcut olduğu<br />

gibi yük asansörüne binilmemesi yolunda uyarılar da mevcuttur. Davacılar<br />

murisi uyarılara rağmen yük asansörüne binmekte ısrar etmiştir. Nitekim<br />

sigorta müfettişince 506 sayılı Yasanın 111. maddesi gereğince kazalının<br />

bağışlanmaz kusurunun olduğu kabul edildiği gibi, gerekçeli olarak<br />

hazırlanan iş müfettişi raporunda da kusurun % 50 Đşçide ve %<br />

50'sininde işverende olduğu belirtilmiştir. Bu durumda karara esas alınan<br />

ve işverene % 80 kazalıya % 20 kusur veren 17.11.200 tarihli son<br />

raporla oluşan mübayeneti gidermek gerekirken dosya içeriğine ve maddi<br />

olgulara uygun olmayan 17.11.2000 tarihli raporun hükme dayanak alınması<br />

usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir" (Y21HD, 28.12.<strong>2001</strong>,


8666/8981, Aynı yönde Y21HD, 1.3.<strong>2001</strong>, 1415/1731, Y21HD, 1.5.<strong>2001</strong>,<br />

2067/3447, Bu kararlar yayınlanmamıştır).<br />

Öte yandan, yüksek mahkeme yine oluşturduğu içtihadına uygun bir<br />

biçimde isabetli olarak Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından hak sahiplerine<br />

yapılan ödemelerin peşin sermaye değerinin bulunan zarar miktarından<br />

indirilmesini gerekli görmektedir. 21. Hukuk Dairesine göre "Dava,<br />

nitelikçe Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından karşılanmayan zararın<br />

giderilmesi istemine ilişkindir. Bu nedenle, mükerrer ödemeyi ve haksız<br />

zenginleşmeyi önlemek için Kurum tarafından sigortalıya veya hak<br />

sahiplerine bağlanan peşin sermaye değerinin Kurumdan sorularak, bildirilen<br />

miktarın en son zarardan indirilmesi suretiyle tazminatın saptanması<br />

gerektiği, Yargıtay'ın oturmuş ve yerleşmiş görüşlerindendir. Somut<br />

olayda, sigortalıya ve hak sahiplerine bağlanan ve bağlanması gereken<br />

gelirin ne olduğu konusunda gerekli inceleme ve araştırma yapılmadığı,<br />

dosya içeriğinden anlaşılmaktadır" (Y21HD, 10.9.<strong>2001</strong>, 5740/5561, Aynı<br />

yönde, Y21HD, 22.5.<strong>2001</strong>, 3144/4005, Y21HD, 1.11.<strong>2001</strong>, 6479/7232,<br />

Bu kararlar yayınlanmamıştır. Y21HD, 1.2.<strong>2001</strong>, 175/556, YKD, Ağustos<br />

<strong>2001</strong>, 1249-1250).<br />

d) Manevi tazminat<br />

aa) Đş kazasının ölümle sonuçlanmaması halinde yakınların tazminat<br />

talebi<br />

Đş hukuku öğretisinde kimi yazarlar manevi tazminatın iş kazasına<br />

uğrayan kimsenin elem ve ıstırabını gidermeyi amaçladığını ve kişiye bağlı<br />

haklardan olduğunu belirtmekte, bu nedenle iş kazası ölümle sonuçlanmamışsa<br />

anılan tazminatın işçinin yakınları tarafından talep edilemeyeceğini<br />

ileri sürmektedirler (Tandoğan, Türk Mes'uliyet Hukuku,<br />

Ankara 1961, 333 vd. Çenberci, 1024).<br />

Yargıtay <strong>2001</strong> yılında verdiği kararlarla bu konuya eğilmek olanağını<br />

bulmuş ve şu sonuçlara varmıştır: "Borçlar Kanununun 47. maddesine<br />

göre manevi tazminat isteme hakkı doğrudan doğruya cismani zarara uğrayan<br />

kişiye aittir. Yansıma yoluyla aynı eylem nedeniyle manevi üzüntü<br />

duyanlar manevi tazminat isteyemezler. Ancak cismani zarar kavramına<br />

(BK 46 ve 47) ruhsal bütünlüğün ihlali, sinir bozukluğu veya hastalığı<br />

gibi hallerin girdiği bu maddelerde sadece maddi sağlık bütünlüğünün<br />

değil ruhsal ve sinirsel bütünlüğün de korunduğu öğretide ve Yargıtay<br />

kararlarında kabul edilmektedir. Öyleyse bir kişinin cismani zarara uğraması<br />

durumunda, onun (ana, baba, karı, koca gibi) çok yakınlarından<br />

birinin de aynı eylem nedeniyle ruhsal ve sinirsel sağlık bütünlüğü ağır<br />

şekilde bozulmuşsa (örneğin eyleme uğrayan yakın kişi % 100 işgöremez<br />

duruma gelmişse) onların da manevi tazminat isteyebilecekleri kabul


edilmelidir. Bu durumda olanların zararları ile haksız eylem arasında uygun<br />

illiyet bağı mevcut olduğundan yansıma yoluyla değil, dorudan zarara<br />

uğrama söz konusudur...Olayda 21.1.1998 tarihinde 22 yaşında<br />

olan...geçirdiği işkazası sonucu 10 gün iş ve gücünden kalır şekilde yaralandığı<br />

dosya içeriğinden anlaşılmaktadır. Đşgöremezlik oranı ve diğer<br />

kanıtlara göre ... ağır bir cismani zarara uğramamıştır. Hal böyle olunca<br />

davacıların ruhsal ve sinirsel sağlık bütünlüğünün ağır bir şekilde bozulduğunu<br />

söylemek mümkün değildir" (Y21HD, 15.5.<strong>2001</strong>, 3658/3777, Bu<br />

karar yayınlanmamıştır).<br />

Yüksek mahkeme 8.10.<strong>2001</strong> tarihli bir kararında da ilk önce yukarıda<br />

belirtilen gerekçeye aynen yer vermiş ve somut olayda şu sonuca<br />

ulaşmıştır: "Uyuşmazlık, oğullarının geçirdiği iş kazası sonucu % 32.3<br />

oranında işgöremez duruma gelmesi nedeniyle davacı baba ve annenin<br />

manevi tazminat istemine ilişkindir...9.9.1998 tarihinde 16 yaşında olan<br />

davacıların oğlu...'in geçirdiği işkazası sonucu sol gözünün alınarak yerine<br />

protez takılmak suretiyle % 32.3 oranında işgöremezliğe uğradığı<br />

dosyadaki bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır. Đşgöremezlik oranı ve diğer<br />

kanıtlara göre...ağır bir cismani zarara uğramamıştır.Hal böyle olunca<br />

davacıların ruhsal ve sinirsel sağlık bütünlüğünün ağır şekilde bozulduğunu<br />

söylemek mümkün değildir" (Y21HD, 5928/6527, Bu karar yayınlanmamıştır).<br />

Kanımıza göre, iş kazası ölümle sonuçlanmamışsa işçinin yakınlarının<br />

manevi tazminat talep edebilmesi hukuka aykırılık bağı veya normun<br />

koruma amacı teorisine dayandırılabilir. Bu teori ihlal edilen davranış<br />

normunun amacını esas alır ve bu teoriye göre fail sadece ihlal edilen<br />

kuralın amacının koruduğu menfaatlerin ihlalinden doğan zararları<br />

tazmin etmek zorundadır. Anılan teori uyarınca normun koruma amacı<br />

dışında kalanlar zarara uğrasalar bile tazminat davası açamazlar. Đhlal<br />

edilen kuralın koruma amacı ve alanı amaçsal yorum yöntemi ile bulunur<br />

(Normun koruma amacı veya hukuka aykırılık bağı teorisi hakkında geniş<br />

bilgi için bkz. Tandoğan, Üçüncü Şahsın Zararının Tazmini, Ankara<br />

1963, 11 vd.).<br />

Soruna normun koruma amacı teorisi ile uygun illiyet bağı açısından<br />

yaklaşıldığında, belirli durumlarda Borçlar Kanununun 47. maddesinin iş<br />

kazasına uğrayan işçilerin yakınlarına manevi tazminat hakkı tanıdığı<br />

sonucuna varılacaktır. Herşeyden önce belirtelim ki, beden bütünlüğü<br />

kavramı sadece fiziki bütünlüğü değil Yargıtay kararında da ifade edildiği<br />

gibi ruhsal bütünlüğü de korumayı amaçlar. Đş kazası, beden bütünlüğü<br />

zarara uğrayan işçinin yakınlarında bir bunalım veya şok yaratmışsa, diğer<br />

deyimle bu kaza onların ruhsal bütünlüğünü bozacak ağırlıkta ise söz


konusu kişilerin doğrudan doğruya beden bütünlüğü zarara uğramış<br />

olur. Bu gibi durumlarda söz konusu kişiler Borçlar Kanununun 47.<br />

maddesinde düzenlenen normun koruma amacı içinde yer alırlar ve kazalanan<br />

işçinin uğradığı zararın yansıması yoluyla değil kendi ruhsal bütünlüklerinin<br />

bozulması nedeniyle doğrudan doğruya manevi zarara uğramış<br />

olurlar. Başka bir anlatımla, fiil ile uygun illiyet bağı ve ihlal edilen<br />

normun koruma amacı içinde bulunmaları nedeniyle işverenden manevi<br />

tazminat isteyebilirler (Tandoğan, Üçüncü Şahıs, 6-7. Tekinay-Akman-<br />

Burcuoğlu-Altop, Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, B.6, Đstanbul 1988,<br />

882. Ulusan, Đşverenin Đşçiyi Gözetme Borcu, Đstanbul 1990, 182. Süzek,<br />

Đş Hukuku, 373-375).<br />

Yukarıda belirtilen Yargıtay kararları normun koruma amacı veya<br />

hukuka uygunluk bağı teorisi açısından değerlendirildiğinde birinci kararın<br />

isabetli ancak ikincisinin tartışmaya açık olduğu kanısını taşıyoruz.<br />

Yüksek mahkeme oluşturduğu içtihadıyla ancak işçinin iş kazası sonucunda<br />

% 100 veya buna çok yakın bir oranda iş göremezliğe uğradığı<br />

hallerde yakınlarına manevi tazminat isteyebilme hakkını tanımaktadır<br />

(YHGK, 23.9.1987, 9-183/655, Ulusan, 183. Y21HD, 15.6.2000,<br />

4733/4833, YKD, Şubat <strong>2001</strong>, 248-250. Y21HD, 7.10.1997, 611/6174,<br />

YKD, Mayıs 1998, 733-734). Oysa, 8.10.<strong>2001</strong> tarihli Yargıtay kararına<br />

konu olan olayda gerçekleştiği gibi iş kazasında işçinin bir gözünü kaybetmesinin<br />

ana ve babasında bir bunalım ve şok yarattığını, onların ruhsal<br />

bütünlüklerinin bozulması sonucuna yol açtığını öne sürebilmek de<br />

mümkündür. Bu nedenle, yüksek mahkemenin bu konuda görüşünü bir<br />

ölçüde yumuşatması, yakınların manevi tazminat talep etme hakkını çok<br />

dar bir alanla sınırlamaması normun koruma amacı teorisine daha uygun<br />

düşecektir.<br />

bb) Manevi tazminatın takdiri<br />

Maddi tazminat taleplerinde maddi zararı mümkün olduğu kadar gerçeğe<br />

yakın bir şekilde saptayabilmek için bir takım matematiksel yöntemlere<br />

başvurulduğu halde manevi tazminat isteklerinde dayanılabilecek<br />

hesap yöntemleri yoktur. Bir iş kazası veya meslek hastalığı sonucunda<br />

acı ve ıstırap çeken işçinin ya da yakınlarının manevi zararını tayin edecek<br />

nesnel ölçüler bulunmamaktadır. Yargıç, Medeni Kanunun 4. maddesi<br />

uyarınca ve Borçlar Kanununun 47. maddesine göre özel halleri değerlendirerek<br />

takdir hakkını kullanmak suretiyle tazminat miktarını belirleyecektir<br />

(Manevi tazminatın takdirinde göz önünde tutulacak esaslar<br />

için bkz. Süzek, Đş Hukuku, 380-381).<br />

Yargıtay, <strong>2001</strong> yılında da bir çok kararında "Olayın oluş şekline,<br />

mahkemece kabul edilen kusur durumuna, usule gelen elem ve ızdırabın


derecesine, tarafların sosyal ve ekonomik durumuna, paranın satınalma<br />

gücüne, özellikle 26.6.1996 gün ve 1966/7-7 sayılı Đçtihadı Birleştirme<br />

kararının içeriğine ve öngördüğü koşulların somut olayda gerçekleşme<br />

biçimine, hak ve nesafet kurallarına göre "mahkemece takdir edilen tazminatın<br />

bazı durumlarda az (Y21HD, 12.4.<strong>2001</strong>, 2677/2825, Y21HD,<br />

11.10.<strong>2001</strong>, 6819/6640, Bu kararlar yayınlanmamıştır) bazı durumlarda<br />

fazla (Y21HD, 11.12.<strong>2001</strong>, 8370/8557, Y21HD, 20.9.<strong>2001</strong>, 6274/5978,<br />

Bu kararlar yayınlanmamıştır) olduğunu hükme bağlamak suretiyle iş<br />

mahkemesi kararlarını bozmuştur.<br />

cc) Manevi tazminatın düzeltilerek (değiştirilerek) onanması<br />

Yargıtay 25.9.<strong>2001</strong> tarihli kararında (21HD, 5363/6171, Bu karar<br />

yayınlanmamıştır) ise iş mahkemesince karar altına alınan manevi tazminat<br />

miktarını yeterli görmemiş, ancak kararı bozmak yerine tazminat<br />

miktarını yükseltmek suretiyle düzeltilerek onama yoluna gitmiştir. Gerçekten<br />

adı geçen kararda yukarıda belirttiğimiz 12.4.<strong>2001</strong> tarihli karardaki<br />

formül gerekçeye yer verildikten sonra şu anlatım yer almıştır: "özellikle<br />

her dava açıldığı tarihteki koşullara göre değerlendirileceğinden zararlandırıcı<br />

sigorta olayı sonucu yardıma muhtaç % 100 oranında sürekli<br />

işgöremezliğe uğrayan sigortalının, daha önce açtığı davada hüküm altında<br />

alınan manevi tazminat miktarının davacı eşi bağlamayacağı göz<br />

ardı edilerek 4.000.000.000 TL. manevi tazminat yerine 300.000.000 TL.<br />

manevi tazminata hükmedilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.<br />

Ne var ki,bu yanlışlığın giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını<br />

gerektirmediğinden HUMK'nun 438/7. maddesi uyarınca hüküm bozulmamalı<br />

düzeltilerek onanmalıdır".<br />

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438. maddesinin 7. fıkrasında<br />

şu yönde bir hüküm öngörülmüştür: "Temyiz olunan hükmün, kanunun<br />

olaya uygulamasında hata edilmiş olmasından dolayı bozulması<br />

gerektiği ve kanuna uymayan husus hakkında yeniden yargılama yapılmasına<br />

ihtiyaç duyulmadığı takdirde Yargıtay, hükmü değiştirerek ve düzelterek<br />

onayabilir".<br />

Bu hüküm karşısında manevi tazminatların Yargıtayca düzeltilerek<br />

onanıp onanamayacağı konusunda usul hukuk öğretisinde iki farklı görüş<br />

yer almaktadır. Bu görüşlerden birincisine göre, mahalli mahkeme<br />

tarafından ancak harç, vekalet ücreti, faiz, icra inkar tazminatı, istihkak<br />

davasında tazminat veya kira bedelinin tespit davasında kiranın başlangıç<br />

tarihinin belirtilmesi konularında hataya düşülmüşse, buhallerde yapılan<br />

yanlışların düzeltilmesi için yeniden yargılama yapılmasına ihtiyaç<br />

bulunmadığından Yargıtay hükmü değiştirerek ve düzelterek onayabilir<br />

(Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü El Kitabı, Đstanbul 1995, 828). Buna


karşılık, mahalli mahkemenin takdirini doğru bulmayan Yargıtay<br />

dairesinin tazminat miktarını kendisi belirlemeyip hükmü bozmakla yetinmesi<br />

gerekir (Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, B.3, Ankara 1974,<br />

751 vd.). Çünkü, yasa (manevi) tazminatın miktarını tayin etmemiş, bunu<br />

yargıcın takdirine bırakmıştır. Bu yargıç ise, Yargıtay üyeleri değil, davayı<br />

baştan sonuna kadar yürütmüş ve bu nedenle de dava hakkında en iyi<br />

bilgi sahibi olan mahalli mahkeme yargıcıdır. Bunun gibi, Yargıtay dairesi<br />

manevi tazminat miktarını artırmak veya indirmek suretiyle hükmü düzelterek<br />

onamaka mahkemenin kararında ısrar etmek ve Yargıtay Genel<br />

Kurulunun da bu kararı denetlemek ve son sözü söylemek hakkını elinden<br />

almaktadır.<br />

Buna karşılık, diğer görüşe (Postacıoğlu, Medeni Usul Hukuku<br />

Dersleri, B.6, Đstanbul 1975, 740 vd. Üstündağ, Medeni Yargılama Hukuku,<br />

C.II, B.3, Đstanbul 1977, 77-78) göre ise Türkiye'de istinaf mahkemelerinin<br />

bulunmayışı Yargıtayı giderek daha fazla delillerin takdirine götürdüğünden<br />

yüksek mahkemeyi tazminatları da gözden geçirmeye yöneltmektedir.<br />

Yargıtay, nafaka takdirinde ve manevi tazminata hükmedilmesinde<br />

mahalli mahkemenin takdir yetkisine müdahale ile kendi<br />

takdirini ikame etme yetkisini kendisinde görmüş ve bu yetkisini 438/7<br />

çerçevesinde bir çok kararlarında kullanmıştır. Đçtihatların bu yönde gelişmesinde,<br />

Yargıtay dairesinin bir kurul olarak çalışması ve daha tecrübeli<br />

yargıçlardan oluşması nedeniyle mahalli mahkemeye göre takdirini<br />

daha isabetli olarak kullanacağı düşüncesi de önemli ölçüde etkili olmuştur.<br />

Ancak, yine bu görüşe göre HUMK 438/7'nin uygulanmasının sınırlarının<br />

bulunması gerekir. Yargıtay dairesince bu yetkinin kullanılması,<br />

yasanın yorumu konusunda mahkemenin ısrar hakkına ve son sözün<br />

Yargıtay Genel Kurulunda olması hususlarına halel getirmemelidir. <strong>Yargıtayın</strong><br />

takdiri mahkemenin takdirine göre bu iki yargı merciinin zarar ve<br />

tazminat görüşünde farklı bir hukuki anlayışı ortaya koyacak derecede<br />

ise, bu takdirde mahkeme hükmü sadece yasanın olaya uygulanmasından<br />

doğan bir hataya değil, yasanın yorumunda hataya düşmüş sayılacağından<br />

HUMK 438/7 işletilmemeli, karar Yargıtay dairesince bozulmalıdır.<br />

Bu nedenle, tazminat rakamları arasındaki farkın bugünkü para<br />

değerine göre çok büyük bir fark ifade etmemesi halinde <strong>Yargıtayın</strong> düzelterek<br />

onama yetkisinin bulunduğu kabul edilmelidir (Postacıoğlu, 744,<br />

747).<br />

Yukarıda belirtilen birinci görüş tarafından ortaya sürülen itirazların<br />

geniş ölçüde gerçekleri yansıttığını kabul etmekle birlikte, belirli sınırlar<br />

içinde kalmak ve usul hukukunun ana ilkelerini çok zorlamamak koşuluyla<br />

genel olarak Yargıtay içtihatlarında ve değerlendirmeye aldığımız


25.9.<strong>2001</strong> tarihli kararda benimsendiği gibi manevi tazminatın takdiri<br />

konusunda Yargıtay Dairesine belirli bir ölçüde düzelterek onama yetkisinin<br />

tanınması gerektiğini düşünüyoruz. Aksi takdirde HUMK 348/7'nin<br />

uygulama alanı çok daraltılmış olacak ve kanımızca bu durum hükmün<br />

getiriliş amacına ters düşecektir.<br />

Bu nedenlerle, değerlendirdiğimiz olayda her ne kadar ilk bakışta<br />

mahalli mahkeme ile 21. Hukuk Dairesinin manevi tazminat takdirleri<br />

arasında çok farkın bulnduğu (300 milyon-4 milyar) izlenimi alınıyorsa<br />

da, ülkemizdeki enflasyon oranı ve para değerindeki düşmeler göz önünde<br />

tutulduğunda birkaç yıl içinde bu farkın kolaylıkla ortaya çıkabileceği<br />

kabul edilecektir. Bu itibarla Daire kararı HUMK 438/7 hükmüne ve usul<br />

hukuku ilkelerine kanımızca uygun bulunmaktadır.<br />

dd) Manevi tazminatın ıslahı<br />

<strong>Yargıtayın</strong> 22.5.<strong>2001</strong> tarihli kararında (Y21HD, 2901/4006, Bu karar<br />

yayınlanmamıştır) manevi tazminatın bölünüp bölünmeyeceği ve ıslah<br />

edilip edilemeyeceği hususu ele alınmıştır. Söz konusu karara göre "Dava<br />

meslek hastalığı sonucu meslekte kazanma gücünü % 12 oranında yitiren<br />

işçinin duymuş olduğu acı ve üzüntünün karşılığı bulunan manevi<br />

tazminat istemine ilişkindir. Davacının maddi ve manevi tazminattan<br />

fazla haklarını saklı tutmak suretiyle 300.000.000 TL'lık manevi tazminat<br />

davası açtığı, yargılama sırasında Anayasa Mahkemesince HUMK'nun<br />

87/son maddesinin iptal edildiğinden bahisle 2.2.<strong>2001</strong> tarihli dilekçe ile<br />

dava dilekçesini ıslah ettiğinden bahisle manevi tazminat talebini<br />

1.000.000.000 TL'na çıkardığı uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık<br />

manevi tazminatın bölünüp bölünemeyeceği noktasında toplanmaktadır.<br />

Gerçekten hukuka aykırı bir eylem yüzünden çekilen elem ve üzüntüler o<br />

tarihte duyulan ve duyulması gereken bir haldir. Başka bir anlatımla,<br />

üzüntü ve acıyı zamana yaymak suretiyle manevi tazminatın bölünmesi<br />

bir kısmının dava konusu yapılması kalanın saklı tutulması olanağı yoktur.<br />

Niteliği itibariyle manevi tazminat bölünemez.Bir defada istenilmesi<br />

gerekir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 25.9.1996 gün ve 1996/21-<br />

397-637 karar ile 13.10.1999 gün ve 1999/21-648-818 sayılı kararı da bu<br />

doğrultudadır. Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular gözönünde<br />

tutulmaksızın ve özellikle manevi tazminatın bölünmezliği nazara alınmadan<br />

yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozma<br />

nedenidir". Yüksek mahkeme manevi tazminatın bölünmezliğine ilişkin<br />

görüşünü başka kararlarında da yinelemiştir (Y21HD, 7.6.<strong>2001</strong>,<br />

4456/4511, Y21HD, 1.2.<strong>2001</strong>, 443/606, Bu kararlar yayınlanmamıştır).<br />

Buna karşılık, yukarıda belirtilen 22.5.<strong>2001</strong> tarihli 21. Hukuk Dairesi<br />

kararına bir karşı oy yazısı kaleme alınmış ve şu görüşlere yer verilmiştir:


"Anayasa Mahkemesinin 20.7.1999 günlü E.1999/1, K.1993/33 sayılı iptal<br />

kararı Resmi Gazetenin 4.11.2000 tarihli nüshasında yayımlanarak<br />

yürürlüğe girmiştir. Sözü edilen iptal kararı ile HUKM'nun 87. maddesi<br />

son tümcesi iptal edilmiş ve ıslah yoluyla dava miktarının artırılmasını<br />

engelleyen kural yürürlükten kaldırılmıştır. Dava konusu olayda, ayrım<br />

yapılmaksızın; dava devam ederken ve yargılamanın her aşamasında;<br />

dava miktarının artırılmasını veya değiştirilmesini engelleyen başkaca bir<br />

yasal engel bulunmadığına göre; işin esasına girmek gerekirken aksine<br />

hüküm oluşturulması Anayasal kurallarla bağdaşmamaktadır". Dairenin<br />

21.6.<strong>2001</strong> tarihli kararına (4663/4968, Aynı şekilde, Y21HD, 25.10.<strong>2001</strong>,<br />

6945/7107, Bu kararlar yayınlanmamıştır) karşı da bir karşı oy yazısı<br />

kaleme alınmış ve şu ifadeye yer verilmiştir: "Sözü edilen iptal kararı ile<br />

HUKM'nun 87. maddesi son tümcesi iptal edilmiş ve davacıya dava miktarını<br />

ıslah yoluyla, değiştirme imkanı getirilmiştir".<br />

Gerçekten anılan Anayasa Mahkemesi kararı ile HUKM'nun 87. maddesinin<br />

son cümlesinde yer alan "Müddei ıslah suretiyle müddeabihi<br />

tezyit edemez" ifadesi iptal edilmiştir. Bu cümlenin iptal edilmesiyle herhangi<br />

bir ayrım gözetilmeksizin, HUKM'nun 83 vd. maddelerinde öngörülmüş<br />

koşulların yerine getirilmesi halinde her türlü müddeabihin<br />

ıslah yoluyla artırılması mümkün hale gelmiştir. Nitekim Yargıtay<br />

9.10.<strong>2001</strong> tarihli kararında (Y21HD, 6379/6579, Bu karar yayınlanmamıştır)<br />

Anayasa Mahkemesinin iptal kararı karşıında maddi tazminat<br />

miktarının ıslah yoluyla artırılmasını kabul etmiştir. Kanımıza göre yüksek<br />

mahkemenin manevi tazminatın bölünemezliğine ilişkin görüşü de<br />

karşı oy yazısında belirtildiği gibi isabetli sayılamaz. Çünkü, manevi<br />

tazminat davasının açılıp tazminat tutarının talep edilmesiyle birlikte<br />

manevi zarar artık bir parasal değere dönüşmüştür. Bu aşamadan sonra<br />

maddi tazminat talebinden fazla bir farkı kalmamıştır. Davanın uzun<br />

sürmesi nedeniyle enflasyon sonucu manevi tazminata ilişkin müddeabih<br />

çok düşük kalmış olabilir. Manevi tazminatın ıslahı hakkaniyete uygun<br />

olarak ihtiyacı karşılayacaktır. Kuşkusuz ıslaha rağmen manevi tazminat<br />

miktarını takdir hakkı yargıça aittir.<br />

4. Đşçinin Sadakat Borcu<br />

Đşverenin gözetme borcu karşısında işçinin de işverene karşı sadakat<br />

borcu vardır. Bu sadakat borcu iş ilişkisi içinde işçinin, işverenin ve işyerinin<br />

çıkarlarını koruma, işverene ekonomik, ticari veya mesleki bakımdan<br />

zarar verebilecek her türlü davranıştan kaçınma borcu biçiminde<br />

kendisini gösterir. Yargıtay <strong>2001</strong> yılı içinde verdiği iki kararda "Davacı işçiye<br />

şirket harcamalarında kullanılmak üzere kredi kartı verilmiş olup bu


kartla davacı işçinin bankadan para çekerek kendi ve eşi için bir takım<br />

harcamalarda bulunmasını" (Y9HD, 19.2.<strong>2001</strong>, 18625/2807, Kılıçoğlu,<br />

1294) ve işçinin "davalıya ait sigorta şirketinde teknik servis şefi unvanı<br />

ile çalışırken gerek kendi aracı ve gerek annesinin aracı için gerçeğe uygun<br />

olmayan şekilde hasarsızlık indirimi" yapmasını (Y9HD, 10.5.<strong>2001</strong>,<br />

Çimento Đşv., Temmuz <strong>2001</strong>, 37) haklı olarak doğruluk ve bağlılığa uymayan<br />

yani sakadat borcuna aykırı davranışlar olarak kabul etmiş ve işverence<br />

yapılan feshin haklı olduğunu hükme bağlamıştır.<br />

III. ĐŞĐN DÜZENLENMESĐ<br />

1. Fazla Çalışmalar<br />

a) Fazla çalışmanın saptanması ve gerçeklerle bağdaşmayan iddialar<br />

Yargıtay, fazla çalışma yaptığını iddia eden işçinin bu iddiasının<br />

inandırıcı olması gerektiğine ilişkin görüşünü geçmiş yıllarda olduğu gibi<br />

(Bkz. Ulucan, Değerlendirme 1996, 31-32. Soyer, Değerlendirme 1997,<br />

38-39. Akı, Değerlendirme 1998, 35-36. Sur, Değerlendirme 1999, 33-34)<br />

<strong>2001</strong> yılında verdiği kararlarda da sürdürmüştür. Yüksek mahkeme, yaşamın<br />

olağan akışına aykırı bulduğu fazla çalışma ididalarını kabul etmemekte,<br />

bu gibi durumlarda iş mahkemelerini takdiri bir hakkaniyet<br />

indirimi yapmaya yöneltmektedir. <strong>Yargıtayın</strong> 14.5.<strong>2001</strong> tarihli bir kararında<br />

(Y9HD, 3949/8259, ĐBD, Mart 2002, 264. Aynı yönde, Y9HD,<br />

18.1.<strong>2001</strong>, 14135/408, YKD Temmuz <strong>2001</strong>, 1015) şu görüşe yer verilmiştir:<br />

"Đki senelik süre içinde davacı işçinin Pazar günü hariç diğer günlerde<br />

ve sürekli birşekilde her gün on-onbir saat mesai sonucu haftada düzenli<br />

şekilde onyedi saat fazla çalışma yaptığının kabulü hayatın olağan akışına<br />

uygun düşmez. Gerçekten bu süre içinde yıllık izinlerin kullanılması ve<br />

hastalık, mazeret gibi diğer hallerin meydana gelmesi olasılığı karşısında<br />

gerçekleşen fazla mesai alacağından bir hakkaniyet indirimi yapılması<br />

gerçek duruma uygun düşer. O halde karar bu yönden bozulmalıdır".<br />

Her ne kadar, <strong>Yargıtayın</strong> yaşamın olağan akışına aykırı düşmesi nedeniyle<br />

inandırıcı olmayan fazla çalışma iddialarını reddeden yerleşmiş<br />

içtihadı kural olarak yerinde ise de bunun her durumda geçerli olduğunu<br />

da düşünmemek gerekir. Yüksek mahkemenin bu içtihadı gerçek dışı<br />

fazla çalışma iddialırını önlemeye yaradığı ölçüde isabetlidir. Ancak, <strong>Yargıtayın</strong><br />

bir "formül gerekçe" ile reddettiği bu iddiların somut olayın özelliğine<br />

uygun düşüp düşmediğinin yeterince araştırılması gerektiği görüşü<br />

iş hukuku öğretisinde öteden beri ileri sürülmektedir (Eyrenci, Değerlendirme<br />

1985, 115. Ulucan, Değerlendirme 1996, 32. Soyer, Değerlendirme<br />

1997, 38-39). Gerçekten, her uyuşmazlıkta fazla çalışmanın yapılıp


yapılmadığı, işin niteliği de göz önünde tutularak ortaya konulan deliller<br />

ışığında titiz bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Ne yazık ki ülkemizde<br />

bir çok işyerinde genel olarak yasal düzenlemelere, özel olarak da yasal iş<br />

sürelerine uyulmama konusunda alışkanlıkların yerleştiği bilinen bir gerçektir.<br />

Bu nedenle, fazla çalışmanın yapıldığı işçi tarafından yeterli sayılabilecek<br />

delillerle ortaya konulmuşsa, ülkemizdeki çalışma ilişkileri de<br />

dikkate alınarak salt bu çalışmanın gerçek dışı görülebileceği nedeniyle<br />

bir formül gerekçeyle talep reddedilmemeli, bu kez delil ikamesi yükünün<br />

işverene geçtiği kabul edilerek işverenin karşı delilleri dikkate alınmalıdır.<br />

Kuşkusuz bu söylediklerimiz işçinin iddiasının tümüyle gerçeklerden<br />

uzak olduğunun açıkça görüldüğü durumlarla ilgili değildir.<br />

Bu açıklamalar ışığında, yukarıda belirttiğimiz 14.5.<strong>2001</strong> tarihli karar<br />

iş hukuku öğretisinde bugüne kadar ileri sürülen kuşkulara hak verdirebilecek<br />

niteliktedir. Her ne kadar ilk bakışta karar isabetli gibi görünüyorsa<br />

da, yakından bakıldığında en azından ortaya konulan "formül gerekçenin"<br />

bu olayda yeteri kadar doyurucu olmayabileceği kuşkusu<br />

uyanmaktadır. Bir kez, işçi sürekli çalıştığını iddia etmemiş haftada bir<br />

gün (pazar günü) dinlendiğini kabul etmiştir. Bunun gibi, haftanın çalışılan<br />

günlerinde günde iki veya üç saat fazla çalışma yapılmış olması ülkemiz<br />

koşulları düşünüldüğünde, inandırıcılıktan çok uzak değildir. Kaldı<br />

ki, bu çalışma biçimi uzun yıllar değil iki yıl sürmüştür. Yine ülkemizdeki<br />

çalışma ilişkileri dikkate alındığında işçinin bir yılın sonunda yıllık izin<br />

hakkını kullanmamış ve hastalanmayıp (veya hastalanmasına karşın) işverenden<br />

herhangi bir mazeret izini talep etmemiş olması da olasılık dahilindedir.<br />

Bütün bunllardan daha önemli olarak kararda yapılan işin niteliği<br />

ve bu konuda tarafların mahkemeye sunduğu deliller yer almamış<br />

ve tartışılmamıştır. Dosya içeriğini göremediğimiz için karar hakkında<br />

kesin bir yargıya varamıyor, burada sadece kuşkumuzu dile getiriyor ve<br />

işçi tarafından yeterli sayılabilecek deliller getirilmişse, Yargıtay tarafından<br />

sıkça başvurulan formül gerekçenin her zaman somut olayın gerçeği<br />

ile örtüşmeyebileceğine dikkati çekmek istiyoruz.<br />

b) Fazla çalışmaya işçinin muvafakatı<br />

<strong>Yargıtayın</strong> 25.10.<strong>2001</strong> tarihli kararına (Y9HD, 12401/16672,<br />

Kılıçoğlu, 1324-1325) göre "Davacı bayan işçi uygulamanın bu şekilde<br />

sürdürülmek istenmesi üzerine ailevi nedenlerden dolayı hafta içinde<br />

fazla mesai yapmayacağını işverene bildirmiştir. Davalı işveren ise bu tutum<br />

üzerine sözleşmeye aykırı davrandığını gerekçe göstererek aradaki<br />

hizmet akti ilişkisini sona erdirmiştir...Dairemizin yerleşmiş uygulamasına<br />

göre bir işçi yasal sınırlar içinde fazla mesaiyi kabul etme durumundadır.<br />

Bir başka anlatımla kendisine günde 3 saat ve toplam 90 günden


fazla mesai yaptırılması olanağı yoktur. Somut olayda Cumartesi günü 9<br />

saat ve diğer dört işgünü zaman zaman üç işgünü 2,5 saat çalıştırıldığı<br />

gözönünde tutulursa haftalık toplam bazı haftalar 19 saat bazı haftalar<br />

da 16.5 saat fazla mesai yaptırılmasıyla karşı karşıya bırakılmış olmaktadır<br />

ki böyle bir uygulama 35. maddenin (a) ve (b) bentlerine aykırılık<br />

oluşturur. Bundan başka yasal üç aylık sürenin de aşılması gibi bir sonuçla<br />

da karşılaşılmış olunacaktır...Bu koşullarda davalının feshinin<br />

haklı nedene dayandığı kabul edilemez".<br />

Herşeyden önce belirtelim ki bu kararda yer alan "işçi yasal sınırlar<br />

içinde fazla mesaiyi kabul etme durumundadır" ifadesini isabetli bulmak<br />

mümkün değildir. Yasal sınırlar içinde de olsa ĐK 35/e uyarınca işçinin<br />

fazla çalışmaya muvafakatının alınması zorunludur (Ekonomi, 305. Çelik,<br />

259. Narmanlıoğlu, 499). Bu ibare ile günde 3 saat ve toplam 90<br />

günden fazla yapılacak fazla çalışmanın işçinin kabulü ile dahi yapılamayacağı<br />

ifade edilmek isteniyorsa bu görüşe katılmak mümkündür. Belirtilen<br />

sınırları aşan fazla çalışma yasal değildir, ancak iş hukuku öğretisi ve<br />

Yargıtay tarafından isabetli olarak bu çalışmalara da zamlı ücret ödenmesi<br />

gerektiği kabul edilmektedir. Đşçi ne yasal sınırlar içinde ne de dışında<br />

kalan sürelerde fazla çalışma yapmak zorunda olduğundan ve<br />

olayda görüldüğü gibi bu nedenle işverence iş akdinin feshedilmesinin<br />

haksız sayılması gerektiğinden yüksek mahkemenin kararı sonucu itibariyle<br />

isabetlidir.<br />

c) Taraflarca kararlaştırılan ücretin fazla çalışmaları da<br />

kapsaması<br />

<strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> içinde vermiş oduğu bir karara (Y9HD, 25.10.<strong>2001</strong>,<br />

10041/16650, Kılıçoğlu, 1324) göre "Taraflar arasında imzalanan<br />

26.10.1998 tarihli hizmet aktinde belirlenen ücretin fazla mesai çalışmalarını<br />

da kapsadığı belirtilmiştir...Ancak, anılan kural yorumlanırken aylık<br />

ne kadar fazla mesainin ücrete dahil olduğu belirtilmediğinden 1475<br />

sayılı Đş Kanunu'nun 35. maddesi gözönünde bulundurulmalı ve buna<br />

göre yıllık 270 saat fazla mesai ücretinin ödenmiş olduğu kabul edilmeli<br />

artan kısmın ise ödenmemiş olduğu düşünülmelidir. Bu husus dikkate<br />

alınmadan yapılan tüm fazla mesai karşılığının hüküm altına alınması<br />

hatalıdır".<br />

Gerçekten, iş akdi ile tarafların işçinin ücretine fazla çalışma ücretlerinin<br />

de dahil olduğunu kararlaştırabilmeleri mümkündür. Bu durumda,<br />

aylık ücrete dahil olan fazla çalışma ücretinin ne kadar süre ile yapılan<br />

fazla çalışmanın karşılığı olduğu sözleşmede gösterilmemişse, bunun bir<br />

yılda doksan işgünü ve günde üç saatlik fazla çalışma ile sınırlı bulunduğu<br />

kabul edilmelidir. Ancak, bunun dışında, yani yasal süreleri aşacak


şekilde fazla çalışma yaptırıldığında, bu çalışmaların karşılığının aylık ücretin<br />

içinde bulunduğu ileri sürülemez. Yasal süreler dışında yaptırılan<br />

fazla çalışmalar için ayrıca fazla çalışma ücretinin ödenmesi gerekir<br />

(Ekonomi, 308. Çelik, 264).<br />

d) Ücret bordrosunun ihtirazi kayıt konulmadan imzalanması<br />

Yargıtay bir süreden beri yerleşmiş içtihadını (Bu kararlar için bkz.<br />

Çelik, 263, dn. 28) <strong>2001</strong> yılı içinde de sürdürmüş ve bordroları ihtirazi<br />

kayıt koymadan imzalayan işçinin sonradan fazla çalışma ücreti talep<br />

edemeyeceğini hükme bağlamıştır. Yüksek mahkemenin bu yöndeki kararına<br />

(Y9HD, 15.1.<strong>2001</strong>, 14922/137, Çimento Đşv., Mart <strong>2001</strong>, 67. Aynı<br />

yönde, Y10HD, 5.2.<strong>2001</strong>, Đşv., Mart <strong>2001</strong>, 15-16) göre "Dosya içine sunulan<br />

bordrolarda fazla mesai sütunu bulunmuş olup, tahakkuku da vardır.<br />

Bu bordrolar davacı tarafından da imzalanmıştır. Dairemizin kararlılık<br />

kazanmış uygulamasına göre ihtirazi kayıt konulmaksızın bordroları işçi<br />

tarafından imzalanması halinde daha fazla mesai yapıldığı iddiasıyla<br />

işçinin alacak talebinde bulunması olanağı yoktur".<br />

Oysa ki, yüksek mahkemenin bu kararlılık kazanmış içtihadını benimseyebilmek<br />

olanağı bulunmamaktadır. Daha önce de Milli Komite<br />

seminerlerinde çok kez dile geterildiği (Ozanoğlu, Değerlendirme 1989,<br />

Genel Görüşme, 30. Oğuzman, Değerlendirme 1989, Genel Görüşme, 32.<br />

Soyer, Değerlendirme 1991, 26-27. Eyrenci, Değerlendirme 1994, 13.<br />

Şahlanan, Değerlendirme 1995, 14-15) gibi bordroda görülenden daha<br />

fazla çalışmış olan işçinin fazla çalışma ücretine ihtirazi kayıt ileri sürmeden<br />

olması, fazlaya ilişkin hakkıdan feragat ettiği anlamına gelmez. Bu<br />

durum sadece bordroda gösterilen süre kadar çalışma karşılığının ödendiğinin<br />

delili olabilir. Buna karşılık işçi daha fazla çalışma yaptığı yönündeki<br />

iddiasını her zamanispatlayabilir. Đhtirazi kayıt öne sürülmeden atılanimzayı<br />

feragat saymak, ona ispat hukuku dışındaki bir etki tanımak<br />

anlamına gelir ki, böyle bir düşünceyi isabetli saymak mümkün değildir<br />

(Soyer, Değerlendirme 1997, 42).<br />

2. Hafta Tatili<br />

Yargıtay 30.10.<strong>2001</strong> tarihli bir kararında (Y9HD, 14351/16586, Çimento<br />

Đşv., Ocak 2002, 52-54. Aynı yönde, Y9HD, 15.10.<strong>2001</strong>,<br />

14817/16050, Kılıçoğlu, 1327/1328) şu görüşlere yer vermiştir: "Gerek<br />

yasanın gerek toplu iş sözleşmelerinin hükümlerinin amaçladığı düzenlemeye<br />

göre, hafta tatili, kural olarak Pazar günüdür. Tatilden önceki 6 iş<br />

günü işyerinde çalışılmışsa, işçi hafta tatili yani Pazar günü için, çalışma<br />

karşılığı olmayan bir yevmiyeye hak kazanır. Pazar günü de çalışıldığı<br />

takdirde, Toplu Đş Sözleşmelerine göre yüzde yüz zamlı olarak bir başka


anlatımla iki yevmiyeye daha hak kazanır. Böylece çalışan Pazar günü<br />

için üç yevmiye ödenmesi söz konusu olmaktadır. Pazar günü çalışan işyerinde<br />

hafta içinde bir gün izin verilmiş ise, artık çalışan Pazar günü için<br />

iki yevmiye ödenmesi düşünülemez".<br />

Gerçekten Hafta Tatili Kanunu hükümlerine uygun olarak hafta tatilinden<br />

istisna edilen bir işyerinde Pazar günleri çalışıp hafta tatilini haftanın<br />

diğer bir gününde yapan işçiye, Pazar günü çalışması için sadece<br />

bir gündelik tutarında ücret ödenmesi gerekir. Pazar günü çalışan işçinin,<br />

hafta arasında tatil yapması belirlenen gün o işçi yönünden "hafta tatili"<br />

niteliğini kazanır ve bu husustaki hükümlere tabi olur. Olayda hafta<br />

arasında tatil verildiğine, diğer deyimle işçi "hafta tatilinde" çalışmadığına<br />

göre 9. Hukuk Dairesi tarafından da haklı olarak kabul edildiği gibi toplu<br />

iş sözleşmesi uyarınca üç yevmiyeye hak kazanamaz.<br />

3. Yıllık Ücretli Đzin<br />

a) Yıllık ücretli izin konusunda tespit davasının açılması<br />

Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin <strong>2001</strong> yılı içinde verdiği bir kararda<br />

(12.2.<strong>2001</strong>, 1358/2090, Kılıçoğlu, 1329) şu ifadelere yer verilmiştir:<br />

"Hizmet akti devam eden davacı kendisine mevsimlik veya geçici işçi olduğu<br />

gerekçesi ile izin hakkı verilmediğini oysa işin sürekli iş olduğunu,<br />

izin hakkı bulunduğunu belirterek işin sürekli iş ve izin hakkı bulunduğunun<br />

tespitini talep etmiştir. Mahkemece eda davası açılabilecekken<br />

tesbit davası açılamayacağı gerekçesiyle istem reddedilmiştir...yasanın 56.<br />

maddesine göre hizmet akti feshedildiğinde kullanılmayan ücretli izin<br />

hakkı, aktin sona erdiği tarihteki ücret üzerinden işçiye ödenir. Başka bir<br />

anlatımla hizmet akti devam ettiği sürece kullanılmayan izin günlerine<br />

karşılık ücretli izin alacağı istenemez. Yargıtay Büyük Genel Kurulu'nun<br />

7.7.1965 tarih ve 5/5 sayılı içtihadı birleştirme kararında da belirtildiği<br />

gibi 'tesbit davası, eda davasının öncüsü durumundadır. Henüz şartları<br />

tamam olmadığı için açılamayan eda davası için ilerdeki hukuki ilişkisinin<br />

belli edilmesi bakımından kesin delil olarak kullanılmak üzere tesbit<br />

davası açılabilir'. Somut olayda hizmet akti devam eden davacı işçi eda<br />

davası olan yıllık ücretli izin alacağı davasını açamayacağına göre yaptığı<br />

işin sürekli veya mesvimlik iş olup olmadığının tesbitinde davacının hukuki<br />

yararı vardır. Zira somut olayda eda davasını açabilecek durumda<br />

değildir".<br />

Gerçekten, Đş Kanununun 56. maddesinin 1. fıkrasına göre "Đşçinin<br />

hak kazanıp da kullanamadığı yıllık izin süresi için ücreti, hizmet akdinin<br />

işveren veya işçi tarafından feshedilmesi halinde akdin sona erdiği tarihteki<br />

ücreti üzerinden kendisine ödenir". Bu nedenle Yargıtay kararında da


isabetli olarak belirtildiği gibi işçi iş akdinin devam ettiği süre içinde kullandırılmayan<br />

izin günlerine karşılık ücretini isteyemez. Başka bir deyimle,<br />

ücret alacağı fesih tarihinde muaccel olacağından ancak bu tarihte<br />

eda davası açabilir. O halde, yukarıda anılan içtihadı birleştirme<br />

kararı uyarınca henüz koşulları bulunmadığı için açılamayan eda davasında<br />

kesin delil olarak kullanılmak üzere işyerindeki çalışmasının mevsimlik<br />

olup olmadığı konusunda tespit davası açabilmesine bir engel yoktur.<br />

b) Özel okul öğretmeninin izin talebi<br />

Yargın 13.11.<strong>2001</strong> tarihli bir kararına göre "Davacı işçi davalıya ait<br />

özel okulda Yasaya tabi öğretmen olarak çalışmıştır. 28.5.1999 tarihli dilekçesiyle<br />

eşinin yurt dışında görevlendirildiğinden söz ederek 1999-2000<br />

eğitim-öğretim yılında yurt dışında olacağını, 2000-<strong>2001</strong> döneminde ise<br />

görevinin başında olma arzusunu taşıdığını bildirmiştir...Bir yıl yurt dışında<br />

kaldıktan sonra işverence işe başlatılmadığından söz ederek kıdem<br />

tazminatı isteğinde bulunmuş, mahkemece Milli Eğitim Bakanlığı Đzin<br />

Yönergesinin 22. maddesi uyarınca 4 yıla kadar izin verilebileceği ve işçinin<br />

anılan dilekçesinin izin isteği niteliğinde olduğu gerekçesiyle, isteğin<br />

kabulüne karar verilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı Đzin Yönergesinin 1.<br />

maddesinde yönergenin amacının, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve<br />

diğer kanunlarda yazılı olan izinler konusunun bakanlık personeli yönünden<br />

açıklanması olduğu yazılıdır. Davacı ise Milli Eğitim Bakanlığı<br />

personeli olmayıp özel okulda görev yapmıştır...Kaldı ki 625 sayılı Özel<br />

Öğretim Kurumları ile 1475 sayılı Đş Kanununda böyle bir izin öngörülmemiştir.<br />

Böyle olunca davacı hakkında Milli Eğitim Bakanlığı Đzin Yönergesinin<br />

uygulanması olanağı bulunmamaktadır. davacının bir eğitim<br />

dönemi için işyerine gelmeyeceğini bildirerek işinden ayrılması, sözleşmeyi<br />

kendisinin feshettiği şeklinde değerlendirilmelidir. Davacının isteğinin<br />

izin talebi olarak değerlendirilmesi mümkün görülmediği gibi, ücretsiz<br />

izin işçinin tek taraflı isteği ile yürürlüğe konulamaz. Davalının<br />

böyle bir talebi kabul ettiğide kanıtlanamamıştır...Bu sebeplerle aktin<br />

feshi 1475 sayılı Yasanın 16. maddesinde sayılan haklı fesih hallerinden<br />

de değildir" (Y9HD, 13.11.<strong>2001</strong>, 11695/17615, Kılıçoğlu, 1373-1374).<br />

Bu karara karşı oy yazısında ise şu görüş yer almıştır: "Dosyadaki<br />

bilgi ve belgelerden davacının hizmet akdini feshetmeyip işverenden eşinin<br />

yurt dışına görevlendirilmesi nedeniyle öğretim döneminde çalışmasını<br />

aksatmaksızın bir yıl ücretsiz izin istediği, bu isteği reddedilmemesi<br />

üzerine hizmet akdinin askıya alındığı yolundaki güven ile işyerinden ayrılıp<br />

tekrar döndüğünde ise işe alınmadığı anlaşılmaktadır".


Olayda, devlet memuru olmayan özel okul öğretmeninin Milli Eğitim<br />

Bakanlığı Đzin Yönergesine tabi olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda<br />

uyuşmazlığın çözümü davacının bir yıl yurt dışında kalmasının, işçi tarafından<br />

iş akdinin haksız feshi biçiminde mi yoksa bu dönemde ücretsiz<br />

izinli sayılması yönünde mi yorumlanacağı noktasında toplanmaktadır.<br />

Dosya içeriğini göremediğimiz için işçinin verildiği dilekçe karşılığında<br />

işverence ne yönde bir tutum takınıldığı açık olarak anlaşılamamaktadır.<br />

Karşı oy yazısında belirtildiği gibi işçinin bu talebi işverence reddedilmemişse,<br />

sükut ile karşılanmışsa bunun ücretsiz izin konusunda bir zımmi<br />

kabul olarak kabul edilmesi de mümkündür. Burada güven teorisi gereği<br />

davacı öğretmenin izin talebine karşı işverenin davranışına dürüst ve<br />

makul bir insan olarak verebileceği anlam sonucu belirleyecektir. Davacı,<br />

güven teorisi gereği işverenin davranışını kendisine ücretsiz izin verildiği,<br />

diğer deyimle iş akdinin askıya alındığı yönünde yorumlayabilecek ise kıdem<br />

tazminatına hak kazanacak aksi takdirde haksız fesih yapmış sayılacaktır.<br />

Olayda iş akdinin askıya alındığı görüşüne yakın olmakla birlikte<br />

dosya içeriği konusunda bilgi sahibi olmadığımızdan bu konuda kesin bir<br />

yargıya varamıyoruz.<br />

c) Đş akdinin mevsimlik olduğu iddiası<br />

<strong>Yargıtayın</strong> 17.1.<strong>2001</strong> tarihli kararına (Y9HD, 15646/272, Akyiğit,<br />

280) göre "Davacı işçi her yıl yeniden (yapılan) sözleşmelerle çalışmasını<br />

sürdürmüş olup, yılda 15 gün kadar bir ara verildiği görülmektedir. Ancak<br />

dinlenen tanıklar bu ara vermenin de kağıt üzerinde kaldığını söylemişlerdir.<br />

Bu durumda mevsimlik işten söz etmek mümkün değildir.<br />

Mahkemece de yıllık ücretli izin isteği hüküm altına alınmakla devamlı<br />

çalışmayı kabul ettiği sonucuna varılmıştır. Kabul şekli isabetlidir". Gerçekten,<br />

olayda işveren Đş Kanununun 50. maddesinin 5. fıkrasında yer<br />

alan "Niteliklerinden ötürü bir yıldan az süren mevsim veya kampanya<br />

işlerinde çalışanlara bu kanunun yıllık ücretli izinlere ilişkin hükümleri"nin<br />

uygulanmayacağı hükmünden yararlanmak istemiş ve her yıl 15<br />

gün ara vermek suretiyle çalışmalarını sürdürmüştür. Kuşkusuz devamlı<br />

bir işe sadece bir süre ara verilmiş olması o işi mevsimlik iş haline getirmez.<br />

Bu nedenle yüksek mahkemenin kararı isabetlidir.<br />

d) Yıllık ücretli izin süresi<br />

<strong>Yargıtayın</strong> 4.4.<strong>2001</strong> tarihli kararı (Y9HD, 2036/5526, YKD, Şubat<br />

2002, 217-218) uyarınca "Yıllık ücretli izin süresinin 30 gün olarak mahkemece<br />

kabul edilmesinin gerekçesi kararda gösterilmemiştir. 1475 sayılı<br />

Đş Kanununun 49. maddesinde hizmet süresine göre yıllık ücretli izin süreleri<br />

belirlenmiştir. Buna göre hizmet süresi 5 yıla kadar olanlara 12<br />

gün, 5 yıldan fazla olanlara da yine kademeli olarak izin süreleri belirtil-


miştir. Bu kuralın ferdi ve Toplu Đş Sözleşmesinde özel bir düzenleme olmadığı<br />

takdirde uygulanması gerekir. Bundan başka işyerinde süre gelen<br />

ve iş koşulu halinde bir uygulama varsa onun da dikkate alınması gerekir.<br />

Somut olayda böyle ayrık bir durumun bulunup bulunmadığı anlaşılamamıştır".<br />

Gerçekten yıllık ücretli izin sürelerine ilişkin hükmün nispi emredici<br />

nitelikte olması nedeniyle sözleşmelerle artırılması mümkündür. Aynı<br />

şekilde çalışma koşulu haline gelen işyeri uygulaması (Đşyeri uygulamasının<br />

koşulları hakkında bkz. Camerlynck, 39-40. Couturier, Droit du<br />

travail, 1, ed.2, Paris 1994, 64-65. Esener, 27. Ekonomi, 28-29. Çelik,<br />

84 vd. Soyer, 43-44. Süzek, Đş Hukuku, 61 vd.) ile de işyerinde yasal iş<br />

sürelerinin üzerinde yıllık ücretli izin süreleri geçerli olarak uygulanabilir.<br />

Ne var ki, dosya içeriği konusunda bilgi sahibi olmadığımızdan bu durumların<br />

ortaya çıkıp çıkmadığı konusunda bir görüş ileri sürebilmemiz<br />

mümkün görünmemektedir. Yüksek mahkemenin kararında da böyle bir<br />

durumun bulunup bulunmadığı anlaşılamamıştır denildiğine göre yasanın<br />

üzerinde ücretli izin sürelerinin varlığının ispatlanamadığı sonuca<br />

varılması yerinde olmuştur.<br />

e) Đş akdinin feshi halinde yıllık izin ücretinin ödenmesi<br />

Yargıtay tarafından <strong>2001</strong> yılı içinde verilen iki karar iş akdinin feshi<br />

halinde kullandırılmayan izin hakkının işçiye ücret olarak ödenmesine<br />

ilişkindir. Bu kararlardan ilkine göre "Hüküm altına alınan izin ücretinin<br />

de yukarıda açıklandığı üzere belirlenen tazminata esas alınan ücret üzerinden<br />

hesaplanması hatalı olmuştur. Gerçekten yıllık ücretli izin alacağı<br />

giydirilmiş ücretten değil çıplak ücretten hesaplanmalıdır" (Y9HD,<br />

23.1.<strong>2001</strong>, 15348/770, Akyiğit, 1360). Đş Kanununun 54. maddesinin 2.<br />

fıkrasında yıllık izin ücretinin hesabında 46. madde hükmünün uygulanacağı<br />

öngörülmüş, 46. maddede ise ulusal bayram, genel tatil, hafta tatili<br />

ücretlerinin temel (asıl) ücret üzerinden hesaplanacağı hükme bağlanmıştır.<br />

Bu nedenle anılan yüksek mahkeme kararı yasaya uygun olup,<br />

isabetlidir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> bu konudaki diğer kararı ise gazetecinin yıllık izin ücretine<br />

ilişkindir. Bu karara göre "Davacı işçinin iki yıllık izin hakkının bulunduğu<br />

mahkemece kabul edilerek bunun karşılığı ücret alacağı hüküm altına<br />

alınmış ise de, bu konuda 5953 sayılı 'Basın Mesleğinde Çalışanlarla<br />

Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkındaki Kanun'un<br />

212 sayılı yasa ile değişik 29. maddesi dikkate alınmamıştır. Bu maddeye<br />

göre izinlerin kullandırılmaması ya da izin süresine ait ücretlerin ödenmemesi<br />

halinde izin süresine tekabül eden ücretler toplamının iki katı<br />

olarak gazeteciye ödenmesi gerekir. Buna göre izin alacağı belirlenmelidir"


(Y9HD, 5.4.<strong>2001</strong>, 1793/5582, Tühis, Kasım <strong>2001</strong>, 66-67). Gerçekten,<br />

Basın Đş Kanununun adı geçen hükmünde "Gazeteciye bu kanunun 21<br />

inci maddesinde yazılı yıllık izni vermeyen veya izni vermiş olup da izin<br />

müddetine ait ücreti ödemeyen işveren, yıllık izin vermediği veya izin süresine<br />

ait ücretleri ödemediği kimsenin izin müddetine tekabül eden ücretler<br />

yekununun iki katını gazeticiye ödemeye...mahkum edilir" denildiğine<br />

göre yüksek mahkemenin kararı yerindedir.


GENEL GÖRÜŞME<br />

Oturum Başkanı (Utkan Araslı) : Bu bölümde söz almak isteyen konuşmacılara<br />

sırasıyla söz vermek istiyorum. Konular son derece geniş ve<br />

tartışmalı alanları içerdiğinden soruların olabildiğince somut ve açık olmasını<br />

rica ediyoruz. Sıraya göre şimdi söz vereceğim. Söz almak isteyen<br />

arkadaşlar.<br />

Đlk sözü 9. Hukuk Dairemizin değerli temsilcisi Sayın Mustafa Kılıçoğlu<br />

beye veriyorum.<br />

Dr. Mustafa Kılıçoğlu : Sayın başkan, değerli dinleyiciler hepinizi<br />

saygıyla selamlıyorum.<br />

Öncelikle değerli hocam Süzek'in son derece kapsamlı, içeriği dolu,<br />

nitelikli bize ışık tutucu tebliği için teşekkür ediyorum. Daha önce keyifle<br />

okuduğum tebliği keyifle de tekrar burada dinledim. Kısaca bir konuya<br />

değinmek istiyorum. 9. Hukuk Dairesi Milli Komite toplantılarına en az 2<br />

üye ile katılmaktadır. Ancak dairemizde başkan seçimi ve üye eksikliği<br />

nedeniyle bu defa tek üye ile katılmak zorunda kalınmıştır. Milli Komitenin<br />

toplantılarını ve burada sunulan tebliğleri bizim için çok önemlidir.<br />

Sayın başkan tebliğle ilgili görüşlerimi biraz uzun tutacağım. Dinleyicilerin<br />

de sabırlarına sığınacağım. Öncelikle şirket ortağıyla iş akdinin<br />

yapılması şeklinde oluşan dairemiz kararı, gerekçe açısından doğrudur.<br />

Kapıcı sözleşmelerinde sayın hocamın belirttiği gibi eylemli çalışmalara<br />

üstünlük tanıyoruz. Đlgili karardaki Hukuk Genel Kurulu Kararının gerekçesine<br />

katılıyoruz. Sosyal Sigortalar Kurumunun iş yaptığı kişilerle<br />

ilişkisinin kurulmasında yine Hukuk Genel Kurulu Kararının gerekçesini<br />

benimsiyoruz.<br />

Uyuşmazlık Mahkemesine de bu konuda sıkça kararlar gelmektedir.<br />

Đş akdine göre mi çalıştığı yoksa sözleşmeli personel mi olduğu konusundaki<br />

çelişkilerde yine işin niteliği, işe alınıştaki durum göz önünde tutulmaktadır.<br />

Ancak burada çalışanlar (ebe, hemşire gibi) sürekli çalışan ve<br />

dolayısıyla hizmet akdiyle çalışan kimselerdir. Bu nedenle biz bunların<br />

işçi statüsünde çalışması ve Đş Kanunu'nun koruyucu hükümleri altında<br />

çalışmasını benimsiyoruz. Hukuk Genel Kurulu Kararına katılıyoruz.


Sayın hocam gerçi değinmedi ama minibüs şoförünün iş ilişkisine yönelik<br />

Đş Kanunu'nun 5. maddesinin 3. fıkrasını dar yorumlamasına taraftarız.<br />

Merkezi ısıtma sisteminde kapıcılık mümkündür. Biz onların hizmet<br />

sözleşmesiyle çalışmasını kabul ediyoruz.<br />

Şimdi asıl sayın hocamın da değindiği iş ilişkisinin devri kavramının<br />

üzerinde duracağız. Gerçekten iş ilişkisinin devrinde (A) işveren, (B) işveren<br />

ve işçi şeklinde oluşan üçlü iradenin birleşmesi gerekmektedir. Somut<br />

olayda aynı yerde tekrar çalışmaya yani hizmet akdinin devredilmesine<br />

rağmen önceki işyerinde çalışma hususunu biz genel olarak değerlendirdik<br />

ve bu durumda son işverenin kıdem tazminatından sorumlu olduğunu<br />

düşündük. Đçtihatlarımız bu yönde. Ancak yine hocamızın işçinin<br />

bütünüyle ve sürekli devri konusundaki ayrımları ve ödünç iş ilişkisi<br />

kavramı yeniden değerlendirilecektir.<br />

Alt işverenle kurulan iş ilişkisi konusunda gerçekten dairemizle Hukuk<br />

Genel Kurulu arasında taban tabana zıt gerekçelerle kararlar çıkmaktadır.<br />

Biz 9. Hukuk Dairesi olarak her ne kadar kararlarımızda muvazaa<br />

sözcüğünden bahsediyorsak da ve bu muvazaa sürecinin Borçlar<br />

Kanunundaki niteliğinin tam olarak kararlarda karşılığını bulamamasının<br />

sıkıntısını yaşıyoruz. Ancak, somut olaylara başka bir anlatımla bizim,<br />

taşeronla yapılan sözleşmenin muvazaaya dayandığı gerekçesini daha<br />

ziyade işçi temini olaylarına münhasır, biz kullanıyoruz. Đşçiler sürekli<br />

olarak o işyerinde çalışmaktadırlar. Đşçilerin sözleşmenin kiminle yapıldığı<br />

konusunda bilgileri bulunmamaktadır. Asıl işverenin işçileriyle omuz<br />

omuza çalışmaktadırlar. Ayrıca taşeron sözleşmesi yapan firmaların<br />

güvenirlikleri konusunda da genellikle biz ayrıntılı inceleme yapıyoruz. O<br />

konuda da güvenilmez veyahut da yapılacak işle hiçbir ilişkisi olmamış,<br />

daha önce bu tür işte işçi çalıştırmamış, getirilen işçiler veya sözleşme<br />

yapılan işçilerinse daha önce başka işyerlerinde bu konuda ihtisas sahibi<br />

işçiler olmadığını görüyoruz. Biz özellikle işçi temini konusunda, yapılan<br />

sözleşmenin muvazaaya dayandığını ileri sürüyoruz. Hukuk Genel Kurulu<br />

Kararı 1995'te çıkan kararnameyi baz almakta ve dolayısıyla kamu<br />

işverenlerinin bir tür zorunluluk ile böyle bir sözleşme yapmak zorunda<br />

olduğunu ileri sürmektedirler. Ayrıca yine bazı Hukuk Genel Kurulu kararlarında<br />

kamu işverenleri muvazaa yapmaz şeklinde bir gerekçeyle,<br />

muvazaa iddiasını red etmektedirler. Biz bu görüşe katılmıyoruz. 9. Hukuk<br />

Dairesi bize ulaşan uyuşmazlıklarda kesinlikle bu kurallar üzerinde<br />

durarak yapılan sözleşmelerin muvazaalı olduğunu, dolayısıyla asıl işverenin<br />

işçisi olduğu şeklinde karara varmaktadır. Aslında sorunun temelindeki<br />

şey toplu iş sözleşmesinden yararlanmak. Zaten bu tür bir uyuş-<br />

59


mazlık olmasa bu da bize gelmeyecektir. Elbette ki biz, her ne kadar<br />

normlarla yani pozitif hukuka uyma zorunluğu nedeniyle normlara bağlıyız.<br />

Ancak, aynı işi yapan iki kişinin bir taraftan toplu iş sözleşmeleriyle<br />

arttırılmış bir ücreti alması, değerinin ise norm nedeniyle bu ücreti almamasını<br />

iş hukukunun ortaya çıkış nedenleri açısından ya da diğer genel<br />

hukuk ilkeleri açısından doğru bulmuyoruz. Sıkıntımız buradan kaynaklanıyor.<br />

Gönül isterki taşeron işçilerinin de toplu iş sözleşmesi hükümlerinden<br />

yararlanacakları bir normatif düzenlemeye gidilsin. Önemli<br />

olan bireydir, işçidir. Đşçiye inilmesi bireye inilmesi gerekiyor diye düşünüyoruz.<br />

Bu benim kişisel düşüncem.<br />

Belirli süreli iş akdi ve zincirleme sözleşmeler ve mevsimlik iş akdi<br />

üzerinde sayın hocam, genellikle bizim daire kararlarını benimsediği için<br />

o konu üzerinde durmak istemiyoruz. Çağrı üzerinde çalışma konusunda;<br />

biz burada fiili olarak 3-5 yıllık bir sürede çalışan işçinin bir beklentisi<br />

olduğunu kabul ediyoruz. Ben bu yılda çağrılacağım, şeklinde beklentisi<br />

olan işçinin çağrılmamasını ve onun Đş Hukukunun koruyucu normlarından<br />

uzak tutulmasını, güvencesiz kalmasını biz daire olarak kabul etmiyoruz.<br />

Bu nedenle kıdem tazminatının verilmesini kabul ettik.<br />

Ödünç iş ilişkisi konusu nispeten kararlarımıza girmektedir. Yeni yeni<br />

bu kavram üzerinde düşünüyoruz. Öğretiyi de takip ediyoruz. Yalnız<br />

sayın hocamın ikinci kararında diyor ki buradaki işte ödünç işçinin gönderildiği<br />

işverenin sorumlu tutulması doğru değildir ama bu konuda ben<br />

verilen içtihadın aslını buldum. Aceleyle geldiğim için, size takdim edemiyorum.<br />

Orda gerek tetkik hakiminin raporunda bir kararname var, gittiği<br />

yerde ödenecektir şeklinde. Bu konuda bir çelişkimiz bulunmamaktadır.<br />

Sayın hocamıza arz ediyorum.<br />

Protokolün Konfederasyon tarafından yapılamayacağını sayın hocam<br />

da belirtti. Dairemiz de bu konuya bu şekilde yaklaşmaktadır.<br />

Đkramiyenin diyelim 3 yıl ödenmesi son 2 yıl ödenmemesi durumunda<br />

iş şartlarının değişmesi nedeniyle fesih yönünde oluşacak kararlar konusunda<br />

bir çok dava gelmekte ve burada biz bir çıkış yolu aramaktayız.<br />

Şimdi ikramiyenin ödenmemesinin iş şartı haline gelmemesi gerekiyor.<br />

Đşçinin aleyhine iş koşulu olamaz. Đş Hukukunun temel kurallarından biridir.<br />

Biz bunu kabul ediyoruz. Fakat değerli arkadaşlar iş hukuku endüstri<br />

ilişkileriyle iç içe olan dolayısıyla ülkenin ekonomik durumunu çok<br />

yakından takip etmek zorunda olan bir hukuk alanıdır. Ekonomik sıkıntıların<br />

oluştuğu bir dönemde işverenin ikramiyeyi ödeme güçsüzlüğü altında<br />

kalması ve bunun ödenemeyeceğinin açık yüreklilikle veya bir yazılı<br />

belge ile işçiye sunması, işçinin yasal süresi içinde bunu feshetmemesi<br />

durumunda biz temel olarak diyoruz ki, burada işçi işyerinde çalışmak


istiyor. Çalışma ilişkisine devam etmek istiyor. Bu nedenle şu ana kadar<br />

susmuştur (Fesih anına kadar). Bu durumda tekrar dile getirmesini doğru<br />

bulmadık. Ancak, yine şunu da belirtmek istiyorum: Örneğin Genel<br />

Kurulda yine benzer bir dosya geldi. Biz orda Đş Kanunu 60'a aykırılık<br />

vardır dedik. Đşte 20 yıl müdürlük yaptı daha sonra şefliğe indirildi ve ses<br />

çıkarmadı. 3-4 yıl ses çıkarmadı. Ama temel ücretten indirimi daire uygun<br />

gördü. Bir arkadaşımla karşı oyla savunduğum Genel Kurulda bu 60.<br />

maddeye aykırıdır dedi ve dolayısıyla henüz gerekçe yazılmadı. Bizde bu<br />

konuda somut olayları, ekonomik gidişat kriz dönemlerini işçinin<br />

subjektif konumunu dikkate alan bir çözüm yolları aradık.<br />

Đş akdinin askıya alınması nedeniyle ücretin ödenmemesi şeklinde<br />

oluşan bir içtihat var. Bir hafta çalışıp, bir hafta çalışmama ücretsiz izin<br />

şeklinde oluşan bir iş ilişkisi var. Tabii burada karara tam yansımamış,<br />

ancak işçi burada bu çalışmayı önceleri kabul etti ancak gelişen süreç<br />

içerisinde dayanılmaz hale geldiğini görünce iş akdini feshetti ve biz bu<br />

feshi uygun bulduk. Sayın hocam burada iş akdinin askıya alınmasını<br />

kavram olarak getirdi.<br />

Đşverenin işçiyi gözetme konusu. Her ne kadar dairemizin alanı içerisinde<br />

değilse de doktora tezim konusu dolayısıyla ilgilendim. Bu konuda<br />

da söylenecek çok şey var. Önceleri; 21. Hukuk Dairesinin Borçlar Kanunu<br />

43 ile ilgili bir indirim yapmazken, daha sonra uygulamasının çeşitli<br />

nedenleri var. Bilindiği gibi faiz olay tarihinden itibaren başlatılmaktadır.<br />

9. Hukuk Dairesinde Tetkik Hakimliği zamanında Federal Mahkemenin<br />

bir kararını emsal göstererek (faiz başlangıcı konusunda) bir uygulama<br />

yapıyorduk. Şöyle yapıyorduk. Olay tarihi ile rapor tarihi arasında<br />

işlemiş dönem vardı, bu dönemi, olay tarihi ile rapor tarihi arasında yani<br />

gerçekleşen tazminatla ilgili orta bölümden başlatıyorduk. Ne başlangıçta<br />

ne de raporda, orta bölümde. Ancak işleyecek tazminatı, başka bir anlatımla<br />

varsayımsal bölümle ilgili tazminatı rapor tarihinden başlatarak,<br />

faiz başlangıcını iki ayrı noktada gösterdik. Dolayısıyla burada zarar gören<br />

lehine haksız bir zenginleşmeyi ortadan kaldıran bir sistem uyguladık.<br />

Ancak daha sonra Hukuk Genel Kurulu işlemiş dönemle, işleyecek<br />

dönemin faiz başlangıcını eylem tarihine getirdi ve böylece faiz miktarı<br />

çok büyük meblağlara ulaştı. Đşte bu meblağlara ulaşması nedeniyle<br />

Borçlar Kanunu 43 uygulanmaktadır. Yüksek Hukukta da ben 4 yıl çalıştım.<br />

Orada da bu yüksek faiz konusunda biraz önce söylediğim Federal<br />

Yüksek Mahkeme içtihadındaki uygulamayı önerdim. Ancak pek kabul<br />

görmedi. Umarım 21. Hukuk Dairesi bu konuda yeni bir başlangıç yapar<br />

ve tazminatların fahiş miktarlara ulaşmasını bir anlamda engellemiş olur.<br />

Çünkü zarar gören de zarar veren de insandır. Mutlaka zarar görenin üstün<br />

hakları var ama, karşı tarafın da bir dayanırlılığı vardır. Örneğin bir<br />

61


trafik kazasında bir işçiye yolda çarpsak bütün birikimimizi versek bunu<br />

ödememiz mümkün değil.<br />

Şimdi sayın başkanımın izniyle dairesinin bir kararı konusunda görüşlerimi<br />

arz etmek istiyorum. Pasif dönemle ilgili-sayın hocam da değindi-iş<br />

göremezlik oranlarının düşük olduğu durumlarda pasif dönem<br />

hesaplanmıyor deniliyor. Ben bu görüşe şu gerekçeyle karşıyım. Bilindiği<br />

gibi iş göremezlik oranları kişinin daha fazla efor sarf etmesi sonucu oluşan<br />

bir sonuç. Dolayısıyla işçi gelir alsa dahi ve herhangi meslek sahibi<br />

olsa o işi devam etse dahi, örneğin daha fazla ücret alsa dahi. Daha fazla<br />

efor sarf edeceği için bunun karşılığının alınması gerekir. Kanımca Federal<br />

Mahkeme Kararları da bugüne kadar hep öyle devam etmiştir. Bu nedenle<br />

bu genel sistemin dışına çıkarılarak işini devam ettirmektedir. Küçük<br />

iş göremezlik oranı durumunda yaşlılık aylığını hak ediş nedeniyle<br />

pasif dönemin hesaplanmaması konusu bu temel ilkeye aykırılığı nedeniyle<br />

katılamıyorum.<br />

Nikahsız eş konusu her iki gerekçeyle gerçekten kendine özgü. Ancak<br />

insan ölçeğinde olaya bakıldığında nikahsız eşin, nikahlı eşten ayrıca bir<br />

özelliği olduğuna ben katılamıyorum. O nedenle karşı oy düşüncesine bu<br />

gerekçeyle katılıyorum.<br />

Cismani zararlarda özellikle yüksek maluliyetlerde, %100'e yakın<br />

maluliyetlerde anne ve babaya veya yakınlarına manevi tazminat verilip<br />

verilmemesi konusunda da yine farklı düşünce taşıyorum. Burada Federal<br />

Mahkeme özellikle acıya yakınlık konusunu baz almıştır. Aynı çatı altında<br />

kalan anne ve babanın çocuğunun bir kazaya uğraması, bir haksız<br />

eyleme uğramasının mutlak suretle kişi üzerinde psikolojik bir etki yapacağını<br />

kabul etmekte. Ben bunu doğrudan zarar olarak kabul ediyor ve<br />

normatif gerekçesini Borçlar Kanunu 49 görüyorum. Çünkü bu tür bir<br />

eylem aile bütünlüğünü bozacak bir nitelikte ve oradaki huzuru bozacak<br />

bir eylem olarak düşünüyorum. O konuda biraz daha esnek düşünülmesi<br />

gerektiği düşüncesindeyim. Manevi tazminat konusunda; manevi tazminat<br />

ıslahla artırılamaz, düşüncesine katılamıyorum. Bunun hukuki gerekçesi,<br />

normatif gerekçesi yok. Niçin artırılmasın. Şimdi manevi tazminat<br />

diyelim ki sağ doğmak koşuluyla bir cenin için veriliyor. Deniliyor ki,<br />

ileride büyüdüğü zaman anne ve babasının yokluğunu hissedecek ve<br />

bunu biz bu düşünceyi manevi tazminatın özelliğiyle özdeşleştirirsek,<br />

gerçek bir manevi tazminatın belirlenemeyeceğini düşünüyoruz. Ayrıca<br />

davalar çok uzuyor. Bu uzama sonunda manevi tazminat olarak istenen<br />

para çok küçük kalıyor. Hatta komik kalıyor. Örneğin, bir dosyada gördüm.<br />

Tek gözünü kaybeden 25 milyon lira aldı. Dava 6-7 yıl devam etti.<br />

Bunu içimize sindirmemiz gerçekten zor. Sayın Başkanımın da benim de


Hukuk Genel Kurulunda bu konuda karşı oylarımız var. Ben manevi<br />

tazminatın bölünebilirliği, hele şu durumda ıslahla artırılabilir özelliğinimanevi<br />

tazminatın bir tatmin unsuru olduğunu düşünürsek mümkün<br />

olması gerekir. Manevi tazminatın düzeltilerek onanması durumu, Yargıtay'da<br />

sadece 21. Hukuk Dairesi tarafından uygulanmaktadır. Kanımca<br />

genişletilmesi gereken son derece doğru bir düşüncedir. Şöyle ki, manevi<br />

tazminat kararı tek bir yargıç tarafından verilmektedir. Yargıç dosya dışına<br />

çıkamayacağına göre, heyet halinde verilen Daire kararı daha üst bir<br />

takdir merciidir. Burada önemli olan bir an önce sonuca varmak, bir an<br />

önce kişinin manevi tazminata kavuşması, uzayan süre içerisinde tazminatın<br />

değerinin düşmemesi, buradaki amaç bu. Bu nedenle manevi tazminatın<br />

düzeltilerek onanması uygulamasının diğer dairelere de yansıması<br />

usul ekonomisi yönünden de, işçinin hakları açısından da manevi<br />

tazminata bir an önce kavuşması düşüncesiyle katılıyorum. Bir de şunu<br />

söyleyeyim, manevi tazminatın en son anda belirlenmesi gerekir, en son<br />

anda kim belirler Diyelim Yargıtay'a geliyorsa, Yargıtay'ın dairesi o anda<br />

ekonomik gerçekler ve etkili eylemin durumu belirlenecek sonuç açısından<br />

en son zamanda bulunacağı için bunun takdiri daha kolay olur.<br />

Fazla çalışmada hakkaniyet konusuna gelince, ben 4. Hukuk Dairesinde<br />

çalışırken 9. Hukuk Dairesinde böyle bir içtihat çıktı ve yerleşik<br />

hale geldi. Fakat biz burada her halükârda hakkaniyet indirimi yapılacaktır<br />

şeklinde bir düşüncemiz yok. Gerçi ben bu "hakkaniyet indirimi"<br />

kavramına da kişisel olarak tam olarak katılamıyorum. Bu tekrar gündeme<br />

getirilecek dairemizce. Biraz önce sayın hocamızın söylediği gibi, az<br />

miktardaki fazla mesailerle bu fazla mesai için hakkaniyet indirimi uygulanması<br />

gerçek anlamda işçinin o kadar süre fazla mesai yapması halinde,<br />

açık bir adaletsiz sonuç doğurabilir. Bu nedenle Yargıç arkadaşlarımızın,<br />

aşırı durumlarda yani bir insan gücünün üzerindeki durumlarda<br />

bir kuruma işletmesi gerektiği, bunun dışında fazla mesai ne ise buna<br />

karar verilmesini düşünüyoruz. Dairemizin görüşü de bu yönde. Đşçinin<br />

fazla çalışmaya muvafakati konusu tam olarak yansımamış. Đşçinin fazla<br />

çalışma konusunda yazılı bir belge ile muvaffakat verdiğini zannediyorum.<br />

Aksi takdirde farklı bir uygulamaya girmemiz mümkün değil.<br />

Özel okul öğretmeninin izin talebi konusunda biz dedik ki, hakikaten<br />

dosyanın tamamı önümüze geldiğinde gördük ki öğretmenin yurtdışına<br />

gitmesi bir boşluk yaratacaktır. Dolayısıyla işverenin buna izin vermesi ve<br />

onun böyle boş bırakılması bu görevin, hayatın normal akışına da aykırıdır<br />

diyoruz ve bu konuda dairemizin görüşünün doğru olduğu düşüncesindeyim.<br />

63


Fazlaca zamanınızı aldım. Sabrınız için çok teşekkür ederim. Saygılar<br />

sunuyorum.<br />

Oturum Başkanı : Tebliğin konusu çok geniş olduğu için içtihatlar da<br />

farklılık göstermekte ve arkadaşımız hem özel ilgisi hem de tebliğin<br />

konusunu anlatması yönünden tolerans tanıdık. Diğer konuşmacılar da<br />

tahmin ediyorum aynı şekilde davranmayacaklar. Şimdi ikinci konuşmacı<br />

Sayın Abdi Pesok Bey'e söz veriyoruz. Sorusunu yöneltecek.<br />

Av. Abdi Pesok : Saygıdeğer hocam, sayın Başkanım, sevgili arkadaşlarım,<br />

hocalarım hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sayın başkanın da uyarısını<br />

peşinen düşünerek buraya çıktım. Sadece bir tek konuda bir açıklamada<br />

bulunmak istiyorum. Nedeni, önümüzde düzenlenmek istenen Đş<br />

Kanununu da doğrudan ve ana çatı olarak ilgilendirdiği için konu taşeron<br />

konusu. Taşeron konusunda Sayın hocamın sonuç itibariyle geldiği noktaya<br />

katılmamak mümkün değil. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi de o ilgili kararından<br />

sonuç itibariyle doğru karar vermiştir. Ancak Sayın hocamız<br />

nasıl "9. Hukuk Dairesi muvazaa demekle doğruyu buldu ama, gerekçesinde<br />

eksiklik vardı ben sadece muvazaa değil bu ilişkiyi iş aracılığı veya<br />

meslek edinilmiş iş ilişkisi çerçevesinde çözmeyi yeğlerdim" şeklinde değerlendirdi.<br />

Bu doğru. Benim kanaatime göre bir iki tespit yapmak suretiyle<br />

bunun da yeterli olmadığı fikrindeyim. Çıkan sonuç doğru olmasına<br />

rağmen ileride yanlış sonuçlara götüreceği kanaatindeyim. Bir iki tespit<br />

yapmak istiyorum. Birincisi devletin kuruluş amacı, bütün dünyada,<br />

ikincisi hukukun üstünlüğü ve yargının olaylara hakim olma çerçevesi.<br />

Bizim iş yasamızda taşeronun tarifi yoktur. Hatta tekrar tekrar baktım,<br />

alt işveren ifadesi de yoktur. Bir diğer işveren şeklinde tarif edilmiş. Şimdi<br />

düzenlenmekte olan yeni Đş Kanunu tasarısında gerçekten bir tarif var ve<br />

hangi konuların taşeron tarafından yürütülebileceği açıklığa kavuşturulmak<br />

isteniyor. Şu andaki Đş Yasasında taşeronun tarifi yok ama hazırlanmakta<br />

olan da var. Orada diyor ki özellikle gelmek istediğim nokta<br />

dolayısıyla anlatıyorum. Bir işverenin asıl işinde veya yardımcı işlerinde<br />

işçisini çalıştıran diğer işverenlerdir, diyor. Yani bugünkü yasaya göre bir<br />

genişletme var. Çünkü bugün tarifi olmadığı işin taşeron diye nitelendirilen<br />

ya da S.S.K. Yasasına göre aracı diye isimlendirilen, alt işveren diye<br />

nitelendirilen kişilerin hangi işleri yapabileceği belirtilmemiş, tarif olmadığı<br />

için, yine rahmetle anıyoruz. Kemal Oğuzman hocamızın bu konuda<br />

muvazaayı değerlendirirken çok geniş kapsamlı değerlendirilmesi gerektiği<br />

yönünde görüşleri vardır. Đşte alt işveren konusunda kanaatim o ki -<br />

ileride düzenleme yapılır o ayrı konu-bir parantez içerisinde belirtmek isterim,<br />

düzenlenmek istenen konu, işçiler açısından, işçilerin temsilcileri<br />

olan sendikalar açısından yani çalışanların örgütleri açısından bir yok<br />

olmayı doğuracak niteliktedir. Bunun mücadelesini emeğin temsilcisi ol-


duğunu iddia eden kişilerin, ilgili mevkiler nezdinde vermesi gerekir, bizim<br />

konumuz değil. Bugün de zaten mevzuatta yok ama bugünkü mevzuat<br />

ışığı altında muvazaayı değerlendirirken Yargıtay'ımızın, hiç fazla<br />

noktalara girmesine gerek yok. Eğer bir işveren gerçekten iyi niyetle bir<br />

alt işveren çalıştırmak istiyorsa, bunu asıl işlerinde değil, yan işlerinde,<br />

tamamlayıcı işlerinde çalıştırabilir. Eğer bir işveren münhasıran bu işyerinde<br />

çalışsın, çalışmasın, süresi belli olsun, olmasın, yan yana çalışsın,<br />

çalışmasın faaliyet merkezi olarak asıl işinde bir başka işvereni çalıştırıyorsa,<br />

hani hukukta var ya "kendi içinde mündemiçtir" aynı o şekilde,<br />

kendi içinde burada muvazaa vardır. Hiçbir konunun araştırılmasına gerek<br />

yoktur kanaatindeyim. Đşte bu nedenle zaten Yargıtay Genel Kurulu'-<br />

nun o örnek kararının hukuk anlamında savunulacak tarafı olmadığı konusundayım.<br />

Ne kamu teşekkülü diye ayırabilirsiniz ne devlete, kamu teşekkülüne<br />

bir ayrıcalık yapabilirsiniz. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin kararı<br />

sonuç itibariyle doğru fakat gerekçe olarak daima istismara açık bir<br />

karar olacaktır. Ciddi işverenlerin ki burada genel olarak temsilcileri olan<br />

ben sanayiciyim, ben işadamıyım diyen işverenlerimizden genel olarak<br />

bunun istismarı başlamıyor. Bu konuların istismarı işveren görünümündeki<br />

küçük işletmelerde daha çok oluyor. Bu bakımdan sözlerimden bir<br />

alınganlık çıkmasın istiyorum. Dolayısıyla eğer asıl işin dışında bir konuda<br />

bir taşeron görevlendiriliyorsa hele hele süresi de belli olmayacak<br />

şekilde oluyorsa kendi içinde mündemiçtir başlı başına muvazaanın varlığı<br />

kabul edilmelidir. Aksi takdirde hele önümüzdeki gelişmelerden sonra,<br />

hiçbir sendikanın yetki alması, kendi üyelerini temsil edeceği noktalara<br />

gelebilmesi mümkün olamayacaktır. Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Biz de teşekkür ederiz. Sayın Prof. Dr. Fevzi Şahlanan<br />

beyefendiye sözü veriyoruz.<br />

Prof.Dr. Fevzi Şahlanan : Ben de değerli meslektaşıma tebrik ve teşekkürlerimi<br />

sunarak başlamak istiyorum. Özellikle işçiyi gözetme borcu<br />

konusu bu seminerlerin eksik kalan hususuydu. Seminerin programında<br />

da hiç yer almazdı. Kendisi durumdan vazife çıkarmış ve çok isabetli bir<br />

şey yapmış. Dileriz ki bundan sonra konusu bu olan tebliğler hep bu<br />

şekilde dile getirilir.<br />

Ben söz alırken bazı konularda açıklama yapmak, bazı konularda değerli<br />

meslektaşımın hoşgörüsüne sığınarak eleştirme yapmak istiyorum.<br />

Bir kere kapıcının devlet memuru olduğu için işçi sayılamayacağı gibi<br />

bir gerekçeyi eğer kendileri de paylaşıyorlarsa ben bu görüşte değilim. Bir<br />

kimsenin devlet memuru olması aynı zamanda bir başka yerdeki iş ilişkisinden<br />

dolayı kıdem tazminatı talep etmesine veya iş ilişkisi içinde ol-<br />

65


masına engel değildir. Konu devlet memurları mevzuatı açısından bir engel<br />

teşkil ediyorsa onun yaptırımı ayrı bir konudur. Bunun örnekleri çoktur.<br />

Memur olarak çalışan bir çok kimsenin özellikle son yıllarda akşamları<br />

başka yerlerde işçi olarak çalıştığı çok görülen bir olaydır. Dolayısıyla<br />

bizatihi devlet memuru sıfatı taşımanın işçi olmaya engel olmadığı düşüncesindeyim.<br />

Bilemiyorum arkadaşımın görüşü Yargıtay'la aynı mı<br />

S.S.K' da çalışanların işçi olup olmadığı konusunda ben de Hukuk<br />

Genel Kurulu gibi düşünüyorum ve bunlardan check.off yapılabileceği<br />

düşüncesindeyim. O konu üzerinde fazla durmak istemiyorum. Esas<br />

üzerinde durmak istediğim iki konu var. Bir tanesi iş sözleşmesinin devri<br />

konusu. Son yıllarda ihtiyaçlar da bunu hissettiriyor. Özellikle holding<br />

şeklinde yapılandırmalarda bu çok görülüyor. Holdinge bağlı yavru ortaklıklardan<br />

birindeki personel oradaki hizmetleri saklı kalmak kaydıyla<br />

başka yere geçiriliyor ama bu işlem yapılırken hem bu işlemlerde hem de<br />

doktrinde bunun işçinin muvafakati şartıyla olması konuluyor ve dayanak<br />

olarak da Borçlar Kanununun yanılmıyorsam 320'den söz ediliyor.<br />

Şimdi somut olayda bir devir var. A işvereni işçiyi B işverene devrediyor,<br />

hizmet sözleşmesini. Her halde işçinin muvafakati ile yapılıyor. Yoksa, zaten<br />

geçerli sonuç doğurmayacaktı. Ama orada hiç çalışmıyor. Fiili ilişkisi<br />

yine devreden işverende devam ediyor. Değerli meslektaşım bu üçlü<br />

kombinasyonu çözerken bunun ödünç iş ilişkisi olarak değerlendirilmesi<br />

görüşünde. Oysa burada tipik bir muvazaa var. Đşlemin yapılışını mazur<br />

gösteren gerek istihdam açısından gerek başka açıdan hiçbir şey düşünemiyorum.<br />

Tipik bir muvazaa var dolayısıyla muvazaaya bağlı sonuçları<br />

buna uygulamak daha doğru. Kaldı ki ödünç iş ilişkisi ile varmak istediğiniz<br />

sonuç sizi eğer ödünç iş ilişkisini bizim yasalarda düzenlenmiş değil<br />

ama, değerli meslektaşım 1 yıldan fazla ise geçersiz sayıyor, yabancı<br />

mevzuatta örneğin Fransız Kanununda falan bu süreler var. Oradan belki<br />

yola çıkarak söylüyorum toplu ilişkisinde bir takım problemlere maruz bırakabilir,<br />

herhangi şu an aklıma gelmeyen bir çok probleme maruz bırakabilir.<br />

Burada tipik bir muvazaa olduğunu söylemek daha doğru olur<br />

diye düşünüyorum.<br />

Kamudaki taşeron konusuna gelince şimdi kamu muvazaa yapmaz,<br />

kamuya muvazaa yakışmaz, devletin saygınlığı itibarı gibi kavramlarla<br />

duygusal olarak yola çıkmayalım. Tipik muvazaa yapılıyor. Belki Borçlar<br />

Kanunundaki anlamındaki muvazaa sözcüğünü tam karşılamıyor ama<br />

kelimeyi geniş yorumlarsak kamuda yapılanın tipik bir muvazaa olduğu<br />

düşüncesindeyim. Arkadaşım o açıdan Yargıtay'ın gerekçesine katılmadığını<br />

ve bunun iş aracılığı veya meslek edinilmiş ödünç bir iş ilişkisi gibi<br />

bir gerekçeye dayandırılmasının daha doğru olduğunu söylüyor. Ben bu


düşüncede değilim. Bir kere iş aracılığına dayandırmak mümkün değil. Đş<br />

aracılığında aracı olan kimse işçinin işvereni sıfatını hiçbir şekilde kazanmaz.<br />

Oysa burada sözde taşeron dediğim kişi o işçilerin günümüzde<br />

işvereni konumunda. Dolayısıyla iş aracılığı müessesesine oturtmak<br />

doğru değildir. Meslek edinilmiş ödünç iş ilişkisi saymak da bana isabetli<br />

gelmiyor. Arkadaşım burada şöyle bir sonuca varıyor. Bu yıllar yılı devam<br />

ediyor. Dolayısıyla meslek edinilmiş de olsa, ödünç iş ilişkisinin bir yıldan<br />

fazla süremeyeceği gibi kendisi bir süre koyuyor ki bence de makul, mevzuatta<br />

böyle bir süre yok ama batıdaki örneklerine bakınca. Ama meslek<br />

edinen kişi sürekli değişiyor. Yani bugün sözde taşeron olan kişi yarın<br />

ihaleyi kaybediyor. Bir başka taşeron oluyor. Dolayısıyla meslek edinilmiş<br />

ödünç iş ilişkisi sayıp, sonra da bir yıldan fazla sürdüğü gibi bir gerekçeyle<br />

bunu asıl işverenin işçisi saymak da yani hukuki konstrüksiyon<br />

açısından isabetli bulmuyorum. O bakımdan Yargıtay'ın muvazaa çözümü<br />

Sayın Kılıçoğlu da ifade ettiler, özellikle toplu iş sözleşmesinden<br />

yararlanma nedeniyle bu konular gündeme geliyor, isabetli diye düşünüyorum.<br />

Kaldı ki değerli meslektaşımın ister iş aracılığı, ister meslek edinilmiş<br />

ödünç iş ilişkisi dediği anda mevzuattaki boşluk nedeniyle de<br />

bunların toplu iş ilişkisindeki durumunu çözmek son derece güç problemlerle<br />

karşı karşıya bırakır bizi. Yetkide bırakır, toplu sözleşmeden yararlanmada<br />

bırakır, grev oylamasında bırakır, aklıma gelen şimdilik<br />

bunlar. O bakımdan Yargıtay'ın Borçlar Kanunu'nda belki muvazaa sözcüğü<br />

tam olarak uygun düşmüyor ama bir başka kelime bulmakta ben de<br />

zorlanıyorum. Ama bir danışıklılık, bir şikenin olduğunda hiç şüphe yok.<br />

Şimdi çağrı üzerine çalışmalarda yasada düzenlenmiş bir şey yok ama<br />

benim uygulamadan bildiğim kadarıyla çağrı üzerine çalışma yapılan işyerlerinde<br />

bu kişilerle sözleşmeler yapılıyor. Asgari çağırma süresi konuluyor.<br />

Yani diyor ki ayda en az 10 gün çağrılacak, çağrılmasa da garanti<br />

edilmiş bir ücret var. 2 ay çağrılmamış diyor arkadaşlarımız ve bunu iş<br />

şartlarında esaslı bir değişiklik nedeniyle 16'ya dayanan fesih diyor. Oysa<br />

bana göre 2 ay çağırılmaması bizatihi işverenin feshidir. Aksine işçi sadece<br />

kıdem tazminatını değil, kıdem ve ihbar tazminatını birlikte talep<br />

edebilmelidir. O açıdan arkadaşımdan biraz farklı düşünüyorum.<br />

Türk-Đş başkanının yaptığı protokol v.s. gibi konulara girmek istemiyorum.<br />

Bir başka konu da anlamakta güçlük çekiyorum. Onun için eğer arkadaşım<br />

aydınlatırsa memnun olurum. Özel okul öğretmeninin 1 yıl ücretsiz<br />

izinli sayılması konusu. Özel okullarda zaten sözleşmelerin birer<br />

yıllık süreyle yapılması söz konusu olduğuna göre, bir yıl ücretsiz izin<br />

67


nasıl oluyor Doğrusu ben anlamakta güçlük çektim. Arkadaşım aydınlatırsa<br />

memnun olurum.<br />

Teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Biz teşekkür ediyoruz. Sayın hocamız Ali Rıza<br />

Okur bey.<br />

Prof.Dr. Ali Rıza Okur : Ben üç ufak konuya değinmek istiyorum.<br />

Biri ikramiye konusu, diğeri manevi tazminat. Şimdi ikramiyeden başlarsak<br />

değerli arkadaşım şunu söylediler. Đkramiye devamlı verilmiş, iş şartı<br />

haline gelmiş ve sonra bir sefer verilmemiş. Acaba verilmesi zorunlu mu<br />

değil mi ve bunu haklı fesihle 16. maddeye göre açıklamak istediler. Ben<br />

önce burada feshe gitmeden önce şuna karar verilmesi gerektiğini düşünüyorum.<br />

Bir uygulama ne zaman iş şartı haline gelir, bir sefer mi, iki sefer<br />

mi ve bunun devamı olarak ta bu uygulama ne zaman iş şartı olmaktan<br />

çıkar. Doktrinde ve Yargıtay kararları ile kabul edildiği üzere 3 kez<br />

devam etmişse iş şartı haline geldiğine göre burada da en az 3 kez uygulanmamalı<br />

ki iş şartı olmaktan çıksın. Şimdi burada ayrıca şuna da dikkat<br />

etmek lazım. Đş koşulu olup olmamasıyla fesih olayını birbirinden<br />

ayırmak lazım. Eğer iş şartı haline dönüşmüş ise o, verilmemesi halinde<br />

haklı feshe gidebilirsiniz ama talep hakkı ortadan kalkmaz ki ben yine<br />

onu isteyebilirim, 5 yıl içerisinde. O ayrı bir olay, fesih ayrı bir olay diye<br />

düşünüyorum.<br />

Bir ikinci konu destekten mahrum kalma tazminatı. Burada da şu<br />

noktaya takıldım. Destekten yoksun kalma tazminatının özelliği bizatihi<br />

kavram olarak, gerçekten destek olayı var mı yok mu, yoksa orada evlilik<br />

bağının olup, olmaması nikahlı veya nikahsız oluşu belki etkiler konuyu<br />

ama burada asıl üzerinde durulması gereken konu destekten gerçekten<br />

mahrum kalınmış mı, kalınmamış mı Öyle durumlar vardır ki nikahlı eş<br />

olmasına rağmen adama o kadar eziyet etmiştir ki ortada bir desteklik<br />

değil, tam tersine bir durum ortaya çıkmış olabilir. Kaldı ki biz buna ahlaki<br />

açıdan yaklaşırsak bir başka tablo daha ortaya çıkabilir. O da şu; beraber<br />

yaşıyorlar, nikah yok, hatta eşcinsel bir yaşam da söz konusu olabilir.<br />

Ama ortada bir destek olayı varsa, orda da yine destekten yoksun<br />

kalma tazminatının istenebilmesi gerekir diye düşünüyorum.<br />

Son bir nokta, o da manevi tazminat konusu. Sanırım orda bir yanlışlık<br />

oldu. Davacı üçyüzmilyon talep etmiş, Yargıtay 3 milyona karar<br />

vermiş. Ya ben onu yanlış anladım ya da kardeşimiz rakamı yanlış söyledi.<br />

Çünkü miktarın değişmesi söz konusu değil. 300 milyonsa 300 milyon,<br />

ama 800 milyon istenmişse bunun 3 milyar olarak karara bağlanması<br />

mümkün değil. Benim açıklamalarım bu kadar çok teşekkür ederim.


Oturum Başkanı : Teşekkür ederim. Sayın Osman Önal bey, buyurun.<br />

Av. Osman Önal: Teşekkür ediyorum sayın başkan. Sayın hocama<br />

değerli tebliği için teşekkür ediyorum. Çok istifade ettik.<br />

Efendim ben Milli Komitenin yöneticilerine kalpten teşekkür ediyorum,<br />

bizi tekrar buraya getirdikleri için. Efendim iki konuya değineceğim<br />

ben. Birincisi, gerçi sayın Şahlanan bir açıklama yaptı. Burada, özellikle<br />

ödünç ilişkisinde 1 yıl meselesinde, sayın hocam bir yıl ölçüsünü aldı ve<br />

bir de gerekçe olarak kıdem tazminatı bir yılda hakkedilir gibi bir şey<br />

söylediler. Acaba sadece kıdem tazminatı yönünden mi, yoksa mesela yıllık<br />

ücretli izin de bir yılda hakkedilir. Niye özellikle kıdem tazminatına<br />

dayandılar, bir açıklarlarsa memnun oluruz. Çünkü bu kavramlar yeni<br />

oluşuyor. Biz uygulayıcılar bu tür seminerlerin notlarını el kitabı gibi<br />

kullanıyoruz. O bakımdan bunu özellikle istirham ediyoruz.<br />

Efendim diğer bir konu ikramiye ödememenin iş şartı haline gelmesi<br />

meselesiyle ilgilidir. Bu konuda ikramiyenin ödenmemesi ayrı şey ödenememesi<br />

ayrı şey diye düşünüyorum. Eğer işyerinin şartları ödemeye müsait<br />

değil de bu konuda gereken bir açıklama yapılmışsa çalışanlara, çalışanlar<br />

da bunu kabullenerek çalışmaya devam etmişlerse, artık 16. maddeye<br />

dayanabilme imkanı yoktur diye düşünüyorum. Sayın Okur tabi ki<br />

talep edilebilir dedi. Doğru talep edilebilir ama alınabilir mi alınamaz mı<br />

O ayrı bir mesele. Bununla bağlantılı olarak bir başka konuya değinmek<br />

istiyorum. Bir cümle sarf ettiler sayın hocam, aynen okumaya çalışacağım,<br />

eğer yanlış algılamadımsa "ikramiyenin ödenmemesi iş şartı haline<br />

gelmez, işçi aleyhine iş şartı oluşmaz" gibi bir ifade kullanıldı. Bu özellikle<br />

Grev Lokavt Yasasının 1. (Amaç) maddesinde tarafların bu konuda durumlarını<br />

düzeltme şartı var. Yani o işyeri şartlar bakımından pekala kötüye<br />

gidebilir. Oturulur, ikramiyenin kararlaştırılarak ödenmemesi kararlaştırılacağı<br />

gibi, kök ücrette de pekala düşüş olabilir diye düşünüyorum.<br />

Bir ölçüde yüksek mahkememizin sayın üyesi değindiler 60. maddede kök<br />

ücretle olabilecek bir değişiklik aleyhte bir düşüş, ikramiye de niye<br />

olmasın diye düşünüyorum. Sabrınız için teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Prof. Dr. Metin Kutal bey, buyurun.<br />

Prof.Dr. Metin Kutal : Teşekkür ederim, sayın Başkan önce tebliğ<br />

sahibi değerli meslektaşımı tebrik ediyorum. Gerçekten çok sayıda kararları<br />

bir kısmını da atlamak suretiyle tebliğini sundu. Bunları okuma fırsatını<br />

ayrıca bulacağız. Tebrik ediyorum. Çok güzel bir tebliğ idi.<br />

Ben sadece soru biçiminde değil, çünkü zamanın da bir hayli geçtiğinin<br />

farkındayım. Sadece bir konudaki Genel Kurul Kararına katılmak ve<br />

69


arkadaşımızın bu konudaki görüş ve yorumunun da doğru olduğunu belirtmek<br />

için, bunların zapta geçmesi açısından, kitaba yansıması açısından<br />

uygun buluyorum. Bu karar, tahmin edeceğiniz gibi Sosyal Sigortalar<br />

Kurumunun 123. madde çerçevesinde yaptığı bir sözleşmeyle bazı elemanları<br />

çalıştırması halinde hukuki ilişkinin bir kamu hukuku ilişkisi mi,<br />

yoksa bir özel hukuk ilişkisi olduğu mu şeklinde toplanıyor. Hukuk Genel<br />

Kurulunun kararı-Sayın Şahlanan da sözünü ettiler-kanaatimce<br />

fevkalade isabetlidir. Çünkü ortada kamu hukuku çerçevesinde 657 sayılı<br />

Kanunun 4/B maddesindeki hükme uyan bir sözleşmeli personel statüsü<br />

yoktur. Çünkü 657 sayılı Yasada bunun ancak istisna hallerde ve sadece<br />

uzmanlık gerektiren alanlarda yapılacağı yazılıdır. Sözünü ettiğimiz personelin<br />

bu özelliklerinin hiç birisi yoktur. Dolayısıyla taraflar istedikleri<br />

kadar bunun memuriyet statüsüne benzediğini iddia etsinler, gerçekten<br />

bir kamu hukuku ilişkisi mevcut değildir. Değerli konuşmacı da belki çok<br />

hızlı geçmek zorunda kaldılar. Ama kamu hukuku çerçevesinde çalışan<br />

bir kimsenin çalışma koşullarının hizmet akdi çerçevesinde kararlaştırılmasına<br />

hiçbir mani bulunmamaktadır. Dolayısıyla hizmet akdindeki bazı<br />

çalışma koşullarının memur statüsünde olanlara benzemesi, herhalde<br />

onun kamu görevlisi olduğunu kesinlikle göstermez. Doğal olarak bir<br />

nokta açık kaldı. Acaba bir de 233 ve 399 sayılı K.H.K.'lerle belirlenen ve<br />

Türkiye'de en yaygın biçimde karşımıza çıkan sözleşmeli personel statüsü<br />

var, şüphesiz bununla da bunun hiçbir ilişkisi yok. Çünkü ortada ne bir<br />

KĐT mevcut, ne de bununla ilgili 399 sayılı K.H.K.'nın belirlediği anlamda<br />

bir kamu hukuku statüsü. Bu açıdan Yüksek Mahkemenin vardığı karar<br />

fevkalade isabetlidir ve dolayısıyla çekof yoluyla bunların işçi statüsü nedeniyle<br />

aidatlarının kesilmesi kanaatimce isabetlidir. Teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Biz teşekkür ediyoruz. Sayın hocam Prof. Dr.<br />

Münir Ekonomi, buyurun.<br />

Prof.Dr. Münir Ekonomi : Teşekkür ederim. Sayın Başkanım. Ben de<br />

değerli tebliği ve güzel sunumu için Sayın Süzek'i kutluyorum. Konuları<br />

mümkün olduğu kadar kısa tutmaya çalışacağım. Bazı görüşlerde söz<br />

alan arkadaşlarım ile birleştiğim hemen dikkati çekecektir. Genel Sayın<br />

Süzek'in görüşlerine de katılıyor ve Yargıtay görüşlerini de onaylıyorum.<br />

Ancak, farklı olabilecek bir kaç noktaya da değinmenin yararı olacaktır,<br />

diye düşünüyorum.<br />

Öncelikle kamu kesiminde asıl işveren-alt işveren konusunda Sayın<br />

Şahlanan ile aynı görüşteyim. Uygulama sık görüldüğü üzere, bir kararname<br />

veya başka bir idari kararla KĐT'lerde işçi sayıları dondurulmakta,<br />

yeni işçi alınabilmesi belirli şartlara bağlanmakta, Sayın Süzek'in incelediği<br />

karara konu olayda da görüldüğü üzere, kararnamede ancak emekli


olanların yerine yeni işçi alınabileceği belirtilmektedir Böyle bir düzenleme<br />

getirilmesi, KĐT yönetiminin muvazaa yapmayacağı veya kanuna<br />

aykırı hareket etmeyeceği anlamı taşımaz. Nitekim Sayın Süzek'in incelediği<br />

bir karar dolayısıyla açıkça belirtiği gibi, Đş Kanununun 1. maddesinin<br />

son fıkrası anlamında bir asıl işveren-alt işveren ilişkisinden söz edilebilmesi<br />

için asıl işverene ait işyerinde yürütülen işin bir "bölümünde"'<br />

diğer işverene iş verilmesi ya da yardımcı işlerin üstlenilmesi hakkında<br />

bir ilişki kurulması gerekmektedir. Oysa kararnameye dayalı işlemin<br />

yapıldığı dava konusu olayda, mal üretiminin belirli bölümü alt işveren<br />

olarak adlandırrılan kişiye verilmemekte, her bölümde, hem asıl işvereninin<br />

işçileri ve hem de alt işverenin işçileri çalıştırılmaktadır. Bu açıdan<br />

Đş Kanunu madde 1/son fakra hükmünde öngörülen şarta uygun bir asıl<br />

işveren-alt işveren ilişkisinden söz edilmesi mümkün değildir. Kararnamede<br />

yer alan düzenlemede KĐT'lerde emekli olanın yerine yeni işçi alınabileceğinin<br />

öngörülmesi, KĐT'lerin işveren olarak Đş Kanununa aykırı<br />

şekilde bir işlem yapmasını haklı ve geçerli kılmaz; bunun gibi muvazaa<br />

iddialarını da ortadan kaldırmaz. Đş Kanunu bölümü bir bütün olarak alt<br />

işverene verilmesini öngördüğü dikkate alınarak işverenin, kendi işçilerinin<br />

çalıştığı bölümler de artık alt işveren işçisi değil, doğrudan kendisine<br />

bağlı işçi çalıştırılması hukuki bir zorunluluk olmaktadır. Konuya ilişkin<br />

Yargıtay görüşüne ve kararname ve idari kararın varlığının soyut olarak<br />

muvazaa iddiasına engel olamayacağına, KĐT olan işverence ölçüler çerçevesinde<br />

muvazaanın varlığından söz edilebilecek ilişkilere girilmiş olabileceğine<br />

ait gerekçelere katıldığımı belirtmek isterim.<br />

Đkinci konu çağrı üzerine çalışma şeklinde belirlenen kısmı süreli<br />

hizmet akdinde, işe çağrılmamasının hukuki sonuçları hakkında yüksek<br />

mahkemece verilen kararın tamamen isabetli olduğudur. Kısmi süreli<br />

hizmet akdini özel bir uygulama şekli olan bu tür akitlerin geçerliliği<br />

hakkında hiç bir kuşku yoktur ve olayın özeliklerine göre işçi-işveren<br />

arasındaki akdin Đş Kanununa ve bu arada 61. maddeye bir aykırılıktan<br />

da söz edilmemek gerekir. Bilindiği üzere, çağrı üzerine çalışmada işçinin<br />

belirli bir zaman dilimi içinde emeğine ihtiyaç duyulması halinde işe<br />

çağrılması ve bunun üzerine iş görme borcunu ifa etmesidir. Hatırladığımız<br />

kadarıyla işçi, iş ilişkinin devam ettiği beş yıllık bir sürede hemen<br />

her ay çağrılıp kendisini iş gördürüldüğüne göre, işçinin iş görmek üzere<br />

çağrılacağı zaman diliminin "ay" olduğu konusunda bir şüphe olmamak<br />

gerekir. Bu hususta Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ve Sayın Süzek ile görüşlerimiz<br />

birleşmektedir. Đşverenin hizmet akdinin bir şartı haline gelen bu<br />

uygulamaya karşı bu kavramla işveren iki aya yakın bir süre işçiyi iş<br />

görmek üzere çağırmayınca işçi, çalışma şartının uygulanmaması veya<br />

değiştirilmek yoluna gidilmesi sebebiyle ve haklı olarak Đş Kanunu madde<br />

71


16/II e uyarınca feshetmiştir. Yüksek mahkeme bu sonuca varırken, işçinin<br />

ihbar tazminatı talebinde bulunamayacağını, ancak kıdem tazminatına<br />

hak kazanacağını bildirmektedir ki, Sayın Süzek'de bu görüşü<br />

haklı olarak paylaşmaktadır. Görüşümüze göre iki nokta üzerinde daha<br />

durulabilir. Đşverenin işçiyi, iki ay üst üste işe çağırmamasının, hizmet<br />

akdinin feshettiği yolunda kesin bir iradenin varlığını ortaya koyup koymadığına<br />

bakılmalıdır. Üçüncü bir durum, işveren işçiyi aylık zaman dilimine<br />

göre çağırdığında, ona en az ne kadar süreyle iş vereceğidir. Bu<br />

hususta kanuni düzenlemeye ihtiyaç bulunduğu konusunda bir kuşku<br />

yoktur. Çağrıldığında belirli süre için işçiyi çalıştırmak yükümlülüğü olan<br />

işveren, o süre içinde çalıştırılsın veya çalıştırılmasın işçiye ücretini ödemesi<br />

gereklidir. Olayımızda, bu hususta açıkça taraflar arasında ne yolda<br />

bir düzenleme getirildiği pek anlaşılmamaktadır. Kanuni boşluğa rağmen,<br />

taraflarca başka bir düzenleme getirilmediği halde işçinin çağrıldığı aylık<br />

dilimlerde ne kadar çalıştırıldığına bakılıp, bunlar arasında farklılık halinde<br />

son bir yıllık süre içindeki ortalama ayda çalıştırıldığı süre bulunarak,<br />

işveren işçiyi çalıştırmasa dahi belirtilen süreye ilişkin işçinin ücret<br />

talep hakkının doğmuş olacağının kabulü gereklidir.<br />

Ödünç iş ilişkisinde varılan sonuçta bir anlaşma olduğunu düşünüyorum.<br />

Çünkü Sayın Kılıçoğlu'nun açıklamasına göre ödünç iş ilişkisinde<br />

ödünç veren işveren, kural olarak ücret, bütün yan ödemelerden sorumludur.<br />

Ancak işçinin rızası alınmak kaydıyla bunu ödünç alan işverenin<br />

yüklenmesi mümkündür. Elimizde buna dair bir kaynak da bulunduğuna<br />

göre, yapılan uygulama tamamen hukuka uygundur diyebiliriz.<br />

Özel okuldaki öğretmenin ikramiye alacağına gelince, hem Yargıtay'-<br />

dan hem sayın Süzek'ten biraz farklı düşünüyorum. Bir defa Türk hukukunda<br />

(gerek doktrinde, gerek yargı kararlarında) Almanya ve diğer ülkelerde<br />

yerleşmiş ilkeler aynen benimsendi. Bizde de işveren işçisine bir<br />

menfaat sağladığında, eğer bu menfaat aynı şartlarla en az 3 kez tekrarlanmışsa<br />

o menfaat hizmet akdiyle kabul edilmiş bir çalışma şartına dönüşür.<br />

Şu halde; işveren bundan sonra o şartı yerine getirmek yükümlülüğü<br />

altındadır. Đşverenin bunu ödememesi halinde zaten tersine bir iş<br />

şartının oluşması mümkün değildir. Sayın Süzek bunu başka türlü bir<br />

gerekçeyle savundu. Bize göre mümkün değil zira çalışma şartı olarak ikramiye<br />

ödeme yükümlülüğü var. Bunun karşısında zamanında ödenmediği<br />

takdirde tabii ki işçinin Đş Kanunu 16/II e'ye göre fesih hakkı doğar.<br />

Ama işsizlik sorunu karşısında işçi fesih hakkını kullanmadığı için, o<br />

hakkından feragat ettiği veya yeni bir çalışma şartıyla tarafların anlaşarak,<br />

onu değiştirdikleri gibi bir yoruma gitmenin mümkün olmadığı kanısındayım.<br />

Beş yıllık zaman aşımı var. Đşçiye ikramiyesi ödenmediği<br />

takdirde kendisi hizmet akdini fesih yoluna gitmez ama pekala 5 yıllık


zaman aşımı süresi içinde bunu talep edebilir ve dava edebilir. O nedenle<br />

biraz sayın Sarper Süzek'ten farklı düşünüyorum.<br />

Önemli bir konu (orada da görüşüm sayın<br />

Şahlanan'la birleşiyor) öğretmenin ücretsiz izinli sayılması<br />

ile ilgilidir. 625 sayılı Kanunda öğretmenlerle en az 1 yıl<br />

süreli hizmet akdi yapılması öngörülüyor. Şu halde;<br />

kendisi zaten 1 yıllık süre içinde izin alıp gitmek istiyorsa<br />

o takdirde, gerçekten bir iş aksaklığı ortaya çıkacağından<br />

hiç kuşku yok ve bu durumda da işverenin güven<br />

teorisine nazaran izin verdiğini düşünmek benim kanaatimce<br />

mümkün değildir.<br />

Soru : Yıl içinde istemişse bu izni <br />

Prof.Dr. Münir Ekonomi : Mümkün değil. Düşünün. Đşveren yıl<br />

içinde izin verirse onun yerine bir öğretmen bulacak ve çalıştıracaktır.<br />

Kaldı ki yıl içinde izin istediği zaman, diyelim ki 6 aylık geriye bir süre<br />

kaldı. Bir yıllık izin nasıl isteyebilir. Ondan sonra yeni bir akit yapılması<br />

söz konusu. Baştan itibaren yeni bir akdin garantisini alıyor. Böyle bir<br />

sonuca gitmek asla mümkün değildir. Benim kanaatime göre orada bir<br />

izin verildiğinden söz edilmesi asla mümkün olamayacağı görüşündeyim.<br />

Evet şimdilik teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Ben teşekkür ediyorum, sağ olun. Sayın Erol Akı<br />

beyefendi. Buyurun.<br />

Erol Akı : Ben de sayın başkana, değerli arkadaşım Sayın Prof. Sarper<br />

Süzek'e teşekkür ediyorum. Birçok konuya değinildi. Ben onlara tekrar<br />

girmek istemiyorum. Belki en kısa konuşma benim olacak.<br />

Đkramiye konusunda Münir hocama katılıyorum. Ancak burada şuna<br />

da değinmek lazım. Đkramiyeyi 5 yıl içinde isteme hakkı olmasına rağmen,<br />

bunu istememişte 5 yıl sonra istemişse, acaba burada 5 yıl ikramiyenin<br />

ödenmemesine katlanmış olması işverenin bu konudaki uygulamasını<br />

kabul etmiş olmak sonucunu doğurabilir mi Ki bence doğurabilir diye<br />

düşünüyorum. Doğrusu ne yapması lazım işçinin Bunu bir yazıyla (en<br />

doğrusu ihtarnameyle) işverenden istemesi. Yani buna muvafakatının olmamasını<br />

bir şekilde ortaya koyması gerektiği kanısındayım. Çünkü işçiler<br />

çalışırken bu tür zorluklara katlanmak zorundalar. Đşlerini kaybetmemek<br />

için buna katlanmak zorundalar. Ancak işverenin de tabii ki zor<br />

durumda olmasını düşünebiliriz. Ne var ki işçi eğer ikramiyeden vazgeçmek<br />

istemiyorsa bu iradesini yani buna muvafakatının olmadığını bir<br />

şekilde ortaya koyması gerektiği kanısındayım.<br />

73


Efendim bu ödünç iş ilişkisi tartışmalarında başka bir konu aklıma<br />

geldi. Şöyle ki, (A) işveren (B) Đşverene işçiyi ödünç olarak veriyor. Tabii<br />

bu ilişkinin kurulması için işçinin de katılması lazım. Ama uygulamada<br />

böyle olmuyor. Uygulamada işveren işçiyi muhtelif zamanlarda değişik işverenlerin<br />

bordrosunda gösteriyor. Đşçinin bundan haberi bile olmuyor.<br />

Eğer böyle bir durum varsa, biz bunu muvazaa veya sair bir gerekçeyle<br />

değil, doğrudan doğruya Borçlar Kanunu'nun 19 ve 20. maddelerine göre<br />

Kanuna, ahlak ve adaba aykırılık dolayısıyla bu tür sözleşmeleri geçersiz<br />

saymamız gerektiği kanısını taşımıyorum. Çok teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Ben teşekkür ediyorum. Dairemize ilişkin olması<br />

yönünden birkaç konu hakkında ben de açıklama yapmak istiyorum.<br />

Konular gerçekten çok kapsamlı. Ancak konuşmama başlamadan<br />

önce bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Tazminat davaları çok boyutlu<br />

ortaya çıkmakta ve sorunlar gittikçe büyümektedir. Bu nedenle salt<br />

tazminat konularına ilişkin olmak üzere ayrı ve bağımsız bir gündem<br />

oluşturularak bu konunun incelenmesinde yarar görüyorum. Sayın hocalarımızın<br />

bu yönde bir çabası olursa memnun olacağım.<br />

Açıklamama; kusursuz sorumlulukta yasal boşluk olup olmadığı konuuyla<br />

başlayacağım. Gerçekten kusursuz sorumluluk veya objektif sorumluluk<br />

dediğimiz sorumluluk önce 1475 sayılı Yasanın 1. maddesinin<br />

son bendinde düzenlenmiştir. Taşeronun işçisinden dolayı işveren kusurlu<br />

olmasa dahi doğrudan sorumlu tutulmaktadır. Öte yandan<br />

B.K.'nun 55. ve müteakip maddeleri bu yönde önemli düzenlemeler yapmış,<br />

ev reisinin veya istihdam edenin sorumlulğunu düzenlemiştir. Buna<br />

ilaveten Đş Hukukunun işçiyi koruma yönünden getirdiği gelişim sonucu<br />

kusursuz sorumluluk daha geniş boyutlara ulaşmış; risk nazariyesi ve<br />

tehlike sorumluluğu gibi durumlarda ve iş hayatının yarattığı zorunuluktan<br />

kaynaklanarak kusursuz sorumluluk durumu kabul edilmiştir. Bu<br />

yönde bir yasal boşluk bulunduğundan söz edilemez. Uygulama bu gün<br />

için bu tür sorumluluğu açık bir şekilde kabul etmiştir.<br />

Đkinci konu; tazminat konusunda gelinen farklı noktaya ilişkindir.<br />

Sayın hocamızın belirttiği üzere tazminat konusunda sistem tamamen<br />

değişti. Avrupa'nın kimi ülkeleri bu konuyu doğrudan Kamu Hukuku<br />

alanına çekti. Değerli Hocamız; tazminatların hukuki alanını ortaya koyarken<br />

Özel Hukuk ve Kamu Hukuku yönünden önemli bir soruna değindiler.<br />

Bu yönüyle son derece haklı bir durumu ortaya koydular. Gerçekten,<br />

tazminatların hukuksal dayanağı farklı hukuk alanlarında düzenlendiğinden,<br />

sıkıntı ve sorun, buradan kaynaklanmaktadır. Tazminatlar<br />

bu günkü sisteme göre Kamu Hukuku ve Özel Hukuk diyeceğimiz iki sistemin<br />

bir arada uygulanmasından oluşmaktadır. Tazminatın ana bölümü


olarak nitelendirdiğimiz ve yaklaşık 2/3'i Kamu Hukuku çerçevesinde ve<br />

Sosyal Sigortalar sisteminin öngördüğü kurallar içerisinde çözümlenmekte<br />

diğer 1/3'lük alanı ise Borçlar Hukukunun öngördüğü esaslara<br />

göre ve Đş Kanununun öngördüğü sorumluluk çerçevesi içerisinde belirlenmektedir.<br />

Böylece, her iki hukuk sisteminin uygulanması ile iş kazaları<br />

ve meslek hastalıkları yönünden uğranılan zarar veya destek karşılanmak<br />

istenmektedir.<br />

Bu tür bir uygulama ise tamamen farklı sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.<br />

Kamu Hukuku alanında Sosyal Sigortalar Hukukunun öngördüğü<br />

sorumluluk esasları ile B.K'nun öngördüğü sorumluluk esasları birbirinden<br />

farklı olduğu gibi tazminatın belirlenme yöntemi de birbirinden farklıdır.<br />

Borçlar Hukuku ve Đş Hukuku alanında sorumluluk daha geniş boyutta<br />

ve işveren yönünden daha ağır koşullara tabi tutulmuş iken, Sosyal<br />

Sigortalar Hukuku yönünden salt yasanın öngördüğü daha açık bir ifade<br />

ile 506 sayılı Yasanın 26. maddesinde öngörülen kurallar uygulanmaktadır.<br />

Öte yandan, Borçlar Kanunu açısından öngörüen yöntem peşin<br />

sermaye değerinin işverenden alınması esasına dayanmasına karşılık 506<br />

sayılı Yasa sisteminde tazminat yerine aylık gelir veya irad dediğimiz bir<br />

sistem uygulanmaktadır. Birincisin de zarar kapital olarak ortaya konup<br />

ve zararın mağdurlarına bir kerede ödeme yapılmakta iken, diğer sosyal<br />

Güvenlik Sisteminde ise aylıklar değişen ekonomik ve sosyal koşullara<br />

göre değiştirilmekte veya artırılmakta böylece kişi daha güvenli ve sağlıklı<br />

bir yöntemle tatmin edilmektedir. Öte yandan Borçlar Kanununa dayalı<br />

zarar hesabı yapılırken iş hayatının maruz kalacağı tehlike veya zorluklar<br />

gözetilmemektedir. Özellikle ülkenin kendine özgü ekonomik ve mali yaşamında<br />

beliren durumlara göre enflasyon ve faiz hadlerinin değişmesi<br />

durumunda zarar hesabı bundan etkilenmemektedir. Örneğin; ülkemizin<br />

gösterdiği konjüktür gereği faiz hadleri yükseltilip enflasyonun düşmesine<br />

karşılık tazminat hesapları yeni boyutlar kazanmaktadır. Mahkemellerin<br />

belirlediği tazminat miktarları, ilamların infaz aşamasında gerçek olarak<br />

ortaya çıktıklarında ana tazminatın beş veya altı misli gibi rakamlar ortaya<br />

çıkmaktadır. Bu durum ise bunları ödemek zorunda kalan işverenler<br />

yönünden önemli sorunlar yaratmaktadır. Önümüze gelen davalar da<br />

açıkça belirtildiği üzere, zararı ödemekle yükümlü olanlar kendilerinden<br />

istenilen tazminatlar karşılığında iş yaşamlarına son vermek durumunda<br />

kalacaklarını ve işyerlerini kapatma gibi bir durumla karşı karşıya olduklarını<br />

dile getirmektedirler. Bunun sonucu şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır.Bir<br />

tarafta işçilerin veyahutta zarardan etkilenen kişilerin korunması<br />

diğer tarafta iş hayatının buna bağlı işyerinin ve bu yerde çalışanların<br />

korunması. Bu iki durumun telifi için ne yapılacaktır Bunun<br />

belirlenmesi çok önem kazanmaktadır.<br />

75


Bu yönde artık bir çözüm zamanı gelmiştir. Kanıma göre sorunun yasal<br />

açıdan ele alınıp çözümlenmesi gerekir. Bu günkü sistemde işveren bu<br />

tür davalarda iki ayrı hukuksal yönden takibe maruz kalmaktadır. Bir<br />

taraftan 506 sayılı Yasa yönünden Sosyal Sigortalar Kurumu'na karşı<br />

sorumlu tutulmakta diğer taraftan Đş Yasası ve Borçlar Yasası bakımından<br />

işçisine karşı sorumludur. Her iki dava yukarıda belirlendiği üzere<br />

birbirinden farklı esaslara tabi bulunmakta ve ortaya çıkardığı sonuçlarda<br />

çok farklı olmaktadır. Başka bir anlatım ile; işverenin her iki yönden de<br />

sorumluluğu önem kazanmakta ve konuyu çıkmaza sokmaktadır. Uygar<br />

ülkeler sorunu çözmüşler ve bu tür davaların tamamen Kamu Hukuku<br />

çerçevesi içerisinde ve Sosyal Sigortalar Hukuku açısından çözümlenmesini<br />

öngörmüşlerdir. Böylece bir tarafta işçinin ve destekten yoksun<br />

kalanın daha düzgün şekilde korunması ve gelecek kaygısından endişesiz<br />

gelire ve desteğe kavuşturulması Devlet'çe ve onun kurduğu Sosyal Güvenlik<br />

kuruluşlarınca sağlanması öngörülmüş ve diğer taraftan işçi ve işverenin<br />

karşı karşıya getirilmesi önlenmiştir. Diğer tarafta ise, işverenlerin<br />

Kuruma karşı sorumlulukları daha dar çerçevede tutulmakla ve değişik<br />

esaslara bağlı olduğundan iş yaşamları ve işyerleri ve buna bağlı diğer<br />

çalışanların korunması sağlanmış olacaktır. Bu yönde yasal düzenlemenin<br />

en kısa zamanda yapılması hukuksal açıdan olduğu kadar ülke ekonomisi<br />

ve sosyal yönden arz etmektedir.<br />

Üçüncü durum, nikahsız eşe ilişkindir. Đçtihat nikahsız eşin maddi ve<br />

manevi tazminat almasını ilke olarak kabul etmektedir. Ancak bir yargı<br />

kuruluşunun Devletin hukuk düzenini koruması açısından önemli bir<br />

yükümlülük bulunmaktadır. Yasal bir evlilik düzeni içerisinde olan kişi ile<br />

Yasanın öngörmediği bir düzen içerisinde bulunanların aynı oranda<br />

tatmin edilmeleri mümkün değildir. Bu yönden dengeli bir sistem kurulabilmesi<br />

açısından 43. madde uygulaması önem kazanmaktadır. Bu tür<br />

bir ayrım yapılmadığı takdirde hukuk düzenini korumakla yükümlü Yüksek<br />

Yargı Organının yasa dışı ilişkileri teşvik etmesi gibi bir durum ortaya<br />

çıkacaktır. Bu nedenle yasal eşle yasa dışı ilişki içeresindeki eşin ayrımı<br />

zorunludur.<br />

Dördüncü oarak manevi tazminatın yansıtılması konusuna değineceğim.<br />

Manevi tazminat bizzat zarar gören veya desteğini kaybetmekten<br />

dolayı zarara uğrayan kişiye tatmin yönünden getirilen bir araçtır. Zarar<br />

görenin yanında kimi zaman birlikte yaşadıkları ve bakmakla yükümlü<br />

bulunan ana, baba, eş gibi yakınları manevi tazminat talep etmektedirler.Yasal<br />

sistem yansıma yoluyla bir tazminat verilmesini engellemektedir.<br />

Bu durumda çözüm Sayın Hocamızın belirlediği gibi bu kişilerin de bizzat<br />

zarar gördükleri ve durumdan doğrudan etkilendikleri, bunun sonucu bu<br />

kişilerin de zararlarının tatmin edilmesidir. Aynı görüş uygulamada kabul


edilmekte ve belli ölçüler içerisinde zarar görenle birlikte bu zarardan büyük<br />

ölçüde etkilenen kişiler manevi tazminata hak kazanmaktadır.<br />

Beşinci konu olarak, düzeltilerek onama konusuna değineceğim Hakikaten<br />

manevi tazminat yerel hakim tarafından tarafların ekonomik,<br />

sosyal ve mali durumları değerllendirilmek suretiyle karara bağlanır. Ancak,<br />

Yargıtay olarak Türkiye'de hukuk birliğini sağlamak yükümlülüğümüz<br />

var. Ülkenin çeşitli yerlerinde hatta aynı il içeresinde değişik tazminatların<br />

ortaya çıkmasını savunmak mümkün değildir. Bu yönde belirli<br />

kriterler uygulanarak tazminatın miktarı üzerinde oynama ve değerlendirme<br />

yapmak zorunluluğu vardır. Ne var ki, bu tür yapılan bozmalar<br />

kimi zaman işlerin uzamasına ve dosyaların yıllarca gündemde kalmasına<br />

neden olduktan başka, kişilerin haklarını verme yönünden önemli sakıncalar<br />

doğurmaktadır. Bu yönde Yargıtay olarak işin selameti ve tarafların<br />

da arzuları ve eğilimleri dikkate alınarak Anayasal ilkeler de gözönünde<br />

tutularak işlerimizi artırmasına ve Dairemize yük getirmesine karşın düzeltilerek<br />

onama sistemi bu konuda işletilmekte ve sağlıklı sonuç alınmak<br />

istenmektedir. Değerli Hocamızın yaptığımız bu uygulamayı dile getirmesi<br />

ve onaylamasını takdirle karşılıyorum.<br />

Manevi tazminatın bölünüp bölünmeyeceği konusuna gelince; bu<br />

konu daha evvelki tolantılarda tartışıldı. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu<br />

açıkça manevi tazminatın bölünemeyeceğini ve bir kişi yıllar önce manevi<br />

tazminat yönünden bir miktar belirlemişse bunun artık değişmeyeceğini,<br />

ilk davanın açılmamış sayılma durumlarında dahi yeniden tazminatın<br />

belirlenemeyeceğini kabul etmiştir. Ancak, bu görüşe katılmak mümkün<br />

değildir. Yargılamanın zarara uğrayan kişinin kusuru olmaksızın uzaması,<br />

ekonomik ve sosyal koşulların değişmesi ve kişinin manevi zarar<br />

adı altında bir tazminat hakkının kabul edilmesi karşısında bu tür bir<br />

sonuç kabul edilemez. Kaldı ki, Anayasa Mahkemesinin Hukuku Usulü<br />

Muhakemeleri Kanununda dava miktarının değiştirilemeyeceği yolundaki<br />

kuralanı iptal etmesi karşısında artık bu görüşe geçerlilik tanınamaz. Bu<br />

konuları karşı oy yazımda uzun uzun belirttiğim için burada yinelemek<br />

istemiyorum.<br />

Şimdi sözü Sayın Hocam'a bırakıyorum.<br />

Prof.Dr. Sarper Süzek : Teşekkür ederim sayın başkan. Efendim öncelikle<br />

lehte-aleyhte bütün söz alanlara (teşekkürlerimi sunuyorum. Şüphesiz,<br />

gerçek de böyle bulunacak. Farklı görüşler ortaya atılacak bârika-yı<br />

hakikat müdâvele-i efkârdan doğacak. Dolayısıyla bütün burada<br />

söylenenler Milli Komite Seminerimizin daha sağlıklı işlemesine daha<br />

bilimsel olmasına katkıda bulunmaktadır.<br />

77


Şimdi sayın Mustafa Kılıçoğlu ile başlamak istiyorum. Genellikle aynı<br />

görüşteyiz dediler, bu beni memnun etti. Yer yer de tebliğimizde getirmeye<br />

çalıştığımız önerileri dikkate alacaklarını söylediler. Bu da beni ziyadesiyle<br />

memnun etti. Zaten bu seminerin amacı da budur. Bilimle yargının<br />

diyaloğunu kurarak, gerekirse bilimin de katkısıyla içtihatların biraz<br />

farklı bir yöne yönelmesidir.<br />

Şimdi taşeron-muvazaa meselesi. Kamu kuruluşunun işçi temini meselesindeki<br />

görüşümü hemen belirtmek isterim. Bir kere ben kamu muvazaa<br />

yapmaz demedim. Kamu kuruluşu tabii muvazaa yapabilir. Herhangi<br />

bir KĐT'in yönetim kurulu toplanır, öyle bir karar alır ve sözleşme<br />

yapar ki, o sözleşme ile üçüncü şahısları aldatma amacı izler, pekala<br />

mümkündür bu. Benim söylemek istediğim başka. Burada bir kararname<br />

var. Bu kararname diyor ki ,sen emekli olan işçilerin yerine işçi alabilirsin.<br />

Đhale Kanununa uygun olarak firmalarla anlaşmak suretiyle işçi<br />

alabilirsin. Kamu kuruluşunun da işçi ihtiyacı var, işçilerin bir kısmı<br />

emekli olmuş, oralara kimi alacak Tabii olduğu kararnamenin ve Đhale<br />

Kanununun gereğini yerine getiriyor. Bir muvazaadan söz edebilmek için<br />

muvazaalı işlem yapma iradesinin bulunması gerekir. Burada şöyle bir<br />

durum da söz konusu. Ülkenin ekonomik koşulları nedeniyle bir kararname<br />

getirilmiş, kamu kuruluşunun işçi alımlarının sınırlandırılması gereği<br />

duyulmuş. Bunu sen ancak bu koşullarla ve bu yolla yapabilirsin<br />

denilmiş. Kamu kuruluşu kendi iradesiyle ben bir sözleşme yapayım,<br />

üçüncü kişileri aldatayım demiyor. Böyle bir durum söz konuu değil. Bazı<br />

söz alanlar da bunun Borçlar hukukundaki muvazaaya uymadığını söylediler.<br />

Sonuç olarak, kamu kuruluşu duruma göre tabii muvazaa yapabilir.<br />

Ancak tabi olduğu yasanın ve kararnamenin gereğini aynen yerine<br />

getiren bir kamu kuruluşunun muvazaa yaptığını ileri sürmek bana teknik<br />

olarak mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla bu yöndeki görüş ve<br />

eleştirilere katılamıyorum. Söz konusu kararname hükümlerinin ne kadar<br />

isabetli olduğu ayrı bir tartışma konusudur, kararnamenin düzenlenmesi<br />

yapılacak kanun bakımından, de lege ferenda tartışılabilir. Ancak bunun<br />

burada ele aldığımız konuyla bir ilgisi yoktur.<br />

Đkramiyenin ödenmesi, işçi aleyhine iş şartı meselesine gelince. Burada<br />

yönetilen eleştirilerde büyük bir gerçeklik payı var. Sayın Ekonomi<br />

hocanın da belirttiği gibi işyeri uygulaması bir süre sonra gerçekten iş<br />

koşulu haline dönüşmüşse, bunu Yargıtayımız da kabul ediyor, iş akdinin<br />

eki haline geliyor. Bunu iş akdi olarak kabul edince de zamanaşımı süresi<br />

içinde ikramiyenin talep edilmesinin mümkün bulunduğu ileri sürülebilir.<br />

Sayın Kılıçoğlu ücretsiz izin, bir hafta çalışmama konusunda dediler<br />

ki iş akdini feshettiğini uygun bulduk ancak iş akdinin askıya alınmasını<br />

göz önünde tutacağız dediler. Başka çare de yok, bu olayda. Ücretin


ödenmemesi gerekçesinden hareket ederek, işçinin haklı nedenle iş aktini<br />

feshettiğini kabul edemeyiz. Çünkü ücretsiz izinde zaten ücret ödenmez.<br />

Burada başka bir gerekçe bulmamız da mümkün değildir. Đş akdinin askıya<br />

alınmasının genel teorisinden giderek, çözüm bulmak zorundayız.<br />

Bunu nazara alacağınızı belirtmeniz benim için sevindirici oldu.<br />

Tazminatın takdirinde faiz meselesine gelince. Gerçekten ben de eski<br />

içtihattan yanayım. Bu faiz hem çok büyüdüğü hem de uygun olmadığı<br />

için. Çünkü faiz bugünkü ücret üzerinden talep ediliyor ve onun üzerinden<br />

hesaplanıyor. Halbuki olay yıllarca önce gerçekleşmiş. Dolayısıyla<br />

burada hakkaniyete de uygun olarak bunun olay tarihi ile hüküm tarihi<br />

arasında uygun bir dönemden başlatılması görüşüne yüzde yüz katılıyorum.<br />

Esasen daha önce kitabımda da belirttiğim gibi ben de bu görüşteyim.<br />

Ayrıca dediler ki, pasif dönem konusunda, eğer maluliyet oranı düşükse<br />

bu takdirde pasif dönem zararının hesaplanması uygun değildir.<br />

Yargı organımız kazalananın fazla efor sarf etme zorunda kalmasını tazminat<br />

hesaplarında göz önünde tutuyor. Fakat tabii fazla efor sarf etme,<br />

işleyecek aktif dönem hesabında da nazara alınıyor. Yani işçinin bu fazla<br />

efor sarf etme meselesi zaten bir şekilde değerlendirme içine giriyor. Burada<br />

önemli olan bu kişi ilerde yaşlılık aylığına hak kazanacak mı, kazanmayacak<br />

mı, burada bunu öne almamız gerekir. Kazanma ihtimali çok<br />

yüksekse ben yüksek mahkemenin görüşüne katılıyorum. Bu takdirde<br />

pasif dönem zararı hesaplanmamalı. Bu ihtimal güçlü ise, yaşlılık aylığı<br />

alabilecekse, o zaman bu dönem için bir zararı yok diye düşünmek mümkündür,<br />

kendi içinde mantıken tutarlıdır.<br />

Nikahsız eş konusunda bize katılmalarına memnun oldum. Borçlar<br />

Kanunu 49'u gündeme getirdiler. Arada Şükran Ertürk arkadaşım da<br />

bundan söz etti. Şüphesiz bu yoldan da gidilebilir.<br />

Islaha katıldılar, düzelterek onamaya katıldılar. Bu da beni sevindirdi.<br />

Hakkaniyet indirimini fazla çalışmalarda her halükârda uygulayacağız<br />

diye bir şey yok dediniz. Ümit ederim, bundan sonra belki ne kadar<br />

gerçek durumla, formül gerekçemiz örtüşüyor, buna biraz daha eğilmekte,<br />

irdelemekte yarar var.<br />

Abdi Pesok beyefendi taşeron meselesi üzerinde durdular ve yapılacak<br />

kanun bakımından da bazı hususları dile getirdiler. Bunu dokuz kişilik<br />

bilim komisyonu da düşünmüş ve bazı kriterler de getirmiştir. Örneğin<br />

tasarıda daha önce o işyerinde çalıştırılan kimse ile alt işveren ilişkisi<br />

kurulamaz denilmiştir. Önleyici bir yöntem olarak. Fakat taşeron sadece<br />

yan işde çalıştırılır, asıl işte taşeron çalıştırılamaz yaklaşımına katılamıyorum.<br />

Çünkü, teknolojinin bu ölçüde ilerlediği bir dünyada, pekala üs-<br />

79


tün teknolojiye ayrı bir uzmanlık olarak asıl işde de (yeter ki muvazaa<br />

olmasın) ihtiyaç duyulmuş olabilir. Böyle durumlar da ortaya çıkabiliyor<br />

zaten. Dolayısıyla burada neden taşeron kullanılmasını engelleyelim, niçin<br />

uzmanlıktan yararlanmaktan kaçınalım.<br />

Sayın Şahlanan meslektaşım her zamanki gibi değerli katkılarda bulundular.<br />

Şimdi kapıcının devlet memuru olması sorunu. Tabiatıyla ben<br />

bunu söylemedim, kapıcının devlet memuru olması onun iş akdi yapmış<br />

olmasına engeldir demedim. Ama burada önemli olan hizmetin kimin tarafından<br />

görüldüğü. Yoksa memur olup olmaması değil. Hizmet kapıcının<br />

eşi tarafından görüldüğü için, onunla iş ilişkisinin kurulduğunu kabul<br />

ediyoruz.<br />

Đkincisi iş ilişkisinin devri, ödünç iş ilişkisi, tipik bir muvazaa dediniz.<br />

Burada da bir cümleyle söyledim. Burada bir muvazaa var, ama muvazaanın<br />

olması benim tebliğimi değil, öğleden sonra konuyu kıdem tazminatı<br />

açısından ele alacak olan sayın meslektaşımı ilgilendiriyor. Bu nedenle<br />

konunun bu yönüne girmedim. Konuya bu açıdan bakılırsa hiç kuşkusuz<br />

muvazaa yoluyla da aynı sonuca varılabilir. A işvereninin kıdem tazminatından<br />

sorumlu olduğu sonucuna varılabilir. Ama burada tebliğ konumu<br />

ilgilendirmesi nedeniyle benim tespitime göre bir ödünç iş ilişkisi de vardır.<br />

Ödünç iş ilişkisinin varlığı kabul edilince de aynı sonuca ulaşılabilir.<br />

Đşçi A işverenin yanında uzun bir süre çalışmıştır, dolayısıyla A artık bu<br />

işçiye karşı işveren sıfatını kazanmıştır. Bu nedenle de kıdem tazminatından<br />

sorumlu olacaktır. Kısacası netice farklı olmuyor.<br />

Biraz önce de belirttiğim gibi kuşkusuz olayın özelilğine göre kamu<br />

kuruluşunun da muvazaa yaptığı sonucuna varabiliriz. Ancak kanımca<br />

ele aldığım olayda daha önce belirttiğim gerekçelerle bir muvazaa söz konusu<br />

değildir.<br />

Çağrı üzerine çalışmaya gelince tabii buna da katılamıyorum. Çünkü<br />

işçi beş yıl bu şartlarda, hemen hemen her ay çalışmış. Şimdi iki ay çağrılmayıp<br />

çalıştırılmadığında hemen iş akdinin işveren tarafından feshedildiği<br />

sonucuna mı varacağız Bir fesih söz konusu olması için feshin<br />

tanımı gereği kişide fesih iradesinin bulunması gerekir. Oysa işverende<br />

fesih iradesi yok. Ekonomik kriz söz konusu, işler daralmış, iki ay çağıramamış.<br />

Đki ay çağıramadığı için sözleşmenin işveren tarafından feshedildiği<br />

sonucuna varmak bana abartılı görünüyor. Buna karşılık bu<br />

olayda tebliğimde de belirttiğim gerekçelerle işçi lehine fesih hakkının<br />

doğduğu ve feshin işçi tarafından haklı nedenle yapıldığı sonucuna varabiliriz.


Özel okul öğretmenleri meselesinde, Sayın Münir Ekonomi de belirttiler,<br />

sayın konuşmacılar haklı olabilirler. Gerçekten, özel okul öğretmeni<br />

gelecek öğretim yılı için ücretsiz izin istemektedir. Oysa o ders yılı için<br />

yeni bir belirli süreli iş akdi yapılacaktır. Bu nedenle olayda iş akdinin<br />

işçi tarafından feshedildiği sonucuna varılmalıdır. Đşçi tarafından bu talep<br />

ders yılı içinde yapılmış olsaydı, bu takdirde işverenin bu talep karşısındaki<br />

iradesinin yorumlanması yoluna gidilebilirdi.<br />

Ali Rıza Okur meslektaşım da değerli katkılarda bulundular. Kendisine<br />

teşekkür ediyorum.<br />

Osman Önal Beyin sorularına gelince. Ödünç iş ilişkisinde azami bir<br />

yıl ölçütü bana makul görünüyor. Bir yıl geçtikten sonra artık ödünç<br />

alanın da işveren niteliğini kazandığını kabul etmek gerekir. Bizim mevzuatımızın<br />

işçinin bir yılda kıdem kazandığını kabul ettiği söylenebilir.<br />

Hem kıdem tazminatı hem de yıllık ücretli izin hakkının kazanılmasında<br />

bu süre kabul edilmiştir. Yalnız şu kadarını da belirtmeliyim, her durumda<br />

bu süre bir yıl olacaktır şeklinde bir görüşüm yok. Bir kere taraflar<br />

ödünç iş ilişkisinin süresini daha kısa kararlaştırmış olabilirler veya işin<br />

niteliği gereği daha kısa sürecek bir ödünç iş olabilir. Đşin niteliğine<br />

bakarak ödünç iş ilişkisinin süresini yargıç tayin edecektir, bunun azami<br />

süresi bir yıl olacaktır diye düşünüyorum.<br />

Đşyeri şartları kötüye gidebilir. Dolayısıyla işçi aleyhine bir iş şartı oluşabilir<br />

dediler Sayın Osman Önal. Özellikle ele aldığımız olay açısından<br />

ben bu görüşe katılamıyorum. Đş şartlarının kötüye gitmesinin işverene<br />

tanıdığı başka hukuki olanaklar var. Burada işyeri uygulaması bir iş akdine<br />

dönüşmüş bulunduğuna göre, önce onu uygulamak bir süre sonra<br />

ise uygulamamak, yeni bir işyeri uygulamasının oluşması değil doğrudan<br />

doğruya iş akdinin uygulanmaması anlamına gelir.<br />

Sayın Kutal hocama da teşekkür ediyorum. Hukuk Genel Kurulu kararına<br />

katıldılar. Çok isabetli olarak Sosyal Sigortalar Kurumunun 399<br />

sayılı kararnameye bağlı kuruluş olmadığını belirttiler. Öyle olsaydı söz<br />

konusu kişilerin 399 sayılı kararnameye bağlı sözleşmeli personel mi olduğu<br />

tartışması gündeme gelirdi. Ama böyle olmadığına göre doğrudan<br />

Devlet Memurları Kanununa gittik ve esasen siz de buna katıldınız.<br />

Sayın Ekonomi hocam da her zamanki gibi çok değerli katkılarda<br />

bulundular. Kamu kesimindeki taşeron meselesini anlatmaya çalıştım<br />

zannediyorum. Đşveren çağırmamak yoluyla iş akdini feshetmiştir buyurdunuz.<br />

O konudaki aksi görüşümü söyledim. Diğer konulardaki görüşlerimi<br />

de daha önce dile getirdiğim için tekrara düşmemek için yinelemiyorum.<br />

81


Erol Akı arkadaşım ikramiye konusunda katkıda bulundular. Kendilerine<br />

teşekkür ediyorum.<br />

Sayın Utkan Araslı Başkanımız kusursuz sorumluluk meselesini<br />

gündeme getirdiler ve işverenin sorumluluğunun bir kusursuz sorumluluk<br />

olduğu konusunda ısrar ettiler. Bu çok uzun ve teknik bir tartışma<br />

konusu, keşke zaman olsa da bunu uzun uzun tartışabilsek. Ancak şunu<br />

söyleyeyim, mazur görsünler, taşeron işçisinin kazaya uğraması nedeniyle<br />

asıl işverenin müteselsil sorumlu olması iş kazasından doğan sorumluluğun<br />

bir kusursuz sorumluluk olduğunu göstermez. Đşverenin sorumluluğunun<br />

kusur sorumluluğu mu yoksa kusursuz sorumluluk mu<br />

olduğu konusundaki görüşler diğer deyişle normal işveren konusunda<br />

düşündüklerimiz taşeron devreye girdiğinde de aynen geçerlidir, tartışmaya<br />

açıktır.<br />

Sayın Başkana iş kazasından doğan zararların Sosyal Sigortalar tarafından<br />

karşılanması daha sonra işverene kusuru oranında rücu edilmesi<br />

gerektiği konusundaki görüşleri için özellikle teşekkür ediyorum. Bendeniz<br />

de eskiden beri bu görüşü savunuyorum. Gerçekten, Alman, Fransız,<br />

Đsviçre hukukunda durum böyledir, bu sorunu esas itibariyle sosyal güvenlik<br />

sistemi içinde hallederler. Dolayısıyla bir yasa değişikliği ile bu yola<br />

gidilmesi isabetli olacaktır. Sosyal Sigortalar bu yükü taşayamaz gibi bir<br />

itiraz vaki olabilir. Gerçi Sosyal Sigortalar yaptığı ödemeleri SSK m.26<br />

çerçevesinde kusurlu işverene rücu edebilecektir. Ama yine de böyle bir<br />

soru akla gelebilir. Sosyal Sigorta istatistiklerine bakıldığında, iş kazası ve<br />

meslek hastalığı sigorta kolunun hep karda olduğu görülmektedir. Onun<br />

karı yaşlılık sigortası koluna nakledilmektedir. Önerdiğimiz yönde bir<br />

yasa değişikliğine gidildiği takdirde işçi iki cephede mücadele etmekten,<br />

hem SSK'dan hem de işverenden hakkını aramak gibi bir güçlükten<br />

kurtulacaktır.<br />

Nikahsız eş meselesinde sayın başkanla farklı noktadayız. Đşin etik<br />

yanını, ahlaki yanını ve toplumdaki telakkileri düşünmemiz lazım dediler.<br />

Yalnız nikahlı eşle nikahsız eş arasında gözden kaçırılmaması gereken<br />

şöyle bir fark var. Nikahlı eş eşin ölümü halinde Sosyal Sigortadan ödenek<br />

alıyor, nikahsız eşin böyle bir imkanı yok. Burada eşitlik zaten bozulmuş<br />

oluyor. Yani esasen evliliğin meşrudiyeti bu farkla ortaya çıkıyor.<br />

Efendim, düzelterek onama, ıslah, iş kazasının ölümle sonuçlanmaması<br />

halinde yakınların tazminat hakkı konusunda tamamen mutabıkız.<br />

Burada normun koruma amacının içine giren herkes bundan yararlanmalıdır<br />

diye düşünüyorum.<br />

Tekrar teşekkür ediyorum, beni sabırla dinlediğiniz için.


Oturum Başkanı : Hepinize katılımlarınız için çok teşekkür ediyorum<br />

ve sabahki ilk oturumu bitiriyorum. Öğleden sonra buluşmak üzere hepinize<br />

afiyet olsun.<br />

83


Ferdi Đş Đlişkisinin<br />

Sona Ermesi ve Kıdem Tazminatı<br />

Oturum Başkanı : Dr. Mustafa KILIÇOĞLU<br />

Yargıtay 9. Hukuk<br />

Dairesi Üyesi<br />

Tebliğ Sahibi : Y.Doç.Dr. Gülsevil ALPAGUT<br />

Đstanbul Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi<br />

HĐZMET SÖZLEŞMESĐNĐN SONA ERMESĐNE ĐLĐŞKĐN KARARLAR<br />

I. BELĐRLĐ SÜRELĐ HĐZMET SÖZLEŞMESĐNĐN SONA ERMESĐ<br />

1. Belirli Süreli Hizmet Sözleşmesinin Süresinin Bitiminde Sona<br />

Ermesi<br />

Bilindiği gibi belirli süreli hizmet sözleşmesinin karakteristik özelliğini<br />

sözleşmenin süresinin bitiminde herhangi bir irade beyanına gerek olmaksızın<br />

kendiliğinden sona ermesi oluşturmakta olup, sözleşmenin bu<br />

şekilde sona ermesi durumunda kıdem tazminatı hakkı doğmaz. Zira, ĐşK.<br />

md 14'de belirli süreli hizmet sözleşmesinin süresinin bitimi ile sona<br />

ermesi kıdem tazminatına hak kazandıran haller arasında sayılmamıştır.<br />

Y9HD'nin 21.02.<strong>2001</strong> tarihli bir kararında (E. 2000/19474, K.<br />

<strong>2001</strong>/3060, Đşveren D., Cilt XXXV, S. 7, Nisan <strong>2001</strong>) taraflar arasında<br />

belirli süreli hizmet sözleşmesi mevcut olup, süre sonunda işveren tarafından<br />

ekonomik nedenlerle sona erdirildiği ve davacı işçinin kıdem taz-


minatına hak kazanmakla birlikte belirli süreli sözleşmelerde ihbar tazminatına<br />

hak kazanılamayacağı yönünde karar verilmiştir.<br />

Karardan somut olayın şartları anlaşılamamakla birlikte sözleşmenin<br />

işveren tarafından sona erdirildiği ifadesinden belirli ihtimallerin düşünülmesi<br />

olasıdır. Bunlardan ilki olayda ardı ardına yenilenen belirli süreli<br />

hizmet sözleşmeleri bulunabilir. Bu olasılıkta <strong>Yargıtayın</strong> yerleşik içtihatları<br />

ve doktrin tarafından da benimsenen görüş uyarınca, belirli süreli<br />

hizmet sözleşmesinin yapılmasını haklı kılan objektif nedenler bulunmadıkça<br />

ardı ardına yapılan sözleşmeler baştan itibaren tek bir sözleşme<br />

olarak nitelenir ve hizmet sözleşmesinin işverence ĐşK. md. 13 uyarınca<br />

sona erdirilmesi durumunda işçi tüm hizmet süresi üzerinden kıdem<br />

tazminatına hak kazanır.<br />

Ancak kararda yer alan ifadelerden bu sonuca varmak mümkün değildir.<br />

Zira Yüksek Mahkemenin belirli süreli sözleşmenin mevcut olduğu<br />

ve ihbar tazminatına hak kazanılamayacağını belirtmesinden, taraflar<br />

arasındaki sözleşme ilişkisinin belirsiz süreliye dönüşmediği anlaşılmaktadır.<br />

Sözleşmenin belirli süreli olma niteliğini koruduğu sürece sürenin<br />

sonunda sona ermesi ise fesih beyanını gerektirmez ve sürenin bitimi ile<br />

kendiliğinden sona eren sözleşmede işçinin kıdem tazminatına hak kazanması<br />

sözkonusu değildir. Ancak sürenin bitiminden önce hizmet sözleşmesinin<br />

ekonomik nedenler ileri sürülerek feshi işçiye kıdem tazminatı<br />

talep hakkı verir.<br />

Bunun dışında taraflar belirli süreli hizmet sözleşmesi öngörmekle<br />

birlikte sözleşmenin süresi sonunda sona ermesini bir ihbar şartına bağlayabilirler.<br />

BK.md. 339/II de düzenlenen bu olasılıkta ise sözleşmede<br />

öngörülen ihbarın yapılmaması sözleşmenin uzaması yasanın deyimiyle<br />

yenilenmesi sonucunu doğurur. Ancak bu bildirim teknik anlamda fesih<br />

bildirimi değildir. Yenilememe beyanı olarak adlandırılan bu bildirim<br />

feshe ilişkin hüküm ve sonuçlara bağlı değildir. Bu bağlamda tarafların<br />

kararlaştıracağı önel yasal bildirim önellerinden kısa olabilir. Beyanın<br />

yapılması ile hizmet sözleşmesinin sona ermesi kıdem tazminatına hak<br />

kazandırmaz.<br />

Bir diğer olasılık taraflar arasında azami süreli bir hizmet sözleşmesinin<br />

bulunmasıdır ki, özleşme en geç 1.1.2002'ye kadar sona erecektir<br />

şeklinde bu olasılıkta da sözleşme kararlaştırılan süre içerisinde belirsiz<br />

süreli hizmet sözleşmelerinin hukuki rejimine tabi olur. Hizmet sözleşmesinin<br />

bu süre içeresinde ĐşK. md. 14'de anılan nedenlerden biri ile<br />

sona erdirilmesi halinde işci kıdem tazminatına hak kazanır. Ancak sürenin<br />

sonunda sözleşme kendiliğinden sona erer ve kıdem kazminatı<br />

hakkı doğmaz.<br />

85


Son olasılık ise, asgari süreli hizmet sözleşmesidir. Hizmet sözleşmesi<br />

en az 1.1.2002'ye kadar sürecektir örneğinde olduğu gibi. Bu olasılıkta<br />

kararlaştırılan süre zarfında sözleşme belirli süreli hizmet sözleşmesi rejimine<br />

tabi olur. Diğer bir ifadeyle taraflarca hizmet sözleşmesinin ĐşK.<br />

md. 13'e göre feshi bertaraf edilmiştir. Kararlaştırılan sürenin sonunda<br />

sözleşme bildirimli fesihle sona erdirilebilir. Bu fesih bildirimi ise, yenilememe<br />

bildiriminden farklı olarak yasal feshi ihbar önellerine bağlıdır ve<br />

yine fehi ihbarın hukuki sonuçları uygulanır. Dolayısıyla <strong>Yargıtayın</strong> kararına<br />

konu olayda taraflar arasında asgari süreli hizmet sözleşmesinin<br />

bulunması varsıyımında süre sonunda ekonomik nedenle feshin kıdem<br />

tazminatına hak kazandırması yerinde olmakla birlikte, bu olasılıkta da<br />

ihbar önellerine uyulmaması durumunda işçi ihbar tazminatına hak kazancaktır.<br />

Belirli süreli hizmet sözleşmesine ilişkin olarak bir diğer olasılık işçinin<br />

625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununa tabi olmasıdır. Bilindiği<br />

gibi 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununda özel öğretim kurumlarında<br />

çalışan yönetici ve öğretmenlerle belirli süreli hizmet sözleşmesi<br />

kurulması öngörülmüştür. Yasal zorunluluğa dayanan bu durumda belirli<br />

süreli hizmet sözleşmelerinin ardı ardına kurulması veya yasanın<br />

deyimiyle yenilenmesi halinde sözleşme yapma hakkının kötüye kullanıldığından<br />

söz edilemez ve bu sözleşmeler belirsiz süreli sözleşmeye dönüşmez.<br />

Yargıtay yerleşik kararlarıyla isabetli olarak yasal zorunluluk<br />

nedeniyle ardı ardına yapılan belirli süreli sözleşmelerin belirsiz süreli<br />

sözleşmeye dönüşemeyecekleri ve sözleşmelerin belirli süreli olma niteliğini<br />

koruduğunu belirtmektedir. Ancak 90'lı yılların başından itibaren<br />

verdiği kararlarda işçinin kıdem tazminatına hak kazanması bakımından<br />

ikili bir ayrıma gitmektedir. Sözleşmenin yenilenmemesi olgusunu esas<br />

alan bu görüşe göre, sürenin sonunda işverence sözleşmenin yenilenmemesi<br />

durumunda işçi kıdem tazminatına hak kazanır. Yenilememeye<br />

ilişkin irade beyanı sahibi işçi ise, işçinin kıdem tazminatı hakkı mevcut<br />

değildir. Bilindiği gibi doktrinde <strong>Yargıtayın</strong> bu görüşü eleştirilmiş ve yasa<br />

gereği belirli süreli olarak yapılan sözleşmelerin belirsiz süreli sözleşmeye<br />

dönüşemeyecekleri ve sözleşmelerin belirli süreli olma niteliğini koruduğunun<br />

kabulünden sonra sürenin bitiminde işçinin kıdem tazminatına<br />

hak kazanacağından sözetmenin tutarsız ve Đş Kanunun hükümlerine<br />

aykırı olduğu ileri sürülmüştür (M. Ekonomi, Değerlendirme 1991, 102;<br />

Aynı yazar, Değerlendirme 1994 (Genel Görüşme), 71; C. Tuncay, ĐHD,<br />

C.II, 1992, 599; Ayrıca bak. F. Şahlanan, Değerlendirme 1994, (Genel<br />

Görüşme) 68 yazar <strong>Yargıtayın</strong> görüşünü adil ve isabetli bulmaktadır).<br />

<strong>Yargıtayın</strong> özel okul öğretmenlerinin kıdem tazminatı haklarına ilişkin<br />

görüşü kanımca isabetlidir. Zira, 625 sayılı Yasa'nın hizmet sözleşmele-<br />

86


inin sürelendirilme-sindeki amacı öğretimin aksamadan yürütülmesidir.<br />

Yasa bu amaçla sözleşme serbestisine dahil olan sözleşmenin süre açısından<br />

türünü belirleme serbestisini bu alanda tanımamıştır. Tarafların<br />

sözleşmenin süre açısından türünü belirlemede irade özerkliğinin bulunmadığı<br />

bu alanda ĐşK. md. 14 hükmünden bu tür sözleşmelerin sona<br />

ermesinde kıdem tazminatına hak kazanılamayacağı sonucunun çıkarılması<br />

hakkaniyete uygun düşmez. ĐşK.md. 14 hükmünde belirli süreli<br />

sözleşmenin süresinin bitiminde kıdem tazminatına hak kazanılamaması<br />

genel olarak irade özerkliği içerisinde yapılmış bu tür sözleşmelere ilişkindir.<br />

Yasadaki düzenleme 625 sayılı Yasa dikkate alınmadan getirilen<br />

bir düzenleme niteliğinde olup, bu konuda örtülü bir yasa boşluğunun<br />

mevcudiyeti kabul edilerek bu boşluk hükmün amaca uygun sınırlanmasıyla<br />

giderilebilir. (Örtülü yasa boşluğu kural aksaklığı olarak belirir.<br />

Bu olasılıkta yasa kuralı fazla geniş tutulmuş, istisna kuralını gerektirecek<br />

atipik olay gözden kaçırılmıştır. Bu yüzden tüm daraltıcı yorum çabalarına<br />

karşın, somut olaya uygulandığında bu aksak kural, doyurucu olmaktan<br />

uzak, adalete aykırı sonuçlara yol açacaktır. Bu tür boşluklarda<br />

adalet (eşitlik) ilkesi gereği kural daraltılmalı, bu atipik olaya uygulanmamalıdır.<br />

Açık boşlukta genişletici kıyas yöntemi kullanılırken, örtülü<br />

boşlukta kuralı daraltıcı "amaca uygun sınırlama" yöntemi uygulanır. (Bu<br />

konuda bak. R. Serozan, Medeni Hukuka Giriş, Đstanbul 1997, 91)<br />

Bu açıklamalardan sonra <strong>Yargıtayın</strong> kararına ilişkin somut olayın özel<br />

okul öğretmen veya yöneticileri ile kurulan ve sürenin sonunda yenilememe<br />

beyanını içeren bir belirli süreli hizmet sözleşmesi olması olasılığında<br />

işçinin kıdem tazminatı hakkının doğacağı, ihbar tazminatı hakkının<br />

ise bulunmadığı yolundaki kararı sonuç olarak isabetlidir. Ancak bu<br />

durumda da yenilememe beyanının fesih olarak nitelendirilmesinden kaçınılmalıdır.<br />

2. Zincirleme Hizmet Sözleşmesi<br />

Y9HD'nin 17.01.<strong>2001</strong> tarihli kararına konu olayda (E. 2000/15646,<br />

K. <strong>2001</strong>/272, Çimento Đşveren D., C. 15, S. 2, mart <strong>2001</strong>, 70) davacı işçi<br />

1995, 1996 ve 1997 yıllarında her yıl 11,5 ay süren belirli süreli hizmet<br />

sözleşmeleri ile çalışmış olup karardan anlaşıldığı kadarıyla son sözleşmenin<br />

bitimi tarihinden sonra işe alınmamıştır. Davacı işçi ihbar ve kıdem<br />

tazminatı taleplerinde bulunmuştur. Yüksek Mahkeme öncelikle<br />

isabetli olarak olayda bir mevsimlik işin bulunmadığını belirtmiştir. Mevsimlik<br />

iş esas itibariyle faaliyetin sadece yılın belli bir döneminde sürdürüldüğü<br />

veya tüm yıl boyunca çalışılmakla birlikte yılın belli dönemlerinde<br />

faaliyetin yoğunlaştığı işyerlerinde yapılan işler olarak tanımlanabilir.<br />

Bu bağlamda 11,5 aylık çalışmanın mevsimlik iş olarak nitelendiril-<br />

87


mesi mümkün değildir. Kararda ikinci olarak tanık ifadelerinden her yıl<br />

15'er günlük araların kağıt üzerinde kaldığının tespit edildiği ve davalı işverenin<br />

son sözleşmenin bitimi tarihinde sözleşmeyi fesihle sona erdirdiğinin<br />

kabul edilmesi gerektiği belirtilerek ihbar ve kıdem tazminatı taleplerinin<br />

hüküm altına alınması gerektiği hükme bağlanmıştır.<br />

Şüphesiz fasılaların "kağıt üzerinde kalması" olgusu esasen işçinin fiilen<br />

çalışmasını sürdürdüğü ve aradaki çalışma ilişkisinin devam ettiği<br />

sonucunun kabulünü gerektirir ve <strong>Yargıtayın</strong> kararı isabetlidir. Ancak<br />

ilişkinin salt fesihle hukuken sona erdirilmeyip fiilen de çalışmanın sona<br />

erdirildiği durumlarda somut olayın şartları incelenerek zincirleme hizmet<br />

sözleşmelerinin varlığı kabul edilebilir. Öyle ki, zincirleme sözleşmeler salt<br />

ardı ardına kurulan veya yenilenen belirli süreli hizmet sözleşmeleri ile<br />

çalışma durumunda sözkonusu olmaz (G. Alpagut, Belirli Süreli hizmet<br />

Sözleşmesi, Đstanbul 1998, 58). Sözleşmeler arasındaki fasılanın zinciri<br />

kesmeyecek, diğer bir ifadeyle hukuki ilişkinin bütünlüğünü bozmayacak<br />

uzunlukta olması durumunda da zincirleme sözleşmelerin varlığı kabul<br />

edilebilir. Bu bağlamda bir sözleşmenin bitimi ile diğer bir sözleşmenin<br />

başlangıcı arasındaki sürenin uzunluğu, yapılan işin niteliği vb. hususlar<br />

değerlendirilerek özellikle sözleşmeler arasındaki fasılanın kısa olması<br />

durumunda tüm bu sözleşmeler bir zincirin halkası oluşturup oluşturmaması<br />

bakımından ele alınmalıdır. Şüphesiz bu değerlendirmede dürüstlük<br />

kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı belirleyicidir.<br />

3. Belirli –Belirsiz Süreli Sözleşme Ayrımı-Cezai Şart<br />

Y9HD'nin 16.10.<strong>2001</strong> tarihli kararına konu olayda hizmet sözleşmesinin<br />

6. maddesinde işbu sözleşmenin belirsiz süreli sözleşme olduğu belirtilmiştir.<br />

Sözleşmede ayrıca işçinin eğitime tutulacağı ve bu eğitimin<br />

karşılığı olarak 30 ay çalışmayı taahhüt ettiği aksi halde işçinin cezai şart<br />

ödemesi gerektiği öngörülmüştür. Hizmet sözleşmesinin işverence feshedilmesi<br />

üzerine davacı işçi 30 aylık süre dikkate alınarak bakiye süreye<br />

ilişkin ücret talebinde bulunmuştur.<br />

Olayda dikkati çeken husus, sözleşmenin belirsiz süreli olduğu yolundaki<br />

sözleşme hükmü ve eğitim karşılığı cezai şart öngörülürken işçi<br />

bakımından 30 aylık bir çalışma süresi getirilmesidir.<br />

Y9HD sözleşmede belirli süre öngörülmediği gibi, 30 aylık sürenin de<br />

salt cezai şartın koşulları bakımından sözleşmeye konulduğu, bu sürenin<br />

hizmet süresi olarak değerlendirilemeyeceği gerekçesi ile bakiye sözleşme<br />

süresine ilişkin ücreti hüküm altına alan yerel mahkeme kararını bozmuştur.<br />

(16.10.<strong>2001</strong>, 9696/16122, yayınlanmamıştır). Kararda ayrıca<br />

davalı işverenin 1475 sayılı Đş Kanununun 13 ve 14. maddelerine göre<br />

88


sözleşmeyi feshettiğini açıklayarak ihbar ve kıdem tazminatını işçiye<br />

ödediği, ihbar tazminatının ödendiği konusunda taraf iradeleri birleştiğine<br />

göre artık aradaki sözleşmenin belirsiz süreli olarak kabul edilmesi<br />

gerektiği belirtilmiştir.<br />

Öncelikle belirtmek gerekir ki, somut olayda salt işverenin ihbar<br />

tazminatını ödemiş olması taraflar arasındaki sözleşme ilişkisinin belirsiz<br />

süreli olarak nitelendirilmesi için yeterli değildir. Sözleşme hükmünün,<br />

çalışma ilişkisinin özelliklerinin değerlendirilmesi sözleşmenin hukuki<br />

niteliğinin belirlenmesinde önem taşımaktadır.<br />

Belirli süreli hizmet sözleşmesinin karakteristik özelliği sözleşmenin,<br />

süresinin sonunda kendiliğinden sona ermesi olup, hizmet sözleşmesi<br />

açıkça sürelendirildiği haller yanında görülen işin amacından da sözleşmenin<br />

belirli süreli olduğu anlaşılabilir. Dava konusu olaydaki hizmet<br />

sözleşmesi hükmü incelendiğinde sözleşmede açıkça belirsiz süreli hizmet<br />

sözleşmesinden sözedildiği gibi, işçi bakımından öngörülen 30 aylık sürenin<br />

verilen eğitimin karşılığı olarak çalışılması taahhüt edilen süre olduğu<br />

ve buna uyulmaması durumunda cezai şart ödeneceğinin kararlaştırıldığı<br />

görülmektedir. Bu bağlamda sözleşmede anılan 30 aylık süre<br />

hizmet sözleşmesinin sona erme tarihini değil, işçinin verilen eğitim karşılığında<br />

asgari çalışma taahhüdünü göstermektedir. Sürenin getirilmesi<br />

ile sözleşme işçi bakımından adeta asgari süreli bir sözleşme etkisi göstermekle<br />

birlikte, bu tür bir sözleşme şekillendirmesi verilen eğitimin<br />

karşılığı olarak cezai şartın öngörüldüğü dikkate alındığında geçerli kabul<br />

edilmelidir. Şüphesiz cezai şartın geçerliliği; süre, verilen eğitim, eğitimin<br />

işçiye sağladığı yararlar bakımından değerlendirilmesini gerektirir.<br />

Aksi bir olasılıkta; işçiye herhangi bir eğitim verilmeksizin-cezai şart<br />

kararlaştırılmış olsun veya olmasın- işçi için belirli bir süre ile çalışma<br />

taahhüdü işverenin ise sözleşmeyi her zaman ĐşK. md. 13 uyarınca feshedebilme<br />

imkanının tanınması durumunda böyle bir düzenlemeyi geçerli<br />

saymak mümkün değildir. Zira bu olasılık hizmet sözleşmesinin feshine<br />

yönelik olarak işçi aleyhine tek taraflı zorlaştırıcı bir düzenleme oluşturur.<br />

4. Belirli Süreli Hizmet Sözleşmesinin Đşverence Süresinden Önce<br />

Haklı Bir Neden Olmaksızın Sona Erdirilmesi<br />

Belirli süreli hizmet sözleşmesinin işverence süresinden önce haksız<br />

feshi durumunda işçi BK.md. 325 uyarınca bakiye süreye ilişkin ücreti<br />

tutarında tazminat talep edebilir.<br />

Yargıtay 9HD'nin 28.03.<strong>2001</strong> tarihli kararına (5272/4939, Tühis,<br />

Mayıs-Ağustos <strong>2001</strong>, 46), konu olayda davacı avukat ile davalı belediye<br />

arasında 2.10.1997 tarihli belirsiz süreli sözleşme mevcutken, 1.1.1999-<br />

89


31.12.1999 yürürlük tarihli belirli süreli hizmet sözleşmesi yapılmıştır.<br />

Bir yıllık süre içerisinde sözleşme, 10.06.1999 tarihinde davalı işveren tarafından<br />

feshedilmiştir. Davacı işçinin ihbar ve kötüniyet tazminatı taleplerini<br />

hüküm altına alan yerel mahkeme kararı, Yüksek Mahkemece;<br />

sözleşmenin haklı bir neden bulunmaksızın feshedilmekle birlikte, taraflar<br />

arasındaki sözleşmenin belirli süreli hizmet sözleşmesi niteliğinde olduğu<br />

ve süreli sözleşmenin feshi halinde ihbar ve kötüniyet tazminatı istenemeyeceği<br />

gerekçesi ile bozulmuştur.<br />

Şüphesiz ĐşK. md. 13'de ihbar tazminatı ve kötüniyet tazminatı belirsiz<br />

süreli hizmet sözleşmelerinin feshine ilişkin olarak öngörülmüş olup,<br />

belirli süreli hizmet sözleşmesinin süresinin bitiminden önce haksız surette<br />

feshedilmesi durumunda dahi ihbar önelleri ve buna uyulmamasının<br />

yaptırımı olarak ihbar tazminatı ve fesih hakkının kötüye kullanılmasının<br />

yaptırımı olarak ĐşK. md. 13'de yer alan kötüniyet tazminatı uygulanmaz.<br />

Bu bağlamda Yüksek Mahkemenin tespiti yerindedir. Ancak kanımca<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kararında değinilmesi gereken nokta, belirsiz süreli hizmet<br />

sözleşmesi ile çalışan işçinin çalışma ilişkisinin sonradan belirli süreli<br />

sözleşmeye çevrilmesinin hakkın kötüye kullanılması bakımından<br />

değerlendirilmemiş olmasıdır. Doktrinde de kabul edildiği üzere belirli süreli<br />

hizmet sözleşmesi yapma hakkının kötüye kullanılması salt ardı ardına<br />

yenilenen veya kurulan belirli süreli hizmet sözleşmeleri için değil,<br />

bir kereye mahsus olarak kurulan sözleşmeler ve belirsiz süreli çalışma<br />

ilişkisinin belirli süreliye çevrilmesi durumunda da sözkonusu olabilir<br />

(Alpagut, 57 ve orada anılan yazarlar). Şüphesiz istihdam politikasına<br />

ilişkin sebeplerle belirli süreli hizmet sözleşmesinin bir veya birden fazla<br />

kez sürelendirilmesine cevaz verilmesi ayrı bir konudur. Özellikle Alman<br />

Hukukunda ilk kez 1985 tarihli Đstihdamı Teşvik Yasası ile getirilen ve<br />

sonraki yıllarda da yer verilen düzenlemeler bu yolda olup, belirli şartlarla<br />

belirli süreli hizmet sözleşmesinin kurulması ve yenilenmesi yasayla<br />

mümkün kılınmıştır. Ancak bunun dışında hakkın kötüye kullanılması<br />

kavramı hakkın bir kez kullanımı gibi, birden çok kez kullanımını da<br />

kapsar. Nitekim, Y9HD'nin 1993 tarihli bir kararında belirsiz süreli hizmet<br />

sözleşmesiyle, süreklilik gösteren bir işte çalışmakta iken ve ortada<br />

haklı kılan objektif bir neden de yokken hizmet sözleşmesinin belirli süreliye<br />

çevrilmesinin hakkın kötüye kullanılmasını oluşturacağı ve sözleşmenin<br />

baştan itibaren belirsiz süreli sayılması gerektiği belirtilmiştir<br />

(Y9HD., 16.09.1993, 1719/13030, Tüba/ĐĐÇB: 24.01.1994). Dolayısıyla<br />

karara konu olayda da işçi belirsiz süreli hizmet sözleşmesi ile çalışırken<br />

belirli süreli hizmet sözleşmesi kurulmasını haklı kılan objektif nedenler<br />

bulunmuyorsa, hukuki ilişkinin baştan itibaren belirsiz süreli sözleşmeye<br />

90


dayandığı kabul edilerek sözleşmenin sona erdirilmesinde feshe ilişkin<br />

hukuki sonuçların uygulanması gerekir.<br />

Belirli süreli hizmet sözleşmesinin süresinden önce feshine ilişkin diğer<br />

bir karara konu olayda (26.03.<strong>2001</strong>, 1180/4718, Tüba/Mevzuatbank-<br />

Pro) bu kez hizmet sözleşmesi süresinden önce işçi tarafından feshedilmiştir.<br />

Belirli süreli hizmet sözleşmesi ile öğretmen olarak çalışan davacı<br />

işçinin hizmet sözleşmesi süresinin bitiminden sonra yenilenmiş, ancak<br />

işveren tarafından Ankara içinde başka bir okulda görevlendirilmiştir.<br />

Davacı başka bir okulda görevlendirilmesini kabul etmeyerek hizmet sözleşmesini<br />

feshetmiş ve kıdem tazminatı ile sözleşmenin bakiye süresine<br />

ilişkin tazminat talep etmiştir.<br />

Yerel mahkeme davacının her iki talebini de hüküm altına almış,<br />

Yüksek Mahkeme de, isabetli olarak; feshin haklı nedene dayanması, bu<br />

bağlamda yeni işyerinin mesafe itibariyle uzak bir yerde bulunması ve ücrette<br />

azalma varsa iş koşullarında esaslı değişikliğin bulunabileceği ve her<br />

iki talebin kabul edilebileceği yönünde hüküm oluşturmuştur.<br />

Bilindiği gibi 625 sayılı yasadan kaynaklanan özel okul yönetici ve öğretmenleri<br />

ile belirli süreli hizmet sözleşmesi kurulması zorunluluğu karşısında<br />

anılan kişilerle ardı ardına kurulan sözleşmeler belirli süreli sözleşme<br />

olma niteliğini korurlar. Belirli süreli hizmet sözleşmesinin işçi tarafından<br />

ĐşK. md. 14'da anılan nedenlerden biriyle sona erdirilmesi durumunda<br />

işçi kıdem tazminatına hak kazanacağı gibi, feshin ĐşK.md.<br />

16/II'de yer alan nedenlere dayanması durumunda işçi işverenden ĐşK.<br />

md. 18/II uyarınca tazminat talep edebilir. Bu tazminatın kapsamında<br />

BK.md. 325 uyarınca bakiye sözleşme süresine ilişkin ücret tutarı söz<br />

konusu olacaktır (Oğuzman, Değerlendirme 1992 (genel Görüşme), 85;<br />

Alpagut, 205; bu yönde Y9HD., 12.12.1988, 9596/11849, Tekstil Đşveren<br />

D., Haziran 1989, 18).<br />

II. HĐZMET SÖZLEŞMESĐNĐN BĐLDĐRĐMLĐ FESHĐ<br />

1. Đhbar öneli içerisinde gerçekleşecek haklar<br />

Hizmet sözleşmesi ĐşK.md. 13'e göre feshedildiği durumlarda işçinin<br />

kıdemine göre verilecek ihbar önelinin bitiminde sona erer. Dolayısıyla<br />

sözleşme ihbar öneli içerisinde taraflar için öngörülen bütün hak ve<br />

borçlar ile yürürlüğünü sürdürür. Bu bağlamda öneller sırasında yürürlüğe<br />

giren asgari ücret artışı, toplu iş sözleşmesiyle getirilen haklar ve kıdem<br />

tazminatı tavanı işçinin alacaklarının hesabında dikkate alınır. Yasada<br />

ihbar öneline uyulmaması durumunda ihbar tazminatı ödenmesi<br />

öngörülmüştür (ĐşK. md. 13/C). Đhbar önellerine uyulmamış olması söz-<br />

91


leşmenin sona erme anı bakımından bir fark yaratmaz, bu olasılıkta da<br />

sözleşme ihbar önellerinin sonunda sona erer ve ihbar önellerine ilişkin<br />

ücret tutarının tazminat olarak nitelendirilmesi sözleşmenin öneller sonunda<br />

sona erdiği esasını değiştirmez<br />

Y9HD'nin 25.09.<strong>2001</strong> tarih, 7755/14458 sayılı kararında (ĐBD, Cilt<br />

75, S. 10-11-12, <strong>2001</strong>, 1185), "davacı işçiye ihbar tazminatı peşin olarak<br />

ödenmediğine göre, ihbar öneli içinde gerçekleşen ve toplu iş sözleşmesiyle<br />

öngörülen ücret artışından yararlanması ve tazminat hesaplarının<br />

buna göre yapılması gerekir. Ne var ki, önel içerisinde gerçekleşen kıdem<br />

tazminatı tavan artışından yararlanması olanağı bulunmamaktadır. Dairemizin<br />

kararlılık kazanmış içtihatları bu doğrultudadır" şeklinde hüküm<br />

oluşturmuştur.<br />

Öncelikle Yargıtay'ın "davacı işçiye ihbar tazminatı peşin olarak<br />

ödenmediğine göre..." ifadesi yerinde değildir. Zira peşin ödeme suretiyle<br />

fesihte peşin ödenen "ücret" iken (Ö.Eyrenci, ĐHD., 1993/I, 99; M. Ekonomi,<br />

Đş Hukuku, C.I, 3. Bası, Đstanbul 1987, 182; Ü. Narmanlıoğlu, Đş<br />

Hukuku, Ferdi Đş Đlişkileri I, 3. Bası,Đzmir 1998, 280,299), ihbar tazminatı<br />

ihbar önellerine uyulmamasının yaptırımı olarak öngörülen götürü bir<br />

tazminattır (Ekonomi, 183 vd. ; T. Centel, Đş Hukuku, C. I, Đstanbul<br />

1994, 191). Olayda ihbar önellerine uyulmaksızın yapılan usulsüz fesih<br />

sözkonusudur. Feshin usulsüzlüğüne yasada bağlanan yaptırım ihbar<br />

tazminatıdır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, feshi ihbar önellerine<br />

uyulmaması sözleşmenin derhal sona ereceği anlamına gelmez. ĐşK. sisteminde<br />

sözleşmenin feshi ihbarı için öngörülen esas hukuki ilişkinin<br />

önellerin sonunda sona ermesi ve işçinin bu süre içinde gerçekleşecek<br />

haklardan yararlanmasıdır.<br />

Bu bağlamda, Y9HD'nin işçinin önel içerisinde gerçekleşecek toplu iş<br />

sözleşmesi ücret artışlarından yararlanması gerektiği yolundaki ifadeden<br />

sonra, kıdem tazminatı tavan artışından işçinin yararlandırılamayacağını<br />

öngörmesi ĐşK. md. 13'e aykırı olduğu gibi, tutarlı da değildir.<br />

2. Đhbar Öneli ve Đhbar Tazminatı Miktarının Sözleşmeyle Belirlenmesi<br />

ĐşK. md. 13/C'de öngörülen ve doktrinde ihbar tazminatı olarak nitelenen<br />

tazminatın miktarı maddede; "bildirme şartına uymayan taraf yukarda<br />

yazılı önellere ilişkin ücret tutarında tazminat ödemek zorundadır"<br />

hükmüyle belirtilmiştir ki, ihbar tazminatının miktarı ihbar önellerine<br />

bağlı kılınmıştır. Bilindiği gibi, ĐşK. md. 13/B'de yer alan bildirim önelleri<br />

Yargıtay içtihatları doğrultusunda nispi emredici nitelikte kabul edilmektedir.<br />

Bu bağlamda işçi lehine, işverenin uyacağı ihbar önelleri artırılabi-<br />

92


lir, ancak işçi aleyhine olarak işçinin uyacağı ihbar öneli artırılamaz (Bu<br />

yönde; Y9HD., 04.03.1998, 564/3399, Tühis, Ağustos 1998, 48). Đhbar<br />

önellerinin işçi lehine artırılması durumunda ihbar tazminatı da artırılan<br />

önellere ilişkin ücret tutarında olacaktır. Bununla birlikte ihbar önelleri<br />

ile ihbar tazminatı arasındaki ilişki mutlak mıdır Diğer bir ifadeyle ihbar<br />

önellerinin artırılması, ihbar tazminatı miktarının ise yasada öngörülen<br />

öneller tutarında olacağının kararlaştırılması mümkün müdür<br />

Y9HD'nin 01.05.<strong>2001</strong> tarih, 1448/7394 sayılı kararında (Yasa Hukuk<br />

D., C. XX, S. 238/09, Eylül <strong>2001</strong>, 181) Yüksek mahkeme toplu iş sözleşmesiyle<br />

yasal ihbar önellerinin artırılıp, hizmet sözleşmesinin "tazminatı<br />

ödenmek suretiyle" feshinde yasal önellerin dikkate alınacağına ilişkin<br />

hüküm getirilmesi halinde, artırılmış önellerin ihbar tazminatının hesabında<br />

da dikkate alınması yönünde karar vermiştir (Y9HD'nin aynı toplu<br />

iş sözleşmesi hükmüne ilişkin aksi yöndeki kararları için bak. F. Şahlanan,<br />

Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin Farklı Kararları Üzerine Düşünceler,<br />

Tekstil Đşveren D., S. 259, Temmuz <strong>2001</strong>, 37)<br />

Karara konu toplu iş sözleşmesi hükmüne göre; " hizmet sözleşmesi<br />

üç yıldan fazla olan işçilere 10 hafta ihbar öneli verilecek, ihbar, tazminatı<br />

verilecek şekilde yapılacaksa, ihbar ücretlerinin hesabında kanuni<br />

önellere riayet olunacaktır".<br />

Yüksek Mahkemece kararın gerekçesinde "Dairemizin kararlılık kazanmış<br />

uygulamasına göre 1475 sayılı Đş Kanununun 13. maddesinde<br />

öngörülen ihbar önellerinin, toplu iş sözleşmesiyle işçi lehine artırılabileceği<br />

kabul edilmektedir. Đhbar tazminatı ise, ihbar önellerine ait ücret<br />

olup somut olayda 10 hafta ihbar öneli tanınması gereken bir işçiye, derhal<br />

fesihte yasal süreler üzerinden ihbar tazminatı ödenmesi doğru olmaz"<br />

ifadesine yer verilmiştir.<br />

Öncelikle sözkonusu toplu iş sözleşmesi hükmü değerlendirildiğinde<br />

"ihbar, tazminatı verilecek şekilde yapılacaksa..." ifadesinin peşin ödeme<br />

suretiyle feshi mi, yoksa ihbar tazminatının ödenmesini gerektiren usulsüz<br />

feshi mi ifade ettiği üzerinde durulmalıdır. <strong>Yargıtayın</strong> kararında bu<br />

konuda herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır. Usulsüz fesih ve bunun<br />

yaptırımı olarak öngörülen ihbar tazminatı ile peşin ödeme suretiyle<br />

fesih gerek amaç gerekse hukuki nitelikleri bakımından birbirinden farklı<br />

kurumlardır. Feshi ihbar ĐşK. md. 13 uyarınca ya yasal ya da geçerli bir<br />

düzenleme varsa sözleşmede tespit olunan önel verilerek veya işverence<br />

feshi ihbar önellerine ilişkin ücretin peşin ödenmesi suretiyle yapılabilir.<br />

Yukarıda da belirtildiği gibi, peşin ödeme suretiyle yapılan fesihte işçiye<br />

ödenen ücret olup tazminat değildir. Nitekim, yasada anılan ödemenin<br />

93


tazminat niteliğinden söz edilmemiş, "işçinin ihbar önellerine ait ücreti"<br />

ifadesi yer almıştır.<br />

TĐS hükmünde kastedilenin peşin ödeme suretiyle fesih olduğu varsayımında<br />

bu yönde bir hükmün geçerli kabul edilmesi peşin ödeme suretiyle<br />

feshin amacına aykırıdır. Zira bilindiği gibi, peşin ödeme suretiyle<br />

sözleşmenin feshi imkanı işverene tanınmış olup, feshi ihbar önelleri içerisinde<br />

işçiyi işyerinden derhal uzaklaştırabilme imkanının sağlanması<br />

amacına dayanır. Yine doktrinde de kabul edildiği üzere peşin ödeme suretiyle<br />

feshin bu amacı, bu şekilde yapılan fesihte de önellere uyulsaydı<br />

elde edeceği tüm hakların işçiye sağlanmasını gerektirir. Öte yandan ĐşK.<br />

md. 13/C'de açıkça " işveren, işçinin ihbar önellerine ilişkin ücretini peşin<br />

vermek suretiyle hizmet akdini feshedebilir" hükmüyle peşin ödeme<br />

suretiyle fesih doğrudan ihbar önelleriyle bağlantılı kılınmıştır. Bu itibarla<br />

peşin ödeme suretiyle fesihte "yasal" ihbar önellerine ait ücretin ödeneceğine<br />

ilişkin toplu iş sözleşmesi hükmü, ĐşK. md. 13/C hükmünün lafzına<br />

olduğu gibi, ruhuna da aykırıdır (Sonuç bakımından aynı olmakla<br />

birlikte farklı bir gerekçe için bak. P. Soyer, ĐHD, C. II, 1992, 408-409; E.<br />

Akyiğit, Đş Kanunu Şerhi, Ankara <strong>2001</strong>, 353; Aksi görüş, Şahlanan, 38<br />

vd).<br />

TĐS hükmünün salt ihbar tazminatı miktarını kastettiği varsayımında<br />

ise, öncelikle toplu iş sözleşmesi tarafları özerk kural koyma faaliyeti çerçevesinde<br />

ihbar önellerini ve ihbar tazminatı miktarını serbestçe düzenleyebilirler.<br />

Ancak şüphesiz bu düzenleme yetkileri kanunun lafzına aykırı<br />

olamayacağı gibi, kanun hükümlerinin ruhuna ve amacına da aykırı olamaz.<br />

Yasada ihbar tazminatının miktarı ihbar önellerine bağlı tutulmakla,<br />

sözleşme ihbar önellerine uyulsaydı işçinin elde edeceği yararların<br />

sağlanması, giderimi amaçlanmıştır. Dolayısıyla ihbar önellerinin artırılmasına<br />

rağmen ihbar tazminatı miktarının yasal öneller tutarında olacağının<br />

tespiti, ihbar tazminatının öneller tutarında olduğuna ilişkin ĐşK.<br />

md. 13 hükmünün lafzına aykırı olduğu gibi, hükmün amacına da aykırıdır.<br />

Üstelik usulsüz feshi ihbarı asıl hale getirecek, adeta teşvik edecek<br />

bir hüküm olarak geçersiz sayılmalıdır. Şüphesiz buradaki geçersizlik,<br />

uzun olan ihbar önellerinin ihbar tazminatı ve peşin ödeme suretiyle fesihte<br />

de geçerli olması anlamındadır.<br />

94<br />

3. Peşin Ödeme Suretiyle Fesih<br />

ĐşK. md. 13/C II uyarınca hizmet sözleşmesinin işveren tarafından<br />

ihbar önellerine ilişkin ücretin peşin ödenmesi suretiyle feshi mümkündür.<br />

Yargıtay 9HD yerleşik kararlarıyla peşin ödeme suretiyle feshin derhal<br />

hüküm doğuracağı ve ihbar önelleri sırasında gerçekleşecek işçilik<br />

haklarından işçinin yararlanamayacağı yolundaki görüşünü <strong>2001</strong> yılında


da sürdürmüştür. Şüphesiz sözleşmenin peşin ödeme suretiyle feshinden<br />

sözedilebilmesi için bildirim önellerine ilişkin ücretlerin fesihle birlikte<br />

ödenmesi gerekliliği bulunmaktadır. Bildirim öneline ilişkin ücretin taksitler<br />

halinde ödenmesi durumunda peşin ödeme suretiyle fesihten sözedilemez<br />

ve Yüksek Mahkemenin kararları doğrultusunda işçi öneller<br />

içerisinde gerçekleşen haklardan yararlanabilir.<br />

Yargıtay'ın bu tür fesihlerde sözleşmenin derhal sona ereceği ve önel<br />

içerisinde gerçekleşecek haklardan yararlanılamayacağı konusundaki içtihadına<br />

iki istisna tanıdığı görülmektedir. Bunlardan ilki; toplu iş sözleşmesiyle<br />

peşin ödeme suretiyle fesihte işçinin ihbar önellerinde doğacak<br />

haklardan yararlanmasının öngörüldüğü haller, ikincisi ise; işverenin<br />

bildirim önelleri içerisinde gerçekleşecek haklardan yararlandırmamak<br />

amacıyla peşin ödeme yoluyla feshe gittiği durumlar.<br />

Yargıtay'ın <strong>2001</strong> yılında verdiği kararlarda yerleşik görüşünü sürdürdüğü<br />

görülmektedir. Y9HD'nin 13.03.<strong>2001</strong> tarih, E. 2000/19901, K.<br />

<strong>2001</strong>/3852 sayılı kararında (Đşveren Dergisi, C. XXXV, Sayı 9, Haziran<br />

<strong>2001</strong>,15) ihbar ve kıdem tazminatının hesabında ihbar öneli içerisinde<br />

yürürlüğe giren ücret zammının da dikkate alınması talebiyle açılan davada<br />

talep doğrultusunda hüküm tesis eden yerel mahkeme kararı bozulmuştur.<br />

Kararın gerekçesinde olayda davacıya ihbar önellerine ilişkin<br />

ücretin sözleşmenin feshini takip eden ertesi günde yapıldığı, dairenin<br />

yerleşik kararları uyarınca ihbar önelleri içerisinde gerçekleşecek haklardan<br />

yararlanılabilmesi için bu konuda hizmet sözleşmesi veya toplu iş<br />

sözleşmesinde açık bir hükmün bulunması gerektiği, fesih tarihi itibariyle<br />

yürürlükteki toplu iş sözleşmesinde bu yönde bir hüküm bulunmadığı<br />

belirtilmiştir.<br />

Oysa doktrinde de belirtildiği gibi, peşin ödeme suretiyle fesih bildirimli<br />

feshin özel bir uygulama alanını oluşturur ve işverene böyle bir yetkinin<br />

tanınmasındaki amaç bildirim önelleri içerisinde işçinin iş ve işyerine<br />

bağlılığın azalabileceği gerekçesiyle işyerinden hemen uzaklaştırılabilmesidir<br />

(Ekonomi, ĐHU, ĐşK. 13(No.18); Aynı yazar, 177; Narmanlıoğlu,<br />

261-266; Centel, 189; Süzek, Değerlendirme 1998, 85). Đşverene bu<br />

amaçla tanınmış bir olanağın işçi aleyhine sonuç vermesinin, hükmün<br />

amacı ve işçinin korunması ilkesi ile bağdaştığını söylemek mümkün olmadığı<br />

gibi, ĐşK ‘da feshi ihbar için öngörülen esas sözleşmenin bildirim<br />

önellerinin bitiminde sona ermesi olup, bu esas peşin ödeme suretiyle fesihte<br />

de değişmez. Bu itibarla toplu iş sözleşmesinde hüküm bulunsun<br />

veya bulunmasın işçi bildirim önelleri içerisinde gerçekleşecek haklardan<br />

yararlandırılmalıdır.<br />

95


Y9HD'nin 30.01.<strong>2001</strong> tarih, 16942/1519 sayılı kararına (Đşveren D.<br />

C. XXXV, Sayı 9, Haziran <strong>2001</strong>, 15-16) konu olayda; davacı işçi, toplu iş<br />

sözleşmesinde ihbar tazminatının peşin ödenmesi halinde önel içinde<br />

sözleşmelerden ve yasalardan doğan işçilik haklarından yararlandırılacağına<br />

ilişkin hüküm uyarınca yıllık izin ücreti ve başarı primi talep etmiş,<br />

yerel mahkemece istek doğrultusunda hüküm tesis edilmiştir. Yargıtay<br />

ĐşK.md. 51'de yıllık ücretli iznin hesabında çalışılan ve çalışılmış sayılan<br />

günlerin sınırlı bir biçimde sayıldığı, peşin ödeme suretiyle fesihte çalışılmayan<br />

ve çalışılmış sayılmayan önelin dikkate alınması olanağının<br />

bulunmadığı gerekçesi ile yerel mahkeme kararını bozmuştur.<br />

Peşin ödeme suretiyle fesihte ihbar öneli içerisinde gerçekleşecek yıllık<br />

izin ücretinin ödenmesi hususunun ĐşK. md. 51 ile ilişkilendirilmesi<br />

kanımca yerinde değildir. Zira peşin ödeme suretiyle fesihte işçinin ihbar<br />

önellerinde çalışsaydı elde edeceği ücret ve diğer yararların işçiye ödenmesi<br />

gerektiği kabul edildiğinde, TĐS'de bu yönde bir hüküm bulunsun<br />

veya bulunmasın işçinin yıllık ücretli izin ücretini de talep edebileceğinin<br />

kabulü gerekir (Bu yönde: Ekonomi, Đş Hukuku, 181; Narmanlıoğlu, Đş<br />

Hukuku, 542 dn. 233)<br />

96<br />

4. Kötüniyet Tazminatı<br />

Bilindiği gibi, ĐşK. md. 13/C 3 uyarınca "işçinin sendikaya üye olması,<br />

şikayete başvurması gibi sebeplerle işinden çıkartılması hallerinde<br />

ve genel olarak hizmet akdini fesih hakkının kötüye kullanıldığını gösteren<br />

diğer durumlarda (A) bendinde yazılı önellere ait ücretlerin üç katı tutarı<br />

tazminat olarak ödenir".<br />

Yasada kötüniyet tazminatına hak kazandıracak haller sınırlı tutulmamış<br />

"işçinin şikayete başvurması, sendikaya üye olması gibi sebeplerle..."<br />

ifadesiyle hakkın amacına aykırı kullanımını ifade eden diğer kötüniyet<br />

hallerinde de tazminatın ödenmesi öngörülmüştür. Bilindiği gibi<br />

kötüniyetin varlığını ispat yükü işçidedir. Ancak gerek ĐşK. md 13 gerek<br />

SenK. md 31 çerçevesinde feshin kötüniyetli olup olmadığının tespitinde<br />

fiili karineler, olayların kronolojik sırası, ispat yükünün karşılıklı olarak<br />

yer değiştirmesi olgusu gibi hususlar dikkate alınarak ispat yükü yumuşatılabilir<br />

(Süzek, Değerlendirme 98, 93; Đspat yükü konusunda bak., B.<br />

Kuru/R. Arslan/E. Yılmaz, Medeni Usul Hukuku, 12. Bası, Ankara<br />

2000, 428).<br />

<strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> tarihli bir kararına konu olayda (15.01.<strong>2001</strong>, E.<br />

2000/14922, K. <strong>2001</strong>/137, Çimento Đşveren D., C. 15, S. 2, Mart <strong>2001</strong>,<br />

67) işçi fazla çalışma ücretinin ödenmediği iddiası ile Bölge Müdürlüğü'ne<br />

başvurmuş ve bunu takiben hizmet sözleşmesi işveren tarafından feshedilmiştir.<br />

Yüksek Mahkeme davacı tanıklarının feshin kötüniyete dayan-


dığını doğrulamadığını, bu bağlamda varsayıma gidilerek kötüniyet tazminatına<br />

hükmedilemeyeceği yönünde karar vermiştir. Somut olayın<br />

şartları bilinmemekle birlikte, ĐşK.md. 13'ün amacı çerçevesinde örneğin<br />

işçinin verimsizliği, ekonomik nedenler, işyerinde reorganizasyona gitme<br />

vb. nedenler bulunmadıkça şikayeti takiben yapılan fesihte şikayet olgusu<br />

fiili bir karine olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda, kanıt yükünün yer<br />

değiştirdiğinden hareketle işverenin kanıtları çerçevesinde olayın değerlendirilmesi<br />

önem taşıyacaktır.<br />

III. HĐZMET SÖZLEŞMESĐNĐN HAKLI NEDENLE FESHĐ<br />

1. Sözleşmenin Đşçi Tarafından Haklı Nedenle Feshi<br />

a) Ücretin Ödenmemesi<br />

ĐşK. md. 16/II d uyarınca işçinin ücreti kanun hükümleri veya iş<br />

sözleşmesi şartları gereğince hesap edilmez veya ödenmezse işçi<br />

hizmet sözleşmesini haklı nedenle feshedebilir. Bu ücret temel ücret<br />

gibi ücret eklerini de kapsar. <strong>Yargıtayın</strong> 08.05.<strong>2001</strong> tarih,<br />

5254/8030 sayılı kararında isabetli olarak fazla çalışma parasının<br />

ödenmemesi nedeniyle gerçekleştirilen feshin haklı fesih niteliğinde<br />

olduğu hükme bağlanmıştır (Çimento Đşveren D., Cilt 15, S.4,<br />

Temmuz <strong>2001</strong>, 36).<br />

Y9HD'nin 08.05.<strong>2001</strong> tarih, 5254/8030 sayılı kararında (Çimento Đşveren<br />

D.,Cilt 15, Sayı 4, Temmuz <strong>2001</strong>) fazla çalışma ücretinin ödenmemesi<br />

gerekçesi ile hizmet sözleşmesini fesheden ve kıdem tazminatı ile<br />

fazla çalışma ücretinin tahsiline karar verilmesini talep eden davacının<br />

talebi yerel mahkemece reddedilmiştir. Yerel mahkeme red gerekçesi olarak<br />

davacının fazla çalışma ücretinin de gösterildiği ücret bordrolarını ihtirazi<br />

kayıt koymaksızın imzaladığı belirtilmiştir. Yüksek Mahkeme Ocak<br />

1997 tarihinden sonraki bordrolarda fazla mesai ödendiği yer almış ve<br />

davacı tarafından bordrolar ihtirazi kayıt konulmaksızın imzalanmış ise<br />

de, Nisan 1996-Ocak 1997 tarihleri arasındaki bordrolarda fazla çalışma<br />

ücreti ödemesinin görülmediği, oysa bu süre içerisinde fazla çalışmanın<br />

gerçekleştiğinin anlaşıldığı, feshin ĐşK.md. 16/II d uyarınca haklı nedenle<br />

fesih niteliğinde olup kıdem tazminatına hak kazanıldığı gerekçesi ile yerel<br />

mahkeme kararını bozmuştur. <strong>Yargıtayın</strong> anılan kararı önceki yıllarda<br />

verdiği kararlar ile uyumlu olup, isabetlidir<br />

b) Đş şartlarının esaslı surette değişmesi<br />

Đş şartlarının esaslı surette değiştirilmesine ilişkin kararlar arasında<br />

işçinin çalıştığı iş veya işyerinin değiştirilmesine ilişkin kararlar önemli<br />

bir yer tutmaktadır. Bilindiği gibi, ĐşK. md. 16/II e hükmü işverence ça-<br />

97


lışma koşullarının esaslı bir tarzda değiştirilmesi veya uygulanmaması<br />

halinde işçiye hizmet sözleşmesini haklı nedenle fesih yetkisi tanımaktadır.<br />

Ancak yine aynı bent uyarınca, sözleşmelere buna aykırı hükümler<br />

konulması mümkündür. Toplu iş sözleşmesi, hizmet sözleşmesi veya bunun<br />

eki niteliğindeki personel yönetmeliği yada iç yönetmelik gibi kaynaklarda<br />

işverene tek yanlı değişiklik yapma yetkisinin tanınmış olması halinde<br />

işçinin haklı nedenle fesih hakkı doğmaz.<br />

Uygulamada da hizmet sözleşmesi veya iş ilişkisini düzenleyen diğer<br />

kaynaklarda işçinin çalıştırılacağı işyerinin değiştirilebileceği konusunda<br />

hükümlere yer verilmektedir. Böyle bir düzenlemenin bulunmadığı hallerde<br />

işveren işçinin onayını almak suretiyle işyerini değiştirebilir. Đşçinin<br />

muvafakatı olmaksızın iş koşullarında esaslı değişiklik niteliğinde işyeri<br />

değişikliği işçiye hizmet sözleşmesini haklı nedenle fesih hakkı verecektir.<br />

YHGK'nun 28.02.<strong>2001</strong> tarih, E. <strong>2001</strong>/9-221, K. <strong>2001</strong>/224 sayılı kararında<br />

belirtilen hususa yer verilmiş ve işçinin önceden muvafakatının<br />

alınması durumunda çalıştığı şehrin değiştirilmesinin haklı nedenle fesih<br />

nedeni olmayacağı hükme bağlanmıştır.<br />

Karara konu olayda taraflar arasında yapılan sözleşmede "işçi geçici<br />

veya daimi olarak işinin değiştirilmesine şimdiden muvafakat eder. Đşverenin<br />

Türkiye sınırları içindeki çalışma sahasının herhangi bir bölgesinde<br />

vazifelendirilebilir veya çalışma bölgesi değiştirilebilir. Çalışan, işveren tarafından<br />

vazifelendirildiği her bölgeye gitmeyi veya çalışma bölgesi değiştirildiğinde<br />

yeni çalışma bölgesine gitmeyi peşinen kabul eder" hükmü yer<br />

almaktadır. Şüphesiz taraflar arasındaki bu düzenleme kural olarak geçerli<br />

olup, işçi yapılan işyeri değişikliğine uymakla yükümlüdür. Meğer ki<br />

işyeri değişikliği ile birlikte iş şartlarında esaslı surette değişiklik niteliğinde<br />

iş, ücret, mevki gibi işçiye ĐşK md. 16/II e uyarınca hizmet sözleşmesini<br />

haklı nedenle fesih hakkı veren değişiklikler bulunsun. Öte yandan<br />

her hak gibi işverenin sözleşmeden doğan bu hakkını da dürüstlük<br />

kurallarına uygun şekilde kullanması gerekmekte olup, işçinin işinin veya<br />

işyerinin değiştirilmesine ilişkin hükümlerin mevcudiyetinin her türlü<br />

değişikliği geçerli kılacağından söz edilemez. (Bu konuda bak. K.D.<br />

Yenisey, Đşverene Hizmet Akdinde Tek Taraflı Değişiklik Yapma Yetkisi<br />

Veren sözleşme Hükümlerinin Denetimi, Prof.Dr. Nuri Çelik'e Armağan II,<br />

Đstanbul <strong>2001</strong>, 1175 vd.; M. Ekonomi, Çalışma Şartlarının Belirlenmesi<br />

ve Değişen Đlişkilere Uyumu, Prof. Dr. Kemal Oğuzman'a Armağan, Ankara<br />

1997, 166).<br />

Đş şartlarının esaslı surette değişmesi kapsamında verilen<br />

kararlardan bir kısmı işçinin işinin değiştirilmesidir. Đşçinin yapacağı<br />

iş sözleşmede tarafların karşılıklı iradeleriyle belirlenir ve işveren iş<br />

98


değişikliğini ancak işçinin onayını almak suretiyle değiştirebilir.<br />

Tıpkı işyeri değişikliğinde olduğu gibi, işçinin bu yoldaki onayı<br />

sözleşmeyle önceden alınabilir ve bu yöndeki sözleşme hükümleri<br />

kural olarak geçerlidir. Sözleşmede iş değişikliğine ilişkin bir hükme<br />

yer verilmediğinde işveren yönetim hakkı çerçevesinde iş<br />

değişikliğini gerçekleştirebilir. Ancak iş şartlarının esaslı bir biçimde<br />

değişmesi sonucunu yaratacak iş değişiklikleri işçiye ĐşK. md. 16/II e<br />

uyarınca hizmet sözleşmesini haklı nedenle fesih hakkı verir. Đş<br />

değişikliğinin iş şartlarında esaslı değişiklik niteliğinde olup olmadığı<br />

ise, işin ağırlığı, işçinin niteliklerine uygun olup olmadığı, işin<br />

niteliğinde ve ücrette düşme olup olmadığı gibi hususların<br />

değerlendirilmesi ile tespit olunur (Centel, 130 vd).<br />

Y9HD'nin 17.01.<strong>2001</strong> tarih, E. 2000/15654, K. <strong>2001</strong>/278 sayılı<br />

kararına (Çimento Đşveren D., C. 15, Sayı 2, Mart <strong>2001</strong>, 71) konu<br />

olayda davacı işçi belediyeye ait işyerinde fen işleri bölümünde<br />

çalışırken, temizlik işleri bölümüne alınmış, önce 10 gün rapor<br />

aldıktan sonra işyerine gitmemiştir. Bunu müteakiben işveren<br />

disiplin kurulu kararı ile hizmet sözleşmesini feshetmiştir. Davacı<br />

işçi kıdem ve iş güvencesi tazminatı talep etmiş ve yerel mahkemece<br />

istek doğrultusunda hüküm kurulmuştur. 9HD ise, hizmet<br />

sözleşmesinin işçi tarafından feshinden sonra işverenin fesih<br />

işleminin gerçekleştiğini bu bağlamda işverence yapılan feshin herhangi<br />

bir hüküm ifade etmeyeceği gerekçesi ile yerel mahkeme<br />

kararını iş güvencesi tazminatı yönünden bozmuştur. Kararın kıdem<br />

tazminatı bakımından onanmasından ise, davacının işinin<br />

değiştirilmesinin iş şartlarında esaslı surette değişiklik olarak<br />

nitelendirildiği anlaşılmaktadır. Karardan işçinin her iki işteki<br />

statüsü, alınan ücret, yapılan işin niteliği anlaşılamamakla birlikte,<br />

eğer anılan unsurlar bakımından önceki iş ile sonraki arasında esaslı<br />

sayılacak nitelikte bir değişiklik bulunuyorsa ĐşK md. 16/II e<br />

uyarınca işçinin sözleşmeyi haklı nedenle fesih hakkının doğduğu<br />

kabul edilmelidir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kararında dikkati çeken husus; işçinin işyerinin<br />

değiştirilmesinden sonra işe gelmemesinin fesih iradesi olarak<br />

yorumlanmasıdır. Đşçinin devamsızlığı fesih iradesi olarak<br />

yorumlanmış ve işverence disiplin kurulu kararı ile devamsızlık<br />

gerekçesi ile yapılan feshin herhangi bir sonuç doğurmayacağı<br />

belirtilmiştir. <strong>Yargıtayın</strong> konuya ilişkin olarak önceki yıllarda verdiği<br />

kararlarda işçinin değişikliği kabul etmeyerek eski işyerinde<br />

çalışması veya çalışmaya direnmesi durumunda hizmet sözleşmesinin<br />

işçi tarafından feshedilmiş sayılamayacağı ve bu durum üzerine<br />

99


sözleşmenin işveren tarafından haksız fesihle sona erdiği kabul<br />

edilmişti (Y9HD., 22.10.1998, 12387/15078, Tekstil Đşveren D., Ocak<br />

1999, 20 ve kararı olumlu bulan Süzek'in görüşü için bak.<br />

Değerlendirme 1998, 80-81).<br />

Đşçinin eski işyerinde çalışma yönünde bir arzusu veya talebi<br />

tespit edilemediği takdirde, sözleşmenin işe devam etmeme suretiyle<br />

ĐşK. md. 16/II e uyarınca işçi tarafından feshedildiğinin kabulü, fesih<br />

iradesinin açık olabileceği gibi zımni de olabileceği esası ile<br />

uyumludur. Bu noktada Yüksek Mahkemenin kararı isabetlidir. Ancak<br />

aksi olasılıkta, yani işçinin eski işyeri veya işinde çalışma yönünde<br />

arzusunun tespit edilebilmesi olasılığında işverence yapılan fesih<br />

esas alınarak haksız feshin hukuki sonuçları uygulanmalıdır. Teknik<br />

hukuki nitelendirme dışında sözleşmenin hangi tarafça feshedildiği,<br />

özellikle olaydaki gibi işverenin haksız feshinin cezai şarta bağlandığı<br />

durumlarda önem taşımaktadır.<br />

Kararda iş güvencesi tazminatına hak kazanma koşulları ve<br />

içeriği hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak salt<br />

işverence yapılan fesihlere ilişkin olarak kararlaştırılması<br />

varsayımında mahkemece talebin reddi yerindedir.<br />

Y9HD'nin 30.10. <strong>2001</strong> tarih, 10905/16708 sayılı kararına konu<br />

olayda (ĐBD., C. 76, S. 1, 2002, 266) davacı işçi uzun yıllar tır şoförü<br />

olarak yurt dışı taşıma işinde çalıştırılmış, ancak işverence yedek<br />

şoför olarak çalışması istenince prim alacağına hak<br />

kazanamayacağından bu görevi kabul etmeyerek işyerinden<br />

ayrılmıştır. Yüksek Mahkeme davacı işçinin işyerinden ayrılmasının<br />

ĐşK. md. 16/II-d. maddesi uyarınca haklı fesih şeklinde<br />

değerlendirilmesi gerektiği ve ihbar tazminatına hak kazanılamayacağını<br />

hükme bağlamıştır. ĐşK.md. 16/II d' ye göre; "<br />

Đşveren tarafından işçinin ücreti kanun hükümleri veya iş sözleşmesi<br />

şartları gereğince hesap edilmez ve ödenmezse" işçi hizmet<br />

sözleşmesini haklı nedenle feshedebilir. <strong>Yargıtayın</strong> kararı sonuç<br />

bakımından isabetli olmakla birlikte kanımca fesih nedeni olarak ĐşK.<br />

md. 16/II d yerine 16/II e'ye dayanılması yerinde olacaktır. Zira<br />

olaydaki ücret azaltımı yaptığı işin fiilen değiştirilmesi sonucu ortaya<br />

çıkmakta olup, işçinin mahrum kaldığı prim ödemesi daha önce ifa<br />

ettiği uzun yol tır şoförlüğünün sonucudur. Đş aynı kaldığı halde<br />

ücretin düşürülmesi sözkonusu değildir.<br />

Y9HD'nin iş şartlarında esaslı değişiklik konusunda bir diğer kararında<br />

(28.03.<strong>2001</strong>, 1470/5087, Tüba/Mevzuatbank-Pro), işyerinde konfeksiyon<br />

bölümünde çalışan bayan işçinin paketleme bölümüne verilme-<br />

100


sinin iş şartlarında esaslı surette değişiklik oluşturduğu ve davacının<br />

feshinin haklı nedenle fesih niteliğinde bulunduğu sonucuna varılmıştır.<br />

Kararda gerekçe olarak paketleme bölümünde genelde erkek işçilerin çalıştırıldığı,<br />

oldukça ağır paketlerin taşınması işinin yapıldığı, bayan işçilere<br />

10,5 kg geçmeyen paketler taşıtılmakla birlikte iş koşullarının ağırlaşmasının<br />

sözkonusu olduğu belirtilmiştir. <strong>Yargıtayın</strong> kararı isabetlidir<br />

c) Çalışma sürelerinin azaltılması – ücretin ödenmemesi<br />

Haklı nedenle feshe ilişkin Y9HD'nin 03.07.<strong>2001</strong> tarih, 7333/11242<br />

sayılı kararına konu olayda (Tühis, Kasım <strong>2001</strong>, 53 vd.) ekonomik sıkıntı<br />

nedeniyle işyerinde "ücretsiz izin" uygulamasına geçilmiştir.Buna göre<br />

işçiler iki gruba ayrılarak bir hafta birinci grubun çalışması ikinci grubun<br />

ücretsiz izinli sayılması, ertesi hafta ise 2. grubun çalışması ve birinci<br />

grubun ücretsiz izinli sayılması kabul edilmiştir. Uygulama üç-dört ay<br />

sürmüş ancak bu sürenin sonunda davacı işçi hizmet sözleşmesini bu<br />

uygulamayı devam ettiremeyeceğini belirterek feshetmiştir. Đşçi tarafından<br />

yapılan bu feshi müteakiben bu kez işveren sözleşmeyi devamsızlık<br />

gerekçesi ile feshetmiştir. Davacı işçinin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı<br />

Bölge Müdürlüğü'ne başvurması üzerine, iş müfettişi raporunda<br />

hernekadar bir hafta çalışma müteakip hafta ücretsiz izne gönderme uygulaması<br />

ve işverenin ibraz ettiği bordrolarda davacı işçinin birer hafta<br />

çalışmama olgusu bulunsa da, her ay tam çalışmış gibi ücretlerin ödendiğinin<br />

tespiti gerekçesi ile davacı işçi tarafından yapılan feshin haksız<br />

fesih olduğu kanaatine varılmıştır.<br />

Davacı işçinin feshi yerel mahkemece haklı fesih niteliğinde kabul<br />

edilerek, ihbar tazminatı talebi reddedilmiş kıdem tazminatı talebi ise hüküm<br />

altına alınmıştır. Kararın temyizi üzerine 9HD, salt ücret bordrolarının<br />

dikkate alınamayacağı burada esasen işyerinde birer haftalık çalışma<br />

düzenini öngören belgenin dikkate alınması gerektiği, davacının üç<br />

dört ay süreyle bu şekilde çalıştıktan sonra maddi sıkıntılar nedeniyle bu<br />

uygulamayı sürdüremeyeceği hususunda işverene ihtarname gönderdiği,<br />

bu bağlamda bordronun gerçeği yansıtmadığı gerekçesi ile haklı nedenle<br />

fesih sonucu kıdem tazminatının ödenmesi gerektiği gerekçesi ile yerel<br />

mahkeme kararını onamıştır.<br />

Ekonomik krizde işçi çıkarmayı önleme amacıyla kullanılan hukuki<br />

vasıtalardan birini çalışma sürelerinin azaltılması oluşturmaktadır. Hizmet<br />

akitlerine veya toplu iş sözleşmelerine önceden konulacak hükümlerle<br />

veya ekonomik krizin başgöstermesi ile işçi ve işveren tarafından<br />

karşılıklı irade ile bu şekilde bir çalışma ilişkisi kabul edilebilir ve esasen<br />

sözleşme ilişkisinin kısmi süreli hizmet sözleşmesine dönüştürüldüğü bu<br />

hallerde işçiye ödenecek ücretin de bu oranda indirimi mümkün ve ge-<br />

101


çerlidir (Bak. N. Çelik, Ekonomik Krizde Toplu Đşçi Çıkarmayı Önleyici<br />

Çözüm Arayışları, Prof. Dr. Turhan Esener'e Armağan, Ankara 2000,<br />

429). ĐşK. md. 60 taraflarca bu yönde yapılacak bir değişikliği engellememektedir.<br />

Bu bağlamda olayda, uygulamada genelde görüldüğü üzere<br />

hizmet sözleşmesinin askıya alınması biçiminde bir ücretsiz izin uygulamasına<br />

gidilmemiş, ancak çalışma sürelerinin azaltılması tercih edilmiştir.<br />

Yargıtay kararında " burada asıl ağırlık olan husus, her iki tarafın<br />

fesihten üç, dört ay önce kabul etmiş olduğu 16.04.1999 tarihli belgenin<br />

değerlendirilmesidir. Gerçekten bu belgeye göre, yeni bir uygulama başlatılmış<br />

ve bu uygulamanın da işyerinde belirsiz bir süre için devam edeceği<br />

bütün işçilere duyurulmuştur" ifadeleri yer almaktadır. Dolayısıyla<br />

karardan işçinin anılan uygulama için rızasının bulunup bulunmadığı<br />

açıkça anlaşılamamakla birlikte, anılan ifade açık veya zımni bir rızanın<br />

bulunduğu sonucu çıkarılmasına elverişlidir<br />

Ekonomik kriz nedeniyle çalışma sürelerinin azaltılması iki olasılık<br />

çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bunlardan ilki bu yöndeki bir uygulamanın<br />

işçinin rızası ile gerçekleşmesi ve bunun bir süreyle bağlı kılınmasıdır.<br />

Bu olasılıkta anılan sürenin sonuna kadar işçinin bu nedenle hizmet<br />

sözleşmesini haklı nedenle fesih hakkının varlığından kural olarak<br />

söz edilemez. Meğer ki, işçinin rızasına ilişkin irade beyanını sakatlayan<br />

nedenler bulunsun veya öngörülen uygulamanın amacını aşan bir süreyle<br />

uygulamaya devam edilmiş olsun. (Đsabetli olarak, sözleşmelerde yer verilen<br />

bu yöndeki değişiklik yetkisinin işverence hakkaniyet esasları içerisinde<br />

kullanılması ve bu bakımdan yargı denetimine tabi tutulması yönünde<br />

Ekonomi'nin görüşü için bak. Çalışma Şartlarının Belirlenmesi ve<br />

Değişen Đlişkilere Uyumu, 166). Bununla birlikte işçinin rızası alınmış<br />

olsa da, herhangi bir süre öngörülmeksizin çalışma sürelerinin azaltılması<br />

durumunda, dürüstlük kuralına göre sözleşmeye devamın beklenilmez,<br />

çekilmez hale geldiği anda işçinin ĐşK.md. 16/II e uyarınca hizmet<br />

sözleşmesini haklı nedenle fesih hakkının doğduğu kabul edilmelidir.<br />

Zira, haklı nedenle fesih hakkının niteliği kişinin sözleşmeye devamı<br />

beklenmez kılan hallere ilişkin fesih hakkından önceden süresiz olarak<br />

feragat etmesini engellediği gibi, iş şartlarındaki değişikliğin ekonomik<br />

nedenlerle geçici bir süre için gerçekleştirilmesi de bu sonucu gerektirir.<br />

Bir diğer olasılık ise, işçinin rızası bulunmaksızın işverenin tek yanlı iradesi<br />

ile bu yönde bir uygulamaya gitmesidir. Bu olasılıkta ise, işçinin ĐşK.<br />

md. 16/II e uyarınca iş şartlarının esaslı surette değişmesi gerekçesi ile<br />

hizmet sözleşmesini feshetmesi mümkündür. Ancak tüm olasılıklarda işçinin<br />

ücretinin tam olarak ödenmesi durumunda kural olarak hizmet<br />

sözleşmesini fesih hakkının doğduğundan söz edilemez<br />

102


Y9HD'nin kararında dikkati çeken husus "Bölge Müdürlüğü'nce yapılan<br />

inceleme sonucu işçilerin bordrolarında ücretsiz izne gönderme olgusu<br />

bulunmakla birlikte ücretlerin tam olarak ödendiğinin" yer almasıdır.<br />

Yüksek Mahkeme "olayların gelişim şekli karşısında ücret bordrolarının<br />

gerçeği yansıttığının kabul edilemeyeceği" ve "dairede oluşan çoğunluk<br />

görüşüne göre davalı tanıklarının dinlenmesine gerek duyulmadığı"<br />

gerekçesi ile kıdem tazminatı talebini kabul eden yerel mahkeme kararı<br />

onanmıştır.<br />

Karara ekli karşı oy yazısında ise, işverenin anılan uygulamaya rağmen<br />

işçilere ücretlerini tam olarak ödediği, bunun imzası inkar edilmeyen<br />

ücret bordrolarına göre iş müfettişi tarafından belirlendiği, daha önce işyerinden<br />

ayrılan ve yeterli bilgi veremeyen davacı tanıklarının anlatımlarının<br />

yazılı belgelerin aksinin kabulü için yeterli olmadığı, kararın eksik<br />

tahkikat nedeniyle bozulması gerekliliğine değinilmiş ve HUMK.'nun açık<br />

hükümlerine rağmen varsayımlarla, imzalı bordrolarda ödendiği görülen<br />

ücretlerin "işçinin korunması", "iş güvencesi" gibi genel ilkelerle ödenmediğini<br />

kabul etmenin mümkün olmadığı belirtilmiştir<br />

Karardan dosya içeriği anlaşılamamakla birlikte işverenin işçiyi bir<br />

hafta çalıştırıp bir hafta izin vermesi karşısında hayatın olağan akışına<br />

uygun olan durum çalışılmayan sürelerde ücretlerin ödenmemiş olmasıdır.<br />

Ancak karşı oy yazısında belirtildiği üzere yazılı belge niteliğinde imzalı<br />

ücret bordrolarına işçi tarafından itiraz edilmemiş, herhangi bir ihtirazi<br />

kayıt konulmamış, davacı ve davalı tanıklarınca da ücretlerin ödenmediği<br />

iddiası doğrulanmamışsa artık salt işçinin korunması ilkesinden<br />

hareketle ücretlerin ödenmediği yolunda karar vermek isabetli görünmemektedir.<br />

Bu bağlamda, eksik tahkikat gerekçesi ile kararın bozulması<br />

yönündeki aksi görüşün isabetli olduğu düşünülmelidir.<br />

2. Sözleşmenin Đşveren Tarafından Haklı Nedenle Feshi<br />

a) Hastalık nedeniyle hizmet sözleşmesinin feshi<br />

Bilindiği gibi ĐşK. md. 17/I'de hizmet sözleşmesinin sağlık<br />

nedenleriyle feshi düzenlenmiş olup, 17/I a'ya göre; işverenin haklı<br />

nedenle fesih hakkı "işçinin kendi kasdından veya derli toplu<br />

olmayan yaşayışından yahut içkiye düşkünlüğünden doğacak bir<br />

hastalığa veya sakatlığa uğraması halinde, bu sebeple doğacak<br />

devamsızlığın ardı ardına üç işgünü veya bir ayda beş iş gününden<br />

fazla sürmesi",<br />

17/Ib'de "işçinin bulaşıcı veya işi ile bağdaşmayacak şekilde<br />

tiksinti verici bir hastalığa tutulduğunun anlaşılması,<br />

103


(a) fıkrasında sayılan sebepler dışında işçinin kusuruna yükletilmeyen<br />

hastalık, kaza, doğum ve gebelik gibi hallerde işveren için hizmet akdini<br />

bildirimsiz fesih hakkı: Hastalık işçinin işyerindeki çalışma süresine<br />

göre 13 üncü maddedeki bildirim önellerini altı hafta aşmasından sonra<br />

doğar..."<br />

Y9HD 02.04.<strong>2001</strong> tarih, 1802/5190 sayılı kararına<br />

(Tüba/Mevzuat-bank-pro), konu olayda, davacı işçi işyerinde<br />

çalışırken rahatsızlığı üzerine alınan sağlık kurulu raporunda dikkat<br />

gerektirmeyecek işlerde çalışabileceği belirtilmiş, ancak hizmet<br />

sözleşmesi işverence bir hafta sonra feshedilmiştir. Đşçinin diğer<br />

işçilik hakları yanında ihbar ve kıdem tazminatı talebiyle açmış<br />

olduğu davada Yüksek Mahkeme "epilepsi hastalığının tedavisinin<br />

tam olarak mümkün olmadığının hayat deneyimleriyle bilindiği, 1475<br />

sayılı ĐşK. md. 17/I ve dairenin uygulamaları gözönünde tutularak<br />

ihbar tazminatının hüküm altına alınması gerektiği" yolunda hüküm<br />

tesis etmiştir.<br />

Gerçekten, "işçinin kendi kusuruna yükletilemeyen bir hastalık"<br />

olarak davacı işçinin hastalığının hizmet sözleşmesinin ĐşK. md. 17/I<br />

son uyarınca haklı nedenle feshine imkan verebilmesi için<br />

devamsızlığın sözkonusu olması gerekir. Oysa karardan anlaşıldığı<br />

üzere devamsızlık mevcut değildir ve bu bakımdan işçinin ihbar ve<br />

kıdem tazminatına hak kazandığı yolundaki Yüksek Mahkemenin<br />

kararı isabetlidir.<br />

104<br />

b) Devamsızlık nedeniyle sözleşmenin feshi<br />

Y9HD'nin 06.06.<strong>2001</strong> tarih, 7066/9658 sayılı kararına (Çimento Đşveren<br />

D., Cilt 15, sayı 5,Eylül <strong>2001</strong>, 37) konu olayda davacı işçi 29.09.1995-<br />

10.10.1995 tarihleri arasında ücretsiz izin kullanmış, göreve başladığı<br />

tarihte işverenden yeniden ücretsiz izin talebinde bulunmuş ancak<br />

isteğinin sonucunu beklemeden 11.10.1995 tarihinde işyerinden ayrılarak<br />

06.03.1996 tarihine kadar yaklaşık beş ay süreyle işe gelmemiştir.<br />

Yerel mahkeme davacının izinsiz ve mazeretsiz olarak devamsızlıkta<br />

bulunduğunu kabul etmiş, ancak işyerinde uygulanmakta olan toplu iş<br />

sözleşmesinin eki olan disiplin ceza cetvelinde devamsızlık halinde verilecek<br />

cezanın düzenlendiği ve işten çıkarma cezasının, devamsızlığın 3 kez<br />

tekrarlanmasından sonra verilebileceği, böyle bir durumun da bulunmadığı<br />

gerekçesi ile işverenin feshini haksız fesih olarak nitelemiştir.<br />

Yüksek mahkeme, davacının 11.10.1995 tarihinden itibaren işe gelmediğini,<br />

bir anlamda işi terk ettiğini, sürekli olarak işten ayrılan kişiye<br />

gündelik kesme cezası uygulanmasının gerçekle başdaşmayacağı gerek-


çesi ile yerel mahkeme kararının bozulmasına hükmetmiştir. Yıllık ücretli<br />

izin zamanının belirlenmesi gibi, yasanın öngördüğü haller dışında işçinin<br />

ücretsiz izin talebinin kabulü işverenin yönetim hakkı içerisindedir.<br />

Hizmet sözleşmesi veya toplu iş sözleşmesinde herhangi bir hüküm bulunmadıkça<br />

işverenin yasada öngörülen haller dışında ücretsiz izin talebini<br />

kabul zorunluluğu bulunmaz. Dava konusu olayda, işyerinde yürürlükte<br />

bulunan toplu iş sözleşmesinde "Đşçinin başvurması üzerine ve mazereti<br />

makul görülmek kaydıyla ücretsiz izin verilir..." hükmü yer almaktaysa<br />

da, şüphesiz bu hüküm işverene her türlü ücretsiz izin talebini kabul<br />

yükümlülüğü getirmemektedir. Öte yandan, devamsızlığın geçici olmadığı<br />

durumda toplu iş sözleşmesinde yer alan ücretten kesme cezasının<br />

uygulanması gereğinden de söz edilemez. TĐS'de yer alan devamsızlığın<br />

üç kez tekrarlanması durumunda işten çıkarma cezasının verilebileceği<br />

hükmü geçici süreli veya kısa süreli devamsızlık halleri olarak yorumlanmalıdır.<strong>Yargıtayın</strong><br />

kararı isabetlidir.<br />

c) Đşyerine alkollü olarak gelmek<br />

ĐşK. md. 77/A uyarınca "işyerine sarhoş veya uyuşturucu madde<br />

almış olarak gelmek ve işyerinde alkollü içki veya uyuşturucu madde<br />

kullanmak yasaktır" . Buna paralel olarak ĐşK. md. 17/II ç'de<br />

"işçinin...77. maddeye aykırı hareket etmesi" haklı fesih nedeni<br />

sayılmıştır.<br />

Y9HD. 24.09.<strong>2001</strong> tarih, 10238/14273 sayılı kararında<br />

(yayınlanma-mıştır) güvenlik elemanı olan davacı işçinin alkollü<br />

olarak işyerine geldiği sabit olmakla birlikte, sarhoşluk durumunun<br />

gerçekleştiğinin kanıtlanamadığı bu bağlamda ĐşK. md. 17/II ç<br />

uyarınca haklı fesih nedeninin gerçekleşmediği gerekçesi ile<br />

davacının ihbar ve kıdem tazminatı taleplerinin kabulü yönünde<br />

hüküm tesis etmiştir. Karar isabetlidir.<br />

d) Đşçinin başka işçiye sataşması<br />

Y9HD'nin 10.04.<strong>2001</strong> tarih, 412/5944 sayılı kararına konu<br />

olayda işyerinde ustabaşı olarak çalışan davacı işçinin hizmet<br />

sözleşmesi aynı yerde çalışan üç bayan işçiye sarkıntılıkta bulunduğu<br />

gerekçesi ile işverence feshedilmiştir. Yüksek Mahkeme feshin haksız<br />

olduğu iddiasıyla ihbar ve kıdem tazminatı taleplerini hüküm altına<br />

alan yerel mahkeme kararını; bayan işçilerin olayları yer belirtmek<br />

suretiyle ayrıntılı olarak anlattıkları, kendilerine sarkıntılık yapıldığı<br />

şeklinde iftirada bulunmalarının hayatın olağan akışına uygun<br />

olmadığı, sarkıntılık eyleminin gerçekleştiği gerekçesi ile bozmuştur.<br />

105


Đşyerinde cinsel tacizin gerçekleştiğine ilişkin ispat yükü MK. md. 6<br />

uyarınca işçide olup, bunun ispatlanabilmesi yolundaki zorluk<br />

açıktır. Ancak doktrinde de belirtildiği gibi, failin aynı işyerinde<br />

başka kadınlara yönelik taciz edici davranışları, mağdurda taciz<br />

olayından sonra meydana gelen tutum ve davranış değişiklikleri,<br />

failin mağdura yönelik tutum ve davranışlarındaki değişiklikler ve<br />

bunlar arasındaki kronolojik ilişkinin kanıtlanması karine kabul<br />

edilerek ispat yükü kolaylaştırılmalı (K. Bakırcı, Đşyerinde Cinsel<br />

Taciz, Đstanbul 2000, 202) ve bu yönde bir eylemin ispatlanabilmesi<br />

durumunda işverenin ĐşK. md. 17/II ç uyarınca haklı nedenle fesih<br />

hakkının doğduğu kabul edilmelidir.<br />

106<br />

e) Doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlar<br />

Y9HD.,10.05.<strong>2001</strong> tarih, 4092/8218 sayılı kararında (Çimento<br />

Đşveren D.,Cilt 15, Sayı 4, Temmuz <strong>2001</strong>, 37), sigorta şirketinde şef<br />

olarak çalışan davacının kendisi ve annesine ait araçlarda gerçeğe<br />

uygun olmayan şekilde hasarsızlık indirimi yapmış olmasının<br />

doğruluk ve bağlılığa uymayan bir davranış olduğu ve davalı işverence<br />

yapılan feshin haklı nedenle fesih niteliğinde bulunduğu gerekçesi<br />

ile, aksi yöndeki yerel mahkeme kararını bozmuştur. Đşçinin<br />

gerçekleştirdiği eylem doğruluk ve bağlılığa uymayan bir davranış<br />

olarak işverene ĐşK. md. 17/II d uyarınca haklı nedenle fesih hakkı<br />

verir ve bu itibarla Yüksek Mahkemenin kararı isabetlidir.<br />

YHGK'nın konuya ilişkin bir diğer kararında işyerinde genel müdür<br />

vekili olan davacının askeri birlik ve köy muhtarlıklarına kömür ve hurda<br />

malzeme yardımında bulunmasının doğruluk ve bağlılığa uymayan davranış<br />

olarak nitelenemeyeceği yolunda karar vermiştir. (14.02.<strong>2001</strong>, E.<br />

<strong>2001</strong>/9-110, K. <strong>2001</strong>/141) . Şüphesiz işçi sadakat borcu çerçevesinde işverenin<br />

menfaatleri için gerekli olanı yapmak, zarar verici davranışlardan<br />

kaçınmakla yükümlüdür. Dava konusu olay değerlendirildiğinde öncelikle<br />

işveren vekili konumunda olan genel müdür vekilinin yetkisi içerisinde<br />

çevredeki birlik, kurum vs ile ilişkilerin geliştirilmesi için bir kısım bağışların<br />

yapılması da yer alabilir. Ancak somut ilişkinin değerlendirilmesi ile<br />

işçinin böyle bir yetkisinin bulunmadığı durumda işyeri kasasından<br />

karşılıksız olarak bağış yapılması doğruluk ve bağlılığa aykırılık nedeniyle<br />

fesih hakkı vereceği gibi (ĐşK.md. 17/II d), aynı zamanda işçinin işverene<br />

ait makine veya tesisatı veya başka eşya ve maddeleri 10 günlük ücreti<br />

tutarı ile ödeyemeyecek derecede hasara veya kayba uğratması (ĐşK. md.<br />

17/II h) kapsamında da düşünülebilir.<br />

Karar olaya özgü nitelikler taşımaktadır. Öncelikle Yüksek Mahkeme<br />

kararın gerekçesinde isabetli olarak, işyerinin Diyarbakır Ergani'de bu-


lunduğunu, olağanüstü hal bölgesinde bağış yapılan askeri güçlerin ihtiyaç<br />

ve fedakarlıklarının izaha dahi gerek duyulmadığını, olayın bölgenin<br />

özel şartları çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini, güvenliğin son derece<br />

hassas olduğu bölgede bulunan ve büyük bir sanayi kuruluşu olan<br />

işyerinin sağlıklı şekilde üretimine devam edebilmesi için bölgede güvenliği<br />

sağlayan askeri birliklerle yakın ilişki ve yardımlaşma içinde bulunmasının<br />

gerekli olduğu, aynı şekilde halkla yakın ilişkinin de önemli olduğu,<br />

bunun en etkin yolunun cami gibi ibadet yerlerine yapılan yardım<br />

olduğunu belirtmiştir. Yine kararda yapılan yardımların gizli olmayıp, davacı<br />

işçi tarafından tutanaklarla durumun tespit ettirildiği, yapılan bağışlarda<br />

tamamen işyerinin menfaatinin gözetildiği ve miktarların işyerinin<br />

kapasitesine göre çok düşük olduğu vurgulanmıştır. Olayın özellikleri; bu<br />

bağlamda işyerinin bulunduğu yer, işçinin işveren vekili niteliğinde olması,<br />

yapılan bağış ve yardımlarda işveren ve işyerinin menfaatinin dikkate<br />

alınması, bunların tutanaklarla işyeri kayıtlarına aksettirilmesi gibi<br />

hususlar dikkate alındığında feshin haklı nedenle fesih niteliğinde bulunmadığı<br />

yolundaki Yüksek Mahkeme kararı isabetlidir.<br />

Y9HD'nin 28.03.<strong>2001</strong> tarih 1459/5076 sayılı kararına (Tüba/Mevzuatbank-Pro)<br />

konu olayda davacı işçinin işyerine giriş kartının başka bir<br />

arkadaşınca onun yerine kullanılmasının doğruluk ve bağlılığa uymayan<br />

davranış içerisinde düşünülemeyeceği gerekçesi ile davacı lehine ihbar ve<br />

kıdem tazminatının ödenmesi yönünde karar verilmiştir. Kararda işçinin<br />

olayın vuku bulduğu günde işyerinde çalıştığı ancak bir yakınının vefatı<br />

nedeniyle üzgün olduğu için giriş kartını bastırdığı belirtilmektedir. Şüphesiz<br />

işçinin işyerinde çalışmış olması ihtimalinde salt kartın başka bir<br />

işçi tarafından basılmış olması hizmet sözleşmesinin haklı nedenle feshi<br />

için haklı neden oluşturmayacaktır. Bununla birlikte işçinin işyerine<br />

gelmemiş olması durumunda yapılan devamsızlık ĐşK.md. 17/II f'ye göre<br />

haklı nedenle fesih imkanı vermese bile bunun 17/II d uyarınca doğruluk<br />

ve bağlılığa aykırı bir durum oluşturacağı kabul edilmelidir.<br />

Y9HD'nin 26.02.<strong>2001</strong> tarih, E. 2000/19285, <strong>2001</strong>/3179 sayılı<br />

kararına (ĐBD, Cilt 75, Sayı 7-8-9, <strong>2001</strong>, 909) konu olayda işyerinde<br />

çalışma saatinin bitimini takiben işçilerin serviste bulunduğu bir<br />

sırada davacı işçiden bahçede kalan işlerin bitirilmesi istenmiş,<br />

davacı talebi reddetmiştir. Davacı işçi ertesi gün işe geldiğinde<br />

işverence kabul edilmemiştir. Davacının haksız fesih gerekçesiyle<br />

ihbar ve kıdem tazminatı talepleri yerel mahkemece reddedilmiş,<br />

9HD ise feshin haksız fesih niteliğinde olduğu gerekçesi ile yerel<br />

mahkeme kararını bozmuştur.<br />

107


Daire kararında gerekçe olarak; davacının çalışması istendiği<br />

anda servis aracında bulunduğu, işi o anda yapacak durumda<br />

bulunmadığı, o sıradaki ortamın işveren vekilince daha hoşgörülü bir<br />

şekilde işin halledilmesini gerektirebileceği, feshin işçi bakımından<br />

çok ağır sonuçlar getirebileceği, daha hafif bir ceza verme yoluna<br />

gidilebileceği ve bu itibarla feshin haksız fesih olup, ihbar ve kıdem<br />

tazminatlarının hüküm altına alınması gerektiği belirtilmiştir.<br />

Öncelikle karara konu olayda dikkati çeken husus; işveren<br />

vekilince istenen çalışmanın günlük çalışma süresinin dışında kalan<br />

bir sürede olmasıdır. Dolayısıyla burada bir fazla çalışma veya fazla<br />

saatlerle çalışma talebinin bulunduğundan söz etmek mümkündür.<br />

Şüphesiz işçinin önceden fazla çalışma konusunda muvafakatının<br />

bulunması durumunda, bu talebin reddi sağlık veya diğer makul<br />

nedenler bulunmadıkça, hizmet sözleşmesini haklı nedenle fesih<br />

hakkı verebilecektir. Bunun dışında -bahçedeki işlerin niteliği<br />

belirtilmemekle birlikte- zorunlu fazla çalışma koşullarının oluşması<br />

varsayımında işçinin muvafakatı gerekmez (ĐşK. md. 36). Zorunlu<br />

fazla çalışma şartlarının bulunduğu durumda işçinin muvafakatının<br />

aranmaması aynı zamanda bunun sadakat borcundan kaynaklanan bir<br />

yüküm niteliğinde olmasındandır. Diğer hallerde ise, işçinin normal<br />

çalışma süresinin bitiminden sonra çalışma talebini kabul<br />

yükümlülüğü bulunmaz ve işverenin bu nedenle gerçekleştirdiği fesih<br />

kural olarak haksız fesih niteliğindedir<br />

Somut olayda talep edilen çalışmanın niteliği anlaşılamamakla<br />

birlikte, Yüksek Mahkemenin kararı fazla çalışma koşullarının<br />

oluşmadığı varsayımında yerindedir. Ancak kararda dikkati çeken bir<br />

diğer husus; "Olayın cereyan şekli ve zamanı dikkate alındığında<br />

feshin işçi bakımından çok ağır sonuçlar getirebileceği, o an için daha<br />

hafif bir ceza verme yoluna gidilebileceğinin düşünülmesi açıktır"<br />

ifadesidir ki, işçinin çalışma talebini kabul yükümlülüğünün<br />

bulunmadığı kabul edildiğinde "daha hafif" bir cezadan söz edilmesi<br />

dayanaksız olduğu gibi, toplu iş sözleşmesi, işyeri yönetmeliği veya<br />

hizmet sözleşmesi ile getirilen geçerli bir düzenleme olmadıkça<br />

işverenin işçiye daha hafif olarak nitelenebilecek bir ceza<br />

vermesinden de söz edilemeyecektir. Esasen feshin ultima ratio<br />

olması esasına dayanan bu görüş, feshe karşı koruma bakımından<br />

önemlidir. Ancak bunun uygulanabilmesi şüphesiz hem fiilin bir<br />

disiplin cezasını gerektirir nitelikte bulunmasına hem de böyle bir<br />

disiplin cezası verilebilmesi için bunun hukuki temele sahip olmasına<br />

bağlıdır (Disiplin cezaları konusunda ayrıntılı bilgi için bak. A.<br />

Başbuğ, Türk Đş Hukukunda Disiplin Cezaları, Ankara 1999). Bu<br />

108


ağlamda Yüksek Mahkemenin somut olayda işçinin çalışma talebini<br />

reddi olgusunun haklı nedenle fesih hakkı vermeyeceğini kabulle<br />

yetinmesi ve bunun için yapılan çalışma talebini fazla çalışma<br />

yönünden değerlendirmesi yeterli ve gereklidir.<br />

9HD'nin 16.05.<strong>2001</strong> tarih, 5629/8500 sayılı kararı (ĐBD, Cilt 75,<br />

Sayı 7-8-9, <strong>2001</strong>, 910) yine haklı nedenle feshe ilişkin olup, yukarıda<br />

anılan kararda olduğu gibi, Yüksek Mahkeme davacının fiilleri<br />

karşısında "daha hafif bir cezayla yetinilmesinin hakkaniyete uygun<br />

düştüğü" feshin haksız olup, davacının ihbar ve kıdem tazminatına<br />

hak kazandığı belirtilmiştir.<br />

Dava konusu olayda davacı işçinin hizmet sözleşmesi işverence<br />

verilen görevleri aksattığı, zaman zaman işe geç geldiği, son defa da<br />

pompayı açık bırakarak kahvehanede çay içtiği gerekçesi ile<br />

feshedilmiştir. Feshi haklı bulan yerel mahkeme kararı davalı<br />

tarafından iddia edilen diğer fiillerin kanıtlanamadığı, son olarak<br />

pompayı açık bırakma olayının ise, hizmet sözleşmesinin feshini<br />

gerektirecek ağırlıkta bulunmadığı gerekçesi ile bozulmuştur.<br />

Davacı işçiye atfedilen olguların ĐşK. md. 17/II uyarınca haklı nedenle<br />

fesih nedeni olduğu açık olmakla birlikte, Yüksek Mahkemenin kararında<br />

belirttiği gibi görevlerin aksatılması olgusunun kanıtlanamaması karşısında<br />

ĐşK.md. 17/II g uyarınca haklı nedenle fesih hakkının doğmadığının<br />

kabulü yerindedir. Ancak işçinin son olarak gerçekleştiği sabit olan<br />

pompayı açık bırakarak kahvehaneye gitme eyleminin ise, esasen çalışma<br />

koşulları bilinmemekle birlikte, işçinin normal olarak iş saatleri içerisinde<br />

işyerinde bulunmasının öngörüldüğü bir çalışma ilişkisi olması durumunda<br />

kural olarak 17/II d kapsamında haklı fesih nedeni olarak kabulü<br />

gerekir. Yüksek Mahkemenin genelde son yıllardaki eğilimi doğrultusunda<br />

(Y9HD., 02.11.1999, 12411/16519, Değerlendirme 1999, 91) <strong>2001</strong> yılında<br />

da hizmet sözleşmesinin haklı nedenle feshi için eylemin ağırlığı yanında,<br />

tekrarlanıp tekrarlanmadığı, işveren için herhangi bir zararın doğup<br />

doğmadığı gibi hususları dikkate alarak işveren bakımından haklı nedenle<br />

fesih nedenlerinin sıkı yorumlanması yoluna gidildiği görülmektedir.<br />

Somut olayın özellikleri şüphesiz feshin haklılığında belirleyicidir. Ancak<br />

özellikle doğruluk ve bağlılığa uymayan durumlar için aynı fiilin<br />

tekrarlanmasının aranması, yasanın lafzında yer almadığı gibi, haklı nedenle<br />

fesih hakkının niteliğine de aykırıdır. Bunun gibi, doğruluk ve bağlılığa<br />

uymayan bir davranış sözkonusu olduğunda bunun işvereni zarara<br />

uğratması veya işin güvenliğini tehlikeye düşürüp düşürmemesi fesih<br />

hakkının doğması bakımından önem taşımaz. Zira işin güvenliğinin tehlikeye<br />

düşmesi veya işverenin zarara uğraması ĐşK. md. 17/II h'de ayrıca<br />

109


düzenlenmiştir. Bu nedenle olaya ilişkin özellikler saklı kalmak kaydıyla<br />

Yüksek Mahkemenin kararının isabetli olmadığı ve yine herhangi bir geçerli<br />

düzenleme bulunmadıkça daha hafif cezayla yetinilmesi gerektiği<br />

ifadesinin yerinde olmadığı belirtilmelidir.<br />

Y9HD toplu halde işi bırakma eylemi konusunda önceki yıllarda verdiği<br />

kararlara paralel olarak, <strong>2001</strong> yılında da anılan eylemin ĐşK.md.<br />

17/II d uyarınca haklı fesih nedeni olduğu yolunda kararlar vermiştir.<br />

Y9HD.'nin 18.09.<strong>2001</strong> tarih, 10898/13933 sayılı kararında (Çimento<br />

Đşveren D., Cilt 15, sayı 6, Kasım <strong>2001</strong>, 47) işyerinde çalışan 33 işçinin<br />

hizmet sözleşmesinin işverence feshedilmesi üzerine, bir kısım işçilerin<br />

topluca işi bırakarak fabrika önünde durumu protesto etmesinin ĐşK.md.<br />

17/II d' de yazılı hali oluşturduğu ve işverence yapılan feshin haklı nedenle<br />

fesih niteliğinde olduğu gerekçesi ile işçilerin tazminat isteklerini<br />

kabul eden aksi yöndeki yerel mahkeme kararını bozmuştur.<br />

Kararda değinilmesi gereken husus Y9HD'nin eylemi, TĐSGLK md. 25<br />

ve md. 45 uyarınca yasadışı grev veya yasadışı grev sonucu bağlanan yasadışı<br />

eylem olarak nitelemekten kaçınmasıdır (Şahlanan, Değerlendirme<br />

2000, 147). TĐSGLK' nun konuya ilişkin özel ve açık hükümleri karşısında<br />

esasen toplu halde yapılan bu eylem bakımından uygulanması gereken<br />

TĐSGLK hükümleri olmak gerekirse de (Süzek, Değerlendirme 1998,108),<br />

Yüksek Mahkemenin ĐşK. md. 17/II d hükmünü uygulaması yasadışı grev<br />

veya yasadışı eylemlere bağlanan hukuki ve cezai yaptırımların ağır<br />

olmasına bağlanabilir.<br />

110<br />

f) Đşyeri dışında işlenen suçtan dolayı tutuklanma<br />

Bilindiği gibi, Yargıtay işçinin işyeri dışında tutuklanıp hüküm giymesi<br />

durumunu hizmet sözleşmesinin ĐşK.md. 17/son uyarınca haklı nedenle<br />

fesih nedeni olarak kabul etmektedir.<br />

Ancak Yüksek Mahkeme bu konuda bir istisna öngörmektedir ki, bu<br />

kamuya ait işyerlerinde çalışanların devletin aleyhine işledikleri suçlarda<br />

hizmet sözleşmesinin feshinin ĐşK. md. 17/III'e girmediğidir. Yargıtay<br />

9HD daha önceki yıllarda verdiği kararlara paralel olarak, <strong>2001</strong> yılında<br />

verdiği bir kararda da "davalı kamu kurumuna ait işyerinde çalışmakta<br />

iken PKK ve terör olaylarına karışmaktan dolayı hakkında kamu davası<br />

açılmış ve sonuçta TCK.'nun 169. maddesi ve 3713 sayılı Terörle Mücadele<br />

Kanununun 5. maddesi uyarınca hüküm giymiştir. Bu durumda davacının,<br />

işyeri dışında bir suçtan tutuklanıp hüküm giymesi sözkonusu<br />

olduğu için devamsızlık sonucu işine son verildiğinin kabulü ile kıdem<br />

tazminatının hüküm altına alınması doğru değildir. Zira devlete karşı işlenmiş<br />

bir suç sözkonusu olduğundan kamu işyerinde çalıştırılması dü-


şünülemez" şeklinde hüküm tesis etmiş ve davacı işçinin kıdem tazminatı<br />

istemini kabul eden yerel mahkeme kararını bozmuştur (18.09.<strong>2001</strong>,<br />

10162/14059, yayınlanmamıştır).<br />

V. SÖZLEŞME ĐLE FESĐH HAKKININ SINIRLANMASI<br />

1. Hizmet Sözleşmesinin Feshinin Cezai Şarta Bağlanması<br />

a) Đşçiye yapılan eğitim gideri karşılığı olarak cezai şart öngörülmesi<br />

Bilindiği gibi, Yargıtay hizmet sözleşmesinde tek taraflı olarak<br />

işçi aleyhine kararlaştırılmış bulunan cezai şartın geçersizliği<br />

yolunda verdiği kararlarını 1998 yılından itibaren ikili bir ayırıma<br />

tabi tutarak değerlendirmeye başlamış ve bu görüşünü <strong>2001</strong> yılında<br />

da sürdürmüştür. Buna göre; tek yanlı işçi aleyhine cezai şart<br />

kararlaştırılması geçersiz olmakla birlikte, işçiye verilen eğitim gideri<br />

karşılığı sözleşmede belirli bir miktarın ödenmesinin öngörülmesi<br />

kural olarak mümkün ve geçerlidir.<br />

Sözleşmenin hiç veya gereği gibi ifa edilmemesi durumunda borçlunun<br />

alacaklıya karşı ifa etmeyi öngördüğü edimi ifade eden cezai şart kurumu<br />

genelde belirli süreli hizmet sözleşmesinin süresinden önce feshi<br />

durumuna ilişkin olarak kararlaştırılmaktadır. Sözleşmenin kararlaştırılan<br />

süreden önce feshi borca aykırılık oluşturur ve şüphesiz tarafların<br />

fesih sonucu ortaya çıkan zararlarının giderimini talep hakkı bulunmaktadır.<br />

Ancak cezai şart alacaklının zarara uğradığını ve zararın miktarını<br />

ispat zorunda olmaksızın tazminat elde edebilmesini sağlar. Bu bağlamda<br />

cezai şart alacaklının ifayı elde edebilmesi için bir baskı vasıtası olduğu<br />

gibi, aynı zamanda miktarı önceden kararlaştırılmış maktu bir tazminattır<br />

(Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, 455).<br />

Belirli süreli hizmet sözleşmelerinde tek taraflı işçi aleyhine cezai şart<br />

kararlaştırılamayacağına ilişkin Yargıtay kararları doktrinde eleştirilmiş<br />

ve bunun bir gereksinimin sonucu olduğu gibi, bunun karşılığını esasen<br />

BK.md. 325 hükmünün oluşturduğu belirtilmiştir. Gerçekten belirli süreli<br />

hizmet sözleşmesinin işverence süresinin bitiminden önce feshedilmesi<br />

durumunda işçinin BK. md. 325 uyarınca bakiye sözleşme süresine<br />

ilişkin ücreti tutarında tazminat talep etme hakkı bulunmaktadır. Oysa<br />

sözleşmenin işçi tarafından süresinin bitiminden önce feshi durumunda<br />

işveren ancak zararı ve zararın miktarını ispatlayarak bunun giderimini<br />

isteyebilir ki, bu beraberinde önemli zorlukları getirmektedir. Özellikle<br />

ekonomik konjonktürün yüksek olduğu dönemlerde, işçinin yaptığı işin<br />

vasıflı ve işverenin işletmesi için özel önem arzettiği durumlarda işçinin<br />

111


ediminin belirli süreyle güvencelenmesi yolunda işverenin korunmaya<br />

değer çıkarı açıktır. Üstelik hakimin BK. md. 161/son uyarınca indirim<br />

yetkisinin bulunması karşısında belirli süreli hizmet sözleşmesinde salt<br />

işçi bakımından kararlaştırılan cezai şartın adaletsiz sonuçlar vereceği ve<br />

tek yanlı olduğundan söz etmek mümkün görünmemektedir. (Bak.<br />

Oğuzman, Değerlendirme 1992, (Genel Görüşme), 84; Şahlanan,<br />

Değerlendirme 1992, (Genel Görüşme) 78; Alpagut, 198; M. P. Soyer,<br />

Hizmet Akdinin Đşçi tarafından Feshi Đçin Öngörülen Cezai Şartın<br />

Geçerliliği Sorunu, Prof. Dr. Turhan Esener'e Armağan, Ankara 2000,<br />

366-367) . Bu bağlamda Yüksek Mahkemenin eğitim gideri karşılığı olarak<br />

öngörülen cezai şart dışında belirli süreli hizmet sözleşmesinde salt<br />

işçi bakımından cezai şart kararlaştırılmasını tek taraflı cezai şart olarak<br />

niteleyerek geçersiz kabul etmekle aynı zamanda cezai şartın sözleşmeye<br />

uyulmasını sağlama için baskı unsuru olma işlevini dikkate almadığını<br />

düşünmekteyiz. Belirsiz süreli hizmet sözleşmesinde ise işçiye verilen<br />

eğitim karşılığı belirli bir süreyle çalışma taahhüdü ve buna aykırılığın bir<br />

cezai şarta bağlanması mümkün ve kural olarak geçerlidir.<br />

Y9HD'nin 16.04.<strong>2001</strong> tarih, 1800/6392 sayılı kararına konu olayda<br />

(Yasa Hukuk Dergisi, C. XX, S. 239/10, Ekim <strong>2001</strong>, 1302) davalı işçi ile<br />

davacı banka arasında kurulan hizmet sözleşmesinde davalının bireysel<br />

program yardımcılığı eğitim programına tabi tutulması öngörülmüş ve<br />

hizmet sözleşmesinin işçi tarafından sona erdirilmesi üzerine davacı<br />

banka sözleşme gereği eğitim bedelinin tahsilini talep etmiştir. Davacının<br />

bir diğer talebi ise, eğitim süresince iş görülmediğinden bahisle ödenen<br />

ücretlerin iadesidir. Yerel mahkeme davacının her iki talebini de hüküm<br />

altına almış, yüksek mahkeme kararı ücret talebi yönünden bozmuştur.<br />

Yargıtay'ın kararı eğitim karşılığı öngörülen cezai şartın geçerliliği noktasında<br />

önceki yıllarda verdiği kararları ile uyumlu olup aynı zamanda isabetlidir.<br />

Ancak işçiye belirli bir eğitimin verilmesi şüphesiz cezai şartın<br />

geçerli sayılabilmesi için yeterli olmamalıdır. Verilen eğitimin niteliği, eğitimin<br />

işçiye sağladığı yararlar, eğitim karşılığı çalışılması taahhüt edilen<br />

sürenin uzunluğu ve işverenin korunmaya değer menfaatleri cezai şartın<br />

geçerliliği bakımından belirleyici olmalıdır (Bu konuda bak. Soyer, Cezai<br />

Şart, 370 vd; Süzek, Değerlendirme 1998, 120-121).<br />

Yargıtay kararında eğitim süresince alınan ücretlerin iadesi talebi hususunda<br />

ise bozma kararı verilmiştir. Kararda ĐşK. md. 62/c uyarınca<br />

işçinin işveren tarafından başka bir yere gönderilmesi veya işverenle ilgili<br />

herhangi bir yerde meşgul edilmesi suretiyle asıl işini yapmaksızın geçen<br />

zamanların iş süresinden sayılacağı ve BK.md. 325 de düzenlenen işverenin<br />

temerrüdü hükümlerine dayanılmıştır. Gerçekten hizmet sözleşmesinin<br />

kurulması ile işçi işverenin emri ve otoritesi altına girmiş olup,<br />

112


eğitim süresi hizmet süresinden sayılmalıdır. Đşçinin eğitim sonrası çalışmamasının<br />

yaptırımı cezai şart ile tespit olunmuştur. Ancak sözleşmede<br />

açıkça cezai şartın kapsamında eğitim süresine ilişkin ücretin geri<br />

ödenmesi yolunda hüküm getirilmesi mümkün ve geçerli sayılmalıdır<br />

(bak. Soyer, 376 dn.76; Ekmekçi, Değerlendirme 1999, 66).<br />

9HD'nin aynı konuya ilişkin 19.09.<strong>2001</strong> tarih, 10099/14114 sayılı<br />

kararında ise (Çimento Đşveren Dergisi, Kasım <strong>2001</strong>, 49) yine davacı<br />

banka ile davalı arasında yapılan hizmet sözleşmesinde davalının yönetici<br />

adayı olarak işe alınmakta olduğu, bu amaçla özel eğitimden geçirileceği,<br />

eğitim süresinin bitiminden itibaren iki yıl içerisinde sözleşmenin işçi tarafından<br />

feshedilmesi (istifa) durumunda eğitim süresince banka tarafından<br />

kendisine ödenen ücretler ile banka dışı eğitmenler ve eğitim şirketlerine<br />

ödenen ücretlerin cezai şart olarak ödeneceği öngörülmüştür. Sözleşmenin<br />

öngörülen süre içerisinde işçi tarafından feshi üzerine davacı<br />

banka eğitim giderleri ve eğitim süresince ödenen ücretlerin iadesini talep<br />

etmiştir. Bu kez yerel mahkeme ücretlerin iadesi talebini reddetmekle<br />

birlikte, cezai şarta ilişkin talebi tek taraflı olduğu gerekçesi ile reddetmiştir.<br />

Yüksek Mahkeme yukarıda belirtilen kararda olduğu gibi, ücretlerin<br />

geri istenmesi olanağının bulunmadığını, ancak eğitim giderlerinin tahsili<br />

talebinin inceleme gerektirdiğini, ödenen eğitim gideri miktarlarının bilirkişi<br />

marifeti ile incelenip belirlenmesi ve BK.md. 161/son uyarınca değerlendirme<br />

yapılarak hüküm kurulması yönünde kararı bozmuştur.<br />

Yargıtay 9HD.'nin 23.05.<strong>2001</strong> tarih, 6142/8792 sayılı kararı (Yasa<br />

Hukuk Dergisi, C. XXI, sayı 242/1, Ocak 2002, 123) yine aynı yönde<br />

olup, davacı tarafından talep edilen eğitim giderinin, davalının eğitime<br />

katılıp katılmadığının anlaşılamadığı, sözleşmede öngörülen tazminata<br />

hükmedilebilmesi için davalının eğitime tabi tutulduğunun kanıtlanması<br />

gerektiği gerekçesi ile eksik inceleme ile karar verildiğinden bahisle yerel<br />

mahkeme kararı bozulmuştur.<br />

Bu bağlamda her üç karardan çıkan sonuç; Yüksek Mahkeme işçiye<br />

verilen eğitim gideri karşılığı olarak işçinin belirli süre çalışma taahhüdü<br />

ile birlikte cezai şart öngören sözleşme hükümlerini geçerli görmekte, tek<br />

taraflı cezai şart olarak nitelememekte ve bunlara hükmedilebilmesi için<br />

talep edilen miktarın sarfedildiğinin kanıtlanması gerektiği, bu bağlamda<br />

cezai şarttan ziyade gerçek bir zarar tazminini benimsediği, bu miktar<br />

üzerinden de hakimin BK. md. 161/son uyarınca tenkis yetkisinin bulunduğunu<br />

kabul ettiği görülmektedir. Şüphesiz eğitim gideri olarak yapılan<br />

miktarın tam olarak tespiti ve mahkemece bunun tahsiline karar verilmesi<br />

durumunda hakimin tenkis yetkisini çok daha dikkatli kullanması<br />

113


gerektiği zira burada artık zarar karşılığına hükmedilmesinin sözkonusu<br />

olduğu belirtilmelidir.<br />

Yargıtay 9HD'nin 29.11.<strong>2001</strong> tarih, 14517/18743 sayılı kararında ise<br />

(Yasa Hukuk Dergisi, C. XXI, S. 243/02, Şubat 2002, 276) yine bankacılık<br />

sektöründe taraflar arasında belirli süreli hizmet sözleşmesi yapılmış<br />

ve işçiye 4 ay süreyle eğitim verilmesi öngörülmüştür. Hizmet sözleşmesinde<br />

" Personel, banka 4 ay süreyle çok özel ve yüksek maliyetli olan<br />

bankacılık eğitimi vermiş olduğundan, 36 ay süreyle bankada çalışmayı<br />

beyan, kabul ve taahhüt eder. Personel işbu 36 ayın sona ermesinden<br />

önce her ne suretle olursa olsun, iş akdini fesheder ve/veya iş akdi 1475<br />

sayılı Đş Kanunu'nun 17/II. maddesi uyarınca sona erdirilirse 10.000.-<br />

USD'nin takip günündeki karşılığı tutarında cezai şart ödemeyi kabul<br />

eder" hükmü yer almaktadır. Sözleşmenin süresinden önce işçi tarafından<br />

feshi üzerine işveren 10.000 USD doları karşılığı cezai şart tutarını talep<br />

etmiş, yerel mahkemece istek kısmen hüküm altına alınmışsa da, yüksek<br />

mahkeme kararı bozmuştur.<br />

Kararın bozma gerekçesinde sözleşmede kararlaştırılan ve dava yolu<br />

ile talep edilen miktarın eğitim gideri olmayıp cezai şart olduğu, davacının<br />

eğitim giderinin tahsili yolunda bir talebinin bulunmadığı ve esasen eğitim<br />

giderinin ayrı bir dava konusu olabileceği ancak tek taraflı cezai şartın<br />

geçerli bulunmadığı belirtilmiştir. Bu bağlamda yüksek mahkeme işçiye<br />

eğitim verilse bile bunun cezai şart olarak değil, eğitim gideri olarak<br />

talep edilebileceğini ve salt harcanan ve kanıtlanan miktarın talep konusu<br />

olabileceğini belirtmektedir. <strong>Yargıtayın</strong> görüşü doğrultusunda; işçiye bir<br />

eğitim giderinin yapılması durumunda bunun geçerliliğini ayrıca ve<br />

açıkça doğrudan eğitim gideri olarak kararlaştırılmasına bağlamak<br />

isabetli görünmemektedir. Nitekim, dava konusu hizmet sözleşmesi incelendiğinde<br />

36 ay süreli çalışma taahhüdünün "işçiye verilen yüksek maliyetli<br />

eğitimin karşılığı olduğu" sözleşme metninde açıkça anılmaktadır.<br />

Eğitim gideri karşılığı ödenen miktarın tahsiline ilişkin hükmün de bir cezai<br />

şart niteliğinde bulunması ve yine hakimin hukuki sebebi kendiliğinden<br />

araştırması yönündeki HUMK. md. 76 hükmü çerçevesinde; cezai<br />

şart olarak kararlaştırılan miktarın talep edilmesine ancak eğitim yapılıp<br />

yapılmadığı araştırılarak ve yapılmışsa bu eğitimin tutarı belirlenerek<br />

anılan miktar yüksek ise bunun tenkisi ve tahsiline karar verilmesi<br />

mümkün olmalıdır. Bu bağlamda Yüksek Mahkeme'nin kararını isabetli<br />

bulmamaktayız. Nitekim, Y9HD'nin 29.03.2000 tarihli bir kararında;<br />

"personel özel eğitimden geçirileceğinden her ne suretle olursa olsun iki<br />

yıl tam olarak dolmadan işten ayrıldığı veya hizmet sözleşmesi 17/II uyarınca<br />

feshedildiği takdirde üretime doğrudan katılmaksızın öğrenmekle<br />

geçirdiği staj süresince kendisine ödenen aylık, ikramiye vs eklentilerine<br />

114


karşılık olarak 300.000.000 TL'nin ödeneceği"ne ilişkin sözleşme hükmünü<br />

geçerli saymıştı. Yargıtay kararında cezai şartın "belirli bir nedene<br />

bağlı olarak" öngörüldüğünü, davacı işçinin eğitime tabi tutulması durumunda<br />

sözleşmedeki cezai şartın geçersizliğinin kabul edilemeyeceği belirtmişti<br />

(507/41000, kararın değerlendirilmesi için bak. Narmanlıoğlu,<br />

Değerlendirme 2000, 43).<br />

b) Đşverenin fesih hakkının neden yönünden sınırlanması ve cezai<br />

şarta bağlanması<br />

Đşverenin fesih hakkının fesih nedeni yönünden sınırlanması uygulamada<br />

hem bildirimli fesih hem de haklı nedenle fesih hakkının kullanımına<br />

ilişkin görülmektedir. Bu bağlamda toplu iş sözleşmelerinde getirilen<br />

hükümlerle belirsiz süreli hizmet sözleşmelerinin bildirimli feshi<br />

meşru ve makul nedenlerin bulunmasına bağlanmakta ve buna uyulmaması<br />

durumunda cezai şart öngörülmektedir. Haklı nedenle fesih bakımından<br />

ise, ĐşK. md. 17'de yer alan nedenlerin işçi lehine değiştirilmesi<br />

veya bunların yerine disiplin cezalarının uygulanması öngörülmektedir.<br />

Yüksek Mahkeme isabetli olarak işverenin bildirimli fesih hakkını<br />

meşru ve makul nedenlerin varlığıyla sınırlayan hükümlerle birlikte öngörülen<br />

parasal yaptırımları cezai şart olarak nitelemekte ve kural olarak<br />

geçerli kabul etmektedir.<br />

Y9HD'nin <strong>2001</strong> yılında konuya ilişkin verdiği bir kararda işverenin<br />

yapacağı fesih TĐS'le meşru ve makul sebeplere bağlanmış ve meşru sebeplerin<br />

bulunmaması durumunda cezai şart ödeneceğine ilişkin hüküm<br />

getirilmiştir. Karara konu olayda; davacının hizmet sözleşmesinin işverence<br />

feshi üzerine cezai şartın tahsili talep edilmiştir. Yüksek mahkeme<br />

isabetli olarak davacının "işyerinde çalışmadığı, verimsiz olduğu ve son<br />

kez de işyerinde çalışan arkadaşlarını tehdit ettiği" bu itibarla feshin<br />

meşru ve makul sebeplere dayandığı gerekçesi ile cezai şarta hak kazanılamayacağını<br />

belirtmiştir (24.09.<strong>2001</strong>, 10249/14284, yayınlanmamıştır).<br />

YHGK'nun 28.02.<strong>2001</strong> tarihli kararında yine aynı esasa yer verilmiş<br />

ve "toplu iş sözleşmesiyle hüküm altına alınan tazminatın kabulü için gerekli<br />

sebep olmadan işten çıkarılmanın sözkonusu olması gerekir. Davacının<br />

odacılık kadrosunun işyerinde tasarruf tedbirleri sebebiyle personel<br />

kısıtlamasına gidildiğinden iptal edilmesi sebebiyle sona erdirildiği anlaşılmaktadır.<br />

Đşyerinde böyle bir uygulamaya gerçekten ihtiyaç duyuluyorsa<br />

bu hususun gerekli sebep olarak kabulü gerekir. Somut olayda davacının<br />

hizmet akdi sona erdikten sonra işyerinde devamlı çalıştırılan bir<br />

işçi işe alınmamıştır. Bu nedenle isteğin reddi gerekir" şeklinde gerekçe<br />

115


oluşturulmuştur ki, karar isabetli ve önceki kararlarla uyumludur<br />

(28.02.<strong>2001</strong>, E. <strong>2001</strong>/9-204, K. <strong>2001</strong>/206, Yasa Hukuk D. C. XXI, S.<br />

242/01, Ocak 2002, 128)<br />

<strong>Yargıtayın</strong> konuya ilişkin bir diğer kararında (04.04.<strong>2001</strong>,<br />

4182/5531, Tüba/Mevzuatbank-Pro) toplu iş sözleşmesinde yer alan "...<br />

belediyelere bağlı işyerlerinde çalışmakta olan işçiler, keyfi olarak ve<br />

haksız bir sebepten dolayı gerek bireysel ve gerekse toplu olarak işten çıkarılamazlar.<br />

Keyfi ve haksız bir sebeple işten çıkarmalarda işveren işten<br />

çıkardığı her işçiye ...7 katı (yedi aylık maaş tutarında) iş güvencesi tazminatı<br />

ödemeyi taahhüt eder" kuralına dayanarak iş güvencesi tazminatı<br />

talep eden işçinin hizmet sözleşmesinin davalı belediyenin ekonomik sıkıntıda<br />

bulunması nedeniyle feshedildiği gerekçesi ile isabetli olarak anılan<br />

tazminatı talep edemeyeceği yönünde karar verilmiştir.<br />

Y9HD'nin 20.02.<strong>2001</strong> tarihli kararına konu olayda (1972/3003, Đşveren<br />

D., Mart <strong>2001</strong>, 16) toplu iş sözleşmesiyle "tenkisat ve 1475 sayılı Kanunun<br />

17/2 maddesine göre iş akdi feshedilenlerin dışında, işçinin iş<br />

akdinin feshi halinde işveren işçiye 12 maaş giydirilmiş brüt kötüniyet<br />

ücretini öder" hükmü yer almıştır.Yüksek mahkeme kararında davacı işçinin<br />

hizmet sözleşmesinin ekonomik sıkıntı nedeniyle tenkisat çerçevesinde<br />

gerçekleştiğini, bu konuda bölge çalışma müdürlüğü ile görüşme<br />

yapılıp, işçilerin üyesi bulundukları sendika ile bir protokol düzenlendiğinin<br />

bunların sonucunda 49 işçinin hizmet sözleşmesinin feshedilerek<br />

işyerine bazı nitelikli işçilerin alındığının anlaşıldığı, tensikat için toplu iş<br />

sözleşmesinde ayrık kural öngörüldüğü, bu nedenle cezai şartın talep<br />

edilemeyeceğini hükme bağlamıştır. Şüphesiz yüksek mahkemenin kararı<br />

olayda tensikat koşulları bulunması kaydıyla somut olay bakımından<br />

isabetlidir. Ancak olayda sözkonusu toplu iş sözleşmesi incelendiğinde<br />

öncelikle toplu iş sözleşmesi taraflarının feshe ilişkin getirilecek sınırlamalar<br />

bağlamında düzenleme yetkileri tartışılabilir. Diğer bir ifadeyle işverenin<br />

bildirimli fesih hakkını sınırlayıcı hükümler getirmek kural olarak<br />

mümkün olmakla birlikte, taraflar bu konudaki yetkilerini hangi sınırlar<br />

içerisinde kullanabilirler<br />

Öncelikle bu sınırlama hakkın ortadan kaldırılması niteliğinde olamayacağı<br />

gibi, hakkın kullanımını aşırı derecede sınırlayıcı ve hakkın<br />

amacına da aykırı olamaz. Bu bağlamda bildirimli fesih hakkı meşru ve<br />

makul nedenlerin varlığına bağlanabilir, işverenin feshi ihbarda uyması<br />

gerekli sıra veya yöntem belirlenebilir. Ancak bildirimli fesih hakkının<br />

amacına uygun kullanımını ifade eden; işyerinin reorganizasyona gitmesi,<br />

kapanması, işçinin verimsizliği gibi durumlarda olayda görüldüğü üzere<br />

bu tür fesihlerin kötüniyetli fesih olarak nitelendirilmesi ve cezai şarta<br />

116


ağlanması yolundaki düzenlemeler feshi aşırı derecede zorlaştırıcı görünümü<br />

nedeniyle geçerli sayılmamak gerekir. Nitekim bu açıklamalar<br />

ĐşK.md. 17/I ve III bakımından da geçerlidir. Zira ĐşK. md. 13 belirsiz süreli<br />

hizmet sözleşmesinde kişilik haklarının korunması gereği sözleşmeyle<br />

sınırsız bir süreyle bağlı kalmanın önlenmesi (F.H. Saymen, Türk Đş Hukuku,Đstanbul<br />

1954, 550; N.Çelik, Đş Hukuku Dersleri, 15. Bası, Đstanbul<br />

2000, 157; M.K.Oğuzman, Hizmet (Đş) Akdinin Feshi, Đstanbul 1955, 19;<br />

S. Süzek, Đş Akdini Fesih Hakkının Kötüye Kullanılması, Ankara 1976,<br />

27), haklı nedenle fesihte ise, sözleşme belirli veya belirsiz süreli olsun<br />

dürüstlük kurallarına göre sözleşmeye devamı beklenmez olan tarafa borç<br />

ilişkisinden kurtulma olanağının sağlanması sözkonusudur (Saymen,<br />

551, Çelik, Đş Hukuku Dersleri, 157; Süzek, Đş Akdini Fesih Hakkının Kötüye<br />

Kullanılması, 16-17). Dolayısıyla gerek fesih hakkının anılan nitelikleri<br />

gerekse feshi ihbar hakkının kötüye kullanılması kavramı "tensikat ve<br />

ĐşK. md. 17/II dışında tüm fesihlerin kötüniyetli fesih" olarak nitelendirilmesine<br />

ve TĐS hükmüne mutlak bir geçerlilik tanınmasına imkan vermez.<br />

Somut olayda hakkın amacına göre kullanılıp kullanılmadığı yönünden<br />

incelemeyi gerektirir. Burada önemle belirtilmelidir ki, fesih<br />

hakkının amacına aykırı kullanıldığı durumlarda feshin cezai şarta bağlanması<br />

kıdem tazminatı tavanına ilişkin emredici hükmün dolanılması<br />

anlamına gelmemekle birlikte, hakkın amacına uygun olarak kullanıldığı<br />

durumlarda bu yöndeki hükümlerin kıdem tazminatı tavanına ilişkin hüküm<br />

karşısında geçerliliği de tartışılabilir (Alman hukukunda işverenin<br />

feshi ihbar hakkının bertarafı mümkün görülmekle birlikte, işletmeye<br />

bağlı sebeple fesihte fesih hakkının süresiz olarak bertarafı kabul edilmediği,<br />

işçinin ediminin talep edilemeyeceği hallerde fesih geçerli görüldüğü<br />

gibi, haklı nedenle fesih nedenleri yasada kazuistik olarak sayılmadığından<br />

(hastalık veya hapis cezası gibi) işçinin kişiliğinden ve davranışlarından<br />

doğan fesih nedenlerinin de çalıştırılmayı davam bakımından<br />

beklenilmez ağırlıkta olması durumunda bu nedenlerin haklı nedenle<br />

fesih imkanı verdiği kabul edilmektedir (T. Kania/ M. Kramer,Unkündbarkeitsvereinbarungen<br />

in Arbeitsvertraegen, Betriebs-vereinbarungen<br />

und Tarifvertraegen, RdA 1995, Heft 5, 295 vd.)<br />

9HD'nin 22.01.<strong>2001</strong> tarih, E. 2000/16314, K. <strong>2001</strong>/465 sayılı kararında<br />

(Tüba/Mevzuatbank-Pro) davacı işçi feshin haksız olduğu iddiası ile<br />

toplu iş sözleşmesinde öngörülen haksız fesih tazminatı talebinde bulunmuş,<br />

yerel mahkemece talep doğrultusunda hüküm tesis edilmiştir.<br />

Yüksek mahkeme fesih tarihinde yürürlükte bulunan TĐS kuralının incelemeye<br />

tabi tutulmadığı, genelde iş güvencesi tazminatına hak kazandığını<br />

davacı işçinin ispat etmesi gerektiği, bunun ispat edilmiş olup olmadığının<br />

mahkemece değerlendirilmediği eksik inceleme gerekçesi ile yerel<br />

117


mahkeme kararını bozmuştur. Karar metninde sözkonusu TĐS hükmü yer<br />

almamakla birlikte, tazminatın haksız fesih haline özgülenmiş olması durumunda,<br />

feshin haklılığına ilişkin ispat yükü işverendedir. Bu bağlamda<br />

Yüksek Mahkemenin genelde iş güvencesi tazminatına hak kazanıldığının<br />

işçi tarafından ispat edilmesi gerektiğine ilişkin ifadesi yerinde değildir.<br />

Bu tazminatın bir kötüniyet tazminatı niteliğinde olması durumunda ise,<br />

ispat yükü işçide olmakla birlikte somut olguların değerlendirilmesi,<br />

olayların kronolojik sırası feshin kötüniyetli fesih niteliğinde olup olmadığı<br />

konusunda belirleyicidir.<br />

9HD'nin bir diğer kararında yine toplu iş sözleşmesinde öngörülen<br />

keyfi ve haksız işten çıkarma durumunda kıdem tazminatının on katı tutarında<br />

iş güvenliği tazminatı ödeneceğine ilişkin hükme dayanarak iş<br />

güvencesi tazminatına hükmedilmesi durumunda ayrıca ĐşK. md. 13/C'de<br />

öngörülen kötüniyet tazminatına hükmedilemeyeceği yolunda karar<br />

verilmiştir. Gerçekten toplu iş sözleşmesinde iş güvencesi tazminatı adı<br />

altında kötüniyet veya haksız fesih tazminatı öngörülmesi durumunda<br />

taraflar anılan durumlar için özerk düzenleme yetkileri çerçevesinde<br />

yaptırım belirlemiş olup, artık ĐşK. md. 13'de öngörülen tazminatın talep<br />

edilebilmesi mümkün olmamalıdır. Meğer ki, toplu iş sözleşmesinde<br />

açıkça her iki tazminatın talep edilebileceğine ilişkin hüküm bulunsun.<br />

Bu itibarla karar isabetlidir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> 22.05.<strong>2001</strong> tarih, 6099/8722 sayılı kararı toplu iş sözleşmesinde<br />

yer verilen disiplin hükümlerine ilişkindir (ĐBD., C. 76, S. 1,<br />

2002, 264-265). Karara konu olayda davacı işçinin hizmet sözleşmesi işveren<br />

temsilcisi belediye başkanına asılsız isnatlarda bulunduğu gerekçesi<br />

ile feshedilmiş, davacı işçi feshin haksız olduğu gerekçesi ile ihbar ve<br />

kıdem tazminatı taleplerinde bulunmuştur. Davacının taleplerini reddeden<br />

yerel mahkeme kararı Yüksek Mahkemece bozulmuştur. Kararın gerekçesinde<br />

toplu iş sözleşmesinin disiplin hükümlerine ilişkin 61. maddesinde<br />

"amirlere, çalışma arkadaşlarına ve maiyetine karşı küfür, hakaret<br />

ve fiili saldırıda bulunmak" eylemlerine öncelikle gündelik kesme cezası<br />

öngörüldüğü, bu nedenle davacı işçiye eylemi nedeniyle gündelik<br />

kesme cezası verilmek gerekirken hizmet akdinin feshine karar verilmesinin<br />

doğru olmadığı belirtilerek davacının ihbar ve kıdem tazminatı taleplerinin<br />

kabul edilmesi gerektiği yolunda hüküm tesis edilmiştir.<br />

Dava konusu olayda da görüldüğü gibi, uygulamada işverenin haklı<br />

nedenle fesih hakkına getirilen sınırlamalar ĐşK. md. 17 uyarınca fesih<br />

hakkı veren nedenlerin değiştirilmesi veya bunların yerine disiplin cezası<br />

öngörülmesi biçiminde gerçekleşmektedir. Şüphesiz yukarıda da belirtildiği<br />

gibi, toplu iş sözleşmesi taraflarının özerk düzenleme yetkileri çerçe-<br />

118


vesinde hizmet sözleşmesinin feshinin sınırlanmasına ilişkin düzenlemeler<br />

getirebilmeleri mümkün ve kural olarak bunlar geçerlidir. Ancak tarafları<br />

tüm çalışma koşullarının tespitinde olduğu gibi, işverenin fesih hakkına<br />

ilişkin getirecekleri düzenlemelerde de emredici yasal hükümler ve<br />

mevcut hukuk düzeni ile bağlı olup, toplu iş sözleşmesi hükümleri işverenin<br />

girişim özgürlüğüne, kişilik haklarına aykırı olamaz. Yasanın emredici<br />

hükümleri, işverenin girişim özgürlüğü, kişilik hakları bu konuda<br />

da toplu iş sözleşmesi özerkliğinin sınırını oluşturur. Bu bağlamda işverenin<br />

haklı nedenle fesih hakkını ortadan kaldıran düzenlemeler gibi<br />

hakkın kullanımını aşırı derecede sınırlayıcı, hakkın tanınma amacına<br />

aykırı düzenlemeler de geçerli kabul edilemez (Alman Hukukunda haklı<br />

nedenle fesih hakkına ilişkin BGB § 626 hükmünün her iki taraf için de<br />

emredici olduğu, bu itibarla bertaraf edilemeyeceği gibi aynı zamanda sınırlanmasının<br />

da mümkün olmadığı belirtilmektedir. Buna göre; haklı<br />

nedenle fesih hakkının kullanımına ilişkin olarak öngörülen sözleşme cezası,<br />

işten ayrılma tazminatı, ücretin ödenmesi gibi yaptırımlar feshi zorlaştırıcı<br />

nitelikte olup geçersizdir. (Zöllner/Loritz, Arbeitsrecht, 5. Aufl.,<br />

München 1998, 287 vd; Münchener Kommentar/Schwerdtner, Bürgerliches<br />

Gesetzbuch, Schuldrecht Besonderer Teil II, 3. Aufl. München 1997,<br />

944, 964; Ayrıca bak. G. Schaub, 8. Aufl., München 1996, 1123 vd.). Ancak<br />

hakkın özüne dokunmayan hakkın kullanımını sınırlama niteliğindeki<br />

hükümler kural olarak geçerlidir (Süzek, Đş Akdini Fesih Hakkının<br />

Sınırlandırılması, Kamu-Đş D., C. 6, S.4, 2002, 79 vd.; Narmanlıoğlu,<br />

Toplu Đş Sözleşmesi Özerkliği Çerçevesinde Đşçinin Feshe Karşı Korunması,<br />

Đktisadi, Sosyal ve Uluslararası Hukuki Boyutu Đle Đşçinin Feshe<br />

Karşı Korunması, Đstanbul 2002, 313 vd.). Bu bağlamda ĐşK. md. 17'de<br />

yer alan haklı fesih nedenlerinin toplu iş sözleşmesi ile işçi lehine değiştirilmesi<br />

kural olarak mümkün olmakla birlikte, bunun özellikle 17/II'de<br />

yer alan haller bakımından mutlak bir esas oluşturduğu söylenemez. Nitekim<br />

işverenin kişilik haklarına ilişkin, taraflar arasındaki güven ilişkisini<br />

zedeleyen, kanunlarda suç sayılan durumlara yönelik olarak madde<br />

metninde yer alan hususlar bu kapsamdadır.<br />

Sözkonusu toplu iş sözleşmesi hükmü değerlendirildiğinde "amirlere,<br />

çalışma arkadaşlarına ve maiyetine karşı küfür, hakaret ve fiili saldırıda<br />

bulunma" eylemine gündelik kesme cezasının öngörülmesi ve dolayısıyla<br />

fesih hakkının bertarafı kanımca haklı nedenle fesih hakkının özüne aykırı<br />

olduğu gibi, toplu iş sözleşmesi özerkliği ile de izah edilemez. Zira<br />

haklı nedenle fesih hakkının özünde hizmet sözleşmesine devamı katlanılmaz,<br />

çekilmez kılan durumlarda sözleşme ilişkisine derhal son verebilme<br />

olanağı yatar ve sürekli borç ilişkilerinde güven unsurunun zedelendiği<br />

durumlar haklı nedenle fesih nedeni oluşturur. Haklı nedenle fe-<br />

119


sih hakkından tarafların önceden feragat etmeleri, belirli olguların fesih<br />

nedeni olamayacağını kararlaştırmaları haklı nedenle fesih hakkını kaldırmaz.<br />

Bu tür anlaşmalar belirli bir durumun, fesih açısından haklılığını<br />

değerlendirmede tarafların münferit olgu hakkındaki düşüncelerini belirten<br />

bir işaret olarak alınabilir. Ancak fesih nedeni olamayacağı kararlaştırılan<br />

bir olgu, somut objektif şartlara göre, bir tarafın sözleşmeyle bağlı<br />

tutulmasını çekilmez hale getirmişse, tarafların anlaşmasına rağmen<br />

haklı nedenle fesih nedeni olarak ileri sürülebilir (Seliçi, Sözleşmeden<br />

Doğan Sürekli Borç Đlişkilerinin Sona Ermesi, 165). Şüphesiz fesih hakkının<br />

doğumundan sonra kişinin fesih hakkını kullanmaktan feragat<br />

edebilmesi ise mümkün ve geçerlidir.<br />

Haklı nedenle fesih hakkının bu niteliği dikkate alındığında anılan<br />

toplu iş sözleşmesi hükmündeki işçinin küfür etmesi, sataşması gibi durumlarda<br />

fesih hakkının kullanılamayacağı yolunda hükmün gerek bireysel<br />

hizmet sözleşmesi temelinde gerekse toplu iş sözleşmesi temelinde getirilmesi<br />

MK. md. 23 uyarınca kişilik haklarına ve haklı nedenle fesih<br />

hakkının özüne aykırıdır. Hükmün fesih hakkını tamamen bertaraf niteliğinde<br />

olmayıp, önce ücretten kesme cezası tekerrür halinde fesih şeklinde<br />

bir düzenlemenin getirilmesi de bir fark yaratmaz. Zira sözleşmeyi<br />

devamı çekilmez hale getiren, güven unsurunun zedelendiği durumda<br />

sözleşmeye derhal son verebilme imkanının bertarafı ve katlanılamaz bir<br />

ilişkiye devam sözkonusudur. Nitekim bu yönde bir hüküm kanunlarda<br />

suç sayılan fiilleri teşvik, tahrik ve himaye eden bir hüküm olarak TSGLK<br />

md. 5 çerçevesinde de değerlendirilebilir. Bu nedenle <strong>Yargıtayın</strong> kararını<br />

isabetli bulmamaktayız.<br />

120<br />

c) Cezai şartın tenkisi<br />

YHGK'nun 26.12.<strong>2001</strong> tarih, E. <strong>2001</strong>/9-1175, K. <strong>2001</strong>/1166 sayılı<br />

kararı cezai şartta indirime ilişkindir. Bilindiği gibi, BK. md. 158 vd da<br />

cezai şart kurumu düzenlenmiş, BK. md. 161/son'da cezai şartta indirim<br />

konusuna yer verilmiştir. BK. md. 161/son uyarınca "Hakim, fahiş gördüğü<br />

cezaları tenkis ile mükelleftir." Yargıtay yerleşik kararlarıyla belirli<br />

süreli hizmet sözleşmelerinde sözleşmenin süresinden önce haksız feshi<br />

durumuna ilişkin öngörülmüş cezai şart miktarının sözleşmenin ifa<br />

edilmiş süresi ile oranlı olarak tenkisini benimsemekte, bu yönde bir<br />

tenkisin yapılması durumunda dahi cezai şart miktarının fahiş olabileceği<br />

ve bu durumda da ifa edilmiş süreyle oranlı bir indirimin yapılmış olmasının<br />

cezai şartta ayrıca indirime engel olmayacağı görüşünü sürdürmektedir.<br />

Şüphesiz sözleşmenin ifa edilmiş süresi ile oranlı bir indirime gidilmesi<br />

cezai şartın tenkisi için kabul edilen ölçütlerden birini oluşturmaktadır.<br />

Ancak dikkat edilmesi gereken husus tenkise gidilebilmesi için<br />

öncelikle fahiş olma koşulunun gerçekleşmesidir ki, bu öngörülen mikta-


ın makul sayılamayacak derecede mübalağalı ve hakkaniyete aykırı olmasını<br />

ifade eder (Tekinay/Akman/Burcuoğlu/ Altop, Tekinay Borçlar<br />

Hukuku, Genel Hükümler, Đstanbul 1988, 472; Tunçomağ, Türk Hukukunda<br />

Cezai Şart, 145 vd.; C.Đ. Günay, Cezai Şart, Ankara 2002, 181<br />

vd.). Öte yandan tenkiste, cezai şartın salt zararın giderimi işlevine sahip<br />

olmadığı aynı zamanda borçluyu ifaya zorlayıcı baskı aracı olma niteliği<br />

de gözden uzak tutulmamalıdır. <strong>Yargıtayın</strong> önceki yıllarda verdiği kararlarda<br />

ise, hemen her durumda sözleşmenin ifa edilmiş süresiyle oranlı bir<br />

tenkise gidildiği söylenebilir.<br />

Dava konusu olayda taraflar arasında 01.01.1993-01.01.1998 tarihleri<br />

arasında geçerli olmak üzere belirli süreli hizmet sözleşmesi düzenlenmiş,<br />

sözleşme 01.01.1998 tarihinde sona ermesine rağmen davacı çalışmasını<br />

sürdürmüştür. Bu arada hizmet sözleşmesi işverence<br />

01.12.1998 tarihinde sona erdirilmiştir. Davacı hizmet sözleşmesinin 5.<br />

maddesinde yer alan " taraflardan herhangi birinin sözleşme süresi dahilinde<br />

sözleşmeyi fesih yoluna gitmesi halinde 42.000 DM cezai şart ödeyeceği"<br />

hükmüne dayanarak cezai şart talep etmiştir. Yerel mahkemece<br />

cezai şart tutarı 28.000 DM.' ye indirilmiş, 9. Hukuk dairesi ise bu miktarın<br />

fahiş olduğu gerekçesi ile bozma kararı vermişse de kararda direnilmesi<br />

üzerine konu HGK'nun önüne gelmiştir.<br />

Öncelikle genel kurul kararında dikkati çeken önemli noktalardan<br />

biri, belirli süreli hizmet sözleşmesinin Bk. md. 339/I uyarınca sukut ile<br />

tecditi halinde taraflar arasındaki sözleşmenin kanunun lafzına uygun<br />

olarak bir yıl süreyle uzamış sayıldığının kabul edildiği ifadesidir. Dolayısıyla<br />

Yargıtay'ın zincirleme sözleşmelerin varlığı için sözleşmenin 2. kez<br />

uzatılması (yenilenmesi) şartına ilişkin yerleşik görüşünü, <strong>2001</strong> yılında da<br />

sürdürdüğü görülmektedir. Belirli süreli hizmet sözleşmesinin bir kere<br />

uzatılması (yenilenmesi) durumunda objektif nedenlerin varlığını gerekli<br />

görmeyen bu görüş doğrultusunda bir yıl süreli olarak uzayan (yasanın<br />

deyimiyle yenilenen) sözleşme aynı şartları içerir.<br />

Hukuk Genel Kurulu kararında hakimin BK. md. 161/son hükmü<br />

uyarınca tenkis yetkisi konusunda da esaslar saptamış ve "hakim fahiş<br />

gördüğü cezaları tenkis ile mükelleftir" hükmünden hareketle borçlu ileri<br />

sürmese bile, cezai şarttan indirim yapılıp yapılmayacağını doğrudan görevinden<br />

ötürü saptamak zorunda olduğu ancak istisnai olarak tanınan<br />

bu hakkın ölçülü olarak kullanılması gerektiği belirtilmiştir. Yine kararda<br />

1961 tarihli HGK kararına atıfla indirimde dikkate alınacak hususlar belirtilmiştir.<br />

Buna göre "hakim tarafların ekonomik durumu, borçlunun<br />

ödeme yeterliliği ile beraber borcunu yerine getirmemiş olması dolayısıyla<br />

sağladığı yarar, borçlunun kusur derecesi, borca aykırı davranışın ağır-<br />

121


lığı, sözleşmeden beklenen yararın elde edilememesi ve akte aykırı davranılması<br />

yüzünden doğan zarar tutarı, işçinin çalıştığı ve çalışmadığı süreler,<br />

cezai şartın tazmin ve ceza fonksiyonlarının dengeli olarak korunması<br />

gereği prensiplerini gözönünde bulundurmalı, kullandığı takdir<br />

hakkını Yargıtay'ın denetimine olanak vermeye elverişli objektif esaslara<br />

dayandırmalıdır".<br />

Dava konusu olayda hizmet sözleşmesi sukut ile tecdit sonucu bir yıl<br />

süre ve aynı şartlarla uzamakla birlikte, taraflar arasındaki ilk sözleşmenin<br />

5 yıllık olduğu ve 42.000 DM' nin beş yıllık süre için kararlaştırılmış<br />

olduğu dikkate alındığında hakimin fahiş görülen cezai şartı bir yıl için<br />

uzayan ilişkide çalışılan süreyle orantılı tenkis dışında uzayan (yenilenen)<br />

süre de dikkate alınmak suretiyle tenkise tabi tutması yerinde olacaktır.<br />

YHGK' nun kararı tenkiste kabul edilen ölçütler bakımından isabetlidir.<br />

Y9HD'ne göre; toplu iş sözleşmesinde öngörülen "kıdem tazminatı tavanının<br />

on katı tutarında iş güvenliği tazminatı" niteliği itibariyle bir cezai<br />

şart olup, BK. md. 161/son uyarınca çok yüksek olan cezai şarttan indirim<br />

yoluna gidilmelidir (14.05.<strong>2001</strong>, 5528/8372 Tüba/Mevzuatbank-Pro).<br />

Kararda değinilmesi gereken hususlardan biri, <strong>Yargıtayın</strong> isabetli olarak<br />

kıdem tazminatı ölçüt alınmak suretiyle cezai şart tayinini geçerli kabul<br />

etmesi, bunu kıdem tazminatı tavanına ilişkin hükmü dolanma niteliğinde<br />

saymamasıdır. Gerçekten genelde hizmet sözleşmesinin haksız veya<br />

keyfi feshi halinde kıdem tazminatı temel alınarak tespit olunan miktarlar<br />

doğrudan kıdem tazminatı tavanının dolanılması şeklinde değerlendirilemez.<br />

Đş güvencesi tazminatı adı altında öngörülen miktar, esasen akde<br />

aykırılığın yaptırımı olarak kararlaştırılmış bir cezai şart niteliğindedir.<br />

Kararda dikkati çeken ikinci husus ise, toplu iş sözleşmesi ile kararlaştırılan<br />

cezai şart miktarının da indirime tabi tutulabilmesidir. Cezai şartın<br />

toplu iş sözleşmesi ile kararlaştırılmış olması onun bu niteliğini etkilemediği<br />

gibi, toplu iş sözleşmesinin de hukuki niteliği itibariyle bir sözleşme<br />

olması, mevcut hukuk düzeninin bir parçası olması temelini hakkaniyet<br />

ve dürüstlük kuralında bulan BK. md. 161/son hükmünün uygulanmasını<br />

gerektirir (Aynı yönde: Ekmekçi, Değerlendirme 1999, 175;<br />

F. Şahlanan, aynı yer (genel görüşme), 158-159; Aksi görüş: Ekonomi,<br />

Değerlendirme 1999, (Genel Görüşme),162; Güzel, aynı yer, 157; Narmanlıoğlu,<br />

Đşçinin Feshe Karşı Korunması, 333-334; Süzek, Đş Akdini<br />

Fesih Hakkının Sınırlandırılması, 88). Ancak toplu iş sözleşmesi ile getirilen<br />

cezai şart miktarının tenkisinde hakimin taraf iradelerine daha özenli<br />

olarak müdahale etmesi gerektiği söylenebilir. Öte yandan toplu iş sözleşmesiyle<br />

salt işverenin değil, işçinin sözleşmeyi feshi bakımından da<br />

fahiş cezai şart öngörülebileceği dikkate alındığında indirimin gerekliliği<br />

daha da önem kazanmaktadır.<br />

122


d) Hizmet sözleşmesinin feshinin disiplin kurulu kararına bağlanması<br />

Đşverenin fesih hakkının sınırlanmasına ilişkin düzenlemeler içinde<br />

toplu iş sözleşmesinde getirilen hükümle feshin disiplin kurulu kararına<br />

bağlı tutulması önemli bir yer almaktadır. Belirtmek gerekir ki, fesih için<br />

disiplin kurulu kararını öngören düzenlemeler hem ĐşK. md. 13 uyarınca<br />

bildirimli fesih hem de ĐşK. md. 17'de düzenlenen haklı nedenle feshe<br />

ilişkin olabilir. Fesih için disiplin kurulu kararı öngören bu tür hükümlerle<br />

birlikte öngörülen prosedüre uyulmaması durumunda uygulanmak<br />

üzere bir cezai şart getirilmesi mümkün ve geçerlidir. Disiplin kurulu kararı<br />

alınması öngörüldüğü halde buna aykırılık haline ilişkin bir yaptırımın<br />

öngörülmemesi durumunda ise, fesih haksız veya usulsüz fesih olarak<br />

nitelenmelidir (Ekonomi, Đş Hukuku, 225; Çelik, Đşverenin Fesih<br />

Hakkının Sözleşmelerle Sınırlandırılması, Prof.Dr. Kemal Oğuzman'a Armağan,<br />

Ankara 1997, 229; Süzek, Đş Akdini Fesih Hakkının Sınırlandırılması,<br />

85; Narmanlıoğlu, Toplu Đş Sözleşmesi Özerkliği Çerçevesinde<br />

Đşçinin Feshe Karşı Korunması, 333-334). Aksi halde toplu iş sözleşmesi<br />

hükmüne herhangi bir sonuç bağlamamak toplu iş sözleşmesi özerkliğine<br />

aykırı olduğu gibi, bu yöndeki sözleşme hükmünü de işlevsiz bırakacaktır.<br />

Bu bağlamda disiplin kurulu kararının alınması fesih için bir ön koşul<br />

niteliğindedir.<br />

Disiplin kurulu kararı alınması öngörüldüğü halde buna uyulmaması<br />

durumunda feshin nitelendirilmesi konusunda Yargıtay'ın görüşleri farklı<br />

yönlerde gelişme göstermiştir.Yüksek Mahkeme önceleri toplu iş sözleşmesinde<br />

sözleşmenin feshi yetkisi disiplin kurulunca verilecek bir kararın<br />

varlığına bağlı tutulmuşsa böyle bir karar alınmadan fesih yetkisinin işverence<br />

kullanılmasının "geçerli" (haklı fesih) sayılmayacağı sonucuna<br />

varmıştır (Y9HD., 30.03.1975, 20976/8162, ve D. Ulucan'ın incelemesi,ĐHU,<br />

1975 TSGLK 1 (No. 1); YHGK., 26.10.1977, 2904/807, Çenberci,<br />

4. Bası 1170, No. 9). Sonraki yıllarda ise, Yargıtay görüşünü değiştirerek<br />

toplu iş sözleşmesinde disiplin kurulu kararı olmaksızın sözleşmenin<br />

haklı nedenle feshedilemeyeceğine ilişkin hüküm olmasına rağmen,<br />

sözleşmenin işverence doğrudan feshi halinde, feshin sırf bu yüzden<br />

haksız sayılamayacağı ve haklı nedenin varlığının araştırılıp ona göre karar<br />

verilmesi gerektiğini benimsemiştir (Y 9HD., 29.11.1990, 3227/12619,<br />

ve S. Taşkent'in incelemesi, ĐHD:, Temmuz-Eylül 1991, 443-446; Y9HD.,<br />

01.07.1993, 9829/11434, Çimento Đşveren D., Eylül 1993, 41-42).<br />

Nihayet, Yüksek Mahkeme 1994 yılından itibaren verdiği kararlarda<br />

disiplin kuruluna başvurmamanın feshi haksız fesih niteliğinde<br />

kılacağına ilişkin kararlar vermişken (YHGK , 01.06.1994, E. 1994/9/71,<br />

K. 1994/381, YKD, Kasım 1994, 1737-1739; Y9HD., 11.05.1998,<br />

123


1997/6405, 1998/8616), Yüksek Mahkemenin <strong>2001</strong> yılında bu görüşten<br />

döndüğü görülmektedir.<br />

Y9HD'nin 04.07.<strong>2001</strong> tarih, 9089/12012 sayılı (Tühis, Kasım<br />

<strong>2001</strong>, 51-52) kararına konu olayda işyerinde uygulanmakta olan<br />

toplu iş sözleşmesinin 17. maddesinde işçilerin keyfi ve haksız olarak<br />

işten çıkarılmaları halinde 12 aylık brüt ücret tutarında cezai şartın<br />

ödeneceği öngörülmüştür. Davacı işçinin hizmet sözleşmesi işveren<br />

tarafından tehditte bulunma sureti ile sataşma nedeni ile feshedilmiş<br />

ve feshe dayanak olan sataşma olgusunun varlığı mahkemece kabul<br />

edilmiştir. Ancak yerel mahkeme fesih işleminin disiplin kurulundan<br />

geçirilmemesi nedeni ile feshin haksız fesih niteliğini kazandığı ve<br />

cezai şartın ödenmesi yolunda hüküm tesis etmiştir.<br />

Yargıtay ise, feshin ĐşK. md. 17/II'de yer alan ahlak ve iyiniyet kurallarına<br />

aykırılık nedeniyle gerçekleştiğini, salt disiplin kurulundan geçirilmemesinin<br />

keyfilik anlamına gelmeyeceği gerekçesi ile yerel mahkeme kararını<br />

bozmuştur. Kararda; "dairemizin zaman zaman verdiği ve böylece<br />

kararlılık kazanmış ve öğretide de benimsenen görüşüne göre; fesih işleminin<br />

salt disiplin kurulundan geçirilmemesi (keyfilik) olgusunun gerçekleşmediğini<br />

göstermez. Hal böyle olunca işgüvencesi tazminatının reddine<br />

karar verilmesi gerekirken kabulü hatalıdır" ifadesine yer verilmiştir.<br />

Dava konusu olayda haklı nedenle fesih nedeninin gerçekleştiği sabit<br />

olmakla birlikte, iş güvencesinin sağlanması bakımından toplu iş sözleşmesi<br />

ile öngörülen disiplin kuruluna ilişkin hükümlerin önemi ve sözleşme<br />

hükümlerinin niteliği dikkate alındığında salt disiplin kuruluna<br />

başvurmamanın feshi haksız fesih haline getireceği yolundaki öğreti görüşü<br />

ve <strong>Yargıtayın</strong> önceki yıllarda verdiği kararların isabetli olduğu <strong>2001</strong><br />

yılındaki kararın yerinde bulunmadığı belirtilmelidir.<br />

Y9HD'nin 26.04.<strong>2001</strong> tarih, 4065/7215 sayılı kararına konu olayda<br />

(Yasa Hukuk D.)maden ocağında çalışan işçinin çantasında yapılan<br />

arama sonucu sigara paketleri ve çakmak bulunmuş ve hizmet sözleşmesi<br />

işveren tarafından feshedilmiştir. Karşı oy yazısından anlaşıldığı üzere<br />

fesih toplu iş sözleşmesi hükmüne aykırı olarak disiplin kurulu kararı<br />

olmaksızın gerçekleştirilmiştir. Y9HD'nin çoğunlukla verilen kararında;<br />

Maden ve Taş Ocakları Đşletmelerinde ve Tünel Yapımında Alınacak Đşçi<br />

Sağlığı ve Đş Güvenliği Önlemlerine Đlişkin Tüzük'ün 346 maddesinde<br />

maden ocaklarında sigara paketi, çakmak, kibrit gibi sigara yakmaya yarayan<br />

eşyaların bulundurulmasının kesinlikle yasaklandığı, böyle bir düzenlemeye<br />

yer verilmesinin sebebinin en küçük bir ihtimal halinde çok<br />

sayıda ölümle sonuçlanan iş kazalarına neden olabileceği, olayda sigara<br />

dumanından ve davacının çantasında bulunan sigara paketleri ve çak-<br />

124


maktan davacının sigara içtiğinin anlaşıldığı ve feshin haklı fesih niteliğinde<br />

olup, ihbar ve kıdem tazminatı isteklerinin reddinin gerektiği belirtilmiştir.<br />

Karşı oy yazısında ise, öncelikle toplu iş sözleşmesinde ceza yetkisinin<br />

disiplin kuruluna verildiği, davacıya isnat olunan eylemin disiplin kuruluna<br />

getirilmediği, bu bağlamda fesih işleminin geçersiz olduğu, bunun<br />

yanısıra toplu iş sözleşmesinde "kanun, nizamname ve toplu iş sözleşmesi<br />

ile bunlara müstenit yetkiye dayanılarak işveren tarafından çıkartılan<br />

talimat hükümlerine uymayan işçiler hakkında önce ihtar, sonra yevmiye<br />

kesimi ve işten çıkarma cezalarının uygulanacağı ve aynı cezanın<br />

uygulanmasını gerektiren bir fiilin tekerrürü halinde ceza kademelerinin<br />

bir üstünün verileceği öngörülmesine ve sözleşmede eylemin ağırlık derecesinden<br />

de söz edilmediğine göre, sıralamaya uyulmadan doğrudan doğruya<br />

işten çıkarma cezası uygulanmasının toplu iş sözleşmesine aykırı<br />

olduğu belirtilmiştir. Karşı oy yazısında üçüncü olarak belirtilen husus<br />

ise, eylemin kesin olarak kanıtlanamaması ve işçilerin üstlerinin ocağa<br />

girmeden önce aranmasını sağlamamakla fenni nezaretçinin ve işverenin<br />

sorumlu olmalarıdır.<br />

Şüphesiz olayın kanıtlanamaması durumunda haklı nedenle fesih<br />

nedenin oluşmadığı açıktır. Bununla birlikte çoğunluk kararı doğrultusunda<br />

sigara içme eyleminin gerçekleştiği varsayımında bu olgunun işin<br />

güvenliğini tehlikeye düşürme oluşturduğu ve işverene kural olarak ĐşK.<br />

md. 17/h uyarınca hizmet sözleşmesini haklı nedenle fesih yetkisi vermekle<br />

birlikte, disiplin kuruluna başvurulmaksızın yapılan fesih haksız<br />

fesih niteliğinde sayılmalıdır. Bu bakımdan kararı isabetli bulmamaktayız.<br />

VI. HĐZMET SÖZLEŞMESĐNĐN DEVRĐ<br />

Taraflar arasında sürekli bir borç ilişkisi oluşturan hizmet akdinin<br />

karakteristik özeliklerinden biri şahsa sıkı surette bağlılıktır. Bu özellikle<br />

işçi bakımından önem taşımakta olup, işveren bakımından ise esas itibariyle<br />

işverene değil işyerine bağlılığın daha ağırlıklı olduğu kabul edilir.<br />

Nitekim hizmet sözleşmesinin işçinin ölümü ile sona ermesine rağmen işverenin<br />

ölümü ile sözleşmenin mirasçıları ile devam etmesi, işyerinin<br />

devri ve işveren değişikliği durumlarında hizmet sözleşmesinin sona ermemesi<br />

gibi pozitif hukuktaki düzenlemeler de hep bu esası yansıtır. Değişen<br />

ve gelişen ihtiyaçlar karşısında iş ilişkisinin sürekliliğinin korunması<br />

yoluyla hizmet sözleşmesi taraflarının özellikle işverenin değişmesi<br />

yeni bir takım kavram ve kurumları da beraberinde getirmektedir. Bunlar<br />

içinde önemli bir yeri ise, iş ilişkisinin veya hizmet sözleşmesinin devri<br />

125


oluşturmaktadır. Nitekim uygulamada özellikle şirket topluluklarında ve<br />

holdinglerde hizmet sözleşmesinin devri ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır.<br />

Bilindiği gibi, iş hukuku mevzuatında iş ilişkisinin devri konusunda<br />

açık bir hüküm bulunmamaktadır.[Alman Hukukunda işin şahsen ifası<br />

ve işgörme edimini talep hakkının şüphe halinde (açıklık bulunmadığı<br />

takdirde), devredilebilir olmadığına ilişkin BGB § 613 hükmüne dayanılarak<br />

iş ilişkisinin devredilebilirliği ve devrin eski, yeni işverenlerin iradeleri<br />

ile işçinin onayını gerektirdiği kabul edilmektedir (Zöllner/Loritz, 259).<br />

Đsviçre Hukukunda da, işverenin aksi kararlaştırılmadıkça veya halin<br />

icabından anlaşılmadıkça iş ilişkisinden doğan haklarını üçüncü kişiye<br />

devredemeyeceğine ilişkin OR. Art. 333 hükmüne dayanılarak, iş ilişkisinin<br />

tümüyle devrinin mümkün olduğu kabul edilmektedir (Rehbinder,<br />

Schweizerisches Arbeitsrecht, 15. Aufl., Bern 2002, 141)]. Sözleşmeden<br />

doğan münferit borçların devrinden farklı olarak, iş ilişkisinin veya hizmet<br />

sözleşmesinin devri durumunda işçi ile işveren arasındaki hukuki<br />

ilişki sona ermekte, işverenin işverenlik sıfatı ve işçinin de eski işveren<br />

karşısında işçilik sıfatı sona ermektedir. Bu bağlamda iş ilişkisinin veya<br />

hizmet sözleşmesinin devri ödünç iş ilişkisinden de ayrılır. Yine taraf değişikliğiyle<br />

paralel olarak o ilişkiden doğan hak ve borçların eski işverenden<br />

yeni işverene geçmesi sözkonusu olur ki, buna ilişkin düzenlemenin<br />

bulunmadığı bir hukuki sistemde hukuki yapının oluşturulması ve hukuki<br />

sonuçların saptanması bir takım güçlükleri de beraberinde getirmektedir.<br />

Đş ilişkisinin veya hizmet sözleşmesinin devrine ilişkin doktrinde ileri<br />

sürülen görüşler genelde BK. md. 320/II hükmünün bu konuda uygulanabilirliği<br />

yönündedir (M. Ekonomi, Ö. Eyrenci, Hizmet Akdinin Devri Đle<br />

Đşverenin Değişmesi, Prof. Dr. Nuri Çelik'e Armağan II, Đstanbul <strong>2001</strong>,<br />

1201, 1217; M. Engin, Türk Đş ve Sosyal Güvenlik Hukukunda Đşveren,<br />

Đstanbul 1993, 212; Ayrıca bak. E. Akyiğit, Đş Đlişkisinin (Bireysel) Devri,<br />

Tühis, Kasım <strong>2001</strong>, 42 vd.). BK.md. 320/I'e göre; "hilafı, mukaveleden<br />

veya hal icabından anlaşılmadıkça işçi taahhüt ettiği şeyi kendisi yapmaya<br />

mecbur olup başkasına devredemez. Görüldüğü gibi maddenin ilk<br />

fıkrasında açık veya örtülü olarak kararlaştırıldığında iş görme borcunun<br />

başkasına devri imkanı öngörülmekte ve bunun sürekli veya geçici olarak<br />

devri bakımından herhangi bir sınırlama getirilmemektedir. BK. md.<br />

320/II'de ise buna paralel olarak işverenin işin görülmesini ve ifayı talep<br />

hakkının devrine ilişkin bir hüküm yeralmaktadır. BK. md. 320/II'ye<br />

göre; "Đş sahibinin dahi hakkını başkasına devredebilmesi, aynı kayıtlara<br />

tabidir". Hukukumuzda ödünç iş ilişkisi için dayanak olarak kabul edilen<br />

bu maddenin aynı zamanda iş ilişkisinin veya hizmet sözleşmesinin devri<br />

126


akımından da hukuki esas olarak benimsenip benimsenemeyeceği tartışılabilir.<br />

Madde hükmünün iş ilişkisinin devri için hukuki temel oluşturduğu<br />

kabul edildiğinde, bu görüş doğrultusunda işverenin işçiden talep<br />

hakkına sahip olduğu iş görme edimini geçici ve belirli süreyle başka<br />

bir işverene devretmesi durumunda bir "ödünç iş ilişkisi" oluşurken, iş<br />

görme ediminin sürekli ve kesin şekilde diğer hak ve borçları ile birlikte<br />

başka bir işverene devretmesi durumunda ise, hizmet sözleşmesinin devri<br />

sözkonusu olacaktır. Ancak ödünç iş ilişkisinde devreden işveren ile işçi<br />

arasındaki hizmet sözleşmesi sona ermemekte iken, hizmet sözleşmesinin<br />

devrinin doğal sonucu devreden işveren ile işçi arasındaki sözleşme ilişkisinin<br />

sona ermesidir. Gerek salt işin görülmesinin devri gerekse hizmet<br />

sözleşmesinin devri konusunda ortak koşul ise işçinin rızasının alınmasıdır.<br />

Y9HD'nin <strong>2001</strong> yılında verdiği kararlardan biri iş ilişkisinin devrine<br />

ilişkindir (14.03.<strong>2001</strong>, 225/3914, Tühis, Kasım <strong>2001</strong>, 70). Yüksek Mahkemenin<br />

kararına konu olayda, davacı işçi özel hukuk tüzel kişisi olan<br />

davalı Petrol Ticaret Limited Şirketinde çalışırken, 10.01.1999 tarihinde<br />

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı işçisi olarak çalışmak istediği yönünde<br />

bir dilekçe vermiş ve TPAO işçisi olarak aynı işyerinde aynı işte çalışmaya<br />

devam etmiştir. Davacı karardan anlaşıldığı kadarıyla bu çalışması<br />

sürerken eski işverene karşı kıdem tazminatı talebiyle dava açmış ve talep<br />

yerel mahkemece hüküm altına alınmıştır. Y9HD taraflar arasında oluşan<br />

bu durumun işçinin bir işyerinden diğerine devri anlamında olup, hizmet<br />

akdinin feshi durumunu doğurmadığı, değişiklik konusunda gerek davacı<br />

işçinin, gerek davalı işverenin gerekse dava dışı ikinci işverenin<br />

mutabakatının bulunduğu, böyle bir durumda dava dışı anonim şirketin<br />

davalı işverenin yerine geçtiği, sözleşmenin devam etmesi nedeniyle kıdem<br />

tazminatı hakkının doğmadığı gerekçesi ile yerel mahkeme kararını<br />

bozmuştur.<br />

Doktrinde savunulan görüşler doğrultusunda iş ilişkisinin veya hizmet<br />

sözleşmesinin devri geçerli kabul edildiğinde buna bağlanacak hukuki<br />

sonuçlar önem kazanmaktadır. Öncelikle kıdem tazminatına ilişkin<br />

ĐşK. md. 14 hükmünde görüldüğü gibi, işçinin kıdeme bağlı haklarının<br />

tespitinde ĐşK aynı işverenin bir veya değişik işyerlerinde sürekli veya<br />

aralıklı çalışmaların dikkate alınacağı yine işyerinin devri veya herhangi<br />

bir suretle başka bir işverene geçmesi durumunda tüm çalışma süresinin<br />

bütünlük arzettiği yolundaki düzenleme karşısında işçilik haklarının akıbeti<br />

hususu çözüm gerektirmektedir. Bilindiği gibi ĐşK. md. 14 emredici<br />

nitelikte olup, kamu kesimine ilişkin ĐşK. md. 14/IV hükmü dışında farklı<br />

işverenlere ait işyerlerinde geçen sürelerin kıdem tazminatının hesabında<br />

birleştirilebilmesine imkan vermemektedir. Bununla birlikte doktrinde<br />

127


hizmet sözleşmesinin devrinde, işyerinin devrine ilişkin ĐşK. md. 14<br />

hükmünün kıyasen uygulanması savunulmakta ve işçinin aynı iş ilişkisine<br />

dayalı tüm hizmet sürelerinin kıdem tazminatının hesabında dikkate<br />

alınmasıyla her iki işverenin madde kapsamında sorumluluklarının sözkonusu<br />

olacağı belirtilmektedir (Ekonomi/Eyrenci, 1222, Akyiğit, 46<br />

vd.). Nitekim bu yönde bir uygulama uygulamada ortaya çıkan ihtiyacın<br />

giderilmesi ve işçilik haklarının korunması bakımından gerekli olduğu<br />

gibi, böyle bir uygulamaya ĐşK md. 14 hükmünün emredici niteliğinin engel<br />

oluşturmayacağı da belirtilmelidir. Zira, ĐşK. md. 14 hükmünde yer<br />

alan farklı işverenler nezdinde geçen sürelerin birleştirilememesi yönündeki<br />

esas çalışmanın farklı hizmet sözleşmelerine dayandığı varsayımına<br />

dayanmakta olup, anılan durumda hizmet sözleşmesinin sona ermeksizin<br />

varlığını devam ettirmekte ve farklı işverenler yanında tek bir sözleşme ile<br />

çalışma sözkonusu olmaktadır (Akyiğit, 46). Ancak olayda hizmet sözleşmesinin<br />

devri sözkonusu olduğunda devralan işveren tarafından yapılmış<br />

kıdem tazminatına hak kazandırır nitelikte bir fesih sözkonusu<br />

olmadıkça işçinin devreden işverenden kıdem tazminatı talep hakkı bulunmamaktadır.<br />

Bununla birlikte <strong>Yargıtayın</strong> kararında dikkati çeken husus iş ilişkisinin<br />

veya hizmet sözleşmesinin devri ile birlikte esasen kural olarak devralan<br />

işverene ait işyerinde çalışma sözkonusu iken, karara konu olayda<br />

işçinin aynı işyerinde ve aynı işte çalışmaya devam etmesidir. Burada<br />

hizmet sözleşmesinin devriyle aynı zamanda ödünç iş ilişkisinin varlığı<br />

düşünülebilirse de, somut olayda muvazaa olasılığı daha baskın olarak<br />

akla gelmektedir. Özellikle holding içi işçi devrinde işçinin bir takım haklarının<br />

düşük tutulması, işyerinde sendikalaşmanın önlenmesi vb gibi<br />

saiklerle gerçekte iş ilişkisinin devri bulunmadığı halde bu şekilde gösterilmesi<br />

durumunda iş ilişkisinin devrinin geçerli olmadığı sonucuna varılmalıdır.<br />

128<br />

KIDEM TAZMĐNATINA ĐLĐŞKĐN KARARLAR<br />

I. KIDEM TAZMĐNATINA HAK KAZANILMASI<br />

1. Đşçilikten Memuriyete Geçiş<br />

Y9HD'nin 12.09.<strong>2001</strong> tarih, 9531/13503 sayılı kararına konu olayda<br />

işçi statüsünde çalışırken memuriyet sınavına girerek memur olarak çalışan<br />

davacı memuriyet statüsüne zorlama ile geçirildiğini iddia ile ihbar ve<br />

kıdem tazminatı taleplerinde bulunmuştur (yayınlanmamıştır).<br />

Davacının kıdem tazminatı talebini hüküm altına alan yerel mahkeme<br />

kararı 9HD'ce davacının işçilikten memuriyete geçişinin kendi isteğine


dayandığı ve 4359 sayılı yasanın 7. maddesinin 4. fıkrası uyarınca davacının<br />

kıdem tazminatına hak kazanamayacağı gerekçeleriyle bozulmuştur.<br />

Gerçekten 03.04.1998 tarih ve 4359 sayılı "14.07.1965 Tarihli ve 657<br />

Sayılı, 08.06.1949 Tarihli ve 5434 Sayılı, 05.03.1964 Tarihli ve 439 Sayılı,<br />

30.04.1992 Tarihli ve 3797 Sayılı, 11.10.1983 Tarihli ve 2914 Sayılı Kanunların<br />

Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması ve 05.01.1961 Tarihli ve<br />

222 Sayılı, 24.11.1994 Tarihli 4048 Sayılı Kanunların Bazı Maddelerinin<br />

Yürürlükten Kaldırılması Hakkında Kanun" un geçici 7/I maddesinde;<br />

Milli Eğitim Bakanlığı ile Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'nün boş bulunan<br />

yardımcı hizmetler sınıfı kadrolarındaki eleman ihtiyacını karşılamak<br />

üzere, belirli şartları haiz geçici işçilerden 30 gün içinde yazılı olarak<br />

müracaat etmiş bulunanların merkezi sınavı başarmış olmaları<br />

kaydıyla 1998 yılı sonuna kadar Maliye Bakanlığınca kullanılmasına izin<br />

verilen yardımcı hizmetli kadrolarına atanabilecekleri düzenlenmiştir.<br />

Yine aynı maddenin 4. fıkrasında "sözkonusu personele iş mevzuatına<br />

göre herhangi bir tazminat ödenmez. Bu personelin kıdem tazminatına<br />

esas olan geçmiş hizmet süreleri (önceden kıdem tazminatı ödenmiş süreleri)<br />

hariç 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine<br />

göre emekli ikramiyelerinin hesabında dikkate alınır" hükmü<br />

yer almaktadır. Bu bağlamda geçici işçi statüsünde iken memuriyete geçen<br />

işçinin statü değişikliği "yazılı istek" le, diğer bir ifadeyle iradi olarak<br />

gerçekleştiği gibi, anılan yasanın 7/4. maddesinde açık olarak bu personele<br />

kıdem tazminatının ödenmeyeceği yolundaki hüküm uyarınca işçinin<br />

kıdem tazminatına hak kazanmadığı yolundaki Yüksek Mahkeme kararı<br />

isabetlidir.<br />

Y9HD., 12.09.<strong>2001</strong> tarih, 9919/13517 sayılı kararında (Çimento Đşveren<br />

D., C. 15, S. 6, Kasım <strong>2001</strong>, 44) işçilik statüsünde çalışırken açılan<br />

memuriyet sınavına girip kazanması sonucu işten ayrılıp memuriyet statüsüne<br />

geçen işçinin işçilik dönemi için kıdem tazminatı talep hakkının<br />

bulunmadığı yönünde karar vermiştir. Gerçekten ĐşK. md. 14 hükmü emredici<br />

nitelikte olup, maddede kıdem tazminatına hak kazandıran haller<br />

sınırlı olarak sayılmıştır. Hizmet sözleşmesinin memuriyet statüsüne<br />

geçmek amacıyla işçi tarafından feshi ĐşK. md 13'e göre yapılan bir fesihtir.<br />

Đşçinin kıdem tazminatı hakkı doğmaz.<br />

2. Đşyerinin Devri-Özelleştirme<br />

Y9HD'nin 19.09.<strong>2001</strong> tarihli kararında "işyerinin özelleştirilmesi sonucu<br />

hizmet akdi ile çalışan işçilerin sözleşmelerinin yasa gereği zorunlu<br />

biçimde son bulacağı düşünülerek kıdem tazminatlarının hüküm altına<br />

alınması gerekir. Davacı işçinin oluşan yeni durum karşısında iradesi dışında<br />

memuriyete geçirilmeyi istemiş olmasının sonuca bir etkisi olduğu<br />

129


düşünülemez. Gerçekten böyle bir istek olmasa dahi davalı işveren hizmet<br />

sözleşmesi ile çalışanları yasa gereği memuriyete geçirme durumunda<br />

bulunduğu kabul edilmelidir" şeklinde hüküm oluşturulmuştur.<br />

(12981/13966, yayınlanmamıştır)<br />

Yüksek Mahkemenin kararında öncelikle değinilmesi gereken husus<br />

kararda yer alan özelleştirme nedeniyle hizmet akdi ile çalışan işçilerin<br />

sözleşmelerinin yasa gereği zorunlu bir biçimde son bulacağı ifadesidir.<br />

Özelleştirme olgusu bulunsun veya bulunmasın işverenin işyerini devretmeden<br />

önce mevcut işçilerin hizmet sözleşmelerini feshetmesi, işçilik<br />

haklarını ödeyerek hukuki ilişkiyi tasfiye etmesi mümkündür. Ancak fesih<br />

zorunlu değildir. Nitekim, 4046 sayılı "Özelleştirme Uygulamalarının<br />

Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde<br />

Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun" un 21. maddesi "özelleştirme nedeniyle<br />

hizmet akitleri tabi oldukları Đş kanunları ve toplu iş sözleşmeleri<br />

gereğince tazminata hak kazanacak şekilde sona erenler" den bahsedilmekle<br />

işyerinin özelleştirilmesi aşamasında hizmet sözleşmelerinin sona<br />

ermesi olgusu ve buna bağlanan sonuçlar düzenlenmiştir. Ancak hiç bir<br />

surette sözleşmelerin kendiliğinden veya yasa gereği sona ermesi gibi bir<br />

durum öngörülmediği gibi, özelleştirme nedeniyle fesih zorunluluğu da<br />

getirilmemiştir. Bu bağlamda kuruluşun özelleştirmeye hazırlanması<br />

amacıyla faaliyetinin tamamen durdurulması olasılığında dahi hizmet<br />

sözleşmelerinin yasa gereği zorunlu olarak sona ermesi sözkonusu olmayıp,<br />

sözleşmelerin feshi bildirimli fesih niteliğindedir. Dolayısıyla işyerinin<br />

özelleştirilmesi aşamasında hizmet sözleşmesinin feshi veya işçinin memuriyete<br />

geçirilmesi durumunda kıdem tazminatına hak kazanılacağı<br />

noktasında <strong>Yargıtayın</strong> kararı isabetli olmakla birlikte, gerekçe bakımından<br />

karara katılamamaktayız.<br />

II. KIDEM SÜRESĐNĐN BELĐRLENMESĐ<br />

1. Aynı Đşverene Ait Đşyerlerinde Aralıklı Çalışma<br />

Bilindiği gibi ĐşK.md. 14/II hükmü uyarınca işçinin kıdemi hizmet<br />

akdinin devam etmiş veya aralıklarla yeniden yapılmış olmasına bakılmaksızın<br />

aynı işverenin bir veya değişik işyerlerinde çalıştığı süreler gözönüne<br />

alınarak hesaplanır. Yargıtay yerleşik kararlarıyla işçinin aynı işverene<br />

ait işyeri veya işyerlerindeki çalışma sürelerinin birleştirilebilmesini<br />

önceki hizmet sözleşmesinin kıdem tazminatına hak kazandıracak bir<br />

şekilde sona ermesi ve işçinin kıdem tazminatını almamış olması şartına<br />

bağlamıştır. Bizim de katıldığımız bu görüş doğrultusunda önceki sözleşmenin<br />

kıdem tazminatına hak kazandırmayacak şekilde sona ermesi<br />

veya işçinin bu hizmet süresi için kıdem tazminatını alması durumunda<br />

130


her iki çalışma süresi birleştirilemez. Şüphesiz bunun istisnası işverenlerin<br />

kıdem tazminatını az ödemek, kıdemi kesmek amacıyla çıktı-girdi işlemleri<br />

yapmasıdır. Bu durumda Yargıtay tüm süreler üzerinden kıdem<br />

tazminatının hesaplanarak daha önce ödenen miktarın mahsubu esasını<br />

benimsemiştir (ödenen miktarın % 30 faizi ile birlikte mahsubuna ilişkin<br />

olarak bak. 23.02.1998, 1997/21360,1998/2348, Değerlendirme 1998,<br />

126).<br />

Y9HD 13.06.<strong>2001</strong> tarih, 6186/10095 sayılı kararında "Emeklilik sebebiyle<br />

işverenden kıdem tazminatı alan ve aynı işyerinde çalışmaya devam<br />

eden işçi ilerde tüm çalışma dönemi için kıdem tazminatı isteyemez"<br />

şeklinde hüküm tesis etmiştir (ĐBD, Cilt 75, S. 10-11-12, <strong>2001</strong>, 1182).<br />

Karar Yargıtay'ın önceki yıllarda verdiği kararları ile uyumlu olup, isabetlidir.<br />

Emeklilik ĐşK.md. 14/I' de kıdem tazminatına hak kazandıran bir<br />

hal olarak tespit olunmuştur. Olayda işverenin çıktı- girdi gibi bir işleminden<br />

de söz edilemeyeceği dikkate alındığında emeklilikle hizmet sözleşmesinin<br />

feshi gerçekleşmiş ve kıdem sıfırlanmıştır. Đşçinin ikinci çalışma<br />

ilişkisinin kıdem tazminatına hak kazandırır biçimde sona ermesi<br />

durumunda artık tazminata esas alınacak süre ikinci çalışma süresidir.<br />

9HD'nin aynı konuda verdiği bir başka kararında ise (13.06.<strong>2001</strong>,<br />

6181/10090, ĐBD, Cilt 75, S. 10-11-12, <strong>2001</strong>, 1182-1183), iş akdi feshedilerek<br />

kıdem ve ihbar tazminatı ödenen işçinin aynı yerde tekrar çalışmaya<br />

başlaması halinde ikinci çalışma döneminin bitiminde kıdem<br />

tazminatı hesaplanırken, birinci çalışma dönemi dikkate alınamaz şeklinde<br />

aynı esasa yer verilmiştir. Karara konu olayda hizmet sözleşmesi bu<br />

kez işverence fesih suretiyle sona erdirilmiştir. Taraflar arasındaki ilk<br />

hizmet sözleşmesi 31.03.1994 tarihinde işveren tarafından feshedilmiş,<br />

fesihten yaklaşık bir ay sonra yeni bir hizmet sözleşmesi kurulmuştur.<br />

Yüksek mahkeme son yıllarda verdiği kararlarında genelde fesihle birlikte<br />

kıdem tazminatı yanında ihbar tazminatının da ödenmesi olasılığında bir<br />

çıktı-girdi işleminden sözedilemeyeceğini kabul etmektedir. Nitekim bu<br />

kararda da ilk sözleşmenin feshi ile ihbar tazminatının ve yıllık ücretli<br />

izin alacağının da ödendiğinden bahisle her iki sürenin birlikte dikkate<br />

alınamayacağını karara bağlamıştır.<br />

Şüphesiz ihbar tazminatının ödenmesi gerçek bir fesih işleminin bulunması<br />

bakımından karine işlevine sahiptir. Ancak ihbar tazminatının<br />

ödenmiş olması başlı başına çıktı girdi olgusunun bulunmadığını göstermez.<br />

Yine çıktı-girdi olgusunun varlığı esasen hizmet sözleşmelerinin tarih<br />

itibariyle birbirini takip etmeleri işçinin hukuken yapılmış feshe rağmen<br />

fiilen çalışmaya devam etmesi durumunda sözkonusudur. Ancak<br />

kağıt üzerindeki fasılaların birkaç günlük süreyle sınırlı olmadığı durum-<br />

131


larda da çıktı girdi olgusunun bulunduğundan söz edilebilir. Nitekim,<br />

olayda ikinci hizmet sözleşmesinin fesihten itibaren bir ay içerisinde kurulması,<br />

esasen feshin görünüşte olup olmadığı veya çıktı girdi olgusunun<br />

bulunup bulunmaması bakımından değerlendirmeyi engellememelidir.<br />

Y9HD'nin aynı işyerine ait olduğu anlaşılan 13.06.<strong>2001</strong> tarih,<br />

6185/10094 sayılı kararında (ĐBD, Cilt 75, S. 10-11-12, <strong>2001</strong>, 1183), davacı<br />

işçinin hizmet sözleşmesi 31.03.1994 tarihinde işveren tarafından<br />

ihbar ve kıdem tazminatları ödenmek suretiyle sona erdirilmiş, ancak fesih<br />

tarihinden 11 gün sonra taraflar arasında yeni bir hizmet sözleşmesi<br />

kurulmuştur. Yüksek Mahkeme ilk çalışma dönemi için özellikle ihbar<br />

tazminatı ödendiğine göre, ortada gerçek bir fesih işleminin bulunduğunu<br />

ve her iki çalışma süresinin birleştirilemeyeceğini karara bağlamıştır.<br />

Şüphesiz fiilen çalışmanın devam edip etmediğinin tespiti yanında, yapılan<br />

iş, işyerinin nitelikleri gibi hususların incelenmesi ile gerçek bir fesih<br />

işleminin bulunduğu kabul edilebilir. Ancak, bu olayda da her iki sözleşme<br />

arasında 11 günlük sürenin bulunması ki, bu süre de esasında<br />

tamamiyle kağıt üzerinde görünen bir süre olabilir, olayda bir çıktı-girdi<br />

işleminin bulunup bulunmadığının değerlendirilmesini gerektirdiği, salt<br />

ihbar tazminatının ödenmiş bulunmasının bir çıktı girdi olgusunun bulunmadığı<br />

şeklinde değerlendirilemeyeceği belirtilmelidir.<br />

Yargıtay 9HD'nin 13.06.<strong>2001</strong> tarih, 6184/10093 sayılı kararında<br />

(ĐBD, Cilt 75, S. 10-11-12, <strong>2001</strong>, 1184) aynı esasa yer verilmiş olmakla<br />

birlikte bu kez ihbar tazminatı ödenmeksizin hizmet sözleşmesi feshedilen<br />

ancak 15 gün sonra işe alınan işçinin kıdem tazminatının hesaplanmasında<br />

önceki sürelerin birleştirilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Karara<br />

konu olayda davacı işçi önce 1986 yılında işe girmiş hizmet sözleşmesi<br />

31.3.1986 tarihinde fesih suretiyle sona erdirilmiştir. Yüksek Mahkeme<br />

bu fesih işlemi sırasında kıdem tazminatı ile birlikte ihbar tazminatının<br />

ödenmesinin gerçek bir fesih işlemini gösterdiğini, bir çıktı-girdi olayının<br />

bulunmadığını belirtmiştir. Davacı daha sonra işe tekrar girmiş ve<br />

31.12.1995 tarihinde ihbar ve kıdem tazminatları ödenmek suretiyle<br />

hizmet sözleşmesi sona erdirilmiştir. 9HD aynı açıklamaları bu dönem<br />

çalışması için de yapmıştır. Davacıyla yapılan üçüncü sözleşme ise<br />

17.06.1997 tarihinde sadece kıdem tazminatı ödenerek feshedilmiş ve davacı<br />

15 gün sonra tekrar işe alınmıştır, davacının dördüncü hizmet sözleşmesinin<br />

feshine ilişkin olarak Yargıtay burada da bir çıktı-girdi işleminin<br />

bulunmayıp, gerçek bir feshin bulunduğu ve bu sürelerin birleştirilemeyeceğine<br />

hükmetmiştir. Karar metninde tüm sözleşmelerin başlangıç<br />

ve bitiş tarihleri yer almamaktaysa da, en azından hizmet sözleşmesinin<br />

son kez feshinde önceki sözleşme ile arada 15 günlük süre bulunması bir<br />

çıktı girdi işleminin varlığı yönünde karine oluşturduğu üstelik bu kez<br />

132


Yüksek Mahkemenin kriter olarak benimsediği ihbar tazminatının da<br />

ödenmediği belirtilmelidir.<br />

Anılan tüm kararlar bakımından değinilmesi gereken noktalar; Yüksek<br />

Mahkemenin ihbar tazminatının ödenmiş olması olgusunu çıktı-girdi<br />

olgusunun bulunmadığı yönünde değerlendirdiği, oysa ihbar tazminatının<br />

ödenmiş olmasının başlıbaşına yeterli olmadığı, öte yandan çıktı girdi olgusunun<br />

kabulü için mutlak surette hizmet sözleşmelerinin tarih itibariyle<br />

kesintisiz şekilde birbirini takip etmesi gereğinden de sözedilemeyeceğidir.<br />

Özellikle münferit sözleşmeler arasında somut uyuşmazlıklarda<br />

olduğu gibi 10-15 gün gibi kısa bir süre bulunması olasılığında, diğer<br />

deliller ile birlikte somut olayın şartları, işyeri ve görülen işin özellikleri<br />

dikkate alınmak suretiyle gerçek bir feshin bulunup bulunmadığı konusunda<br />

değerlendirme yapılmalıdır.<br />

Basın ĐşK.'na tabi gazetecilerin hizmet sözleşmesini Kanunun 7.<br />

maddesi uyarınca feshi ihbarla sona erdirmeleri durumunda kıdem tazminatına<br />

hak kazanamayacakları doktrindeki baskın görüş (M.K. Oğuzman,<br />

Gazetecilerin Mesleki ve Sosyal Hakları ve bunların korunması,<br />

ĐHFM 1967, C.32, 875; Ü. Narmanlıoğlu, Türk Hukukunda Kanundan<br />

Doğan Kıdem Tazminatı, Đstanbul 1973, 250 vd; C.Đ. Günay, Şerhli Đş<br />

Kanunu, 2. Bası, Ankara <strong>2001</strong>, 930) ve Yargıtay içtihatları tarafından kabul<br />

edilmektedir. Nitekim, YHGK'nun 1997 tarihli bir kararında gazetecinin<br />

hizmet sözleşmesinin Kanunun 6 ve 11. maddelerindeki prosedüre<br />

uygun olarak feshedilmesi durumunda kıdem tazminatı hakkının doğacağı,<br />

7. madde uyarınca işçinin gerçekleştirdiği önelli feshin kıdem tazminatına<br />

hak kazandırmayacağı isabetli olarak belirtilmiştir (YHGK.,<br />

12.03.1997, 9-914/170, Đşveren C. XXXV, Nisan 1997, 15-18; Aynı yönde;<br />

Y9HD., 29.09.1999, 11680/14874, Günay, 975).<br />

Bununla birlikte Basın ĐşK.'nun kıdem tazminatıyla ilgili hükümleri<br />

ĐşK. ve DenĐşK.'dan farklı olarak mutlak emredici nitelikte değildir. Bu<br />

bağlamda yasada öngörülen kıdem tazminatına hak kazandıran haller işçi<br />

lehine genişletilebilir. Yine kıdem tazminatına esas olacak kıdem süresinin<br />

tespiti ve tazminatın miktarı konusunda da hizmet sözleşmesi<br />

veya toplu iş sözleşmesi ile işçi lehine hükümler getirilmesi mümkündür.<br />

Y9HD'nin 25.04.<strong>2001</strong> tarih, 6069/7121 sayılı karşı oy yazısı ile verilen<br />

kararında bu konuya değinilmiştir (Yasa Hukuk D., C.XX, S. 239/10,<br />

Ekim <strong>2001</strong>, 1304 vd). Karara konu olayda davacı gazeteci, işyerinde yürürlükte<br />

bulunan toplu iş sözleşmesinde yer alan "...212 sayılı Yasa ile<br />

değişik 5953 sayılı Yasaya tabi T.G.S. üyesi istifa etmesi halinde de kıdem<br />

tazminatına hak kazanır..." hükmüne dayanarak 26.02.1991 tarihinde<br />

hizmet sözleşmesini feshetmiş, kıdem tazminatını almış ve işvereni ibra<br />

133


etmiştir. Ancak 28.02.1991 tarihinde kendisi ile yeni bir hizmet sözleşmesi<br />

yapılarak 30.09.1995 tarihine kadar çalışmıştır. Davacı kendisine<br />

önceki yapılan ödemenin avans niteliğinde olup, çıktı girdi olgusunun<br />

bulunduğunu iddia ile fark kıdem tazminatı talep etmiştir. Yüksek Mahkeme<br />

davacının hizmet sözleşmesini toplu iş sözleşmesi hükmünden yararlanabilmek<br />

için istifa yolu ile sona erdirdiği, bilahare yeni bir hizmet<br />

akdi ile çalıştığını, istifa dilekçesinin iradesi dışında, işverenin isteği ile<br />

verdiğini veya hata ve hile ile alındığını da ileri sürmediğini, kıdem tazminatının<br />

ödenmesinde davalının kötüniyetinin bulunmadığı gerekçesi ile<br />

BasĐşK. md. 7/8 hükmü gereği "bir defa kıdem tazminatı ödenen gazetecinin<br />

kıdemi, yeni işe girişinden itibaren hesaplanır" hükmüne dayanarak<br />

fark kıdem tazminatı isteğinin reddi yönünde karar vermiştir.<br />

Karara karşı oy yazısında ise, yapılan ödemenin avans niteliğinde<br />

bulunduğu ve gazetecinin hizmet sözleşmesi feshedilmeksizin aynı göreve<br />

devam ettiği belirtilmiştir.<br />

Belirtmek gerekir ki, Basın ĐşK. md. 6'da kıdem tazminatı için işyeri<br />

kıdemi değil, meslek kıdemi esas alındıktan sonra kıdem tazminatının<br />

ödenmesinden sonra kıdemin yeniden başlayacağı, ancak buna aykırı<br />

olarak işverenle gazeteci arasında sözleşme yapılabileceği hükme bağlanmıştır.<br />

ĐşK.'na tabi işçiler bakımından işçinin aralıklı sözleşmelerle<br />

aynı işveren nezdinde geçirdiği sürelerin kıdem tazminatının hesabında<br />

birleştirilebilmesi için önceki hizmet sözleşmesinin kıdem tazminatına<br />

hak kazandıracak şekilde sona ermesi ve bu ödemenin işçiye yapılmamış<br />

olması gerekir. Bunun dışında yukarıda da belirtildiği gibi, işçi fiilen işine<br />

devam etmekle birlikte kağıt üzerinde çıktı-girdi yapılması durumunda bu<br />

süreler birleştirilir ve daha önce ödenen miktar mahsup edilir. Şüphesiz<br />

bu olasılıkta sürelerin birleştirilmesi konusundaki esas işverenin<br />

kötüniyetli davranışına karşı işçinin korunmasıdır.<br />

Ancak BasĐşK.'na tabi işçiler için kıdem tazminatının ödenmesinden<br />

sonra aksine bir düzenleme bulunmadıkça kıdemin yeni işe girişinden<br />

itibaren hesaplanacağı kanun hükmü gereği olduğu gibi, olayda yürürlükteki<br />

TĐS hükmüne dayanarak gerçekleştirilmiş fesih işlemi karşısında<br />

işverenin kötüniyetinden de söz edilemez. Meğer ki, işçinin fesih iradesi<br />

hata, hile, ikrah sebebiyle sakatlanmış olsun.<br />

2. Đşyerinin Devri Halinde Kıdem Süresinin Hesabı<br />

<strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> yılına ait kararlarından bir bölümünü işyerinin devri<br />

durumunda kıdem tazminatına esas hizmet süresinin ve kıdem tazminatı<br />

borçlusunun tespitine ilişkindir. Bilindiği gibi, ĐşK. md. 14/III'de işyerlerinin<br />

devri intikali veya herhangi bir suretle bir işverenden başka bir işve-<br />

134


ene geçmesi veya başka bir yere nakli halinde işçinin kıdeminin işyeri<br />

veya işyerlerindeki hizmet sürelerinin toplamı üzerinden hesaplanacağı<br />

hükme bağlanmış, ancak 12.7.1975 tarihinden itibaren işyerinin devri<br />

veya herhangi bir suretle el değiştirmesi halinde işlemiş kıdem tazminatlarından<br />

her iki işverenin sorumlu olacağı esasına yer verildikten sonra,<br />

işyerini devreden işverenlerin bu sorumluluklarının işçiyi çalıştırdıkları<br />

süreler ve devir esnasında işçinin aldığı ücret seviyesiyle sınırlı olduğu<br />

belirtilmiştir. Bu bağlamda devreden ve devralan işverenler bakımından<br />

müteselsil sorumluluktan söz etmek mümkün değildir. Devralan işveren<br />

tüm hizmet süresi ve son ücretle kıdem tazminatından sorumlu iken,<br />

devreden işveren kendi nezdinde çalıştırdığı süre ve devir esnasında işçinin<br />

aldığı ücretle sorumludur.<br />

Đşyerinin devri ile hizmet sözleşmelerinin sona ermeyeceği, yeni işverenle<br />

devam edeceği temeline dayanan bu esas, işverenin işyerini devretmeden<br />

önce hizmet sözleşmesini feshetmesine engel değildir. Đşverenin işyerini<br />

devretmeden önce hizmet sözleşmelerini feshederek, işyerini işçisiz<br />

veya azaltılmış işçi kadrosu ile birlikte devri mümkün ve hukuken geçerlidir<br />

Bu bağlamda, işyerinin devri durumunda aynı işyerinde çalışmasını<br />

sürdüren işçinin kıdem tazminatına esas sürenin tüm hizmet süresi olarak<br />

kabul edilebilmesi için devreden işverenin hizmet sözleşmesini feshetmemiş<br />

olması gerekir. Hizmet sözleşmesi devirden önce sona erdirilmiş<br />

ise, yeni işverenin aynı işçi veya işçileri işyerinde tekrar istihdamı yeni bir<br />

sözleşme temeline dayanır ve işyerini devralan işverenin eski süreye ilişkin<br />

kıdem tazminatından sorumluluğu olmaz. Meğer ki, devir işleminin<br />

salt kıdemi kesmeye yönelik olduğu kanıtlanmış olsun (Ekmekçi, Değerlendirme<br />

1999, 108 vd).<br />

Y9HD'nin 15.02.<strong>2001</strong> tarih, E. 2000/19060, K. <strong>2001</strong>/2470 sayılı kararında<br />

işyerinin devri halinde ihbar tazminatından son işverenin sorumlu<br />

olduğu, kıdem tazminatından ise, önceki işverenlerin işyerini devrettikleri<br />

tarihteki ücret ve devir tarihindeki çalışma süresine göre sorumlu<br />

oldukları, önceki işverenlerin tüm çalışma süresine ve akdin feshi<br />

tarihindeki ücrete göre saptanan kıdem tazminatından sorumlu tutulamayacakları<br />

hükme bağlanmıştır (ĐBD.,C. 76, S. 1, 2002, 263). Đşyerinin<br />

devri ile birlikte hizmet sözleşmesinin devam etmesi durumunda devralan<br />

işverence yapılan fesih sonucu kıdem tazminatından sorumluluk yasada<br />

tespit olunduğu gibi, ihbar tazminatından önceki işverenler sorumlu tutulamaz.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kararı isabetlidir.<br />

Y9HD'nin 28.06.<strong>2001</strong> tarihli kararına konu olayda (8503/11049, Çimento<br />

Đşveren D., C. 15, Sayı 5, Eylül <strong>2001</strong>, 42), alt işveren işçisi olarak<br />

çalışırken asıl işveren- alt işveren ilişkisinin sona ermesi üzerine aynı<br />

135


ölümün asıl işverene devriyle asıl işveren tarafından çalıştırılmaya devam<br />

edilen ve daha sonra hizmet sözleşmesi feshedilen işçi ihbar kıdem<br />

ve yıllık ücretli izin ücretini talep etmiştir. Yüksek Mahkeme isabetli olarak<br />

asıl işveren alt işveren ilişkisinin sona ermesi ile işçinin hizmet sözleşmesinin<br />

sona erdirilmediği, alt işverenin ihbar tazminatından sorumlu<br />

tutulamayacağı, izin ücretinden ĐşK. md. 53/II gereğince işyerini devralan<br />

asıl işverenin sorumlu olduğu yolunda karar vermiştir.<br />

Y9HD'nin aynı konudaki 04.04.<strong>2001</strong> tarih 3971/5453 sayılı kararına<br />

konu olayda (Yasa Hukuk D., C.XX, S. 238/09, Eylül <strong>2001</strong>, 1177) davacı<br />

Pe-Re-Ja AŞ.'nde 1974'de çalışmaya başlamış, bu çalışması 30.12.1994<br />

tarihine kadar sürmüş olup, işyeri bu tarihte Temsu Kozmetik AŞ.'ne kiralanmıştır.<br />

Davacıya işyerinin devri tarihine kadar kıdem tazminatı adı<br />

altında bir takım ödemeler yapılmış ve devir tarihinde de ihbar ve kıdem<br />

tazminatları ödenmiştir. Davacı Temsu AŞ. de 2.1.1995-31.7.1998 tarihleri<br />

arasında çalışmış ve hizmet sözleşmesi ihbar ve kıdem tazminatları<br />

ödenmek suretiyle sona erdirilmiş, davacı fark kıdem tazminatı ve yıllık<br />

ücretli izin alacağı talep etmiştir.<br />

Yüksek mahkeme kararda ilk işveren olan Pe-Re-Ja ile davacı arasındaki<br />

hizmet sözleşmesinin işyerinin Temsu Kozmetik'e kiralanması suretiyle<br />

sona erdirilmesinden bahsetmektedir ki, esasen işyerinin işletilmek<br />

amacıyla başka bir işverene kiralanması işyeri devri olup, devirle hizmet<br />

sözleşmesinin kendiliğinden sona ermesi sözkonusu değildir. Nitekim<br />

Yüksek Mahkemenin sona erme üzerine ihbar ve kıdem tazminatlarının<br />

ödendiğinden bahsetmesi burada hizmet sözleşmesinin işverence feshedildiği<br />

olgusunun varlığını göstermektedir. Şüphesiz yukarıda da belirtildiği<br />

gibi, işyerinin devri durumunda devreden işverenin ihbar ve kıdem<br />

tazminatlarını ödemek suretiyle devretmesi mümkündür. Bu bağlamda<br />

işçinin yeni işveren nezdinde (Temsu AŞ) çalışması yeni bir hizmet sözleşmesine<br />

dayanmakta olup, önceki kıdem sürelerinin sözleşmenin kıdem<br />

tazminatına hak kazandıracak şekilde sona ermesi durumunda birleştirilmesi<br />

mümkün değildir. Meğer ki, salt kıdem tazminatlarının düşük tutulması<br />

amacıyla böyle bir uygulamaya gidilmiş olmasın. Devrin muvazaalı<br />

olması durumunda ise kıdemin sıfırlanmasından söz edilmesi olanağı<br />

mevcut değildir. Yüksek Mahkemenin kıdem tazminatının tüm hizmet<br />

süreleri üzerinden hesaplanamayacağına ilişkin kararı bu bakımdan<br />

isabetlidir.<br />

Kararda ayrıca yıllık ücretli izin alacağından ilk işveren olan Pe-Re-Ja<br />

AŞ'nin sorumlu tutulamayacağı, ĐşK. md. 53/II uyarınca Temsu-AŞ.'nin<br />

sorumlu olacağı hükme bağlanmıştır. ĐşK. md. 53/I'de "işyerinin el değiştirmesi<br />

veya başkasına geçmesi bu işyerinde çalışan işçilerin yıllık ücretli<br />

136


izin haklarının ortadan kalkmasına sebep olamaz" hükmüne yer verildikten<br />

sonra, II. fıkrada "aksine bir sözleşme olsa bile yıllık ücretli izin süresine<br />

ilişkin ücretler yeni işveren tarafından ödenir" esası getirilmiştir. Đşyerinin<br />

devri veya işverenin değişmesi durumunda hizmet sözleşmesinin<br />

sona ermeyeceği esasından hareket eden yasakoyucu, işçinin yıllık ücretli<br />

izin hakkını yeni işverenden talep edebilme imkanını öngörmüştür. Ancak<br />

madde hizmet sözleşmesi feshedilmeksizin çalışma ilişkisinin sürdürüldüğü<br />

durumlarda yıllık ücretli izin hakkının yeni işverene ileri sürülebilmesine<br />

ilişkindir. Oysa olayda işçinin hizmet sözleşmesi feshedilerek ihbar<br />

ve kıdem tazminatı ödenmiş diğer bir ifadeyle devreden işveren yanındaki<br />

çalışma ilişkisi tasfiye edilmiştir. Bilindiği gibi işyeri devri veya<br />

işverenin değişmesi Đş hukukunda işçilik hakları bakımından önem taşır<br />

ve hizmet sözleşmesinin devamı ile işverenin değişmesinden söz edilebilir.<br />

Bu bağlamda ilk işveren nezdinde geçirilen süreye ilişkin yıllık izin ücreti<br />

bakımından olayda ĐşK. md. 53/II'nin uygulanması mümkün değildir.<br />

Y9HD'nin işyeri devri ve kıdem tazminatı ile ilgili bir diğer kararına<br />

konu olayda (08.05.<strong>2001</strong> tarih, 5261/8037, Tüba/Mevzuatbank-Pro) işyeri<br />

devri sırasında işverenler arasında yapılan protokolde devreden işverenin<br />

kıdem tazminatlarını ödeyeceği yer almaktadır. Karardan anlaşıldığı<br />

üzere devreden işveren tarafından kıdem tazminatı ödenen ve ibraname<br />

veren davacı işçi devralan işveren yanında çalışmasını sürdürmüş ve<br />

hizmet sözleşmesinin kıdem tazminatına hak kazandırır biçimde sona<br />

ermesi üzerine tüm süre dikkate alınarak kıdem tazminatının hesaplanması<br />

istemiyle dava açmıştır. Yüksek Mahkeme davacı işçinin çalıştığı<br />

tüm süre üzerinden kıdem tazminatının hesaplanarak, devir tarihinde<br />

kazandığı kıdem tazminatının yasal faizi ile birlikte saptanması ve kalan<br />

kıdem tazminatı farkına hükmedilmesi gerektiği yolunda hüküm tesis<br />

etmiştir.<br />

Yüksek mahkeme kararda gerekçe olarak gerçek anlamda bir feshin<br />

bulunmaması olgusundan hareket etmekte, hizmet sözleşmesi feshedilmeksizin<br />

kıdem tazminatı adı altında arada yapılan ödemeyi avans olarak<br />

niteleyen görüşüne uygun olarak önceki ödemenin mahsubu esasını benimsemektedir.<br />

Đşyerinin devrinde devreden işverenin kıdem tazminatını<br />

ödemiş bulunması feshin yapıldığı konusunda karine oluşturur. Bununla<br />

birlikte, fesih niyeti bulunmaksızın işyerinin devrine rağmen çalışan işçiye<br />

kıdem tazminatı adı altında yapılan ödeme sonucu kıdem tazminatına<br />

esas sürenin sıfırlanmasından söz edilemez. Bu bağlamda somut<br />

olayda kıdem tazminatının ödenmesine rağmen esasen fesih işleminin<br />

bulunmadığı kanıtlanabildiği takdirde her iki işveren nezdinde geçen sürelerin<br />

birleştirilmesi yerindedir.<br />

137


Y9HD'nin 15.05.<strong>2001</strong> tarihli kararına konu olayda (2309/8393, Çimento<br />

Đşveren D., C. 15, S. 4, Temmuz <strong>2001</strong>, 38), banka işyerinde<br />

02.09.1977 tarihinden itibaren işçi olarak çalışan işçinin hizmet sözleşmesi<br />

01.08.1988 tarihinde sözleşmeli personel statüsüne geçirilmek suretiyle<br />

feshedilip, kıdem tazminatı ödenmiştir. Davacı sözleşmeli personel<br />

statüsünde çalışmakta iken, bu kez çalıştığı banka Yüksek Planlama Kurulu'nun<br />

kararı ile 20.01.1989 tarihinde bir başka bankaya devrolunmuş<br />

ve işçi devirden sonra 19.10.1999 tarihinde emeklilik nedeniyle hizmet<br />

sözleşmesini feshetmiştir. Davacı kıdem tazminatının sözleşmeli personel<br />

statüsüne geçirilmeden önceki kıdem tazminatı ödenen sürenin dikkate<br />

alınarak ödenmesini talep etmiştir.<br />

Yüksek mahkeme daha önce sözleşmeli personel statüsüne geçirilmek<br />

suretiyle sona eren ve kıdem tazminatı ödenen sürenin kıdem süresinde<br />

dikkate alınamayacağını belirtmiş ve kararda aynı dönem için birden fazla<br />

kıdem tazminatı ödenemeyeceğine ilişkin ĐşK. md. 14/IX'a dayanmıştır.<br />

Kararda davacının işçinin müstahdem kadrosunda işi değişmeksizin bir<br />

çalışması sözkonusu olmakla birlikte, 02.09.1977-01.08.1988 tarihleri<br />

arasındaki hizmet akdi statü değişikliği sonucu feshedildiği için kıdem<br />

tazminatının ödendiği, hizmet akdi feshedilmeksizin "kıdem tazminatı" adı<br />

altında yapılan ödemelerin dairece "avans" olarak nitelendirildiği ve kıdem<br />

tazminatından mahsubu yoluna gidildiği belirtildikten sonra, 01.08.1988<br />

tarihli ibraname ile hizmet akdinin feshi sonucu kıdem tazminatının<br />

ödenmesini müteakiben davacının başlayan sözleşmeli personellik<br />

döneminin işyerinin devri ile hizmet akdine dönüştüğü. sözleşmeli<br />

personel ilişkisinin ileride hizmet akdine dönüşeceği işveren tarafından<br />

öngörülemeyeceğine göre, davacıya 01.08.1988 tarihi itibariyle kıdem<br />

tazminatı ödenmesinin hakkın suistimali olarak kabul edilemeyeceği yolunda<br />

karar verilmiştir.Somut olayın özellikleri değerlendirildiğinde işçiye<br />

önceki çalışma ilişkisinin bitiminde yapılan ödemenin daha az kıdem<br />

tazminatı ödenmesi amacını taşımadığı açık olup, daha önceki sürenin<br />

kıdem tazminatının hesabında dikkate alınamayacağına ilişkin <strong>Yargıtayın</strong><br />

kararı isabetlidir.<br />

3. Kısmi Süreli Hizmet Sözleşmesinde Kıdemin Belirlenmesi<br />

Kısmi süreli çalışma ilişkisi konusunda özel bir yasal düzenleme bulunmayan<br />

hukukumuzda doğrudan doğruya tam süre çalışmaya uygun<br />

olanlar dışındaki yasal hükümlerin ve Đş Hukuku kurallarının tümüyle<br />

kısmi süreli çalışma ilişkilerine de uygulanması doktrinde benimsenen<br />

görüşü oluşturmaktadır (S. Süzek, Đş Akdinin Türleri, Mercek Dergisi, Nisan<br />

<strong>2001</strong>, 26; N.Çelik, Kısmi Süreli Çalışmada Đşçinin Kıdeminin Hesabı,<br />

Kamu-Đş Cilt 6, Sayı 4, 2002). ĐşK. md. 14/I'de tam gün veya kısmi süreli<br />

138


çalışma yapılması konusunda bir ayrım yapılmaksızın "işçinin işe başladığı<br />

tarihten itibaren hizmet akdinin devamı süresince her geçen tam yıl<br />

için işçiye 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödenir" hükmü yer<br />

almaktadır. Buna göre; kısmi süreli hizmet sözleşmesi ile çalışan işçinin<br />

kıdem süresi, çalıştığı günlere bakılmaksızın, akdin başlangıç ve sona<br />

erme tarihleri arasındaki süre olacaktır (Ekonomi, I, 244-245; Ö. Eyrenci,<br />

Uygulama ve Đş Hukuku Açısından Kısmi Süreli Çalışmalar, Đstanbul<br />

1989, 66; Centel, I, 217, aynı yazar, Kısmi Çalışma, Đstanbul 1992,<br />

69-70; Çelik, Đş Hukuku Dersleri, 98).<br />

Doktrindeki baskın görüş bu yönde olmakla birlikte Yargıtay 2000 yılına<br />

kadar verdiği kararlarda kısmi süreli işçinin kıdem tazminatının hesabında<br />

farklı bir esası kabul etmiştir. Buna göre; haftanın beş günü 2-3<br />

saatlik çalışmalar birer gün olarak kabul edilmekte ve işçinin işe başladığı<br />

tarihten hizmet sözleşmesinin sona erdiği tarihe kadar geçen süre kıdem<br />

tazminatının hesabında dikkate alınmakta (Y9HD., 01.05.1986,<br />

3374/4502, Tühis, Mayıs-Temmuz 1986, 19; 21.05.1991, 753/8770, ve<br />

Ö. Eyrenci'nin incelemesi, ĐHD, Temmuz-Eylül 1991, 378-381;<br />

02.12.1997, 16566/20066, Tühis Ağustos 1998 40-41;, 14.09.1999,<br />

11366/13217, Tühis, Kasım 1999), işçinin haftanın 5 günü çalışmadığı<br />

hallerde ise, günlük çalışma süresi ne olursa olsun çalıştığı günler sayılarak<br />

toplamı bir yılı geçtiği zaman kıdem tazminatına hak kazanılacağı<br />

yolunda hüküm verilmekteydi (Y9HD., 08.11.1977, 1392/15481;Y9HD,<br />

01.05.1986, 3374/4502, E. Akyiğit, Kıdem Tazminatı, Ankara 1999,<br />

533). Dolayısıyla Yargıtay birer saatlik çalışma da olsa haftada en az beş<br />

gün çalışan işçinin kıdeminin hesabında akdin devam süresini, haftanın<br />

daha az gününde yapılan çalışmalarda ise, işçinin çalıştığı ve çalışılmış<br />

sayılan günlerin toplamını esas almıştır.<br />

Bununla birlikte Yüksek Mahkeme 2000 yılında verdiği bir kararda -<br />

işçinin haftanın kaç günü çalıştığı belli olmamakla birlikte- kısmi süreli<br />

çalışan bir işçinin kıdem tazminatına esas hizmet süresinin belirlenmesinde<br />

hizmet akdinin başlangıcı ile sona ermesi arasındaki çalışılan ve<br />

çalışılmayan günler ayrımı yapılmaksızın tüm sürenin gözönüne alınacağı<br />

yolunda karar vermiştir (Y9HD., 27.09.2000, 8184/12733, C.Đ. Günay,<br />

Şerhli Đş Kanunu, 2. Bası, Ankara <strong>2001</strong>, 9449).<br />

Y9HD'nin isabetli olan bu görüşünü <strong>2001</strong> yılında da sürdürdüğü görülmektedir.<br />

Y9HD'nin 21.05.<strong>2001</strong> tarih 6063/8620 sayılı kararına konu<br />

olayda davacı işçi işyeri hekimi olarak 11.02.1992-31.12.1998 tarihleri<br />

arasında haftada iki gün kısmi süreli hizmet sözleşmesi ile çalışmış ve<br />

hizmet sözleşmesinin kıdem tazminatına hak kazandıracak şekilde sona<br />

ermesi üzerine kıdem tazminatını talep etmiştir. Yerel mahkemece dava-<br />

139


cının çalışma gün sayıları toplanarak 718 günlük hizmet süresi bulunmuş<br />

ve buna göre kıdem tazminatı miktarı belirlenmiştir. Y9HD ise, dairenin<br />

yerleşik içtihadına göre davacının hizmetinin 6 yıl 10 ay 20 gün<br />

sürdüğünü ve son ücret belirlenerek kıdem tazminatının hesaplanması<br />

gerektiği gerekçesi ile yerel mahkeme kararını bozmuştur (Tühis, Şubat<br />

2002, 56 ve E. Akyiğit'in incelemesi).<br />

Yüksek Mahkeme'nin konuya ilişkin bir diğer kararında (04.04.<strong>2001</strong>,<br />

2036/5526, Đşveren D., Cilt: XXXVI, S.3, Aralık <strong>2001</strong>, 18) yukarıdaki kararda<br />

yer verildiği kadar açıklık bulunmamakla birlikte, aynı görüşün<br />

benimsendiği söylenebilir. Karara konu olayda kısmi süreli çalışan işçinin<br />

haftanın kaç günü çalıştığı hususunda bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak<br />

günde 1,5 saat çalıştığı belirtilmiştir. Yüksek Mahkemenin kararda " Dairemizin<br />

uygulamasına göre kısmi çalışma halinde normal günlük 7,5<br />

saat çalışma durumuna göre kural olarak daha düşük yevmiye ile çalışma<br />

sözkonusu olur. Bu yevmiye üzerine önce 1 yıllık sonrada 5 yıllık ve<br />

ayrıca yıldan eksik çalışma süreleri için kıdem tazminatı hesaplanır" ifadesiyle<br />

çalışılan sürelerin toplanması esasını benimsemediği söylenebilecektir.<br />

Kararda ayrıca yıllık kıdem tazminatı tutarı tavan sınırın altında<br />

ise, o miktar üzerinden tüm süre için hesaplama yapılması gerektiği belirterek,<br />

kısmi çalışma süresinin günlük tam süreye orantı kurulması suretiyle<br />

bu orantının tavan miktarına uygulanmasının doğru olmadığı yolunda<br />

hüküm tesis edilmiştir. Gerçekten kısmi süreli hizmet sözleşmesi<br />

ile çalışan işçinin kıdem tazminatının hesabında hizmet sözleşmesinin<br />

kurulmasından itibaren sözleşmenin sona ermesine kadar olan sürenin<br />

dikkate alınması gerektiği gibi, tazminat tavanının belirlenmesinde de çalışma<br />

süresi bakımından herhangi bir oranlama yapılmaksızın ĐşK.md.<br />

14/XIV uyarınca tespit olunan tavan miktarı geçerlidir. Bu itibarla <strong>Yargıtayın</strong><br />

kararı doktrinde savunulan görüşler doğrultusunda bir görüş değişikliği<br />

oluşturmakta olup, isabetlidir.<br />

III. KIDEM TAZMĐNATINA ESAS ÜCRET<br />

ĐşK.md.14/11 hükmüne göre; "... kıdem tazminatına esas olacak ücretin<br />

hesabında 26ncı maddenin birinci fıkrasında yazılı ücrete ilaveten<br />

işçiye sağlanmış olan para ve para ile ölçülmesi mümkün akdi ve kanundan<br />

doğan menfaatler de gözönünde tutulur". Bu bağlamda kıdem tazminatına<br />

esas alınacak son ücret geniş anlamda ücret olup, asıl ücret yanında<br />

ücret eklerini de içine alır.<br />

Ancak ücret eklerinin dikkate alınabilmesi için bunların sürekli bir<br />

nitelik taşımaları zorunludur. Bu bağlamda kanundan ve sözleşmeden<br />

doğan, düzenli ve sürekli ödemeler kıdem tazminatına esas ücret kapsa-<br />

140


mında değerlendirilir. Y9HD <strong>2001</strong> yılında verdiği bir kararda satış priminin<br />

devamlılık ve kararlılık arzeden bir ödeme olmaması gerekçesi ile ihbar<br />

ve kıdem tazminatı ödemelerinde dikkate alınmayacağı yolunda karar<br />

vermiştir (Y9HD., 08.05.<strong>2001</strong>, 37/81/7976, Tüba/mevzuatbank-Pro).<br />

Ödenmesi satış olup olmadığına bağlı bulunan satış priminin düzenli ve<br />

sürekli niteliği bulunduğundan sözedilemez. <strong>Yargıtayın</strong> kararı isabetlidir.<br />

Bir ek ödemenin sürekli bir ödeme niteliğini elde etmesi için ne kadar<br />

sürede tekrarlanması gerektiği hususunda Yasada olduğu gibi Yargıtay<br />

içtihatlarında da bir açıklık bulunmamaktadır. Doktrinde bir ek ödemenin<br />

azami bir yıl içerisinde tekrarlanması halinde bunun sürekli bir ödeme<br />

niteliği edineceği belirtilmektedir. Buna gerekçe olarak, kıdem<br />

tazminatının hesabında hizmet akdinin son bulduğu tarihten itibaren geriye<br />

doğru bir yıllık sürede işçiye ödenmiş ücret eklerinin de dikkate alınacağı<br />

hükmü (ĐşK. md. 14/IX, X) gösterilmektedir (Ekonomi, Kıdem<br />

Tazminatında Esas alınacak Ücret Ekleri (Kamu Đş Dergisi, Ocak 1988, 6<br />

vd.). Ancak yine aynı görüş doğrultusunda bazı ödemelerde tekrarlanma<br />

bir yıl içinde değil bir yılı aştıktan sonra gerçekleşebilmesine rağmen<br />

anılan ödemenin süreklilik niteliğine zarar gelmeyecektir.<br />

Y9HD'nin 19.02.<strong>2001</strong> tarih, E. 2000/19404, K. <strong>2001</strong>/2997 sayılı kararında<br />

toplu iş sözleşmesi ile işçiye üç yılda bir parka verilmesinin kararlaştırılması<br />

karşısında kıdem ve ihbar tazminatının hesabında her yıl<br />

parka verilmiş gibi ücrete yansıtılmasının hatalı olduğu, hesabın buna<br />

göre yapılması gerektiği hükme bağlanmıştır (Çimento Đşveren D.,Cilt 15,<br />

S. 3, Mayıs <strong>2001</strong>, 48). Kararda yer alan ifadeden Yüksek Mahkemenin<br />

isabetli olarak üç yılda bir yapılan ayni ödemenin süreklilik arzettiği ve<br />

kıdem tazminatının hesabında dikkate alınması gerektiğini benimsediği<br />

anlaşılmaktadır.<br />

Y9HD'nin 19.06.<strong>2001</strong> tarihli kararında (E. 2000/5274, K. 10525,<br />

Tüba/Mevzuatbank-Pro) ihbar ve kıdem tazminatına esas alınacak ücretin<br />

tespitinde çalışılan her işgünü için yemek verileceği ve çalışılan her iş<br />

günü için servis bedeli ödeneceğine ilişkin toplu iş sözleşmesi hükmü<br />

dikkate alınmaksızın anılan ödemelerin yılın her günü çalışılmış gibi ücrete<br />

yansıtılmasının hatalı olduğu gerekçesi ile yerel mahkeme kararı bozulmuştur.<br />

Kararda isabetli olarak "davacının son bir yılda çalıştığı iş<br />

günleri için bu ödeme tutarları bulunarak, bunun 365'e bölünmesi suretiyle<br />

tazminat hesabı yönünden bir güne düşen miktarın bulunması gerektiği"<br />

belirtilmiştir<br />

IV. KIDEM TAZMĐNATININ GEÇ ÖDENMESĐ NEDENĐYLE FAĐZ<br />

1. Faiz Hakkının Saklı Tutulması<br />

141


Fer'i bir borç niteliğinde olan faiz hakkının talep edilebilmesi asıl borç<br />

sona ermeden faiz hakkının saklı tutulmasına bağlıdır. BK. md. 113'e<br />

göre; " Asıl borç tediye ile veya sair suretle sakıt olduğu takdirde, kefalet<br />

ve rehin ve sair fer'i haklar dahi sakıt olur.<br />

Evvelce işleyen faizleri talep hakkının mahfuz bulunduğu beyan<br />

edilmiş veya hal icabından neş'et eylemiş olmadıkça bu faizler talep olunamaz".<br />

Şüphesiz tüm borç ilişkileri gibi, kıdem tazminatı bakımından da<br />

aynı esas geçerli olup, <strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> tarihli kararlarında da önceki yıllarda<br />

olduğu gibi bu esasa yer verilmiştir.<br />

Y9HD'nin 18.04.<strong>2001</strong> tarih, 3487/6567 sayılı kararında (ĐBD, C. 76,<br />

S. 1, 2002,263), davanın açılmasından önce davalı işverenin kıdem tazminatının<br />

tamamını davacı adına bankaya yatırdığı, paranın bankadan<br />

çekilmesi sırasında davacının ihtirazi kayıt dermeyan edip etmediği araştırılmadan<br />

geçmiş günler faizinin hüküm altına alınamayacağı, bu konunun<br />

hakkı ortadan kaldıran itiraz niteliğinde olup, mahkeme tarafından<br />

re'sen dikkate alınması gerektiği hükme bağlanmıştır.<br />

Y9HD'nin 18.04.<strong>2001</strong> tarih, 3488/6568 sayılı kararında (ĐBD, Cilt 75,<br />

Sayı 7-8-9, <strong>2001</strong>, 909) banka aracılığı ile yapılan kıdem tazminatı ödemesinden<br />

sonra faiz talebinde bulunan davacının talebi doğrultusunda<br />

hüküm veren yerel mahkeme kararı; paranın bankadan çekilmesi sırasında<br />

ihtirazi kayıt dermeyan edilmemesi durumunda işçinin geçmiş<br />

günler faizi isteyemeyeceği gerekçesi ile bozulmuştur.<br />

Doktrinde özellikle otomatik vezneden paranın çekilmesi durumunda<br />

faiz hakkının saklı tutulması için ihtirazi kayıt aranmasının tatminkar<br />

olmadığı, otomatik vezne yerine normal banka yoluyla çekme durumunda<br />

bile BK. md. 113 hükmünde yer alan "halin icabından" saklı tutulma<br />

keyfiyetinin burada gerçekleştiğinin kabul edilebileceği savunulmaktadır.<br />

Bu görüş doğrultusunda anılan durumlarda ihtirazi kayda gerek olmaksızın<br />

bizatihi paranın bankadan çekilmesi faiz hakkının saklı tutulduğu<br />

anlamında yorumlanmalıdır (E. Akyiğit, Kıdem Tazminatı, Ankara 1999,<br />

815 vd.; Ayrıca bak. A. Başbuğ, Đşçi Ücretlerinin ATM ile Ödenmesinden<br />

Doğan Sorunlar, ĐHD., C.III, 1993, 218).<br />

142<br />

2. Faizin Başlangıcı<br />

Bilindiği gibi, iş hukukunda işçilik haklarında faiz başlangıcı konusunda<br />

açık bir hüküm bulunmamakla birlikte, doktrin ve yargı içtihatlarında<br />

kıdem tazminatına uygulanacak faiz başlangıcı için "sözleşmenin<br />

feshi", ihbar tazminatı ve diğer işçilik hakları bakımından ise işverenin<br />

temerrüdü tarihi esas alınmaktadır. Buna gerekçe olarak "hizmet akitlerinin<br />

sona ermesinde, işçinin ücreti ile sözleşme ve kanundan doğan para


ve para ile ölçülmesi mümkün menfaatlerin tam olarak ödenmesi zorunludur"<br />

hükmünü içeren ĐşK. md. 26/5 ve "kıdem tazminatının zamanında<br />

ödenmemesi sebebiyle açılacak davanın sonunda hakim gecikme süresi<br />

için ödenmeyen süreye göre mevduata uygulanan en yüksek faizin ödenmesine<br />

hükmeder" hükmünü içeren ĐşK. md 14/XI esas alınmaktadır. Bu<br />

bağlamda kıdem tazminatı bakımından BK. md. 101 hükmünden ayrılınmakta<br />

ancak aynı anda doğan ihbar tazminatı için işverenin temerrüde<br />

düşürülmesi aranmaktadır.<br />

Kıdem tazminatında faiz başlangıcı sözleşmenin feshi tarihi olmakla<br />

birlikte, bu esasın istisnalarından biri; yaşlılık aylığı almak amacıyla hizmet<br />

sözleşmesinin feshine ilişkindir. Bu durumda faizin başlangıç tarihi;<br />

hizmet sözleşmesinin sona erdiği tarih değil, aylığa hak kazanıldığına<br />

ilişkin belgenin işverene verilme tarihidir. Y9HD bu yöndeki yerleşik görüşünü<br />

<strong>2001</strong> yılında da isabetli olarak sürdürmüştür (26.02.<strong>2001</strong>,<br />

3259/3400, Đşveren D., Cilt XXXV, S.7, Nisan <strong>2001</strong>, 15).<br />

Y9HD önceki yıllarda verdiği kararlarla uyumlu olarak <strong>2001</strong> yılında<br />

verdiği kararlarda da ihbar tazminatı için işverenin dava tarihinden önce<br />

temerrüde düşürülmemesi durumunda faiz bakımından dava tarihinin<br />

esas alınacağı yolunda hüküm vermiştir (25.01.<strong>2001</strong>, E. 2000/15303, K.<br />

<strong>2001</strong>/1246, 28.03.<strong>2001</strong>, 1472/5089, Tüba/Mevzuatbank-Pro).<br />

<strong>Yargıtayın</strong> faize ilişkin bir başka kararı (Y9HD., 07.05. <strong>2001</strong>,<br />

7671/7877, Çimento Đşveren D., Cilt 15, Sayı 4, Temmuz <strong>2001</strong>) kısmi davada<br />

saklı tutulan bakiye alacaklar için faiz başlangıcına ilişkindir. 9 HD,<br />

kıdem tazminatı dışındaki alacaklar için faizin kısmi dava tarihinden itibaren<br />

değil, takip tarihinden itibaren işleyeceği görüşündedir. Yüksek<br />

Mahkemenin önceki yıllarda da verdiği kararlarda da yer alan bu görüş<br />

isabetlidir.<br />

Dava konusu olayda görüldüğü gibi, kıdem tazminatı dışındaki işçilik<br />

haklarının tamamı yerine bir kısmı için (kısmi) dava açıldığında, davalı<br />

sadece bu miktar için temerrüde düşürülmüş olur. Đlk kısmi davada fazlaya<br />

ilişkin hakkın saklı tutulmuş olmasının, sonraki dava veya icra takibinde<br />

faizin başlangıç tarihi bakımından etkisi bulunmaz. (Ekmekçi,<br />

Değerlendirme 1999, 79; Aksi görüş, Sümer, Değerlendirme1997, 106).<br />

Đhbar tazminatı için aynı yönde (Y9HD., 25.01.<strong>2001</strong>, E. 2000/15303, K.<br />

1246, Tüba/Mevzuatbank-Pro).<br />

Şüphesiz işçinin ilk kısmi dava öncesinde işvereni örneğin bir ihtarname<br />

ile temerrüde düşürmesi veya kısmi dava sırasında temerrüt ihtarında<br />

bulunması durumunda faiz ihtar tarihi ile başlayacaktır.<br />

3. Faiz Oranı<br />

143


2869 sK. ile ĐşK. md. 14/11'e eklenen hüküm uyarınca "kıdem tazminatının<br />

zamanında ödenmemesi sebebiyle açılacak davanın sonunda<br />

hakim gecikme süresi için ödenmeyen süreye göre mevduata uygulanan<br />

en yüksek faizin ödenmesine hükmeder". Bununla birlikte bu yönde bir<br />

hüküm Deniz Đş Kanunu ve Basın Đş Kanununda bulunmamaktadır. Đş<br />

Kanunu bu yasalar karşısında genel bir kanun niteliğini taşımadığından<br />

(Çelik, Đş Hukuku Dersleri,15; S.Süzek, Đş Hukukunun Genel Esasları,<br />

Ankara 1998, 42; C. Tuncay, Basında Đşçi-Đşveren Đlişkileri, Đstanbul<br />

1989, 26;) ĐşK.'da öngörülen en yüksek mevduat faizinin ödeneceğine<br />

ilişkin hüküm BasĐşK. ve DenĐşK. Kapsamına giren işlerde uygulanamaz.<br />

Anılan kanunlar kapsamına giren işlerde 3095 sayılı Kanundaki yasal faiz<br />

oranı uygulanacaktır.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> yılında verdiği bir kararda da (Y9HD., 07.12.<strong>2001</strong><br />

tarih, 13276/18513, Tühis, Kasım <strong>2001</strong>) aynı husus belirtilmiş ve 854<br />

sayılı DenĐşK. kapsamında gemi adamının hak ettiği kıdem tazminatı için<br />

3095 sayılı yasa uyarınca yasal faizin uygulanması yönünde karar verilmiştir.<br />

Y9HD 18.01.<strong>2001</strong> tarih, 15661/437 sayılı kararında önceki yıllarda<br />

verdiği kararlarla uyumlu olarak mahkemece kıdem tazminatına fesih tarihinden<br />

en yüksek mevduat faizinin uygulanmasına karar verilmesi gerekirken<br />

oran belirtilmek suretiyle faiz yürütülmesinin hatalı olduğu yönünde<br />

karar vermiştir (Tüba/mevzuatbank-Pro).<br />

V. ĐBRANAME<br />

Yargıtay işçinin korunması amacıyla ibra belgelerinin geçerliliği konusunda<br />

bir takım kurallar oluşturmuştur. Bunlar ibra belgelerinin dar<br />

yorumlanması, matbu olarak hizmet sözleşmesi devam ederken hazırlanıp<br />

önceden imzalatılan ibranamenin geçerli olmaması, ibra belgelerinin<br />

üzerinde yazılı miktarla sınırlı makbuz niteliğinde sayılması, hakkın<br />

doğmadığı şeklinde savunma karşısında artık ibranameye itibar edilmeyeceği<br />

gibi (bu konuda bak. Çelik 186 vd; Eyrenci 1979-1983 Semineri,<br />

157 vd; Centel, Ücret, 391 vd; Şahlanan, 1995 Semineri, 17-18; P. Soyer,<br />

1997 Semineri, 36) işçilik haklarının tam olarak ödenmesinin sağlanması<br />

yönünde oluşturulan esaslardır.<br />

Y9HD 26.02.<strong>2001</strong> tarihli kararında önceki yıllarda verdiği kararlarıyla<br />

uyumlu olarak ibraname gibi hakkı ortadan kaldıran bir belgenin Đş Hukuku<br />

uygulamasında yorumlanırken özen gösterilmesi gerektiğini, şayet<br />

bir alacak veya tazminatın ödenmesi sözkonusu ise bunun metin bölümünde<br />

kuşkuya yer vermeyecek biçimde açıklanması gerektiğini belirtmiştir.<br />

Bu bağlamda somut olayda davalı işveren tarafından sunulan ibranamede<br />

ihbar ve kıdem tazminatlarının davacıya ödendiğine dair bir<br />

kayda yer verilmediği gerekçesi ile davacının ihbar ve kıdem tazminatı<br />

144


alacaklarının hüküm altına alınması gerektiği yönünde karar vermiştir.<br />

Burada ibranamenin geçerliliği için Yüksek Mahkemenin isabetli ve önceki<br />

kararlarıyla uyumlu olarak salt tüm hakların ödendiğine ilişkin bir<br />

ifadeyi yeterli görmeyip, anılan ödemelerin açıkça metinde belirtilmesi gerektiğini<br />

aradığı görülmektedir. (Đşveren D., Cilt XXXV, S.7, Nisan <strong>2001</strong>,<br />

15)<br />

Y9HD'nin aynı konudaki bir diğer kararında ise, davalı işverenin çelişkili<br />

ifadeleri karşısında işçi tarafından verilen ibranameye değer verilemeyeceğini<br />

belirtmiştir (02.04.<strong>2001</strong>, 1160/5298, Tüba/Mevzuatbank-<br />

Pro). Karara konu olayda davacı işçi hizmet sözleşmesinin işverence feshedildiğini<br />

ileri sürerek ihbar ve kıdem tazminatları ile fazla mesai ve izin<br />

ücretini talep etmiştir. Davalı işveren ise, sözleşmenin işçi tarafından<br />

feshedildiğini ve işçinin kıdem ve ihbar tazminatını almak suretiyle ibraname<br />

verdiğini ileri sürmüştür. Yüksek Mahkeme isabetli olarak bu durumda<br />

ibranameye değer verilemeyeceğini taraf delilleri gözönünde tutulmak<br />

suretiyle hasıl olacak sonuca göre hüküm kurulması gerektiği gerekçesi<br />

ile yerel mahkeme kararını bozmuştur.<br />

GENEL GÖRÜŞME<br />

145


Oturum Başkanı : (Dr. Mustafa Kılıçoğlu) Katkıda bulunmak isteyen<br />

arkadaşlarımız ad ve soyadlarını belirtmek suretiyle söz alabilirler. Söz<br />

almak isteyen, Sayın Abdi Pesok buyurun efendim.<br />

Av. Abdi Pesok : Saygıdeğer hocama verdiği bildirgelerden dolayı teşekkür<br />

ederim. Çok geniş kapsamlı çok geniş sayıda Yargıtay kararını yorumlayan<br />

bir konuşma yaptılar, hepsine değinmeyeceğim. Çünkü bir çok<br />

arkadaşımız tamamına değinerek çok da zaman alıyoruz. Ben sadece çok<br />

önemli gördüğüm Đş Hukuku açısından iki konuya değinmek istiyorum.<br />

Birincisi cezai şartla ilgili Sayın hocamızın yorumu bilindiği gibi bu cezai<br />

şart veya eğitim giderlerinin tekrar istenmesi konusu Đş Hukuku uygulamasında<br />

yıllarca fazla gündeme gelmeyen konular olarak kendisini gösterdi.<br />

Son 10 yıldır giderek hatta bunda ülkemizdeki genel işçi-işveren<br />

ilişkilerinin gidiş açısına göre olmak kaydıyla uygulamada çoğaldı aynen<br />

belirli süreli hizmet akdiyle çalıştırmanın çoğaldığı gibi, cezai şart konusunu<br />

işverenlerimiz yine sabahki konuşmamda söylediğim gibi gerçekten<br />

sanayici, gerçekten iş adamı işveren kesimini bunun dışında bırakıyorum.<br />

Ama, istismar eden işverenlerimizde oldu. Zaten bizimde burada<br />

konuştuğumuz iyiniyetli ülkeye katkısı olan, işverenlerden ziyade istismarlardır.<br />

Gündeme getirdiğimizde bütün işverenlerin kastedilmediğini<br />

özellikle belirtiyorum. Cezai şart konusunu istismar konusu yaptılar. Uygulamaya<br />

10 yıldır geldi. Yargıtayımız benim kanaatime göre sonuç olarak<br />

çok doğru noktalara ulaştı ve burada genel hukuk prensipleri çerçevesinde<br />

tüm dairelerin kendi önlerine gelen konularda olduğu gibi cezai<br />

şart tek taraflı ise geçerli değildir dedi. Zaten bu genel hukukun gereği idi.<br />

Đş Hukukunun öncelikle gereği idi bu şekilde yorumlamak, bir de eğitim<br />

giderleri ile ilgili olarak gerçekten eğitim yaptırılmış mı yoksa sadece<br />

evrak üzerinde eğitim giderlerinden bahsetmekle istemekle olur mu <br />

buna da açıklık getirdi. Gerçekten eğitim yaptırılıp, yaptırılmadığının<br />

araştırılması gerekir dedi. Şu anda Yargıtayımızın görüşü bu noktadadır.<br />

Sayın hocamız Gülsevil Alpagut, süreye uyma yönünden cezai şartta eşitlik<br />

arayan Yargıtay görüşüne katılmadıklarını belirttiler. Bize göre yargı<br />

kararı isabetlidir.<br />

Đkinci konu toplu iş sözleşmesinde işvereninin fesih hakkını sınırlayan<br />

ve fesih için Disiplin Kurulu kararını öngören hükümlere rağmen işverenin<br />

doğrudan fesih işlemi yapabileceğini dair yargı kararıdır. Toplu iş<br />

sözleşmesine hizmet akdini düzenleyen hükümler konulabileceği Anayasa<br />

tarafından güvence altına alınmıştır. Birinci ana kaide, bunun dışında<br />

Borçlar Yasasının 19 ve 20. maddeleri Borçlar Yasasının 19 ve 20. maddelerine<br />

göre genel olarak genel ahlaka ve yasaların emredici kurallarına<br />

aykırı olmayan mukaveleler, sözleşmeler geçerlidir. Bunun tersi genel<br />

ahlaka aykırı olması veya yasaların emredici kurallarına aykırı olması


hususlarıdır. Disiplin Kurulunun Toplu iş sözleşmesinde varlığı ne Borçlar<br />

Yasasının 19-20. maddesine, Anayasanın genel hükümlerine aykırıdır.<br />

O halde biz toplu iş sözleşmesinin Disiplin Kurullarıyla ilgili hükmünü<br />

Anayasada toplu iş sözleşmesinin hükmü güvence altına alınmış iken,<br />

geçersiz sayıp hazır toplu sözleşmenin bu hükmü hiç yok. Disiplin Kurulunu<br />

da girmeden işveren, işçiyi 17. maddeye giren fiili varsa çıkarır dersek<br />

toplu iş sözleşmesinin hükmünü ortadan kaldırmış oluruz. Ben bu<br />

bakımdan Yargıtayımız bu çerçevede bir değerlendirme yapıyorsa katılmadığımı<br />

sayın hocamıza katıldığımı belirtmekle yetiniyorum.<br />

Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Pesok'a teşekkür ediyoruz Sayın Murat Özveri.<br />

Av. Murat Özveri : Bende hocamın değerli tebliği için teşekkür ediyorum.<br />

Çok kısa bir açıklama yapmak amacıyla söz aldım. Hocam da belirttiler,<br />

bende katılıyorum. <strong>Yargıtayın</strong> fesihlerde bir dizi kararları çıktı oldukça<br />

sevindirici, feshin en son düşünülmesi gereken bir kural olması<br />

gerektiği doğrultusunda verdiği kararlar ve fesih yerine başka bir kararda<br />

düşünülebilirdi diyen kararlar, hocamda bunun doğru olduğunu söyledi.<br />

Ama, bu salonda bir soru sorarak örnek verdi. Pompanın ne olduğunu da<br />

anlayamadık. Pompayı bırakmış gitmiş işçi dedi. Tutanaklara geçmesi<br />

açısından düşünüyorum. Karara konu olaydaki pompa bir mikser kamyonunun<br />

çimento bastığı bir pompa idi. Davacı işçi binaya mikser kamyonunu<br />

yanaştırmış, pompayı kurmuş çimentoyu basıyor karşıdaki kahvede<br />

de çay içiyor olay bu. Dolayısıyla, böyle bir pompa nedeniyle feshin<br />

yapılması pompayı açıklamak anlamında söylüyorum, bence tutarlı bir<br />

karardı. Yargıtayımız açısından da (başında bulunuyor hocam. Kamyonla<br />

pompa arasında küçük bir sokak var, sokağın karşısındaki kahvede oturuyor<br />

olay buydu efendim) feshi düşünürken biraz kılı kırk yarmak gerekir<br />

diye düşünüyorum. Bu anlamdaki Yargıtay kararlarını da tutarlı ve<br />

sevindirici olduğunu düşünüyorum. Disiplin kurulu kararına ilişkin Sayın<br />

Abdi Pesok'u tekrarlamak istemedim.<br />

Oturum Başkanı : Teşekkür ederim Sayın Özveri; Sayın Profesör<br />

Fevzi Şahlanan buyurun efendim.<br />

Prof.Dr. Fevzi Şahlanan : Efendim ben değerli meslektaşım Gülsevil<br />

Alpagut'u kutluyorum, gerçekten özenli ve titiz bir tebliğ hazırladılar. Ayrıca<br />

kutlarken de özel bir zevk alıyorum. Bizim kürsümüzde yetişmiş bir<br />

arkadaşımız o bakımdan biraz ayrıcalığım var diye düşünüyorum. Tekrar<br />

kendisini tebrik ediyorum. Tabi biz kendisiyle kürsü içinde zaman zaman<br />

bu konular hep tartıştığımız konular, ters düştüğümüz şeyler de var. Bu-<br />

147


gün de oldu bir ölçüde bunları da söylemekten kendimi alamıyorum. Benim<br />

söyleyeceklerimin bir kısmı eleştiri niteliğinde ama büyük ölçüde de<br />

kendi görüşümü açıklamak şeklinde olacaktır. Bir kere yapılmış belirli<br />

süreli hizmet sözleşmesinin sona ermesinin kıdem tazminatı hakkı doğurmadığı<br />

konusunda Yargıtayda doktrin de ittifak halinde. Çünkü 14.<br />

maddede sayılan altı ihtimalin içerisinde belirli süreli sözleşmenin sona<br />

ermesi yok. Yargıtay 625 sayılı özel okul kanununa tabi öğretmenlerin<br />

durumu çok yaygın ve yasa zoruyla yapılmış belirli süreli hizmet sözleşmesi<br />

olduğu için, başka çözüm yok. Bu sözleşmelerin belirli süreli yapılması<br />

yasanın emredici hükmü. Kıdem tazminatı açısından mağduriyeti<br />

gidermek için Yargıtay, adil ama yasayı bir hayli zorlayan bir çözüme<br />

vardı. Đşçi, öğretmen daha doğrusu, yenilemiyorsa onun feshidir tazminatı<br />

alamaz. Đşveren yenilemiyorsa bu takdirde tazminat hakkı doğar dedi.<br />

Đfade ettiğim gibi yasaya aykırı denilebilecek çözüm ama adil bir çözüm.<br />

Fakat değerli meslektaşımın bunu boşluk olarak değerlendirmesini,<br />

paylaşmıyorum, yani boşluk hukuki kavramları yerli yerinde kullanmak<br />

lazım, burada bir boşluk yok. Yasada kıdem tazminatının ne zaman ödeneceğine<br />

ilişkin hüküm var. 625'in hükmü de açık dolayısıyla burada<br />

boşluk sözcüğünden söz etmek pek isabetli diye düşünmüyorum. Ne örtülü<br />

boşluk, ne de başka türlü boşluk yok diye düşünüyorum. O bakımdan<br />

bu kavramın yerinde kullanılmadığını düşünüyorum.<br />

Belirsiz süreli sözleşmenin yapılıp 30 ay süre ile feshedilemeyeceğine<br />

ilişkin bir sözleşmeden bahsetti. 30 ay içerisinde feshederse eğitim giderleri<br />

karşılığı cezai şart ödenir dedi. Herhalde kendisi bu konuda gerçekten<br />

derin bilgi sahibi doktora tezi belirli süreli hizmet sözleşmeleri üzerine olduğu<br />

için, değerli de bir tez o bakımdan konuyu çok iyi bildiğine eminim<br />

acaba ben mi yanlış anladım. Burada herhalde teknik niteleme olarak asgari<br />

süreli belirsiz süreli bir sözleşme var. O ara yerde asgari süreli belirsiz<br />

süreli sözleşme var. (hocam şimdi açıklamam doğru olacak işveren<br />

bakımından değil, işveren 30 ay süre ile feshedemem şeklinde bir hüküm<br />

yok. Sadece işçi bakımından) Đşçi bakımından bu şekliyle o zaman mesele<br />

yok onu o şekliyle nitelemek lazım.<br />

Bir başka konu belirli süreli sözleşmenin 16/II'ye göre feshi halinde<br />

işçinin kıdem tazminatı hakkından söz ettiniz, doğru ama kalan süre<br />

içinde, Đş Kanunu 18'den söz ettiniz. Borçlar Kanunu 325 burada tazminatın<br />

çerçevesinide belirleyen bir hüküm olduğuna göre 18'den söz etmek<br />

mi yoksa 325'i öne çıkarmak mı doğru duruyor. Kaldı ki, ĐşK. 18, sadece<br />

belirli süreli sözleşmelerin haklı nedenle fehinde değil, belirsiz süreli<br />

sözleşmelerin haklı nedenle feshinde de öngörülmüş bir tazminat dolayısıyla,<br />

Borçlar Kanunu 325'i söylemek herhalde daha doğrudur diye düşünüyorum.<br />

Tartışılabilir bir konu olmakla beraber arkadaşım tamamen<br />

148


farklı bir görüşü ifade etti. Yazımda da bu karar incelemesini yapmıştım<br />

bu konuyla ilgili toplu iş sözleşmesinde ihbar süreleri artırılmış ve artırılan<br />

maddede bir hüküm daha var. Diyor ki, ihbar ederek sözleşmeyi feshederse<br />

bu artırılmış süreler uygulanacaktır, ama peşin ödeme suretiyle<br />

iş akdini feshedecek, yasadaki süreler uygulanır diyen bir sözleşme ile<br />

karşı karşıyayız. Đşçi veya işçi adına sendika bu hükmü bir yönüyle ele<br />

alıp ihbar tazminatını yasadaki miktarlara göre ödeyen işverenin kararına<br />

karşı fark ihbar tazminatı talep ediyor ve artırılmış sürelerin ihbar tazminatını<br />

istiyor. Benim bildiğim kadarıyla Yargıtay 2000-<strong>2001</strong> yılında aynı<br />

toplu iş sözleşmesiyle ilgili, o yazımda da bu konuyu ifade ettim. Yargıtay<br />

aynı konuda iki farklı karar veriyor. Talebi reddeden mahkeme kararını<br />

reddedeni onaylarken, bir başka yerde reddedeni bozuyor. vs. ben bununla<br />

ilgili görüşümü ifade ettim. Toplu iş sözleşmesi özerkliği içerisinde<br />

taraflar ihbar sürelerini artırmışlardır. Eğer fesih yapılacaksa bu ihbar<br />

sürelerine uyulacaktır. Ama, peşin ödeme halinde farklı bir seçenek kabul<br />

etmişlerdir. Dolayısıyla, doğru kararın ihbar tazminatını yasadaki miktar<br />

kadar ödeyen işveren kadar uygulamasının doğruluğu şeklinde olması<br />

gerekir. Değerli meslektaşım buna katılmadı. Farklı düşüncede olduğunu<br />

söyledi ama kendisinin bir noktada dikkatini çekmek isterim. <strong>Yargıtayın</strong><br />

2002 yılında daha yeni bir kararı söylediğim noktada sanırım bu değişik<br />

yöndeki kararlarının yeni yönünü belirledi diye düşünüyorum. Söylediğim<br />

görüş doğrultusunda, cezai şart konusu çok tartışılan bir konu ve bu<br />

tartışmaların merkezinde yer aldım uzun zaman, bu tartışmaların geçmiş<br />

dönemde de önemli bölümünü benim düşüncelerim oluşturdu. Şimdi<br />

meslektaşım bu noktada biraz farklı, tek taraflı cezai şart olabilir<br />

noktasını söylüyor ve Borçlar Kanunu 325'i merhum hocamız Oğuzmanda<br />

argümanı getiriyordu. 325 tek taraflı işveren lehine olan cezai şartın işçi<br />

tarafındaki karşılığını teşkil eder gibi bir yaklaşım içerisindeydi. Tek<br />

taraflı cezai şart kural olarak olmaz diyen Yargıtay kararı bence de doğru<br />

bunu daha önce 90'lı yılların sonundaki seminerlerde de ifade ettim.<br />

Değerli hocam Metin Kutal'ın tebliğinde bu konu ilk defa gündeme<br />

gelmişti. Ama bugün uygulamanın ihtiyacı özellikle de nitelikli, transfer<br />

ücreti ödenerek alınmış bir işçinin, yüksek eğitim gideri yapılarak<br />

çalıştırılan bir işçinin örneğin daha evvelde bu örneği verdim. THY'de<br />

ordudan ayrılan genç subayları Boeing Airbus uçakları için eğitime gönderiyor.<br />

Binlerce dolar masraf ediyor dönüşte de tek taraflı cezai şart koyuyor.<br />

Beş yıl çalışma mecburiyeti aksi takdirde şu kadar dolar cezai şart<br />

ödeyeceksin bunu rahatsız edici bir tarafının olmaması gerektiğini ve bir<br />

eğitimin karşılığıysa tek taraflı cezai şartın olabileceğini ifade ettim. O<br />

bakımdan arkadaşımla ufak bir farklılık içerisindeyiz.<br />

149


Cezai şartın tenkisi konusuna gelince, cezai şartın tenkisinde aslında<br />

Yargıtay son derece isabetli iki türlü tenkis yapıyor. Bir Borçlar Kanunu<br />

161'deki tenkisi yapıyor. Eğer cezai şart gerçekten fahiş ise, ikincisi çalışılan<br />

süre ile orantılı olarak da tenkis ediyor. Yani B.K. 161'e uygun bir<br />

tenkis diğer tenkisin yapılmasına engel değil, eğer cezai şartın kendisi bizatihi<br />

fahiş değilse, örnek vereyim çok düşük ücretle çalışan bir kişiye<br />

yirmibin dolar cezai şart koydum. Yargıtay bunu bir tenkis ediyor. Sonra<br />

Beş yıl süreli sözleşme varsa, üç yılı çalışmış ise, 5'e 3 oranında da bir<br />

tenkis daha yapıyor ki, son derece isabetli bir tenkis ki, aksi takdirde<br />

tenkisin bir anlamı kalmaz diye düşünüyorum.<br />

Disiplin Kurulunun kararına rağmen fesih, Disiplin Kurulu Kararı<br />

olmaksızın yapılan fesih konusunda değerli meslektaşımın düşüncesine<br />

katılıyorum. Yargıtay bu noktaya geldi diye hepimiz seviniyorduk. Aslında<br />

17'ye dayanan fesih eğer Disiplin Kurulundan geçirilmesi öngörülmüş ise<br />

Disiplin Kurulundan geçirilmediği takdirde feshin nedeni ne kadar haklı<br />

olursa olsun. Bu bir haksız fesihtir. <strong>Yargıtayın</strong> görüşü de son 5-6 yıldır<br />

böyleydi. Umarım o karar çok söylenen bir deyimle kaçak bir karar olduğunu<br />

ummak istiyorum. Teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Şahlanan'ın değerli katkılarından dolayı teşekkür<br />

ediyorum. Söz, Sayın Kayhan Özer'de buyurun efendim,<br />

Kayhan Özer : Teşekkür ediyorum sayın başkan, değerli tebliğ sahibine<br />

de teşekkürlerimi sunarım. Efendim ben izin verirseniz sayın hocalarımın<br />

huzurunda iki konuyu tartışmaya açmak istiyorum. Sayın tebliğ<br />

sahibi tarafından tebliğinin en başında ihbar ücreti ve ihbar tazminatı<br />

ayrımı yapıldı doğru, çünkü biliyorsunuz peşin ödeme halinde bir ihbar<br />

ücretinde söz etmek mümkün ama usule uyulmadığından ya da haksız<br />

fesih nedeniyle mahkemenin hükmedeceği bir yaptırımda tazminattan da<br />

söz etmek mümkün. Neden önemli bu, en azından vergi hukuku açısından<br />

önemli efendim. Eskiden bir işverenin bu madde hükmüne göre dayanarak<br />

işçi aleyhine açtığı davalarda bunun tazminat olduğundan bahisle<br />

vergi kesilmeyeceği ihbar öneli tutarındaki ücret itibariyle hesaplanan<br />

tazminattan herhangi bir kesinti yapılmayacağı Yargıtay'ın kararları<br />

cümlesindedir. Ancak, işçi söz konusu olduğu zaman bunun vergi hukukçularının<br />

da bir parça yanlış tarafıyla ücret olduğundan bahisle önce<br />

brütü hesaplanıyor, sonra bundan gelir vergisi, sigorta kesilmiyor biliyorsunuz.<br />

Damga vergisi kesilerek işçiye net ihbar tazminatı ödenmek yoluna<br />

gidiyor. Danıştay'ın bu yoldaki kararları iki kararı var ikisi de yanlış<br />

surette peşin ödenen ücretin ihbar tazminatı olarak nitelendirilmesinden<br />

yani işverenin peşin ücret ödeyerek bunu tazminat niteliğinde görüp vergi<br />

kesmesinden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla vergi hukukçularının bunun<br />

150


ücret olduğuna ilişkin görüşlerine katılmak mümkün değil esasen bir<br />

konu onların önüne gitmemiş, dolayısıyla bu sayın tebliğ sahibinden görüşünü<br />

rica ederken bu ücret ve tazminat kavramları üzerindeki teknik<br />

açıdan görüşünü açıklamasını istirham edeceğim. Sonucunda da eğer bu<br />

gerçekten tazminat ise yani işçinin, mahrum kaldığı ancak, kanunda<br />

miktarı belirtilmiş bir tazminat ise o takdirde bundan ücret niteliğinde<br />

sayılmayarak vergi kesilmemesi gerektiği görüşünde olduğumu belirteceğim.<br />

Efendim ikinci konu sabahki tebliğinde Sayın Süzek kıdem tazminatına<br />

ilişkin konu öğleden sonra incelenecektir dediği için pek tartışılmayan<br />

bir konu bu işçinin bu da işçinin devri olayı biliyorsunuz gruba bağlı<br />

şirketlerde oldukça da uzman çalışanlar A şirketinde başlar bir zaman<br />

sonra B şirketine geçer sonra C şirketine geçer. Şirketler arasında protokol<br />

olsun olmasın en son çalıştığı C şirketinden bütün çalışma uyan bir<br />

kıdem tazminatını alır veya alamaz. Şimdi burada kanunun 14. maddesinin<br />

emredici hükmünü nazara aldığımız zaman kanunda bu düzenlemenin<br />

yanında olsak bile kanunda işçinin devri gibi sözleşmenin devri<br />

gibi bir müesseseden söz edilmediğini görüyoruz. Đşyerinin devri söz konusudur.<br />

Olayımızda da işyerinin devri yoktur. Ha neden önemli bu iki<br />

konu bizim iş hukukunun dışındaki iki hukuk konusu açısından önemli<br />

biri bu emredici hükme uymadığı için son işveren bütün süre ve son ücret<br />

üzerinden ödediği kıdem tazminatını kurumlar vergisi ve gelir vergisi<br />

açısından gider yazamaz. Çünkü kanuna uygun ödeme yapmamış olur.<br />

Kıdem tazminatının son işveren tarafından ödenmesine ilişkin Borçlar<br />

<strong>Hukukuna</strong> ya da Ticaret <strong>Hukukuna</strong> ilişkin sözleşmeler ayrık Tazminatın<br />

niteliği değil paranın ödenmesine ilişkin her zaman sözleşmeler yapılabilir.<br />

Borçlu en son şirket olabilir. Ama bu kıdem tazminatının mutlaka<br />

geçmişe doğru şirketler arasında hatta ayrılan tarihler ve ücretle esas alınarak<br />

belki bölüşülmesi gerekir. Đkincisi de ceza müeyyidesi konusunda<br />

önümüze çıkacaktır. Ceza hakimine bu şekilde ödenen kıdem tazminatı<br />

ile ilgili uygulamanın yasal olduğunu anlatmakta zorlanabileceğiz. Bu<br />

nedenle bu konudaki görüşünü özür dilerim tebliğinde olmamakla birlikte,<br />

ama olması gerekirdi diye kendisine soracağım. Çok teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Biz teşekkür ederiz. Sayın Özer. Sayın Đnceser Alptekin<br />

buyurun efendim.<br />

Av. Đnciser Alptekin : Sayın hocalarımıza değerli tebliğinden ötürü<br />

teşekkür etmek istiyorum. Zaman darlığı nedeniyle belki konular detaylandırılamadı<br />

ama son derece kapsamlıydı iki konu hakkında görüş ve<br />

soru sormak istiyorum. Đş aktinin ihbar ve kıdem tazminatı ödenerek fesihlerinde<br />

ilk süre dikkate alınmayacağına ilişkin Yargıtay kararında, hocamın<br />

verdiği örneklerde arada belli süreleri olan 10-15, günlük bir aylık<br />

151


aralar olduğu ve bu takdirde ilk sürenin sayılmayacağını ilişkindi. Şimdi,<br />

eğer kıdem tazminatı ödenerek çıkış varsa zaten yerleşik kararlar Yargıtay<br />

kararları süreyi bir bütün başından itibaren hesap ederek kabul ediyordu.<br />

Bu kararında ise ihbar tazminatı da ödenmişse şayet o zaman bir<br />

fesih kabul ederek ilk süreyi dikkate almama görüşünü vermiş, ancak<br />

burada feshin amacı önemlidir. Soruyu şöyle yöneltmek istiyorum, yorumum<br />

içerisinde bu fesih yapıldıktan süre önemlidir önemlidir dedi hocamız,<br />

çıkış yapıldığı ertesi gün işe başlama var, yani hiç ara vermeksizin<br />

çalışma devam ediyor. Đhbar ve kıdem verilmiş olsa da bunu nasıl yorumlanacak,<br />

kendi yorumunu da katarak söylemek istiyorum. Başından itibaren<br />

sürenin buradaki amacı düşünerek bir bütün sayılması gerekeceğidir.<br />

Yani burada feshin amacı düşünülerek kıdemin nasıl indirilmesi söz<br />

konusu ise ihbarın da sıfırlanması söz konusu olabilir. Çünkü ikinci<br />

sırada ihbar başlayacaktır. Burada tarihin önemi varsa o zaman giriş çıkışın<br />

aynı anda olduğu olaylarda bu nasıl yorumlanacaktır. Đkinci konu<br />

Disiplin Kuruluyla ilgili olarak Sayın Abdi Pesok arkadaşımız ve Sayın<br />

Fevzi Şahlanan hocamız da beyan ettiler aynen katılıyorum. Bu konuda<br />

Disiplin Kurulları da <strong>Yargıtayın</strong> yerleşik görüşü disiplin kuruluna baş<br />

vurmadan yapılan fesihleri haksız fesih saydıysa zaman dilimi içerisinde<br />

amaç itibariyle baktığımız zaman toplu iş sözleşmeler tarafların özgür<br />

iradesiyle oluşan anlaşma metinleridir. Her iki tarafta imzaladıkları zaman<br />

tümüyle uymak kuralı içerisinde kararlaştırmışlardır. O zaman eğer<br />

Disiplin Kuruluna, Disiplin Kurulunu da şöyle tarif edelim. Adeta bir<br />

mahkeme gibi çünkü bir işten fesihte iş akdi feshinde 17/II'ye dayalı bir<br />

iş akdi feshinde feshin haklı mı haksız mı olduğunu tarafların oluşturduğu<br />

bir kuralda mümkünse objektif şekilde deliller değerlendirilerek, taraflar<br />

dinlenerek, tanıklar dinlenerek verilen hüküm tesis ediyor. Şimdi<br />

böylesine demokratik bir katılımın olduğu kurulun çalışmasını yok sayarak<br />

bu madde olsa bile fesih yapılabilir demek, o zaman toplu sözleşmede<br />

kıdem tazminatları yasanın üzerine çıkmışsa bunları da saymayabiliriz.<br />

Đhbarı da saymayabiliriz. Đzin sürelerinin artışını da saymayabiliriz. Hep<br />

buralarda savunmaya çalışıyoruz toplu sözleşmeler sisteminde uymak<br />

esastır. Her getirilen kurala eğer Anayasa'ya veya yasaların emredici kurallarına<br />

aykırılığı yoksa dolayısıyla ben de bilirim ki, aynı Fevzi Şahlanan<br />

hocamız gibi ifade ederek söylemek istiyorum. Bu karar kaçak karardır.<br />

Yerleşik bir karar olmaz. Çünkü Yargıtay'ın yerleşik kararı disiplin kurulu<br />

kararına, disiplin kuruluna getirilmeden, gelen uygulamanın haksız fesih<br />

olacağına ilişkindir. Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Alptekin'e teşekkür ediyoruz. Sayın Prof. Dr.<br />

Münir Ekonomi buyurun efendim.<br />

152


Prof.Dr. Münir Ekonomi : Teşekkür ederim Sayın Başkan. Ben de<br />

değerli meslektaşımı içtenlikle kutluyorum. Kararlar her yönüyle ve ayrıntılı<br />

değerlendirilmiş, açık şekilde sunulmuştur.<br />

Değineceğim konulardan birincisi, sayın Alpagut'un görüşüne açıklık<br />

kazandırmak amacını gütmektedir. Đncelenen olayda belirsiz süreli bir<br />

hizmet akdi yapılan işçinin eğitime tabi tutulacağı ve verilen eğitim karşılığı<br />

olarak 30 ay çalışmayı taahhüt ettiği, buna uymadığı takdirde cezai<br />

şart ödemesi öngörülmüştür. Yargıtay, 30 aylık çalışma taahhüdünün,<br />

akdi belirli süreli bir akit haline getirmediğini ve işverence akit daha önce<br />

ihbar ve kıdem tazminatı ödemede feshedilmesi dışında 30 aydan bakiye<br />

kalan süreye ilişkin ücrete karar verilemeyeceğini bildirmiştir. Yüksek<br />

mahkemenin isabetli bu görüşüne sayın Alpagut'da katılmaktadır. Ancak,<br />

yanlış not almadıysam, kararla ilgili değerlendirmesini yaparken şu görüşü<br />

de ifade etmektedir. Đşçinin verilen eğitim karşılığı 30 aylık asgari<br />

hizmet süresinin getirilmesi hizmet akdini işçi yönünden asgari süreli bir<br />

sözleşme haline getirmektedir. Böyle bir açıklama Alpagut'un tam görüşünü<br />

yansıtmasa dahi, yanlış bir anlamaya yol açabilir ve çelişkili bir sonuca<br />

getirebilir. Đncelenen olayda da görüldüğü üzere, işçi verilen hizmet<br />

karşılığı 30 aylık asgari bir süre çalışmayı kabul ettiği ve buna uymaması<br />

halinde cezai şart öngörüldüğünde, hizmet akdi işçi yönünden asgari çalışma<br />

süresini kapsar şekilde belirli süreli, işveren için ise belirsiz süreli<br />

bir iş ilişkisi olarak nitelendirilemez. Diğer bir değişle işçi için asgari çalışma<br />

süresi olarak öngörülen 30 aylık sürede hizmet akdi taraflardan biri<br />

(işçi) için belirli süreli, diğeri (işveren) için belirsiz süreli bir akit olarak<br />

kabul edilemez. Taraflar, isterlerse 30 aylık süreyi her iki taraf için de<br />

bağlayıcı olarak kabul ederlerse asgari süreli bir hizmet akdi oluşturulmuş<br />

olacaktır; belirtilen sürede akit hem işçi ve hem de işveren yönünde<br />

belirli süreli akit etkisine sahip olacak, o sürenin geçmesinden sonra yine<br />

her iki taraf için belirsiz süreli bir akit olarak iş ilişki sürdürülebilecektir.<br />

Đkinci konu, gerek yargı kararlarında ve doktrinde bir alışkanlık olarak,<br />

sayın Alpagut'un açıklamalarından da tespit ettiğim gibi, belirli süreli<br />

hizmet akitlerinde ihbar tazminatı ve kötüniyet tazminatı söz konusu olmaz<br />

denilmektedir. Belirli süreli hizmet aktinde bildirim süresine göre<br />

fesih türü uygulanmadığı için, ihbar tazminatı talep edilmesi mümkün<br />

değildir; ancak kötüniyet tazminatı istenemediğinin belirtilmesi bize göre<br />

uygun değildir. Örneğin iki yıllık belirli süreli bir hizmet akdi yapılmış ve<br />

14. ayda işveren hizmet akdini, işçi tarafından kendisine karşı bir dava<br />

açıldığı ya da bölge müdürlüğüne şikayet edildiği için feshetmiş olsun. Bu<br />

durumda işveren hizmet akdini haklı bir sebep olmaksızın süresinin bitiminden<br />

önce feshettiğinden, işçiye Borçlar Kanunu madde 325 uyarınca<br />

tazminat ödemenin yanında, fesih hakkı kötüye de kullanılmış olduğun-<br />

153


dan bu hususta bir tazminat da ödemesi gerekir. Sayın Alpagut'da değindiler,<br />

ihbar tazminatı gibi kötüniyet tazminatı da 13. maddede düzenlenmiş<br />

olması, ilk bakışta bu tazminatın belirsiz süreli hizmet akitleri için<br />

düzenlenmiş olduğu izlenimi yaratmaktadır. Ancak belirsiz süreli hizmet<br />

akitlerinin feshine ilişkin 13. maddede, fesih hakkının kötüye kullanılmasının,<br />

"özel" şekilde düzenlenmiş olması dolayısıyla belirli süreli hizmet<br />

akitleri hakkında Medeni Kanunun 2. maddesinde de yer alan "genel" kuralın<br />

uygulanabileceği hususunda bir kuşku olmamak gerekir. Hatta<br />

tazminat miktarı için, Đş Kanunu madde 13. deki miktarın kıyasen uygulanması<br />

dahi düşünülebilir. Şöyle ki, belirli süreli akitte istihdam edilen<br />

işçi, belirsiz süreli hizmet akdiyle çalıştırılmış olsaydı, işverenin fesih<br />

hakkını kötüye kullandığı halde ne miktar tazminat ödemekle, aynı miktarın<br />

belirli süreli hizmet akdine göre çalışana da verilmesi gerekliği sonucuna<br />

varılabilir.<br />

Toplu iş sözleşmesinde işverenin fesih hakkını kullanılabilmesi için,<br />

ister bildirimli fesih, ister bildirimsiz fesih olsun, öncelikle Disiplin Kurulunun<br />

veya başka bir kurulun görüşünün alınması ya da konuya ilişkin<br />

bir karar vermesi öngörülmüşse, karar veya görüş alınmadan işverence<br />

fesih yoluna gidilmesi haksız fesih sayılır ve buna ilişkin hukuki yaptırım<br />

uygulanır. Yargıtay bu hususta, çoğunlukla işin özüne uygun karar vermekle<br />

beraber bazen "kaçak" olarak isimlendirilen aksi yönde kararlarına<br />

rastlanmaktadır. Toplu iş sözleşmesinde yer alan düzenlemelerin normatif<br />

etkisini kaldıran bu tür kaçak kararların, tekrar etmemesi topluca<br />

temennimizdir. Çok teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Ekonomiye değerli katkılarından dolayı teşekkür<br />

ediyorum. Sayın Alpagut'a söz vermeden önce 9. Hukuk Dairesi<br />

üyesi olarak bu tebliği ve katılımcıların katkılarındaki düşüncelerini hep<br />

beraber birleştirerek bazı düşüncelerimi bu vesileyle sunmak istiyorum.<br />

Belirli süreli hizmet sözleşmesinin son bulması durumunda süre bitimi<br />

nedeniyle kıdem tazminatının alınmayacağı konusunda bir farklılık yok<br />

ilgili karar daha farklı bir nedenle alınmıştır. Ancak, dosya elimizde olmadığı<br />

için bu konuda fazla bir şey diyemeyeceğim, 625 sayılı yasa ile ilgili<br />

Dairemizin uygulaması öğretmenlerin ve okul yöneticilerinin mağdur<br />

olmamasına yönelik bir içtihat oluşturulmuştur. Bu içtihada göre süre<br />

sonunda işveren tarafından öğretmenin hizmet sözleşmesi uzatılmıyorsa<br />

burada biz kıdem tazminatını veriyoruz, bu temelde hakkaniyet düşüncesi<br />

yatıyor. Aslında belirli süreli hizmet sözleşmesi olarak yapılan bu<br />

sözleşmelerin yeni bir yasayla değiştirilmesi ve mağduriyetlerinin önlenmesini<br />

diliyoruz. Zincirleme hizmet sözleşmesiyle ilgili öteden beri uygulamamız<br />

devam etmektedir. Fasılaların kısa olması durumunda biz belirsiz<br />

süreli hizmet akdi vardır diyoruz, genellikle de bu tür sözleşmelere<br />

154


yani kısa aralıklı hizmet sözleşmelerinin yapılışındaki amacı veya ara<br />

vermelerdeki amacı Medeni Kanun ikinci maddesindeki süzgeçten geçirerek<br />

bir sonuca varıyoruz. Belirli ve belirsiz süreli sözleşme ayırımındaki<br />

ilgili kararda 30 aylık bir çalışmayı işçi kabul ediyorum biz burada 30 aylık<br />

süre bir cezai şartla ilgili düzenlemedir, diye kabul ettik ve akdin belirsiz<br />

süreli olduğunu düşünüyorum ve yönüyle de kararımın doğru olduğu<br />

düşüncesindeyiz. Üzerinde en çok durulan noktalarından biri tek<br />

taraflı cezai şartın geçerli olmadığına ilişkin Dairemiz Kararının eleştirilmesidir.<br />

Biz bu konuda içtihadımızın doğruluğunu sürekliliğini ve devamlılığını<br />

savunuyoruz. Çünkü tek taraflı yapılan özellikle işverence<br />

yapılan cezai şartın kapsamı ve nerede başlayıp nerede biteceği bilinmez.<br />

Mali sonuçları açısından işçi aleyhine son derece ağır sonuçlar doğurma<br />

ihtimali vardır. Bu nedenle biz tek taraflı cezai şartın kabul edilemeyeceği<br />

düşüncesini tekrarlıyoruz ve Sayın tebliğ sahibi Alpagut'un da bu konudaki<br />

görüşüne katılamıyoruz. Đhbar tazminatı şimdi peşin yani işverence<br />

önel verilmeksizin hizmet sözleşmesinin son bulması halinde eğer peşin<br />

olarak para ödenmiyorsa ihbar öneli içerisindeki gerçekleşecek toplu iş<br />

sözleşmesi haklarından işçiyi yararlandırıyoruz. Kıdem Tazminatının yararlandırılmaması<br />

konusundaki düşünceden dönmüş bulunuyoruz, biz<br />

bu süre içerisindeki tüm hakların verileceği düşüncesindeyiz. Yine Sayın<br />

Şahlanan'ın da üzerinde durduğu bir konu var önel toplu iş sözleşmesinde<br />

ihbar süreleri belirleniyor. Ancak, ihbar tazminatı ödenirken yasadaki<br />

süre dikkate alınsın şeklindeki hükmün uygulanıp uygulanmama<br />

konusunda gerçekten de çelişkili kararlar çıkmıştır. Ancak, son uygulama<br />

yasadaki tazminatın ödenmesi, iş şartlarının esaslı değişmesi durumunda<br />

Đş Kanunu 16. madde II (e) maddesiyle ilgili uygulamaya girmediniz.<br />

Burada devamsızlıkla ilgili 5 ay süre ile işe gelmeme olayı var. Biz bunu<br />

devamsız kabul ettik sayın tebliğ sahibi bu kararımızı doğru bulmuştur.<br />

Bahçede çalışmayla ilgili bir karar var bu kararın tam etraflıca dosya<br />

içeriği hakkında çok fazla bilgimiz olmamakla birlikte serviste gitmek<br />

durumunda olan bir işçi servisten indirilerek çalışmaya zorlanmıştır. Biz<br />

böyle kritik anlarda işçinin çalışma süresini de dikkate alıyoruz. Ayrıca<br />

olayın gelişim biçimi ve işçi psikolojisini de dikkate alarak ağır müeyyide<br />

taşıyan feshi uygun görmüyoruz. Başka bir anlatımla müeyyidenin eyleme<br />

oranlılığını son kararlarımızda işlemeye çalışıyoruz. Çünkü 20 yıl 25 yıl<br />

çalışan bir işçinin gerçi kurallara uygun hareket edilmesi, normlara<br />

uygun hareket edilmesin benimsiyoruz. Ancak, çok ağır bir fesih gibi bir<br />

sonuçla karşılaşmasında kıdem tazminatı gibi bir yıpranma payı olarak<br />

kabul ettiğimiz tazminatın alınmasını düşünüyoruz. Şimdi disiplin<br />

kurulundan geçirilmesi olgusunda yine çelişkili kararlarımızın çıktığını<br />

itiraf etmek zorundayız. Ancak şu anki dairenin ağırlıklı görüşü her türlü<br />

feshin toplu iş sözleşmesinde eğer disiplin kurulundan geçirilme koşulu<br />

155


var ise, bunun uygulanması düşüncesindeyiz ve bundan sonraki kararlar<br />

bu şekilde çıkacak. Eğitim giderleri ile ilgili yine işverence cezai şarttan<br />

farklı olarak eğitim giderlerinin geri alınabileceğini kabul ediyoruz. Bunun<br />

dışında tek taraflı cezai şartın yine düzenlenemeyeceğini düşünüyorum.<br />

Şimdi değerli arkadaşımız bir konuya daha değindi dedi ki, işte fesihlerde,<br />

fesih nedenlerinde bir toplu iş sözleşmesinde ya da toplu iş sözleşmesinde<br />

yazmayan bir gerekçenin, gerekçe oluşturulması da işçinin haklarının<br />

verilmesi şeklinde bir eleştiri de bulundu biz çalışma ilişkisi içerisinde,<br />

çalışma ilişkisinin devamlılığını ön düşünce olarak, esaslı düşünce olarak<br />

taşıyoruz. Çünkü, öyle nedenlerle diyelim ki, bir işçiye sataşması veya bir<br />

işçiyle kavga etmesi gibi veya daha basit bir işlemden dolayı işverenin<br />

feshi durumunda en azından, sorunun bir uyarı yoluyla çözülebileceğini<br />

düşünüyorum, dolayısıyla bir fesih gibi ağır bir müeyyidenin<br />

uygulanmamasını düşünüyoruz. Çünkü çalışma süreleri genelde uzun<br />

oluyor. Şimdi bir konuya daha değinmek istiyorum. Đşçinin, işveren<br />

nezdinde işte 15 gün aralıklarla çalışma durumunda kıdem ve ihbar<br />

tazminatı ödenerek bunun tasfiye olup olmadığı konusundaki görüşümüzü<br />

anlatmak istiyorum. Biz belirli aralıklarla çalışmalarda kıdem ve<br />

ihbar tazminatının ödenmesi durumunda biz bunu tasfiye kabul edip artık<br />

o süre ile ilgili başka kıdem tazminatı ile ilgili değerlendirme yapılamayacağı<br />

şeklinde düşünüyoruz. Ama, Sayın Alpagut'a bir noktada katılıyorum,<br />

bunun olayların gelişiminden veya fesih aralıklarına bakıldığında<br />

kötü niyetli kullanıldığını fark ettiğimiz anda bunu bir tasfiye olarak<br />

kabul etmiyoruz. Ancak, tasfiye kavramı birkaç yıldır dairemiz kararlarına<br />

girmiş ve kullanılmaktadır. Tebliğ son derece geniş ve içtihatlarda,<br />

açıklamak istediğim bir çok içtihat da var. Sayın Alpagut ona değinmediği<br />

için ben de değinmek istemiyorum. Sabrınız için teşekkür ediyorum. Son<br />

olarak değerli tebliğ sahibi Sayın Alpagut'a sorular ve bu konularla ilgili<br />

düşüncelerini sunmak üzere söz veriyorum.<br />

156<br />

Y.Doç.Dr. Alpagut : Teşekkür Ederim.<br />

Genelde belirli konular üzerinde yoğunlaşıldı. Özellikle cezai şart, konusunda.<br />

Đşverenin cezai şart kararlaştırımında haklılığı salt eğitim giderinin<br />

yapılmış olması ile sınırlı değildir. Öyle işyerleri bulunmaktadır ki,<br />

örneğin üst düzey yönetici işe alınmıştır veya çok vasıflı bir işçi işe alınmıştır<br />

ve işçinin bir gün önce işten ayrılması, işveren için çok önemlidir.<br />

Özellikle hatırlayınız bundan bir süre önceki ekonomik konjonktürün<br />

yüksek olduğu dönemlerde banka sektöründe işçilerin bir işyerinden<br />

başka işyerine transfer ücretleriyle belirli hizmet sözleşmesi olmasına<br />

rağmen yer değiştirdiklerini biliyoruz, dolayısıyla belirli süreli hizmet<br />

sözleşmesi kurulmuşsa şüphesiz kural olanı buna itaat etmektir, buna<br />

itaat etmenin yolu nedir Đşverenin işçiyi zorlamasının yolu nedir Söz-


leşmeye baskı unsuru olarak cezai şart koyabilir. Şüphesiz cezai şart o<br />

olayda kötüye kullanılabilir. Bu da neyle engellenebilir cezai şartı hakimin<br />

tenkis yetkisi vardır. Eğer fahiş görülüyorsa hakim bunu tenkis etmekle<br />

mükelleftir. Đsviçre Borçlar Kanununda bir değişiklik yapılarak Borçlar<br />

Kanununun 325. maddesine paralel bir hüküm getirildi. 337/D madde<br />

hükmü ile işçinin belirli süreli hizmet sözleşmesini süresinden önce<br />

haksız feshi halinde maktu bir tazminat ödemesi öngörüldü. Bunun<br />

getirilme sebebi de şüphesiz belirli süreli hizmet sözleşmesinde işçinin<br />

ediminin işveren tarafından güvence altına alınması gereğidir. Öte yandan<br />

doktrinde de bu konuda yalnız değilim. Tebliğ metninde bu konuda aynı<br />

görüşte olduğum hocalarım tarafımdan belirtilmiştir. Belirli süreli hizmet<br />

sözleşmesinde tek taraflı cezai şart kararlaştırılmasının mümkün ve<br />

geçerli olması yolundaki görüşümde ısrar ediyorum. Abdi Pesok bey'in tek<br />

taraflı hiçbir şeyin geçerli olmadığı ve Devletin amacından çıkardığı<br />

görüşlerine karşı bir şey söylemiyorum. Bunun dışında Disiplin Kurulu ile<br />

ilgili kararda zaten birleşti görüşlerimiz.<br />

Murat Özveri arkadaşımız pompanın niteliği konusunda açıklama<br />

yaptı. Zaten olayın şartları şüphesiz belirleyicidir demiştim. Esasında<br />

pompa binanın dışında olsa da işçinin gidip arka sokakta çay içmek için<br />

kahvehanede oturması haklı nedenle fesih nedeni sayılır mı sayılmaz<br />

mı Bu da tartışılabilir. Ancak her durumda işçinin yapmakla görevli olduğu<br />

işi bırakarak çay içmeye gitmesi haklı fesih nedeni niteliğindedir görüşündeyim.<br />

Hocam Fevzi Şahlanan'ın diğer eleştirilerine gelince öncelikle<br />

eğer işçi 16/II e'ye göre yani iş şartlarının esaslı suretle değişmesi<br />

sebebiyle hizmet sözleşmesini fesh ederse dedik, belirli süreli hizmet sözleşmesinde<br />

Đş Kanununun 18. maddesinin II. Fıkrasına dayanarak bakiye<br />

sözleşme süresine ilişkin ücretini talep edebilir. Hocamız dedi ki, Borçlar<br />

Kanunu 325'e doğrudan gidebilirmiyiz, ben doğrudan gidebileceğimizi<br />

düşünmüyorum. Çünkü bu olayda işverenin temerrüdü yok, işçinin haklı<br />

nedenle feshi var. Đşverenin temerrüdü veya haksız feshi olsa idi şüphesiz<br />

Borçlar Kanununun 325'e gitmemiz, gerekirdi. Bunun dışında ayrıldığımız<br />

diğer bir konu ihbar önellerinin artırılmasına rağmen ihbar tazminatı<br />

miktarının yasadaki miktarlar tutarında olacağının kararlaştırılmasıdır.<br />

Burada özerklikten mi hareket etmemiz lazım acaba, yoksa yasa maddelerinin<br />

yani peşin ödeme suretiyle feshin ve ihbar tazminatının amacından<br />

mı Kanımca özerklikten ziyade burada her iki kurumun amacından<br />

hareket etmeliyiz. Amaç nedir Peşin ödeme suretiyle işveren işçiden derhal<br />

kurtulabilecektir. Ama bunun karşılığında ihbar önellerinde çalışsaydı<br />

verileceği ücreti işçiye peşin olarak verecektir. Đhbar tazminatında da aynı<br />

şey söz konusu ihbar önellerine uyulmamış usulsüz fesih gerçekleştirilmiş<br />

dolayısıyla burada bir giderim söz konusu. Nedir bu giderim<br />

157


ihbar önellerine ilişkin tazminat; yani ihbar tazminatı dolayısıyla bunda<br />

özerklikten hareket etmemek gerektiğini düşünüyorum. Üstelik tebliğde<br />

de vurguladım siz ihbar tazminatını düşük tutup ihbar önellerini uzun<br />

tuttuğunuz zaman usul 625 sayılı Kanuna tabi olan yönetici ve öğretmenler<br />

bakımından feshi işveren daima tercih edecektir. Dolayısıyla <strong>Yargıtayın</strong><br />

kararını yerinde bulmaktayım.<br />

Bunun dışında Đş Kanununun 14. maddesinde boşluk var mı yok<br />

mu madde hükümde hangi hallerde Kıdem Tazminatına hak kazanılacağının<br />

yer alması başlı başına boşluk bulunmadığını göstermez. Yasa<br />

maddesi düzenlenirken bazı olguların dikkate alınmaması istisna getirilmesini<br />

gerektiren durumların gözden kaçırılması ihtiyaçlara cevap vermez<br />

duruma gelmesi halinde örtülü boşluk bulunduğu kabul edilir.<br />

Bunun dışında hizmet akdinin devrine ilişkin karara girmedim. Sabah<br />

hocam değinmişti. Kıdem Tazminatı açısından soru yöneltildi. Olayı<br />

tekrar biraz canlandıracak olursak; Davacı Petrol Ticaret Limited Şirketinden,<br />

Türkiye Petrolleri Anonim ortaklığı işçisi olmak üzere dilekçe veriyor<br />

ve aynı yerde çalışmaya devam ediyor. Yargıtay hizmet akdinin devri<br />

diyor. Ancak, hocamın da belirttiği gibi burada işçinin tekrar aynı işyerinde<br />

hiç ara vermeksizin devam etmesi karşısında ben de iki olasılığın<br />

düşünüleceğine tebliğimde yer verdim. Bunlardan birincisi ödünç iş ilişkisi<br />

olabilirdi, ikincisi ise muvazaa ama muvazaa ihtimali kanımca daha<br />

ağır basıyor. Özellikle Holding içi işçi devirlerinde işçinin bir takım haklarının<br />

düşük tutulması işyerinde sendikalaşmanın önlenmesi gibi sebeplerle<br />

eğer muvazaalı bir hizmet akdi devri varsa bunu geçerli kabul etmeyeceğiz,<br />

bunu geçerli kabul etmeyince ne olacak Devir geçerli olmadığı<br />

için işyerinde çalışmaya devam etmiş sayacağız. Dolayısıyla fesih yok, işçi<br />

kıdem tazminatına hak kazanmayacak. Geçerli bir hizmet akdi devrinin<br />

bulunduğunu düşündüğümüzde, işçinin kıdem tazminatı hakkı ne olacak<br />

Doktrinde, Sayın; Ekonomi ve Eyrenci hocamızın bu konudaki görüşlerine<br />

göre 14. maddedeki işverenin değişmesi veya işyerinin devrine<br />

ilişkin hüküm kıyasen uygulanmalıdır ki, kanımca da bu işçiyi yeteri kadar<br />

koruyucu bir hüküm olacaktır, dolayısıyla her iki işveren de sorumlu<br />

olacak, ancak hizmet akdinin devrinden önceki işveren son ücret ve kendi<br />

yanında geçen hizmet süresinden sorumlu iken, son işveren tümünden<br />

sorumlu olacaktır.<br />

Sayın Đnciser Alptekin ihbar ve kıdem tazminatı ödenerek sözleşmenin<br />

feshinde kıdem tazminatının hesabında önceki bu süre dikkate alınmaz<br />

demiş. Eğer olaydaki gibi 10-15 günlük süreler varsa bunların en azından<br />

değerlendirilmesi gerektiğinin düşüncesindeyim. Çıktı girdi var mı yok<br />

mu Şüphesiz bu somut olayın şartlarında belirlenecektir, fesih<br />

158


yapıldıktan sonra ertesi gün işe alınmış yine olayın şartlarına bakılacak<br />

örneğin <strong>Yargıtayın</strong> kararlarında; eğer emeklilik nedeniyle işçi hizmet sözleşmesini<br />

feshedip kıdem tazminatını almış ve ertesi günü işe girmişse<br />

bunun bir çıktı, girdi olmadığı yolunda, Münir Ekonomi hocam belirli süreli<br />

hizmet sözleşmelerinde fesih hakkının kötüye kullanılması olabilir<br />

dedi. Şüphesiz her hakkın kötüye kullanılması söz konusu olabilir. Đş<br />

Kanununun 13. maddesinde belirsiz süreli sözleşmelerde fesih hakkının<br />

kötüye kullanılması düzenlenmiştir. Ama, belirli süreli hizmet sözleşmesinde<br />

de şüphesiz genel hükümler uyarınca da hakkın kötüye kullanılması<br />

düşünülebilir. Ancak şüphesiz burada belirleyici olan belirli süreli<br />

sözleşmede sözleşme süresi içinde fesih hakkının bulunup bulunmadığıdır.<br />

Fesih hakkının bulunduğu kabul edilebilirse genel hükümler uyarınca<br />

bir tazminat söz konusu olabilir. Disiplin Kurulu Kararı bakımından<br />

farklı düşünmüyoruz, hocamla. Belirsiz süreli hizmet sözleşmesinde cezai<br />

şart kararlaştırılmasına ilişkin karar ilişkin olarak; öncelikle, bir sözleşme<br />

her iki taraf için de aynı niteliktedir. Farklı nitelikte olamaz. Ben şu<br />

örneği vermek için söyledim. Eğer belirsiz bir süreli sözleşme yapılmış<br />

işçiye hiçbir eğitim verilmemiş olaydan yola çıkarak işçinin 30 ay süreyle<br />

feshedemeyeceği, işverenin her zaman feshedebileceği yolunda, bir sözleşme<br />

hükmünün geçerli olmayacağını, olayda; her ne kadar işçi 30 ay<br />

süreyle feshedemeyecek, feshederse cezai şart ödeyecek olmakla sözleşme<br />

adeta asgari süreli sözleşme etkisi göstermekle birlikte sözleşme şüphesiz<br />

belirsiz sürelidir.<br />

Sayın Kılıçoğlu'yla 625 sayılı yasa konusunda hemfikiriz. Usulsüz fesihte<br />

işçinin ihbar öneli içerisinde gerçekleşecek kıdem tazminatı tavan<br />

artışından yararlanması yolunda görüş oluşturduk dediler. Burada da<br />

problemimiz kalmadı. Đhbar önelleri, ihbar tazminatının tespitinde toplu<br />

iş sözleşmesi özerkliğinden hareket ediyoruz artık dediler, bu görüşe katılmıyorum.<br />

Onun dışında disiplin kurulu konusunda problem olmadığını<br />

söylediler. Disiplin Kuruluna ilişkin kararlarda eğer fesih 17/II'ye giriyorsa<br />

ve eylem sabitse Yargıtay, Disiplin Kurulundan geçirilmemesinin<br />

feshi haksız fesih haline getirmeyeceği anlamına gelen kararlar verirken<br />

genelde toplu iş sözleşmesinde aynı zamanda yüksek miktarlarda cezai<br />

şart ödenmesi öngörülüyor. Kanımca Yargıtayı rahatsız eden nokta bu.<br />

Çünkü somut olayda işçi işverene tehditte bulunmak suretiyle herkesin<br />

gözü önünde sataşmış ancak feshin disiplin kurulundan geçirilmemesi<br />

nedeniyle haksız sayılması durumunda 12 aylık brüt ücret tutarında<br />

tazminat ödenecek. Yargıtay'da kanımca üyeleri rahatsız eden nokta bu.<br />

Bu da belki cezai şartın indirilmesi suretiyle giderilebilir. Bunun dışında<br />

çıktı girdi ve ihbar tazminatının ödenmesi konusunda bir problem yok,<br />

159


olaya özgü verdiğinizi söylediniz, başka benim söyleyeceğim bir şey yok.<br />

Çok teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Oturum burada bitmiş oluyor. Sayın Gülsevil<br />

Alpagut'a doyurucu tebliğinden dolayı tekrar teşekkür ediyorum.<br />

Toplu Đş Đlişkileri<br />

Oturum Başkanı : Sami KOÇAK<br />

Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesi Üyesi<br />

Tebliğ Sahibi : Prof.Dr. Öner EYRENCĐ<br />

Doğuş Üniversitesi<br />

Đktisadi ve Đdari Bilimler<br />

Fakültesi<br />

<strong>Yargıtayın</strong> toplu iş ilişkilerine ilişkin <strong>2001</strong> yılında verdiği ve tebliğmizde<br />

incelenen kararlar çeşitli dergi ve bültenlerde yayınlanmış kararların<br />

taranması suretiyle toplanmıştır. Hemen belirtelim ki, Yüksek Mahkemenin<br />

yayımlanan kararlarının sayısı her yıl biraz daha azalmaktadır.<br />

En azından toplu iş ilişkileri açısından durum böyledir. Diğer dikkati çeken<br />

bir husus da, <strong>Yargıtayın</strong> <strong>2001</strong> kararlarında toplu iş uyuşmazlıklarına<br />

ilişkin bir karara rastlanmamış olmasıdır. Bu da gösteriyor ki, - dünya-<br />

160


daki eğilimlere uygun olarak- ülkemizde de sosyal taraflar mümkün olduğu<br />

ölçüde iş mücadelesi araçlarına başvurmaktan kaçınmakta, uyuşmazlıkları<br />

barışçı yollarla çözmeyi tercih etmektedirler.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> konuya ilşkin kararlarının genel bir değerlendirmesinde<br />

görülmektedir ki, <strong>2001</strong> yılı kararlarının bir bölümü, Milli Komitenin daha<br />

önceki toplantılarında da tartışılmış olan görüşlerinin tekrarı niteliğindedir.<br />

Öte yandan, bazı kararlar yasa hükmünün bir tekrarı niteliğindedir<br />

veya bir toplu iş sözleşmesi hükmünün yorumuna ilişkin olup, karar<br />

metninde bir değerlendirme yapılmasına olanak sağlayacak bir açıklık<br />

yoktur; dosya içeriği de tarafımızdan bilinmediğinden bu tür kararlar tebliğimizde<br />

incelemeye tabi tutulmamıştır.<br />

I. SENDĐKALAR HUKUKU ĐLE ĐLGĐLĐ KARARLAR<br />

1. Anonim şirket Kurucusu ve Yönetim Kurulu Üyesinin Aynı<br />

Zamanda Đşçi Sendikası Yöneticisi Olup Olamayacağı<br />

a) Yargıtay 9. HD. <strong>2001</strong> yılında verdiği bir karara konu olan olayda,<br />

sendika şube yönetim kurulu üyesi olan davalılar yönetici seçildikten<br />

sonra, aynı işkolunda faaliyet göstermek amacıyla kurulan iki şirketin<br />

kurucu üyesi ve aynı zamanda şirketin yönetim kurulu üyesi olmuşlar ve<br />

daha önce işçi olarak çalıştıkları ve özelleştirme kapsamına alınan işyerini<br />

bu iki şirket satın alma girişiminde bulunmuştur.<br />

Davalıların işçi sendikası şube yönetim kurulu üyeliklerinin iptali talebini<br />

kabul etmeyen yerel mahkeme kararını 9. HD., "2821 sayılı Sendikalar<br />

kanununun çeşitli maddelerinde işçilerin işveren sendikalarına, işverenlerin<br />

de işçi sendikalarına üye olamayacakları, kuralını öngörmektedir.<br />

Gerçekten anılan Kanunun 38. maddesinde bu çözüm şekli açık<br />

anlatımını bulmuştur. Yine aynı Kanunun 2. maddesinde de işletmenin<br />

bütününü sevk ve idareye yekili olanlara işveren vekili denildiği, işveren<br />

vekillerinin de bu kanun bakımından işveren sayıldıkları belirtilmiştir. Bir<br />

anonim şirketin yönetim kurulunun işletmenin bütününü sevk ve idareye<br />

yetkili olduğu açıktır. Yönetim kurulu üyesi de aynı işlemi bir bütünlük<br />

içinde yerine getirdiği için bu yasal düzenleme gereği işveren vekili ve<br />

hatta onu temsil eden bir organı durumundadır." gerekçesiyle bozmuştur<br />

(Yarg. 9. HD., 07.06.<strong>2001</strong>, E. <strong>2001</strong>/8559, K. <strong>2001</strong>/9790, Tüba / Mevzuatbank).<br />

b) Đş ilişkilerinde işçi ve işverenlerin çıkarları esas itibariyle zıt yönde<br />

oduğundan, bu zıt çıkarların ortak bir kuruluş içinde temsil edilmesi<br />

mümkün olmayıp, birbirinden bağımsız örgütlerde savunulmaları gerekir.<br />

"saflık ilkesi" olarak adlandırılan ve örgütlerin karşı yönden bağımsız<br />

161


olamsını ifade eden bu kurala göre, işçiler ancak kendi aralarında birleşerek<br />

sendika kurabilirler. Buna işverenler katılamazlar. Aynı şekilde, işverenlerin<br />

kurdukları sendikaya üye olamaz (Hueck – Nipperdey, Lehrbuch,<br />

II/1, 90; Maunz – Dürig – Herzog, Gurundgesetz, Art. 9 Anm. 98;<br />

Ö. Eyrenci, Sendikalar Hukuku, Đstanbul 1984, 22; F. şahlanan, Sendikalar<br />

Hukuku, Đstanbul 1995, 5).<br />

Sendikalar Kanunu saflık ilkesine büyük önem vermiş, işçi ve işverenlerin<br />

karşı sendikalara üye olmalarını ve birbirlerine herhangi bir surette<br />

müdahale etmelerini yasaklamıştır. Gerçekten, SenK m. 38'e göre,<br />

işçiler ve işçi sendika ve konfederasyonları işveren kuruluşlarına; işveren<br />

ve işveren kuruluşları da işçi sendika ve konfederasyonlarına üye olamazlar;<br />

gerek doğrudan doğruya, gerekse temsilcileri veya mensupları veya<br />

araya koyacakları diğer kimseler aracılığı ile biri diğerinin kurulmasına,<br />

idare ve faaliyetlerine müdahalede bulunamazlar (f.1). Ayrıca, bir işçi<br />

sendika ve konfederasyonu bir işverenin veya bir işveren kuruluşunun<br />

kontrolüne tabi tutmak, ya da bunların nüfusu altında işçi sendika veya<br />

konfederasyonu kurulmasını teşvik ve tahrik etmek yasaktır (f.2). Benzer<br />

bir düzenleme UÇÖ'nün 98 no.lu sözleşmesinin 2. maddesinde de yer almaktadır.<br />

Yasa, saflık ilkesine sadece Esnaf ve Küçük Sanatkarlar Kanununa<br />

göre kuruluşlar açısından bir istisna getirmiş; işçi ve işverenlerin<br />

aynı zamanda bu kuruluşlara üye olmayı engellemeyeceğini hükme bağlamıştır<br />

( SenK m. 38 son f.). Nihayet belirtelim ki, 38. maddede gösterilen<br />

yasaklara aykırılık hallerinde SenK m. 59 b. 5'de cezai yaptırım da<br />

öngörülmüştür.<br />

Görüldüğü gibi, işçi sendikasında görevli olan bir kişinin anonim şirket<br />

kurucusu olarak yönetim kurulunda görev alması işçi ve işveren kuruluşlarının<br />

saflık ilkesine ve SenK'nun 38. maddesine aykırı olduğundan,<br />

davalıların şube yönetim kurulu üyeliklerinin iptal edilmesi gerektiği<br />

şeklindeki yüksek mahkeme görüşünün isabetli olduğu düşüncesindeyiz.<br />

c) Ancak, 9. Daire gerekçesini güçlendirmek amacıyla ileri sürdüğü,<br />

bir anonim şirket yönetim kurulu üyesinin SenK'nun 2. maddesi anlamında<br />

işletmenin bütününü sevk ve idareye yetkili işveren vekili olduğu<br />

şeklindeki görüşü isabetli değildir. Zira, soyut – somut işveren ayırımı tüzel<br />

kişilerde ve özlellikle ticaret şirketlerinde ortaya çıkmaktadır. Hizmet<br />

akdinin tarafı olan tüzel kişi (anonim şirket) iş görme ediminin alacaklısı<br />

olarak soyut işverendir. Buna karşılık, yönetim hakkı ve emir ve talimat<br />

verme yetkisi ile donatılan ve tüzel kişinin organı olan yönetim kurulu ise<br />

somut işverendir. Bir anonim şirketin yönetim kurulu tüzel kişiden ayrı<br />

bir varlık, veya başka bir anlatımla tüzel kişinin temsilcisi olmayıp, bizzat<br />

tüzel kişinin bir parçasıdır ve bu nedenle organ sıfatıyla (somut) işveren


sayılır. Buna karşılık, işverenden aldıkları temsil yekisine dayanarak işveren<br />

adına işin ve işyerinin yönetiminde görev alan ve talimat verme<br />

yetkisine sahip bulunan kişiler işveren vekili sayılırlar (S. Süzek, Đş Hukuku,<br />

Genel Esaslar – Đş Akdi, Đstanbul 2002, 155 vd. ve orada gösterilen<br />

kaynaklar).<br />

2. Đşçinin Emeklilik Nedeniyle Đşten Ayrılması ve Sendika Yönetim<br />

Kurulu Üyeliği<br />

a) Yüksek Mahkemenin 31.05.<strong>2001</strong> tarihli kararına konu olan uyuşmazlıkta,<br />

Sendika şube yönetim kurulu üyesi ve şube mali sekreteri olan<br />

davalı bugörevini sürdürürken 10.6.1996 tarihinde sendika genel merkezinden<br />

ücretsiz izin isteğinde bulunmuş, genel merkez de aynı gün süresiz<br />

ücretsiz izin verildiği bildirilmiştir. Davalı aynı gün daha önce çalıştığı<br />

işyerine tekrar çalışmak için başvurmuş ve işe girmesinden bir gün<br />

sonra, yani 11.6.1996 günü emeklilik başvurusunda bulunmuştur. Aynı<br />

gün de işyerinden ayrılmıştır. şirket tarafından kendisine, çalıştığı süreye<br />

göre kıdem tazminatı ödenmiştir. Bu gelişmelerden sonra davalı<br />

18.6.1996'da sendika başkanlığına yaptığı müracaatla ücretsiz izin koşullarının<br />

sona erdiğinden söz ederek şube yönetim kurulu üyeliğine devam<br />

etmek istediğini bildirmiş ve olumlu cevap üzerine de sendikadaki görevine<br />

başlamıştır.<br />

Davalının yönetim kurulu üyesi olduğu dönemde 25.4.1999 tarihinde<br />

sendika şubesi genel kurulu toplanmış ve davalı yeniden aynı göreve seçilmiştir.<br />

Daha sonra, üye ve yönetici olma niteliği bulunmayan davalının<br />

seçiminin iptali istemiyle açılan davada iş mahkemesi, son genel kurul<br />

aşamasında anılan yönetim kurulu üyesinin doğal delegeliğine itiraz<br />

edilmediği ve istemin dürüstlük kurallarına uygun düşmediği gerekçesiyle<br />

davanın reddine karar vermiştir.<br />

Yarg. 9. HD. bozma ilamında, somut olayda çözümlenmesi gereken<br />

temel sorunun, davalının sendika üyelik koşullarının ve buna bağlı olarak<br />

yönetim kurulu üyeliğinin devam edip etmediği noktasında odaklandığını<br />

belirttikten sonra, davalının SenK'nun 29. maddesi uyarınca sendika<br />

yöneticiliğinden ayrıldığının kabulü gerektiği ve buna göre işyerinde<br />

yeniden çalışmaya başladıktan hemen sonra emekliliğini talep ederek<br />

işten ayrılmak suretiyle sendika üyeliği ve yöneticiliği sona erdiği sonucuna<br />

vararak, 25.4.1999 tarihinde yapılan şube genel kuruluna üye<br />

veya delege olarak katılamayacağından yönetim kurulu üyeliği seçiminin<br />

iptaline karar verilmesi gerekirken davanır reddinin hatalı olduğu ve bozulması<br />

gerektiğine hükmedilmiştir (E. <strong>2001</strong>/8540, K.<strong>2001</strong>/9789, Tüna /<br />

Mavzuatbank)<br />

163


) <strong>Yargıtayın</strong> bu kararının değerlendirmesine girmeden önce belirtelim<br />

ki, SenK m. 25'e göre, bağlı bulundukları kanunla kurulu kurum ve<br />

sandıklardan yaşlılık, emeklilik veya malüllük aylığı veya toptan ödeme<br />

ödeme almak amacıyla işten ayrılan işçinin sendika üyeliği ile varsa sendika,<br />

sendika şubesi veya konfederasyon organlarındaki üyelikleri ve görevleri<br />

kendiliğinden sona erer (son f.). Bu hüküm karşısında, <strong>Yargıtayın</strong><br />

çıkış noktası doğrudur. Yani, davalı emekli olmak amacıyla işyerinden<br />

ayrılmakla sendika üyeliği ve şube yönetim kurulu üyeliği 25. madde<br />

uyarınca kendiliğinden sona ermiş midir<br />

Daire haklı olarak, davalının sendikadan ücretsiz izin talebini, 29.<br />

madde uyarınca sendika yöneticiliğinden kendi isteği ile ayrılma olarak<br />

görmektedir. Kanımızca, davalı ile sendika arasındaki ücretsiz izin işlemi,<br />

gerçek iradeleri olan yöneticilikten ayrılarak tekrar işyerine girip emekliliğini<br />

talep etme işlemini gizlemek ve dolayısıyla üçüncü kişileri aldatmak<br />

amacıyla yaptıkları muvazaalı bir işlem söz konusudur (nispi muvazaa).<br />

Borçlar Kanunumuzun 18. maddesine uygun olarak tarafların "gerçek ve<br />

ortak amaçlarını" aramak gerekir. Gerçekten, davalı SenK m.29 uyarınca<br />

yöneticilikten ayrılmıştır. Nitekim, Daire kararında da belirtildiği gibi,<br />

sendika genel başkanlığı işverene yazdığı yazıda davalının sendikadaki<br />

yöneticilik görevinden ayrıldığı bildirilmiş ve buna dayanarak davalı yeniden<br />

eski işine dönüp çalışmaya başlamıştır. Davalı 11.6.1996 günü<br />

emekliliğini talep ederek işyerinden ayrılması ile birlikte (tekrar aynı işkolunda<br />

başka bir yerde çalışmaya devam etmediğinden) SenK'nun 25.<br />

maddesinin son fıkrası gereği sendika üyeliği ve şube yönetim kurulu<br />

üyeliği kendiliğinden sona ermiş bulunmaktadır. Bu sonuç karşısında,<br />

sözü geçen kişinin 25.4.1999 tarihinde yapılan sendika şubesi genel kuruluna<br />

üye ya da delege olarak katılamayacağından, yönetime tekrar seçilmesi<br />

mümkün değildir. Dolayısıyla, Yarg. 9.HD'nin bozma kararı yerindedir.<br />

3. Genel Kurulun Toplanması ve Denetimi<br />

a) Sendika genel kurulunun zamanında toplanmaması halinde yapılacak<br />

işlemlerle ilgili olarak 9. Dairenin <strong>2001</strong> yılında verdiği karar bir işveren<br />

sendikasına ilişkindir (26.4.<strong>2001</strong>, E.<strong>2001</strong>/6766, K.<strong>2001</strong>/7185,<br />

Tüba/Mevzuatbank).<br />

aa) Davalı işveren sendikası tüzüğünde genel kurulların üç yılda bir<br />

toplanması öngörülmüştür. Sendika son genel kurulunu 30.6.1996 tarihinde<br />

toplamış, fakat aradan üç yıllık süre geçmesine rağmen genel kuru-


lun toplantıya çağrılmaması üzerine, Malatya Valiliği 18.1.2000 tarihinde<br />

sendikaya ihtarda bulunarak, genel kurulu toplantıya çağırması için üç<br />

aylık bir süre tanımıştır. Verilen üç aylık süre geçirildikten sonra yine genel<br />

kurul toplantısının yapılmaması üzerine, Valilikçe bu kez sendikanın<br />

feshi isteği ile dava açılmıştır. Davanın açılmasından bir gün sonra, yani<br />

24.5.2000 genel kurul toplanmış ve yeni yönetim işbaşına gelmiştir.<br />

Malatya Đş Mahkemesi, Valiliğin talebini kabul ederek sendikanın<br />

feshine karar vermiştir. Bozma kararında Yarg. 9. HD., sendika olağan<br />

genel kurulunun toplanacağı zamanı düzenleyen SenK'nun 12 maddesinin<br />

yaptırımının aynı kanunun 53. maddesinde gösterilmiş olduğu; buna<br />

göre, yönetim kurulunun işten el çektirilerek genel kurulun en kısa zamanda<br />

toplanmasını sağlamak amacıyla bir veya üç kayyum atanması<br />

gerekirken sendikanın feshine karar verilmesinin 53. maddeye aykırı olacağını<br />

belirttikten sonra, 53. maddesinin amacının genel kurulun bir an<br />

önce toplanmasını sağlamak olduğundan hareketle, davanın açılmasından<br />

bir gün önce genel kurulun toplanması ve yeni yönetimin seçilmiş<br />

olması karşısında davanın reddi gerektiği sonucuna varmaktadır.<br />

Karara yazılan karşı oy yazısında ise, Valilikçe yapılan ihtara rağmen<br />

genel kurulu toplantıya çağırmayan sendika yönetim kurulunun sendikacılıktaki<br />

demokratik işlemleri getirmediğini; dolayısıyla, 30.6.1999 tarihinden<br />

itibaren yasanın 53. maddesi hükmünü yürütmeye başladığı,<br />

davanın açılmasından kısa bir süre önce genel kurulun yapılmış olmasının<br />

yasanın öngördüğü amacı ortadan kaldırmayacağı gerekçeleriyle, iş<br />

mahkemesinin 53. maddeye göre işlem yapması, yani yönetim kuruluna<br />

işten el çektirilerek genel kurulu toplamak için bir veya üç kayyum tayin<br />

etmesi gerektiği görüşü ileri sürülmüştür.<br />

bb) Sendika veya konfederasyonun tüzel kişilik kazanmasını izleyen<br />

altı ay içersinde yapılması zorunlu ilk olağan genel kurul toplantısından<br />

sonraki olağan genel kurul toplantılarının toplantı dönemi SenK'nun 4101<br />

sayılı kanunla değişik 12. maddesinin 2. fıkrasında gösterilmiştir. Bu<br />

hükme göre, "olağan genel kurul dört yılda bir toplanır. Tüzüklerde daha<br />

kısa bir sürede toplanma öngörülebilir". Yönetim kurulu tüzükte<br />

gösterilen süreler içinde genel kurulu toplantıya çağırmadığı takdirde,<br />

sendika üyelerinden birinin veya durumu tespit eden Çalışma ve Sosyal<br />

Güvenlik Bakanlığının başvurusu üzerine, iş mahkemesi yönetim kuruluna<br />

işten el çektirir ve genel kurulu yasa ve tüzük hükümleri uyarınca<br />

en kısa zamanda toplamak ve yeni yönetim kurulu seçilinceye kadar<br />

günlük işleri yürütmekle görevli olmak üzere Medeni Kanun uyarınca bir<br />

veya üç kayyum atar (SenK m. 53)<br />

165


Yasada öngörülen prosedür bu olmasına rağmen, Malatya Valiliği<br />

muhtemelen 54. maddeden hareketle, genel kurulu toplaması için önce<br />

üç aylık mehil vermiş, üç ayın geçmesine rağmen genel kurulun toplanmaması<br />

üzerine sendikanın feshi isteği ile dava açmıştır. Mahkemenin istek<br />

yönünde hüküm tesis ederek sendikanın feshine karar vermesi isabetli<br />

değildir. Sendikalar Kanununda olağan genel kurulların zamanında<br />

toplanmaması halinde uygulanacak prosedürü açıkca göstermiştir. 54.<br />

madde tüzük ve belgelerde kanuna aykırılık halinde uygulanacak yaptırımı<br />

düzenlemektedir. Ayrıca belirtelim ki, sendika ve konfederasyonların<br />

kapatılma nedenleri Sendikalar Kanununda gösterilmiştir; bu nedenlerin<br />

dışında Medeni Kanun ve Dernekler Kanununda gösterilen nedenlerle<br />

sendikalar kapatılamaz (Eyrenci, 197; şahlanan, 304).<br />

Yukarıdaki gerekçelerle, 9. Dairenin yerel mahkemenin sendikayı kapatma<br />

kararını bozması yerindedir. Somut olaydaki diğer olguya gelince:<br />

Davanın açılmasından bir gün önce genel kurulun toplanmış olmasına ve<br />

organlarını oluşturmasına rağmen, mahkeme 53. maddeye dayanarak<br />

genel kurulu toplamak için yine de kayyum ataması gerekli miydi Hemen<br />

söyleyelim ki, Daire çoğunluk görüşü bize daha isabetli gelmektedir.<br />

Gerçekten, kararda da dile getirildiği gibi, 53. maddede öngörülen yaptırımın<br />

amacı, genel kurulu zamanında toplamayacağı anlaşılan yönetim<br />

kurulunun yerine kayyum atanarak genel kurulun bir an önce toplanarak<br />

sendikanın demokratik işleyişinin tekrar tesis edilmesidir. Uyuşmazlıkta<br />

davanın açılmasından kısa bir süre önce genel kurulun toplanıp organlarını<br />

oluşturması ile yasanın güttüğü amaç gerçekleşmiştir. Buna<br />

rağmen azınlık görüşünün benimsenerek, mahkemece kayyum atanması<br />

zaman ve para kaybına neden olacaktır.<br />

b) Genel kurulun yargısal denetimi ile ilgili olarak Yar. 9. HD.'nin<br />

<strong>2001</strong> yılında verdiği kararda genel kurulun iptali işlemini reddetmiştir<br />

(18.1.<strong>2001</strong>, E. 2000/19811, K.<strong>2001</strong>/406, Tüba/Mevzuatbank).<br />

aa) Karara konu olan olayda, davacılar önce sendika genel merkez<br />

yönetim kurulunun bölge şube genel kurulu delege dağılımı ile ilgili kararının<br />

iptali için süresi içinde açtıkları davayı takip etmemişler ve bu nedenle<br />

dava açılmamış sayılmıştır. Ayrıca davacılar, delege seçimlerine<br />

karşıda dava açmayarak sendika genel kurulunun oluşumuna itiraz etmemişlerdir.<br />

Davacılar daha sonra yapılan genel kurulun delege tespitindeki<br />

usulsüzlükleri sebep göstererek iptalini istemişlerdir.<br />

Yargıtay bozma kararını iki gerekçeye dayandırmaktadır: birincisi<br />

MK'nun 68. maddesinde öngörülen bir aylık hak düşürücü süreyi genel<br />

kurul tarihinden daha eski tarihten (muhtemelen bölge şube genel kurulu<br />

delege dağılımını belirleyen sendika yönetim kurulu karar tarihinden)


aşlatarak hak düşürücü sürenin geçmiş olması ve ikincisi, usulsüzlüğün<br />

seçim sonuçlarını etkileyecek ölçüde olmaması.<br />

bb) Dosya içeriğine vakıf olmadığımızdan, ikinci gerekçe hakkında bir<br />

değerlendirme yapmamız mümkün değildir. Olayda davacıların genel kurul<br />

delege tespitindeki usulsüzlükler nedeniyle genel kurulun iptalini istediklerinden<br />

Yarg. 9. HD. bir aylık hak düşürücü süre için genel kurulun<br />

toplantı tarihini değil, Sendika Genel Merkez Yönetim Kurulunun bölge<br />

şube genel kurulu delege dağılımı ile ilgili kararı öğrendikleri tarihi<br />

(muhtemelen daha sonra takip etmedikleri dava tarihini) esas almakta ve<br />

hak düşürücü sürenin geçmiş olduğu sonucuna varması tartışmaya<br />

açıktır. Bununla birlikte, olayda genel kurulun iptali isteminin başka bir<br />

gerekçeyle de reddedilmesi gerektiği kanısındayız. Çok önceden haberdar<br />

oldukları ve usulsüz olduğuna inandıkları bölge şube genel kurulu delege<br />

dağılımına ilişkin sendika genel merkez yönetim kurulu kararının iptali<br />

için açtıkları davayı takip etmeyerek ve yönetim kurulunun bu kararına<br />

dayanılarak yapılan delege seçimlerinin iptali için dava açmayarak genel<br />

kurulun bu şekilde toplanmasına göz yuman davacıların genel kurul<br />

toplantısının –muhtemelen genel kurulda istedikleri sonucu alamamaları<br />

üzerine- iptalini istemeleri dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz (bak. A. Başbuğ,<br />

Sendika Genel Kurullarında Delegelik Sıfatı ve Bu Sıfatın Tespitinde<br />

Hukuka Aykırılığın Genel Kurula Etkisi, T. Esener'e Armağan, Ankara<br />

2000, 506 vd.).<br />

4. Đşyeri Sendika Temsilcisinin Güvencesi<br />

a) Yargıtay 9. HD.'nin <strong>2001</strong> yılında verdiği ve burada inceleyeceğimiz<br />

iki kararından 25.1.<strong>2001</strong> tarih ve E. 2000/16759, K. <strong>2001</strong>/1281 sayılı<br />

kararında (Tüba /Mevzuatbank), Mahkemenin işe iade karar tarihinden<br />

itibaren altı işgünü içinde işe başlamak için işverene başvurmadığından<br />

boşta geçen süreler ile ilgili tazminat talebinde bulunamayacağı sonucuna<br />

varmıştır.<br />

Uyuşmazlıkta davalı bir Belediyedir ve işyeri sendika temsilcisi iken<br />

hizmet akdi 15.5.1999 tarihinde feshedilen davacı işçi SenK'nun 30.<br />

maddesi uyarınca mahkemeye başvurmuş ve mahkeme 5.11.1999 tarihli<br />

kararıyla davacının işine iade edilmesini temyiz yolu açık olmak üzere<br />

hüküm altına almıştır. Davalı Belediye Đş Mahkemesi kararını temyiz etmiş<br />

ve 9. Daire 19.1.200 günü yerel mahkeme kararının kesin olduğuna<br />

karar vermiştir. Yargıtay kararından iki gün önce, yani 17.1.2000 tarihli<br />

dilekçesine dayanarak işveren davacıyı işe başlatmış ve 18..2.2000 tarihinde<br />

hizmet akdini tekrar feshetmiştir. Bunun üzerine işçi ilk fesih tarihi<br />

167


olan 15.5.1999 ile son fesih tarihi olan 18.2.2000 tarihleri arasındaki<br />

ücret ve diğer işçilik haklarını talep etmiştir. Yargıtay 9. HD. Yukarıdaki<br />

gerekçelerle işçinin bu talebini reddederken, işe iade kararında iş mahkemesinin<br />

temyiz yolunun açık olduğunun belirtmesinin davacıya yeni bir<br />

süre ve hak sağlamayacağını da vurgulamıştır.<br />

Karara yazılan karşı oy yazısında ise, davalı Belediyenin işçinin<br />

17.1.2000 tarihli dilekçesine dayanarak onu işe başlatmasının 14.5.2000<br />

tarihli fesih kararını geçersiz sayan mahkeme kararını uyguladığından,<br />

SenK'nun 30. maddesi uyarınca iş gördürülmemiş olsa da ücret ve diğer<br />

haklarını ödemek zorunda olduğunu; ancak, yıllık izin ücreti talebinin<br />

reddi gerektiği ileri sürülmektedir. Yine karşı oy yazısında, işe iade kararının<br />

verildiği tarihten itibaren altı işgünü içinde işe başlanmamış olması<br />

sorunu değiştirmeyeceği belirtilmiştir.<br />

Dava sırasında ve halen yürürlükte olan SenK'nun 30. maddesinde,<br />

274 sayılı yasanın 20. maddesinde olduğu gibi, "mahkeme temsilcinin<br />

işine iadesine karar verirse, iş gördürülmemiş olsa bile temsilcinin işinden<br />

çıkarıldığı tarihten başlamak üzere temsilcilik süresinin devamınca<br />

ücreti ve diğer bütün hakları işveren tarafından ödenir. Bu hüküm yeniden<br />

temsilciliğe atanma halinde de uygulanır" hükmü kabul edilmiştir.<br />

Ancak, 2821 sayılı yasada yeni bir düzenleme getirilerek, işine iade kararı<br />

verilen temsilcinin altı işgünü içinde işe başlamak zorunda olduğu belirtilmiştir.<br />

Kanuna göre, "bu süre içinde işe başlamayan işçiye mahkemece<br />

öngörülen tazminat ödenmez". Đş Hukuku öğretisinde haklı olarak, "işe<br />

başlamak zorundadır" ifadesinin, "işe başlamak için işverene başvurmak<br />

zorundadır" şeklinde ; "bu süre içinde işe başlamayan işçiye mahkemece<br />

öngörülen tazminat ödenmez" ifadesinin de işçi bu yükümünü yerine getirmezse,<br />

işveren kendisini işe başlatma yükümünden kurtulacağı gibi,<br />

işe başlatmadığı takdirde ücret ve diğer haklarını ödeme yükümünden de<br />

kurtulacağı şeklinde anlaşılması gerektiği ileri sürülmüştür (bak. Eyrenci,167;<br />

şahlanan, 245 ; Ü. Narmanlıoğlu, Đş Hukuku II (Toplu Đş Hukuku,<br />

Đzmir <strong>2001</strong>, 275, 277-279; F. Demir, Đşverenin Sendika Temsilciliği,<br />

N. Çeilk'e Armağan C. II, Đstanbul <strong>2001</strong>, 1575; karş. A.C. Tuncay,<br />

Toplu Đş Hukuku, Đstanbul 1999, 88).<br />

Ancak, karara konu olan olayda olduğu gibi, mahkemece işine iade<br />

kararı verilen temsilci kanunda öngörülen süre içinde işe başlamak için<br />

başvurmamasına rağmen, yükümlü olmadığı halde daha sonra işveren<br />

işçiyi işe alırsa, hizmet akdini feshi tarihi ile yeniden işe alındığı tarih<br />

arasındaki ücret ve diğer haklarını ödemekle yükümlü olacak mı Yargıtay<br />

çoğunluk kararında bu soruya doğrudan değinilmemekle birlikte, kararının<br />

sonucu itibariyle soruya olumsuz cevap verilmekte; buna karşılık,


karşı oy yazısından anlaşıldığı kadarıyla olumlu cevap verilmesi gerektiği<br />

ileri sürülmektedir.<br />

Kanımızca, yukarıdaki soruya verilecek cevap, işçinin altı işgünü<br />

geçmesinden sonra yeniden işe alınmasının mahkeme kararının yerine mi<br />

getirildiği, yoksa yeni bir hizmet akdine dayanarak yeni bir iş ilişkisi mi<br />

kurulduğunun kabulüne bağlıdır. Sorunun odağında süresi içinde işe başalamak<br />

için işçinin başvuruda bulunmamasına kanunen bağlanan sonucun<br />

açıklığa kavuşturulması yatmaktadır. Yukarıda da değinildiği gibi,<br />

30. maddede "bu süre içinde işe başlamayan işçiye mahkermece öngörülen<br />

tazminat"ın ödenmeyaceği ifadesi yer almaktadır. Öğretide kanunun<br />

bu ifadesine sadık kalan Tuncay'a göre, süresi içinde başvuruda bulunulmamasının<br />

müeyyidesinin sadece çalışılmayan süre içinde işlemiş<br />

olan ücret ve diğer hakların istenmesine engel olmasıdır. Yoksa işe başlamaya<br />

engel teşkil etmez. Đşe yaniden başlayabilme güvencesi (temsilcilik<br />

sıfatı başka bir nedenle sona ermemişse), toplu iş sözleşmesinin bitimine<br />

kadar devam eder. Süreyi geçirmesine rağmen işyerine tekrar başvuran<br />

işçi, işveren tarafından işe alınmazsa başvuru tarihi ile toplu iş sözleşmesinin<br />

bitimi tarihi arasındaki işleyecek ücret ve diğer haklar tutarını<br />

isteyebilir (Toplu Đş Hukuku, 89-90). Bizim de savunduğumuz ve daha<br />

gerçekci bulduğumuz görüşe göre, mahkemece verilen feshin geçersizliği<br />

ile işe iade kararının normal kanuni sonuçlarını doğurması, temsilci işçinin<br />

kanunda öngörülen sürede işe başlama koşuluna tabi tutulmuştur.<br />

Đşçinin süresinde işe başlaması işverence yapılan feshin geçersizliğinin de<br />

bir gereğidir. Dolayısıyla, kanunen öngörülen sürede işe başlamak için<br />

başvuruda bulunmayan işçinin eski hizmet akdinin de ortadan kalktığını<br />

kabul etmek gerekir (açıkca bu şekilde Narmanlıoğlu, 278 –279). Bu itibarla,<br />

davacı işçinin daha sonra tekrar işe alınması yeni bir hizmet akdine<br />

dayandığının kabulü gerekir ve çoğunluk görüşü bize göre daha isabetlidir.<br />

Ancak belirtelim ki, davacı işçinin işine Belediyece sendika<br />

özgürlüğüne aykırı olarak son verilmişse işçinin yasal ve sözleşmelerden<br />

doğan hakları saklıdır.<br />

b) <strong>Yargıtayın</strong> temsilciler ile ilgili geçen yıl verdiği diğer bir kararında,<br />

sırf işyeri sendika temsilcisi olması nedeniyle işten çıkarılan temsilcinin<br />

sendikal tazminat isteminin kabulü gerektiğine hükmetmiştir (Yarg. 9.<br />

HD., 5.4.<strong>2001</strong>, E.<strong>2001</strong>/1947, K. <strong>2001</strong>/5567, Tüba/Mevzuatbank).<br />

Karardan anlaşıldığı kadarıyla, temsilci SenK'nun 30. maddesine göre<br />

değil, 31. maddesine göre dava açmış ve tazminat talebinde bulunmuştur.<br />

Hakların yarışması ilkesi gereği, temsilcinin 30. maddeye göre işe iade<br />

davası yerine, iş ilişkisinin işverenin feshi ile son erdiğini kabul ederek<br />

169


ödenmemişse ihbar ve kıdem tazminatları yanında, 31. maddeye göre en<br />

az bir yıllık ücreti tutarında tazminat talebiyle dava açması mümkündür.<br />

Yargıtay sevindirici olarak, davacı işçinin sırf temsilci olması nedeniyle<br />

hizmet akdinin işveren tarafından feshinin sendika özgürlüğüne<br />

aykırı bulmuş ve sendikal tazminata hükmedilmesi gerektiği sonucuna<br />

varmıştır.<br />

5. Đşveren Sendikaları Aidatlarına Uygulanacak Faiz<br />

Yargıtay 9. HD. 31.1.<strong>2001</strong> tarihinde verdiği bir kararında işveren<br />

sendikalarının üyelerinden talep ettiği aidat alacaklarına SenK'nun 61.<br />

maddesinde öngörülen "bankalarca işletme kredilerine uygulanan en<br />

yüksek faiz"in uygulanamayacağını, bu durumda genel hükümler uyarınca<br />

yasal faiz yürütülmesi gerektiğine hükmetmiştir (E. <strong>2001</strong>/17244, K.<br />

<strong>2001</strong>/1577 (Tüba/Mevzuatbank).<br />

Madde başlığında da belirtildiği gibi, SenK'nun 61 maddesi yalnızca,<br />

belirli koşulları gerçekleştiren işçi sendikaları üyelerinin tüzükte öngörülen<br />

üyelik aidatlarının işçilere yapacağı ücret ödemesinden keserek<br />

(check-off) tutarını bir ay sendikaya göndermesini düzenlemekte ve son<br />

fıkrada da bu yükümlüğünü yerine getirmeyen işveren için "… aidatı<br />

sendikaya verinceye kadar bankalarca işletme kredilerine uygulanan en<br />

yüksek faizi ödemek" zorunda olduğu hükmünü getirmiştir.<br />

Kararda belirtildiği gibi, bu hüküm benzetme yoluyla işveren sendikaları<br />

aidatlarına uygulanması mümkün değildir. Aynı şekilde, 61. maddedeki<br />

koşulları yerine getirmeyen ve dolayısıyla üyelik aidatlarını check-off<br />

sistemiyle toplamayan işçi sendikalarının aidat alacaklarına da genel hükümler<br />

uyarınca yasal faiz yürütülmelidir.<br />

II. TOPLU Đş HUKUKU ĐLE ĐLGĐLĐ KARARLAR<br />

1. Yetki Tespitinde Dikkate Alınacak Đşçiler<br />

Yargıtay geçen yıl işyerinde çalışan toplam işçi sayısının belirlenmesine<br />

ilişkin verdiği bir kararda, işyerinde çalışan geçici ya da daimi statüde<br />

de olsa tamamının dikkate alınacağını belirttikten sonra, başvuru<br />

tarihinde hizmet akitleri askıda olan işçilerin de çoğunluk tespitinde değerlendirileceği<br />

ve hatta bu işçilerden bir kısmı üyesi oldukları sendikadan<br />

istifa etseler dahi, SenK'nun 25. maddesinde öngörülen istifa için notere<br />

başvurma tarihinden itibaren bir aylık süre geçmemişse bunların da


çoğunluk tespitinde gözönünde tutulacağı sonucuna varmıştır (Yarg. 9.<br />

HD., 1.2.<strong>2001</strong>, E. <strong>2001</strong>/1094, K. <strong>2001</strong>/1628, Tüba/Mevzuatbank).<br />

Toplu iş sözleşmesi yetkisini düzenleyen TSGLK m.12'de işçilerin<br />

daimi ya da geçici statüde olmalarına göre bir ayırım yapılmaması ve<br />

hizmet akitleri askıda olan işçilerin iş ilişkilerinin sona ermeyip devam<br />

etmesi ve SenK'nun 25. maddesinin 4101 sayılı kanunla değiştirilen 2.<br />

fıkrasına göre, sendikadan çekilme notere başvurma tarihinden itibaren<br />

bir sonra geçerlidir hükmü karşısında, yüksek mahkemenin gerekçesi ve<br />

sonucu itibariyle verdiği karar isabetlidir.<br />

2. Alt Đşveren Đşçisinin Asıl Đşverenin Yaptığı Toplu Đş Sözleşmesinden<br />

Yararlanması<br />

Alt işveren kurumunun uygulamada yaygılaşmasıyla birlikte, alt işveren<br />

işçilerinin hukuki statüleri ve hakları kousundaki tartışmalar, Yargıtay<br />

9. HD'nin 1996 yılında verdiği ve Hukuk Genel Kurulunca da onanan<br />

kararıyla toplu iş sözleşmesi hukuku alanına da yayılmıştır. Yüksek<br />

Mahkeme söz konusu kararında, alt işverenin işçilerinin asıl işverenin taraf<br />

olduğu toplu iş sözleşmesinden yararlanabilecekleri sonucuna varmış;<br />

ancak, iş hukuku öğretisindeki eleştiriler üzerine bu görüşünü daha sonraki<br />

kararlarında değiştirerek, alt işverenin işçisinin asıl işverenin tarafı<br />

olduğu toplu iş sözleşmeinden yararlanamayacağına hükmetmiştir<br />

(Yargıtay kararlarının gelişimi için bak. N. Çelik, Asıl Đşverenle Yapılan<br />

Toplu Đş Sözleşmesinden Alt Đşveren Đşçilerinin Yararlanıp Yararlanmayacaklarına<br />

Đlişkin Yargıtay <strong>Kararlarının</strong> Gelişimi, N. Ekin'e Armağan, Ankara<br />

2000, 783-788 ve orada gösterilen yazarlar).<br />

Yarg. 9. HD., alt işverenin işçilerinin asıl işverenin taraf olduğu toplu<br />

iş sözleşmesinden yararlanmayacağı yolundaki görüşünü geçen yıl verdiği<br />

kararlarda da esas itibariyle sürdürmüştür. Yüksek Mahkeme özellikle<br />

11.12.<strong>2001</strong> tarih ve E. <strong>2001</strong>/14868, K.<strong>2001</strong>/19188 tarihli kararında, davada<br />

öncelikle çözümlenmesi gereken hususun davacının çalıştığı temizlik<br />

işinin davalı kurumca geçekten ihale yolu ile firmalara verilip verilmediği<br />

ve davacı işçinin kurumun işçisi olup olamdığı noktasında toplandığını<br />

belirtmek suretiyle, taşeronluk konusunda uygulamada başvurulabilecek<br />

muvazaa olgusuna karşı hassasiyetini göstermiştir. Kararda yapılan<br />

değerlendirmede, kurumla temizlik işvereni arasında asıl işveren-alt<br />

işveren ilişkisinin bulunduğu ve davacının alt işverenin işçisi olduğu<br />

sonucuna vardıktan sonra, davacının asıl işverenin taraf olduğu toplu iş<br />

sözleşmeden yararlanamayacağına hükmetmiştir (Tüba/Mevzuatbank).<br />

9. Daire bu konuda geçen yıl verdiği diğer bir kısa kararında alt işveren<br />

işçisinin asıl işverenin taraf olduğu toplu iş söleşmesinden yarar-<br />

171


lanma talebini kabul eden iş mahkemesi kararını "... davacının toplu<br />

sözleşmenin tarafı olan sendikaya üye olup olmadığı veya dayanışma<br />

aidatı vermek suretiyle istifade etmek için dilekçe verdiği konusunda dosyada<br />

herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanmamıştır." gerekçesine dayanarak,<br />

mahkemenin eksik inceleme sonucu karar vermesi nedeniyle bozmuştur<br />

(6.2.<strong>2001</strong>, E.2000/18178, K.<strong>2001</strong>/1719, Tüba/Mevzuatbank).<br />

<strong>Yargıtayın</strong> bu kararından, alt işveren işçisi asıl işverenle yapılan toplu<br />

iş sözleşmesinin tarafı sendikaya üye ise ve sözleşmeden yararlanmak için<br />

başvuruda bulunmuş ise, asıl işverenin tarafı olduğu toplu iş sözleşmesinden<br />

yararlanabileceği şeklinde bir sonuç çıkmaktadır. Yargıtay 9.<br />

HD. 1986 yılında ve Hukuk Genel Kurulu 1987 yılında verdikleri kararlarda<br />

da bu sonuca varılmıştı (Yarg. 9.HD., 20.11.1986, E.9508, K.10485<br />

; Yarg HGK, 4.11.1987, E.9-166, K.815).<br />

<strong>Yargıtayın</strong> bu görüşü öğretide haklı olarak eleştirilmiştir (Çelik, ĐHU,<br />

TSGLK m.9, No.4; M. Ekonomi, Asıl Đşveren- Alt Đşveren ilişkileri ve Uygulamada<br />

Karşılaşılan Sorunlar, Tekstil Đşveren D., Eylül 1991, 5vd.; S.<br />

Reisoğlu, Aynı Đşyerinde Birden Çok Đşverenin Đşçileriyle Birlikte çalışmasından<br />

Doğan Hukuki Sorunlar, Tühis, Kasım 1990, 3 vd.; C. Tuncay,<br />

Asıl Đşveren- Alt Đşveren Đlişkileri ve Uygulamada Karşılaşılan Sorunlar,<br />

Uygulamada Toplu Đş Sözleşmeleri Grev ve Lokav Semineri, Abant, Ankara<br />

1991, 63 vd.; F. şahlanan, Toplu Đş Sözleşmesi, Đstanbul 1992, 130<br />

vd.; aynı yazar, Türk Đş Hukukunda Alt Đşveren, Đş Hukuku Dergisi,<br />

Temmuz-Eylül 1992, 333). Gerçekten, ülkemizde toplu iş ilişkilerini düzenleyen<br />

2821 ve 2822 sayılı kanunlardaki esaslar dikkate alındığında,<br />

bir toplu iş sözleşmesinin kişiler bakımından uygulama alanına sözleşmeye<br />

taraf işveren sendikasına üye olan veya sendika üyesi olmayan işveren<br />

ile onun sözleşmeye taraf işçi sendikasına üye olan işçileri girer.<br />

Başka bir anlatımla, işyerinde çalışan işçi toplu sözleşmenin tarafı işverene<br />

hizmet akdi ile bağlı olmalıdır. Asıl işverenin işçisi olmayan alt işverenin<br />

işçileri için bu bağ mevcut olamdığından, bu işçiler taraf sendikaya<br />

üye olsalar ve yararlanma talebinde bulunsalar dahi, asıl işverenin taraf<br />

olduğu bir toplu iş sözleşmesinden yararlanmaları mümkün değildir (aynı<br />

şekilde yukarıda yollama yapılan yazarlar). Ancak, sendika, koşulları<br />

varsa alt işverenle bir toplu iş sözleşmesi yapabilir ve alt işverenin işçileri<br />

taraf sendikaya üye olarak veya dayanışma aidatı ödeyerek bu sözleşmeden<br />

yararlanabilirler.<br />

3. Đşçi Konfederasyonunun Taraf Olduğu Protokolün Hukuki Niteliği<br />

a) <strong>Yargıtayın</strong> geçen yıl verdiği 5.11.<strong>2001</strong> tarih ve E. <strong>2001</strong>/12986, K.<br />

<strong>2001</strong>/17311 sayılı kararında (Çimento Đşveren D. Ocak 2002, 46-47),


kamu işyerinde hizmet akdi ile geçici işçi olarak çalışan davacının Türk-Đş<br />

Genel Başkanı ile Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı ve beş Bakan<br />

tarafından imzalanan protokolün 1. maddesi uyarınca daimi işçi kadrosuna<br />

geçirilmesi gerekirken bunun yapılmadığından kurum işleminin iptali<br />

ile daimi işçi kadrosuna alınma isteğini kabul eden yaral mahkeme<br />

kararını bozmuştur.<br />

Yarg. 9. HD. Kararını, bir toplu iş sözleşmesinin işveren veya işveren<br />

kuruluşları ile işçi sendikaları arasında bağıtlanabileceği; işçi konfederasyonun<br />

toplu iş sözleşmesi niteliğinde protokol yapmasının mümkün<br />

olmadığı; bu protokolün davacının davacı işçi kadrosuna geçirilme yolunda<br />

normatif hüküm içeremeyeceği; dolayısıyla, işçinin daimi işçi kadrosuna<br />

geçirme işlemi konusunda iş mahkemesinin kurucu bir karar almasının<br />

sözkonusu olamayacağı gerekçelerine dayandırmaktadır.<br />

b) Hemen belirtelim ki, Yüksek Mahkemenin kararı gerekçesi ve sonucu<br />

bakımından isabetlidir. Normatif hükümler içeren ve yasa hükümleri<br />

gibi doğrudan ve emredici bir şekilde uygulanan toplu iş sözleşmesine<br />

taraf olabilecek kişi ve kuruluşlar her hukuk sisteminde – bir takım<br />

farklılıklar olsa bile- belirli kişi ve kuruluşlarla sınırlandırılmıştır. Mevzuatımızda<br />

hangi kişi veya kuruluşların toplu iş sözleşmesi tarafı olabileceklerine<br />

ilişkin açık bir hüküm olmasa da, 2822 yasanın 2. maddesindeki,<br />

"toplu iş sözleşmesi işçi sendikası ile işveren sendikası veya sendika<br />

üyesi olmayan işveren arasında" yapılacağı şeklindeki hükümden, işçi tarafı<br />

bakımından toplu iş sözleşmesi ehliyetine sadece "işçi sendikaları"nın<br />

sahip olduğu sonucu çıkmaktadır. Dolayısıyla, hukuk sistemimizde işçiler<br />

açısından, sayıları ne olursa olsun örgütlenmemiş fiili işçi topluluklarının<br />

yanında, Sendikalar Kanununa göre kurulmuş işçi sendikaları dşındaki<br />

özel hukuk veya kamu hukuku tüzel kişilerine, ezcümle derneklere veya<br />

kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına ve aynı şekilde işçi<br />

sendikası konfederasyonlarına toplu iş sözleşmesi ehliyeti tanınmamıştır<br />

(Çelik, Đş Hukuku Dersleri, 15. Bası, Đstanbul 2000, 428; şahlanan,<br />

Toplu Đş Sözleşmesi, 47; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 142; Narmanlıoğlu,<br />

Đş Hukuku II, 327).<br />

Uygulamada sıkça, özellikle kamu işyerleri için, toplu sözleşme pazarlığı<br />

işçi konfederasyonu ile ilgili bakan arasında yürütülmekte, bu pazarlıklar<br />

sonunda bir uzlaşma sağlandığında bu "protokol" adı altında<br />

yazılı metne dönüştürülmekte ve taraflarca imzalanmaktadır. Hukukumuz<br />

açısından bu haliye "protokol" bir toplu iş sözleşmesi değildir ve bu<br />

nedenle, taraf konfederasyona üye sendika üyesi işçilerin hizmet akitlerine<br />

doğrudan ve zorlayıcı bir etki doğurmaz; yani, normatif bir etkisi yoktur.<br />

Bu protokolün toplu iş sözleşmesine dönüşmesi veya toplu iş sözleş-<br />

173


mesi hükmü haline gelebilmesi için, ya yetkili sendika ve kamu işvereni<br />

veya işveren sendikaya üye ise kamu işveren sendikası protokol içeriğini<br />

akdedecekleri toplu iş sözleşmesine aktarmaları ya da toplu iş sözleşmesinde<br />

protokole atıf yapmaları gerekir. Aksi takdirde, protokol hükümlerinin<br />

yerine getirilmesini sadece protokole taraf olan işçi konfederasyonu<br />

talep edebilecektir.<br />

4. Toplu Đş Sözleşmesine Konulamayacak Hükümler<br />

a) Yüksek Mahkeme geçen yıl verdiği bir kararda, Kamu Đşletmeleri<br />

Đşverenleri Sendikası ile Genel Maden Đşçileri Sendikası arasında Türkiye<br />

Taşkömürü Kurumu Đşyerleri için akdedilen işletme toplu iş sözleşmesinin<br />

96. maddesindeki, işvrenin 3289 sayılı yasa uyarınca spor tesisleri<br />

kuracağı belirtildikten sonra, (b) fıkrasında yer alan " ... işveren yukarıda<br />

belirtilen maksatlar için kullanmak ve hukuki ve mali sorumluluk işçi<br />

sendikasına ait olmak üzere işçiden her ay için sözleşmenin birinci yılında<br />

"bir milyon " TL dışınd ve ikinci yılında "birmilyonbeşyüzbin" TL kesmeyi<br />

ve en geç 5 işgünü içinde "Maden Đşçileri Eğitim ve Spor Vakfı" hesabına<br />

yatırmayı kabul eder" hükmünün Sendikalar Kanunun 23. ve 61.<br />

maddelerine aykırı olduğu; 2822 sayılı Kanunun 5. maddesinin "toplu iş<br />

sözleşmelerine yasaların emredici kurallarına aykırı hükümler konamayacağı"<br />

düzenlemesi karşısında hükümsüz olduğu ve işçiyi bağlayıcı<br />

nitelikte olmadığı sonucuna varmıştır (Yarg. 9. HD., 4.4.<strong>2001</strong>,<br />

E.<strong>2001</strong>/5641, K.<strong>2001</strong>/5576, Yargıtay Kararlar D., Kasım <strong>2001</strong>, 1684-<br />

1687).<br />

Kanımızca, <strong>Yargıtayın</strong> kararı sonucu itibariyle doğru olmakla beraber,<br />

dayandığı gerekçeler isabetli değildir. Zira, sözü geçen toplu iş sözleşmesi<br />

hükmü ile SenK'nun 23.ve 61.ihlal edildiğini söylemek mümkün değildir.<br />

Bilindiği gibi, SenK'nun 23. maddesinde, sendikaka tüzüklerine üyelik<br />

aidatı dışında üyelerden başka bir aidat alınacağına ilişkin hükümlerin<br />

konulamayacağını (son f.); 61. maddede de, işverence üyelik ve dayanışma<br />

aidatları dışında sendikaya ödenmek üzere bir kesintinin yapılmasının<br />

toplu iş sözleşmesi ile kararlaştırılamayacağı hükme bağlanmıştır.<br />

Her iki hüküm de 1980 öncesi bir çok işçi sendikası tüzüklerinde üyelere,<br />

üyelik aidatları dışında sendikaya başka adlarla belirli ödemelerde bulunma<br />

borcu yüklenmekte ve toplu iş sözleşmelerine konulan bir hükümle,<br />

ilk ay toplu iş sözleşme zamlarınının işverence işçi ucretlerinden<br />

kesilerek sendika hesabına yatırılacağı şekindeki uygulamalara son vermek<br />

amacıyla getirilmiştir. Her iki maddede de üyelerce "sendikaya" yapılacak<br />

aidat dışındaki bir ödeme yasaklanmıştır. Söz konusu toplu iş sözleşmesi<br />

hükmüne göre, işçilerden kesilecek paralar, sendikaya değil, doğrudan<br />

"Maden Đşçileri Eğitim ve Spor Vakfı" hesabına yatırılacaktır. Do-


layısıyla, somut olayda çözümlenmesi gereken temel sorun, toplu iş sözleşmesi<br />

hükmünün SenK'nun 23. ve 61. maddelerine aykırı olup olmadığından<br />

ziyade, sosyal tarafların toplu iş sözleşmesi özerklikliği çerçevesinde<br />

kural koyma yekilerinin bu konuyu da içerip içermediğinin saptanmasında<br />

yatmaktadır. Başka bir anlatımla, bu hüküm, "konu bakımından"<br />

toplu iş sözleşmesi özerkliğinin sınırlarını aşıyor mu<br />

b) Ayrıntıya girmeden belirtelim ki, sosyal tarfların kural koyma ekleri<br />

sınırsız değildir; diledikleri konuları toplu iş sözleşmelerinde düzenleyemezler<br />

(bu konuda ayrıntılı olarak bak. D. Ulucan, Toplu Görüşme ve<br />

Toplu Đş Sözleşmelerine konulamayacak Hükümler,Toplu Đş Sözleşmesine<br />

Đlişkin Temel sorunlar Semineri, Ankara 1990, 70 vd.; F. Sağlam, Türk<br />

Hukukunda Toplu Đş Sözleşmesi Erki ve Sınırları, AÜSBFD, s.1-2, Ankara<br />

1975, 212 vd; Ö. Ekmekci, Toplu Đş Sözleşmesiyle Düzenleme Yetkisi,<br />

Đstanbul 1996, 68 vd. ve orada gösterilen yazarlar). Toplu iş sözleşmesi<br />

özerkliği her şeyden önce "amaç bakımından" sınırlandırlmıştır. Gerçekten,<br />

anayasımızın 53. maddesine göre, işçiler ve işverenler ancak, karşılıklı<br />

olarak ekonomik ve sosyal durumlarını ve çalışma şartlarını düzenlemek<br />

amacıyla toplu iş sözleşmesi yapma hakkına sahiptir. Anayasada<br />

öngörülen bu amaç, aynı zamanda toplu iş sözleşmesi özerkliğinin<br />

konu bakımından sınırlarını da belirler. "Buna göre, yanların ekonomik ve<br />

sosyal durumları ve çalışma şartları kapsamında değerlenirilemeyecek<br />

konular, yanlara tanınan özerk alan kapsamına girmez ve dolayısıyla<br />

toplu iş sözleşmesi ile düzenlemez" (Ekmekçi, 68-69). Ancak hemen belirtelim<br />

ki, kural koyma yetkisi, toplu iş sözleşmesinin tanımını ve muhtevasın<br />

düzenleyen TSGLK'nun 2. maddesindeki "hizmet akdinin yapılması,<br />

muhtevası ve sona ermesi"ne ilişkin konularla da sınırlandırılamaz;<br />

zira "çalışma şartları" daha geniş bir kavramdır.<br />

Bu tebliğin amacı, genel olarak toplu iş sözleşmesi özerkliğinin sınırlarını<br />

çizmek değildir. Ancak, <strong>Yargıtayın</strong> yukarıdaki kararına konu olan<br />

toplu iş sözleşmesi hükmü açısından değerlendirildiğinde, işçilerin işverenle<br />

değil, bizzat sendika ya da işçilerce kurulmuş olsa bile, kooperatifler,<br />

vakıflar, dernekler veya siyasi parti ya da benzeri kuruluşlarla olan<br />

ilişkileriyle ilgili düzenlemeler toplu iş sözleşmesinin konusu dışında kalır<br />

(aynı şekilde açıkca Ekmekçi, 72 ve orada gösterilen yazarlar).<br />

Toplu iş sözleşmesinin konusuna girmeyen konular nedeniyle yapılacak<br />

bir grev yasadışı bir grev olacağı gibi, toplu iş sözleşmesine konulan<br />

bir düzenleme BK m. 20. maddesi anlamında hükümsüz olup, hukuki bir<br />

etkisi yoktur; işçiler ve işveren için hak ve borç doğurmaz.<br />

175


c) Karara yazılan karşıoy yazısında toplu iş sözleşmesinin 96/b maddesi<br />

2822 sayılı Kanunun 2/2. maddesi anlamında "borç doğurucu" hüküm<br />

olarak nitelenmektedir. TSGLK' nun 2. maddesinin 2. fıkrasında,<br />

toplu iş sözleşmesinin tarafların karşılıklı hak ve borçlarını, sözleşmenin<br />

uygulanmasını ve denetimini, uyuşmazlıkların çözümü için başvurulacak<br />

yolları düzenleyen hükümler içerebileceği belirtilmiştir. "borç doğurucu<br />

hükümler" olarak adlandırılan bu hükümler, sadece sözleşmenin tarafları<br />

arasında hak ve borç doğurur ve bu hükümle işçi ve işveren sendikaları<br />

borç doğurucu hükümlerle üyelerini de borç altına sokamazlar. Ancak,<br />

işçi ve işveren sendikaları, borç doğurucu hükümlerle yüklendikleri yükümlüklerin<br />

yerine getirilmesi için üyeleri için sendikal otariteden, tüzüktenve<br />

yasalardan doğan yaptırım ve yetkilerini kullanabilirler (şahlanan,<br />

Toplu Đş Sözleşmesi, 21).<br />

Karara konu olan olayda, toplu iş sözleşmesi işçi ve işveren sendikaları<br />

arasında akdedilmiştir ve sözleşmenin 96/b maddesi bizzat toplu iş<br />

sözleşmesi taraflara hak ve borç yüklememekte, sendika üyesi işverene,<br />

işçi ücretlerinden her ay belirli bir miktar paranın kesilerek gösterilen<br />

vakfın hesabına yatırması yükümlülüğü getirmektedir. Yukarıda böyle bir<br />

düzenlemenin sosyal tarafların toplu iş sözleşme özerkliği çerçevesinde<br />

kural koyma yetkileri içinde olamadığından, normatif etkisinin olmayacağı,<br />

başka bir anlatımla üyelere bir borç yüklemeyeceği sonucuna varılmıştı.<br />

Buna göre, işveren sendikası üyesi için geçersiz olan bir hükmü<br />

neye dayanarak uygulama yükümlülüğü altına girecektir Sonuç olarak,<br />

kanımızca toplu iş sözleşmesinin bu hükmü borç doğurucu hüküm olarak<br />

da geçersizdir.<br />

d) Kararla ilgili son olarak belirtelim ki, 9. Daire kararının gerekçesinde,<br />

"ayrıca sendika toplu iş sözleşmesinden istifade eden üyesine sadece<br />

haklar sağlayabilir. Ona borç yükleyemez. Bu durumda toplu iş<br />

sözleşmesinde yer alan düzenleme hükümsüzdür" ifadesi yer almaktadır.<br />

Bunun, amacını aşan bir ifade olduğu düşüncesindeyiz. Zira, toplu iş<br />

sözleşmesi düzeninde, Borçlar Hukukundan farklı olarak, sosyal taraflara<br />

yaptıkları sözleşme ile, kendilerine tanınan özerklik çerçevesinde, üyelerini<br />

(üçüncü kişileri) de bağlayacak, gerektiğinde borç altına borç altına<br />

sokacak kural koyma erki tanınmıştır.<br />

5. Toplu Đş Sözleşmesinde Başka Bir Toplu Đş Sözleşmesi Hükümlerine<br />

Atıf Yapılması<br />

<strong>Yargıtayın</strong> geçen yıl verdiği bir onama kararı, bir işyeri toplu iş sözleşmesinde,<br />

işçi ücretlerine yürürlük süresi içindeki bir tarihte (1.9.1998)<br />

1.9.1998 – 31.8.2000 tarihleri arasında yürürlükte kalacak grup toplu iş<br />

sözleşmesinde öngörülecek ücret zamlarının aynen uygulanmasını öngö-


en bir hükmümü (m.35/c) ile yine işyeri toplu iş sözleşmesindeki ek<br />

madde ile sözü geçen grup toplu iş sözleşmesine yapılan atıfların yorumuna<br />

ve uygulanmasına ilişkindir (Yarg. 9. HD., 19.2.<strong>2001</strong>,<br />

E.<strong>2001</strong>/2453, K. <strong>2001</strong>/3159, Tüba/Mevzuatbank).<br />

Bizim için ilginç olan, bu karara yazılan karşı oy yazısında dile getirilen<br />

görüştür. Karşı oy yazısında, işyeri toplu iş sözleşmesinin 35. maddesi<br />

uyarınca başka bir toplu iş sözleşmesindeki ücret zammına atıf yapılmasının<br />

yasal olduğu ve bu nedenle davanın kabulü ile çoğunluğun onama<br />

kararı doğru bulunmakla beraber, çoğunluğun işyeri toplu iş sözleşmesinin<br />

ek maddesine geçerlik tanıyacak şekilde yorumlamasına katılınmamaktadır.<br />

Gerekçe olarak da, ek maddede "... grup toplu iş sözleşmesi<br />

tüm maddeleri yine aynı tarihlerde geçerli olarak işyeri sözleşmesinde de<br />

aynen uygulanacaktır" hükmünün TSGLK'nun 3. maddesinin son fıkrasında<br />

yer alan, "bir işyerine aynı dönem için birden fazla toplu iş sözleşmesi<br />

yapılamaz ve uygulanamaz" kuralına aykırı olduğu ileri sürülmektedir.<br />

Bu nedenle, karşı oy yazısına göre, ek madde geçersizdir ve bu<br />

maddenin onama kararına gereçe yapılması doğru değildir.<br />

Gerek çoğunluk görüşü ve gerekse azınlık görüşü, bir toplu iş sözleşmesinde<br />

başka bir sözleşme ile getirilecek düzenlemelere atıf yapılabileceği<br />

kabul edilmektedir. Bugüne kadar bir çok toplu iş sözleşmesinde kabul<br />

edildiği gibi, taraflar, ikinci yıl ücret zamlarını resmi kurumlarınca<br />

saptanacak eflasyon oranına bağlayabilirler. Sozleşmenin yapıldığı sırada<br />

atıf yapılan hususların henüz belirsiz olması fark etmez; yeterki hükmün<br />

uygulanacağı zaman öngörülen oran veya miktar belirli veya belirlenebilir<br />

olsun (aksi görüş Ş. Akyol, ĐHU, TSGLK. 3 No.5). Başka bir sözleşmeye<br />

atıf yapılmakla, karşı oy yazısında ifade edildiği gibi, atıf yapılan toplu iş<br />

sözleşmesi uygulanmamakta, atıf yapılan toplu iş sözleşmesine içerik kazandırılmaktadır<br />

(aynı şekilde D. Ulucan, ĐHU, SenK. 21 No.2). Söz konusu<br />

atıf yapan işyeri toplu iş sözleşmesinin ek maddesinde yer alan "...<br />

grup toplu iş sözleşmesinin tüm maddeleri yine aynı tarihlerde geçerli<br />

olarak işyeri toplu iş sözleşmesinde de uygulanacaktır" düzenleme, doğrudan<br />

grup toplu iş sözleşmesinin uygulanması şeklinde anlaşılmayıp,<br />

işyeri toplu iş sözleşmenin hükmü olarak uygulanacaktır. Ek maddeki "...<br />

işyeri toplu iş sözleşmesinde de aynen uygulanacaktır" ifadesi bu görüşü<br />

desteklemektedir. Aynı şekilde, kararda belirtildiği gibi, ek maddenin hemen<br />

başında yer alan, "... yukarıda belirtilen hususların dışında kalan ..."<br />

ibaresinden, işyeri toplu iş sözleşmesinde özel düzenleme olamayan konularda<br />

grup toplu iş sözleşmesi hükümlerinin uygulanacağı sonucu çıkmaktadır<br />

ki, işyeri toplu iş sözleşmesinde özel düzenlemelerin bulunduğu<br />

ortaya çıkmaktadır.<br />

177


Sonuç olarak, Đşyeri toplu iş sözleşmesinde atıf yapılan grup toplu iş<br />

sözleşmesinin doğrudan o işyerinde uygulanması değil, işyeri toplu iş<br />

sözleşmesinin hükmü olarak bir uygulanma söz konusudur ve bu, yasalara<br />

aykırı olmadığı gibi, TSGLK'nun 3. maddesine de bir aykırılık oluşturmaz.<br />

6. Toplu Đş Sözleşmesinin Düzenleyici Hükümlerinin Yorumu<br />

Yargıtay 24.9.<strong>2001</strong> tarih ve E.<strong>2001</strong>/15268, K.<strong>2001</strong>/14427 sayılı kararında,<br />

toplu iş sözleşmesi hükmünün yorumu için yargıcın, bilirkişiye<br />

başvurmadan hukuk bilminden ve öğretiden yararlanarak toplu iş sözleşmesinin<br />

yorumunda izleyeceği yolu kendisinin seçmesini vurguladıktan<br />

sonra, yorumla ilgili ilkeleri belirlemektedir. Buna göre, "toplu iş sözleşmesi<br />

hükmü yorumlanırken önce söze (lafza) bağlı kalınmalıdır. Tarafların<br />

ortak arzuları ve gerçek iradelerinin yorumunda temelini dürüstlük<br />

kuralında bulunan "güven prensibi" dikkate alınmalıdır. Ayrıca normatif<br />

bir hükmün yorumunda sadece hüküm değil,<br />

Maddenin ve hatta sözleşmenin tümü göz önüne alınıp, öteki hükümlerle<br />

bağlantısı değerlendirilip, sadece işçilerin lehine olacak bir yorum<br />

tarzı benimsenmeden, objektiflikten uzaklaşmadan sonuca gidilmelidir."<br />

(Çimento Đşveren D.,Ocak 2002, 49-52).<br />

Bilindiği gibi Yargıtay, daha önce bir Hukuk Genel Kurulu Kararıyla<br />

toplu iş sözleşmelerinin normatif hükümlerinin yasa hükümleri gibi yorumlanacağını<br />

kararlaştırmış ( 21.2.1975, E.9-1040, K.227, Đlmi ve Kazai<br />

Đçtihatlar D., Temmuz 1975, 3634-3635), ancak daha sonra 9. HD. kararlarında<br />

bu konuda güven teorisi çerçevesinde tarafların ortak iradedelerinin<br />

araştırılması yoluyla sözleşmelerin yorumundaki esasların geçerli<br />

olacağına hükmetmiştir (Yarg. 9. HD:, 24.12.1975, E.52852, K. 227,<br />

Yargıtay Kararlar D., Nisan 1976, 484; 8.2.1977, E.85, K.2680, ĐHU,<br />

TSGLK. 1 No.10; 15.6.1982, E. 5032, K.5730, Tütis, Eylül 1982, 23). Türk<br />

iş hukuku öğretisinde de, toplu iş sözleşmelerinin normatif hükümlerinin<br />

objektif hukuk kuralları ve maddi anlamda yasa hükümleri niteliğinde<br />

oldukları kabul edilmekle beraber, bu hükümlerin yorumunda tarafların<br />

gerçek iradelerinin araştırılması gerektıği vurgulanmaktadır (bak. ve karş.<br />

Çelik, Đş Hukuku Dersleri, 446-447; M. Ekonomi, Toplu Đş Sözleşmesinin<br />

Niteliği, Hükümleri, Uygulama Alanı ve Sona Ermesi Konularında Önceki<br />

Yargıtay <strong>Kararlarının</strong> <strong>Değerlendirilmesi</strong>, Ankara 1984, 58-59; Şahlanan,<br />

Toplu Đş Sözleşmesi, 165-167; K. Tunçomağ-T. Centel, Đş Hukukunun<br />

Esasları, 2. Bası Đstanbul 199, 334-335; Süzek, 29-30; H.K. Elbir, Đş<br />

Hukukunda Yorum, ĐHD. Ocak 1969, 31 vd.; Tuncay, Toplu Đş Hukuku,<br />

203).


7. Sona Ermiş Bir Toplu Đş Sözleşmesinin Uygulanmasındaki Yorum<br />

Farklılıkları Đçin Açılacak Dava Türü<br />

Yargıtay geçen yıl verdiği kısa bir kararında, haklı olarak, sona ermiş<br />

bir toplu iş sözleşmesinin uygulanmasındaki yorum farklılıkları için<br />

TSGLK'nun 60. maddesi uyarınca yorum davası değil, ancak eda davasının<br />

açılabileceği sonucuna varmıştır (Yarg. 9. HD., 24.5.<strong>2001</strong>, E.<br />

<strong>2001</strong>/8114, K.<strong>2001</strong>/8852, Tüba/Mevzuatbank).<br />

Toplu hak uyuşmazlıklarında grev ve lokavta gidilebilmesini kabul<br />

etmeyen 2882 sayılı Kanun 60. maddesinde toplu iş sözleşmelerinin yorumundan<br />

doğan uyuşmazlıkların mümkün olduğu ölçüde çabuk bir<br />

şekilde çözümünü sağlamak üzere özel bir düzenleme öngörmüştür. Toplu<br />

iş sözleşmesi taraflarınca bu maddeye göre açılacak dava sonucunda<br />

verilecek yorum kararı aynen toplu iş sözleşmesi hükmü gibi tarafları ve<br />

üyelerini bağlayacaktır. Dolayısıyla, TSGLK m.60'a dayanan bir yorum<br />

davası ancak, uygulanmakta olan bir toplu iş sözleşmesinin yorumu için<br />

açılabilecektir. Yürürlüğü sona ermiş toplu iş sözleşmeleri yorum davasının<br />

değil, bir eda davasının konusunu oluşturabilir (aynı şekilde K.<br />

Oğuzman, ĐHU, TSGLK. 60 No. 1).<br />

8. Teşmil Edilen Toplu Đş Sözleşmesinin Sona Ermesinden Sonraki<br />

Ard Etkisi<br />

a) Yarg. 9. HD'nin 30.4.<strong>2001</strong> tarih ve E. <strong>2001</strong>/3922,<br />

K.<strong>2001</strong>/7383 tarihli kararında, teşmil edilen toplu iş sözleşmesinin<br />

sona ermesinden sonra, teşmil yoluyla o sözleşmenin kapsamına<br />

giren işyerinde ard etkisini kabul etmemiştir (Çimento Đşveren D.,<br />

Temmuz <strong>2001</strong>, 33).<br />

Karara konu olan olayda, basın işkoluna giren bir iş yeri için<br />

21.12.1995 tarihli Resmi Gazetede yayınlarak teşmil edilen toplu iş sözleşmesininin<br />

süresi 30.9.1996 tarihinde sona ermiştir. Karara göre, hizmet<br />

akdi bu tarihten sonra feshedilen işçi toplu iş sözleşmesi hükümlerine<br />

değil, Basın Đş Kanunu hükümlerine göre hak telebinde bulunabilecektir.<br />

Yargıtay kararına gerekçe olarak, TSGLK'nun teşmili düzenleyen<br />

11. maddesinin 3. fıkrasında yer alan, "teşmil edilen toplu iş sözleşmesinin<br />

sona ermesi ile teşmil kararı da ortadan kalkmış olur" hükmüne dayanmaktadır.<br />

b) Her şeyden önce belirtelim ki, yargıtayın kararında gerekçe yaptığı<br />

TSGLK m.11 f. 3 hükmü ard etkiyi düzenlememekte; teşmil kararını ortadan<br />

kaldıran bir hali göstermektedir. Bir sonraki fıkrada da diğer bir hali,<br />

yani Bakanlar kurulu kararı ile teşmil kararnamesinin yürürlükten kaldırılması<br />

hüküm altına alınmıştır. Teşmil kararının ortadan kalkması ile,<br />

179


artık bu işyerlerinde uygulanmakta olan bir toplu iş sözleşmesi bulunmadığından,<br />

o işyerinde örgütlü bir sendika toplu iş sözleşmesi bağıtlamaya<br />

yönelik girişimleri yürütebilecektir.<br />

Teşmil edilen ve süresi sona eren toplu iş sözleşmesinin teşmil edildiği<br />

işyerinde ard etkisinin bulunup bulunmadığı konusunda TSGLK özel<br />

bir düzenleme getirmemiştir. Kanunun 6. maddesinde ise, her ne sebeple<br />

olursa olsun sona eren toplu iş sözleşmesinin hizmet akdine ilişkin<br />

hükümleri, yenisi yürürlüğe girinceye kadar, hizmet akdi hükmü olarak<br />

devam eder" (f.3) hükmü mevcuttur. Hükmün bu genel anlatımı karşısında,<br />

öğretide baskın görüş, teşmil edilen toplu iş sözleşmesinin sona<br />

ermesinden sonra, teşmil yolu ile yararlanmakta olan işçiler için de, toplu<br />

iş sözleşmesinin sona erme tarihinde işyerinde çalışıyor olmak şartıyla,<br />

ard etkiye elverişli normatif hükümlerinin ard etkiye sahip olduğu yönündedir<br />

(bak. M. Sur, Toplu Đş Sözleşmesi Özerkliği ve Teşmil, Ankara<br />

1991, 144; Narmanoğlu, Đş Hukuku II, 478; K. Oğuzman, Hukuki Yönden<br />

Đşçi-Đşveren Đlişkileri, C. I, 4. Bası, Đstanbul 1987, 108; Şahlanan,<br />

Toplu Đş Sözleşmesi, 164; Oğuzman''a göre, Bakanlar Kurulu tarafından<br />

teşmil kararının kaldırılması durumunda teşmil edilmiş toplu iş sözleşmesinin<br />

bu işyerinde ard etki yapması kabul edilemez; zira farklı bir çözüm,<br />

böyle bir yürürlükten kaldırmanın amacı ile bağdaşmaz; aynı şekilde<br />

Şahlanan).<br />

Biz de katıldığımız bu görüş karşısında, <strong>Yargıtayın</strong> vardığı sonuç isabetli<br />

değildir.


GENEL GÖRÜŞME<br />

Oturum Başkanı (Sami Koçak) : Sayın Eyrenci Toplu Đş Đlişkilerine<br />

Đlişkin <strong>2001</strong> Yargıtay Kararlarını değerlendiren tebliğini sundu. Tebliğe<br />

karşı görüş beyan edenler veya sorusu olanlar. Sayın Hocam Fevzi Şahlanan<br />

buyrun.<br />

Prof.Dr. Fevzi Şahlanan : Eyrenci'yi kutlayarak söze başlamak istiyorum.<br />

Teknik Hukuk bilgisini konuşturan bir tebliğdi. Keyif alarak tebliği<br />

dinledim. Büyük ölçüde görüş birliği içerisindeyim. Bir iki noktada<br />

farklı düşünüyorum, bir iki noktada da görüşümü açıklamak istiyorum.<br />

Anonim Şirket Yönetim Kurulu üyeliği ile işçi sendikası üyeliğinin bağdaşmayacağı<br />

konusundaki karar hakkında tereddütlerim var. Şimdi aynı<br />

iş kolunda, aynı işyerinde, muhtemelen bir toplu iş sözleşmesinin tarafı<br />

olabilecek konumda olan ki olaya söz konusu olanı da biliyorum o tür bir<br />

işyeri, bu sakınca ve bu Yargıtay Kararı varılan sonuç doğru arkadaşımla<br />

birleşiyorum. Ama herhangi bir kişi falan yerde hiç işkolu olarak da ilgisi<br />

olmayan bir Anonim Şirkette Yönetim Kurulu üyesiyse bir yerde hizmet<br />

akdi ile çalışıyorsa (başka yerde). Bunun sendika üyeliğine ilişkin hiçbir<br />

hususun engel olamayacağını düşünüyorum. 38. maddeninde buna engel<br />

olduğunu düşünüyorum. Bu ayrımı yapmak gerekir. Ama olaya özgü olarak<br />

varılan karar arkadaşımın görüşü doğru. 12. madde 53. madde ve 54.<br />

madde bağlantıları konusunda arkadaşımdan ciddi bir şekilde görüş ayrılığı<br />

içerisindeyim. Şimdi konu bir işveren sendikasında gerçekleşiyor,<br />

ifade ettiler ve zamanında genel kurulun yapılmaması söz konusu Malatya<br />

Valiliği'nin yanlış hatırlamıyorum herhalde, ihbar edip dava açması<br />

söz konusu. Arkadaşımın görüşüne göre yasal süre içerisinde yapılmamış<br />

ama dava açmadan iki gün önce yapıldığına göre artık konunun gereği<br />

yerine getirilmiştir. Dolayısıyla davanın reddedilmesi gerekir diyor ve<br />

<strong>Yargıtayın</strong> görüşünü de bu açıdan destekliyor. Şimdi 12. madde süresinde<br />

genel kurulun yapılması veya olağanüstü genel kurulun talebinin yerine<br />

getirilmesini düzenliyor. Yaptırımı da 53. madde. Olağan ve olağanüstü<br />

ayrımı yapmadan koyuyor ki ben bunu yasa tekniği açısından daha<br />

doğrusu hukuk tekniği açısından eleştiriyorum. Hep söylüyorum bunu<br />

181


olağan genel kurulunu zamanında yapmayan yöneticiye uygulanacak<br />

yaptırım ile olağanüstü genel kurulu zamanında yapmayan yöneticiye<br />

uygulanacak yaptırım birbirinden ayrılmalı. Nitekim Dernekler Kanunu<br />

bu ayrımı yapmış. Her neyse bu konu daha başka noktaya götürür beni.<br />

Ama süresinde olağan genel kurulu yapmamış, yapmadığına göre bu yöneticilerin<br />

yöneticilik sıfatı sona ermiş, 53'üncü maddesi ile getirilmek istenen<br />

husus zaten o. Süresi dolan yöneticiyi bir an evvel oradan uzaklaştırmak<br />

lazım. Arkadaşımın ve <strong>Yargıtayın</strong> görüşüne göre bunlar genel kurulu<br />

çağrı yetkisi olmayan bir yönetim kurulu nasıl genel kurulu toplayabilir.<br />

Dolayısıyla hukuken sakat bir genel kurula geçerli hukuki sonuçlar<br />

bağlamak gibi bir duruma düşüyoruz. Süresinde olağan genel kurulun<br />

yapılmaması halinde yapılacak işlerin o davanın kabulü, sendikaya<br />

kayyum tayini ve bir yönetim kurulu seçilmesi olmalıydı. Yoksa nasıl olsa<br />

genel kurul yapılmış mantığıyla giderseniz kanuna taban tabana aykırı<br />

gerçekleşen genel kurula hukuki sonuçlar bağlamak olur ki, o genel<br />

kurulun kanuna aykırılığı daha çağrı yetkisinde aykırıdır. Çağrıyı yapanların<br />

yöneticilik sıfatları yok. O açıdan arkadaşım gibi düşünmüyorum.<br />

Bu noktada arkadaşımdan ayrı kaldığım bir husus daha var. Böyle değil<br />

de 54. madde ile karıştırmış. Malatya Valiliği ifadesinde kurucular bir ihtimal<br />

ben o ihtimalin söz konusu edilemeyeceğini dahi düşünüyorum.<br />

Çünkü 54. madde tüzüklerdeki kanuna aykırılıklardaki belli bir süre<br />

mehil verme var. Malatya Valiliğinin genel kurulunu yap diye gönderdiği<br />

ihtarı 54. maddede böyle bir şey söz konusu değil. 54. maddede mehil<br />

verme var. Ama nedir. Tüzükteki kanuna aykırılığı düzeltmesi için sendikaya<br />

mahkemenin mehil vermesi lazım. Bu mehil süresinde düzeltilmezse<br />

faaliyeti durduruluyor. Dolayısıyla 54. maddenin konuyla bir ilgisi olmadığı<br />

düşüncesindeyim. Sendika temsilcilerinin güvencesiyle ilgili tarihler<br />

birbirine karıştı doğrusu izlemekte güçlük çektim. Ama orada söylemek<br />

istediğim ve zabıtlara geçmesini istediğim bir husus var. Toplu iş hukukunun<br />

bir çok maddesinde kendisini gösteriyor. Bir konuda Toplu Đş<br />

Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununda, Sendikalar Kanunun'da bir çok<br />

konuda yasa koyucu mahkemenin kararının kesin olmasını istiyor.<br />

Temsilciyle de kesin olsun istiyor. Ama kararda temyiz yolu açık olmak<br />

üzere diyor. Yargıtay falan tarihte hükmü onaylıyor. Buna göre bu hükmün<br />

kesinleşmesi mahkemenin kararını verdiği tarihtir. Kanuna aykırı<br />

olarak temyiz yolu açan bir mahkeme kararına, kararıyla kesinleşme tarihi<br />

ileriye bırakılamaz. <strong>Yargıtayın</strong> kararı kesinleşme tarihi değildir. Kesinleşme<br />

tarihi yine kanun kesin olduğunu ifade ettiğine göre temyizi<br />

mümkün olmayan kararın verildiği tarih kesindir. O açıdan kesinleşmeye<br />

bağlı hukuki sonuçları 2821 ve 2822'deki bu hükümlerin hepsini bu şekilde<br />

değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. 30. maddenin güvenceyle<br />

ilgili konuları maalesef ve hiçbir şekilde paylaşmadığım bir şekliyle


yeni iş güvencesi yasasında çıkartıldı. 15 Mart'tan sonra tarih olacak tartışmalar.<br />

Onun için üzerinde durmak istemiyorum. Đş güvencesinin bu<br />

konudaki düzenlemesini paylaşmadığını da ifade etmek istiyorum. Mevcut<br />

30. maddede Sendikalar Kanununun 30. maddesi gerçek anlamda bir iş<br />

güvencesi düzenleyen bir madde idi. Yani kanun temsilciler açısından da<br />

konuyu geriye götürdüğünü söylemekten kendimi alamıyorum. Toplu Đş<br />

Sözleşmesi'nde yetkiye dahil edilecek kişiler vs. diğer konularda arkadaşımla<br />

görüş birliği içerisindeyim. Bir vakfa veya spor klübüne aidat<br />

kesmek ile ilişkili toplu iş sözleşmesi hükmü gerçekten arkadaşımın ifade<br />

ettiği gibi Sendikalar Kanunu'nun 23 ve 61. maddesi aidatla ilgili sınırlama<br />

getiriyor ve sendikaya ödenmek üzere başka ödenti ödenmeyeceğini<br />

söylüyor. Değerli meslektaşım Ömer Ekmekçi bu konuda bilmem söz alır<br />

mı. Toplu sözleşmede neler konur neler konamaz, bu konuda bir hayli<br />

ayrıntılı tezinde de açıklamalar var. Arkadaşımdan çok ciddi şekilde farklı<br />

düşündüğüm bir konu daha var. Teşmil konusu. Şimdi teşmil edilen<br />

toplu iş sözleşmesinin sona ermesinden sonra ard etkinin devam etmesi<br />

gerektiğini ifade ediyor kendileri ve toplu iş sözleşmesi kanununun 6.<br />

maddesindeki her ne sebeple sona ererse ersin toplu iş sözleşmesi ard<br />

etki devam eder diyerek düşüncelerine gerekçe olarak gösteriyorlar. Şimdi<br />

bir de 11. madde de teşmille ilgili bir husus daha var. Bakanlar Kurulu<br />

gerektiği zaman teşmil kararnamesini kaldırabilir. Kanun koyucu abesle<br />

iştigal etmeyeceğine göre bu hükme ne gibi bir sonuç bağlıyorsunuz.<br />

Şunu söylemek istiyorum her teşmil otomatikman ard etki meydana getirmez.<br />

Teşmil edilmiş bir toplu iş sözleşmesi uygulanmış, sona ermişse<br />

evet ard etkisi vardır. Ancak, teşmil edilmiş toplu iş sözleşmesi süre dolmadan<br />

teşmil kararnamesi kaldırılmışsa, bu toplu iş sözleşmesinin ard<br />

etkisinden söz edilemez. Çünkü teşmilin temel felsefesi kanunda da var.<br />

Kamu yararının gerektirdiği hallerde teşmil yapılabileceği söyleniyor. Bakanlar<br />

Kurulu teşmil kararnamesini geri aldığı takdirde kamu yararının<br />

kalmadığı gibi bir sonucu da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla bu ayrımı<br />

yapmak gerekir. Her teşmil edilmiş toplu iş sözleşmesinin ard etkisinin<br />

devam edeceğini söylemek mümkün değildir. Kaldı ki bu düşüncede ısrarlı<br />

olursanız 11. maddedeki Bakanlar Kurulu gerektiğinde teşmil kararnamesini<br />

kaldırabilir diyen yasa maddesinin hiçbir anlamı olmadığı<br />

gibi bir sonucu paylaşmış olursunuz o açıdan arkadaşım beni hoş görsün<br />

farklı düşüncemi ifade ettim. Teşekkür ediyorum.<br />

Prof.Dr. Can Tuncay : Ben de değerli arkadaşım Öner Eyrenci'ye teşekkür<br />

ediyorum. Son derece güzel açıklamalarda bulundular. Birkaç<br />

noktada benim de adım geçtiği için bir kaç şey söyleme lüzumunu hissediyorum.


Bir tanesi <strong>Yargıtayın</strong> valiliğin sendikanın feshedilmesi için ya da yönetim<br />

kuruluna işten el çektirmesi için mahkemeye başvurup başvurulamayacağı<br />

ile ilgili kararı. Burada ben de Yargıtay kararı ve sayın Eyrenci<br />

gibi düşünüyorum. Çünkü Sendikalar Genel Kurulunun vaktinde<br />

yapılmaması dolayısıyla Sendikalar Kanunu 53. maddesinde bir müeyyide<br />

var. O takdirde Çalışma Bakanlığı, yönetim kurulunun işten el<br />

çektirilmesi yeni yönetim kurulunun seçilebilmesi ve genel kurulun yapılabilmesi<br />

için bir kayyum atanması için iş mahkemesine başvurur diyor.<br />

Burada Valiye verilen bir yetki yok. Çalışma Bakanlığına verilen bir yetki<br />

var. 54. maddede kuruluştaki bir takım eksiklik ve yanlışlıklar için Valiliğe<br />

de mahkemeye başvurma hakkı tanınmış, dolayısıyla büyük bir ihtimalle<br />

de 53 ile 54'ü karıştırdı. Bir adım daha gidiyorum. Dernekler Kanununun<br />

54. maddesi gerek derneklerin, gerek şubelerin bir takım suç<br />

sayılan, ya da bunun gibi faaliyetleri dolayısıyla kapatılması için yine<br />

Valiliklere mahkemelere başvurma yetkisi veren bir madde. Büyük bir<br />

ihtimalle Valilik bunu karıştırmıştır. Ben de öyle düşünüyorum. 53. ile<br />

54'ü karıştırdı ve Valilik kendisini yetkili gördü. Her neyse. Fakat mahkeme<br />

daha açılmadan genel kurul yapıldığına göre artık bu genel kurulun<br />

iptali istenemez. Çünkü amaç genel kurulun yapılmasıdır. Kanunları<br />

amaçlarına göre yorumlamak bana daha uygun bir çözümyolu olarak gözüküyor.<br />

O bakımdan Yargıtay kararını isabetli buluyorum.<br />

Sendika Temsilcisinin göreve iadesiyle ilgili konuda benim özel bir görüşüm<br />

var. Bunu sevinerek bir karşı oy yazısında dahi olsa Yargıtay kararında<br />

kabul edilmesi beni memnun etmiştir. O da şu: Sendika işyeri<br />

temsilcisinin işine haklı bir neden yokken son verildiği takdirde iş mahkemesine<br />

başvurulduğunda mahkemesi gerekli görürse feshin geçersiz<br />

sayılacağına karar veriyor. Fesih geçersiz sayılır deyince işçinin göreve<br />

iade edilmesi gerekiyor, yani hizmet akdi devam ediyor, hiç fesih olmamış<br />

sayılırlar. Sendikalar Kanunun 30'uncu maddesine fesih geçersizse iş<br />

gördürülmemiş olsa bile temsilcinin işinden çıkarıldığı tarihten başlamak<br />

üzere temsilcilik görevinin devamı süresince ücret vs. hakları ödenir. Ancak,<br />

işine iade kararı verilen işçi 6 işgünü içinde başlamak zorundadır.<br />

Tamam, 6 işgünü içinde işe başlamak zorundadır. Eğer başlamazsa işçiye<br />

mahkemece öngörülen tazminatta ödenmez deniyor. Burada amaç temsilcinin<br />

işe iadesini sağlamak, akit hiç fesh olmamış gibi devamını sağlamak,<br />

6 işgününü geçirmiş olsa bile ne zaman başvurursa o zaman işe alması<br />

gereklidir. Ama işçinin ya da temsilcinin kaybedeceği hak o arada<br />

geçen işe başlamaya, işe başlamak için başvurduğu ana kadar işleyerek<br />

ücreti alma hakkını kaybetmesidir. Benim yorumum bu. Daha uygun yorum<br />

olduğunu düşünüyorum. Diğer bir konu Toplu iş sözleşmesine konan<br />

bir hükümle ilgili. 1980 öncesi bazı kararlara da intikal etmiş olan


uygulamalarda toplu iş sözleşmesine, hatta sendika tüzüğüne konulan<br />

hükümlerde filanca spor klübüne, filanca vakfa bağışlamalar, yardımlar<br />

yapılacağı yer alıyordu. Sonra 2821 sayılı Kanun gerek 23. maddesinde<br />

gerek 61. maddesinde toplu iş sözleşmelerine ne de tüzüklere aidat dışında<br />

ödeme konulamayacağı hükmünü getirmiş, ama bu aidatla ilgili<br />

aidat dışında sendikaya yapılacak ödemelerdir. Şimdi burada sendikaya<br />

yapılamıyor anlamda ama bir üçüncü kişiye yapılıyor. Bu teknik anlamda<br />

3. kişi lehine bir sözleşme. Acaba bu doğrumu bende Öner Eyrenci gibi<br />

düşünüyorum. Bunu toplu iş sözleşmesi özerkliği içinde değerlendirmek<br />

gerekir. Eğer çalışma ile ilgili doğrudan doğruya ilgili değilse, bunun kabul<br />

edilmemesi gerektiği görüşündeyim. Yalnız Öner Eyrenci arkadaşımın<br />

verdiği misalin onun dışında tutulması gerektiği kanısındayım. Kooperatifle<br />

ilgili bir ödeme ise bunu kabul etmek gerekir. Çünkü Sendikaların<br />

faaliyetleri ile ilgili 34. maddesinin sendikaların kooperatiflere yardım yapacağından<br />

da bahseder. Bu da ondan çok farklı bir şey değil ise bunun<br />

kabul edilmesi gerektiği görüşündeyim. Burada bir örnekle farklı bir şey<br />

düşünüyorum. Teşmille ilgili bir konuya gelince. Gerçekten teşmilin gayesine<br />

bakmak lazım. Đşyerlerinin özellikle aynı sektörde bir kısım işyerlerinde<br />

toplu iş sözleşmesi varken bir kısımda yoksa burada bir haksız<br />

rekabet oluyor. Đşçilerin bir kısmı kaçak çalışıyor. Öbür taraftan işveren<br />

primini ödüyor. Toplu iş sözleşmesi var. Bir haksız rekabet var. Bunu<br />

önlemek için teşmil müessesesi getirilmiş. Şimdi Teşmil edilen toplu iş<br />

sözleşmesi sona erince teşmilde ortadan kalkar diyor kanun. Ama ard<br />

etkisi bana göre devam eder. Ama burada 2'ye ayırmak lazım. Sadece süre<br />

biterse 6. madde her ne sebeple olursa olsun sona eren toplu iş<br />

sözleşmesi hükümleri hizmet akdi olarak devam eder. Burada geçerli ama<br />

Bakanlar Kurulu teşmil kararını yürürlükten kaldırdıysa o zaman burada<br />

ard etkisinden de bahsetmek doğru değildir diye düşünüyorum. Teşekkür<br />

ederim.<br />

Prof.Dr. Ali Rıza Okur : Ben iki konuda söz almak için kürsüdeyim.<br />

Biri sendika işyeri temsilcisi, ki, benim doktora tezim söz almadan<br />

olmaz. Diğeri de yaşlılık aylığı nedeniyle işten ayrılanın ve aynı zamanda<br />

sendika yönetim kurulu üyesi olanın durumu. Şimdi değerli tebliğ sahibi<br />

29. ve 25. maddeye deyindiler. Ben yanlış anlamadıysam olayda 29.<br />

maddeyle ilgili bir konunun olduğunu zannetmiyorum. 29. maddede işten<br />

ayrılıp, sendikada yönetici olanların güvencesini düzenleyen hüküm. Bu<br />

nedenle işten ayrılma yok. Yaşlılık aylığı dolayısıyla işten ayrılma var.<br />

Şimdi 29'a bakarsanız zaten apaçık işçi sendikacılığı ve konfederasyon<br />

yöneticiliğinin teminatı diye başlıyor. Görev aldığı için işten ayrılmasından<br />

söz ediyor. Bu da olsa olsa 25. maddenin uygulanabilirliğini düşünüyoruz.<br />

Zaten Sayın Eyrenci de bunu söylediler. Bağlı kurum ve kuruluş-


lardan, sendikalardan ayrılırsa dediler üyelik düşer, yöneticilikte düşer.<br />

Fakat maddenin devamında şöyle bir hüküm var. Ancak sendika şubesi<br />

sendika ve konfederasyonun yönetim ve denetim kurullarında görevleri<br />

sırasında yaşlılık, emeklilik, malullük aylığı ya da toptan ödeme alan yöneticilerin<br />

sendika üyeliği görevleri sırasında ve yeniden seçildikleri sürece<br />

devam eder. Bu durumda görevler devam ettiğine göre demek ki<br />

yaşlılık aylığı alma nedeniyle ayrıldığı anda otomatikman yönetim kurulu<br />

görevleri de düşmeyecektir diye düşünüyorum. Yanlış anlamadıysam<br />

eğer.<br />

Diğer konu; sendika işyeri temsilcisinin güvencesiyle ilgili orda Can<br />

Tuncay'ın yalnız olduğunu söylediler. Hayır ben de öteden beri aynı şeyi<br />

savunuyorum. Hani burada 30. maddenin daha önceden 274. sayılı yasalarda<br />

düzenlenen güvencede sendika temsilcisinin işe iadesi söz konusuydu<br />

ve bu işe iade gerçekten ortadan kaldıran bir durum. Sayın Tuncay'da<br />

biraz evvel okudular. Fesih geçersiz sayılarak iş gördürülmemiş<br />

olmasına rağmen ücret ödenecek. Feshin geçersiz sayılmasının başka bir<br />

anlamı olamaz. Hani burada feshin geçersizliğini altı gün içinde işe başlar<br />

başlamaz koşuluna bağlamıyor ki. Doğrudan doğruya feshi geçersiz sayıyor.<br />

Bu kadar. Devamında bakın bu süre içinde işe başlamayan işçiye<br />

mahkemece öngörülen tazminat ödenmez. Başka bir yaptırımı yok bunun.<br />

Buraya bu kadarla değineceğim. Bir konu daha var: olayda da 2. bir fesih<br />

söz konusu olmuş. Tabii birinci fesih geçersiz kaldığına göre sözleşme<br />

devam ediyor. Sadece tazminatını alamayacak, çalışmadığı süre için. Eğer<br />

işveren onu ille de uzaklaştırmak istiyorsa 2. bir fesih yapmak zorunda<br />

nitekim öyle olmuş. Peki bu ikinci fesih halinde değerli kardeşim şunu<br />

söyledi. Kötüniyet tazminatı düşünülebilir dedi. Bence burada kötüniyet<br />

tazminatından da önce sendikal tazminat düşünülebilir. Çünkü temsilci<br />

olduğu için uzaklaştırılmışsa bunun araştırılarak gerçekten sendikal<br />

tazminat koşulları varsa o sendika yöneticisi, sendika temsilcisi olduğu<br />

için işten atılmasıdır. O zaman sendikal tazminata da hükmedilmesi<br />

düşünülebilir diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Abdi Pesok bey buyrun,<br />

Av. Abdi Pesok : Sayın başkan, saygıdeğer hocam öncelikle verdiğiniz<br />

bilgilerden dolayı teşekkür ediyorum. Yeterince yararlandığımızı zannediyorum.<br />

Sadece bir konuya değinmek üzere çıktım, kürsüye. Bu da Yargıtayımızın<br />

kabul ettiği ki bu son sıralarda, artık istikrar kazanmış şekilde<br />

kabul ettiği sendika genel kurullarının iptali ile ilgili gerekçeleridir. Sayın<br />

hocamız bu gerekçelerden bir aylık hak düşürücü sürenin başlangıcının<br />

genel kuruldan geriye doğru götürülmesinin tam olarak değerlendirilemediğini,<br />

geriye götürülebilme hususunu şüpheli gördüğünü belirtti.


ikinci gerekçesi Yargıtayımızın eğer iptali istenen delege sayısı sonuçta<br />

neticeyi etkilemeyecek oranda ise genel kurulun iptali sebebi sayılmaz<br />

fikri. Sayın hocamız bu geriye götürme konusunda olsa olsa 68. madde<br />

değil de Medeni Kanunun 2. maddesi gerekçesiyle olabilir, diye belirtti.<br />

Medeni Kanunun 68. maddesi sadece genel kurullarla ilgili bir aylık hak<br />

düşürücü süreyi düzenleyen bir madde değil hatta tam aksine yönetim<br />

kurulu kararlarıyla ilgili bir hak düşürücü süredir. Genel anlamda değerlendirecek<br />

olursak sendika hukukunda sendika genel kurulları gerçekten<br />

şekle tabi. Murakabesi hem üye tarafından, hem de yasalar tarafından<br />

çerçevelendirilmiş bir konudur. Eğer biz genel kurulun yapılmasını, icrasını,<br />

sıkı kurallara bağlamayıp larj değerlendirecek olur isek sendikaların<br />

işleyişinin devamlılığını aksatırız. Birinci genel amacımız bakımından<br />

Yargıtayımızın görüşleri doğrudur. Đkincisi yasanın metni açısından doğrudur.<br />

Çünkü 68. madde biraz evvel belirttiğim gibi yönetim kurulu kararlarının<br />

tarihinden başlar. Nitekim yasa koyucu da bu şekilde değerlendirmiştir.<br />

Hem genel amaç bakımından. Eskiden Medeni Kanunun 68.<br />

maddesinde yer alan hüküm hepinizin bildiği gibi işlem tarihinden yönetim<br />

kurulu karar tarihinden itibaren her halükarda 1 yıldır. Öğrendiği<br />

tarihten itibaren 1 ay idi. Yani Medeni Kanunumuzda yasa koyucu biraz<br />

evvel anlattığımız gerekçeleri değerlendirmiş bir yıllık süreyi 3'aya indirmiştir.<br />

Yani yasa koyucu da şu anda yeni Medeni Kanunun 83. maddesinde<br />

yönetim kurulu kararlarının iptaline karşı dava konusunda hak<br />

düşürücü süreyi 1 ay ve 3 ay diye sınırlamıştır. Demek ki yasa koyucuyla<br />

Yargıtayımızın bu kararlarındaki amaç doğrultusu aynı noktadadır. Bu<br />

bakımdan değerlendirdiğimizde kanaatime göre artık sendikaların işleyişiyle<br />

ilgili olarak istikrar kazanmış olan bu gerekçeleri Yargıtayımızın isabetli<br />

olduğu gibi bu görüşünün devam ettirilmesi sendika hukuku açısından<br />

da önümüzdeki dönemler için de yararlı olacaktır. Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Osman Önal, söz sırası sizdedir, buyurun.<br />

Av. Osman Önal: Teşekkür ediyorum. Sayın başkan. Değerli tebliğ<br />

için Sayın Öner hocama teşekkür ediyorum. Özlemiştik gerçekten. Efendim<br />

ben iki konuya değinmek istiyorum. Gerçi birinci değineceğim konuya<br />

sayın hocam Fevzi Şahlanan ayrıntısıyla değindi. Anonim şirket yönetim<br />

kurulu üyesinin aynı zamanda sendika yönetim kurulu üyesi olamayacağı<br />

konusunda idi. Ayrıntıyla değindiler. Ancak, bir ufak ilavem<br />

olacak. Burada şayet sendika yönetim kurulunda üye ise aynı işkolu değişik<br />

işkolu ayrıntısı maddede yok. Ancak sendikanın yönetim kurulunda<br />

üye olmasının bu derece kısıtlayıcı olması da pek cazip gelmedi. Sadece o<br />

kişiyi yönetim kurulunda üye olduğu süre içerisinde sendikacılığa mahkum<br />

etmek gibi oluyor. Yani başka bir işkolunda herhangi bir işin sahibi<br />

veya o anonim şirketin yönetim kurulunda üye olabilme hakkı elinden


alınmış gibi geliyor. Bu konu da herhalde gereken açıklamayı yapacaklardır.<br />

Diğer bir konu toplu iş sözleşmesinin ard etkisi konusuna değindiler.<br />

Gerçi bu benim söyleyeceğim konuyla ilgili herhangi bir karar tebliğinde<br />

yer almadı. Ancak uygulamada rastlanılan konu olması bakımından<br />

toplu iş sözleşmesinin ard etkisini ilgilendirdiği için gündeme getirmek<br />

istiyorum. Toplu iş sözleşmelerinin vecibevi hükümlerinden özellikle<br />

temsilcilerin çalışma şekli, temsilcilerinin görevlerinin toplu iş sözleşmelerinin<br />

sona ermesinden sonra da devam edeceği konusunda da toplu iş<br />

sözleşmelerinde hükümler var. Toplu iş sözleşmelerinin süresi sona erdikten<br />

sonra bu hükme dayanarak temsilcilerin görevlerinin devamı, ilan<br />

tahtası, sendika temsilci odasının devamının muhafazası gibi konuları,<br />

süresi sona eren toplu iş sözleşmesinde olması dolayısıyla devam ettirilip<br />

ettirilmeyeceği konusunda bazı ihtilaflar var. Yaşanıyor. Burada tabi süresi<br />

sona erdiği içinde bu maddenin yorumunun herhangi bir şeyde yapılıp<br />

yapılmayacağı konusunda bir görüş açıklayabilirse... Bir de bu yetki<br />

mücadelesi olmadığı zaman aynı sendikanın yani süresi sona ermiş toplu<br />

iş sözleşmesinde taraf olan sendikanın yetkisi olması halinde mesele yok.<br />

Ama bir yetki mücadelesi söz konusu olduğu zaman rakip sendika haliyle<br />

bu temsilcilerinin sözleşmenin sonra ermesine rağmen temsilci gibi hareket<br />

etmesi haliyle rahatsızlık duyuyorlar. Bu konuda eğer görüş açıklayabilirlerse<br />

memnun olacağız. Ayrıca bir de acaba yeni örgütlenmeye çalışan<br />

sendikanın hangi yola başvurması gerekir. Yani bir tedbir mi Tespit<br />

mi bu konuda bir görüş açıklarlarsa memnun olacağım. Çok teşekkür<br />

ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Tevfik Korkusuz<br />

Tevfik Korkusuz: Değerli hocama katılımcılara teşekkür ediyorum.<br />

Ben bir konuyu arz etmeye geldim. Şimdi hocam 3. kişiler lehine, yani bu<br />

vakıf olsa dahi 3. kişiler lehine toplu iş sözleşmesiyle hüküm konulamayacağını,<br />

aidat konulamayacağını ifade etti. Yalnız bu Vakıf yine hocamın<br />

açıklamalarından vakfın sendikanın kendi kurduğu Vakıf olduğunu öğreniyoruz.<br />

Prof.Dr. Öner Eyrenci : O belli değil.<br />

Tevfik Korkusuz : Ama konuşmanız öyleydi.<br />

Prof.Dr. Öner Eyrenci : Hayır öyle bir şey söylemedim. O tamamen<br />

farklı bir şey.<br />

Tevfik Korkusuz : Hocam Genel Maden Đşleri Sendikası Vakfı diye<br />

okudunuz ben mi yanlış anladım.<br />

Prof.Dr. Öner Eyrenci : Peki devam ediniz.


Tevfik Korkusuz : Yanlışsa ona bağlı da, hatalıysam düzelteyim.<br />

Şimdi vakıflar her ne kadar 3. bir kişi ise de bir sendikanın herhangi bir<br />

vakıf kurma hakkı var mı yok mu Sendika müstakil bir hükmi şahsiyet<br />

ise özel hukuk hükümlerine tabidir, ve vakıf kurmasına hukuken hiçbir<br />

mani hüküm yoktur. Bunu ana tüzüklerinde de yer alabilir. Genel kurul<br />

kararlarıyla da bu vakfı kurabilir. Dolayısıyla eğer böyle bir tüzükte yer<br />

almış, genel kurul kararlarında da bu husus deklare edilmiş, süresi içerisinde<br />

eski Medeni Kanunun 83. maddesine göre 1 ve 3 aylık sürelerle<br />

geçildikten sonra aidat ödeneceği de belirtilmiş ise bana göre bunun hukuki<br />

olmaması diye yorum getirmek pratikte çok uygun olmadığını düşünüyorum.<br />

Zira Sendikalar Kanunun kısıtlı imkanlarında dahi Sendikalar<br />

Kanununun 33. maddesinde sendikaların faaliyetlerini sayarken, yardım<br />

sandıkları kurmak ve bunlara %5'ini geçmemek üzere kredi vermek şeklinde<br />

ibaresi var. Demek ki Sendikalara böyle bir görev yüklüyor. Ama<br />

tabi doğrudan herşeyi vakıf olarak motomot vakıf olarak belirtmiyor. Aksi<br />

halde 1899 yılında sendika liderlerinden biri Amerikan Meslek Sendikaları<br />

Birliğinde yaptığı konuşmada "ilkelerimiz sadece ve sadece toplu iş<br />

sözleşmelerinden ibarettir. Toplu iş sözleşmesi yapmaktan ibarettir. Onun<br />

dışında hiçbir sendikal faaliyeti kabul etmiyoruz" şeklindeki beyanatı ile<br />

dünyaya yayılan toplu iş sözleşmesi sendikacılığının peşinen kabul etmiş<br />

oluruz. Böyle bir hüküm tüzükte varsa genel kurul kararları deklere<br />

edilmiş ise bu vakfa kesilen aidatın yasal olduğunu düşünüyorum.<br />

Hocamın bu konudaki düşüncelerini de almak istiyorum. Teşekkür<br />

ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Murat Özveri beye söz veriyorum.<br />

Av. Murat Özveri : Ben de değerli hocama tebliğ için teşekkür ederek<br />

başlamak istiyorum. Önceki konuşmacılar değindiler, ama buna rağmen<br />

söz almak istiyorum. Çünkü biz de sendikalar ve sendika genel kurulları,<br />

genel kurul sürecinde yaşanan çekişmeler belki de biz abartıyoruz, öyle<br />

noktalar geldi ki, ben kızdım, meslekdaşlarıma cenabı Allâh sizi sendika<br />

içi çekişmede genel merkez avukatı yapsın diye. Öfkemi belirtmek gereği<br />

duyuyorum. Burda herşey bana göre akla hayale gelmeyecek onlarca<br />

şeyler tanımlanabiliyor, böyle bir süreç, tabi bu tartışmaların olduğu her<br />

dönemde de belirtmekte de yarar var bence. Temel sorun 10. maddede ki<br />

yargı gözetiminin, delege seçimlerindeki yargı gözetiminin, ömrünü sadece<br />

üç ayla sınırlı olmasından kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Birincisi bu<br />

ikincisi, sayın Pesok da belirttiler bence Yargıtay kararının isabetli<br />

olduğunun altını çizmek gerek diye düşünüyorum. Genel Kurul prosedürüne<br />

baktığımızda hemen her aşamanın yönetim kurulu kararı alınması<br />

dahil belli süreler ya tüzüklerle ya yasada örneğin 14. maddede de var. Ya<br />

da müşterek Medeni Kanunun madde 68. ya da 83.de olduğu gibi bir ta-


kım sürelere bağlanmış olduğunu görüyoruz. Bugüne kadar ki Yargıtay<br />

uygulamasında bu sürelerdeki itiraz haklarını kullanmayanlarda daha<br />

sonra genel kurulda umduklarını bulamayınca bu süreler içerisinde yapılan<br />

işlemler gerekçe gösterilerek genel kuralların iptali istemiyle karşılaştıklarına<br />

tanık olduk. Bence son karar bu açıdan çok anlamlı diye düşünüyorum.<br />

Ama karardaki ifade gerçekten soru işareti taşıyor. Burada hak<br />

düşürücü süre genel kuruldan sonra 30 günden daha geri götürülüyor.<br />

Yoksa hak düşürücü sürenin konusunu oluşturan sendikal işlem yönetim<br />

kurulu kararını, kanımca belki yanlış ifade etmiş olabilir o kararda.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kastetmiş olduğu 30 günlük hak düşürücü süreye tabi tuttuğu<br />

olay yönetim kurulunun delege dağılımını belirlemiş olduğu kararı. Bu<br />

kararda bana göre de 30 günlük hak düşürücü süreye tabidir. Bu süre<br />

geçtikten sonra genel kurulun deleğe dağılımını belirlediği kararını konu<br />

ederek genel kurulun iptal istemini buradaki hak düşürücü süre nedeniyle<br />

geçersiz. Yoksa kesinlikle Genel Kurul Kararını bir başka nedenle<br />

iptali istenildiğinde bu sürenin yönetim kurulu kararlarına kadar götürmesi,<br />

zannediyorum, söz konusu değildir. Çünkü yine yanlış hatırlamıyorsam<br />

Yargıtay burada bir başka ince noktayı da tartışan kararları var.<br />

Genel Kurul kararlarının iptali için açılan davalardaki hak düşürücü süre<br />

genel kurul tarihinde mi yoksa Genel Kurulun iki günlük süre içerisindeki<br />

kesinleşmesinden başlayacağı tartıştığı çok açık, çok net kararları<br />

var diye düşünüyorum. Burada bir maddi hata yapılmış olabilir olumlu<br />

gelişme her aşamadaki yasal hakkını kullanmayan birisinin daha sonra<br />

genel kurullara o nedenle iptali isteminin bu açılardan da yani süre kullanılmaması<br />

açısından da engellenmesinin Medeni Kanunun madde 2'nin<br />

yanında olumlu bir gelişme diye düşünüyorum. Aksi halde sayın meslektaşım<br />

Abdi Pesok'un belirttiği gibi biz bir türlü genel kurulları tam anlayamayız.<br />

Konfederasyon genel kurulları dahil diye düşünüyorum. Teşekkür<br />

ederim.<br />

Oturum Başkanı : Sayın üyemiz Mustafa Kılıçoğlu bey,<br />

Dr. Mustafa Kılıçoğlu : Sayın başkanım, değerli davetliler öncelikle<br />

Sayın Öner Eyrenci'nin son derece doyurucu ve kapsamlı tebliğinden dolayı<br />

kendisine şükranlarımı sunuyorum. Kararları tek tek yanıt vermek<br />

ihtiyacı duyuyorum. Bu nedenle gecikecek zaman için de peşinen özür<br />

diliyorum. Anonim Şirket kurucu ve yönetim kurulu üyesinin aynı zamanda<br />

işçi sendikası yöneticisi olması durumunda Sendikalar Kanunu'-<br />

nun 38. maddesine aykırılık, dolayısıyla saflık ilkesine aykırılık olduğunu<br />

bizde kabul ediyoruz. Dairece. Ancak biz burada tabi 20 bin (senede) dosyaya<br />

bakan bir daire olarak gerekçelendirirken bazı hatalar yapıyoruz.<br />

Burada da Anonim Şirketin Yönetim Kurulu üyesinin işveren vekili olarak<br />

ifade ettik. Bu gerekçeye ilişkin sayın Hocamın eleştirisini benimsiyoruz.


Đşçinin emeklilik nedeniyle işten ayrılması ve sendika yönetim kurulunda<br />

görev yapmasını yine biz Sendikalar Kanunun 25. maddesine aykırı<br />

buluyoruz ve niteliği olarak bu işlemin muvazaa niteliğinde olduğunu<br />

kabul ediyoruz. Hocamızın bu görüşüne de bu noktada yine katılıyoruz.<br />

Genel Kurulun toplanması ve denetimi ile ilgili ilk kararda alınan sürenin<br />

başka bir anlatımla yeni bir genel kurul toplantısından dava açılmadan<br />

kısa bir süre önce toplanması nedeniyle biz davayı reddettik aslında biz<br />

bu tür davalarda genellikle sendikanın hayatiyetinin devam etmesi ve<br />

işlerliğinin devam etmesini ön planda düşündük. Dolayısıyla yeniden bir<br />

toplantı ile ilgili mali külfetleri düşündüğümüz zaman biz karardaki<br />

gerekçe ile yani 53. maddeye olan aykırılık nedenini bir noktada<br />

hafiflettik. Dava açılmadan önce toplantı yapıldı. Şu durumda davanın<br />

konusu ortadan kalktı diyoruz. Yalnız burada sayın Şahlanan'ın eleştirisi<br />

gerçekten dikkate değer, tekrar dairece bu konu ele alınacak ve gözden<br />

geçirilecektir.<br />

Diğer bir kararda genel kurulun yapısal denetimiyle ilgili olarak burada<br />

sendika genel merkezi yönetim kurulunun bölge şube genel kurulu<br />

delege dağılımı ile ilgili kararın iptali için süresi içerisinde açtıkları dava<br />

takip edilmemiş delege seçimlerine karşı dava açılmayarak sendika genel<br />

kurulu oluşumuna itiraz edilmemiştir. Davacılar genel kurulun delege<br />

tespitindeki usulsüzlükleri sebep göstererek iptal istemişlerdir denmiş ve<br />

2 gerekçeye dayandırıldı. Medeni Kanun madde 68 ve hak düşürme süresinin<br />

geçmiş olması ve 2. ise usulsüzlük'ün seçim sonuçlarını etkileyecek<br />

derecede olmaması. Şimdi değerli arkadaşlarımı biz sendikalar hukukunu<br />

prosedürel bir hukuk olarak ele alıyoruz dolayısıyla hangi süre ne<br />

zamanda yapılmamışsa süre sonundaki, süreden önceki eylemlerle ilgili,<br />

usulsüzlüklerle ilgili itirazın neden gösterilmesini Medeni Kanun 2'ye de<br />

aykırı görmekteyiz. Yine buradaki amacımız bir an önce sendikanın hayatiyetini<br />

devam ettirmesi ve büyük mali külfetlere neden olan toplantıların<br />

yeniden yapılmaması. Dürüstlük kuralını burada sık sık işletiyoruz.<br />

Đşyeri sendika temsilcisinin güvencesi ile ilgili kararda biz buradaki yasal<br />

süre 6 işgünlük sürenin geçirilmesi durumunda çünkü o süre ile ilgili<br />

tazminatı bağlantı kabul edişimiz nedeniyle tazminatın, tazminat sözcülüğü<br />

ile birlikte bir fesih, bir son verme işleminde paralellik kuruyoruz,<br />

dolayısıyla o süre geçirildikten sonra işverenin işçiyi yeniden işe almasını<br />

yani bir iş akdi olarak düşünüyoruz. Dairemizin görüşü bu doğrultudadır.<br />

Temsilcilerle ilgili yine dairemizin verdiği bir kararda ve diğer kararlarda<br />

sendika temsilcisinin sırf temsilci olması sıfatıyla iş akdinin feshedilmesi<br />

durumunda sendikal tazminata ilişkin kararları sürekli olarak<br />

veriyoruz. Toplu Đş Hukuku ile ilgili kararlara gelince alt işverenin işçisi-


nin asıl işverenin yaptığı toplu iş sözleşmesinden yararlanması ile ilgili<br />

son bir kararımızı sayın hocamda eleştirmiştir. O karar şöyleydi. Davacının<br />

toplu sözleşmenin tarafı olan sendikaya üye olup olmadığı veya dayanışma<br />

aidatı vermek suretiyle istifade etmek için dilekçe verdiği konusunda<br />

dosyada herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanılamamıştır diyerek<br />

sanki bir alt işveren işçisinin bu eksiklikleri giderdiği zaman toplu iş sözleşmesinden<br />

yararlanacağı gibi bir sonuç çıkacak gibi bir eleştiride bulundu.<br />

Fakat biz hep dediğimiz gibi dosyaların çok oluşu nedeniyle bazı<br />

kararlar eksik yazılmakta. Burada aslında muvazaa var. Biz asıl işverenin<br />

işveren olduğunu kabul ediyoruz. Ancak o muvazaa sözcülüğünü karara<br />

işleyemedik. O nedenle biz önceki kararlarımızıdaki düşünceyi tekrarlamaktayız.<br />

Kökleşmiştir bizim içtihatlarımız. Đşçi konfederasyonunun taraf<br />

olduğu protokolün hukuki niteliği daha önceki oturumda tartışıldı. Şimdi<br />

o toplu iş sözleşmesine konulamayacak hükümlerle ilgili kararda bir şeyi<br />

dikkatinize sunmak istiyorum.<br />

Sendikalar yasası 22, 23 ve 61. maddelerini kararda referans gösterdik.<br />

Ancak Sayın Hocamın toplu iş sözleşmesi özerkliği şeklindeki gerekçesini<br />

de dikkate alıyoruz. Uygun görüyoruz. Ancak kararımızdaki bu 23.<br />

ve 61. maddenin yerleştirilmesini biz doğru buluyoruz. Toplu iş sözleşmesinde<br />

başka bir toplu iş sözleşmesinde hükümlere atıf konusunda bir<br />

uyuşmazlık yok. Toplu iş sözleşmesinin düzenleyici hükümlerinin yorumunda<br />

biz ekonomik, sosyal amacı birinci planda ve tarafların gerçek<br />

iradesini araştırarak ikili bir gerekçe koyuyoruz. Sona ermiş bir toplu iş<br />

sözleşmesinin uygulanmasındaki yorum farklılıkları için açılacak bir davayı<br />

irdeledik dairemizin kararı da doğrudur. Biten bir toplu iş sözleşmesiyle<br />

ilgili yorum davası açılamaz. Asıl üzerinde durulması gereken konulardan<br />

biri sayın hocam eleştirmiş teşmil edilen toplu iş sözleşmesinin<br />

sona ermesinden sonraki ard etkisi, burada Sayın Şahlanan'ın görüşüne<br />

ben de katılıyorum. Toplu iş sözleşmesinin teşmili Bakanlar kurulu kararı<br />

ile oluşması nedeniyle Bakanlar Kurulu süresi sona ermeden önceden<br />

bunu geri çekmesi halinde burada kamu yararı ortadan kalkıyor.<br />

Dolayısıyla bunun hizmet sözleşmelerine ard etkisi yani ard etkisini haklı<br />

gösterecek gerekçede ortadan kalkıyor. Anladığım kadarıyla burada sona<br />

eren bir toplu iş sözleşmesi teşmil süresi sonuna kadar devam etmiş ve<br />

sona ermiş ondan sonra ard etkisi konusunda sayın hocamın görüşünü<br />

ve öğretideki düşüncelerini tekrar dairemize ileteceğiz ve bunu yeniden<br />

düşüneceğiz. Sabrınız için teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Söz şimdi, Prof.Dr. Münir Ekonomi'de, buyurun.<br />

Prof.Dr. Münir Ekonomi : Kısa bir açıklama için söz almak istedim.<br />

Sayın Eyrenci, işçi sendikası yönetim kurulu üyesi olan bir işçinin bir


anonim şirket yönetim kurulunda görev almasının, işçi ve işveren kuruluşlarının<br />

saflık ilkesi ve Sendikalar Kanununun 38. maddesine aykırı olduğunu,<br />

bu yönde verilmiş Yargıtay kararında görüşü paylaştığını, sözü<br />

edilen kurala, saflık ilkesine yalnız 38. maddesinde bir istisna getirildiğini,<br />

bunun da Esnaf ve Küçük Sanatkarlar Kanununa göre kurulmuş<br />

kuruluşlara üyeliğin engellenmediği şeklinde düzenlendiğini belirtti. Sayın<br />

Şahlanan, bu görüşün geniş bir sınırlama olacağını bildirmekle yetindi.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> vardığı sonuç isabetlidir. Ancak, kanunda, başka bir istisna<br />

daha getirildiğini de eklemek gerekir. Sendikalar Kanununun 24.<br />

maddesinin 2. fıkrasına göre, sendikalara üye olmak hakkına sahip<br />

olanların mevzuat gereğince bir işletme veya kurumun yönetim kurulu ve<br />

benzer kurullarına işveren, işveren vekili ya da işci temcisi sıfatıyla katılmaları,<br />

sendika üyeliğini engellemez, üyelik devam eder.<br />

Oturum Başkanı : Sayın hocamız Münir Ekonominin bu beyanlarına<br />

teşekkür ediyoruz. Buyurun.<br />

Prof. Dr. Faruk Andaç : Sayın başkan, değerli dinleyiciler ben çok<br />

kısa bir konuyu gündeme getirmek istiyorum. Sayın Can Tuncay, belki<br />

burada yoklar, onun görüşüne pek katılamayacağım. Bunu beyan etmek<br />

için geldim. Sendika üyelerinden kesilen aidatların kooperatifler için<br />

olabileceği görüşünü ileri sürdüler, diğer bir avukat arkadaşımızda vakıflar<br />

için böyle bir aidatın kesilebileceğini iddia ettiler. Halbuki 61. madde<br />

ve 33. madde gayet açık. Sendika aidatlarının dışında herhangi bir şeyin<br />

toplu iş sözleşmesine konması hiçbir şekilde uygun olamayacaktır.<br />

Çünkü bugün bir toplu sözleşme akdi niteliğinde bir sözleşmedir.<br />

Hizmet görmek amacıyla yapılan sözleşmedir. Bunun dışında sendika<br />

aidatının dışında herhangi bir şeyi oraya koydun mu yarın öbür gün<br />

sendikanın Kanarya Sevenler Derneğinin aidatının kesilmesi de mümkün<br />

olacaktır. Bunun için Yargıtayımızın vermiş olduğu kararı olduğu gibi kabul<br />

etmekte yarar vardır. Teşekkür ederim.<br />

Başkan: Sayın katılımcılara konuşmalarından dolayı teşekkür ederim.<br />

Böylece Yüksek Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Kararlarına karşı görüşleri<br />

aldık. Bunlara cevap olarak Sayın hocama cevap verme hakkını tanıyoruz.<br />

Buyurun.<br />

Prof.Dr. Öner Eyrenci : Teşekkür ederim Sayın Başkan. Sırayla cevap<br />

vermeye çalışacağım. Ancak, bir çok konuşmacı aynı konuyu ele aldıklarından<br />

birleştirerek cevap vereceğim ve böylece vaktinizi fazla almayacağım.<br />

Meslektaşım Sayın Şahlanan, aynı anda Anonim Şirket Yönetim Kurulu<br />

üyeliği ve Şube Yöneticiliği için bunun 38. maddesine aykırılığı ko-


nusunda bir ayrım yapılabilecek mi sorusuna, herhangi bir şirketin yönetim<br />

kuruluna seçilen bir kişinin özellikle aynı işkolunda değilse bir işçi<br />

sendikası yönetim kurulu üyeliğine engel olur şeklinde bir kural ile getiremeyeceğini<br />

belirtti. Sayın Ekonomi bunu Sendikalar Kanununun 24.<br />

maddesindeki bir hükümle bağdaştırarak aynı sonuca ulaştı. Farklı nedenlerden<br />

dolayı, birçok konuda zannediyorum ki görüş ayrılıkları varmış<br />

gibi gözüküyor. Burada ben sadece uyuşmazlık konusu olaya bağlı kalarak<br />

açıklamalarda bulundum. Dikkat ederseniz aynı işkolunda çalışmak<br />

üzere ve daha önce çalıştığı işyerleri özelleştirme kapsamında olan işyerlerini<br />

satın almak için anonim şirketin girişimde bulunduğunu, teklif<br />

verdiğini belirttim. Ve bunun sendika yöneticiliği ile bağdaşmayacağını<br />

söyledim. Elbette, her şirket Yönetim Kurulu Üyeliğiyle Sendika Yöneticiliği<br />

bağdaşmaz diye genel bir kural koymak mümkün değil. Yönetim kurulu<br />

üyesi olarak işlevlerine de dikkat etmek lazım. Örneğin bir şirket<br />

murahaz üyesi bana göre işverendir. Çünkü bütün temsil yetkisi, imza<br />

yetkisi tanınmıştır. Kaldı ki sayın Ekonomi'nin değindiği ve kendisinin de<br />

belirttiği gibi 24. maddede "mevzuat gereğince" diyor. Bu bir yönetime<br />

katılma uyarınca şirketin yönetim kuruluna gelenler açısından sendika<br />

yöneticiliğine bir halel gelmeyeceği belirtiliyor Genel olarak söylenen<br />

doğru; ben kural olarak bunu getirmedim. Sadece olaya bağımlı olarak<br />

getirdim. Zannedersem bu tasvip gördü. Ancak, sayın Şahlanan'ın ikinci<br />

görüşüyle zannedersem bir görüş ayrılığının olduğunu görüyorum. Yönetim<br />

Kurulu olarak Şahlanan açıklamalarını yaparken Sendikalar Kanunun<br />

2. maddesinde öngörülen süresi içinde Olağan Genel Kurulunu toplamayan<br />

Yönetim Kurulunun görevleri sanki süre geçtikten sonra kendiliğinden<br />

sona eriyormuş gibi bir sonuç çıkardım. Bu mümkün değil. Ancak<br />

Mahkeme kararıyla kayyum atandıktan sonra ki görevleri sona erer.<br />

O arada yapacakları bütün işlemler geçerlidir. Ve dolayısıyle genel kurul<br />

toplayabilirler. Burada da genel kurul toplanmıştır. Kaldı ki 54. madde ile<br />

53. arasında hiçbir bağ yoktur; dediği doğru, hiçbir bağ yoktur. Ancak<br />

ben dedim ki, "Valilik 54. maddeden hareket ediyor". 54. maddeyi açıkladılar<br />

bana göre de doğru, gayet doğal; ama neden arkasından Valilik<br />

sendikanın feshini istiyor. Valiliğin sendikanın feshini istemesi herhalde<br />

Sayın Tuncay'ında belirttiği Dernekler Kanununun 54. maddesine dayanmaktadır.<br />

Ancak, dernekler kanununa dayanarak bir sendika kapatılamaz.<br />

Bu da yanlış. Dolayısıyla sonuç olarak amaç açısından yorumlandığında<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kararı doğrudur. Kaldı ki, Şahlanan'ın görüşü kabul<br />

edildiği taktirde sendikaların işlevlerinin yerine getirilmesi aşırı bir şekilde<br />

zorlaşacak, sendikaları hiç yokken ortadan kaldıracak, Yönetim kurulu<br />

ortadan kalkarsa dava da açılmazsa o zaman ne olacak sendikaların<br />

faaliyetleri sona erecek. Böyle bir sonuç kabul edilemez. Orada kesin görüş<br />

ayrılığı var, ama teşmille görüş ayrılığımız yok. Siz orda özellikle vur-


guladınız oraya geleceğim. Deniyor ki teşmil kararında bir ayrım yapmak<br />

lazım. Tebliğimde var; fakat uyuşmazlıkta teşmil edilen toplu iş sözleşmesinin<br />

süresi sona ermiş. Bakanlar Kuruluyla kaldırılmış. Bakanlar kurulu<br />

kararını kaldırırsa Oğuzman hocam bu hususta ayrım yapmak lazım<br />

demişti. Bakanlar Kurulu Kararına uygun olarak kendiliğinden sona ermesi<br />

gerekir demiştir. Burada Bakanlar Kurulunun teşmil kararını kaldırmasının<br />

anlamını yorumlamak doğrudur. Bir kanun gereği ortadan<br />

kalkmıştır. Ama Bakanlar Kurulunun kararının gerekçesi, hangi gerekçeyle<br />

vermişse, bana göre, neden kaldırılıyor onu bilmemiz lazım. Sonuç<br />

olarak, ben yine de böyle bir ayrım gerektiğini ve farklılık olduğunu kabul<br />

ediyorum. Ama olayda sürenin sona erme ile ortadan kalkma sözkonusudur.<br />

Zannediyorum temsilcinin işe iadesiyle ilgili görüşlerimiz bağdaşıyor.<br />

Dediğiniz doğru. Mahkeme temyiz yolu açık olarak karar verse dahi, kararın<br />

kesinleşmesi, Yargıtay kararıyla değil, ilk Mahkemenin karar doğrultusunda<br />

olması lazım. Dolayısıyla burada hem fikiriz. Sayın Tuncay,<br />

şu anda burada yok, 53. madde ile görüşü destekliyor temsilcinin işe<br />

iadesi ile ilgili olarak en azından karşı oy yazısında görüşünün kabul<br />

edilmesinin sevindirici olarak buluyor ve Okur'da aynı görüşte olduğunu<br />

söylüyor. Böylece bir taraftar olarak kazanmış oluyor ama benim görüşüm<br />

farklı, fakat saygı duyuyorum. Ama asıl üzerinde durulacak konu<br />

toplu iş sözleşmesine konulamayacak hükümler. Bunu da Sayın Refik<br />

Korkusuz daha ayrıntılı olarak dile getirdi. Burada bazı kavramları karıştırmamak<br />

lazım. Burada asıl olan, yani uyuşmazlıkta asıl olan, böyle bir<br />

hükmün normatif etkisi var mı En azından işçiler borç altına girmişler<br />

mi Hayır giremezler. Böyle bir hüküm tipik üçüncü şahıs zararına bir<br />

sözleşme niteliğinde. Taraflar her zaman üçüncü şahıs lehine sözleşme<br />

yapabilecekleri gibi üçüncü şahsın bir edimini de taahhüt edebilirler. Burada<br />

hiçbir sakınca yok. Ancak Borçlar Kanununun 110. maddesinde<br />

başka bir kişinin edimini taahhüt eden edim kanuna aykırı ise üçüncü<br />

kişi o edimini yerine getirme zorunluluğundan kurtulur. Burada ise yasaya<br />

aykırı bir durum var. Dolayısıyla eğer işçiler tek tek buna rıza gösterirlerse<br />

böyle bir aidatın ücretlerinden kesilmesi mümkündür; dolayısıyla<br />

burada bir başkasının aleyhine bir hüküm var, fakat buna rıza gösterme<br />

söz konusudur. Burada bir sorun yok. Sayın Yargıtay üyesi Mustafa<br />

Kılıçoğlu'nun açıklamalarda toplu iş sözleşmesinde toplanmasından<br />

ve harcanmasından işçi sendikası sorumludur ibaresi. Bu toplanan<br />

aidatların kullanımı ile ilgili sorumluluktur. Toplu iş sözleşmesinde yer<br />

alabilir. Bana göre bu da soru işaretidir. Sayın Tuncay'ın görüşünün<br />

vakıflara yapamazsınız ama kooperatifse yapabilirsiniz ayrımının hiçbir<br />

dayanağı yoktur. Kooperatife de yapılamaz, vakfa da yapılamaz herhangi<br />

bir derneğede yapılamaz.


Teşmille ilgili görüşü zannedersem yanıtladım. Ali Rıza Okur, doğrusu<br />

sorusunda tam anlayamadım; "sendika yöneticisinin emekli olmak için<br />

işyerine dönmesinin 29. madde ile hiçbir ilişkisi yok" diyor. Bana göre<br />

var. Çünkü işyerine dönebilmesi için 29. madde hükmü gerekli. Yani yöneticilikten<br />

ayrılıp işyerine döneceğim demesi gerekir ve sendika genel<br />

kurulun işyerine yazdığı yazıda da bu hususu açıkca belirtiliyor. Yani yöneticilikten<br />

ayrılmıştır diye işyerine yazı gönderiliyor. Burada asıl önemli<br />

olan bunu, yani yöneticinin işe dönmek iradesini, bir ücretsiz izinle saklamasın<br />

bir muvazaa, nisbi muvazaa olup olmaması, nisbi muvazaayı kabul<br />

ediyorsak gerçek iradesini araştırmamız gerekecektir; gerçek iradesi<br />

işten ayrılmak, emekli olmaktır. Yöneticilikten ayrılıp işine dönüp ve aynı<br />

gün emekli olup bu şekilde emeklilik hakkını kazanmaktır. Dolayısıyla<br />

madde 29 ile ilişkisi var. 25. maddenin 2. fıkrasında yer alan yönetim kurulu<br />

üyesi veya şube yönetim kurulu üyesi iken emekli olanların bu sıfatların<br />

devam edeceği hükmü somut olayda uygulanamaz. Burada yönetim<br />

kurulundan ayrılarak emekli olmuştur. O sırada emekliliğini vermiş değil<br />

ve 25'inci maddenin 2. fıkrası eski yöneticilere daha fazla hak sağlamak<br />

için getirilmiş bir hükümdür.<br />

Sayın Abdi Pesok 68. madde ile ilgili açıklamalarda bulundu. Zannedersem<br />

Sayın Murat Özveri'de aynı hususlara değindi. Tekrar ediyorum.<br />

Ben olaylara, yani uyuşmazlık konusuna sadık kaldığım için buna değinmedim.<br />

Yargı kararlarında da aynı yönde bir çok karar var. Öğretide de<br />

hemfikir olarak belirtiliyor. Sadece genel kurulun iptali için açılan davalar<br />

bakımından değil elbette yönetim kurulu aleyhine davalar da 1 aylık süre<br />

öne geçer, ama burada davacılar genel kurulun iptalini istiyorlar. Onun<br />

içinde dava açmışlar ama yürütmemişler ve dava düşmüş; açılmamış<br />

sayılmış ve düşmüş. Burada ise genel kurulun iptali isteniyor. Artık genel<br />

kurulun iptali istendiğine göre, "yönetim kurulu zamanında şöyle bir<br />

karar vermişti. Sen buna itiraz edebilirdin, zamanında itiraz etmedin"<br />

denemez. Yani, zaman aşımı süresinin geçip geçmediğinde itirazın hangi<br />

amaçla yapıldığına bakmak lazım. O bakımdan buraya dayanmaktan<br />

ziyade Medeni Kanunun 2. maddesine dayanmanın daha kolay olacağını<br />

ve daha doğru olacağını ben ileri sürdüm. Ama Yönetim Kurulu kararları<br />

aleyhine açılacak davalarda da hak düşürücü sürenin 1 ay olmayacağı<br />

yönünde bir şey ifade etmedim. Ben de aynı görüşü savunuyorum. Yani<br />

Yönetim Kurulu Kararı aleyhine, yönetim kurulu iptal edilebilir ve 68.<br />

maddedeki 1 aylık hak düşürücü süre içerisinde.<br />

Osman Önal iki sorusundan Anonim Şirket Yönetim Kurulu ortaklığıyla<br />

ilgili zannedersem açıklamalarda bulundum. Benim cevap vermem<br />

tartışılır. Çünkü incelediğimiz kararlarla ilişkisi yok. Ama şu kadarını<br />

söyleyeyim. Alman zannedersem toplu iş sözleşmesi kanununun 3. mad-


desinde toplu iş sözleşmesinin ard etkisinden bahsediliyor. Deniyor ki;<br />

"toplu iş sözleşmesinin bütün hükümleri yenisi yürürlüğe girinceye kadar<br />

hüküm ifade etmeye devam eder". Bizdeki 6. madde farklı; sadece hizmet<br />

akdine ilişkin hükümlerin ard etkisi var. Dolayısıyla işyeri Sendika Temsilcileriyle<br />

ilgili hükümler hizmet akdiyle ilgili hükümler olmadığı için ard<br />

etkisi olmayacak. Bu kadar bir cevap vermemi yeterli görmenizi istiyorum.<br />

Necip Korkmaz, özellikle bu üçüncü kişiler lehine hükümle ilgili olarak<br />

toplu iş sözleşme özerkliğini belirtirken bir ifade kullandı, yanlış anlaşılmayı<br />

engellemek için cevap veriyorum. Diyor ki "eğer bu şekilde bir<br />

toplu iş sözleşmesi özerkliğini daraltırsak, ücret sendikacılığının ötesine<br />

geçemeyiz". Bakın, burada bir yanlışlık var. O da şu ben dedim ki çalışma<br />

ilişkileri kavramı hizmet akdinin yapılması, içeriği ve sona ermesi ile ilgili<br />

hükümlerle sınırlı değil. Çalışma ilişkileri kavramı, hizmet akdinin içeriğinden<br />

çok daha geniş bir kavramdır. Bu sınırın çizilmesi lazım". Sayın<br />

Ekmekçi doçentlik tezinde bu çizgiyi çizmeye çalışıyor. Sınırın çizilmesinde,<br />

tezde bir çok örnekler verilmiş. Verilen örneklerden bir tanesinde<br />

sayın Ekmekçi, Alman görüşlerinden esinlenerek, diyor ki çalışma ilişkisiyle<br />

dolayısıyla da olsa tezinde ilişkisi içerisinde olmayan, işçi veya işverenlerin<br />

başka kişi veya kurumlarla olan ilişkilerini toplu iş sözleşmesi<br />

hak ve borçlarını toplu iş sözleşmesi tarafları düzenleyemezler. Çünkü,<br />

bunlar çalışma ilişkisi ile ilişkili değil; bu bakımdan bu dernek olur, vakıf<br />

olur farketmez. Bunlarla üyeler arasındaki ilişki iş ilişkisi kavramı içerisine<br />

sokulamaz, dolayısıyla sendika özerkliği ve norm koyma erki dışındadır.<br />

Sayın Özveri biraz da uygulamada karşılaştıkları sorunları dile getirerek,<br />

"sendika genel kurulunun iptali ile ilgili son bütün aşamalardaki<br />

haklarını kullanmadan son genel kurulu bekliyor. Orada istediği sonuç<br />

alınmadığı takdirde bunun için iptali için yargı yoluna başvuruluyor deniyor".<br />

Bunun da, daha önce belirttiğim gibi dürüstlük kuralıyla bağdaşır<br />

yanı yok. Diğer bir husus, yani sendika genel kurul kararının, bunun<br />

usulsüzlüğünü etkileyip etkilemeyeceği saptamak mümkün değil. Sayın<br />

Yargıtay üyesi Kılıçoğlu tek tek üzerinde durdular kendi görüşlerini belirttiler,<br />

kısmen katıldılar, kısmen katılmadılar ve gerekçelerini biraz daha<br />

açtılar. Sabrınız ve ilginiz için başta konuşmacılara, katkıda bulunanlara<br />

olmak üzere, bütün izleyicilere teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Evet tebliğ sahibi hocamız Prof.Dr. Öner Eyrenci<br />

tebliğine karşı sunulan beyanlara cevap verdi. Böylece oturum sona eriyor.<br />

Teşekkür ederim.


Sosyal Sigortalar Hukukunun<br />

Genel Hükümleri ve Primler<br />

Oturum Başkanı : Resul ASLANKÖYLÜ<br />

Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesi Başkanı<br />

Tebliğ Sahibi : Prof.Dr. Ali Rıza OKUR<br />

Marmara Üniversitesi<br />

Đktisadi ve Đdari Bilimler<br />

Fakültesi


I. GENEL OLARAK<br />

Yargıtay'a <strong>2001</strong> yılında toplam 276.578 dava gelmiştir. Bu davalardan<br />

9417'i 10.HD.ne, 9770'i 21.HD. gelmiş, 10.HD. bu davalardan 9237'ini<br />

görüşmüş, 650 ini 2002'ye aktarmış, 21. HD. Đse 8983'ünü görüşüp<br />

1066'ını 2002'ye aktarmıştır. Đki dairenin toplam dosya sayısı 18.220 dir<br />

(YKD. Mart 2002,349)<br />

Ben bu 18.220 karardan ulaşabildiğim 126 kadarını değerlendirmeye<br />

aldım ve tartışmaya sunuyorum.<br />

Yargıtay kararları seminerlerine baktığımızda başlangıçta (1975-1985)<br />

tek oturum olarak düzenlenen Sosyal Sigortalarını, 1986-1991 arasında<br />

iki oturum halinde düzenlendiğini, 1992'den sonra yine tek oturuma dönülmüştür.<br />

Son yıllarda Sosyal Güvenlik Hukukunun kazandığı önem<br />

karşısında tekrar iki oturuma dönüldüğünü görüyoruz.<br />

Ben Sosyal Sigortalar Hukukunun Genel Hükümleri ve Primler konusundaki<br />

kararları değerlendirmeye çalıştım. Sevgili meslektaşım. Yrd.<br />

Doç.Dr. Süleyman Başterzi'de sigorta dalları ile ilgili kararları ele aldı.<br />

Daha önce aramızda görüşerek aynı kararların tekrar tekrar gündeme<br />

gelmesini önlemeye çalıştık. Yine de gözden kaçmış kararlar olabilir.<br />

Değerlendirmeye aldığım kararlardan büyük bir kısmı yayınlanmamış<br />

kararlardır. Kararları sunarken, sadece yayınlanmış kararlar için kaynak<br />

gösterdim. Kaynak göstermediğim kararlar, yayınlanmamış olanlardır. Bu<br />

kararları sağlamadaki katkılarından ve yakın ilgilerinden dolayı 10.Daire<br />

Başkanı Resul Aslanköylü'ye, 21.HD. Başkanı Utkan Araslı'ya, 10. Daire<br />

üyesi Zafer Erdoğan'a ve değerli meslektaşım Süleyman Başterzi'ye teşekkürlerimi<br />

sunuyorum.


Kararları ilgili oldukları kanunlara göre sıraladım: 506, 1479, 2925,<br />

2926, 2928 ve idari para cezaları ile ilgili kararları geçmiş yıllardaki kararların<br />

ve doktrinin ışığında değerlendirmeye çalıştım.<br />

Ağırlıklı konular yine sigortalılık kavramı, tespit davaları, yurtdışı<br />

hizmet borçlanması, primler, çifte sigortalılık oldu.<br />

Kararları değerlendirirken, katılmadığım veya eleştiriye açık yönleri<br />

varsa belirtmeye çalıştım, olduğu gibi aktardığım kararlar ise isabetli<br />

bulduğum kararlardır. Tartışmalar sırasında bunlarla da ilgili eleştiri veya<br />

farklı değerlendirmeler olabilecektir.<br />

II. SOSYAL SĐGORTALAR KANUNU ĐLE ĐLGĐLĐ KARARLAR<br />

1. Sigortalı Kavramı<br />

506 S.K.un sisteminde sigortalılığın temelinde hizmet akdi yer almaktadır.<br />

Bunun yanında yasa gereği kapsama alınmış olan da vardır. Bir<br />

çalışmaya 506 S.K. hükümlerinin uygulanabilmesi için aranan üç temel<br />

koşul:<br />

a) Çalışmanın hizmet akdine bağlı olması veya bir yasa hükmü gereğince<br />

kapsama alınmış olması<br />

b) Đşin işverenin işyerinde yapılması (hemen belirtelim ki yeni çalışma<br />

türleri karşısında bu unsur oldukça gevşemiştir)<br />

c) 506 S.K.'un 3. maddesi kapsamında olmama (Bu konuda bkz.<br />

Güzel/Okur, Sosyal Güvenlik Hukuku, 8. baskı, 2002 91 vd ; Tuncay,<br />

184 vd; Tuncay Yargıtay Kararları 2000 181 vd; Güzel, Yargıtay Kararları<br />

1999, 290)<br />

Yargıtay'ın sigortalılıkla ilgili kararları geçen yıllardan farklı olarak<br />

pek yoğun değildir. Buradan uygulamada sigortalıkla ilgili sorunların istikrar<br />

kazandığı sonucuna varılabilir. <strong>2001</strong> yılı kararları arasında bu konuda<br />

üç kararı ele almayı uygun bulduk. Lisanslı koşucunun sigortalılığı,<br />

Türk Soylu yabancının sigortalılığı ve geçici görevle yurt dışına gönderilenlerin<br />

sigortalılığı.<br />

a) Lisanslı Koşucunun Sigortalılığı<br />

Yarg.10.HD.29.3.<strong>2001</strong>t., 891/2295 s. Üniversite öğrencisi olan davacı<br />

aynı zamanda lisanslı koşucu olarak davalının atletizm klubünde çalışmaktadır.<br />

Klüpte geçen çalışmalarının sigortalı çalışma olarak tespitini istemiş,<br />

Yargıtay 10 HD. Bu tür bir çalışmayı hizmet akdine bağlı çalışma<br />

saymayarak talebi reddeden mahkeme kararını onamıştır. Yargıtay'a göre


ödenen iaşe bedeli ücret sayılamaz, ayrıca olayda zaman ve bağımlılık<br />

unsurları da yoktur.<br />

Sporculuğu meslek edinerek bundan kazanç sağlayan sporcular ile<br />

kulüpleri arasındaki hukuki ilişki hizmet akdi olarak kabul edilmektedir.<br />

(Kurt, Đş Hukuku ve Sosyal Sigorta Mevzuatına Usul ve Esaslar, Đstanbul<br />

2002, 23) Gerçi 1475 s.Đş K.nun 5/9. maddesi Đş K.nunun sporcular<br />

hakkında uygulanmayacağını söylüyorsa da, bu düzenleme onların sigortalı<br />

sayılmasına engel değildir. (Yarg. 10.HD. 24.1.1974, 199/1274,<br />

Akyiğit, Đş Kanunu Şerhi, Ankara <strong>2001</strong>, 228). Ancak davaya konu olayda<br />

profesyonel bir çalışma değil, amatör bir çalışma söz konusudur. (lisanslı<br />

koşucu). Kararda da vurgulandığı gibi, ödenen iaşe bedeli ücret sayılamayacağından<br />

(sadece yarışmalar sırasında ödenmektedir, devamlı değildir),<br />

ayrıca olayda zaman açısından süreklilik ve bağımlılık unsurları da<br />

olmadığından (davacı üniversite öğrencisidir,) davacı üniversite öğrencisi<br />

olduğundan konuya bir de 3308 s.Meslek Eğitim K.nun 25. m.2 açısından<br />

ele almak düşünülebilirse de olaydaki çalışmanın staj veya meslek eğitimi<br />

ile ilgisi olmadığından, bu açıdan bu inceleme yapılmamıştır, sonuç<br />

olarak kararda ulaşılan sonuç bizce de isabetlidir.<br />

b) Türk Soylu Yabancının Sigortalılığı<br />

Yarg.10 HD.nin 22.1.<strong>2001</strong> t.3613/37 ve 22.1.<strong>2001</strong> t, 8477/39 Tüba,<br />

ĐĐÇB, 1329, 23.4.<strong>2001</strong>,13) kararları hastanede fahri asistan olarak çalışan<br />

Kıbrıs uyruklu iki doktor, 3.12.<strong>2001</strong> t,8237/8424 s.olanı ise Üniversite de<br />

öğretim elemanı olarak çalışan bir Azerbeycanlıya ilişkindir.<br />

aa) Davacı Şişli Etfal Hastanesinde, Kıbrıs Uyruklu fahri asistan olarak<br />

çalıştığı 1981-1985 yılları arasında sigortalı çalıştığının tespitini istemiş,<br />

mahkeme talebi reddetmiş, 10 HD.ise, kararı bozmuştur. Dairenin<br />

gerekçeleri şöyle sıralanmaktadır:<br />

— Sigortalı olmak için ücret şart değildir,<br />

— Zaman ve bağımlılık unsurları vardır,<br />

— Zaman zaman ücret de ödenmiştir,<br />

— Đşe giriş bildirgesi verilmiştir,<br />

— 2527 sayılı K.un 5.m. gereğince Türk Soylu Yabancılar da (K.un<br />

yükümlülükleri olan 29.9.1981'den itibaren), Türk Sosyal Güvenlik<br />

mevzuatına tabi olacaklardır.<br />

Yargıtay ve doktrin sigortalılık için ücretin zorunlu olmadığında birleşmiştir.<br />

(Çenberci, Sosyal Sigortalar Kanunu Şerhi, Ankara 1985, 26;<br />

Sözer, Sosyal Sigorta ilişkisi, Đzmir 1991, 36; Güzel/Okur, 91 vd;<br />

Yarg.ĐBK.8.4.1972, 4/6; Yarg. 10 HD. 27.4.1984. 2228/2315) .Kaldı ki<br />

201


davacıya zaman zaman ücret de ödenmiştir. Ayrıca işe giriş bildirgesi de<br />

verildiğinden bu konuda bir tereddüt yoktur. Bizce kararda asıl tartışılacak<br />

nokta 2527 sayılı kanuna ilişkin yorumdur. Kararda bir ayrım yapılarak29.9.1981<br />

tarihi (2527'nin yürürlük tarihi) esas alınmış, talep aranmış,<br />

"işe giriş bildirgesi"nin talebi de içerdiği kabul edilerek, bu şartın da<br />

gerçekleştiği kabul edilmiştir. Bizce "işe giriş bildirgesi" işverene ilişkin bir<br />

yükümlülüktür. M.3/11.A ise açıkça çalışanın malüllük-yaşlılık-ölüm sigortalarının<br />

kendisine uygulanması konusunda açık talebini aramaktadır.<br />

Yabancı uyruklu kişiye kısa dönemli sigorta dalları uygulanacaktır. Bu<br />

açıdan işveren "işe giriş bildirgesi" vermek zorundadır. Bu bildirge çalışan<br />

yabancı uyruklunun "uzun dönemli sigorta dallarına tabi olmak istediği"<br />

biçiminde yorumlanamaz. Ancak bir başka yorumla kararda ulaşılan<br />

sonuca katılmanın mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bu da 2527 sayılı<br />

K.un uygulanmasına ilişkin yorumdur. Kanun Türk soylu yabancıların<br />

Türkiye'de serbestçe çalışmasını ve sosyal güvenlik hükümlerinden de<br />

yararlanmasını istemektedir. Bunun için bir tarih de öngörmemiştir. Türk<br />

soylu yabancı geriye dönük olarak, iş ve sosyal güvenlik mevzuatının<br />

öngördüğü tüm haklardan yararlanabilecektir, yeter ki çalışmaları<br />

29.9.1981'den sonra da sürmüş olsun. Bu tarihten önce başlamış ve<br />

bitmiş çalışmalar için 2527'nin uygulanamayacağı ise açıktır (Yarg. 10<br />

HD.nin 22.1.<strong>2001</strong> t., 8477/39 s.kararı da-Tüba ĐĐBÇB, 1329,23.4.<strong>2001</strong>-<br />

bu çizgidedir).<br />

bb) Yarg.10HD.3.12.<strong>2001</strong>, 8237/8424 s.lı karara konu olayda Türk<br />

vatandaşlığına da kabul edilmiş bir Azerbaycan vatandaşının 19 Mayıs<br />

Üniversitesindeki çalışmalarının, 2547 ve 2527 s.lı K.lar açısından sigortalı<br />

çalışma olarak kabul edilip sigortalılık süresine eklenmesidir. Davacı<br />

1.5.2000'de Türk vatandaşlığına kabul edilmiştir. Sigortalı çalışma olarak<br />

tespitini istediği dönem ise 1.1.1995-30.6.2000'dir. yani çalışmaların büyük<br />

bir bölümü Türk soylu yabancı, bir aylık bölümü ise Türk vatandaşı<br />

olarak geçmiştir. 2527 s.K. açısından durum açıktır. Yukarıdaki kararlarda<br />

da belirttiğimiz gibi ulaşılan sonuç doğrudur.<br />

Ancak konuya 2547 s.K. açısından baktığımızda bazı tereddütler ortaya<br />

çıkmaktadır. 2547 s.K.un 34.m.i, yabancı uyruklu öğretim elemanının<br />

Rektör tarafından atanacağını, öğretim görevleri bakımından aylıklı<br />

öğretim elemanları için konulmuş hükümlere tabi olacaklarını, 6575 s.K.<br />

hükümlerine tabi olmadan YÖK tarafından Đçişleri Bakanlığına bildirileceklerini<br />

ve iki ay içinde de ilgili Üniversite ile sözleşme yapılacağını belirtmektedir.<br />

Bu düzenlemeden, yabancı öğretim üyelerinin statülerini<br />

belirlemek oldukça güçtür. 34. madde önce atamadan, sonra da 657<br />

s.K.daki koşullar aranmadan sözleşme yapılmasından söz edilmektedir.<br />

Bu sözleşme hizmet akdi olarak kabul ediliyorsa, karara katılmak müm-


kündür. Davacının talebi de bu sürelerin "diğer sigortalı çalışmalarına"<br />

eklenmesidir. Anlaşılıyor ki davacının süregelen bir sigortalı çalışması<br />

vardır. Ancak 2547 s.K.un 34 m.deki çalışma, "atama tasarrufu ile göreve<br />

başladıktan sonra düzenlenen sözleşmeye bağlı olup, bunun ise hizmet<br />

akdi sayılamayacağı, bunun idari bir sözleşmeye dayalı olduğu" düşünülürse<br />

(bu görüş 9.HD.nin 10.6.1996,394/13186 s.kararında ifadesini<br />

bulmuştur. (Akyiğit, Şerh 171), bu durumda Adli yargının değil, idari<br />

yargının görevli olduğu sonucuna varılabilecek, bu ise bir taraftan 9. ve<br />

10. HD.arasında uyuşmazlığa, ayrıca bu konudaki Adli yargı ile Đdari<br />

yargı arasında bir uyuşmazlığa yol açabilecektir.<br />

c) Geçici Görevle Yurt Dışına Gönderilenin Sigortalılığı<br />

Yarg.10.HD.nin 23.11.<strong>2001</strong>,4133/8086 s.kararı (YKD.Mart 2002,391-<br />

394) iş kazası sonucu ölüm geliri bağlanması dışında, geçici görevle yabancı<br />

ülkeye gönderilen işçilerin sigortalılığına da değindiğinden, değerlendirme<br />

kapsamına alınmıştır. Sorun geçici görevle yurt dışına gönderilen<br />

sigortalının, 506 s.K.dan yararlanmaya devam edip etmeyeceğidir.<br />

Kanunun 7. maddesi geçici görevle yurt dışına gönderilen sigortalının, bu<br />

görev süresince 506 s. K.daki hak ve yükümlerden yararlanacağını belirtmektedir.<br />

Kural olarak yasalar genelde o ülke sınırları içinde uygulanır.<br />

SSK da kural olarak Türkiye'de yaşayan sigortalılara uygulanır. Sigortalı<br />

yurt dışında çalışmaya başlarsa, SSK'dan yararlanamaz (Çenberci,<br />

92; Tuncay, 194). Bu kuralın istisnası 7. m.de düzenlenmiştir. Bu madde<br />

kapsamına giren durumlarda genellik ilkesi değil, kişisellik ilkesi<br />

geçerlidir ve yasa hükümleri yabancı ülkedeki olaylara da uygulanır<br />

(Tuncay, Yargıtay kararları 2000, 193). Yargıtay 10. HD., 7. m.nin uygulanabilmesi<br />

için, yani yurt dışında çalışanların 506 s. K.açısından sigortalılıklarının<br />

devamı için şu koşullar aramaktadır:<br />

— T.C. ile yabancı ülke arasında bir sosyal güvenlik sözleşmesi bulunmaması.<br />

Böyle bir sözleşme varsa 7. m.değil, sözleşme hükümleri<br />

uygulanır.<br />

— Şirket merkezinin Türkiye'de bulunması ve tescil edilmiş olması,<br />

— Hizmet akdinin Türkiye'de yapılmış olup, işçinin yurt dışında da<br />

çalıştırılabileceği konusunda hüküm içermesi,<br />

— Yurt dışındaki çalışmanın sürekli olmayıp geçici olması,<br />

— Yabancı ülke sosyal güvenlik sisteminin gereken yardımları yapmaması.<br />

Son iki koşul üzerinde durulmaya değer:<br />

203


Çalışma geçici olmayıp süreklilik kazanırsa, artık 7. m.nin kapsamı<br />

dışına çıkar. Çalışılan ülke sosyal güvenlik sistemine tabi olunur (Tuncay,<br />

194). "Geçicilik" konusunda madde de bir açıklık yoktur. Her somut<br />

olayda çalışmanın geçici mi, sürekli mi olduğu ayrıca incelenmelidir.<br />

(Yarg.HGK. 18.10.2000 t., 21-1224/1302 s.kararında, görevlendirmenin<br />

süresinin önemli olmadığını, 7. m.de süre bulunmadığını kabul<br />

etmektedir (karar ve karara katılmayan görüşü için bkz. Tuncay, Yargıtay<br />

Kararları 2000, 193).<br />

Yargıtay kararında aranan diğer koşul ise, "çalışılan ülkeden yardım<br />

görmemek"tir. Bizce bu koşulun aranmasına gerek yoktur. Sistemimizdeki<br />

"Teklik ilkesi" Türkiye'de yapılacak yardımlar açısından aranmaktadır<br />

ve sigortalıya yöneliktir. Tek kurumda sigortalı olmak, tek kurumdan<br />

sağlık yardımı almak, hak sahipleri yönünden teklik ilkesi aynı katılıkta<br />

uygulanmamaktadır. 92 ve 93 maddelere göre gelir ve aylık birleşebilmekte,<br />

ayrıca aynı kişi değişik kurumlardan aynı anda gelir veya aylık<br />

alabilmektedir (Bkz.Güzel/Okur 347; Saraç, Birden Fazla Gelir ve Aylık<br />

Bağlanması; Tebliğ VII). Yurt içinde bu kadar yumuşatılmış olan teklik ilkesinin<br />

yurt dışında yapılacak yardımları da engellememesi gerekir. 506<br />

nın sisteminde de bunu engelleyecek bir hüküm yoktur (Karş, Tuncay,<br />

Yargıtay Kararları 2000,189).<br />

d) Eşin Sigortalılığı<br />

Sigortalılık için zorunlu olmayan ücret koşulu eşin sigortalılığı açısından<br />

ayırıcı özelliktedir. 506 s.K.un 3/I, B bendi "Ücretsiz çalışan eşi" sigortalı<br />

saymamıştır. Ancak eş ücret alarak eşinin işyerinde çalışıyorsa sigortalı<br />

olabilecektir. (Çenberci; 58; Güzel/Okur, 101; Güzel, Yargıtay<br />

Kararları 1999,298)- Yarg. 21. HD. 24.5.<strong>2001</strong>, 3777/4080 s.kararında,<br />

eşin sigortalı sayılması için ücret yanında çalışmanın gerçek olması da<br />

aranmaktadır. Bu konuda işveren eşin kabulünün tek başına hukuki sonuç<br />

doğurmayacağını da vurgulamaktadır. 21.HD., mahkeme bu konuda<br />

yeterli araştırma yapmadığı, işyeri kayıt ve belgelerini eklemediği, ücret<br />

ödemeye ilişkin belgeleri incelemediği, çalışmanın gerçekten olup olmadığına<br />

yönelik yeterli araştırma yapılmadığı için kararı bozmuştur.<br />

e) Vahidi Fiatla (tek fiat) Çalışanın Sigortalılığı<br />

Yarg. 21.HD.nin 18.6.<strong>2001</strong> t. 4674/4855 s.kararı, orman deposunda<br />

orman ürünlerinin tasnif ve istif işinde vahidi-fiat üzerinden çalışanların<br />

durumuna ilişkindir. Orman genel müdürlüğü bunların sigortalı olmadığını<br />

ileri sürerek kurum alacağının iptali için dava açmış, mahkeme talebi<br />

kabul etmiş, 21. HD. ise kararı bozmuştur. 21. HD.nin bozma gerekçesi,<br />

çalışmada zaman ve bağımlılık unsurlarının varlığı, çalışanların iş güçle-


ini, işverenin emrine hazır bulundurduğu, ücret ödenmesinin vahidi-fiat<br />

üzerinden almasının, çalışmanın hizmet akdine dayalı oluşunu etkilemeyeceğidir.<br />

Karar Yargıtay'ın eski kararlarıyla da uyum içindekidir. (bkz.<br />

4.2.1997 t. 544/573 21.HD. kararı ve karara ilişkin Arıcı'nın değerlendirmesi,<br />

Yargıtay kararları 1977, 284; Güzel, Yargıtay kararları 1999,<br />

300;)<br />

2. Zorunlu Sigortalılık/Đsteğe Bağlı Sigortalılık (506 s.K. açısından)<br />

Burada ele alacağımız üç karar, zorunlu sigortalılıkla isteğe bağlı sigortalılığın<br />

çatışmasına ilişkindir. Bu durumda zorunlu sigortalığa öncelik<br />

verileceği zorunlu sigortalılıkla isteğe bağlı sigortalığın çatışamayacağı<br />

açık yasa hükmü gereğidir. 85. m.nin "tescil edilmiş olma" yanında "herhangi<br />

bir sosyal güvenlik kuruluşuna tabi olarak çalışmamak ve kendi<br />

çalışmalarından dolayı aylık bağlanmamış olmak" koşulları bunu ortaya<br />

koymaktadır. (Güzel/Okur, 117; Güzel, Yargıtay Kararları 1999,321,<br />

Okur, Yargıtay Kararları 1994,129)<br />

a) Yarg.10 HD.27.3.<strong>2001</strong>,1805/2226 s.lı Karar<br />

Davacı, zorunlu sigortalılığı ile çalışmayan isteğe bağlı sigortalılığının<br />

geçerli olduğuna ve sonuçta aylık bağlanmasına karar verilmesini istemiş,<br />

mahkeme talebi kabul etmiştir. Kararın temyizi üzerine 10.HD., kararda<br />

iki konuya değinmiştir. Đsteğe bağlı sigortalılık ve yaşlılık aylığı bağlanması.<br />

Biz kararı sadece isteğe bağlı sigortalılık açısından ele alacak, yaşlılık<br />

aylığı ile ilgili kısma, diğer tebliğin alanına girdiğinden dokunmayacağız.<br />

Karara konu olayda Kurum, davacın isteğe bağlı sigortalılığının<br />

dikkate alınarak, aylık bağlanması talebini tümüyle reddetmiştir. Oysa<br />

sigortalının önceden tescil edilmiş sigortalı hizmetleri de vardır. Kurum<br />

bunu dikkate almadan talebi tümüyle reddetmiş. 10.HD. haklı olarak, zorunlu<br />

sigortalılıkla çatışmayan isteğe bağlı sigortalılığın kabulü gerektiğine<br />

karar vermiştir. Kaldı ki zorunlu sigortalıktan sonraki isteğe bağlı sigortalılık<br />

dönemine ilişkin primler de ödenmiştir. Ancak kararda geçen<br />

"..... primleri itiraz etmeksizin alan ve bu konuda sigortalıyı uyarmayan<br />

Kurumun davacının tahsis talebinde bulunduğu bir zamanda bu hususu<br />

gündeme getirmesi de MK.un 2.m.de ifadesini bulan afaki iyi niyet kuralı<br />

ile bağdaşmadığı ortadadır" sözlerine bir anlam veremedik. Bu sözlerden<br />

kurumun itiraz edebileceği ve sigortalıyı uyarabileceği bazı durumların<br />

varlığı anlaşılmakta, ancak bunların neden olduğu belirtilmemektedir. Bu<br />

nedenle bu konuyu tartışmalara bırakarak, bu karara ilişkin değerlendirmemi<br />

burada kesiyorum.<br />

b) Yarg. 10.HD. 5.4.<strong>2001</strong>,2223/2619 s.lı Karar<br />

205


Karara konu olayda davacı zorunlu sigortalılığından sonraki dönemin<br />

isteğe bağlı sigortalılık olarak kabulünü istemiş, mahkeme de talebi kabul<br />

etmiştir. Kararın temyizi üzerine 10 HD., mahkeme kararını bozmuştur.<br />

Dairenin gerekçeleri:<br />

— Zorunlu sigortalılıktan sonra isteğe bağlı sigortalılık için kuruma<br />

başvurulmadığı<br />

— Bu yoldaki iradesini de içerecek bir prim ödenmesinin de olmadığı.<br />

Gerçekten isteğe bağlı sigortalılığı düzenleyen 85. madde, koşul olarak<br />

tescil edilmiş olma yanında talep ve prim ödemeyi aramaktadır. Hatta<br />

prim ödemesi varsa, talep koşulunun da yerine getirilmiş sayılabileceğine<br />

işaret etmektedir. "aa" da incelediğimiz 27.3.<strong>2001</strong>, 1805/2226 s.lı kararda<br />

da talep olmamakla birlikte, prim ödendiği için, 10 HD, prim ödemesinin<br />

talebi de içerdiğini kabul etmiştir. Oysa bu karara konu olayda<br />

ne talep ne de prim ödemesi vardır, daire kararı haklıdır.<br />

c) Yarg.10 HD.10.12.<strong>2001</strong>,8512/8732 s.lı Karar<br />

Karara konu olayda davacı araçta geçen çalışmalarının tespitini istemiş,<br />

mahkeme isteğe bağlı sigortalılığı dikkate alarak talebi reddetmiştir.<br />

Kararın temyizi üzerine 10. HD.önce hizmet akdinin varlığını saptamış<br />

daha sonra da isteğe bağlı sigortalılıkla, zorunlu sigortalılığın çatışmasını<br />

ele almıştır.<br />

10.HD.ne göre hizmet akdinin ayırıcı özelliği zaman ve bağımlılıktır.<br />

Ücret hizmet akdi açısından önemli olsa da sigortalılık açısından önemli<br />

değildir. Kaldı ki olayda hasılatın bir kısmı da davacıya ücret olarak<br />

ödenmiştir. Hizmet akdinin varlığını saptayan daire, bu dönemde isteğe<br />

bağlı sigortalı olarak tescil edilmiş olmanın zorunlu sigortalılığı etkilemeyeceği,<br />

zorunlu sigortalılığı gerektiren bir işte çalışanın, aynı dönemde isteğe<br />

bağlı sigortalı olmasının 85/c'ye göre mümkün olmadığını haklı olarak<br />

vurgulayarak mahkeme kararını bozmuştur. Daire bu kabulden sonra<br />

hizmet akdinin süresinin ayrıca tanık beyanları ve diğer delillerle<br />

saptanması gereğine de işaret etmiştir.<br />

3. Đsteğe Bağlı Sigortalılık<br />

Đsteğe bağlı sigortalılık 506 s.k.un 85. maddesinde düzenlenmiş, zorunlu<br />

sigortalılık niteliğini yitirenlere talepleri halinde, sigorta ilişkisini<br />

sürdürebilmelerine imkan veren bir yoldur. Sadece uzun dönemli sigorta<br />

dalları açısından (malüllük-yaşlılık-ölüm) kabul edilmiştir. Maddede 3395<br />

s.K.la önemli değişiklikler yapılmış ve bu yoldan yararlanma basitleştirilmiştir.<br />

(ayrıntı ve eleştiri için bkz. Güzel/ Okur, 119; Tuncay, 135) 85.<br />

maddede 4 temel koşul aranmaktadır. Yazılı başvuru, tescil edilmiş olma,


herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olarak çalışmama, her yıl<br />

için 360 gün prim ödeme.<br />

Yargıtay'ın <strong>2001</strong> yılı kararları arasında, bir kısmı da isteğe bağlı sigortanın<br />

bu koşullarından bazılarına ilişkindir.<br />

a) Yazılı Başvuru<br />

Yarg.10 HD.nin 5.11.<strong>2001</strong> t, 7155/7294 s.kararında isteğe bağlı sigortanın,<br />

zorunlu sigorta ile çatışmaması gereğine ve konunun yaşlılık<br />

aylığına etkisi de vurgulanmakla birlikte, kararda ağırlıklı konu sigortalının<br />

yazılı başvurusudur. Olayda isteğe bağlı sigortalı iken, bunu iptal<br />

etmeden zorunlu sigortalı olan davacının, daha sonra zorunlu sigortalılığı<br />

sona ermiş, ancak davacı yeniden isteğe bağlı sigortalılık başvurusu<br />

yapmadan primlerini gecikme zammı ile birlikte ödemiş, daha sonra da<br />

tüm bu sürelerin dikkate alınarak, kendisine yaşlılık aylığı bağlanmasını<br />

istemiştir. Kurumun isteğe bağlı sigortalılık konusunda yazılı başvurunun<br />

yokluğu gerekçesiyle, talebi reddetmesi üzerine de bu davayı açmış,<br />

mahkeme davayı reddetmiş, 10.HD. ise ret kararını bozmuştur. Karara<br />

göre, prim ödememe isteğe bağlı sigortalılığı sonra erdirmez. Sona erme<br />

için ilgilinin açık iradesine ihtiyaç vardır. isteğe bağlı sigortalılık, zorunlu<br />

sigortalığın başlaması ile sona ererse de, zorunlu sigortalılığın da sona<br />

ermesinden sonra, isteğe bağlı sigortalı olarak prim ödeme halinde<br />

(yeniden başvuru yapılmamış olsa da) başlangıçtaki başvuru, prim ödeme<br />

ile birlikte ele alınarak, isteğe bağlı sigortalılık kabul edilmelidir.<br />

Burada tartışılması gereken konu, yazılı başvurunun niteliğidir. Bu<br />

koşul bir geçerlik koşulu olmayıp, ispat koşuludur. Sigortalının bu sonuca<br />

yönelik eylemi (örneğin olayda olduğu gibi primleri cezalı olarak yatırmış<br />

oluşu) kendisine isteğe bağlı sigortalı statüsü kazandıracaktır. Ancak<br />

sigortalı bu yolda herhangi bir irade açıklamasında bulunmamışsa,<br />

kendiliğinden bu durum ortaya çıkamayacağı gibi, Kurum'da bu konuda<br />

bir davranışta bulunamaz. (Çenberci, 582; Sözer, Yargıtay Kararları 1998.<br />

258; Güzel, Yargıtay kararları 1999, 307vd.) yine kararda da belirtildiği<br />

gibi, primlerin zamanında ödenmemesi, isteğe bağlı sigortalılığı iptal<br />

hakkını kuruma vermeyeceği gibi sigortalılık kendiliğinden de sona ermez.<br />

(85. maddede, 2926 s.K.un 60 maddesindeki "ard arda iki dönem prim<br />

ödememe" halinde isteğe bağlı sigortalılığın son prim ödeme tarihi<br />

itibariyle sona ereceğine ilişkin bir açıklık yoktur.)<br />

Kurum ödenmeyen primler için cebri icraya gidemeyecek, sadece<br />

m.85/sondaki yollama gereğince m.80/VIII gereğince gecikme zammını<br />

isteyebilecektir.<br />

b) Tescil Edilmiş Olma<br />

207


Yarg.10.HD.nin 29.5.<strong>2001</strong> t. 3786/4198 s.kararı, tescil edilmiş olma<br />

koşulu ile ilgilidir. Sorun, 506 s.K.un geçici 20. maddesine giren sandıklara<br />

bağlı çalışmaların, buradaki tescil koşulunu gerçekleştirmiş olup olmadığıdır.<br />

Yargıtay'ın isabetle belirttiği ve doktrinde de kabul edildiği gibi,<br />

geçici 20.m. kapsamında çalışanlar da 506 s.K.un 2. m. kapsamındadırlar.<br />

Bunlar da hizmet akdi ile çalışmaktadırlar. Ancak sosyal güvenlikleri,<br />

sosyal sigortalar tarafından değil, bağlı oldukları sandık tarafından sağlanmaktadır.<br />

Bu sandıklar da, SSK, Bşk., Bağ-Kur, T.C. Emekli Sandığı gibi kanunla<br />

kurulu birer sosyal güvenlik kuruluşudurlar. Su sandıklara bağlı<br />

olarak çalışmakta olanlar, 506/85 kapsamında isteğe bağlı sigortalı olamazlar.<br />

Ancak bu sandıklarla bağlantıları kesilince, isteğe bağlı sigortalı<br />

olabilirler. Zira bu sandıklara tescil edilmiş olmak, 85, m.nin aradığı "müracaat<br />

tarihinden önce 506 s.K.a göre tescil edilmiş olma" koşulunu gerçekleştirmiş<br />

olacaktır. (Güzel/Okur, 118; Güzel, Yargıtay kararları 1999,<br />

306)<br />

-Yarg.10.HD:8.2.<strong>2001</strong> t., 664/736 s. Kararında tescil konusu ve askerlik<br />

borçlanması üzerinde durulmuştur. Karara göre davacı kuruma<br />

tescil edilmiş değildir. Đsteğe bağlı sigortalılık işlemleri başka bir sigortalıya<br />

ait dosya üzerinden yürütülmüştür. Sigortalı olmadığından askerlik<br />

borçlanması talebi de kabul edilemez. Bu gerekçelerle 10.HD. davacının<br />

isteğe bağlı sigortalılık ve askerlik borçlanması talebini kabul eden mahkeme<br />

kararını bozmuştur.<br />

— Yarg.10.HD:nin 20.11.<strong>2001</strong> t.,7808/7954 s.kararında da, isteğe<br />

bağlı sigortalılık açısından tescil ve başka sosyal güvenlik kuruluşuna<br />

bağlı olmama koşulları değerlendirilmektedir. Kararda davacının zorunlu<br />

Bağ-Kur sigortalılığı üzerinde durulmuş, bu açıdan vergi kaydı, sicil<br />

kaydı, meslek kuruluşu kaydı ile birlikte bağımsız çalışmanın varlığının<br />

da aranması gereği vurgulanmıştır. Ayrıca sosyal sigortalar kurumuna<br />

bağlı isteğe bağlı sigortalılığın, Bağ-Kur'a bağlı zorunlu sigortalılığın sona<br />

erdiği tarih olacağı da belirtilmiştir. Buna göre, 10.HD. (kararı yanlış anlamadıysak),<br />

85. maddedeki "tescil edilmiş olma" açısından, Bağ-Kur'a<br />

tescili de geçerli saymış olmaktadır. Oysa 85. madde açıkça "müracaat<br />

tarihinden önce 506 s.K.a göre tescil edilmiş olma"yı aradığına göre, Bağ-<br />

Kur'a tescil, 85. m. açısından yeterli ve geçerli olamaz.<br />

c) Başka Sosyal Güvenlik Kuruluşuna Bağlı Olmama<br />

Yarg.10.HD.nin 27.12.<strong>2001</strong> t., 8480/9169 s.kararı, Almanya'daki zorunlu<br />

sigortalılığın, 506 s. K.un 85. m.ine göre isteğe bağlı sigortalılığa<br />

engel olup olmayacağı tartışılmış ve isabetli bir biçimde, 85. maddedeki


"herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna tabi olmama"nın sadece Türkiye'deki<br />

sosyal güvenlik kuruluşlarını (SSK,Bşk.lığı, Bağ-Kur, T.C. Emekli<br />

Sandığı, geç. 20.m.deki banka ve sigorta sandıkları) kapsadığı, yabancı<br />

ülkedeki (olayda Almanya) zorunlu sigortalılığın, Türkiye'de 85. m.ye göre<br />

isteğe bağlı sigortalılığa engel olmayacağı sonucuna varılmıştır.<br />

Avrupa Topluluğunun 1408/71 s. Tüzüğünde de bu görüş tekrarlanmıştır.<br />

Tüzüğün 9.m.ine göre "isteğe bağlı sigortalılık kural olarak bu<br />

hakkı tanıyan ülke topraklarında yaşayan kişilere tanınmıştır" yani başka<br />

ülkelerdeki zorunlu sigortalılıklar kendi ülkesindeki isteğe bağlı sigortalılığı<br />

engellemez.(Tuncay, 122) Yargıtay 21.HD. ise 7.12.2000 t; 8798/8850<br />

y. Kararında ise aksi görüş kabul edilmiş, başka sosyal güvenlik<br />

kurumuna bağlı olmama koşulu geniş yorumlanarak, yurt dışındaki<br />

kurumlara bağlılık da isteğe bağlı sigortalılığa engel bulunmuştur.<br />

Tuncay, kararı değerlendirirken, bu konudaki iki farklı görüşü (10.HD ve<br />

21.HD) dile getirmiş ve 10.HD.nin kabul ettiği görüşün daha isabetli olduğu<br />

sonucuna varmıştır. (Bkz. Tuncay, Yargıtay kararları 2000, 11 vd).<br />

21. HD. bu görüşünü <strong>2001</strong> kararlarında da sürdürmüştür.(14.6.<strong>2001</strong> t,<br />

4556/4804) Daireler arasındaki bu görüş farklılığının giderilmesi gereği<br />

açıktır.<br />

4. Sigortalı Sıfatından Feragat<br />

Yargıtay'ın incelediğimiz kararlarından üçü de sigortalılık sıfatından<br />

feragat ve sigortalılığın tespiti talebinden vazgeçme ile ilgilidir.<br />

Bilindiği gibi sigortalılık kişi açısından hem hak hem de bir yükümlülüktür.<br />

Sigortalı olup olmama konusunda kişinin iradesi etkili değildir.<br />

Kişi istese de istemese de, belirli koşullar gerçekleşince sigortalı olmak<br />

zorundadır. Sigortalı olduktan sonra da bu sıfatın tanıdığı hak ve yükümlülüklerden<br />

kaçınamaz ve sigortalıktan vazgeçemez. (Güzel/Okur, 103)<br />

Sosyal güvenlik aynı zamanda bir insan hakkıdır. Bu hak kişinin elinden<br />

alınamayacağı gibi bu haktan vazgeçilemez. 506 s.SSK. 6.m.de bu temel<br />

ilkeyi, "çalıştırılanlar işe alınmalarıyla kendiliğinden sigortalı olurlar....<br />

/....... Bu suretle sigortalı olmak hak ve yükümünden kaçınılmaz ve vazgeçilemez../<br />

......sözleşmelere, sosyal sigorta yardım ve yükümlerini<br />

azaltmak veya başkasına devretmek yolunda hükümler konulamaz" diyerek<br />

vurgulamıştır.<br />

a) Yarg.10.HD.21.6.<strong>2001</strong> t., 4143/4880 s.kararında sigortalı sıfatından<br />

feragat konusuna değinmektedir. Davacı 1972-1979 arasındaki çalışmalarının<br />

kendisine ait olduğunun tespitini istemiştir. Aynı işyerinde<br />

aynı isimdeki kardeşi de sosyal sigortalar ve işveren yanında, dahil-i davalı<br />

olarak davaya dahil edilmiş, dahili davalı, davacının iddiasını kabul<br />

209


etmiş, mahkeme de davacının talebini kabul etmiştir. 10.HD.dahil-i davalının<br />

kabulünün tek başına yeterli olmadığına, ayrıca işyeri kayıtlarının<br />

bildirgelerin, bildirgelerdeki imzaların, çalışma karnelerinin de incelenmesi<br />

gerektiğine, gerekiyorsa bilirkişi ve adli tıp incelemesi yaptırılmasına,<br />

şahsi dosyaların celbine işaret ederek eksik araştırma ile verilen kararı<br />

bozmuştur.<br />

b) Yarg.10.HD.nin 29.5.<strong>2001</strong> t.; 3786/4198 s.kararı ise, geçici 20.m.<br />

dışında (karar bu açıdan yukarıda değerlendirildi, bkz. 3.b) bir de tespit<br />

talebinden vazgeçme konusuna değinmektedir. Karar bu konuda<br />

".....sonradan feragat edilen sosyal sigortalar kurumu kapsamındaki sigortalılığın<br />

geçerliliğine ilişkin istem yönünden de; 506 s.K. m.6 kapsamında<br />

sigortalılığın zorunlu olup, bu hususun kamu düzenine ilişkin<br />

bulunması nedeniyle davadan vazgeçme halinde bile, istemin araştırılıp<br />

karara bağlanması......" gereğinden söz etmektedir.<br />

c) Yarg.21. HD.24.5.<strong>2001</strong> t.3778/4082 s. kararında sigortalılık hak ve<br />

yükümlülüğünün kişiye bağlı, devredilemeyen ve vazgeçilemeyen haklardan<br />

olduğuna işaret ederek, baba aynı anne farklı, isimler aynı davacının<br />

ölen üvey kardeşine ait isteğe bağlı sigortalılığını kendi adına tescil<br />

talebini kabul eden mahkeme kararını bozmuştur. Kararda "yasaya karşı<br />

hileden" söz ediliyorsa da, burada açıkça bir hileden söz etmek daha uygun<br />

olurdu.<br />

5. Sigortalılık Süresinin Başlangıcı<br />

506 s.Kanun, 108. m.de malullük yaşlılık ve ölüm sigortaları açısından,<br />

sigortalılık süresinin başlangıcının 5417, 6900 ve 506 S.K.lara göre<br />

ilk defa çalışmaya başlanılan tarih olarak belirlemiştir. Đşveren işe giriş<br />

bildirgesini süresinde kuruma intikal ettirmişse, uyuşmazlığı kurum çıkarmış<br />

olacağından, 108. maddeye göre açılacak, işe giriş tarihinin tespiti<br />

davalarının kuruma karşı açılması gerekir. Đşverenin zorunlu hasım olarak<br />

bulunması gerekmez (Yarg.21.HD.26.2.<strong>2001</strong>,1474/1591)<br />

a) Çalışmaya Yurtdışında Başlanmışsa<br />

Buradaki sorun, yurt dışında (örneğin Almanya'da) ilk defa çalışmaya<br />

başlanmışsa, sigortalılığın bu tarihte başlayıp başlamayacağıdır. Yarg.<br />

10.HD. 2.7.<strong>2001</strong> t. 4692/5184 s. kararıyla 108. madde açısından sigortalılığın<br />

Türkiye'deki çalışma ile başlayacağını, yurt dışında (Almanya) çalışmaya<br />

başlamanın, sigortalılık başlangıcını etkilemeyeceğine karar<br />

vermiştir. Kararda Almanya ile Türkiye arasındaki sosyal güvenlik sözleşmesinden<br />

de söz edilmekte, ancak sigortalının sözleşmenin bir bütün<br />

olarak uygulanmasını istemediği belirtilmektedir.


Karara ekli iki karşı oy ise, Türkiye ile Almanya arasındaki sosyal güvenlik<br />

sözleşmesinin, Alman sigortasına girişi Türk sigortasına giriş olarak<br />

kabul eden hükmüne ve Anayasanın uluslar arası sözleşmeleri kanun<br />

hükmünde sayan 11. maddesine dayanarak, sigortalılık süresinin Almanya'daki<br />

çalışma ile başlayacağını, ileri sürmüştür. Her iki karşı oy<br />

yazısında da ayrıca 21.3.<strong>2001</strong> t., 232/272 s.lı HGK kararına gönderme<br />

yapılmıştır. Bu karara göre "sigortalının Almanya'da ilk defa sosyal sigortaya<br />

giriş tarihinin 506 s.K.un 108.m.ine göre Türk sosyal sigortalarına<br />

giriş tarihi olarak kabul edilmesi" gerektiği belirtilmiştir.<br />

Đlk bakışta 10.HD. kararı ile karşı oy ve HGK kararı çelişik gibi görülüyorsa<br />

da, arada çelişki yoktur. Fark, Türkiye ile Almanya arasındaki<br />

sosyal güvenlik sözleşmesinin olayda uygulanıp uygulanmayacağında düğümlenmektedir.<br />

Temel kural 108. madde açısından sigortalılığın, 5417,<br />

6900 ve 506 ya göre çalışmaya başlamakla başlayacağı konusunda<br />

uyuşmazlık yoktur. Dikkat edilirse burada fiili çalışmadan söz edilmiş,<br />

hizmet akdinin yapılması denmemiştir. Đlerde tespit davası ile ilgili kararlarda<br />

daha ağırlıklı ele alacağımız bu konuya burada işaretle yetiniyoruz.<br />

(bu konuda ayrıca bkz. Tuncay Yargıtay kararları 2000, 186; Güzel,<br />

Yargıtay Kararları 1999,291)<br />

108. m. ayrı ayrı üç kanunu anarak çalışmaya başlamaktan söz ettiğine<br />

göre, yabancı ülkedeki çalışmaya başlamayı bu madde açısından sigortalı<br />

çalışmanın başlangıcı olarak almak mümkün değildir. Ancak gözden<br />

kaçınılmaması gereken nokta yabancı ülke ile sosyal güvenlik anlaşması<br />

yapılmışsa bunun öncelikle uygulanacağıdır. (AY. m.90/son). Karara<br />

konu olayda da Türkiye ile Almanya arasındaki sosyal güvenlik sözleşmesinin<br />

29/IV maddesinden söz edilmektedir. Bu bende göre Alman<br />

sigortasına giriş, Türk sigortasına giriş olarak kabul edilmektedir. Đşte<br />

fark bu noktada ortaya çıkmaktadır. 10.HD. olayda davacının sözleşmenin<br />

uygulanmasını istememiş olduğunu ileri sürerek, uyuşmazlığı sadece<br />

108. maddeye göre çözmekte ve sigortalılığın başlangıcını Türkiye'deki<br />

çalışmadan başlatmaktadır. Karşı oylar ve HGK ise, Sosyal güvenlik sözleşmesine<br />

öncelik vererek, sigortalılığı Almanya'daki çalışmaya bağlamaktadır.<br />

Karşı oy yazısında SGS.inin 11 ve 29/4 m.leri anılmıştır. Buna 27.<br />

m.yi de eklemek gerekir. "Her iki akit taraf mevzuatına göre nazara alınabilecek<br />

sigortalılık sürelerinin mevcudiyeti halinde, uygulanacak mevzuata<br />

göre yardım hakkının doğmasında diğer taraf mevzuatına göre geçen<br />

ve aynı zamana rastlamayan, hesaba dahil edilebilir nitelikteki sigortalılık<br />

süreleri de nazara alınır". Böylece incelenmesi gereken konu, davacının<br />

SGS. Đnin uygulanmamasını isteme hakkı olup olmadığına odaklanmaktadır.<br />

Sosyal güvenlik sözleşmeleri de birer kanun olarak mevzuatımızın<br />

bir parçası olduğuna ve kamu düzeni ile ilgili bir düzenlemelerin<br />

211


kişisel iradelerle engellemeyeceği açık olduğuna göre, davacının Almanya<br />

ile Türkiye arasındaki sözleşmenin uygulanmamasına isteme hakkından<br />

söz edilemeyeceğini düşünüyoruz. Kaldı ki bu iddia da davacıya atfen,davalı<br />

tarafından ileri sürülmektedir. Oysa davacının çıkarı sigortalılığını<br />

olabildiğince erken başlatmaktır. Davayı da bu durumun tespiti için<br />

açmıştır. Kendi aleyhine olacak böyle bir talebi ileri sürmesi (eğer bu konuda<br />

yetki kendisine tanınmışsa) de beklenemez. Davalının, davasının<br />

Almanya'da ödediği sigorta primlerini geri alarak, hizmetlerini tasfiye ettiği,<br />

bu nedenle Almanya'da sigortalı çalışması kalmadığı, bu nedenle sigortalılığın<br />

başlangıcının Almanya'daki çalışmadan başlatılamayacağı iddiası<br />

da doğru değildir. Zira primlerin tamamı değil yarısı iade edilecektir.<br />

Zaten davalı kurum da sosyal güvenlik sözleşmesinin uygulanmayacağını<br />

da ileri sürmemiştir. Bu durum karşısında karşı oylarda belirtilen görüşler<br />

ağır basmaktadır. Bu konuda 10.HD.nin görüşüne katılamıyoruz.<br />

b) Çırakların Durumu<br />

Yarg.21.HD.nin 26.2.<strong>2001</strong>t., 1434/1527 s.kararda sigortalılığın başlangıcı<br />

çıraklar açısından ele alınmıştır. Davacı, uzun dönemli sigorta<br />

dalları açısından sigortalılığının çıraklık dönemini de kapsayacak biçimde<br />

tespiti için dava açmış, mahkeme talebi kabul etmiş, 21.HD.ise 506<br />

s.K.un 3/11, B bendine göre, özel kanunda nitelikleri belirtilen çırakların,<br />

çıraklık devresi sayılan süre içinde analık, malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları<br />

hükümlerine tabi olmayacaklarına, bu nedenle de bu sürelerin<br />

108. m.deki sigortalılık süresinin başlangıcı olarak kabul edilemeyeceğine<br />

karar vererek, mahkeme kararını bozmuştur. Gerçekten çırakların sosyal<br />

güvenlik haklarını düzenleyen Meslek Eğitimi Kanununun 25/111 m.ine<br />

göre aday çırak, çırak ve işletmelerde meslek eğitimi gören öğrencilere<br />

sözleşmenin aktedilmesi ile 506 s.SSK.nun iş kazaları ve meslek hastalıkları<br />

ile hastalık sigortaları hükümleri uygulanır.(3308 sayılı K.un ismi<br />

dahil birçok maddesi 4702 s.K.la değiştirilmiş, ancak 25.m.de herhangi<br />

bir değişiklik yapılmamıştır)<br />

6. Sigortalılık Süresini Etkileyen Nedenler<br />

Bu başlık altında sigortalılık süresini etkileyen nedenlerle ilgili kararları<br />

değerlendirmeye çalışacağız. Bunları da ana başlık olarak tespit davası,<br />

askerlik borçlanması, yurt dışı hizmet borçlanması, sanatçı borçlanması<br />

ve itibari hizmet süresi ile ilgili kararlar olarak ele almaya uygun<br />

bulduk.<br />

a) Tespit Davaları<br />

<strong>2001</strong> yılında da tespit davası yargıyı meşgul eden konuların başında<br />

gelmiştir. Sosyal güvenlik sistemimizde çalışanlar işe alınmalarıyla ken-


diliğinden sigortalı olurlar. Ancak bazı yardımların yapılabilmesi belli süre<br />

ve primin doldurulmasına bağlanmıştır. Đşveren tarafından kuruma<br />

bildirilmeyen, prim, bildirge ve bordrosu düzenlenmeyen sigortalılar bu<br />

yardımlardan yoksun kalacaklardır. Bildirilmeyen sigortalılara ulaşmanın<br />

iki yolu vardır: çalışanların kurum tarafından saptanması veya çalıştıkları<br />

halde işverenlerince bildirilmeyen sigortalıların, yargı yoluyla bunu tespit<br />

ettirmeleri (Duman, Hizmetlerin Tespiti, Ankara <strong>2001</strong>, 3; Güzel/ Okur,<br />

166; Demircioğlu/Güzel, Đşverenin Sosyal Sigorta Yükümlülükleri ve<br />

Sorumluluğu, Đstanbul <strong>2001</strong>, 127)<br />

aa) Tespit Davasının Koşulları<br />

Tespit davasının üç temel koşulu vardır: Sigortalı çalışma, çalışmanın<br />

kuruma bildirilmemiş veya kurumca saptanmamış olması, 5 yıl içinde<br />

dava açılması.<br />

— Sigortalı çalışmanın söz konusu olabilmesi için her şeyden önce bir<br />

işyerinin varlığı ve burada hizmet akdine bağlı belli bir süre fiili çalışmaya<br />

ihtiyaç vardır. sadece hizmet akdinin varlığı yeterli değildir.<br />

• Yarg.21 HD.nin 24.5.<strong>2001</strong> t., 3771/4083 s. kararına konu olayda,<br />

davacı kurum nezdindeki zorunlu ve isteğe bağlı sigortalıkları ile askerlik<br />

borçlanmasının geçerli olduğunun tespitini istemiş, mahkeme de talebi<br />

kısmen kabul etmiştir. Kararı bozan 21 HD., 1 günlük sigortalılık tespit<br />

kararını bozarken şu gerekçelere dayanmıştır: sadece işe giriş belgesinin<br />

verilmiş olması sigortalılığın başlaması için yeterli olmayıp eylemli çalışmanın<br />

da ispatı gerekir. Davacı uzun yıllar Bağ-Kur'lu olarak çalışmıştır,<br />

sigortalı olarak çalıştığını iddia ettiği işyeri ise mevcut değildir. Dinlenen<br />

tanıklar da fiili çalışma olgusunu ortaya koyma konusunda yeterli değildir.<br />

Yarg. 21.HD. 19.6.<strong>2001</strong>, 4711/4889 s.kararında da çalışma olgusunun<br />

aramakta, bu konunun önemle ve her türlü delille ortaya konmasını<br />

istemektedir. Yarg. 10 HD.de 17.9.<strong>2001</strong>, 5646/5761 s.kararında tespit<br />

davasında işyerinin faal olup olmadığının araştırılmasını, kurum için<br />

meslek kuruluşları ve vergi dairesi ile temasa geçilmesini, kurumdan işyeri<br />

dosyasının getirilmesini gerekli görmüştür.<br />

• Yarg.10.HD.22.10.<strong>2001</strong>, 6637/7070 sayılı kararında ise, çalışmanın<br />

istisna akdine değil, hizmet aktine göre, işverenin gözetim ve denetimi altında<br />

yapılmış olup, ücret de ödenmiş olduğundan, davacının sigortalı<br />

olarak çalıştığının tespitine karar verilmesi gerekirken, talebin reddine<br />

karar veren mahkeme kararını bozmuştur. Yargıtay 10.HD. 12.3.<strong>2001</strong> t.,<br />

1513/1554 s. Kararında mahkeme, davacının çalışmış olduğu dönemin<br />

kuruma bildirilmiş olduğu, bunun dışında başka çalışmaları davacının<br />

ispatlamadığı gerekçesi ile davayı reddetmiş. 10.HD. işyerinde sürekli ola-<br />

213


ak bir işçi çalıştırıldığına, bu çalışmanın, kuruma bildirilen dönem ve<br />

hizmetlerin dışında olduğuna, bu çalışmaları davacıdan başka birinin<br />

yaptığına ilişkin bilgi ve belge bulunmadığına, tanık söyleminin de bunu<br />

doğruladığına, dayanarak davanın kabulü gerekirken reddini doğru bulmamış<br />

ve kararı bozmuştur.<br />

— Tespit davası açılabilmesi için ikinci temel koşul, çalışmanın gerekli<br />

belgelerle kuruma bildirilmemiş veya kurumca saptanmamış olmasıdır.<br />

(Güzel/Okur, 169 vd.; Duman 49 vd) 79/VIII (X) dahi yönetmelikle<br />

tespit edilen belgelerden amacın sadece pirim belgeleri olup (aylık, dört<br />

aylık-yönetmelikte "Aylık Sosyal Güvenlik Destek Primi Bordrosundan"da,<br />

söz ediliyorsa da bunun tespit davası ile bir ilgisi yoktur) işe giriş bildirgesinin<br />

bu kapsamda olmadığı, dolayısıyla işe giriş bildirgesi ile tespit davası<br />

arasında bir bağlantı olmadığı ileri sürülmüşse de (Centel, Yargıtay<br />

kararları 1996.264) işe giriş bildirgesinin amacının sigortalı çalışmaların<br />

kurama bildirilmesinin ilk adımı olduğu, böylece kurumun sigortalının işe<br />

girişini ve çalışmalarının kurumca tespiti konusunda yardımcı olacağı<br />

dikkate alınırsa bu bağlantı açıkça ortaya çıkar. Yarg. 10.Hd. 5.4.<strong>2001</strong> t.,<br />

2022/2625 s. Kararında "yönetmelikle tespit edilen belgelerin bu meyanda<br />

işe giriş bildirgesinin verilmesi....." diyerek, 79/X daki belgeler<br />

kapsamına işe giriş belgesinin girdiğini de belirtmiştir. (karar ayrıca 5 yıllık<br />

hak düşümü süresi incelenirken de ele alınacaktır). Kaldı ki maddenin<br />

yollama yaptığı Sosyal sigorta işlemleri yönetmeliği sadece "Prim belgelerini"<br />

değil, işe giriş bildirgesini de düzenlemektedir (m.14). 79/X da başlıkla<br />

olduğu gibi "prim belgelerinden" değil "yönetmelikle tespit edilen belgelerden<br />

söz etmektedir. (Demircioğlu/Güzel de konuyu ele aldıkları<br />

bölümün başlığını "Prim Belgeleri işverence Kuruma verilmeyen sigortalının<br />

işveren aleyhine dava açması: Tespit davası" koyarak, Centel'in görüşünü<br />

çağrıştırmakta ise de açıklamalarında".... kurumun tüm bu bilgileri<br />

elde etmesi, sigortalının kuruma bildirilmesi (SSK m.9) ve prim belgelerinin<br />

yine kuruma verilmesiyle (SSK m. 79) olanaklıdır. Aksi halde.....<br />

yasa (SSK m.79/X) sigortalılara.... tespit davası açma hakkı tanımıştır.",<br />

127, diyerek 10.HD.nin sürdürmekte olduğu görüşe katılmışlardır;<br />

Tuncay, 2000 de bu görüştedir.)<br />

— Tespit davasının son koşulu davanın 5 yıllık süre içinde açılmasıdır.<br />

Yargıtay bu süreyi hak düşümü süresi olarak kabul etmektedir.<br />

(Güzel/Okur, 168, Okur, Yargıtay kararları 1984, 152, Duman, 62, ise bu<br />

sürenin zamanaşımı süresi olarak kabulünün sigortalının yararına<br />

olacağı, yasa metninde bu konuda açıklık bulunmadığı görüşündedir.)<br />

Yargıtay bu süreyi hak düşümü süresi olarak kabul etmesine rağmen,<br />

aynı işverenin işyerinde kesintili olarak çalışma halinde bu sürenin kesileceği<br />

başka işverenin işyerine girme halinde devam edeceği görüşünde idi


(bkz. Duman 63; Demircioğlu/Güzel, 128; Güzel, Yargıtay Kararları<br />

1999,302 ve belirtilen kararlar). Ancak Yargıtay son yıllarda verdiği kararlarda<br />

bu görüşünü değiştirerek, sigortalının tekrar aynı işe girmesinin<br />

hak düşürücü süreyi etkilemeyeceği bu sürenin durmasının ve kesilmesinin<br />

mümkün olmadığı sonucuna varmıştır. (Bkz.Güzel, Yargıtay kararları<br />

1999, 302 ve anılan kararlar; Güzel/Okur 167; Tuncay 218) gelinen<br />

bu nokta sigortalıların aleyhine ise de hak düşürücü süre tanımı ile tutarlıdır.<br />

Yargıtay bu görüşünü <strong>2001</strong> kararlarında da sürdürmüştür.<br />

Yarg.10.HD.13.9.<strong>2001</strong>, 5126/5698 s.kararında, kısmi çalışma dışında<br />

bu konuya da değinmiş, davacının ayrı ayrı çalıştığı iki şirket arasında bu<br />

hukuki ilişkinin varlığı iddia ve ispat edilemediğinden, 5 yıllık hak<br />

düşürücü sürenin geçmesi dolayısıyla, davanın reddini doğru bulmuştur.<br />

Yarg. 10.HD. 12.3.<strong>2001</strong> t., 1696/1604 s.kararında ise hak düşürücü<br />

sürenin başlangıcına değinmektedir. Mahkeme süreyi, işten ayrılma koşulunu<br />

dikkate almadan çalışıldığı iddia edilen her takvim yılı için ayrı<br />

ayrı hesaplamış, 10.HD.ise yasada öngörüldüğü gibi beş yıllık sürenin<br />

hizmetin geçtiği yılın sonu olarak her takvim yılı için ayrı ayrı değil, sigortalının<br />

işyerinden ayrıldığı yılın sonundan itibaren başlatılması gerektiğini<br />

vurgulamıştır.<br />

bb) Đşe Giriş Bildirgesinin Tespit Davasına Etkisi<br />

• Yarg.10.HD. 5.4.<strong>2001</strong>,2022/2625 s. Kararında işe giriş bildirgesi<br />

verilmişse 5 yıllık hak düşürücü sürenin işlemeyeceğini belirtmektedir.<br />

Ancak bu kesme geçmişe yönelik olarak değil ileriye dönük olarak hak<br />

düşümü süresini kesecek, hizmet akdinin tekrar sona ermesi halinde,<br />

sona erme tarihini izleyen yıl sonundan itibaren 5 yıl geçince bu döneme<br />

ilişkin tespit davası açma hakkı düşecektir.(10 HD.nin 8.2.<strong>2001</strong>, 122/738<br />

s.kararı da bu yöndedir)<br />

• Yarg.10.HD. 28.5.<strong>2001</strong> t. 3862/ 4093 s. karara konu olayda sigortalı<br />

önce ayrı bir işyerinde çalışmış bu çalışmanın üzerinden 5 yıl geçtikten<br />

sonra başka bir işyerinde çalışmaya başlamış, çalışmanın 4. yılında<br />

60 günlük bildirim yapılmış, bildirimden sonra çalışmanın geçtiği yılın<br />

sonundan itibaren 5 yıllık süre geçmeden tespit davası açılmıştır. Mahkeme<br />

işe giriş bildirgesinden sonraya ilişkin talebi kabul, öncesini ise<br />

reddetmiştir. 10. HD. ise ilk işyerindeki çalışmanın hak düşürücü süreye<br />

uğradığını kabul etmiş, ancak buradaki çalışmanın son bulduğu tarih ile,<br />

işe giriş bildirgesinin verildiği tarihten sonraki çalışmanın bir bütün oluşturduğunu,<br />

ortada blok halinde bir çalışmanın bulunduğunu bu nedenle<br />

kuruma bildirilen dönemle bir bütün teşkil eden önceki bildirilen dönem<br />

için hak düşürücü sürenin çalışmanın sona erdiği yılın sonundan başla-<br />

215


yarak hesaplanacak 5 yılın sonu olduğunu, ileri sürerek hak düşürücü<br />

sürenin geçmediğini kabul etmiştir. Olayda blok çalışma olarak ikinci işyerindeki<br />

çalışma kastedilmektedir. Ancak bunun bir bölümü bildirimle<br />

geçmiş, bildirimden sonra da dava 5 yıl içinde açılmıştır. Mahkeme esasa<br />

inerek, çalışmanın gerçek olup olmadığını araştırması gerekirken davayı<br />

baştan reddetmiş, Yargıtay ise esasa girilmek üzere davayı bozmuştur.<br />

• Yarg.10.HD. 1.2.<strong>2001</strong>, 111/444 s.kararına konu olayda, işe giriş<br />

bildirgesindeki tarih ile sigorta müfettişinin tutanağındaki tarih farklıdır.<br />

(tutanağa göre çalışma üç yıl önce başlamıştır). 10. HD.müfettiş tutanağına<br />

öncelik vermiş, bu tarihler arasında hak düşürücü sürenin geçtiğinden<br />

söz edilemeyeceğine karar vermiştir.<br />

• Yarg.21.HD. 21.5.<strong>2001</strong>, 2228/3916 s. kararda da işe giriş bildirgesinden<br />

önceki sürelerin hak düşürücü süreye uğradığı, bu tarihten sonraki<br />

süreler için ise yangın sonucu belgeler yok olduğundan, tanık beyanları<br />

ile sonuca gidilmesi gerektiği belirtilmiştir.<br />

. Yarg.10.HD. 6.11.<strong>2001</strong> t., 6820/7411 s. kararında, işyeri kayıtları<br />

usulüne uygun olarak tutulmuş, ücret bordrosu düzenlenmiş, primler de<br />

kesilmişse, belgelerin işveren tarafından düzenlenmediği söylenemez, belgelerin<br />

sahte olduğu da iddia ve ispat edilmiş değildir, işyeri resmi bir kurum<br />

olduğundan muvazaadan da bahsedilemez denilmekte, bu bilgilerin<br />

Kurumda bulunmamasının Kurumla ilgili bir bilgisizlik veya muhasebe<br />

hatasından kaynaklanabileceği, bu durumda 5 yıllık hak düşürücü süreye<br />

de dayanılamayacağını belirterek, tespit talebini reddeden mahkeme<br />

kararını bozmuştur. (Yarg.21 HD. 21.1.<strong>2001</strong>, 9315/19 s.lı kararı da bu<br />

yöndedir)<br />

— Yarg.10.HD.nin 19.6.<strong>2001</strong> t., 4408/4837 s. kararında, birden çok<br />

işe giriş bildirgesinin varlığı halinde, bunun kesintili çalışmaya karine<br />

oluşturacağı, ancak bunun aksinin yazılı delillerle ispat edilebileceği belirtilmiştir.<br />

Đşe giriş bildirgesinde işe giriş tarihi bir ay önceki bir tarih olarak<br />

bildirilmişse, bu sürenin sigortalı çalışma olarak tespitine karar verilmelidir.<br />

cc) Kısmi (Kesintili) Çalışmalarda Tespit Davası<br />

Tespit davalarının bir kısmı da sigortalının ayın tamamında çalışmasına<br />

rağmen kısmen eksik bildirimle ilgilidir. Bu konuda 4447 s.K.la<br />

79.m.ye iki bent eklenmiştir. Bu bentlere göre "Ay içinde bazı işgünlerinde<br />

çalıştırılmadığı ve ücret ödenmediği beyan edilen sigortalının otuz günden<br />

az çalıştırıldıklarını açıklayan bilgi ve belgelerin işverence prim<br />

bildirgelerine eklenmesi şarttır" (79/11), "Sigortalının otuz günden az çalıştığını<br />

gösteren bilgi ve belgelerin Kuruma verilmesi veya verilen bilgi ve


elgelerin kurumca geçerli sayılmaması halinde, otuz günden az bildirilen<br />

sürelere ait primler Kurumca re'sen tahakkuk ettirilerek 80. madde hükümlerine<br />

göre tahsil olunur..." Bu ek fıkraların uygulanması konusunda<br />

verilen kararlarda, bu değişikliklerle bir tür yasal karine getirilmiş olduğu,<br />

işverenin 30 günden az çalışmalara ilişkin bilgi ve belgeleri, prim<br />

belgelerine eklememesi halinde, sigortalının 30 günün tamamında çalıştığı<br />

kabul edilir. Đşverenin , belge eklemeden bildirdiği kısmi çalışmalar ve<br />

kısmi prim ödemesi, sigortalının kesintili çalıştığına karine olamaz. Sigortalı<br />

kesintili çalışmayı gösteren belgeleri imzalamışsa, ancak o zaman çalışmaların<br />

kesintili olduğu kabul edilir. Bu halde dahi çalışmanın kısmi<br />

olmadığı, tam olduğu yazılı delillerle ispat edilebilir. (Yarg. HGK. 3.6.<strong>2001</strong>,<br />

450/501; Yarg.10.HD. 19.6.<strong>2001</strong>, 4473/4791; Yarg.10.HD. 13.9.<strong>2001</strong>,<br />

5126/5698; Yarg.10.HD. 18.9.<strong>2001</strong>, 5214/5833)<br />

dd) Müfettiş Raporlarının Rolü<br />

Değerlendirmeye aldığımız kararların bir bölümü de müfettiş tutanakları<br />

ile tespit arasındaki bağlantıyı kurmaktadır. Hemen işaret edelim,<br />

burada söz konusu olan kurum müfettişleridir. Bunlar 506 s.K.un 130/1<br />

maddesinde yer almış ve sigorta müfettişlerine 506 s. K.un uygulanması<br />

bakımından, iş kanununda belirtilen teftiş, kontrol ve denetleme yetkisi<br />

verilmiştir. Đş K.nun 89/111.m. ise "iş hayatını izleme, denetleme ve teftişe<br />

yetkili memurlar tarafından tutulan tutanaklar, aksi sabit oluncaya<br />

kadar muteberdir" denilmektedir. 130/111'de adı geçen diğer kamu kurumlarının<br />

denetim elemanları da müfettiş statüsünde olduklarından tutanakları<br />

da bu hükmün kapsamına girecektir. 130/II'deki yoklama memurlarının<br />

işlemlerinin ise bu güçte olmaması gerekir. Bu konuda çıkarılan<br />

21.1.2000 t. Yönetmelik yoklama memurlarınca düzenlenecek "Durum<br />

tespit tutanaklarının" kurum ilgili ünitesine verileceğinden söz etmektedir.<br />

Yarg.10.HD.26.2.<strong>2001</strong> t.,8250/1371 s.kararında iş müfettişleri<br />

ve sigorta müfettişlerince düzenlenen tutanakların aksi sabit olana kadar<br />

geçerli olduğunu ve bunların aksinin de ancak eşdeğerdeki yazılı belge ile<br />

ispat edilebileceğini belirtmektedir.<br />

— Yarg.10.HD.5.6.<strong>2001</strong> t., 3217/4435 s.kararında, sigortalının imzasını<br />

içeren bazı bordrolarda, kısmen çalıştığının görülmesine rağmen<br />

bunun aksini tespit eden müfettiş raporlarına öncelik veren mahkeme<br />

kararını kabul etmiştir. Ayrıca davacının gece bekçisi olduğunu dikkate<br />

alarak başka işyerlerinde de çalışabileceğini bunların da tespit edilmesi<br />

gerektiğini, ancak bu durumda aylık prim ödeme gün sayısının 30'u aşmamasına<br />

ayrıca üst sınırın da aşılmamasına dikkat edilmesi gerektiği<br />

vurgulanmıştır.<br />

217


— Yarg.10.HD.8.10.<strong>2001</strong>, 6263/6599 s.kararında müfettiş raporlarının<br />

aksi sabit olana kadar geçerli olduğu davacının raporda imzasının<br />

olmaması nedeniyle, tanık dinletebileceği, bunun yanında mahkemenin<br />

de resen araştırma ve inceleme yapması gerektiği vurgulanmıştır (YKD.<br />

Mart 2002, 389-390).<br />

Bu kararlardan çıkan sonuç müfettiş tutanaklarının aksinin ancak<br />

eşdeğer delille (yazılı delille) ispat edilebileceğidir. Tutanakta fiili çalışma<br />

yer almışsa işveren bunun aksini yazılı delille, tutanakta daha az veya hiç<br />

çalışmamış olan sigortalı da bu durumun aksini yine yazılı delille kanıtlamalıdır.<br />

Ayrıca müfettiş raporları tek başına çalışma olgusunu kanıtlamakta<br />

yeterli değildir. Hakim her türlü delil, kayıt, araştırma, keşif ve bilirkişi<br />

yollarından yararlanacaktır. (Duman, 103)<br />

ee) Tespit Davalarında Đspat<br />

Tespit davalarının konusu, kişiler için temel bir hak olan sosyal güvenlik<br />

hakkından yararlanmanın yolunu açmaktır. Kanunda bu davada<br />

ne gibi delillerin kullanılacağı yolunda bir açıklık yoktur. Başlangıçta bu<br />

yolun kötüye kullanılması, çalışılmadığı halde hizmet akdiyle çalışılmış<br />

gibi danışıklı davalarla bu yolun dejenere edilmesi, mahkemeleri ispat<br />

konusunda daha duyarlı, dikkatli ve titiz olmaya yöneltmiş, ispat konusunda<br />

bazı ilkeler yargı kararları ile geliştirilmiştir. Bunlar eşdeğer delille<br />

kanıtlama, tespit davasının kamusal niteliği ve buna bağlı olarak hakimin<br />

resen araştırma yapma yükümlülüğü, hakimin derinlemesine ve özenle<br />

araştırma yapması, prim belgelerinin verilip verilmediği işyerinin kanun<br />

kapsamında olup olmadığı, eylemli çalışmanın varlığı, sürenin geçip geçmediği<br />

Yargıtay kararlarıyla oluşturulmuş şablonlardır.(bkz.Duman 94<br />

vd; Okur, Yargıtay Kararları 1994,148). Bu ilkeler ve ölçüler <strong>2001</strong> kararlarında<br />

da görülmektedir. Bu konudaki yargı kararlarını ve kullandıkları<br />

ölçüleri şöylece sıralayabiliriz:<br />

— Yarg.10.HD.1.2.<strong>2001</strong>,190/525; Tespit davaları kamu düzenine<br />

ilişkindir. Deliller resen toplanmalıdır. Tespiti istenen oldukça uzun bir<br />

dönemi iki tanıkla kanıtlamak inandırıcı değildir; bu kadar uzun bir dönemin<br />

hafızalarda kalması mümkün değildir. Tanıklar seçilirken, işyerinde<br />

davacı ile birlikte çalışmış işçiler olmasına özen gösterilmelidir. Gerektiğinde<br />

yöneticilerin bilgisine başvurulmalı, işyeri kayıtları, ücret bordroları,<br />

prim belgeleri gözden geçirilmeli; gerektiğinde komşu işveren ve<br />

işçilerin tanıklığına başvurulmalı.<br />

— Yarg.10.HD.4.10.<strong>2001</strong>, 6009/6476; tespit davaları kamu düzenine<br />

ilişkindir; özel bir duyarlılık ve özenle yürütülmeli; deliller resen toplan-


malı; iş sözleşmesi, ibraname, ücret bordrosu, hesap fişi gibi belgelerin<br />

aksi, yine eşdeğer yazılı belgelerle ispatlanmalı, bordrolarda imza varsa,<br />

yazılı delil aranmalı, imza yoksa, tanık dinlenebilmeli; tanık beyanları<br />

arasındaki çelişkiler giderilmeye çalışılmalı, hak düşürücü süreye dikkat<br />

edilmeli.<br />

— Yarg.21.HD.6.12.<strong>2001</strong>, 7382/8420; çalışmalar kuruma işe giriş<br />

bildirgesi, aylık ve dört aylık bordrolara dayanılarak bildirilmiş ve primler<br />

ödenmiştir. Bunlar çalışmanın kesintili olduğunu göstermektedir. Bunun<br />

tersi eşdeğerdeki belgelerle ispatlanabilir. Yazılı belgelere karşı tanık dinlenemez.<br />

Ancak imza olmayan bordrolarla ilgili tanık dinlenebilir.<br />

— Yarg.21.HD.21.6.<strong>2001</strong>, 4656/4998; Tanıklar davacıyla birlikte çalışan,<br />

kayıtlara geçmiş kişiler olmalı, tanık sözleri inandırma ve somut<br />

olmak, tanıkla ispatlanmak istenen dönem, hatırlanamayacak kadar eski<br />

olmamalı, müfettiş tahkikatı ve sonuçları dikkate alınmalı, bu tutanakların<br />

aksi sabit oluncaya kadar geçerli olduğu unutulmamalı; çalışmaların<br />

fiili mi, hayali mi olduğu özenle saptanmalı, tanıklar davacı ile birlikte<br />

çalışan ve bordrolarda kayıtlı kişiler olmalı. (21. HD.28.6.<strong>2001</strong> t.,<br />

4863/5155 s. Karar da aynı yöndedir.<br />

— Yarg.10.HD.2.4. <strong>2001</strong>,1235/2406; birden çok işe giriş bildirgesinin<br />

varlığı çalışmanın kesintili olduğuna karinedir; bunun aksi yazılı delille<br />

kanıtlanmalı; tespiti istenen dönemde işyeri faal olmalı;<br />

— Yarg.10. HD.27.2.<strong>2001</strong>, 1250/1435; işyeri puantaj cetveli, kurum<br />

kayıtlarına göre eksik ise, bu eksik dönem için tanık dinlettirilebilir.<br />

— Yarg.21HD.9.4.<strong>2001</strong>. 2495/2729; davacı ile birlikte çalışmayan<br />

tanıklara itibar edilmemeli, tanıklar tespiti istenen dönemde davacı ile<br />

birlikte çalışanlardan seçilmeli, işyerinde bu nitelikte tanık yoksa komşu<br />

işyerlerinden bu nitelikte tanık aranmalı.<br />

ff) Tespit Davasının Tarafları<br />

Tespit davasının davacısı sigortalı ve ölümü halinde mirasçılarıdır.<br />

Davalısı ise sigortalıyı çalıştıran gerçek veya tüzel kişi işverendir.<br />

(Duman, 76, Demircioğlu/Güzel,127). Dava sonucunda tespit edilen dönemin<br />

primleri de tahsil edileceğinden, asıl borçlu ile birlikte primlerden<br />

müteselsil sorumlu olanlara karşı açılması da mümkündür. Đşyerinin<br />

devri halinde yeni işveren de eski işverenle birlikte hasım gösterilmelidir.<br />

Đşveren ile birlikte kurum da davalı olarak gösterilmelidir. Zira dava sonucunda<br />

işlemleri yapacak ve primleri tahsil edecek olan SSK. Bşk.dır.<br />

(Duman, 92). Yargıtay da kurumun davaya dahil edilmesini gerekli gös-<br />

219


termektedir. Yukarıda değerlendirdiğimiz kararlarda görüldüğü gibi kurum<br />

da işverenin yanında davalı olarak yer almaktadır.<br />

b) Borçlanma (Sanatçı Borçlanması)<br />

Uzun dönemli sigorta dalları açısından sigortalılık süresi 506/m.108'e<br />

göre, çalışmaya başlamakla başlayıp, aylık talebi ile sona erer. Bu süreyi<br />

etkileyen nedenler ise borçlanma, askerlik borçlanması, yurt dışı hizmet<br />

borçlanması, itibari hizmet süresidir. Bu bölümde bu konulardaki<br />

kararları değerlendirmeye çalışacağız.<br />

Prim ödenmeden geçirilen çalışma süresinin, sonradan borçlanarak<br />

ödenmesi ve malullük, yaşlılık, ölüm sigortaları açısından sigortalılık süresine<br />

katılmasına hizmet borçlanması denmektedir. (Güzel / Okur, 317)<br />

Hizmet borçlanması için belli bir yasanın veya yasa hükmünün bu olanağı<br />

vermiş olması gerekir. Bu gün için yürürlülükte olan borçlanma kanunu<br />

yoktur (bu yasalar, 2167 (1978), 2859 (1983), 3395 (1989) ve 4056<br />

(1994)dir). Hepsinin süresi dolmuş, borçlanma için verdikleri süre geçmiştir.<br />

Son olarak sanatçılara bir kez daha borçlanma imkanı 8.12.1994<br />

t. ve 4056 s.K.la 506 s. K.a eklenen geçici m.80 ile getirilmiş, başvuru için<br />

öngörülen süre 1.1.1996'da dolmuş olmasına rağmen, konu ile ilgili çeşitli<br />

yargı kararları verilmiş, 10.HD. ile 21. HD. arasındaki görüş farklılığı<br />

içtihadı birleştirmeye kadar gitmiş, ancak son aşamada 10.HD.nin, 21.<br />

HD ve HGK. nun görüşüne katılması ile bu yola gitmeye şimdilik gerek<br />

kalmamıştır (bu konudaki ayrıntılı değerlendirmeler için bkz. Kılıçoğlu,<br />

Sosyal Güvenlik Hukukunda Borçlanma, Ankara 2002).<br />

aa) Borçlanılacak Süreler<br />

Yarg.10 HD.nin 27.11.<strong>2001</strong> t., 4431 / 8297 s.kararında borçlanılacak<br />

süre tartışılmaktadır. Bu konuda kararda bir açıklık yoktur. Ancak karşı<br />

oy sayısından konu anlaşılmaktadır. Davacı, yapmış olduğu sanatçı<br />

borçlanmasının geçerli olduğuna karar verilmesini istemiş, mahkemenin<br />

bunu kabul eden kararı da 10.HD.nce onanmıştır. Kararda herhangi bir<br />

açıklama yoktur. Karşı oydan anladığımıza göre, bu kararla davacıya<br />

10.12.1974'den geçerli olmak üzere borçlanma imkanı verilmiş olmaktadır.<br />

Oysa, sanatçılar 506 s.K. kapsamına alan 2167 s.K.un yürürlük tarihi<br />

11.7.1978'dir. 10 HD. kararıyla bu süreyi 10.12.1974'e çekmiş olmaktadır.<br />

Karşı oya göre bu mümkün değildir bizce sanatçıların kapsama<br />

alınmasıyla, borçlanma birbirinden farklıdır. Borçlanmanın amacı geçmiş<br />

süreleri de değerlendirebilmektir. Bu borçlanmanın doğal sonucudur. Bu<br />

nedenle karşı oydaki görüşe katılamıyoruz. (bkz. Güzel, yargıtay kararları


1999, 296). Aynı biçimde 2926 s.K.da geç.m.1. ile sigortalılara yürürlük<br />

tarihinden geriye doğru 10 yıllık bir borçlanma imkanı tanımıştır.<br />

Yarg.21.HD.21.5.<strong>2001</strong> t. 1105/3911 s. Kararında borçlanılan ve primi<br />

ödenen sürelerin uygulama sırasında dikkate alınması gerektiğine işaret<br />

etmektedir ki bu borçlanma yasasının istediği sonuçtur.<br />

bb) Borçlanma Bedelinin Geç Ödenmesi<br />

Yarg.10.HD.26.11.<strong>2001</strong> t., 7937/8132 s. kararına konu olayda mahkeme<br />

borçlanma talebini kabul etmiş, 10 HD ise kararı bozmuştur. 10 HD<br />

kararı bozarken şu gerekçelere dayanmıştır:<br />

— Davacı süresinde borçlanma talebinde bulunmuş ve primleri ödeyeceğini<br />

bildirmiş, ancak Kurum işlemleri gecikirse ödeme hakkını saklı<br />

tutmuştur.<br />

— Borçlanma belgelerinin bir kısmında adres yanlışlığı nedeniyle kurumun<br />

borçlanma bildirimlerinin bir kısmı davacıya ulaşmamıştır.<br />

— Davacı, borçlanma talebinden sonra aradan beş yıldan fazla süre<br />

geçmesine rağmen, talebinin akıbeti konusunda kuruma başvurmamış,<br />

adres değişikliğini kuruma bildirmemiştir. Davacı bu kusurlu eylemlerinin<br />

sonucuna katlanmalıdır. Bu sonuç da primlerin tamamının zamanında<br />

ödenmemesi dolayısıyla borçlanma talebinin geçersiz sayılmasıdır.<br />

Ancak karardan anladığımız kadarıyla primlerin bir kısmı ödenmiştir.<br />

Bu durumda ödenen kısım oranında borçlanma talebi kabul edilebilirdi.<br />

Zira 4056 s.K.la getirilen sanatçı borçlanmasına ilişkin geçici m.80, "....<br />

borçlanma belgesinde kayıtlı meslekleri ile ilgili çalışma sürelerinin tamamını<br />

veya bir bölümünün" borçlanılmasından söz etmektedir.<br />

cc) Çalışmanın Gerçek ve Fiili Olması<br />

Yarg.10.HD.3.12.<strong>2001</strong> t., 8159/8479 s. kararında sanatçı borçlanmasının<br />

kabulü için gerekli şartlara değinmektedir. Karara göre, borçlanma<br />

için borçlanma belgelerinin süresinde Kuruma verilmesi ve tahakkuk<br />

edecek prim borcunun ödenmesi yeterli olmayıp, sanatsal çalışmanın<br />

da gerçek ve fiili olması gerekir. Borçlanma belgesinde yazılı işyeri, işe giriş<br />

ve tanık beyanları birbirinden farklıdır. Deliller birbiri ile çelişmektedir.<br />

Çalışma olgusu yeterince açıklığa kavuşmamıştır. Bu nedenle mahkemenin,<br />

davacının geçimini sağlamak amacıyla hangi işyerlerinde ve ne<br />

kadar süreyle çalıştığını tespit etmesi, sanatsal çalışmanın gerçek ve fiili<br />

olup olmadığı konusu üzerinde durması, deliller arasındaki mevcut çelişkiyi<br />

gidermesi ve elde edilecek sonuca göre bir karar vermesi, gerekirdi.<br />

Bu gerekçelerle 10.HD. kararı bozmuştur.<br />

221


dd) Hizmet Akdinin Varlığı<br />

Sanatçı borçlanması konusundaki en yoğun tartışmalar bu konuda<br />

yaşanmış ve konu içtihadı birleştirmenin kapısına kadar gelmiştir. Bu<br />

konuda 10.HD. 11.6.1996 t. 10263/5474, 28.4.1997 t,2786/3026,<br />

3.2.1998 t., 191/395 s.lı kararlarında, 4056 s.k.un getirdiği sanatçı<br />

borçlanmasından yararlanmak isteyen sanatçıların, 506 s.K.un ek 10.m.<br />

kapsamında olması gerektiği, bunun için ise, bir veya birkaç işveren tarafından<br />

çalıştırılmalarını, yani hizmet akdi ile fiilen çalışmış olmalarını<br />

aramıştır. (kararlar için bkz. Kılıçoğlu, 13-18)<br />

21.HD. ise, 26.1.11998 t., 8781/279, 5.3.1998 t., 617/1542,<br />

16.3.1998 t., 1475/1825, 8.6. 1998 t., 3447/4219 s.kararlarında sanatçıların<br />

ek 10m. Đle 506 s.K.un kapsamına alındığı ve bu maddeden de<br />

borçlanmayı öngören ek geçici 80. m.de hizmet akdi ile çalışmanın aranmadığı,<br />

önemli olanın mesleki ilişki olduğunu ileri sürmüştür. (kararlar<br />

için bkz. Kılıçoğlu, 18-21).<br />

Yarg. HGK. ise 30.9.1998 t, 644/633 s. Kararında 21. HD.nin görüşünü<br />

benimsemiştir. (Kılıçoğlu, 21)<br />

Bu durumda sorun Yargıtay Đçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'na<br />

getirilmiştir. Bu kurulun 15.6.<strong>2001</strong> t., 1991/1E, <strong>2001</strong>/1 sayılı kararına<br />

göre "10. ve 21. HD. lerinin kararlarındaki farklılıkların Hukuk<br />

Genel Kurulunda değiştirilemeyecek boyutta kararlılık kazanmadığı,<br />

10.HD sözcülerinin de bundan sonra salt hizmet akdi ile çalışma koşulunu<br />

aramayacaklarına ilişkin beyanları üzerine bu aşamada, HGK, 10<br />

HD ve 21. HD arasında bu konudaki görüş aykırılığının giderilmesi için<br />

Đçtihatın Birleştirilmesi yoluna gidilmesine gerek olmadığı sonucuna varılmıştır.<br />

(Kılıçoğlu, 74-76).<br />

Gerçekten Yarg.10.HD.27.6.<strong>2001</strong> t., 3651/5042 ve 27.6.<strong>2001</strong> t.,<br />

3653/5041 s.lı kararlarında, hizmet akdini zorunlu gören eski görüşünü<br />

terk etmiştir. 10.HD.nin yeni görüşüne göre (Tüba, ĐĐÇB, 1396, 5.8.2002):<br />

Sanatçılar ek m. 10 ile 506 s.K.un kapsamına alınmıştır.madde sanatçının<br />

bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılmasını aramaktadır.<br />

506 s.k.un 4.m. ise işvereni sigortalı çalıştıran gerçek veya tüzel kişi olarak<br />

tanımlamaktadır. Kanunun lafzına ağırlık verilirse sanatçının da zorunlu<br />

sigortalı sayılması için hizmet akdinin aranması gerekecektir. Ancak<br />

bu ek m.10. olmasa da ulaşılacak bir sonuçtur. Bu durumda ek<br />

m.10'a farklı bir yorum getirilmelidir. Bu da sanatçıların özellikle korunması<br />

amacıdır. Böylece mahkemelerin sanatçıların çalışmalarını istisna<br />

akdine dayandırma eğilimine de engel olunmuştur. Bu nedenle sanatçıların<br />

506 s.k. kapsamında sigortalı sayılması için işverenle aralarındaki


ilişkinin bir önemi yoktur. Bu ilişki hizmet akdi dışında ister istisna, ister<br />

vekalet, isterse başka bir akit olsun, sanatçılar zorunlu SSK sigortalısı<br />

sayılacaktır.<br />

Kendi nam ve hesabına çalışan sanatçılar ise 506 s.K. kapsamında<br />

sigortalı sayılamayacaktır. Çünkü bunlar bir veya birkaç işveren tarafından<br />

çalıştırılmamaktadırlar. Maddedeki "çalıştırılan" ve "çalışan" deyimine<br />

yer verilmiş olduğundan, kendi nam ve hesabına çalışan sanatçıların da<br />

506 s.K.a göre sigortalı sayılabilecekleri düşünülebilirse de, bu sanatçıları<br />

ikiye ayırmak ve aralarında eşitsizliğe yol açmak olur ki kabul edilemez.<br />

Böylece 10. HD. Bu son kararıyla 21. HD. Ve HGK. kararlarına katılmış<br />

ve 15.6.<strong>2001</strong> t. YĐBBGK.nun kararındaki beklenti gerçekleşmiş olmaktadır.<br />

Ancak Kılıçoğlu, 10 HD.inin bu son kararlarında da, işveren nezdinde<br />

çalışma olgusuna yer verildiğini, bu yönüyle 21 HD. HGK ve 10. HD.<br />

Arasındaki görüş ayrılığının sürdüğünü düşünmektedir. (Kılıçoğlu, 80).<br />

c) Askerlik Borçlanması<br />

Askerlik borçlanması askerlikte geçen sürenin sigortalılık süresi veya<br />

prim ödeme gün sayısı bakımından değerlendirilmesi amacını taşır<br />

(Güzel/Okur, 318; Tuncay, 303; Şakar, Sosyal Sigortalarda Hizmet<br />

Borçlanması, MÜ. ĐĐBF Dergisi 1987, 700). Askerlik borçlanması 506 s.K.<br />

sistemine 1972 yılında 1655 s.K.la girmiş, ancak başlangıçta sadece prim<br />

ödeme gün sayısına katılan askerlik borçlanma süresi, 1981'deki 2422<br />

s.K. değişikliğinden sonra, sigortalılık süresi açısından da değerlendirilmeye<br />

alınmış ve sigortalı çalışma süresinden önceki askerlik borçlanmasının<br />

sigortalılık süresinin başlangıcını, borçlanılan süre kadar geriye götüreceği<br />

kabul edilmiştir. Bu uygulama 4.10.2000 t. 616 s.KHK. nin kabulüne<br />

kadar sürdü. Kanun koyucunun yaptığı bir yanlışlık. 60. maddenin<br />

(F) fıkrasının 1. bendi değişmiştir diyeceğine, (F) fıkrası değişmiştir<br />

deyince, Kurum (F) fıkrasının diğer bentlerinin (2,3,4) bilinçli olarak değiştirildiğini,<br />

bu arada "sigortalılığın başlangıç tarihinin borçlandırılan<br />

gün sayısı kadar geriye götürülmesine" ilişkin 3. bendin de kaldırıldığını<br />

düşünerek, 13.11.2000 t., 12.105 ek Genelgeyi çıkarmış ve askerlik<br />

borçlanmasının sadece prim ödeme gün sayısını etkileyip, sigortalılık süresini<br />

etkilemeyeceğine karar vermiştir. (bu konuda ayrıntılı bir inceleme<br />

için bkz.Okur, Askerlik Borçlanmasının Sigortalılık Süresine Etkisi, Çimento<br />

Đşveren Eylül <strong>2001</strong>). Oysa " 3 ay içinde primi ödenmeyen borçlanma<br />

süreleri hizmetten sayılmaz" diyen yeni metin dahi bu sürenin<br />

prim ödeme gün sayısı olarak değil, hizmet süresi olarak değerlendirilmesi<br />

gerektiğini belirtmektedir. 616 s.KHK.nin 10.11.2000 t.; 65/38 s.Anayasa<br />

223


Mahkemesi kararıyla iptali ve bu iptalin 10.11.<strong>2001</strong> de yürürlüğe<br />

girişinden sonra, askerlik borçlanmasını düzenleyen (F) fıkrası da ortadan<br />

kalkmış olduğundan, şu anda 506 s.K.da askerlik borçlanması ile ilgili<br />

hüküm yoktur. Yani ortada bir "kanun boşluğu" vardır. bu boşluğu da<br />

uyuşmazlık halinde, davaya bakmakta olan yargıç, MK m.1'deki "kural<br />

koyma" yetkisini kullanarak çözecektir. Burada yargıç kanun koyucu gibi<br />

düşüneceğinden, kamunun çıkarlarını değil (ayrıca kurumun çıkarlarının<br />

sigortalıya güçlük çıkarmak veya onun kazanımlarını geri almak almadığı<br />

da açıktır) Kanunun amacını ve sigortalının yararlarını gözeteceğinden,<br />

koyacağı kuralın 616 s.KHK. den önceki düzenlemeler doğrultusunda olması<br />

beklenebilir. Ancak yargıcın koyacağı bu kural sadece elindeki dava<br />

açısından geçerli olacağından, temel çözüm kanunun yasa koyucu tarafından<br />

yeniden düzenlenmesidir. (bkz. Okur, Ölüm Aylığı, karar incelemesi,<br />

Đşveren Kasım <strong>2001</strong>)<br />

Yarg.21HD.14.6.<strong>2001</strong> t., 1870/4799 sayılı kararında askerlik borçlanmasına<br />

ölüm aylığına ilişkin bir uyuşmazlık nedeniyle değinmiştir.<br />

Olayda askerlik borçlanması dahil, primler, 1800 günü bulmadığından ve<br />

5 yıllık ortalama da 180'in altında kaldığından, hak sahibinin ölüm aylığı<br />

talebi reddedilmiştir. Eğer askerlik borçlanması sadece prim ödeme gün<br />

sayısına katılıp, sigortalılık süresine katılmayacak olsaydı (Kurumun<br />

12.105 ek genelgede iddia ettiği gibi), birçok olayda, belki bu arada karara<br />

konu olayda da ortalama 180 günlük prim rahatlıkla bulunabilecekti<br />

(bkz. Okur, Ölüm Aylığı, karar incelemesi, işveren, Kasım <strong>2001</strong>).<br />

d) Yurt Dışı Hizmet Borçlanması<br />

<strong>2001</strong> yılı kararlarında önemli bir bölümü de yurt dışı hizmet borçlanması<br />

ile ilgilidir. Bu konu hukukumuzda 1978 t., 2147 s.K. ve daha<br />

sonra da 1985t.3201 s.K.larla düzenlenmiştir. Đki kanun arasındaki en<br />

önemli fark 2147 s.K.un borçlanma için "kesin dönüş koşulu" aramaması,<br />

3201 s.K.da ise "kesin dönüş koşulunun" getirilmiş oluşudur. Bir diğer<br />

fark da 2147 s.K.da kısmi borçlanmanın kabul edilmemiş oluşudur.<br />

Ancak bu engel yargı kararlarıyla aşılmıştır(bu konularda bkz. Güzel/Okur,<br />

323 vd).<br />

aa) Kesin Dönüş<br />

Yarg.10.HD.13.12.<strong>2001</strong> t.7800/8848 s.kararında yurt dışı hizmet<br />

borçlanmasını ve kesin dönüş koşulunu oldukça kapsamlı biçimde ele<br />

almıştır. Karara göre:<br />

— 3201 s.K.m.3'e göre yurt dışında geçen çalışmaların borçlanılabilmesi<br />

için kesin dönüş şarttır. Yasa koyucu, aktüarya dengesini korumak<br />

amacıyla bu yola girmiştir. Zira tahsil edilen borçlanma bedeli bağlanan


aylıkları karşılamaktan uzaktır. Borçlanan kimse 4-5 yılda ödediklerini<br />

geri almaktadır. 2147 s. K.döneminde de kesin dönüş koşulu uygulama<br />

yönetmeliği ile getirilmiş, ancak, yargı bu konuda yasa hükmüne öncelik<br />

verdiği için, yasa koyucu 3201 s.K.la bu farklılığı gidermiştir. Yargı kararları<br />

da bu konuda artık istikrar kazanmıştır. (10 HD.21.HD. ve HGK).<br />

Karara konu olayda mahkeme kesin dönüşün şart olmadığını,<br />

HGK.NUN 14.2.<strong>2001</strong> t., 105/139 s. kararına dayanarak hükme bağlamış,<br />

10.HD ise bu kararın diğer kararlar yanında emsal olmayacağını,<br />

HGK.nun üzerinde durduğu asıl konunun "borçlanması iptal edilen sigortalının,<br />

borçlanma bedeli ile birlikte, faiz isteyip isteyemeyeceği olduğunu,<br />

HGK.nun bu kararında uyuşmazlık konusu olmayan ve direnme kararı<br />

dışında kalan bu sonucu tartışamayacağını, bu nedenle bu karara itibar<br />

edilemeyeceğini ileri sürerek mahkeme kararını bozmuştur. 10 HD. Ayrıca<br />

somut olayın özelliklerini de vurgulamıştır.<br />

Somut olayda, davacı, borçlanma ve aylık bağlama tarihini kapsar<br />

biçiminde dış ülkede işsizlik sigortasından aylık almaktadır. Bu aylığı<br />

alabilmek için, o ülkede ikamet zorunluluğu vardır. Bu da kesin dönüşün<br />

olmadığını göstermektedir. Bu nedenle kesin dönüş kanıtlanamadığından<br />

davanın reddine karar verilmelidir.<br />

— Yarg.10.HD.24.1.<strong>2001</strong> t., 7034/150 s. kararda ise, yurda kesin<br />

dönüşten söz edilebilmesi için, çalışma hayatına yönelik ilişkilerin, gerek<br />

çalışılan işyeri gerekse ilgili tüm sosyal güvenlik kuruluşları yönünden<br />

sona erdirilerek yurda dönülmüş olması gerektiği belirtilmiştir. Somut<br />

olayda ise davacı ön emeklilik yardımından yararlanmaktadır. Ancak bunun<br />

için yabancı ülkede ikamet koşulu yoktur. Bu nedenle kesin dönüş<br />

koşulu gerçekleşmiştir.<br />

Doktrinde kesin dönüş koşulunun yargısal düzenlemelere uygun<br />

düştüğü, 3201 s.K.un, 2147 s.K.dan farklı olarak yurt dışı hizmet borçlanmasını<br />

bu koşula bağladığı (Güzel/Okur, 326 dn.126; Güzel, Yargıtay<br />

kararları 1999, 313; Arıcı, Yargıtay kararları 1997, 306; Laçiner, Türk<br />

Sosyal Güvenlik Hukukunda Hizmetlerin Birleştirilmesi, Yayınlanmamış<br />

Yüksek Lisans Tezi, Đstanbul 1998, 107) bu konuda tek çözümün 3201<br />

s.K.da değişiklik yapılması gerektiği ileri sürülmüştür. Buna karşı, yurda<br />

kesin dönüş yapan kişinin, yabancı ülke sosyal güvenlik kuruluşundan<br />

gelir veya aylık almasının, Türk Sosyal Güvenlik sistemini ilgilendirmediği,<br />

bunun Türk Kurumlarını mali açıdan da olumsuz etkilemediği, ülkesel<br />

bir uygulama alanına sahip sosyal güvenlik kanunlarının, başka ülke<br />

kanunlarındaki hükümleri nedeniyle engellenemeyeceği de ileri sürülmüştür.<br />

(Tuncay,414; Tuncay, Yargıtay Kararları 2000, 237). Bu konuda<br />

yaşamın ağırlık alanına göre karar verilmesi gerektiği de ileri sürülmüş-<br />

225


tür. Kesin dönüş konusunda kanunda açıklık yoktur. Bu kavram yaşam<br />

faaliyetinin ağırlık alanının tek ülkeye taşınması olarak nitelenebilir. Ancak<br />

yurt dışında çalışan işçilerimiz hem alışkanlıklarını sürdürmek, hem<br />

sahip odlukları bazı hakları korumak, hem de çocukları ile bağlarını koparmamak<br />

için, yılın yarısını yurtta, diğer yarısını dış ülkede geçirmektedir.<br />

Bu nedenlerle kesin dönüş koşulu, sosyolojik gerçeklere, işçilerin ve<br />

ülkenin çıkarına uygun düşmemektedir. Yurt dışı ile bağını koparmak zorunda<br />

bulunan işçi, primini ödediği halde dış ülkedeki bazı haklarından<br />

feragat etmek zorunda kalmaktadır. (Sözer, Yargıtay kararları 1998,271).<br />

Bu konuda 3201 sayılı K.m.3 de "yurda kesin dönüş"ten söz ettiğine<br />

göre, bu koşulun yok sayılması mümkün değildir. Ancak bunun katı biçimde<br />

uygulanması,yurt dışında çalışan işçilerin çıkarları ile de bağdaşmamaktadır.<br />

Belli bir süre yurt dışında çalışıp bazı haklar yanında, sosyolojik<br />

açıdan da belli bir çevre edinen işçilerin, zaman zaman yurt dışına<br />

gidip gelmeleri, herkes gibi onların da temel haklarındandır. (A.Y.m.23,<br />

seyahat hürriyeti). Sanırız burada "yaşamın ağırlık alanı" ölçütü, hukuki<br />

ve sosyolojik veriler ışığında değerlendirilmelidir. Bu arada işçinin ikametgahı,<br />

sosyal çevresi dış ülkenin yardım koşulları, birlikte değerlendirilerek<br />

bir sonuca varılmalıdır.<br />

bb) Borçlanmanın Đptali<br />

Yurt dışı hizmet borçlanmasına ilişkin kararların bir kısmında da,<br />

yurt dışı hizmet borçlanmasının iptali halinde (çoğu zaman kesin dönüş<br />

koşulunun yokluğu nedeniyle) bağlanan aylığın iptali ile borçlanma bedelinin<br />

iadesi konuları tartışılmıştır.<br />

— Yarg. 21.HD.5.4.<strong>2001</strong>, 2414/2630 s. Kararına konu olayda (Tüba,<br />

ĐĐÇB.1362, 10.12.<strong>2001</strong>) yurt dışı hizmetlerini borçlanan ve kendisine<br />

yaşlılık aylığı bağlanan sigortalının uzunca bir süre sonra kesin dönüş<br />

koşulunun yokluğu nedeniyle, aylığı kesilmiş, borçlanma bedeli iade<br />

edilmek istenmiştir. Borçlanma işleminin geçerli olduğunun ve aylığın<br />

ödenmeye devam edilmesi gerektiğinin tespiti amacıyla açılan dava mahkemece<br />

reddedilmiştir.<br />

21.HD. önce bir durum saptaması yaparak bu konudaki gelişimi<br />

özetlemiştir. Yargıtay uygulamasında, başlangıçta, 3201 s.K.la getirilen<br />

"kesin dönüş koşulu" katı biçimde benimsenmemiş, yurt dışı ilişkileri bir<br />

süre daha devam edenlerin borçlanmalarını iptal edip, aylıklarını kesen<br />

Kurum işlemlerine geçerlik tanınmamıştır. Ancak daha sonraları YHGK.<br />

Kararlarında, kesin dönüş koşulu zorunlu görülünce uygulama tersine


dönmüştür(YHGK.nun 22.10.1997 t., 10-588/857, 22.4.1999.,21-<br />

284/300 ve daha sonraki kararları).<br />

21 HD. HGK kararlarında, kesin dönüş koşulunun yokluğu halinde<br />

Kurumun ne yapması gerektiği konusunda bir açıklık bulunmadığına<br />

işaret ederek bu konuyu araştırmış ve 3201 s.K.un 6/B m.ile bir çıkış<br />

bulmuştur. Bu m.de yurt dışı hizmet borçlanması sonucu aylık bağlananlar,<br />

tekrar yurt dışında çalışmaya başlarlarsa aylıkları kesilecektir. Bunlar<br />

tekrar yurda dönünce isterse eski aylıkları tekrar bağlanacak, isterse<br />

yeni bir borçlanma ile aylık oranı ve miktarlarını arttırabileceklerdir. Buradan<br />

çıkarılacak sonuç, kesin dönüş koşulu yoksa, yaşlılık aylığı bağlanmaması,<br />

kesin dönüş koşulu gerçekleşene kadar işlemlerin askıya<br />

alınmasıdır. Bu koşulun yokluğu,kişinin sosyal güvenlik haklarını ortadan<br />

kaldırıcı bir neden olamaz. Sadece aylığın bağlanmaması veya bağlandıysa<br />

kesilmesi sonucunu doğurabilir. Oysa Kurum bu durumlarda;<br />

— Borçlanmayı ve buna bağlı olarak yaşlılık aylığını iptal etmekte,<br />

— Đptale kadar ödenen aylıkları faizi ile geri almakta,<br />

— Borçlanma bedelini, dövizdeki artışları dikkate almadan yıllar önceki<br />

değerinden faiz dahi ödemeden iade etmekte,<br />

— Hak düşürücü süreyi dikkate almamakta,<br />

— Sigortalının yurt dışındaki sigorta kuruluşlarından primlerini geri<br />

alıp almadığına, bu kurumlardaki haklarını yitirip yitirmediğini dikkate<br />

almamakta,<br />

— Kısaca ilgili sosyal güvenlik açısından ortada bırakılmaktadır.<br />

Bu noktaları dikkate alan 21.HD., Kurumun, kesin dönüş koşulunun<br />

gerçekleşmediği hallerde, yaşlılık aylığını kesmesi ve ödenen aylıkları geri<br />

alması yerine, borçlanmanın ve buna bağlı yaşlılık aylığının iptali ile ödenen<br />

aylıkları geri alması usul ve yasaya aykırıdır diyerek, borçlanma ve<br />

yaşlılık aylığının iptaline ilişkin Kurum işlemlerinin kaldırılması talebini<br />

reddeden mahkeme kararını bozmuştur.<br />

Böylece yurt içinde işten ayrılma ile yurt dışında kesin dönüş koşullarının<br />

işlevleri paralel hale getirilmek istenmiştir. Bunların yokluğu yaşlılık<br />

aylığını ortadan kaldırmamakta, sadece koşulların gerçekleşmesine<br />

kadar askıya almaktadır.<br />

cc) Borçlanma Bedelinin Đadesi ve Faiz<br />

Yarg.H.G.K.14.2.<strong>2001</strong> t., 21-105/139 s. kararında (YKD. Haziran<br />

<strong>2001</strong>, 814-819) kesin dönüş koşulunun yokluğu halinde borçlanmanın,<br />

227


yaşlılık aylığının iptali ile borçlanma bedelinin iadesi ve buna yürütülecek<br />

faiz üzerinde durulmuştur. Kararda, 21.HD.nin yukarıda değindiğimiz<br />

5.4.<strong>2001</strong> t. kararındaki görüşler benimsenmiştir. YHGK da, kesin dönüş<br />

koşulu gerçekleşmemişse, yaşlılık aylığı bağlanmaması, işlemlerin kesin<br />

dönüş tarihine kadar askıya alınması ve talep olursa yatırılan borçlanma<br />

bedelinin iade edilmesi görüşünü benimsemiştir. Yaşlılık aylığı bağlanmış<br />

ve ödenmemişse, aylık kesilecek, ödenen aylıklar ise geri alınacaktır. Aynen<br />

yurt içinde çalışanlara bağlanan yaşlılık aylığında olduğu gibi, işten<br />

ayrılma koşulu gerçekleşmemişse yaşlılık aylığı bağlanmayacak, bağlanmışsa<br />

kesilecek ve ödenen aylıklar geri alınacaktır. Đşten ayrılma veya<br />

kesin dönüş koşullarının yokluğu, sosyal güvenlik hakkını ortadan kaldırmayacak,<br />

sadece durduracaktır. Yani aylık başlatılmayacak, başlamışsa<br />

kesilecektir. Kurum ise bu durumlarda, borçlanmayı ve aylığı iptal<br />

etmekte, ödediği aylıkları faizi ile geri almakta, borçlanma bedeli dövizdeki<br />

artış da dikkate alınmadan yıllar önceki değerden faizsiz geri verilmekte,<br />

hak düşürücü süre dikkate alınmamakta, yurt dışındaki sigorta<br />

kurumlarından primlerini alıp almadığı, haklarını yitirip yitirmediği dikkate<br />

alınmamakta, kısaca kişi, sosyal güvencesiz bir biçimde ortada bırakılmaktadır.<br />

Böyle bir uygulamayı hukuk kabul edemez.<br />

Davanın ara konusunu oluşturan faiz talebi konusunda ise 21 HD.<br />

".... borçlanma ile ilgili işlemler kurumca iptal edildiği ve bu iptal nedeniyle<br />

davacının borçlanma karşılığı bulunan primlerini geri aldığı ve geri<br />

alma sırasında faiz hakkında BK.113.m. gereğince ihtirazi kayıt dermeyanında<br />

bulunduğu uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık davacının<br />

borçlanmanın geçersiz sayılması nedeniyle borçlanma bedelinin iadesi<br />

durumunda davacının faiz isteyip isteyemeyeceğine ilişkindir. Kuşkusuz,<br />

asıl alacağın iadesi durumunda faiz hakkının saklı tutulması halinde alacağa<br />

bağlı faizin de davacı yönünden isteme hakkının doğduğu ve bu faizin<br />

ödenen ve ödenmeyen kesimlerinin hesaplanarak buna göre faiz miktarının<br />

davacıya ödenmesi gerektiği tartışmasızdır" denmektedir. YHGK<br />

da daha ziyade borçlanma ve aylığın iptali üzerinde durmuş sonuçta faiz<br />

konusunda "... Kurumun temelde sözü edilen aylık kesme dışındaki tüm<br />

işlemleri yapmaması sosyal güvenlik hukuk kaidelerinin bir gereğidir. Hal<br />

böyle olunca kurumun iyi niyetle faiz ödemesi zorunluluğunun kabulünde<br />

kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır" diyerek direnme kararını<br />

bozmuştur.<br />

— Yarg.10.HD.30.1.<strong>2001</strong> t.,8440/352 s. kararında Kurum kesin dönüş<br />

yapmadığı, Almanya'da fiilen çalıştığı ileri sürülerek borçlanması ve<br />

yaşlılık aylığı iptal edilen davalıdan ödediği aylıkları faiziyle birlikte iade<br />

etmesini istemiş, davalı da talep edilen miktarın ödenmesini kabul etmiş<br />

ancak 3201 s.k.un 6.m. uyarınca borçlanma hakkının saklı tutulmasını


istemiştir. 10.HD. ise, ödenen aylıkları iade etmenin, borçlanmanın ve<br />

aylık bağlama işleminin kabulü anlamına gelmeyeceğini ileri sürerek iptali<br />

haklı bulmuş, ancak Kurumun, davalının yurt dışında çalıştığını ispat<br />

etmesi, bunun için Alman Sigorta Kurumları ile temas kurup, ilgili<br />

belgeleri getirtmesi gerektiğini vurgulamıştır. Kararın ilginç yönü, davalının<br />

3201 s. K.un 6.m.ine dayanarak borçlanma ve aylık haklarının iptal<br />

edilemeyeceği, saklı tutulması (askıya alınması) yolundaki iddiasıdır. Bu<br />

iddianın Yarg. HGK.nun 14.2.<strong>2001</strong> t., 21-105/139 ve 21-106/140<br />

s.kararlarına yansımış olduğu görülmektedir.<br />

— Yarg.HGK.14.2.<strong>2001</strong> t. 21-106-140 s.kararı da (Tüba ĐĐÇB., 1365,<br />

31.12.<strong>2001</strong> ) hemen hemen 21-105/139 s.lı kararla aynıdır. Tek fark burada<br />

davacının faiz hakkını saklı tutmamasıdır. 21. HD. Bu konuda "....<br />

davacının faiz hakkını saklı tutmadığı ileri sürülebilse de; iadenin kurumca<br />

doğrudan davacıya yapılmayıp, davacıya ödenen aylıklar karşılığı<br />

mahsup işlemine tabi tutulduğu, dolayısıyla davacının herhangi bir ihtinazi<br />

kayıt koymasının fiilen mümkün olmadığı ortadadır. Yapılacak iş davacının<br />

3201 s. Yasa gereği döviz karşılığı borçlanma bedeline, bedelin<br />

ödendiği tarihten, iptal tarihine kadar yasal faiz hesaplanmalı, ödenen<br />

yaşlılık aylıkları tutarı ile mahsup işlemi yapıldıktan sonra iadesi gerekli<br />

miktar kalmışsa bu miktar davacıya ödenmesi gerekmektedir." demektedir.<br />

(Yarg.21HD.nin 19.6.2000 t. 4860/4853 s. kararı da aynı doğrultudadır.<br />

Karar ve eleştirisi için bkz. Tuncay, Yargıtay kararları 2000, 237).<br />

Kararda faizin, borçlanma bedelinin ödendiği tarihten, iptal tarihine<br />

kadar hesaplanması isteniyorsa da bizce faize iade anına kadar hükmedilmesi<br />

daha doğru olur.(Tuncay, Yargıtay kararları 2000, 238).<br />

Đade konusunda Yargıtay'ın benimsediği ve 1991 ‘den beri uyguladığı<br />

görüş " geri ödemenin Türk parasının kurum veznesine girdiği tarihteki<br />

kurun esas alınarak yapılması"dır. (Yargıtay kararları 1991, 172-Aytekin<br />

bunu haklı bulmakta, Sözer ise katılmamaktadır. Oğuzman'da bu konudaki<br />

tereddütlerini belirtmiş idi 211) Güzel Yargıtay Kararları 1999,314,<br />

Tuncay Yargıtay Kararları 2000,238). Bu görüşü savunanlar, borçlanma<br />

bedelinin kurum kasasına Türk parası olarak girdiğini, döviz olarak girmediğini<br />

ileri sürmektedirler (Güzel, Tuncay, Aytekin, Laçiner). Bizce<br />

burada bir nokta gözden kaçırılmaktadır. 3201 s.K. 4.m.de "döviz ile değerlendirme"den<br />

söz etmektedir. Uygulamada hesaplanan borçlanma bedeli<br />

kadar döviz, Merkez Bankasında (veya yetkili bankalarda) bozdurulmakta<br />

ve döviz karşılığı Türk lirası Kurumun kasasına girmektedir. Yani<br />

sigortalıdan döviz olarak çıkmakta, Kurum kasasına TL. olarak girmektedir.<br />

Döviz bozdurma sorumluluğu olmasaydı, bu görüş ve kararlar uygun<br />

bulunabilirdi. Ancak "belli döviz karşılığı TL. değil, belli miktarda<br />

229


döviz bozdurulmaktadır. Burada döviz bir hesap kıstası olarak değil, gerçek<br />

olarak devreye girmektedir. Hatta döviz bozdurma zorunluluğu olmayıp<br />

döviz karşılığı TL. olsaydı bile, iade anında da aynı ölçüye başvurmak<br />

daha doğru olacaktı. Sonuç olarak burada talep tarihindeki döviz<br />

kuruna göre iade edilecek miktarın hesaplanmasının daha doğru ve adil<br />

olduğunu düşünüyoruz. YHGK kararlarında kurum işlemleri eleştirilirken<br />

kullanılan, "borçlanma tarihindeki kur üzerinden ödenen Türk Parası,<br />

dövizdeki artışlar dikkate alınmadan yıllar öncesi değerden iade edilmekte"<br />

ifadesini, gelecek kararların bu yönde olabileceğinin bir işareti<br />

olarak görüyoruz.<br />

dd) Hak Sahiplerinin Yurt Dışı Hizmet Borçlanması.<br />

<strong>2001</strong> kararları arasında değerlendirmeye aldığımız iki karar da hak<br />

sahiplerinin yurt dışı hizmet borçlanmasından yararlanmasına ilişkindir.<br />

3201 s.K. 3.m.nin son bendi, yurt dışında çalışılırken ölen veya kesin dönüş<br />

yaptıkları son iki yıllık başvuru süresi içinde ölen sigortalıların hak<br />

sahiplerine de, ölüm tarihinden itibaren iki yıl içinde başvurmak koşuluyla<br />

yurt dışı hizmet borçlanması hakkı tanımıştır. Görüldüğü gibi hak<br />

sahiplerinin bu yoldan yararlanmaları, murislerinin. sağlığında bu konuda<br />

başvuru yapmamış olmasına bağlıdır. Kararlarda da öncelikle bu<br />

konu vurgulanmıştır.<br />

— Yarg.10.HD.23.11.<strong>2001</strong> t.5330/8088 s.kararına konu olay, ölen<br />

sigortalının yaptığı yurt dışı hizmet borçlanmasının kesin dönüş koşulunun<br />

eksikliği nedeniyle iptalinin doğuracağı sonuçlarla ilgilidir.<br />

Mahkeme, kesin dönüşün yokluğu nedeniyle borçlanma iptal edilince,<br />

sigortalı açısından yaşlılık aylığı prim koşulu, hak sahibi açısından da<br />

ölüm aylığı prim koşulu eksik kaldığından, hak sahibi davacının, ölüm<br />

aylığını iptal eden kurum kararının kaldırılması ve aylık bağlanması talebini<br />

reddetmiştir.<br />

10.HD. mahkemenin, prim koşulundaki eksiklik nedeniyle aylığı iptal<br />

eden kararını uygun bulmakla birlikte, hak sahipleri açısından bu yolun<br />

açılmış olduğunu gözden kaçırması açısından kararı bozmuştur.<br />

10.HD.ne göre sigortalının sağlığında yapmış olduğu borçlanma işleminin<br />

iptali ile hak sahiplerinin bu borçlanma yolunu kullanmaları imkanı<br />

açılmıştır. Hak sahiplerinin bu yolu kullanarak eksik primleri tamamlamadan<br />

ve 506 s.K. açısından ölüm aylığına hak kazanmaları mümkündür.<br />

Kararda ayrıca ölen sigortalıya ödenen aylıkların, hak sahiplerinden<br />

geri alınamayacağı, bu aylıkların terekeye dahil olmadığı da belirtilmiştir.(Yarg.10.HD.nin<br />

23.11.<strong>2001</strong> t., 6105/8089 kararı da bu yöndedir).


ee) Yurt Dışı Hizmet Borçlanmasında Hak Düşürücü Süre<br />

Yarg.21.HD.20.2.<strong>2001</strong> t., 1185/1307 s. kararında yurt dışı hizmet<br />

borçlanması konusundaki hak düşürücü süreye değinmiştir. 21. HD.ne<br />

göre bu hakkın hak düşürücü süre içinde kullanılması gerekir. Kararda<br />

bu konudaki sürenin ne olduğu belirtilmemiş, sadece davacının süreyi<br />

geçirmiş olduğu için borçlanmadan yararlanamayacağı ileri sürülerek,<br />

talebi kabul eden mahkeme kararı bozulmuştur. Kararda ayrıca, başka<br />

ülkedeki sonraki çalışmanın, önceki yabancı ülkedeki çalışmayı ihya yoluyla<br />

yeniden borçlanma konusu yapılamayacağı da belirtilmiştir.<br />

Gerçekten 3201 s.k. üç ayrı maddesinde başvuru süresine değinmiştir.<br />

Bu süre, sigortalı açısından m.3/II'de, hak sahipleri içinde m.3/II'de<br />

iki yıl olarak düzenlenmiştir. Ayrıca geçici 1.m.de eski 2147 s.K.a göre<br />

yurt dışı hizmet borçlanması yapamamış olanlara, 3201 s.K.un yürürlüğünden<br />

itibaren yine iki yıl içinde, yurt dışı hizmet borçlanması imkanı<br />

getirilmiştir. 3201 s.K.22.5.1985 de yürürlüğe girdiğine göre, geç. 1.m. ile<br />

getirilen borçlanma için başvuru süresi 22.5.1987'de dolmuş bulunmaktadır.<br />

ff) 2147 ve 3201 Sayılı Kararların Birleşmesi<br />

Yarg.10.HD.nin 20.3.<strong>2001</strong> t., 1245/1890 s. kararına konu olayda davacı<br />

Kurum işleminin iptali ile kesilen yaşlılık aylığının bağlanmasını istemiş,<br />

mahkeme kesin dönüş koşulunun yokluğu nedeniyle iptal edilen<br />

yurt dışı hizmet borçlanması sonucu, yaşlılık aylığı koşullarının (prim, sigortalılık<br />

süresi) değişmesi nedeniyle aylık bağlanamayacağına karar<br />

vermiştir. 10.HD. ise olaydaki yurt dışı hizmet borçlanmasının bir kısmının<br />

2147 s.k. dönemine bir kısmının da 3201 s.k. dönemine ilişkin olduğunu<br />

saptamıştır. 3201'e dayalı borçlanma süresi düşükse dahi, 2147 s.<br />

K.a göre yapılan borçlanma ile 506 s.k.un aradığı yaşlılık aylığı koşulları<br />

gerçekleşmektedir. Ancak iptal edilen süre ve prim nedeniyle aylık oranı<br />

değişecek ve yaşlılık aylığı bu yeni orana göre hesaplanacaktır.<br />

e) Đtibari Hizmet Süresi<br />

506 s.k.un 108. maddesinde düzenlenen sigortalılık süresini etkileyen<br />

nedenlerden biri de, 506 s.K.un ek 5 ve 6. maddelerinde düzenlenen<br />

"itibari hizmet süresi" olarak adlandırılan ek sürelerdir. Bu süreler ağır ve<br />

yıpratıcı işlerde çalışanların fiili hizmet sürelerinin, eklenecek itibari<br />

hizmet süreleri ile arttırılarak, bu işlerde çalışanlara daha erken emeklilik<br />

yolu açılmak istenmiştir. (Güzel/Okur, 331 vd.)<br />

231


aa) Azotlu Gübre ve Şeker Sanayi Đşleri<br />

Yargıtay 21. HD. <strong>2001</strong>'in <strong>2001</strong> kararlarından, değerlendirmeye aldığımız<br />

iki kararı itibari hizmet süresine değinmekte, koşulların gerçekleşip<br />

gerçekleşmediğinin hem yer ve hem de iş açısından araştırılması gerektiğini<br />

vurgulamaktadır.<br />

— Yarg.21.HD.21.6.<strong>2001</strong> t. 4715/4950 s.lı kararı, itibari hizmetten<br />

yararlanabilmek için ek m.5.'de yer alan iki kolondaki şartların ayrı ayrı<br />

gerçekleşmesi gerektiğini belirtmektedir. Şeker sanayinin fabrika, atölye,<br />

havuz, depo ve trafo binalarında çalışmak yeterli olmayıp ayrıca işin döküm,gaz<br />

maskesi gerektiren, patlayıcı madde ve kaynak işi, olması da gerekmektedir.<br />

Ayrıca sigortalının ne kadar süre için itibari hizmet süresinden<br />

yararlanacağı ve Ek 6.m.deki 3600 günlük çalışmanın doldurulup<br />

doldurulmadığı da araştırılacaktır.<br />

bb) Basım ve Gazetecilik Đşleri<br />

Yarg.10.HD.22.10.<strong>2001</strong> t., 6031/6845 s. karara konu olayda, matbaa<br />

mürettibi olarak çalışan davacı itibari hizmet süresinden yararlanmak<br />

için dava açmış mahkeme talebi kabul etmiştir. 10.HD. ise şu gerekçelerle<br />

mahkemenin davayı kabule yönelik kararını bozmuştur:<br />

— Đşe giriş bildirgesi verilmesi, sadece bildirgeden sonraki süre açısından<br />

hak düşürücü süreyi engeller. Önceki döneme ilişkin talepler hak<br />

düşürücü süreye uğramışsa değerlendirmeye alınamaz. Hak düşümü dışında<br />

kalan süre de ayrıca titizce araştırılmalı, incelenmelidir. Davacının<br />

matbaa işlerinde münettip olarak çalıştığı, ayrıca işin (a) bendindeki solunum<br />

ve cilt yoluyla vücudu etkileyen gaz ve diğer zehirli maddenin etkisi<br />

altında geçtiği konusunda bilirkişi kurulunca inceleme yapılmışsa da,<br />

çalışma süresinin ne kadarının bu koşullar altında geçtiği araştırılmamış<br />

sadece keşifle yetinilmiştir. Ayrıca ek m.6.daki 3600 günlük çalışma<br />

koşulu da dikkate alınmamıştır. (Yarg.21.HD.21.6.<strong>2001</strong>t., 4724/4963<br />

s.kararı da aynı gerekçelerle aynı sonuca varmıştır).<br />

cc) Gemi Adamları<br />

Yarg. HGK.nun 7.2.<strong>2001</strong> t, 21-20/110 s. kararı ise (Tüba<br />

ĐĐÇB.1328.16.4.<strong>2001</strong>) itibari hizmet süresinden yararlanacak diğer bir<br />

gruba gemi adamlarına ilişkindir. Ek m.5., gemi adamı, ateşçi kömürcü<br />

ve dalgıçın itibari hizmetten yararlanabilmesi için, hizmetin "denizde"<br />

geçmesini aramaktadır. "Hizmetin denizde geçmiş" sayılması için mahkeme<br />

gemi limanda bulunsa da gemide göreve hazır beklemenin yeterli<br />

olacağını, 21.HD. ise hizmetin denizde geçmiş sayılabilmesi için, geminin<br />

denizde seferde bulunması gerektiğini ileri sürmüştür. HGK, mahkemenin


görüşünü benimseyerek geminin denizde seyir halinde olduğu süreler<br />

dışında, bunun uzantısı olarak geminin limanda bulunduğu sırada, fiilen<br />

gemide görevli olarak geçirilen ve denizle bağlantının kopmadığı süreler<br />

için de, itibari hizmet süresi tanımanın yerinde olacağı sonucuna ulaşmış,bu<br />

amaçla davacının ne kadar süre gemide (seferde veya limanda) ne<br />

kadar süre ise gemi dışında sosyal tesis veya başka bir yerde çalıştığının<br />

araştırılmasını gerekli görmüştür.<br />

Kanundaki "denizde" kavramı, HGK tarafından "gemide" olarak yorumlanmış,<br />

gemi seferde veya seyir halindeyse "denizde çalışma", koşulunun<br />

gerçekleşmiş sayılacağı, ayrıca gemi limanda da bulunsa, gemi<br />

adamı fiilen gemide görevli olarak bulunuyorsa, bunu denizde çalışma<br />

sayarak, fiili hizmet süresi tanımıştır. (Yarg.HGK. 27.9.2000 t.21-<br />

1101/1182 s. Kararda ise aksi görüşü savunmuştu. Karara destek olan<br />

Tuncay'ın değerlendirmesi için bkz. Yargıtay kararları 2000,223).<br />

Burada, gemi ile veya denizle ilgili olarak zaman zaman gemiyi terk<br />

etmenin, gemiden veya denizden kopma sayılmaması gerektiğini, bu süreler<br />

için de itibari hizmetten yararlanılması gerektiğini düşünüyoruz.<br />

(Yarg.HGK.nun 7.2.<strong>2001</strong> t.,21-21/525 s. kararında da aynı görüşler tekrarlanmıştır,<br />

Đşveren, Mayıs<strong>2001</strong>,15).<br />

Yarg.10.HD.nin 27.4.<strong>2001</strong> t., 2609/3298 s. kararında ise, çalışılmayan<br />

sürelerin itibari hizmetten yararlanıp yararlanmayacağı konusu ile<br />

itibari hizmetin sigortalılık süresini mi, prim ödeme gün sayısını mı yoksa<br />

hepsini mi etkileyeceği konusu ele alınmıştır. Kararda diğer birçok kararda<br />

da olduğu gibi, önce çalışma koşullarının itibari hizmet gerektirip<br />

gerektirmediğinin araştırılması, daha sonra çalışmaların tümünün bu işlerde<br />

geçip geçmediğine bakılması hatırlatılmış daha sonra da itibari hizmet<br />

gerektiren bu dönemde çalışılmayan (izin, rapor, cumartesi, pazar,<br />

tatil) süreler için de itibari hizmet tanınıp tanınmayacağı üzerinde durulmuştur.<br />

10.HD.ne göre itibari hizmetten yararlanmayı gerektiren işler yıpratıcı,<br />

ömrü kısaltıcı işlerdir. Eğer sigortalı sürekli bu işlerde çalışmış ve<br />

prim ödemişse, fiilen çalışılmayan günler de itibari hizmetten yararlandırılmalıdır.<br />

Bu sonuç çalışılmadığı halde çalışılmış kabul edilen.<br />

Đş.K.m.51'e de uygun düşecektir.(karara ekli karşı oy, çalışılmayan sürelerin<br />

dikkate alınmamasını, iş K.51'in bu konuyla ilgisi olmadığını ileri<br />

sürmektedir ki bizce bu gereksiz bir kısıtlama olur. Dikkate alınmayacak<br />

olan ek m.5. kapsamında olmayan çalışmalardır. Yoksa bu kapsamdaki<br />

çalışmalar bir bütündür. Bunun içinden ayrıca çalışılmayan izin, rapor,<br />

tatil günleri ayıklanamaz)<br />

233


Bir diğer sorun itibari hizmet süresinin sadece sigortalılık süresine<br />

mi, yoksa hem sigortalılık hem de prim ödeme gün sayısına mı ekleneceğidir.<br />

Konu bir süre 10.HD.ile 21.HD. arasında farklılığa neden olmuş,<br />

21.HD. sadece sigortalılık süresine eklenmesi görüşünü, 10.HD.ise hem<br />

prim ödeme gün sayısına hem de sigortalılık süresine eklenmesi görüşünü<br />

benimsemiş, sonuçta bu farklılık içtihadı birleştirmeye kadar gitmiş<br />

ve YĐBBGK oy çokluğu ile verdiği 18.2.2000 t.,1997/1,2000/1 s.lı<br />

(YKD.Haziran 2000,829) kararıyla itibari hizmet süresinin sadece sigortalılık<br />

süresine eklenmesini kabul etmiştir. Yargıtay daireleri arasındaki<br />

bu farklılık doktrine de yansımıştır.Güzel, 10.HD.nin görüşüne uygun<br />

olarak itibari hizmet süresinin hem prim gününe hem de sigortalık süresine<br />

eklenmesini savunmakta. (Yargıtay Kararları 1999,318), Tuncay ise<br />

sadece sigortalılık süresine eklenmesinin uygun olacağını, maddedeki<br />

açıklığın bunu gerektirdiğini savunmaktadır. (Yargıtay Kararları 2000,<br />

222, ayrıca Sözer ve Alper de bu görüşten yanadır). Ancak içtihadı birleştirme<br />

kararı karşısında konu şimdilik kesinlik kazanmıştır. Zira içtihadı<br />

birleştirme kararı yasa hükmü gibi herkesi bağlayıcıdır (2797<br />

s.Yargıtay K.m.45/V).<br />

7. Primler<br />

Primler, primli sosyal güvenlik sisteminin (sosyal sigortalar) can damarıdır.<br />

Her şey primleri sağlıklı ve zamanında toplanıp, öngörülen yardım<br />

koşullarını gerçekleştirenlere gecikilmeden dağıtılmasına göre ayarlanmıştır.<br />

Primlerdeki aksaklık, tüm sistemi etkileyecektir.<br />

<strong>2001</strong> kararlarının önemli bir bölümü de primlere ilişkindir. Burada<br />

primlerin hesabı, itiraz, resen tespit, ölçümleme, iptal, sorumluluk, tebliğ,<br />

gecikme zammı konularına ilişkin kararları değerlendirmeye çalışacağız.<br />

a) Prime Esas Kazanç<br />

506 s.K.77.m.de "Prime esas ücret" ten, 78.m.ise "günlük kazanç sınırlarından"<br />

söz etmektedir. 77.m.de ücret dışında da bazı gelirlerden söz<br />

edilmektedir. Bunların ücret niteliği tartışmalı olmakla birlikte bir kısmı<br />

ücret hesabına katılmakla, bir kısmı katılmamaktadır. Bu nedenle biz<br />

prime esas kazanç demeyi daha doğru bulduk. Sigortalının temel kazancı<br />

ücret olduğuna göre, ücretin prime esas olacağı açıktır (ücret kavramına<br />

nelerin gireceği konusunda bkz. Güzel/Okur, 150¸Tuncay, 165). Uygulamada,<br />

77.m.de yer almayan bazı gelirlerden prim kesilip kesilmeyeceği<br />

tartışma konusu olmuştur.


aa) Geçici Đşgöremezlik Ödeneği<br />

Yarg.21.HD.10.12.<strong>2001</strong> t., 7902/8459 s.lı kararına (Đşveren, Haziran<br />

2002,15) konu olayda davacı, geçici işgöremezlik ödeneklerinin de prime<br />

esas kazanca dahil edilmesini talep etmiş, mahkeme de talebi kabul etmiştir.<br />

Davacıya uyuşmazlık konusu dönemde istirhatli olduğu için ücret<br />

değil geçici iş göremezlik ödeneği verilmiş, toplu sözleşme gereğince de,<br />

geçici işgöremezlik ödeneği ile ücret arasındaki fark, yardım olarak<br />

ödenmiştir. Yargıtay bu kararında da eski görüşünü sürdürmüş ve işverence<br />

ödenen bu farkın prime tabi tutulmaması gerektiğine karar vermiştir.<br />

Yargıtay "ayni yardım olarak prime tabi olmayacak kazançların, bu<br />

yasa veya sözleşme hükmüne dayanmayan, işverenin atıfeti, niteliğindeki<br />

yardımlardan ibaret olduğu görüşündedir. (Çenberci, 440): Đşveren sigortalıya,<br />

yasadan, toplu sözleşmeden, hizmet akdinden doğan bir hakkını<br />

ödüyorsa, bu bir atıfet sayılamaz, ayni ödeme kabul edilir ve prime tabi<br />

tutulamaz (Güzel/Okur, 154). Yarg.10.HD. 1975 t. bir kararında hastalık<br />

halinde ödenmeyen 2 günlük geçici işgöremezlik ödeneğinin işverence<br />

ödenmesi halinde prime tabi olacağına karar vermiş, 9 HD. Đse 1979 t.<br />

kararında bunlardan gelir vergisi ve sigorta primi kesilemeyeceğine karar<br />

vermiştir. Sayıştay Genel Kurulu ise bu ödemelerden gelir vergisi ve sigorta<br />

primi kesileceğini belirtmektedir (Tuncay, 167; Tuncay, prim dışı<br />

bırakılan kazançların istisna olduğu ve genişletilemeyeceği görüşündedir,<br />

Yargıtay kararları 2000, 196). Kurum da prim dışı kazançları, özellikle<br />

"ayni yardımları" çok dar yorumlamak, prime tabi kazançları olabildiğince<br />

geniş yorumlamak istemektedir: 3.8. 1994 t.li 16.s. Genelgeye göre geçici<br />

işgöremezlik ödeneği alan sigortalılara, istirahatli oldukları sırada işverenlerce<br />

ödenen farklar veya tam ücretlerden prim alınmalıdır. 16-89.ek genelgeye<br />

göre de ayni yardımlar nakden ödeniyorsa prime tabi tutulacaktır.<br />

Daha sonra, Sayıştay'ın nakden ödenen ayakkabı ve elbise dikiş bedelleri<br />

ile YĐBBGK.nun nakden ödenen yemek paralarından prim kesilmeyeceği<br />

kararlarını dikkate alan Kurum, 2.3.1995, 16-104 ek genelgeyle, 16-89<br />

sayılı Genelgedeki aynı yardımların nakden ödenmesi halinde prime tabi<br />

tutulmasına bazı istisnalar getirilmiş ve nakden ödense de ayakkabı,<br />

elbise dikiş ve yemek bedellerinden prim kesilmeyeceğine karar vermiştir.<br />

(ayrıca bkz. Eğitim Notu, 80; Kurt, 250) 21.HD. bu son kararında,<br />

istisnaların kapsamını biraz daha genişletmiş, geçici işgöremezlik ödeneği<br />

ödenen sürelerin primi olmadığı yanında, geçici işgöremezlik ödeneğinden<br />

ve işverenin yardım niteliğinde yaptığı ödemelerden ücret niteliğinde<br />

sayılarak, prim kesilemeyeceğine karar vermiştir. Ayrıca olay açısından<br />

Kurumun geçici işgöremezlik ödeneği ödediği dönemlerde prim de<br />

ödenmemiştir. Prim ödenmeyen dönemlerin, prime esas kazanç<br />

hesabında dikkate alınmayacağı açıktır.<br />

235


) Yurtdışında Elde Edilen Kazançlar<br />

Yarg.10.HD.20.11.<strong>2001</strong> t., 5961/7974 s.kararında (YKD. Ağustos<br />

<strong>2001</strong>, 1187) davacı yurt dışındaki çalışmalarının tespiti ile tavan kazanç<br />

üzerinden prim alınmasını istemiş, mahkeme talebi reddetmiştir. Kararın<br />

temyizi üzerine 10.HD. yurtdışında çalışılırken ödenen ücretler o ülkedeki<br />

geçim şartlarına göre belirlendiğinden, yurt içinde prime esas kazanca<br />

esas olamayacağına, bu durumda prime esas kazanç alarak, 1987/11595<br />

sayılı Bakanlar Kurulu Kararına göre, Türkiye'deki emsal işte çalışanlardan<br />

alınan primler esas alınarak prim tahsil edilmiş oluşunun doğru olduğuna<br />

karar vermiş ve talebi reddeden mahkeme kararını onamıştır.<br />

YHGK.nun 2.3.1994 t., 10-859/116 s. Kararını değerlendirirken<br />

(Okur, Yargıtay Kararları 1994,133), mahkemenin yurt dışında ödenen<br />

ücretin prime asas alınması gerektiği kararını bozan 10 HD.77. m.nin uygulanamayacağını,yurt<br />

dışındaki ücretlerin sadece o ülkede geçerli olabileceğini,yurt<br />

içinde benzer işçilere ödenen ücretin veya bu konudaki özel<br />

düzenlemelerin dikkate alınması gerektiğini ileri sürmüştür. Bizim yurt<br />

dışı için de 77. m.nin uygulanması gerektiği yolundaki görüşümüze cevap<br />

veren Ozanoğlu (<strong>Yargıtayın</strong> 1994 kararları, 160), 77.m.nin sadece yurt içi<br />

ücretlere ilişkin olduğunu, bu konuların özel mevzuatla düzenlenmiş<br />

bulunduğunu ileri sürmüş idi. 10.HD.nin yukarıda andığımız kararı da<br />

işte bu konudaki bir özel düzenleme ile (1987/11595 s. BKK) sonuca<br />

gitmiştir.<br />

— Yarg.10.HD.nin 5.4.<strong>2001</strong> t.,2048/2628 s.kararı ise Libya'da çalışan<br />

Türk işçilerinden, uzun dönemli sigorta dalları için alınacak primlerin<br />

hesabına ilişkindir. Bu oran Türkiye'de % 24,5, Libya'da 5.1 dir. Türkiye<br />

ile Libya arasındaki Sosyal Güvenlik Sözleşmesi ve uygulamaya ilişkin<br />

idari anlaşma, Libya'da Türk şirketlerine bağlı olarak çalışan işçilerin,<br />

hastalık sigortası primleri bakımından Libya mevzuatına, uzun vadeli sigorta<br />

primleri ve maktu yardımlar bakımından da Türk mevzuatına tabi<br />

olmalarını kabul etmiştir. Bunun yanında Kurum Yönetim Kurulu kararı<br />

ve buna bağlı olarak çıkarılan Genelge ise tam tersini öngörmüş ve başlangıçta<br />

primler Libya mevzuatına göre düşük alınmış, sonradan Kurum<br />

sözleşme hükümlerine dayanarak geçmişi de kapsar biçimde hem fark<br />

primi hem de geç ödeme dolayısıyla gecikme zammını istemiştir. Mahkeme<br />

talebi reddetmiştir. 10.HD. normlar hiyerarşisi yönünden anlaşma<br />

ve kanun hükümlerinin öncelikli olduğunu belirterek, uzun dönemli sigorta<br />

dalları açısından prim hesabının, kanuna ve genelgeye göre değil<br />

(%5.1) anlaşma ve kanuna göre (%24,5) yapılacağına karar vermiştir. Kararda<br />

ayrıca, eksik prim yatırılmasına Kurumun Türk işverenleri yanıltması<br />

neden olduğundan, primleri zamanında yatırmamanın yaptırımı


olan gecikme zammının (506/m.80) burada uygulanamayacağı da belirtilmiştir.<br />

Davalı işveren ancak yeniden hesaplanıp kendisine tebliğ edilecek<br />

primleri zamanında ödemezse gecikme zammı da ödemek zorunda<br />

kalacaktır. Yarg. 10.HD. gecikme zammını faiz niteliğinde gördüğünden,<br />

gecikme zammına ayrıca faiz yürütülemeyeceğini de vurgulamıştır. (karar<br />

faiz açısından aşağıda ayrıca değerlendirilecektir. 7,h)<br />

b) Kapsam Dışı Personelin Primi<br />

Yarg.10.HD.nin 29.5.<strong>2001</strong> t., 2962/4189 s.lı kararına konu olay oldukça<br />

ilginç ve karmaşıktır. Dava temelde bir tespit davasıdır. Davacı Kuruma<br />

prim borcu olmadığını tespit ettirmek amacıyla bu davayı açmıştır.<br />

Ancak gerek davacının kişiliği, gerekse çalışanların statüsü, davaya birçok<br />

boyut kazandırmıştır.<br />

Davacı Petkim Petrokimya Holding A.Ş.dir. Ticaret Kanunu hükümlerine<br />

tabi bir özel hukuki tüzel kişidir. Đşveren 1475 s. Kanuna tabi olarak<br />

çalışan bazı işçilerin iş akdini feshetmiş, bu işçiler idari yargıya başvurarak,<br />

fesih kararını iptal ettirmiş, işyerine geri dönmüşlerdir. Kurum kapsam<br />

dışı personel statüsündeki bu işçilerin işe dönmesi üzerine, çalışmadıkları<br />

döneme ilişkin prim, eğitime katkı payını gecikme zammı ile<br />

birlikte istemiş, işveren de ihtirazi kayıtla bunları Kuruma ödemiş, ancak<br />

daha sonra prim borcu olmadığının tespiti ile ödediği primlerin faiziyle<br />

birlikte iadesini istemiştir.<br />

10.HD. idari yargıdaki iptal kararı ile iş akitlerinin fesih tarihi itibari<br />

ile geçerlik kazandığını, bu nedenle geçmiş ücretlerinin de ödendiğini,<br />

ödenen bu ücretlerini 506 s.K.un 77. m.açısından prime esas kazanç olduğunu<br />

ve bunlara ilişkin primlerin de ödenmesi gerektiğini belirtmiştir.<br />

10 HD. Bu işçilerden bir kısmı yaşlılık aylığı için talepte bulunmuş olduğundan,<br />

bu tarihten itibaren prim hesaplanmayacak, hem aylık almak<br />

hem de çalışmak isteyenler açısından sosyal güvenlik destek primi hesaplanacak,<br />

aylık almadan çalışmaya devam edenlerden de tüm sigorta dalları<br />

için prim alınacaktır, diyerek mahkemenin bu özel durumları dikkate<br />

almadan, maddi ve hukuki esasları gözetmeden, eksik araştırma ve yanılgılı<br />

değerlendirme ile verdiği kararı usul ve yasaya aykırı bulup bozmuştur.<br />

Kararda bir özel hukuk tüzel kişisi olan anonim şirketin nasıl olup da<br />

kamu işvereni sayıldığı, bu şirketin nasıl olup da KĐK ile ilgili 399<br />

s.KHKnin kapsamına girdiği, işçi statüsündeki kapsam dışı işçilerin iş<br />

sözleşmelerinin feshine karşı ne sıfatla idari yargıya başvurduğu, iş hukukunda<br />

sendika işyeri temsilcisi dışında kabul edilmemiş olan işe iade<br />

imkanından nasıl yararlanabildiği ele alınıp tartışılmış değildir. Önemi<br />

237


nedeniyle biz bu konuları ayrı ayrı ele alıp değerlendirmeye, kararı gerçekçi<br />

ve hukuki bir temele oturtmaya çalışacağız<br />

— Davacının Kişiliği: Davacı Petkim, Petrokimya Holding Anonim<br />

şirketidir. Kararda davacının bir kamu işvereni olduğu belirtilmektedir.<br />

Kamu işvereni olabilmek için kamu tüzel kişisi olmak gerekir. Kamu tüzel<br />

kişileri ise kanunla veya kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulabilir.<br />

(AY.m.123; Bilge, Hukuk Başlangıcı, Ankara <strong>2001</strong>, 238) Bunlar Kamu<br />

Đdareleri ile Kamu Kurumlarıdır. Đdarenin tüm etkinlikleri ya onu oluşturan<br />

tüzel kişilerden birinin görevleri arasında yer alır, ya da faaliyetin<br />

kendisi bir tüzel kişilik olarak karşımıza çıkar. Đdare örgütü içinde tüzel<br />

kişiliğe sahip olmayan kuruluşlar bulunsa da, bunlar, ya tüzel kişiliğe<br />

bağlı birine bağlanır veya onunla ilgilendirilir.(Özay, Günışığında Yönetim,<br />

Đstanbul 1992, 94,101) Bunlardan bir kısmı da Kamu Đktisadi Teşebbüsleridir<br />

(KĐT) Kamu tüzel kişilerinin kamu hukukuna, özel hukuk tüzel<br />

kişilerinin özel hukuka tabi olacakları açıktır. KĐT'lerin tabi olacağı hukuk<br />

kuralları ise tartışmalıdır. (Bilge,241) Burada çalışanlarla ilgili tartışma<br />

ise bunların hukuki statüsü ile ilgilidir. Bunun için 233, 308,399 sayılı<br />

KHK.ler ve nihayet 3771 s.K. çıkarılmış (RG.11.2.1992, 21139; Çelik, Đş<br />

Hukuku, Đstanbul 2000, 36) ancak konu tam bir açıklığa<br />

kavuşturulamamıştır. Olayda ise davacı bir A.Ş. olduğuna göre bir özel<br />

hukuk tüzel kişisidir ve bu tartışmanın dışındadır.<br />

— Davalının Kişiliği: Kararda asıl sorun, davacının kamu işvereni<br />

sayılmasına paralel olarak, "kapsam dışı personel" statüsünde çalıştırılan<br />

işçilere tanınan "kamu personeli" statüsüdür. A.Y.nın 128. maddesine<br />

göre, kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler memurlar ve<br />

diğer kamu görevlileri eliyle görülür. Buradaki diğer kamu görevlilerinin<br />

kapsamına ise sözleşmeli personel ile işçiler girmektedir. Sözleşmeli personel,<br />

kısmen 657 s. Devlet Memurları Kanununa göre, özel uzmanlık gerektiren<br />

işlerde geçici olarak sözleşme ile çalıştırılan ve işçi sayılmayan<br />

kamu hizmeti görevlileridir. Yine 399 s.KHK. kapsamına giren KĐT.lerinde<br />

genel idare esasları dışında yürütülen işlerde sözleşme ile çalıştırılan ve<br />

işçi statüsünde olmayan kişiler de sözleşmeli personel sayılır. Sözleşmeli<br />

personel işçi değil, kamu görevlisi sayılmaktadır. (Çelik, 36; Tuncay, Đş<br />

Hukuku Đdari Yargının Kıskacında mı, Nuri Çelik'e Armağan, Đstanbul<br />

<strong>2001</strong>, 1378), Aslında Statüleri 399 s.KHK (RG.39.1.1990, 20417 M) ile<br />

düzenlenmiş olan "sözleşmeli personelin "iş sözleşmesi ile çalışanlarla<br />

karıştırılmaması için daha farklı bir terim kullanılması bu karışıklıkları<br />

önleyebilirdi (geçici personel, geçici memur, idari personel gibi) Kararda<br />

bir adım daha ileri gidilmiş, kamu görevi ile hiçbir ilgileri olmayan, sözleşmeli<br />

personel dışında işçi statüsünde hizmet akdiyle çalışan bir grup<br />

işçiye de kamu personeli statüsü tanınmıştır. Bunlar "kapsam dışı işçi-


lerdir". Kapsam dışı personel, toplu iş hukuku ile ilgili bir kavramdır. Đşçi<br />

oldukları, toplu iş sözleşmesinden yararlanmaları gerektiği halde, işverene<br />

yakınlıkları veya diğer bazı nedenlerle toplu sözleşmenin kapsamı<br />

dışında bırakılan işçilerdir. Bunlar hizmet akdiyle çalışan, Đş Kanunu ve<br />

Sosyal Sigortalar Kanununa tabi kişilerdir. Kapsam dışı bırakılmalarının<br />

bunların işçi sıfatını etkilemesi beklenemez (Çelik, 472; Tuncay, 1377).<br />

Hatta bunlar için "kapsam dışı personel" yerine "kapsam dışı işçi", "toplu<br />

sözleşmeden yararlanamayacak işçiler", "sözleşme dışı bırakılanlar", gibi<br />

bir terim kullanılması daha da uygun olurdu.<br />

Kararda değinilmemekle birlikte kararın temelinde Uyuşmazlık Mahkemesinin<br />

22.1.1996 t.li kararı yatmaktadır. (RG. 1.3.1996, 22567). Bu<br />

karara göre KĐT'lerde çalışan sözleşmeli veya kapsam dışı personelin kurumları<br />

ile aralarında çıkacak uyuşmazlıklar idari yargının görev alanına<br />

girmektedir. Uyuşmazlık Mahkemesi kararını 4046 s. Özelleştirme Uygulamalarının<br />

Düzenlenmesine Dair Kanun'un (RG.27.11.1994,22124) personelin<br />

nakli ile ilgili 22. maddesine dayandırmıştır. Bu maddeye göre,<br />

maddenin kapsamına girenler, 657 s.DMK'na tabi olanlar, sözleşmeli personel<br />

ve kapsam dışı personeldir. Uyuşmazlık Mahkemesi buradan, bunların<br />

üçünün de kamu personeli sayılacağı ve uyuşmazlık halinde idari<br />

yargıya başvuracakları sonucuna varmıştır. Bu olanaksızdır. 4046 s.K.<br />

özelleştirme uygulamasını düzenleyen bir kanundur. Ana amacı özelleştirmenin<br />

nasıl yapılacağıdır. Bu arada çalışanlara da bazı maddi (iş kaybı<br />

tazminatı) ve nakli (kadrolarında boş yer olan kurumlara kadrolu olarak<br />

atanma) imkanlar sağlanmıştır. Bu çalışanlar da memur, sözleşmeli personel<br />

ve işçidir. Madde sadece çalışanların işçi veya memur olmalarına<br />

bakılmadan bu yardımlardan ve yeni iş imkanlarından yararlanacaklarını<br />

belirtmek istemiştir, bu kadar. Bunların stütülerine ilişkin düzenleme ne<br />

22. maddede ne de yasanın diğer maddelerinde yoktur. Hatta 21. m. 506<br />

s. K.a göre yaşlılık aylığına hak kazananlar "iş kaybı tazminatından ve diğer<br />

hizmetlerden yararlanamaz" demektedir. Bir an için Uyuşmazlık<br />

Mahkemesi kararında ulaşılan sonucun doğru olduğunu kabul etsek bile<br />

bu statü ancak özelleştirme kapsamındaki KĐT'lerde, bulunan veya devlete<br />

bağlı işletmelerde (4046 s.K. m.1,A,a) çalışan ve nakilleri söz konusu<br />

olanları kapsayacaktır. KĐT sayılmayan, özelleştirme kapsamına girmeyen<br />

kurumlarda çalışanlarla nakilleri söz konusu olmayanlar bu statünün<br />

dışında kalacak, yani işçi sayılacaktır.<br />

Vardığımız sonucu karar açısından değerlendirirsek, sözleşmesi feshedilen<br />

kapsam dışı bırakılmış işçilerin, sözleşmeleri sona ermiş olacağından,<br />

ve davacı şirket bunlar için kuruma prim ödemek zorunda olmadığından,<br />

ihtirazi kayıtla ödemiş olduğu primleri faiziyle birlikte geri alabilecektir.<br />

239


c) Primlerin Resen Tespiti<br />

506 s.K.m.79.'da işverenin kuruma vermesi gereken prim belgeleri<br />

düzenlenmiştir. Bu belgeler kuruma verilmezse, kurum bir ay içinde fiilen<br />

veya kayden çalıştığını tespit ettiği sigortalılara ait belgelerin verilmesi<br />

konusunda işverene tebligat yapar. Buna rağmen yine belgeler verilmez<br />

veya eksik verilirse, Kurum bu belgeleri re'sen düzenler ve ihtiva ettiği<br />

prim tutarının ödenmesini ister (m.79/VII). Đşveren bir ay içinde prim<br />

borcunu ödemek veya Kurum Ünitesine itiraz etmek zorundadır. Đtirazı<br />

reddedilirse, red kararının tebliğinden itibaren bir ay içinde Đş Mahkemesine<br />

itiraz edebilir.<br />

— Yarg.10.H.D.26.2.<strong>2001</strong> t., 8250/1371 s.kararı yukarıda özetlediğimiz<br />

kuralın tekrarından ibarettir. Kararda ayrıca müfettiş tutanaklarının<br />

aksinin ancak eşdeğer belgelerle kanıtlanabileceğini bu açıdan elektrik<br />

aboneliğinin, vergi yoklama kağıdının işyeri bildirgesinin esas alınabileceğini,<br />

bunların birlikte değerlendirilerek sonuca gidilmesi gerektiği belirtilmiştir.<br />

d) Yanlış Mercie Đtiraz<br />

Yarg.10.HD.15.11.<strong>2001</strong> t., 7493/7794 s. kararında ilk itirazın bir aylık<br />

süre içinde Kurum Ünitesi yerine doğrudan Đş Mahkemesine yapılan<br />

itirazı geçersiz saymamış, davacıya mehil verilerek önce Kuruma itiraz<br />

imkanının verilmesini, Kurumun itirazı reddetmesi üzerine davaya devam<br />

edilmesini uygun bulmuş, mahkemeye yapılan itirazın geçersiz sayılarak,<br />

itiraz hakkının düşürülmesini MK.m.2'deki dürüstlük kuralına (objektif<br />

iyi niyete) aykırı bulmuştur.<br />

e) Primlerin Resen Hesaplanması<br />

506 s.K.un 79.m.deki primlerin resen tespiti dışında bir diğer denetim<br />

yolu da primlerin resen hesaplanması idi. Sigorta müfettişinin teftiş,<br />

kontrol ve denetimine bağlı bu yoldan yararlanarak, kurum müfettişleri,<br />

işverenin her türlü kayıt ve belgelerini inceleyerek, ilgililerden bilgi alarak,<br />

işverenin yapılan işe ve üretime göre, eksik bildirimde bulunduğunu<br />

saptayabiliyor, ek prim tahakkuku yapabiliyordu (asgari işçilik miktarı)<br />

(bkz. Güzel/Okur 162; ayrıca bkz. Okur, Sigorta Teftiş Kurulu Başkanlığına<br />

Đlişkin Bir Değerlendirme, Sosyal Güvenlik Dünyası, Mayıs-<br />

Temmuz <strong>2001</strong>, 23-33). Ancak "primleri resen hesaplama" yolunun dayanağı<br />

olan 4792 s.K.un 3917 s.K.la değişik 6.m. 4.10.2000 tarihinde yürürlüğe<br />

giren 616 s.KHK ile yürürlükten kaldırılmıştır.<br />

<strong>2001</strong> yılında verilen bir dizi karar, kesinleşmiş dosyalar dışındaki tüm<br />

işlemlerin dayanaktan yoksun kaldığına, görülmekte olan primlerin resen


hesaplanması davalarının, ek prim tahakkuk ve tahsiline ilişkin Kurum<br />

işlemlerinin ortadan kaldırılması gerektiğine işaret etmiştir (Yarg.<br />

10.HD.26.3.<strong>2001</strong>, 8048/2132, YKD. Temmuz <strong>2001</strong>; Yarg.<br />

21.HD.21.5.<strong>2001</strong>, 1727/3917; Yarg.21.HD.30.4.<strong>2001</strong>, 867/3401, YKD.<br />

Mart 2002, 437).<br />

f) Prim Borçlarından Sorumluluk<br />

aa) Aracının Sorumluluğu<br />

506 s.K.un 87/II m.ine göre "bir işte veya işin bir bölüm veya eklentilerinde<br />

işverenden iş alan ve kendi adına sigortalı çalıştıran üçüncü kişiye<br />

aracı denir".<br />

Đşyerindeki asıl çalışma dışındaki çalışmaların bağımsız çalışma mı,<br />

yoksa aracılık mı olduğunun önemi primlerden sorumluluk açısından<br />

kendisini göstermektedir. 87/1 e göre aracının prim borcundan, asıl işveren<br />

de müteselsilen sorumludur (bu kavram için bkz. Güzel/Okur, 125;<br />

Canbolat, Türk Đş Hukukunda Asıl Đşveren-Alt Đşveren Đlişkileri, Đstanbul<br />

1992, 12 vd; bu kavram Đş K.da "alt işveren" olarak geçmektedir)<br />

Yarg.10HD.13.9.<strong>2001</strong>,4151/5593s. kararında (YKD.Şubat 2002,226-<br />

227) işyerinin temizlik işlerini üstlenmiş olan şirketin aracı değil, bağımsız<br />

işveren olduğuna, aradaki sözleşmenin taşeronluk sözleşmesi olmayıp<br />

"anahtar teslimi iş yapmayı" hedefleyen bir sözleşme olduğuna karar vererek,<br />

asıl işverenin borçlu olmadığının tespiti amacıyla açtığı davayı reddeden<br />

mahkeme kararını bozmuştur. Kararın yasaya ve Yargıtay'ın yerleşmiş<br />

içtihatlarına uygun olduğu açıktır (Güzel, Yargıtay Kararları<br />

1987,270)<br />

bb) Yöneticilerin Primlerden Sorumluluğu<br />

506 s.K.80.m.de işverenleri özellikle de tüzel kişileri (kamu kurumları<br />

ile şirketleri) prim açısından zorlamak için bunların primden sorumlu<br />

memurları ile üst düzey yöneticilerini ödenmeyen primlerden sorumlu<br />

tutmuştur. Sorumlu tutulanlar kamu kurumlarında tahakkuk ve tediye<br />

ile görevli memurlar ile tüzel kişi işverenlerin (ticaret şirketleri, dernekler,<br />

vakıflar...) üst düzey yönetici veya yetkilileridir. Bunlar işverenlerle birlikte<br />

müteselsilen sorumludur. Bu sorumluluktan kurtulmanın tek yolu,<br />

haklı bir nedenle bir ödemenin yapılmamış oluşudur. (Güzel/Okur, 177,<br />

Tuncay, 176 Yargıtay Kararları, 2000, 197). Madde geçmişte olduğu gibi<br />

<strong>2001</strong>'de de değişik uyuşmazlıklara ve yargı kararlarına yol açmıştır.<br />

— Yarg.21.HD.6.6.<strong>2001</strong> t., 3900/5204 s. kararında (YKD, Mart, <strong>2001</strong>,<br />

439-440) kanunun 80/II hükmü tekrarlanarak, sigorta primlerini haklı<br />

neden olmaksızın süresi içinde tahakkuk ve tediye etmeyen Kamu Kurum<br />

241


ve Kuruluşlarının tahakkuk ve tediye ile görevli kamu görevlilerinin,<br />

mesul muhasip ve saymanları ile birlikte müteselsilen sorumlu olduklarını<br />

belirttikten sonra, Çıraklık Eğitim Merkezindeki çırakların<br />

ödenmeyen primlerinden Okul Müdürü ile birlikte, Milli Eğitim Bakanını<br />

da sorumlu tutmuştur. Karar 506/80,II dışında, 3308 s. Çıraklık ve<br />

Meslek Eğitim Kanununun (kanunun ismi 4702 s.K.la Meslek Eğitimi<br />

Kanunu olarak değiştirilmiştir) 25. maddesine ve bu konuda çıkarılan<br />

29.1.1987. t.,Yönetmeliğe de uygundur (21.HD.nin 31.5.<strong>2001</strong> t.,<br />

3898/4357 ve 31.5.<strong>2001</strong>, 3899/4358 s.lı kararı da aynı yöndedir)<br />

— Yarg.10.HD.nin 19.4.<strong>2001</strong>, 2542/2991 s.lı kararında "üst düzey<br />

yönetici" kavramına açıklık getirilmiş, bunların şirketi her konuda münferiden<br />

imzaları ile temsile ve ilzama yetkili kişiler olması gerektiğini belirtmiş,<br />

bunun da Ticaret Siciline tescil ve ilan edilen genel kurul kararlarından<br />

anlaşılacağına işaret etmiştir. Ayrıca bunların "haklı sebeple<br />

ödeyememeye ilişkin" delil ibraz edip etmediklerinin de araştırılmasını istemiştir.<br />

(Ayrıca bkz. 10.HD.15.2.<strong>2001</strong>, 756/996; 4.5.<strong>2001</strong>, 57/3493;<br />

5.7.<strong>2001</strong>, 4861/5324)<br />

— Yarg.21.HD.7.6.<strong>2001</strong> t., 4054/4530 s.lı kararında da, prim borçlarından<br />

sorumlu olmadığının tespiti için mahkemeye başvuran davacının,sicil<br />

memurluğu yazısından, sorumlu üst düzey, yönetici olduğunun<br />

anlaşılması üzerine, talebi kabul eden mahkemenin kararını bozmuştur.<br />

cc) Görev Süresi Dolan veya Đstifa Eden Yöneticinin Sorumluluğu<br />

Üst düzey yöneticinin primlerden sorumlu olabilmesi için bu sıfatının<br />

devam ediyor olması ve mali işleri yürütme konusunda da görevli ve<br />

yetkili olması gerekir. Mali konularda temsil yetkisi olmayan bir yönetim<br />

kurulu üyesini, sadece bu sıfatından dolayı primlerden müteselsilen sorumlu<br />

tutmak mümkün değildir. (Tuncay, 175; Güzel, Yargıtay Kararları<br />

1999, 326; Tuncay, Yargıtay Kararları, 2000, 197)<br />

— Yarg.10.HD.4.12.<strong>2001</strong> t., 6227/8534 s. kararında, 1.2.1999 tarihinde<br />

istifa eden, istifası 8.10.1999 tarihinde Ticaret Sicili gazetesinde<br />

ilan edilen yönetim kurulu başkanını primlerden sorumlu tutmamıştır.<br />

10.HD.gerekçe olarak, üst düzey yöneticinin sorumluluğu için iki koşulun<br />

gerektiğini, bunların, borcun gerçekleştiği dönemde yönetici sıfatını<br />

taşımak ve borcun asıl borçlu tüzel kişiden tahsil edilememesi olduğunu,<br />

istifa ilan tarihinden geçerli olacağı için (TTK.323) bu koşulun<br />

gerçekleşmiş sayılacağını,ancak ikinci koşulla ilgili yeterli araştırma yapılmadığından,<br />

bu nedenle kararı bozduğunu belirtmiştir.<br />

— Yarg.10.HD.15.3.<strong>2001</strong>, 1590/1713 s. Kararında, istifa edip, hissesini<br />

başka ortağa devreden ve durumu ticaret sicili gazetesinde ilan edi-


len, şirketle ilişiğini kesmiş ortağın, ilan tarihinden sonraki primlerden<br />

sorumlu olmayacağını belirterek, tüm borçlar açısından Kurumun ödeme<br />

emrini iptal eden mahkeme kararını bozmuştur. Kararda "bozma"dan söz<br />

ediyorsa da "bunun", kısmi bir bozma olduğunu düşünüyoruz.<br />

— Yarg.10.HD.3.12.<strong>2001</strong> t., 7818/8480 s.lı, karşı oylu kararı karar<br />

metninden ve karşı oy yazısından açıkça anlaşılamamaktadır. Ancak buradaki<br />

tartışma ve açıklamalara yol açmak amacıyla kararı değerlendirmeye<br />

aldık. Davacı üç kişi prim borçlarından sorumlu olmadıklarına ilişkin<br />

bir tespit davası açmışlardır. Ancak davacılardan Orhan'ın daha önce<br />

açılmış bir davası ve bu dava sonucu, şirketin yönetim kurulu başkan ve<br />

üyeliğinden ayrıldıktan sonraki primlerden sorumlu olmadığına ilişkin 21<br />

HD. tarafından aranarak kesinleşmiş bir mahkeme kararı vardır. 10.HD.<br />

bu davaların müddeabihinin (netice-i talep) farklı olduğunu, bu nedenle<br />

mahkemenin Orhan'ın elindeki karara dayanarak onun sorumsuzluğuna<br />

karar verilemeyeceğini ileri sürerek, kararı bozmuştur. Yine 10.HD.ne<br />

göre Orhan'ın sorumluluğu, bozmanın dışında kaldığından, Orhan'la ilgili<br />

karar kesinleşmemiştir ve ortada usuli kazanılmış hak yoktur. Karşı oyda<br />

ise maddi hatadan söz edilmekte, HUMK.nun 438.m. göre maddi hataya<br />

dayalı bozmanın taraflar yararına usuli kazanılmış hak doğurmayacağı<br />

vurgulanmaktadır. Karşı oyda maddi hatanın nerede olduğu belirtilmediği<br />

gibi, karardaki müddeabih farklılığının ne yönde olduğunu da tespit edemedik.<br />

Bu nedenle gerek görülürse, karara ilişkin son değerlendirmeleri<br />

tartışma bölümüne bırakıyoruz.<br />

dd) Prim Borçlarında Tebligat<br />

Yarg.HGK.11.4.<strong>2001</strong> t., 21-359/361 s.lı kararında, prim borçları ile<br />

ilgili işlemlerde tebligatın 7201 s. Kanuna göre yapılması gerektiği, bu<br />

nedenle faksla yapılan tebligatın geçerli olmayacağı belirtilmiştir. Bilgi<br />

amacıyla karara işaretle yetiniyoruz.<br />

ee) Gecikme Zammına Faiz Uygulanması<br />

506 s.K.80.m.de primlerin nasıl hesaplanıp ödeneceğini düzenlemiş,<br />

aynı maddenin IV. fıkrasında da süresinde ödenmeyen prim ve diğer alacaklar<br />

hakkında 6183 s.Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun<br />

Hükümlerinin uygulanacağını belirtmiştir. Buradaki tartışma gecikme<br />

zammının niteliği ve gecikme zammına faiz uygulanıp uygulanmayacağıdır.<br />

Bu konuda Yarg. 10.HD. ile 21.HD. farklı düşünmektedir.<br />

10.HD.ne göre gecikme zammı primin süresinde ödenmemesinin yaptırımından,<br />

kurum alacakları yönünden faiz niteliğindedir. Bu nedenle gecikme<br />

zammına faiz yürütülemez. (Yarg. 10.HD. 5.4.<strong>2001</strong>, 2048/2628, bu<br />

görüş 3.12.<strong>2001</strong>,7818/8480 sayılı kararda da tekrarlanmıştır)<br />

243


21.HD. ise gecikme zammının faiz olmayıp, bir tür gecikme tazminatı,<br />

bir tür medeni ceza niteliğinde olduğu görüşündedir. 11.6.<strong>2001</strong>;<br />

4373/4633, YKD, Aralık <strong>2001</strong>, 1867-1868; Çenberci, 637; Şakar, Yargıtay<br />

Kararları 1989, 199; YHGK, 13.12.1989t., 11-706/661;Tuncay, 174) Bu<br />

nedenle faize faiz yürütülmeyeceği kuralı gecikme zammı için uygulanmaz.<br />

Borçlunun mütemerrit olduğu tarihten itibaren gecikme zammına<br />

faiz istenebilir.<br />

Đsmine ne denirse densin gecikme zammı, primlerin belli sürede<br />

ödenmemesinin bir yaptırımıdır. 6183 s.K. 51. maddesinde "amme alacağının<br />

ödeme müddeti içinde ödenmeyen kısmına vadenin bitim tarihinden<br />

itibaren her ay için ayrı ayrı %7 gecikme zammı tatbik olunur.../...<br />

"vergi ziyan cezası" hariç olmak üzere ceza mahiyetinde olan amme alacaklarına<br />

gecikme zammı tatbik edilmez...." denmektedir. Bu düzenleniş<br />

biçimi, gecikme zammı oranları konusunda Bakanlar Kuruluna verilen<br />

oldukça geniş takdir yetkisi, bizde gecikme zammının faiz yönünün ağır<br />

bastığı kanaatini uyandırmıştır. Maddedeki ceza niteliğindeki amme alacaklarına<br />

gecikme zammı uygulanamayacağı kuralı da bunu desteklemektedir.<br />

Gecikme zammının bizzat kendisi, ceza niteliğinde bir amme<br />

alacağı olduğuna göre (primleri zamanında ödememenin cezası) buna ayrıca<br />

bir de faiz uygulanması düşünülemez.<br />

8. Đdari Para Cezası<br />

a) Đdari Para Cezasına Đtiraz<br />

506 s.K. 140/IV m. de idari para cezalarına itiraz konusunda özel bir<br />

prosedür öngörmüştür. Đdari para cezaları tebliğinden itibaren 7gün<br />

içinde kuruma ödenecek veya Kurum ilgili ünitesine itiraz edilecektir. Đtirazın<br />

reddi halinde de 7 gün içinde Sulh Ceza Mahkemesine başvurulabilecektir.<br />

(m.nin ilk metninde yetkili mahkemeye başvurulabileceği belirtilmiştir.<br />

Yetkili mahkemenin Sulh Ceza mahkemesi olduğu yargı kararları<br />

ve doktrince belirlenmiş. (bkz. Şakar, Yargıtay Kararları 1988,1989;<br />

Tuncay, Yargıtay Kararları 1991), 6.5.1993 t., 3910 s.K.la da yetkili<br />

mahkemenin Sulh Ceza mahkemesi olduğu yolunda madde değiştirilmiştir.<br />

Uygulamada sorun bu özel prosedüre uyulmamasından,ceza kesinleştikten<br />

sonra ayrıca Đş Mahkemesinde dava açılmasından, iş mahkemesinde<br />

hem idari para cezasında hem de 79/8 (10) a göre yapılan tahakkuk<br />

birlikte itirazdan, Sulh Ceza Mahkemesine itirazın 79. m.ya göre<br />

yapılan tahakkuku etkilememesinden kaynaklanmaktadır.<br />

— Yarg.10.HD.24.4.<strong>2001</strong>t., 2823/3029 s. kararında, idari para cezalarına<br />

itiraz için öngörülen özel prosedürü vurgulamış, süresi içinde idari<br />

para cezasına karşı Sulh Ceza Mahkemesine başvurulmaması halinde


idari para cezasının kesinleşeceğini, artık buna karşı Đş Mahkemesinde<br />

menfi tespit ve itiraz davası açılamayacağını belirtmiştir.<br />

— Yarg.10.HD.25.6.<strong>2001</strong> t., 4592/4896 s. kararında, borçlu olmadığının<br />

tespiti için Đş Mahkemesine başvuran ve mahkemenin görevsizlik<br />

kararı vermesi üzerine kararı temyiz eden davacının durumunu incelerken,<br />

süresinde Sulh Ceza Mahkemesinde dava açılmaması halinde, idari<br />

para cezasının kesinleşeceğini ve buna karşı Đş Mahkemesinde menfi<br />

tespit ve itiraz davası açılamayacağını belirtikten sonra görevsizlik kararı<br />

verilemeyeceğine, davacıya Sulh Ceza Mahkemesine başvurmak üzere<br />

mehil verilmesi gerektiğine karar vermiştir. 10.HD. bunu bir ön mesele<br />

saymış, menfi tespit davasının Sulh Ceza Mahkemesinden gelecek karara<br />

göre sonuçlandırılmasını istemiştir. Bizce menfi tespit davası idari para<br />

cezasına ilişkin ise, buna imkan yoktur. Sulh Ceza Mahkemesinin kararı<br />

ile idari para cezası konusu kesinleşmiştir. Davada ayrıca 79/8 ile (resen<br />

tahakkuk) ilgili bir talep varsa bu ayrıca incelenmelidir. (Centel, Yargıtay<br />

Kararları 1996, 266; Tuncay,Yargıtay Kararları 2000, 202; Demircioğlu/Güzel,<br />

139)<br />

b) Đdari Para Cezası ve Resen Tahakkuk<br />

— Yarg.10.HD.nin 3.12.<strong>2001</strong> t., 7844/8482 s. kararına konu olayda<br />

davacı Đş Mahkemesinde hem idari para cezasına, hem de 79/7,8'e göre<br />

yapılan resen tahakkuka itiraz etmiştir. Mahkeme görev yönünden davayı<br />

reddetmiştir. Yarg. 10.HD. mahkeme kararının, idari para cezasına ilişkin<br />

davanın iş mahkemesinde açılamayacağı kısmını,kabul etmiştir. Ancak<br />

burada görevsizlik kararı değil, red kararı verilmesi gerektiğine işaret etmiştir.<br />

Kararın 79/ 7,8, madde ile ilgili kısmı açısından ise, mahkemenin<br />

verdiği görevsizlik kararını bozmuştur. 10.HD. ine göre davacının resen<br />

tahakkuk konusundaki talebi incelenmelidir. Böylece sulh ceza mahkemesine<br />

başvurulmaması nedeniyle kesinleşen idari para cezasına yol açan<br />

idari işlem, Đş Mahkemesi tarafından ele alınıp araştırılabilecektir. Bu<br />

sonuç ise bu konudaki diğer yargı kararları ile ve doktrindeki görüşlerle<br />

çelişmektedir.<br />

— Yarg.10.HD.nin 10.4.<strong>2001</strong> t, 582/2766 s. kararında da, Đş Mahkemesinde<br />

hem idari para cezasına (m.140), hem de resen tahakkuka<br />

(m.79) itiraz edilmiş, mahkeme davayı reddetmiştir.<br />

10.HD. kararın idari para cezasına ilişkin kısmını isabetli bulmuş,<br />

prim borcu ve gecikme zammına ilişkin kısmı için de, borcun süresinde<br />

itiraz edilmediği için kesinleştiğini, iptali için Đş Mahkemesinde dava açılamayacağını<br />

vurgulamıştır. 10.HD. ayrıca 4792 s.K.un 616 s. K.la ortadan<br />

kaldırılmış olmasının da davayı etkilemeyeceğini, zira 616 nın iptali-<br />

245


nin ileriye dönük hüküm doğuracağını, kesinleşmiş durumları etkilemeyeceğini<br />

belirtmiştir.<br />

— Yarg.21.HD.nin 18.6.<strong>2001</strong>, 4490/4822 s.lı kararının konusu da<br />

idari para cezasına itiraz ve haksız tahsil edilen primlerin iadesidir. Mahkeme<br />

idari para cezası kesinleştiği için bu konuda görevsizlik kararı vermiş,<br />

ölçümleme (resen tahakkuk) konusunda ise davacıyı haklı bulmuştur.<br />

21. HD. Đdari para cezası konusunda görevsizlik değil, red kararı verilmesi<br />

gerektiğini belirtmiş, tahsil edilen prim borcu ve gecikme zammının<br />

iadesi kararını da yasaya uygun bulmuştur. 21. HD.ne göre ölçümleme<br />

yetkisi veren 616 s. KHK. nin iptalinin yürürlük tarihinde prim<br />

borcu kesinleşmediğinden davacıya iadesi gerekir. (Yarg. 10.HD.<br />

2.4.<strong>2001</strong>, 1178/2388 s. kararı da bu yöndedir)<br />

— Yarg.21.HD.9.7.<strong>2001</strong> t., 5222/5400 s. karara konu olayda, davacıya<br />

79/8 gereğince tebligat yapılmış, tebligata rağmen kayıtlarını ibraz<br />

etmeyince de, prim ve gecikme zammı tahakkuk ettirilmiş ayrıca idari<br />

para cezası verilmiştir. Davacı süresi içinde idari para cezasına Sulh Ceza<br />

Mahkemesinde itiraz etmiş, ancak primlerle ilgili olarak 79/8 maddedeki<br />

prosedüre göre kurum ünitesine ve iş mahkemesine başvurmamış, daha<br />

sonra prim borcu ve gecikme zammının iptali için Đş Mahkemesinde dava<br />

açmıştır.<br />

Yarg.21.HD.79/8 deki özel prosedüre uyulmadığı için prim borcu ve<br />

gecikme zammının kesinleştiğine, idari para cezasının iptali için sulh ceza<br />

mahkemesine başvurulmasının, yasal süre dışında açılan davanın görüşülmesine<br />

imkan vermeyeceğine işaret ederek mahkeme kararını bozmuştur.<br />

Gerçekten idari para cezası ve 79/8 göre primlerin resen tahakkuku<br />

farklı kurumlardır. Aynı işlemden kaynaklansa da, bunlar için ayrı prosedürler<br />

öngörülmüş, bunlara uymamanın yaptırımları farklı düzenlenmiştir.<br />

140. maddede, belli yükümlülükleri belli zamanda yerine getirmemek<br />

"idari para cezasını" gerektirir. 79/7,8'e aykırılık ise resen tahakkuka<br />

yol açar. Nitekim 140. m.de idari para cezası uygulamasının, belgeleri<br />

kuruma verme yükümlülüğünü kaldırmayacağı açıkca hükme bağlanmıştır.<br />

III. BA⁄-KUR KANUNU ĐLE ĐLGĐLĐ KARARLAR<br />

1. Zorunlu Sigortalılık<br />

a) Vergi Kaydı-Sicil Kaydı-Meslek Kuruluşu Kaydı


<strong>2001</strong> yılı kararlarının bu kısmı da zorunlu Bağ-Kur sigortalılığı ile ilgili<br />

olup, bu konuda, vergi kaydı, sicil kaydı ve meslek kuruluşu kaydının<br />

ne zaman ve nasıl aranacağına ilişkindir.<br />

— Yarg.21.HD.15.2.<strong>2001</strong>, 1081/1147 s.lı kararı (YKD. Ağustos <strong>2001</strong>,<br />

1251-1252) zorunlu Bağ-Kur sigortalılığının koşulları ile ilgilidir. Davacı<br />

belli dönemde sigortalı olduğunun tespiti için dava açmış, mahkeme davacı<br />

vergi mükellefi olmadığı için talebi reddetmiştir. 21.HD. Bağ-Kur sigortalısı<br />

sayılması için vergi mükellefi olmanın şart olmadığını, vergi mükellefi<br />

olmadığı halde esnaf ve sanatkar siciline kayıtlı olanların da zorunlu<br />

Bağ-Kurlu sayılacağını belirterek kararı bozmuştur. Olayda da zaten<br />

meslek kuruluşu kaydı esas alınarak Bağ-Kur'a kayıt yapılmış ve<br />

primler de ödenmiştir.<br />

Sorun 24 m.de, Bağ-Kur'lu olmak için, bağımsız çalışma, başka sosyal<br />

güvenlik kurumuna bağlı olmama dışında ayrıca belli meslek grubu<br />

içinde yer alma koşulunun da aranmış olmasından kaynaklanmaktadır.<br />

Gerçekten m. 24, I, (a), Bağ-Kur sigortalısı olmak için vergi mükellefi olma<br />

veya Esnaf ve Sanatkarlar siciline veya meslek kuruluşuna kayıtlı olmayı<br />

da aramaktadır. Maddenin ilk şeklinde meslek kuruluşuna yazılmayı<br />

zorunlu görmüştü. 19.4.1979 t., 2229 s.k.la bu koşul kaldırılmıştır.<br />

Ancak 1.4.1982 t.2654 s.K. Bağ-Kur'lu olabilmek için gerçek veya götürü<br />

usulde vergi mükellefi olma koşulu getirmiştir. Aynı yasa vergiden muaf<br />

olanları da meslek kuruluşuna kayıtlı olma koşuluyla Bağ-Kur sigortalısı<br />

saymıştır. (h bendi). Nihayet 14.5.1985 t., 3165 değişikliği ile vergi mükellefi<br />

olanlar ve meslek kuruluşuna kayıtlı olanlar yanında "esnaf ve sanatkar<br />

siciline kayıtlı olanlar da Bağ-Kur'lu sayılmıştır" (Güzel, Zorunlu Bağ-<br />

Kur Sigortalılığı, Kenan Tunçomağ'a Armağan, Đstanbul 1997, 205 vd;<br />

Güzel, Yargıtay kararları 1999, 369; Şakar Yargıtay Kararları 1988, 227).<br />

Zaten 25. m.de sigortalılığın başlangıcını düzenlerken vergi mükellefi<br />

olanlar için mükellefiyetin başlangıç tarihini, gelir vergisinden muaf<br />

olanlar ile vergi kaydı bulunmayanlar için de Esnaf ve Sanatkar Siciline<br />

veya kanunla kurulu meslek kuruluşuna kayıt tarihinin esas alınacağını<br />

belirterek, Bağ-Kur sigortalısı olmak için vergi mükellef olmanın,<br />

dolayısıyla vergi kaydının şart olmadığını da vurgulamış olmaktadır. Bu<br />

hükümlere göre sigortalılık zorunludur ve kendiliğinden başlar.<br />

Son olarak 24.8.2000 t. 619 s. KHK ile, gelir vergisinden muaf olup<br />

esnaf ve sanatkar siciline veya meslek kuruluşuna kayıtlı olanların sigortalılıklarının<br />

kayıt tarihinden değil, kayıtlı olmak koşuluyla talep tarihinden<br />

başlayacağını belirtmiştir. Buna göre kayıt olsa da talep yoksa Bağ-<br />

Kur sigortalılığı başlamayacaktır.<br />

247


— Yarg.21.HD.6.12.<strong>2001</strong> t., 7868/8378 s.lı kararında Bağ-Kur'lu olmanın<br />

temel koşulu olan bağımsız çalışma koşulu vurgulanmaktadır.<br />

Bağımsız faaliyet yoksa, vergi kaydı, sicil kaydı veya meslek kuruluşu<br />

kaydına dayanılarak sigortalı sayılmak mümkün değildir. (Güzel, Bağ-Kur<br />

Sigortalılığı,202; Tuncay, 428;Tuncay Yargıtay Kararları 2000, 225,<br />

Şakar, Yargıtay Kararları 1989,200). Karara konu olayda dava, vergi<br />

kaydını yaptırarak bağımsız faaliyete başlama (oto tamirciliği), bir ay<br />

sonra Esnaf ve Sanatkar Siciline kayıt tarihi esas alınarak Bağ-Kur sigortalılığı<br />

başlatılmıştır (1979 değişikliği ile sigortalılığın başlangıcı için sicil<br />

kaydı zorunluluğu kaldırılmıştır). Davacı beş yıl sonra vergi kaydına esas<br />

olan faaliyetine son vererek vergi kaydını sildirmiştir. Üç yıl sonra da yeniden<br />

faaliyete başlamış, yeniden vergi kaydı açtırmıştır. Sicil kaydı aralıksız<br />

devam etmiştir. Davacı faaliyetine ara verdiği fakat sicil kaydını<br />

sürdürdüğü ara dönemin de sigortalılığına eklenmesini istemektedir. 21.<br />

HD. haklı olarak bağımsız faaliyet olmaksızın, mücerret oda kaydının, sigortalılığa<br />

yetmeyeceğini belirterek, talebi kabul eden mahkeme kararını<br />

bozmuştur.<br />

Gerçi burada 24.m.nin I,(a) bendinde vergi kaydı, sicil kaydı veya<br />

meslek kuruluşu kayıtlarından herhangi birinin varlığının yeterli olacağı<br />

3165, s.K.la vergi kaydının ve vergiden muaf olma koşulunun kaldırıldığı<br />

düşünülebilirse de, ilk fıkrada Bağ-Kur'lu olmak için aranan bağımsız çalışma<br />

ve başka Sosyal Güvenlik kuruluşuna bağlı olmama koşullarının<br />

temel olduğu, sicil kayıtlarının bunlara ek olarak arandığı gözden uzak<br />

tutulamaz.<br />

— Yarg.10.HD.26.3.<strong>2001</strong> t., 2121/2124 s. davada da vergi kaydı sicil<br />

kaydının sigortalılık başlangıç tarihine etkisi tartışılmaktadır.<br />

Davacı 1.1.1975 de vergiye tabi olarak bağımsız faaliyetine başlamış,<br />

26.6. 1979'da da Derneğe kaydını yaptırmıştır. Bağ-Kur sigortalılığı, derneğe<br />

kayıt tarihinden başlatmış, davacı işe başlangıcın, vergi kayıt ve bağımsız<br />

faaliyete başlangıç tarihine (1.1.1975) çekilmesi için dava açmıştır.<br />

10.HD. olayda bağımsız faaliyet ve yevmiye kayıt tarihinin 1.1.1975<br />

olduğunu, 1.1.1975 itibariyle de Bağ-Kur'a giriş yapılmış bulunduğunu,<br />

meslek kuruluşuna daha geç kayıt yapılmış, olmasının ve primlerin bir<br />

kısmının ödenmemiş oluşunun, her türlü hak ve yükümlülüğün<br />

1.1.1975'den başlamasına engel olamayacağını belirterek, davayı reddeden<br />

mahkeme kararını bozmuştur.<br />

Mahkeme, 24 m.nin ilk şeklinde vergi kaydı yanında, meslek kuruluşuna<br />

kaydı da aradığı için, Bağ-Kur'un sigortalılığı meslek kuruluşuna<br />

kayıt tarihinden başlatmasını doğru bulmuştur. Ancak sigortalılığı idari


ir işleme veya sicile kayıta bağlamak sosyal güvenliğin temel amacına<br />

aykırıdır. Bu konuda temel ilke faaliyete başlamadan (nitekim 506s.K.<br />

6.m. de çalışmaya başlamakla sigortalılığın kendiliğinden başlayacağını<br />

belirterek, bunun için ayrıca ek olarak sendika, dernek ve kuruluşa üye<br />

olmayı aramamaktadır). Nitekim 1979'daki 2229 s.K. değişikliği ile bu<br />

koşul kaldırılmıştır. Kamu düzenine ilişkin böyle bir hükmün, ileriye dönük<br />

olarak değil, o andaki tüm sigortalılara, geriye dönük olarak, eski<br />

çalışma sürelerini de kapsayacak biçimde uygulanması gerekir.<br />

b) Limited Şirket Ortağının Sigortalılığı<br />

506 s.K.m.24/I,a'da kendi hesabına bağımsız çalışan gerçek kişilerden<br />

kimlerin Bağ-Kur'lu olacağını düzenlemiş, izleyen bentlerde ise<br />

(b,c,d,e,f,g) hangi şirket ortağı gerçek kişilerin Bağ-Kur'lu sayılacağını<br />

hükme bağlamıştır. Buradaki zorluk, şirket ortaklarından aynı zamanda<br />

şirkette fiilen çalışanların durumudur. Yani şirket ortağı ile, şirket arasındaki<br />

hukuki ilişkinin niteliğidir. Kural olarak şirketin yönetim ve<br />

temsili bir şirket ortağına bırakılmışsa aradaki ilişki hizmet akdi olarak<br />

değil, vekalet akdi olarak düşünülmelidir.<br />

— Yarg.10.HD.13.2.<strong>2001</strong> t., 818/942 s.lı kararı (YKD, Temmuz<br />

<strong>2001</strong>,1017) Bağ-Kur sigortalılığının iptaline, 506 s.K.a tabi sigortalı olduğunun<br />

tespitine ilişkindir. Mahkeme davayı kabul etmiştir 10.HD., davacının<br />

şirketin kurucu ortağı, müdürü, yetkili temsilcisi olduğu, 82 kişinin<br />

çalıştığı bir şirkette, temsil yetkisini taşıyan, müdür ortağın, işçi olamayacağı,<br />

yani hizmet akdiyle çalıştığının kabulünün imkansız olduğu gerekçeleri<br />

ile kararı bozmuştur.<br />

— Yarg.21.HD.3.12.<strong>2001</strong> t., 7677/8260 s.lı kararında, davacı SSK.na<br />

göre sigortalı olduğunun tespiti ile, yaşlılık aylığı bağlanmasını istemiş<br />

mahkeme de talebi kısmen kabul etmiştir. 21. HD., davacının SSK.na tabi<br />

zorunlu sigortalı olarak kabul edilemeyeceğini belirterek kararı bozmuştur.<br />

21.HD, davacının, limited şirketin 57/100hissesine sahip üst<br />

düzey yöneticisi olduğunu, kendi adına şirket ortağı olarak kazanç elde<br />

ettiğini, 24. maddenin açık hükmü karşısında Bağ-Kur sigortalısı olduğunu<br />

belirterek kararı bozmuştur.21 HD. Olayda 619 s.KHK'nin geçici<br />

1.maddesi uygulanarak KHK.nin yürürlüğüne kadar (4.10.2000) kayıt ve<br />

tescilini yaptırmayanların hak ve mükellefiyetlerinin 4.10.2000'den başlayıp<br />

önceyi etkileyemeyeceği (yani bu tarihten öncesine yönelik Bağ-Kur<br />

sigortalılığının gündeme getiremeyeceği, dolayısıyla SSK sigortalısı olmanın<br />

reddedilemeyeceği) iddiasının da dinlenemeyeceğini ileri sürmüştür.<br />

Zira 619 s.KHK Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş ve iptal de<br />

8.8.<strong>2001</strong>'den itibaren yürürlüğe girmiştir.<br />

c) Muhtarın Sigortalılığı<br />

249


29.8.1977 t.2108 s.kanunla köy ve mahalle muhtarlarından bir sosyal<br />

güvenlik kurumuna bağlı olmayanlar Bağ-Kur kapsamına alınmışlardır.<br />

Bunlar yeniden seçilmeme veya görevlerinden ayrılma hallerinde<br />

primlerini ödeyerek Bağ-Kur'la ilişkilerini sürdürebilirler. (Güzel/Okur,<br />

460 Tuncay, 429; Güzel, Yargıtay Kararları 1985, 190; Güzel, Bağ-Kur<br />

Sigortalılığı, 210).<br />

Yarg.21.HD.21.2.<strong>2001</strong> t., 9415/1377 s. kararı muhtarın sigortalılığına<br />

ilişkindir. Davacı muhtar, muhtar seçildiğinde isteğe bağlı SSK sigortalısı<br />

olduğunu, hakkında 2108 s. K.un uygulanamayacağının tespitine,<br />

SSKurumunca iptal edilen isteğe bağlı SSK sigortalılığının tanınmasını<br />

istemiştir. Mahkeme talebi kabul etmiş 21.HD. ise bu kabul kararını<br />

bozmuştur.<br />

21.HD.ne göre sorun 2108 s.K.un 4.m.inin yorumunda düğümlenmektedir.<br />

Bu maddeye göre köy ve mahalle muhtarları seçildikleri sırada,<br />

herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı değillerse 1479 s. Bağ-Kur<br />

kanunu kapsamına alınacaklardır. Đsteğe bağlı sigortalı olmak, maddede<br />

anılan "bir sosyal güvenlik kurumuna bağlılık" olarak yorumlanabilir mi<br />

21. HD. Buna olumsuz cevap vermektedir. Bu bağlılıktan amaç isteğe<br />

bağlı sigortalılık olmayıp mecburi sigortalılıktır. Bağ-Kur sigortalısı olmak<br />

hak ve yükümlülüğünden kaçınılamaz. Bağ-Kur K. m.26 bunu açıkça ortaya<br />

koymaktadır.<br />

Gerçekten amaç muhtarlara bütünüyle bir sosyal güvenlik paketi<br />

sunmaktır. 2108 s.K. muhtarlar 2108 s.K. kapsamına alınmıştır, demektedir.<br />

Buna engel olacak tek neden, muhtarın daha önce başka bir sosyal<br />

güvenlik kurumuna tümüyle bağlı olmasıdır. (Yani ya SSK'na ya<br />

T.C.Emekli Sandığına, veya 506 s.K.un geçici 20.maddeye giren sandıklardan<br />

birine) isteğe bağlı sigortalılık sadece malüllük yaşlılık ölüm sigortalıları<br />

açısından bir bağlılıktır. Yasanın amacı ise, muhtarı tüm risklere<br />

karşı güvenceye alarak onları korumaktır. Bu nedenle isteğe bağlı sigortalılığı,<br />

muhtarın zorunlu Bağ-Kur'lu olmasına engel saymayan 21.HD.<br />

kararı yasanın amacına uygundur.<br />

d) Bağ-Kur Sigortalılığı ve Askerlik Borçlanması<br />

SSK ve TCES'da olduğu gibi Bağ-Kur'da da askerlik borçlanması "kabul<br />

edilmiştir (Ek m.9; Güzel/Okur, 507). Ayrıca ek geçici m.4'e göre isteğe<br />

bağlı sigortalılara da 10 yıllık bir borçlanma imkanı tanınmıştır.<br />

Yarg. 21.HD.nin 5.7.<strong>2001</strong> t., 4287/5306 s.lı kararında, bir süre zorunlu<br />

Bağ-Kur'lu olarak çalıştıktan uzunca bir süre sonra isteğe bağlı<br />

Bağ-Kur statüsüne geçen ve isteğe bağlı Bağ-Kur'lulara tanınan 10 yıllık<br />

borçlanma imkanı yanında askerlik borçlanması da yapan davacının du-


umudur. Davacı hem isteğe bağlı, hem de askerlik borçlanmasının geçerli<br />

olduğunun tespitine karar verilmesini istemiş, mahkeme talebi reddetmiştir.<br />

Davacının bu davayı açma nedeni, isteğe bağlı borçlanma miktarı<br />

ile, askerlik borçlanma miktarının ayrı ayrı belirtilmemiş oluşudur.<br />

21 HD, böyle bir belirtmeye gerek olmadığı, önemli olanın borçlanma bedellerinin<br />

yasada belirlenen süre içinde ödenmesidir, bunlar süresinde<br />

ödendiğine göre davanın kabulü gerekirken reddi isabetli değildir diyerek,<br />

mahkeme kararını bozmuştur.<br />

Burada borçlanma miktarının ayrı ayrı belirtilmesinin aranması sanırız<br />

bu sürelerin çakışıp çakışmadıklarını görmek ihtiyacından doğmaktadır.<br />

Ancak karardaki açıklamalardan böyle bir çatışmanın olmadığı anlaşılmaktadır.<br />

Davacı askerliğini Bağ-Kur sigortalılığından çok önce<br />

yapmıştır. Đsteğe bağlı sigortalılık da zorunlu Bağ-Kur sigortalılığından<br />

çok sonradır. Mahkemenin bu ayrı ayrı belirtme ihtiyacını, borçlanma<br />

karşılığı ödenecek primlerin hesabı açısından görmek istediği düşünülse<br />

de bu davanın reddini değil, dava sırasında bu konunun araştırılmasını<br />

gerektirir ki, bu da mahkemenin görevleri arasında olup, mahkeme yapmadığı<br />

araştırmanın bedelini, davacıya davanın reddi yoluyla ödetemez.<br />

2. Bağ-Kur'da Tespit Davaları<br />

<strong>2001</strong> kararlarının Bağ-Kur'la ilgili olanlarının önemli bir bölümü de<br />

tespit davalarıyla ilgilidir. Kısa bir girişten sonra tespit davası ile ilgili ilginç<br />

kararları ayrı ayrı ele alıp değerlendirmeye çalışacağız.<br />

10.HD.nin 21.4.1994 t. 2350/7821 sayılı kararı, 1479 s.K.da 506<br />

K.daki 79/8 (10)'a benzer bir hüküm olmadığı gerekçesiyle, mahkemenin<br />

sigortalı yararına yaptığı tespiti bozmuş, YHGK'da bu konuda yerel mahkemeyi<br />

haklı bularak direnme kararını onamıştır. (ĐKĐD. sy. 425, 1996,<br />

11831). YHGK'nun bu görüşü bu gün de sürmektedir.<br />

1995 seminerinde kararları değerlendiren Sözer, bu konuda, tespit<br />

davaları bir hukuki ilişkinin var olup olmadığının saptanmasına ilişkin<br />

davalardır. HUMK'da açıkça düzenlenmiş değildir. Bazı yasalarda tespit<br />

davalarına işaret eden hükümler bulunmakla birlikte (2822<br />

s.Sen.K.m.46;506 s.SSK m.79/8 (10) gibi). Ancak Türk hukuk doktrininde<br />

ve Yargıtay kararlarında bu davaların açık hüküm bulunmayan<br />

hallerde de açılabileceği konusunda görüş birliği vardır. (Sözer, Yargıtay<br />

Kararları 1995, 215-216; ayrıca bkz. Kuru/Arslan/Yılmaz, Medeni Usul<br />

Hukuku, Ankara <strong>2001</strong>, 324 vd.)<br />

— Yarg.21.HD.2.4.<strong>2001</strong>, 2023/2452 s. kararında, sigortalı hizmet süresinin<br />

tespiti ile yaşlılık aylığına hak kazanmış olduğunun tespitini istemiş,<br />

Yarg. 21.HD. mahkemenin talebi kabul eden kararını bozmuştur.<br />

251


21.HD.nin bozma nedeni davacının Bağ-Kur kapsamında bulunmadığı bir<br />

dönemi sigortalılığına saydırmak istemesidir. Bunun yasal olmadığı açıktır.<br />

Kararda, katılmadığımız nokta, 506 s.K.un 79. m.ine gönderme yapılışıdır.<br />

Sanki böyle bir hüküm olmadığı için, davacı, çalışmadığı, vergi<br />

kaydı da bulunmayan bu dönemi sigortalılığına saydıramamıştır. Böyle<br />

bir hüküm olsaydı bile çalışılmayan bir dönemin, sigortalılığa saydırılması<br />

imkansızdır. Bu sonuç 506 s.K. m.79/10 açısından da geçerlidir. Kararda<br />

da anıldığı gibi (2654 s.K.la eklenen geçici m.13) sigortalılık niteliği<br />

taşıdığı halde kayıt ve tescil yaptırmamış olanlara tescil için yeni bir<br />

imkan verildiği gibi, kayıt ve tescil varsa, vergi dairesine kayıtlı olarak çalışılan<br />

dönem (1.10.1972-20.4.1982 arasında olmak kaydıyla) kendi nam<br />

ve hesabına bağımsız çalışma belgelenmek koşuluyla borçlanıp, sigortalılığa<br />

saydırabilecektir. Ayrıca 14.3.1985 t.,3165 s.K.la tescil yaptırmayanlar<br />

için yeniden süre verilmiş (ek geçici m.16), vergi dairesinde kaydı bulunanlar<br />

için de borçlanma imkanı getirilmiştir. (ek geçici m.17). Benzer<br />

bir hükme 619 s.KHK.nin geçici 1.m.de kayıt ve tescil yaptırmamış sigortalılık<br />

ile, sigortalı olarak tescil edilmiş olanlar açısından ayrı ayrı yer verilmiştir.<br />

— Yarg.21.HD.25.6.<strong>2001</strong>, 4866/5024 s.kararda, yaşlılık aylığına hak<br />

kazandığının tespitini isteyen davacının talebini reddeden mahkeme kararı<br />

bozulmuştur.<br />

Davacı meslek kuruluşu kaydına dayanılarak zorunlu Bağ-Kur sigortalısıdır.<br />

25 yılını doldurana kadar primlerini ödemiş ve aylık bağlanmasını<br />

istemiştir. Bu sürenin küçük bir kısmında (1 yıl 3 ay 11 gün) vergi<br />

bağlantısı yoktur. Đşte mahkeme bu dönemi, 2654 s.K.nun bağımsız faaliyet,<br />

sicil kaydı yanında vergi kaydını da arayan hükmü karşısında, sigortalılık<br />

süresinden saymamış ve talebi reddetmiştir. 21. HD. ise davacının<br />

bağımsız çalışması, gelir vergisi mükellefi olması veya sicile kayıtlı olması<br />

(vergi muafiyeti halinde) nedeniyle sigortalı sayılması gerektiğini, mahkemenin<br />

2654'ü yanlış yorumladığını, ayrıca davacının bu dönemde<br />

8.5.1997 t.,4247 s.K.a dayanarak (Tahsilatın Hızlandırılması hk.K) primlerini<br />

de ödemiş olduğunu belirterek mahkeme kararını bozmuş, davacının<br />

sigortalılığının tespiti ve aylık bağlanması talebini kabul etmiştir.<br />

— Yarg.10.HD.27.2.<strong>2001</strong>, 1374/1481 s.lı kararında davacı Bağ-Kur<br />

sigortalısı olmadığının tespitini istemiş, mahkeme kabul etmemiş, daire<br />

ise kararı bozmuştur. Olayda davacıya, eşinin ölümü nedeniyle T.C.<br />

Emekli Sandığından dul aylığı bağlanmış, davacı 17.5.1994'de bağımsız<br />

çalışması dolayısıyla vergi mükellefi olmuş, 16.10.1995'de de re'sen zorunlu<br />

Bağ-Kur sigortalısı olarak tescil edilmiştir. Bu aşamaya kadar<br />

mahkeme haklıdır. Bağımsız faaliyette bulunan ve vergi kaydı olan zorunlu<br />

Bağ-Kur'lu dur. Dul aylığı almak bu durumu etkilemez. Ancak da-


vadan sonra yürürlüğe giren 619 s.KHK olaya yeni bir boyut getirmiştir.<br />

619 s.KHK. sigortalıkları iki gruba ayırmıştır. 4.10.2000'e kadar 1479<br />

s.K.a göre zorunlu sigortalılık niteliğini taşıdığı halde kayıt ve tescilini<br />

yaptırmamış olanlar ve 4.10.2000'den önce (619'un yürürlük tarihi) zorunlu<br />

sigortalı olarak tescil edilmiş fakat primlerini yatırmamış olanlar.<br />

KHK. ye göre 4.10.2000'e kadar kayıt ve tescil yaptırmamış olanların sigortalılık<br />

hak ve mükellefiyetleri 4.10.2000'de başlayacaktır. Böylece yasa<br />

koyucu Bağ-Kur'lulara bir tür af çıkarmış olmaktadır. Kurum zorunlu<br />

Bağ-Kur'luların 4.10.2000'den önceki sigortalılıklarına dayanarak prim<br />

talebinde bulunamayacaktır. Deyim yerindeyse 4.10.2000 itibariyle bir<br />

yeni sayfa açılmaktadır (beyaz sayfa, sigortalı miadı). 4.10.2000'den önce<br />

tescil edilmiş olanların durumu daha farklıdır. Bunlar dilerse 20.4.1982 –<br />

4.10.2000 arasında vergi dairesine kayıtlı olarak bağımsız çalışmalarını,<br />

belgelemek ve primlerini ödemek şartıyla sigortalılık süresi olarak değerlendirebileceklerdir.<br />

Đşte Bağ-Kur davacıyı 17.5.1994'deki vergi kaydı dolayısıyla,<br />

16.10.1995'de, 17.5.1994 itibariyle resen zorunlu Bağ-Kur'lu olarak tescil<br />

etmiştir. Oysa böyle bir tespit, 619 s.KHK'nin geçici madde 1.ine göre sigortalının<br />

talebine ve primlerini ödeme tarihinde bulundukları gelir basamağı<br />

üzerinden ödemelerine bağlıdır. Talep yoksa kurum re'sen kayıt ve<br />

tescil yapamaz.<br />

Yarg.10.HD. bunları vurgulayarak, davacının Bağ-Kur sigortalısı olmadığının<br />

tespitini isteyen davasını reddeden mahkeme kararını bozmuştur.<br />

Bağ-Kur Genel Müdürlüğü ise 8.11.2000 t., 2000/30 s. Genelgesiyle,<br />

yukarıda işaret ettiğimiz ayrımı gözetmeden, 4.10.2000'den önce tescil<br />

yaptırmamış olanların 4.10.2000 itibariyle tescillerinin yapılacağını ve<br />

20.4.1982-4.10.2000 arasını belgelemek ve ödemek koşuluyla sigortalılık<br />

süresi olarak değerlendirebileceklerine işaret etmektedir. Böylece<br />

geç.m.1.deki kayıt yaptırmış olanla, yaptırmamış olan arasındaki farklılığı<br />

gözden kaçırmış olmaktadır.<br />

— Yarg.10.HD.13.12.<strong>2001</strong> t., 8558/8899 s.lı kararı ise biraz önce incelediğimiz<br />

kararın aksine (27.2.<strong>2001</strong>, 1374/1481), sigortalılığın tespitine<br />

ilişkindir. 10.HD.:<br />

• Önce 2654 s.K.a değinmiş, bu kanuna göre 20.4.1982'den önce<br />

kaydı olmayanların hak ve yükümlülüklerinin 20.4.1982'de başlayacağını,<br />

• Ancak 619 s.KHK.nin geç. 1.m.inin, sigortalılık başlangıcını<br />

4.10.2000'e çektiğini yani, 4.10.2000'den önce kayıt ve tescili olmayanların<br />

hak ve yükümlülüklerinin 619 s.KHK.nin yürürlük tarihinden<br />

253


(4.10.2000) başlayacağını (2654 s.K.a benzer biçimde), bu nedenle<br />

4.10.2000'den öncesine ilişkin tespit yapılamayacağını,<br />

• Şu var ki 619 s.KHK.nin Anayasa Mahkemesinin 26.10.2000 t.,<br />

61/34 s.kararı ile iptali karşısında, 4.10.2000-20.4.1982 arasına ilişkin<br />

tespit davası açılmasına bir engel kalmadığını,<br />

vurgulamıştır.<br />

Bu durumda davacının, 1479 s. K.un 3165 s.K.la değişik 24. maddesine<br />

göre vergi kaydı, sicil kaydı, meslek kuruluşu kaydı varsa, bu kayıtlara<br />

dayanılarak bağımsız çalışmasının varlığı araştırılıp, varsa tespit<br />

edilebilecektir. Bu nedenlerle eksik araştırma ile sigortalılığın tespiti talebini<br />

reddeden mahkemenin kararı bozulmuştur.<br />

10.HD.nin gerekçeleri ve ulaştığı sonuç yerinde ise de dairenin 619<br />

s.KHK.'ye ilişkin değerlendirmesine katılamıyoruz. Daire 619 s.KHK.yi<br />

4.10.2000'den önceye ilişkin tespit davalarına engel saymaktadır. Eğer<br />

Anayasa Mahkemesi 619'u iptal etmemiş olsaydı, tespit davası da reddedilecekti.<br />

Oysa bizzat 619 geç.1. maddesi ile bu tespitlere yol açmış durumdadır.<br />

Ancak burada ölçü kayıtlı olup olmamadır. 4.10.2000'e kadar<br />

kaydını yaptırmamış olanların hak ve yükümlülükleri 4.10.2000'de başlayacak,<br />

kaydı olanlar ise 20.4.1982'ye kadar olan çalışmalarını ispatlayarak<br />

sigortalılık sürelerine ekleyebileceklerdir. 20.4.1982 tarihi 2654 s.lı<br />

K.un yürürlük tarihidir. Bu kanunla 1479 s.K.a eklenen ek geçici 13.<br />

madde, daha önce kayıt yaptırmamış olanların sigortalılıklarını<br />

20.4.1982'den başlatmış, kayıtlı olanlara da 1.10.1972'den başlamak,<br />

koşuluyla sigortalılıklarının tespiti için dava hakkı tanımıştır. Ancak bunun<br />

için tanınan bir yıllık süre de 20.4.1983'de dolmuştur. Đşte 619<br />

s.KHK. nin yaptığı 2654 ün günümüze uyarlanmasından ibarettir. Kayıt<br />

yoksa hak ve yükümlülükler bu kez 4.10.2000'den başlayacak, kayıt<br />

varsa, sigortalılık 20.4.1982 itibariyle tespit ettirilebilecektir. (2654'te bu<br />

tarih 1.10.1972 idi). Bu nedenle davacı 619 s.KHK. iptal edilmemiş olsaydı<br />

bile tespit davası açabilecekti. Zira davacının 4.10.2000'den önce<br />

15.7.1996 t., bir vergi kaydı vardır. bu durumda davacı 22.3.1985-<br />

15.7.1996 arasında bağımsız çalışması bulunduğunu belgeleyebilecektir.<br />

619 s.KHK. geç.m.1. buna engel değildir, tam tersine, açık hüküm içermektedir.<br />

— Yarg.HGK.23.5.<strong>2001</strong> t., 21-420/430 (YKD.Eylül <strong>2001</strong>, 1317-1319)<br />

s.lı kararında, yukarıda üzerinde durduğumuz konulara ışık tutmaktadır.<br />

Konu, dava tarihi itibariyle 2654 s.K. açısından ele alınmakta, 619 s.<br />

KHK.ye değinilmemektedir. Mahkeme açılan tespit davasını kabul etmiş,<br />

21.HD., 1982-1985 dönemine ilişkin bu kabulü usul ve yasaya aykırı<br />

bulmuştur. 21.HD. ne göre:


• Davanın yasal dayanağı 1479 s.K.un 24, 25. maddeleridir.<br />

• Maddeler değişik tarihlerde değişikliğe uğradığı için, uyuşmazlığın<br />

ilişkin olduğu dönemdeki kurallar esas alınmalıdır.<br />

• Davacı 1976-1982 arasında zorunlu sigortalıdır, primlerin bir bölümü<br />

1984'de tahsil edilmiştir. 1982-1985 arasında vergi kaydı yoktur,<br />

prim de ödenmemiştir.<br />

• Yasal olarak kapsamda bulunulmayan ve prim de ödenmeyen dönemin<br />

sigortalılığa saydırılması mümkün değildir, karar bozulmalıdır.<br />

Bozma üzerine mahkeme kararında direnmiş ve dosya YHGK.na gelmiştir.<br />

YHGK. na göre:<br />

• Davacı 20.4.1982-23.3.1989 arasında zorunlu Bağ-Kur'lu sayılması<br />

gerektiğinin saptanmasını ve 1.11.1999 itibariyle yaşlılık aylığı<br />

bağlanmasını istemektedir.<br />

• Davacı 1.4.1972'de Bağ-Kur'a kaydını yaptırmıştır. Primlerini<br />

20.4.1982 ye kadar ödemiştir. 2654 s.K.la 24.m.de yapılan değişiklikle<br />

Bağ-Kur'a kayıt için ayrıca vergi kaydı da aranmıştır.<br />

• Bu koşul ancak 2654'ün yürürlük tarihi olan 20.4.1982'den sonrası<br />

için aranabilir. Değişiklik önceki sigortalılıklara son veremez, ancak<br />

sonrası için yeni girecekler açısından yeni düzenlemeler uygulamaz. Aksi<br />

halde kazanılmış haklar ortadan kaldırılmış olur. Kaldı ki 2654 vergi<br />

kaydı olmayanları tümüyle dışlamamakta, bunlardan vergiden muaf<br />

olanları da (h bendi) kapsamında tutmaktadır.<br />

• Bu koşullara sahip olan davacının 20.4.1982-23.3.1985 arasında<br />

da zorunlu Bağ-Kur'lu olduğu kabul edilmelidir, direnme kararı<br />

onanmalıdır.<br />

• Ancak yaşlılık aylığının prim koşulunun araştırılmamış olması açısından<br />

dosya özel daireye gönderilmiştir.<br />

Görüldüğü gibi YHGK'nun tespitleri Yarg. 10HD.nin 13.12.<strong>2001</strong>,<br />

8558/8899 kararını değerlendirirken ileri sürdüğümüz görüşlerle uyum<br />

içindedir.<br />

3. Đsteğe Bağlı Bağ-Kur Sigortalılığı<br />

Bağ-Kur'da zorunlu sigortalılık dışında ayrıca "isteğe bağlı sigortalılık"da<br />

düzenlenmiştir. Bu yoldan, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna<br />

bağlı olmayanlar, ev kadınları, Türkiye'de ikamet eden yabancı uyruklular,<br />

(619 değişikliğinden önce Türk asıllı yabancı uyruklular yararlanabilir.<br />

Đsteğe bağlı sigortalılık Kuruma başvuru ile başlar. Yine başvuru ile<br />

veya bir diğer sosyal güvenlik kurumuna bağlanmakla sona erer. 619 s.<br />

KHK buna bir de ard arda üç ay prim ödememiş olmayı da eklemiş, ayrıca<br />

255


58 yaşını dolduran kadınlarla, 60 yaşını dolduran erkeklerin isteğe bağlı<br />

sigortalı olamayacağını belirtmiştir. (m.79). 619 s. KHK.nin iptalinin bu<br />

konuları nasıl etkileyeceği ayrıca incelenmeye değer. (bkz. Güzel/Okur,467<br />

vd. Tuncay, 439).<br />

— 21.HD.21.1.<strong>2001</strong> t., 9174/2 sayılı kararında, bir süre zorunlu Bağ-<br />

Kur'lu olarak çalıştıktan sonra ayrılan, on yıl sonra da isteğe bağlı sigortalılık<br />

için müracaatta bulunan ayrıca aradaki on yılın primini de ödemek<br />

isteyen davacının talebini kabul eden mahkeme kararını bozmuştur. Gerçekten<br />

isteğe bağlı sigortalılık tescil talebinin kuruma intikal ettiği tarihte<br />

başlar, terk talebi ile veya diğer sosyal güvenlik kurumlarına bağlı çalışmaya<br />

başlamakla sona erer. Bağ-Kur'da isteğe bağlı sigortalı olmak için<br />

506/85'den farklı olarak tescil şartı yoktur. Aksine herhangi bir sosyal<br />

güvenlik kurumuna bağlı olmayanlar Bağ-Kur'a isteğe bağlı sigortalı olarak<br />

başvurabilecektir. Đsteğe bağlı sigortalılık talebi geçmişe dönük olarak<br />

değil, ileriye dönük sonuç doğurur, geriye doğru borçlanma talebinin kabul<br />

edilmemesi bu açıdan isabetlidir. Ancak ileriye doğru, isteğe bağlı sigortalı<br />

sayılmasına bir engel yoktur. Kararda üzerinde durmak istediğimiz<br />

bir diğer nokta, Bağ-Kur sigortalısı olarak borçlanma imkanının olup olmadığıdır.<br />

Kararın ilk satırında, "davacı 28.8.1991-2.6.2000 tarihleri arasında<br />

Bağ-Kur sigortalısı olduğunun tespitine karar verilmesini istemiştir"<br />

denmiştir. Biraz ilerde de "dava; 1991-2000 döneminin Bağ-Kur nezdinde<br />

isteğe bağlı sigortalı olarak değerlendirilmesi istemine ilişkindir" yazılıdır.<br />

Yine karardan anladığımıza göre davacı 1988-1991 arasında zorunlu<br />

Bağ-Kur sigortalısıdır. Karar tarihi 21.1.<strong>2001</strong> olduğuna göre dava arasında<br />

619 s. KHK yürürlüğe girmiştir. Bu KHK.nin geçici 1.m. ise, tescil<br />

edilmiş Bağ-Kur'lulara 20.4.1982-4.10.2000 arasını belgelemek koşuluyla<br />

borçlanılmasına imkanı vermiştir. Bu nedenle davacının taleplerinin bu<br />

açılardan da ele alınabilip alınamayacağı kararda ayrıca değerlendirilmeliydi.<br />

Bu açıdan şimdi ele alacağımız 10.HD.nin 18.9.<strong>2001</strong> s. kararı yardımcı<br />

olabilir.<br />

— Yarg.10.HD.18.9.<strong>2001</strong> t., 5423/5866 s. kararı. Davacı 1.4.1992-<br />

30.6.1998 arasında Bağ-Kur sigortalısı olduğunun tespitini istemiş,<br />

mahkeme talebi kabul etmiştir. Yarg. 10.HD.nin kararına göre olayın gelişimi<br />

şöyledir:


• Davacı 1992-1998 arasında primlerini ödediğini, bu dönemin sigortalığına<br />

sayılmasını istemektedir.<br />

• Kurum oda kaydı silindiği için, 6.4.2000 t. talebe dayanarak, sigortalıyı<br />

isteğe bağlı sigortalı saymıştır ve borç tahakkuk ettirmiştir.<br />

• Mahkemenin yapacağı iş önce ödemeleri saptamaktır. Ödeme varsa<br />

dava reddedilemez.<br />

• 24.3.1992'den sonra, fiili çalışma yoksa bu dönem prim yatırılmış<br />

da olsa zorunlu sigortalılık süresinden sayılamaz, olsa olsa isteğe bağlı<br />

sigortalılık süresi olarak kabul edilebilir.<br />

Sonuçta 10.HD. yersiz bilirkişi raporuna dayanarak eksik inceleme ile<br />

verilen kararı bozmuştur. Kararda mevcut ödemeler değerlendirilerek<br />

(Kurum kayıtlarındakiler dışlanarak, bunlar zorunlu sigortalılık karşılığı<br />

ödemelerdir) isteğe bağlı sigortalılık süresi olarak tespiti istenmektedir.<br />

Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi isteğe bağlı sigortalılık için talep<br />

şarttır ve bu talep ileriye dönük sonuç doğuracaktır. Davacının isteğe<br />

bağlı sigortalılık talebi 6.4.2000 tarihlidir. Bu taleple geçmiş dönem nasıl<br />

isteğe bağlı sigortalılık olarak kabul edilecektir Burada talep kurucu<br />

değil, açıklayıcı bir görev yapmaktadır.(506/85'de olduğu gibi) 6.4.2000<br />

öncesi için açık talep olmasa da ödenen primlere karşılık kurumun bir<br />

hizmet vermesi dürüstlük kuralı gereğidir. (MK.m.2) sigortalının fiili bağımsız<br />

çalışmasının yokluğu nedeniyle bu süreler zorunlu sigortalılık süresinden<br />

sayılamıyorsa isteğe bağlı sigortalılık olarak değerlendirilebilir.<br />

Yine burada da durumun 619 s. KHK.nin geç.1.m. açısından incelenmesi<br />

de olaya yeni boyutlar kazandırabilir.<br />

4. Çatışan Sigortalılık (Çifte Sigortalılık)<br />

<strong>2001</strong> kararlarından bir bölümü de, seminerin nerdeyse klasikleşmiş<br />

konularından biri olan çatışan sigortalılıkla ilgilidir. Ancak bu çatışma<br />

genellikle 1479/506 arasında olmakla birlikte başka konularda da karşımıza<br />

çıkabilir. Bunun temelinde sosyal güvenlik sistemimizde benimsenmiş<br />

olan teklik ilkesi yatmaktadır. (Güzel/Okur, 104; Tuncay 429;<br />

Karaman, Türk Sosyal Güvenlik Hukukunda Teklik Đlkesi, Yayınlanmamış<br />

Yüksek Lisans Tezi, Đstanbul 2000, 76). Sistem, aynı anda değişik türde<br />

çalışmaya engel olmamakta, fakat sosyal güvenlik açısından tek kuruma<br />

üyeliğe izin vermektedir. Bu durumda, farklı çalışmaları nedeniyle, farklı<br />

sosyal güvenlik kurumu ile ilişki kurmuş olanların, bu kurumlardan<br />

hangisine bağlanacağı sorununun çözümü gerekmektedir. Đşçi, memur ve<br />

bağımsız çalışmalar nedeniyle sosyal sigortalar kurumuna (veya 506/ek<br />

geçici 20 m.deki sandıklara), T.C. Emekli Sandığına veya Bağ-Kur'a<br />

257


ağlanmak söz konusu olabilecektir. Gerek 657 s. Devlet Memurları<br />

Kanununun, memurun başka işte çalışmasına izin vermemesi (m.28)<br />

gerekse 5434 s.T.C. Emekli Sandığı Kanunun 12/son. maddesinde<br />

iştirakçilerin TCES.ile ilgililendirileceklerini ve bunlar hakkında iş ve sigorta<br />

kanunlarının uygulanmayacağını bildirmesi ve bu doğrultudaki<br />

yargı kararları, çatışmanın daha çok SSKurumu ile Bağ-Kur arasında<br />

çıkmasına yol açmıştır. (Karaman, 90) Bu konuda bir de terim üzerinde<br />

durmak istiyoruz. Bazı yazarlar "çakışan" (Sözer, Yargıtay Kararları,<br />

1998,256; Güzel, Yargıtay Kararları 1999,320;Tuncay, Yargıtay Kararları<br />

2000,225) terimini kullanmakla birlikte, gerek yargı kararları gerekse yazarların<br />

çoğu "çatışan" terimini tercih etmektedir. Sözlük anlamı olarak<br />

"çatışan sigortalılık" bize daha uygun gelmektedir. Zira çatışmada bir<br />

uyumsuzluk, çakışmada ise bir örtüşme, uyum vardır. burada ise örtüşme<br />

değil, birini tercih etmek gerekmektedir. (Türkçe Sözlük, 1992,<br />

271, 283). Alternatif terim olarak "öncelikli sigortalılık" veya "çifte sigortalılık"<br />

(Centel, Yargıtay 1996, 271) terimleri de kullanılabilir.<br />

a) Bağ-Kur Sigortalılığı SSK Sigortalılığı (1479x506)<br />

— Yarg.10.HD.10.5.<strong>2001</strong>, 3143/3656 s.lı kararında, Bağ-Kur tahakkuk<br />

ettiği prim alacağına itiraz eden davalının itirazının kaldırılması için<br />

dava açmış, mahkeme davayı reddetmiş, 10.HD.ise mahkeme kararını<br />

bozmuştur.<br />

Olayda davalı Şeker Fabrikasında mevsimlik işçi olarak ve hizmet<br />

akdiyle çalışmakta, hizmet akdinin askıda olduğu dönemlerde de bağımsız<br />

çalışmasını yürütmektedir. Bağ-Kur 15.6.1995 itibariyle götürü vergi<br />

kaydından dolayı davalıyı zorunlu Bağ-Kur'lu saymış, 15.6.1995 ile bağımsız<br />

işini kapattığı 3.12.1998 dönemi için prim ve gecikme zammı tahakkuk<br />

ettirmiştir.<br />

10 HD. Burada eski kararlardan farklı olarak mutlak bir sonuca gitmek<br />

istememiştir. Eski kararlarda önceleri önce başlayan sigortalılığa öncelik<br />

veriliyordu (bkz. Sözer, Yargıtay Kararları 1991,173) Sonraki kararlarda<br />

da bu kıstas tek başına yetersiz bulunmuş, buna ek olarak, temeldeki<br />

çalışma, mali açıdan ağır basan çalışma kıstasları da önerilmiş ve<br />

kullanılmıştır. (Araslı, Yargıtay Kararları 1992, tartışmalar, 189) Daha<br />

sonraki kararlarda da önce başlayan çalışma ile birlikte ağırlıklı çalışma<br />

kıstası da kullanılmaya devam etmiştir. (Arıcı, Yargıtay Kararları 1997;<br />

Güzel, Yargıtay Kararları 1999, 320; Güzel, Zorunlu Bağ-Kur Sigortalılığı,<br />

228; Tuncay, Yargıtay Kararları 2000, 225; Güzel/Okur, 461; Tuncay<br />

429)


Đnceleme konumuz açısından 10.HD. bir taraftan baskın çalışma kıstasını<br />

kullanmış (davalı 1977'den beri sigortalı olarak mevsimlik işte çalışmaktadır)ancak<br />

çalışmanın mevsimlik oluşu karşısında, hizmet akdi<br />

belli dönemlerde askıda olduğundan, bağımsız çalışmanın da olabileceği,<br />

bu durumda ise zorunlu Bağ-Kur'luluğun da gündeme gelebileceğine işaret<br />

etmiş, mahkemenin bu konuları da araştırması için kararı bozmuştur.<br />

Mevsimlik işlerde, hizmet akdi askıda kalmakta işçinin bu dönemde<br />

çalışma yükümlülüğü bulunmamakta, ücret ödenmemektedir. (Süzek, Đş<br />

Akdinin Askıya Alınması, 97). Ücret ödenmediği için de bu dönem Sosyal<br />

Güvenlik açısından değerlendirilememektedir. Đşçi bu dönemde yine hizmet<br />

akdiyle başka bir işyerinde çalışırsa (506 s.K:m.2 ve 78 karşısında<br />

buna bir engel yoktur), sigortalılığı da sürecektir. Yeter ki prime esas kazancın<br />

üst sınırı aşılmasın. 506/78,IV bu konuda " aynı zamanda birden<br />

fazla işverenin işinde çalışan sigortalıların ücretlerinden kesilen primler,<br />

bu madde uyarınca tespit edilen üst sınır üzerinden hesaplanacak miktarı<br />

aşarsa, fark sigortalının müracaatı üzerine hissesi oranında kendisine<br />

verilir". Aynı zamanda birden fazla işverene bağlı çalışma mümkün<br />

olduğuna göre, sigortalı, mevsimlik işte çalışmadığı dönemlerde, başka bir<br />

işyerinde hizmet akdiyle çalışabilecektir. Yine bu dönemde işçinin bağımsız<br />

olarak çalışmasına da bir engel yoktur. Bu özel durumda "Sosyal<br />

Güvenlikte Teklik Đlkesi" nasıl uygulanacaktır. Aslında burada bir çatışma<br />

da yoktur. Zira çalışmalar aynı anda değil, değişik zamanlardadır.<br />

Fakat çalışmalar kendi arasında münavebeli olmakla birlikte, sigortalılık<br />

sürmekte olduğundan çalışılmayan dönemde de hem Bağ-Kur hem<br />

de SSK sigortalılığı sürmektedir. Ancak ücret alınmadığı dönemde SSK.ya<br />

prim ödenmemesine karşılık, ücretli çalışma döneminde, Bağ-Kur sigortalılığı<br />

da sürdüğünden, her iki Kuruma da prim ödenmesi gerekmektedir.<br />

Gerçi fiili çalışma olmayınca, sadece vergi kaydı veya sicil kaydının<br />

zorunlu Bağ-Kur'luluğa yetmeyeceği düşünülebilir. Ancak 1479 s.K.un 24<br />

ve 25. m.leri bu yorumu güçleştirmektedir. 24/11.c açıkça " kanunla veya<br />

kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulan sosyal güvenlik kuruluşlarına<br />

prim veya kesenek ödeyenlerin, Bağ-Kur'lu olamayacaklarını<br />

belirtmektedir. Bu durumda önceden başlamış olan SSK. Sigortalılığı sürecek<br />

(Akyiğit, Başka Đşte Çalışma, 198) ancak askı dönemi sosyal güvenlik<br />

açısından değerlendirilemeyecektir. Bağ-Kur'lu çalışılan dönemi de<br />

değerlendirmek ve çatışmayı önlemek için belki her seferinde Bağ-Kur'a<br />

giriş çıkış yapmak düşünülebilir ama bu yol da pratik değildir ve bağımsız<br />

çalışma kesintili olmayıp sürekliyse, faaliyet, yardımcılar veya ortaklar<br />

aracılığı ile askı dönemlerinde de sürüyorsa buna imkan yoktur. Belki<br />

işletme başka biri üzerinde gösterilip, sigortalı orada hizmet akdiyle çalışıyor<br />

gösterilebilir. (Yarg.10.HD.nin 24.1.1991 t., 11710/155 s.kararına<br />

259


konu olayda benzer bir durum vardı; bkz.,Sözer, Yargıtay Kararları 1991,<br />

173). Burada "Sosyal Güvenlikte Teklik" ilkesi farklı bir yoruma bağlanabilir.<br />

SSKurumu sigortalılığında olduğu gibi, Bağ-Kur sigortalılığı da<br />

fiili çalışma olmayan dönemlerde askıda sayılabilir, hatta burada sigortalıya<br />

Kurum konusunda bir tercih hakkı da tanınabilir. (Yarg.10.HD.nin<br />

11.2.1992, 11140/1400 s. Kararındaki karşı oyda dile getirilen bu görüş,<br />

Centel tarafından da benimsenmiştir. Yargıtay Kararları 1991, 170) Bu<br />

görüşe göre aynı tarihler arasında hem Bağ-Kur hem de SSK kapsamına<br />

giren faaliyette bulunulması halinde, tabi olunacak sosyal güvenlik kurumundan<br />

ağırlıklı olanı, ikisi de eşit ağırlıkta ise ilgiliye seçim hakkı tanınması<br />

uygun olacaktır (Centel bu konuda "sosyal güvenlik hakkı kişiye<br />

sıkı sıkıya bağlı bir hak, bir insan hakkı ise (ki öyledir) aynı dönemde aynı<br />

ağırlıkta hizmet verilen iki ayrı sosyal güvenlik kuruluşundan hangisini<br />

tercih edeceği" konusunda ilgiliye seçim hakkı verilmelidir, demektedir.)<br />

Bu konuda bir başka görüş ise çatışmayı tümüyle reddetmektedir. Bu<br />

görüşe göre baskın faaliyet, sosyal sigorta mevzuatına uygun değildir.<br />

Mevzuatımızda (506, 2925,1479,2926 s. Kanunlar) çatışan sigortalılık<br />

ilişkisinin önlenmesine yönelik düzenlemeler vardır. Bu düzenlemeler<br />

kapsamla ilgili hükümlerdir. Her yasa kimleri kapsayıp kimleri kapsamadığını<br />

açıkça belirtmiştir. Belli yasa koşullarını gerçekleştirerek o yasa<br />

açısından sigortalı sayılan, diğer yasanın kapsamı dışında kalmaktadır.<br />

Sigortalılıkta önemli olan çalışmanın tümüdür. Diğer koşullar bunu kuşatır.<br />

Hizmet akdine bağlı çalışmasına son veren zorunlu SSK sigortalılığını,<br />

bağımsız çalışmasına son veren zorunlu Bağ-Kur sigortalılığını sürdüremez<br />

(Karaman, 84; Centel, Yargıtay'ın 1996 Kararları, 272, 273).<br />

Böylece mevsimlik çalışmalarda ard arda gelen bağımsız çalışmalar söz<br />

konusu olacak (gerekiyorsa sonuçta 2829 s.K. uygulanacak),bu farklı çalışmalar<br />

aynı zamana rastlıyorsa, önceden başlayana ağırlık verilecek,<br />

sicil veya meslek kaydı dolayısıyla Bağ-Kur'lu olanlar ise hizmet akdi ile<br />

çalışmaya başlarlarsa Bağ-Kur'lulukları sona erecektir (25/9).<br />

— Yarg.HGK.nun 3.10.<strong>2001</strong>, 21-627/659 s. kararına konu olayda<br />

davacı değişik tarihlerde değişik kurumlara bağlı olarak çalışmış, sonuçta<br />

bu çalışmalarına dayanarak yaşlılık aylığı bağlanmasını istemiştir. Mahkeme<br />

SSK.'dan aylık bağlanması talebini kabul etmiş, 21.HD. ise davacının<br />

1985'den itibaren hizmet akdiyle çalışmayı terk edip, Bağ-Kur kapsamında<br />

1999'a kadar çalıştığını, bu nedenle SSK.'dan maaş bağlanmasının<br />

mümkün olmadığına karar vermiştir (Şartları varsa aylık Bağ-Kur'-<br />

dan bağlanacaktır). Mahkemenin kararında direnmesi üzerine dosya<br />

YHGK'na gelmiştir. HGK, özel daire gibi aylığı bağlayacak kurumun Bağ-<br />

Kur olduğuna karar vermiştir. YHGK'na göre


tir.<br />

• Davacı 11.1.1969-20.9.1985 arasında SSK sigortalısıdır.<br />

• 20.9.1985'de vergi mükellefi olarak Bağ-Kur kapsamına alınmıştır.<br />

• 31.12.1992'de vergi kaydını sildirmiştir.<br />

• 13.2.1993'de Limited Şirket ortağı olarak tekrar Bağ-Kur'a girmiş-<br />

• 5.1.1995'de Bağ-Kur kaydı devam ederken hizmet akdiyle çalışmaya<br />

başlayıp SSK.lı olmuştur.<br />

• 3.5.1999'da yaşlılık aylığı talep etmiştir<br />

• Sigortalılık devam ederken, başka kuruma girilemez.<br />

• Önceden başlayan sigortalılık devam eder.Yenisi geçersizdir.<br />

506/3,I.f;k. 1479, 24,25 bunu gerektiriyor.<br />

• 20.9.1985'de başlayıp kesintisiz devam eden Bağ-Kur sigortalılığına<br />

geçerlik tanınmalıdır.<br />

Yarg. HGK. bu kararında ağırlıklı çalışma ölçüsünü kullanmamakta<br />

sadece önceden başlayıp devam eden sigortalılığa öncelik vermektedir.<br />

HGK.na göre olayda 20.9.1985'de başlayıp kesintisiz devam eden bir Bağ-<br />

Kur sigortalılığı vardır ve buna geçerlik tanınacaktır.<br />

Kararda kesintisiz devam ettiği söylenen Bağ-Kur sigortalılığı, yine<br />

karardan anladığımıza göre iki sefer kesilmiştir;<br />

1. 31.12.1992'de vergi kaydı silinmiştir.<br />

2. 5.1.1995'de hizmet akdiyle çalışmaya başlamış ve primlerini ödemiştir.<br />

Ortada 1985'de başlayıp kesintisiz devam eden bir Bağ-Kur sigortalılığı<br />

yoktur. Toplam 27 yıllık çalışma süresinin 20 yılı SSK'da, 7 yılı Bağ-<br />

Kur'da geçirilmiştir.son 4 yıl da SSK'da geçirilmiştir (1995-1999). Hangi<br />

kıstas kullanılırsa kullanılsın davacının SSK'dan yaşlılık aylığı alması gerekmektedir.<br />

Ağırlıklı çalışma SSK'dadır, önce başlayan çalışma SSK'dadır.<br />

5.1.1995'de vergi kaydı devam ederken hizmet akdiyle çalışıldığı söyleniyor.<br />

Eğer bağımsız çalışma da sona erdirilmiş ise, vergi kaydının tek<br />

başına Bağ-Kur sigortalılığına yetmeyeceği açıktır. YHGK kararına ekli<br />

karşı oy yazısından (Resul Aslanköylü, E.Aydın Özkul) anladığımıza göre,<br />

davacı 1995-1999 arasında bir başka limited şirkette hizmet akdiyle çalışmıştır.<br />

Zaten karşı oyda da ağırlıklı çalışmanın araştırılıp ona göre karar<br />

verilmesi istenmektedir.<br />

b) Bağ-Kur Sigortalılığı Đsteğe Bağlı SSK Sigortalılığı (1475x506/85)<br />

261


Yarg.10.HD.nin 22.10.<strong>2001</strong> t., 7490/7119 s. kararına konu olayda,<br />

zorunlu SSK sigortalılığı, isteğe bağlı SSK sigortalılığı, askerlik borçlanması,<br />

zorunlu Bağ-Kur sigortalılığı içiçe geçmiş durumdadır.<br />

Dava Sosyal Sigortalar Kurumunun bağlamış olduğu yaşlılık aylığını<br />

iptal eden kararının iptal edilip, aylığın yeniden bağlanmasını sağlamak<br />

için açılmıştır. Kararda açıkça belirtildiği gibi zorunlu sigortalılıkla isteğe<br />

bağlı sigortalılık çatışırsa zorunlu sigortalılığa öncelik verilecektir. Bu kural<br />

gerek 506/ m.85'de gerekse 1479/m.79 da yer almaktadır. 506 s.K.un<br />

85,A,a hükmüne göre isteğe bağlı sigortalı olabilmek için diğer koşullar<br />

yanında herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna tabi olarak çalışmamak<br />

ve buralardan kendi çalışmalarından dolayı aylık almamak gerekmektedir.<br />

Aynı kural benzer biçimde 1479 s. K.un 79. maddesinde tekrarlanmıştır.<br />

Đsteğe bağlı Bağ-Kur sigortalısı olabilmek için de zorunlu Bağ-Kur<br />

sigortalısı olmamak ve başka bir sosyal güvenlik kuruluşuna tabi olarak<br />

çalışmamak ve buralardan aylık veya gelir almamak gerekmektedir.<br />

Olayda ise zorunlu Bağ-Kur sigortalılığının bir kısmı ile isteğe bağlı<br />

SSK sigortalılığı çatışmaktadır. Yapılacak iş çatışan kısmı düştükten<br />

sonra gereken hesaplamaları yapmak, yaşlılık aylığına hak kazanılıp kazanılmadığını<br />

saptamaktır. 10.HD. olayda gerekli incelemeler ve ayıklamalar<br />

yapılmadan karar verildiği için kararı bozmuştur. Ayıklamalar sonunda<br />

kalan süreler ve primler, icabında 2829 s.K.a göre yapılacak birleştirmelerden<br />

sonra, aylık bağlanmasına yetiyorsa yaşlılık aylığı talebi<br />

kabul edilecektir. Olayda isteğe bağlı sigortalı olunan dönem 1.10.1989-<br />

28.2.1991'dir. zorunlu Bağ-Kur sigortalılığı ise 24.4.1982- 30.6.1990 dönemidir.<br />

Görüldüğü gibi isteğe bağlı sigortalılıkla zorunlu sigortalılığın<br />

çatışan bölümü 8 ay 29 gün tutmaktadır. Bu süre düşülünce kalan 8 ay<br />

2 günlük sigortalılık süresinin de diğer sürelere ilavesi gerekmektedir.<br />

Böylece davacının 17 yıl 6 ay zorunlu SSK sigortalılığından, 8 yıl 2 ay 10<br />

günü zorunlu Bağ-Kur sigortalılığından, 8 ay 2 gün de isteğe bağlı sigortalılıktan<br />

olmak üzere toplam 26yıl 4 ay 12 gün sigortalılık süresi olmaktadır.<br />

Prim ve yaş koşulu da tamamlanmışsa yaşlılık aylığı bağlanacaktır.<br />

Bu araştırmalar yapılmadığından, eksik inceleme nedeniyle karar bozulmuştur.<br />

— Yarg.21.HD.15.3.<strong>2001</strong> t., 1342/1898 s. kararında da zorunlu Bağ-<br />

Kur sigortalılığı yanında isteğe bağlı SSK sigortalılığı söz konusudur. Ancak<br />

davada bu konular tartışılmamış, davaya Bağ-Kur yanında Sosyal Sigortalar<br />

Kurumunun da dahil edilmesi gerekliğine işaret edilerek mahkeme<br />

kararı bozulmuştur. Kararda isteğe bağlı SSK sigortalılığından söz<br />

edilmektedir. Ancak bunun için 506 s. K.a göre tescil edilmiş olmak gerekmektedir.<br />

Bağ-Kur'a yapılmış olan tescilin 85. maddenin aradığı tesci-


lin yerini tutmayacağı açıktır. (Yarg.10.HD.26.4.1983, 1736/2182; Çenberci,<br />

586; Yarg. 10.HD., 12.11.1991, 6957/898; Kurt, 49; Tuncay,<br />

Yargıtay Kararları 2000, 189 vd).<br />

IV. TARIM ĐŞÇĐLERĐ SOSYAL SĐGORTALAR KANUNU (2925 s.K.)<br />

TARIMDA KENDĐ ADINA VE HESABINA ÇALIŞANLAR SOSYAL<br />

SĐGORTALAR KANUNU (2926 s.K.) ĐLE ĐLGĐLĐ KARARLAR<br />

1. 2925 S.K.'a Göre Tescil ve Đsteğe Bağlı Sigortalılık<br />

— Yarg.21.HD.nin 24.4.<strong>2001</strong> t., 1683/3232 s. kararında (YKD, Ocak<br />

<strong>2001</strong>, 100) 2925 s.K.a göre tescil edilmiş olmanın, 506 s.K.un 85. maddesinde<br />

aranan tescil koşulunu gerçekleştirmiş sayılıp sayılmayacağı tartışılmaktadır.<br />

Davacı, 2925 s.K.a göre sigortalı olduğu için isteğe bağlı sigortalılığını<br />

kabul etmeyerek bağladığı aylığı kesen Kurumun bu kararının iptalini ve<br />

yaşlılık aylığına hak kazandığının tespitini istemiştir. Yarg. 21.HD. talebi<br />

kabul eden mahkeme kararını bozmuştur. Kararda isteğe bağlı sigortalılığın<br />

koşulları belirtildikten sonra, 2925 s.K.a göre sigortalı olanların, 506<br />

s.K.a göre tescil edilmiş sayılamayacağını, vurgulamıştır. Gerçekten 506<br />

s.K.un 85. maddesi, isteğe bağlı sigortalılığın koşulları arasında 506 sayılı<br />

K.a göre tescil edilmiş olmayı da aramıştır. Madde "sigortalı olarak tecilden"<br />

değil, kanun numarası da vererek " 506 sayılı Kanuna göre " tescilden<br />

söz etmektedir. 506 s.K. dışındaki kanunlara göre tescil, bu koşulu<br />

gerçekleştirmiş olmayacak, ilgili, isteğe bağlı sigortalılıktan yararlanamayacaktır.<br />

— Yarg. 21.HD.nin 5.7.<strong>2001</strong>, 5145/5372 s. kararında da aynı sonuç<br />

tekrarlanmış, 2925 s.K.a göre sigortalı olanların, 506 s.K.un 85. maddesinin<br />

aradığı "506 s.K.a göre tescil edilmiş olmak" koşulunu gerçekleştirmiş<br />

sayılamayacakları belirtilmiştir.<br />

2. 2925 s.K.a Göre Sigortalılığın Sona Ermesi<br />

— Yarg.10.HD.nin 18.6.<strong>2001</strong> t., 4501/4750 s. kararı 2925 s.K.a göre<br />

sigortalılığın sona ermesine ilişkindir. Kanun 6. m.de "primlerini ait olduğu<br />

yılı takip eden yılın Şubat ayı sonuna kadar ödemeyenlerin...o yılın<br />

bir Ocak gününden itibaren" sigortalılıklarının sona ereceğini, 33. m.de<br />

ise ödenmeyen primlerin gecikme zammı ile birlikte tahsil edileceğini belirtmektedir.<br />

Karara konu olayda sigortalı 1996 primini üç ay eksik ödemiş, Kurum<br />

da sigortalılığı 1.1.1997 itibariyle sona erdirmiştir.<br />

263


10.HD. 1996 yılına ilişkin sigortalılık hakkında bir uyuşmazlık bulunmadığını,<br />

bu yıla ait sigortalılığın iptalinin usul ve yasaya aykırı olduğunu,<br />

ancak bunun için yeniden yargılama yapmaya gerek olmadığını<br />

belirterek, mahkeme kararını bozmadan düzelterek onamıştır. Gerçekten<br />

sigortalılığın iptali, o yılın primlerini hiç ödememenin sonucudur. 180<br />

günlük primin sadece 45 gününü (üç aylık eksiklik) ödemeyen sigortalıya<br />

karşı uygulanacak yaptırım, sigortalılığının iptali değil, 33. maddeye göre,<br />

ödemediği primleri, gecikme zammı uygulayarak tahsil etmekten ibarettir.<br />

3. Tarım Bağ-Kur Sigortalılığı (2926)<br />

a) Zorunlu Sigortalılıkla Çatışma<br />

2926 s.K.la ilgili olarak değerlendirmeye aldığımız kararlar, 506 s.K.<br />

gereğince zorunlu sigortalılıkla çatışan Tarım Bağ-Kur sigortalılığı ile ilgilidir.<br />

— Yarg.10.HD.26.2.<strong>2001</strong> t., 994/1341 s. kararında, davacı iptal edilen<br />

isteğe bağlı tarım sigortalılığının tespitini istemiş, mahkeme talebi olduğu<br />

gibi kabul etmiştir. 10.HD. kabul edilen dönemde zorunlu SSK sigortalılığı<br />

bulunduğunu, bu sürenin düşülerek tespit yapılması gerektiğini<br />

belirtmiştir ki, doğrudur.<br />

Kararda anlayamadığımız bir nokta, SSK sigortalılığının başlangıcına<br />

ilişkindir. Davacı başlangıcın 1.8.1972 olduğuna karar verilmesini istemiş,<br />

mahkeme de bunu kabul etmiştir. Kurumun yazısı da başlangıcın<br />

1.8.1972 olduğunu doğrulamaktadır. 10.HD. kararında bu konuyla ilgili<br />

olarak "Sosyal Sigortalar Kurumu, davacıya sigorta başlangıcının<br />

1.8.1972 olduğunu ve 655 gün prim ödediğini bildirdiği halde, bu konudaki<br />

isteminin REDDĐ yerine KABULÜ usule ve yasaya aykırı olup bozma<br />

nedenidir" demektedir. Oysa mahkeme talebi reddetmemiş kabul etmiştir.<br />

Bu nedenle mahkeme kararının bu kısmının bozulmayıp, onanması gerekirdi.<br />

— Yarg.10.HD.5.4.<strong>2001</strong> t., 1890/2646 s. kararında da zorunlu SSK.<br />

Sigortalılığı ile çatışan, tarım sigortalılığına değinmektedir. Tarım Bağ-Kur<br />

sigortalılığı 1479 s. K.dan farklı olarak tali (ikincil) bir sigortalılık olduğundan,<br />

Tarım Bağ-Kur sigortalısı diğer zorunlu sigortaya tabi bir işte<br />

çalışmaya başlarsa (m.6/6) Tarım Bağ-Kur sigortalılığı sona erer. Bu nedenle<br />

tespiti istenen dönemde zorunlu sigortalılık varsa (506,1479) bu<br />

süreler düşülüp, kalan süre için tespite karar verilmelidir.<br />

Bu kararlar eski kararlarla uyum içindedir (bkz. Tuncay, Yargıtay<br />

Kararları 2000,230).<br />

b) Primlerin Ürün Bedelinden Tahsili


— Yarg.10.HD.nin 9.10.<strong>2001</strong> t., 6034/6694 s. kararında, tarım Bağ-<br />

Kur sigortalılığının zorunlu niteliği, bir hak ve yükümlülük olduğu, tescil,<br />

re'sen tescil, primlerin ürün bedelinden tahsili konuları üzerinde durulmaktadır.<br />

Davacı, ölen zorunlu Tarım Bağ-Kur sigortalısı eşinin tarım Bağ-Kur<br />

sigortalısı olduğunun tespitini ve kendisine ölüm aylığı bağlanmasını istemiş,mahkemenin<br />

talebi kabul kararının Bağ-Kur tarafından temyizi<br />

üzerine 10.HD. yukarıda belirttiğim konulara değinme imkanı bulmuştur.<br />

10.HD. önce, 2926 s.K.un 2 ve 3 maddelerine dayanarak sigortalılığın<br />

zorunlu niteliğini vurgulamış (bizce 5/11 de vurgulanmalıydı "sigortalı<br />

olmak hak ve yükümlüğünden vazgeçilemez ve kaçınılamaz") 5. maddeye<br />

göre yasal süre içinde kayıt ve tescillerini yaptırmayanların hak ve yükümlülüklerinin<br />

kayıt ve tescili izleyen aybaşından başlayacağını belirtmiştir.<br />

Ancak 9.m.deki re'sen tescili de hatırlatmıştır. Buna göre üç ay<br />

içinde tescillerini yaptırmayanları, kurum resen tescil edecektir.<br />

Bağ-Kur davacının başvurusu olmadığı için sigortalı olamayacağını,<br />

bu nedenle aylık talebinin reddi gerektiği düşüncesiyle talebi kabul eden<br />

mahkeme kararını temyiz etmiştir.<br />

10.HD. ise davacının, primlerinin ürün bedellerinden tevkifat yoluyla<br />

kesildiğini, böylece başvuru olmasa dahi, prim ödeme yoluyla kayıt ve<br />

tescil iradesinin ortaya çıkmış olduğunu, tespiti istenen dönemin priminin<br />

yatırılmış olduğunu, buna dayanarak kurumun re'sen kayıt ve tescil<br />

yapması gerekirken bunu yapmamasının, Anayasal görevinin ihmali olduğunu,<br />

kurumun bu ihmalin sonuçlarını sigortalıya yükleyerek, sigortalılığı<br />

geçersiz saymasının MK.2 deki dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağını<br />

ileri sürerek, temyiz itirazlarını reddetmiş ve kararı onamıştır.<br />

— Yarg.10.HD.4.5.<strong>2001</strong>, 6666/3490 s. kararı (YKD. Şubat <strong>2001</strong>, 219-<br />

223) da tarım Bağ-Kur sigortalısının prim borcunun ürün bedelinden<br />

tahsili ile ilgilidir. Karar kimlerin tevkifat yapmak zorunda olduğunun<br />

tespiti açısından ilginçtir.<br />

Bağ-Kur 2926 s.K.un 36.m.ine göre tarım Bağ-Kur sigortalılarının<br />

prim borçlarını Bakanlar Kurulu kararı ile ürün bedellerinden tevkifat<br />

yoluyla tahsil edebilmektedir. Tevkifatla yükümlü olanlar ise; kamu idare<br />

ve müesseseleri, iktisadi kamu kurumları, dernekler, vakıflar, bunların<br />

iktisadi işletmeleri, bilanço veya işletme hesabına tabi çiftçiler, yıllık gelir<br />

vergisi beyannamesi vermek zorunda olan ticaret ve serbest meslek erbabıdır.<br />

Bunlar çiftçilere ödeyecekleri ürün bedellerinden, bunların Bağ-<br />

Kur prim borçlarına mahsuben belli oranda tevkifat yaparak belgelemek,<br />

tevkif ettikleri tutarı da ertesi ayın 20. kadar Bağ-Kur hesaplarına aktar-<br />

265


mak zorundadırlar. Bu yükümlülük sadece zorunlu Bağ-Kur kapsamındaki<br />

çiftçilere ödenecek ürün bedelleri açısından geçerlidir. Tarımsal faaliyette<br />

bulunmasına rağmen, kanunla kurulu sosyal güvenlik kuruluşlarına<br />

prim ödeyenlere veya bunlardan malüllük/yaşlılık aylığı veya sürekli<br />

tam işgöremezlik geliri alanlarla, bunun için talepte bulunmuş<br />

olanlar, 2022 s.K.a göre aylık bağlananlar, 2926 s. K. Kapsamında olmadıklarından<br />

(2926/m.4), bunlara ürün bedeli ödeyecek olanlar tevkifatla<br />

yükümlü değildir.<br />

Đşte dava konusu uyuşmazlık da bu konularda çıkmıştır:<br />

• Tevkifata tabi olmayan çiftçilerden ürün alanlar; bu durumu Kuruma<br />

belgelemek zorunda mıdırlar<br />

• Zorundalarsa belgeleme veya tevkifat yapma yükümlülüğüne aykırı<br />

davranma halinde, bunlar tevkifat bedelinden sorumlu mudurlar<br />

Yarg.10.HD. ürün satan çiftçilerin zirai kazanç dolayısıyla gelir vergisi<br />

mükellefi buna bağlı olarak da zorunlu tarım Bağ-Kur sigortalısı olduklarına<br />

dayanarak, bunlardan ürün alanların, kendilerine tevkifattan muaf<br />

oldukları yolunda bir belge sunulmadıkça tevkifat yapmak zorunda oldukları<br />

sonucuna varmıştır. Bu konudaki ispat külfeti de tevkifat yapmak<br />

yükümünü taşıyanlardadır. Bu durumun ispatı yolunda, kendilerinden<br />

ürün satın alınan çiftçilerin zorunlu Tarım Bağ-Kur sigortalısı olmadıkları<br />

(2926 s.K.un 4.m. kapsamına girdikleri, başka sosyal güvenlik kanunlarına<br />

prim ödedikleri veya bunlardan aylık veya sürekli tam iş göremezlik<br />

geliri aldıkları), bu kurumlardan alınan belgelerle, çiftçilerden alınacak<br />

makbuzlarla, Bağ-Kur'a ispat edilir. Bu durumda artık bu kişi veya kuruluşlar<br />

tevkifattan sorumlu tutulamazlar. Aksi halde yapmadıkları tevkifattan,<br />

asıl borçlulara rücu hakları saklı kalmak koşuluyla, Bağ-Kur'a<br />

karşı bizzat sorumlu olurlar. Mahkemeler de önüne gelen uyuşmazlıkta,<br />

çiftçilerin zorunlu Tarım Bağ-Kur'lusu olup olmadıklarını araştırmalı, gerekiyorsa<br />

bu konuda bilirkişi incelemesi yaptırmalıdır. Ürün bedeli ödenirken,<br />

m.4.ün kapsamına girmekle birlikte sormadan zorunlu Tarım<br />

Bağ-Kur sigortalısı olanlardan yapılmayan tevkifattan dolayı sorumluluk<br />

söz konusu olmayacaktır.<br />

Karara ekli karşı oy yazısında (M.Zafer Erdoğan) karar daha detaylı<br />

biçimde incelemiş, bu konudaki Bakanlar Kurulu Kararları ve Genelge de<br />

dikkate alınarak, Yasanın 36.m.de herhangi bir yaptırım öngörülmemiş<br />

olmasına rağmen, teblig ile yaptırım getirilmiş oluşu yasaya aykırı bulunmuş<br />

ve tevkifat yapmayanlardan, bu borcun tahsilinin mümkün olmadığı<br />

sonucuna varılmıştır. Karşı oyda ayrıca, tevkifattan sorumlu tutulan<br />

şirketin gereken özeni de göstermiş olduğu (bunların bağlı oldukları


sosyal güvenlik kuruluşları ayrı ayrı gösterilmiştir), binlerce üreticiden<br />

mal almak zorunda olan meyve suyu üreticisi şirketten daha fazlasının<br />

beklenemeyeceği, bunun hakkaniyete aykırı olacağı belirtilmiştir (karşı<br />

oyda anılmamakla birlikte konu ile ilgili olarak ayrıca 15.8.1994<br />

t.,94/6006 s. bir Bakanlar Kurulu kararının daha çıkarılmış ve bununla<br />

3.4.1993 t., 93/4384 s.lı ve 8.1.1994 t., 94/5173 s. BKK.larının iptal<br />

edilmiş olduğunu da belirtelim).<br />

Gerçekten, bu konuda 36.m.de herhangi bir yaptırım öngörülmediği<br />

gibi BKK.larında da bu konuda düzenleme yoktur. Yaptırım, Çalışma ve<br />

Sosyal Güvenlik Bakanlığının 4 numaralı tebliği ile getirilmiştir<br />

(RG.26.3.1994, 21886). Tebliğin Đ bendinde "Hukuki ve Cezai Sorumluluk"<br />

başlığı altında, tevkifat yapmayan gerçek ve tüzel kişilerin Kuruma karşı<br />

sorumlu olduğu, süresi içinde kurum hesabına aktarılmayan tevkifat<br />

bedelinin yasal faizi ile birlikte bunlardan tahsil edilmesi öngörülmüştür.<br />

Ayrıca bunlar hakkında (tüzel kişi iseler organları hakkında) Türk Ceza<br />

Kanunun 526. maddesine göre cezalandırılmaları için C. Savcılıklarına<br />

suç duyurusunda bulunulacaktır. Karara ekli diğer karşı oy yazısında da<br />

aynı görüş tekrarlanmaktadır. (Sami Koçak).<br />

V. SOSYAL GÜVENLĐK KURUMLARINA TABĐ OLARAK GEÇEN HĐZ-<br />

METLERĐN BĐRLEŞTĐRĐLMESĐ HAKKINDA KANUNLA ĐLGĐLĐ KARARLAR<br />

(2829)<br />

Sosyal sigortalar alanında aynı anda farklı yasa ve kurumların varlığı,<br />

sigortalının belli bir zaman dilimi içerisinde, değişik kurum ve yasalara<br />

bağlı olarak, çalışmasını doğurmuş, sonuçta belli yardımların söz konusu<br />

olması durumunda, bu yardımların hangi kurum tarafından, hangi yasaya<br />

göre yapılacağı sorusuna cevap aranmasını gerektirmiştir. Bu konudaki<br />

temel yasamız 2829 s.K.dur. daha önce aynı konuyu düzenleyen 228<br />

s.k.un (RG.12.1.1961, 10705) yetersiz kalması karşısında, 2829 s.K. çıkarılmıştır.<br />

(RG. 27.5.1983, 19659; Güzel/Okur,541 vd; Tuncay, 395)<br />

1. 2829'un Uygulama Alanı<br />

2829 s.K.4.m.de değişik "kurumlara tabi çeşitli işlerde çalışmış olanların<br />

hizmet süreleri, aynı tarihlere rastlamamak kaydıyla bu Kanuna<br />

göre aylık bağlanmasına hak kazanıldığında birleştirilir. Ancak hizmet<br />

süreleri toplamının aylık bağlanmasına yeterli olmaması halinde bu Kanun<br />

hükümleri uygulanmaz" denmektedir. Sosyal güvenlik kurumlarından<br />

(SSK, Bağ-Kur, T.C.E.S., Banka Sandıkları) sadece birindeki sigortalılık<br />

süresi ve prim, aylık bağlanmasına yetiyorsa, sigortalının da talebi<br />

yoksa 2829 s.K. uygulanamayacaktır. (Tuncay, 398; Arıcı, Yargıtay Kararları<br />

1997, 302, sosyal sigorta ilişkisinin bir kamu hukuku ilişkisi ol-<br />

267


duğunu vurgulayarak bu konuda sigortalının tercihini öne çıkaran Yarg.<br />

10.HD.nin 20.10.1997, 7310/7083 s.lı kararına katılmamaktadır). Sosyal<br />

sigorta ilişkisinin kamusal yanı, sigortalının iradesini dışlamak değil, tam<br />

aksine onun iradesine uygun davranmayı gerektirir. Bu özelliği sosyal sigortalarla<br />

ilgili tüm düzenlemelerde görüyoruz. Sigortalının talebi olmadan<br />

Kurumlar re'sen yardım yapamamaktadır.<br />

— Yarg.21.HD.nin 19.2.<strong>2001</strong> t., 1097/1263 s. Kararına konu olayda<br />

Bağ-Kur'lu 1985-1999 döneminde Bağ-Kur sigortalısı olduğunu ve yaşlılık<br />

aylığı bağlanmasını istemiş, Kurum talebini reddedince, Kurum işleminin<br />

iptali için dava açmış, ancak mahkeme de talebi reddetmiştir. Yarg.<br />

21.HD. ise 22.3.1985-31.8.1989 döneminde büfecilik işi, 1.9.1989-<br />

30.9.1997 döneminde 2926 s.K.a bağlı çalışma, 21.10.1997-26.4.1999<br />

döneminde yine 1479'a bağlı faaliyet dolayısıyla, davacının, askerlik<br />

borçlanması da dahil 15 yılın üzerinde sigortalılık süresi bulunduğunu<br />

ayrıca 62 yaşını da doldurduğunu, aylık bağlanması gerektiğine karar<br />

vermiş, talebi reddeden mahkeme kararını bozmuştur. Kararda 2829 s.K.<br />

hükümlerine ve 2926 s.K.un 17.maddesine dayanılmıştır. Davacının tüm<br />

faaliyeti Bağ-Kur'a bağlı geçtiğine göre 2829 s.K.un konu ile ilgisi yok gibi<br />

gelmektedir. Ancak olayda, iki ayrı yasanın varlığı karşısında (1479,2926),<br />

aylığın hangi yasaya göre bağlanacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. 21.HD.<br />

de bu sorunu 2829 s.K.un 8.m. ine göre çözmekte ve son 7 yılın fazlası<br />

(olayda tamamı) 2926 s.K.a bağlı geçirildiği için bu Kanuna göre aylık<br />

bağlanmasına karar vermiştir.<br />

2. Đsteğe Bağlı Sigortalılık ve Hizmet Birleştirilmesi<br />

Yarg.21.HD.nin 4.6.<strong>2001</strong> t., 2395/4374 s.lı kararında (YKD. Nisan<br />

2002, 597-599) davacı, tarım sigortalısı olarak yaptığı 10 yıllık borçlanmanın<br />

ve 1479 s.K.un 79. maddesi gereğince isteğe bağlı sigortalılığının<br />

geçerli olduğunu ve 2829 s.K.a göre yapılacak birleştirmede göz önünde<br />

tutulmasını istemiştir. Mahkeme talebi reddetmiştir.<br />

Uyuşmazlık 2926 s.K.a göre yapılan 10 yıllık borçlanmanın 1479/79'a<br />

bağlı isteğe bağlı sigortalılıkla birleşip birleşmeyeceğidir.<br />

Yarg.21.HD. geçici m.1/V deki "...... borçlanılacak süreler diğer sosyal<br />

güvenlik kanunlarına tabi bir işe girerek o kanuna tabi kurum ve kuruluşlardan<br />

aylığa hak kazananların....2829 s.K. hükümlerine göre birleştirilecek<br />

hizmetlerine dahil edilemez..." hükmünün sadece zorunlu sigortalıları<br />

kapsadığı (bu işe girerek), isteğe bağlı sigortalıları kapsamadığı görüşünden<br />

hareketle, isteğe bağlı sigortalılıkla, 2926 s.K.a göre borçlanılan<br />

10 yılın 2829 s.K.a göre birleşebileceği sonucuna varmış ve mahkeme kararını<br />

bozmuştur.


Karara ekli karşı oy ise (Utkan Araslı), geçici m.1.deki borçlanılan sürenin<br />

diğer sosyal güvenlik kanunlarına tabi çalışma süreleri ile birleşmeyeceği<br />

hükmünü mutlak olarak almakta, bu borçlanmanın sadece<br />

2926 s. K.a göre yaşlılık aylığı açısından dikkate alınabileceğini, bunun<br />

dışındaki yasalar açısından dikkate alınamayacağını belirtmekte, aktif sigortalıya<br />

tanınmayan bir hakkın isteğe bağlı sigortalıya hiç tanınmaması<br />

gerektiğini ileri sürmekte, aksi halde bunun hakkın kötüye kullanılmasına<br />

(mk.m.29 yol açabileceğini ileri sürmektedir.<br />

Biz burada biraz farklı bir sonuca varılabileceğini düşünüyoruz. Bu<br />

konuda 2926 s.K.un geç.1.m.ine benzer bir hüküm içeren ve isteğe bağlı<br />

Bağ-Kur sigortalılarına bazı koşullarla 10 yıllık borçlanma imkanı veren<br />

ek geçici m.4. bu sürenin, diğer sosyal güvenlik kanunlarına tabi bir işe<br />

girerek o kanuna tabi kurum veya kuruluşlardan aylığa hak kazananların,<br />

2829 s.K.a göre birleştirilecek hizmetlerine dahil edilemeyeceğini belirtmektedir.<br />

Bu konuda açıklık getiren 2829 s.K.un uygulama esasları ile<br />

ilgili yönetmelik (RG. 9.12.1982, 18246m), 5.m.de "Birleştirilmeyecek<br />

Hizmetler başlığı altında, 1479 s.K.un ek geçici 4.m.ine göre yapılan<br />

borçlanmaların diğer kurum ve sandıklardan aylık bağlanması halinde bu<br />

kurumlarda geçen hizmetlerle birleşmeyeceğini, ancak Bağ-Kur'dan aylık<br />

bağlanması halinde diğer Kurum ve Sandıklardaki hizmetlerle birleştirileceğini<br />

belirtmektedir. Buradan hareketle 2826 s.K.a göre yapılan borçlanmanın,<br />

Bağ-Kur'dan aylık bağlanması halinde 2829 s.K.a göre birleşmeye<br />

dahil edilebileceğini, başka kurumlardan (SSK, TCES,<br />

506/geç.m.20'deki sandıklar) aylık bağlanması halinde birleşmeye dahil<br />

edilmeyeceğini düşünüyoruz. (karş. Güzel/Okur,544)<br />

3. Aylığı Bağlayacak Kurum<br />

— Yarg.10.HD:nin 15.1.<strong>2001</strong> t., 5976/4 s.lı kararı (YKD.Eylül <strong>2001</strong>,<br />

1349-1352) 2928 s.K.un 8. maddesinin yorumuna ilişkindir. Bilindiği gibi<br />

bu madde iki fıkradan oluşmakta, 1. fıkrada temel kural yer almakta (son<br />

7 yıllık fiili çalışmanın çoğu), ikinci fıkrada ise bu kuralın istisnalarına yer<br />

verilmektedir. 2. fıkraya göre malüllük, ölüm, re'sen emeklilik, belli<br />

görevlere atanma, bağlı olunan Kurumun kanunla değiştirilmesi hallerinde<br />

aylık, hizmet sürelerinden sonuncusunun tabi olduğu kurum tarafından<br />

kendi mevzuatına göre bağlanacaktır.<br />

Karara konu olayda davacı son bağlı olduğu Kurumdan aylık bağlanmasını<br />

istemiş, mahkeme talebi kabul etmiş, 10.HD. ise burada son<br />

7yıl esasının uygulanması gerektiğini ileri sürerek kararı bozmuştur.<br />

269


Davacı Sosyal Sigortalar Kurumu sigortalısı iken çalıştığı yerin bir<br />

kamu kurumuna bağlanması nedeniyle sözleşmeli personel statüsüne<br />

geçirilmiş ve TCES'na bağlanmıştır. Daha sonra (6 yıl 8 ay sonra) buradan<br />

ayrılarak özel sektörde sigortalı olarak çalışmasını sürdürmüş, son olarak<br />

da 506 s.K.un 85. m. gereğince isteğe bağlı sigortalı olmuş ve Kurumdan<br />

aylık talebinde bulunmuştur. Kurum 2829 m.8/1 deki son 7 yılın çoğu<br />

kuralını uygulayarak aylığı TCES.nin bağlayacağına karar vermiş, davacı<br />

ise 8/II ye dayanarak bağlı olduğu kurumun kanunla değiştirildiğini, bu<br />

nedenle son olarak halen tabi olduğu SS Kurumundan aylık bağlanmasını<br />

talep ve dava etmiştir.<br />

10.HD. olayda 8/II nin uygulanamayacağı görüşündedir. 10.HD. ne<br />

göre, davacının bağlı olduğu kurum başlangıçta değiştirilmiş ise de, davacı<br />

daha sonra kendi iradesi ile çalışma alanlarını bizzat kendisi değiştirmiştir.<br />

Artık istisnaen uygulanacak olan 8 değil, 8/I dikkate alınmalıdır.<br />

Buna göre ise aylık, Kurumun iddia ettiği gibi TCES tarafından bağlanmalıdır.<br />

Karara ekli karşı oy yazısında ise (Sami Koçak) davacının iradesine<br />

üstünlük tanınarak, çalışmasının çoğunun SSK sigortalısı olarak geçirip<br />

sadece 6 yıl 8 ayını TCES iştirakçisi olarak geçirmesi karşısında aylığın<br />

SSK sigortalısı olarak bağlanması gerektiği ileri sürülmüşse de, mevcut<br />

hükümler karşısında daha doğru ve adil olan bu sonucun uygulanması<br />

yasa değişmedikçe mümkün değildir. (bkz.Güzel/Okur,548).<br />

— Yarg.10 HD.nin 22.3.<strong>2001</strong> t, 1039/2081 s.kararında (YKD. Ocak<br />

<strong>2001</strong>, 46-50) 2829 s.K.un 8.maddesini ölüm aylığı açısından değerlendirmiştir.<br />

Kararda iki de karşı oy yazısı vardır.<br />

Dava konusu olayda ölen sigortalının hem Bağ-Kur, hem de Sosyal<br />

Sigortalar Kanununa bağlı çalışmaları vardır. 506 s.K.a bağlı çalışmaları<br />

tek başına aylık bağlanması için yeterlidir. Ancak sigortalı Bağ-Kur'lu<br />

iken ölmüştür. Hak sahibi davacı ölüm aylığı bağlanması için SSKurumuna<br />

başvurmuş, Kurumun ölüm anında Bağ-Kur'a bağlı oluş nedeniyle<br />

talebi reddetmesi üzerine bu kez Bağ-Kur'a başvurmuş ve kendisine Bağ-<br />

Kur'dan ölüm aylığı bağlanmıştır. Daha sonra hak sahibi, Yargıtay'ın<br />

2829 s.K.a göre birleşme yapılmaksızın tek kurumdaki çalışmaların aylık<br />

bağlanması için yeterli olduğu durumlarda, ilginin iradesine öncelik vererek<br />

istediği kurumdan aylık bağlanmasını kabul eden uygulaması karşısında,<br />

yeniden SSKurumuna başvurarak aylık bağlanmasını istemiş, kurum<br />

talebi reddedince dava açmıştır.<br />

10.HD. görüşlerinde bir değişiklik olmadığını, ancak davacının SSKurumunun<br />

aylık bağlanması talebini reddetmesi üzerine, davacının serbest<br />

iradesiyle Bağ-Kur'a başvurarak aylık bağlattığını, aradan beş yıl gibi


uzun bir süre geçtikten sonra Yargıtay'ın yeni uygulamasından yararlanmak<br />

amacıyla yeniden başvurulması üzerine 2829 s.K.a uygun biçimde<br />

bağlanan aylıktan geri dönülemeyeceğini ve bu işlemin iptal edilemeyeceğini<br />

ileri sürerek, davacının bu kez Sosyal Sigortalar Kurumundan aylık<br />

bağlanması talebini reddeden mahkeme kararını onamıştır.<br />

Karara ekli ilk karşı oy yazısında (Coşkun Erbaş), 2829 s.K.un, kurumlardaki<br />

çalışmaların tek başına aylık bağlanmasına yeterli olmadığı<br />

durumlarda uygulanacağı, kurumun aylık bağlama talebini reddederek<br />

davacıyı yanılttığı, maddi açıdan zor durumda olan davacının ister istemez<br />

Bağ-Kur'a başvurmasının serbest iradesine bağlanamayacağı, sosyal<br />

güvenlik hakkının Anayasal bir temel hak olarak vazgeçilemez ve feragat<br />

edilemez olduğu, gerekçeleriyle 10.HD.ine karşı çıkılmıştır.<br />

Diğer karşı oy yapısında da (Neslihan Sever) benzer görüşler tekrarlanmıştır.<br />

Olayın özellikleri dikkate alındığında, davacıyı yanıltan ve onu<br />

Bağ-Kur'a yönlendiren SSKurumudur. Aradan ne kadar süre geçerse<br />

geçsin hak sahibinin Bağ-Kur aylığından vazgeçerek, Sosyal Sigortalar<br />

Kurumu aylığına dönmesi mümkündür. Karşı oy yazılarında da belirtildiği<br />

gibi sosyal güvenlik hakkından vazgeçilemez ve feragat edilemez. Bir süre<br />

Bağ-Kur'dan aylık aldı diye hak sahibini bu hakkından mahrum bırakmak,<br />

bu hakkın özelliği ve niteliği ile bağdaşmaz.<br />

Sosyal Sigorta Türleri<br />

271


Oturum Başkanı : Resul ASLANKÖYLÜ<br />

Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesi Başkanı<br />

Tebliğ Sahibi : Y.Doç.Dr. Süleyman BAŞTERZĐ<br />

Ankara Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi<br />

I. ĐŞ KAZASI VE MESLEK HASTALI Ğ I SĐGORTASI<br />

A. Sosyal Sigortalar Kanunu Uygulaması<br />

1. Sosyal sigortalar hukuku ve işverenin sorumluluğu yönünden iş<br />

kazası ayrımı<br />

Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesinin, 22.11.<strong>2001</strong> tarihli<br />

kararına (E.5874, K.8059,<br />

yayımlanmamıştır) konu olay,<br />

Sosyal Sigortalar Kurumu<br />

tarafından iş kazasında ölen<br />

sigortalı işçinin hak<br />

sahiplerine yapılan<br />

harcamalar dolayısıyla<br />

uğranılan Kurum zararının<br />

işverene rücu edilmesine<br />

ilişkindir. Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesi kararında, "Davalı<br />

işverene ait inşaat işyerinde<br />

çalışan sigortalının, işyerinde<br />

yatıp kalkmadığı, olay günü iş<br />

saati sona erdikten sonra saat<br />

21.00'e kadar inşaatın önünde<br />

arkadaşlarıyla içki içtiği ve<br />

tuvalet ihtiyacını gidermek<br />

üzere inşaatın birinci katına<br />

çıktığı sırada düşerek öldüğü"<br />

belirtildikten sonra, "...<br />

Dosyadaki bilgi ve belgelere<br />

göre kaza ile görülen iş<br />

arasında uygun nedensellik<br />

bağı bulunmadığı, kazanın


sigortalının gördüğü işin bir<br />

sonucu olmadığı görülmektedir.<br />

Gerçekten kazanın<br />

işverenin otoritesi altında<br />

meydana gelmediği, günlük<br />

çalışma saati sona erdikten<br />

sonra işin görülmesi ile ilgili<br />

olmayan bir nedenle gece<br />

vakti cereyan eden olayın bu<br />

sebeple iş kazası olarak<br />

nitelendirilemeyeceği açıktır"<br />

görüşlerine yer verilmiş ve<br />

"...davanın reddine karar<br />

vermek gerekirken,<br />

Mahkemece olayın iş kazası<br />

olarak kabulü ile işverenin<br />

sorumluluğuna<br />

hükmedilmesi" nin usul ve<br />

yasaya aykırı olduğu<br />

sonucuna varılmıştır.<br />

Kararda belirtilen olayın iş kazası olup olmadığı araştırılırken ikili bir ayrıma gitmek<br />

ve meydana gelen kazayı hem sosyal sigortalar hukuku bakımından hem de işverenin<br />

sorumluluğu yönünden ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Çünkü, söz konusu farklı bakış<br />

açılarına göre yapılan iş kazası tanımları da birbirinden oldukça farklıdır. Sosyal sigorta<br />

hukuku anlamında konuya yaklaşıldığında görülür ki, bu bağlamda iş kazası kavramı<br />

sigortalıları ya da hak sahiplerini mümkün olduğunca sosyal güvence altına alma çabasıyla<br />

çok geniş tutulmaya çalışılmaktadır. Nitekim, Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) Đş<br />

Kazası Yardımlarına Đlişkin 121 no.lu tavsiye kararının 5/(a) maddesinde, üye devletlerin,<br />

çalışma saatleri içinde işyerinde veya yakınında ya da işçinin istihdam dışında<br />

sayılamayacağı herhangi bir yerde oluşan kazaları nedenlerine bakmaksızın iş kazası<br />

olarak değerlendirmeleri önerilmektedir. Aynı tavsiye kararının 5/(b) maddesinde ise, iş<br />

saatlerinden önce ya da sonra makul bir zaman dilimi içinde araçların ve giysilerin<br />

taşınması, temizlenmesi, hazırlanması, korunması, toplanması ve saklanması sırasında<br />

meydana gelen kazaların da iş kazası sayılması gerektiği öngörülmüştür. (International<br />

Labour Organisation, International Labour Conventions and Recomendations 1919-1991,<br />

Volume II [1963-1991], 808, ayrıca bkz. Levent Akın, Đş Kazasından Doğan Maddi<br />

Tazminat, Ankara <strong>2001</strong>, 27 [Maddi Tazminat] ).<br />

Sosyal Sigortalar Kanunumuzda da, iş kazası bu yaklaşıma uygun olarak oldukça<br />

geniş tanımlanmıştır. Yasaya göre, "iş kazası ve meslek hastalığının tarifi" kenar başlıklı<br />

11. maddede belirtilen durumlardan birinde meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya<br />

sonradan bedence ya da ruhça arızaya uğratan olay iş kazasıdır. Söz konusu maddede iş<br />

273


kazası olarak değerlendirilen durumlar belirtilirken ilk olarak sigortalının işyerinde<br />

bulunduğu sırada meydana gelen kazalara yer verilmiştir (m.11/A,a). Maddenin açık<br />

anlatımı karşısında, kaza olayı işyerinde meydana gelmişse, sigortalıyı fiziksel ya da<br />

psikolojik olarak sakatlamışsa ve ortaya çıkan zararlı sonuç ile kaza olayı arasında<br />

uygun illiyet bağı varsa, söz konusu olay başka hiçbir koşula gerek olmaksızın iş kazası<br />

sayılır. Bu yaklaşımla dava konusu olayda olduğu gibi kazanın iş süreleri dışında<br />

gerçekleşmesi de iş kazası sayılmasını engellememektedir. Görüldüğü gibi Sosyal<br />

Sigortalar Kanununun iş kazası tanımı, Uluslararası Çalışma Örgütünün iş kazasını iş<br />

süreleri içinde gerçekleşen olaylarla sınırlayan tanım önerisinden de bir adım ileridedir.<br />

Bu durumda, incelemeye çalıştığımız dava konusu olay sosyal sigortalar hukuku<br />

anlamında iş kazası olarak nitelenebilir (bkz. Kenan Tunçomağ, Sosyal Güvenlik<br />

Kavramı ve Sosyal Sigortalar, 5. Bası, Đstanbul 1990, 259-260; Reşat Atabek, Đş Kazası<br />

ve Sigortası, Đstanbul 1978, 52-53; Fikret Eren, Borçlar Hukuku ve Đş Hukuku Açısından<br />

Đşverenin Đş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan Sorumluluğu, Ankara 1974, 18<br />

[Đşverenin Sorumluluğu]; Ali Güzel - Ali Rıza Okur, Sosyal Güvenlik Hukuku, 8. Bası,<br />

Đstanbul 2002, 191-192; Đlhan Ulusan, Özellikle Borçlar Hukuku ve Đş Hukuku Açısından<br />

Đşverenin Đşçiyi Gözetme Borcu ve Bundan Doğan Hukukî Sorumluluk, Ankara 1990, 75-<br />

76; Akın, Maddi Tazminat, 26-30). Nitekim Sosyal Sigortalar Kurumu yasanın öngördüğü<br />

kurala uyarak ölen işçinin hak sahiplerine gerekli olan yardımları yapmıştır.<br />

Buna karşılık öğretide Tuncay tarafından savunulan bir görüşe göre, yasa koyucu iş<br />

kazasını tanımlarken iş ile kaza olayı arasında nedensellik bağı bulunduğunu gösteren<br />

belirli karineler saptamıştır. Yasada öngörülen en güçlü karinelerden biri kazanın işyerinde<br />

meydana gelmesidir. Ancak bu karineler kesin nitelikte olmayıp aksinin ispatı her zaman<br />

mümkün olan nispi karinelerdir. Öyleyse, işveren meydana gelen kazanın işyerinde<br />

yürütülmekte bulunan işle ilgisinin bulunmadığını kanıtlayabilir. Bunun için kazanın<br />

işverenin otoritesi altında meydana gelip gelmediğini araştırmak gerekir. Ancak, bu<br />

bağlamda otorite ölçütünü geniş yorumlamak yerinde olur. Kaza meydana geldiği sırada<br />

işçi tarafından görülmekte olan iş işverenin çıkarlarına hizmet ediyorsa işçinin işverenin<br />

otoritesi altında bulunduğu kabul edilmelidir. Bu yaklaşımla, kazanın yapılan iş ile ilgili<br />

olmadığı kanıtlanırsa, kaza işyerinin coğrafi sınırları içinde de meydana gelse iş kazası<br />

olarak nitelendirilemez (A. Can Tuncay, Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri, 9. Bası,<br />

Đstanbul 2000, 222 [Sosyal Güvenlik] ).<br />

Ancak Yargıtay genellikle, yasanın açık lafzına uygun olarak kazanın işyeri sınırları<br />

içinde meydana gelmesini sosyal sigortalar hukuku anlamında iş kazasının varlığı için tek<br />

başına yeterli görme eğilimindedir. Örneğin, öğle tatilinden sonra görevine dönerken tren<br />

çarpması sonucu yaşamını yitiren işçi bakımından, tren yolu davalı işverene ait işyerinden<br />

geçtiği için, başka deyişle zararlandırıcı sigorta olayının meydana geldiği yer işverenin<br />

hakimiyet alanında bulunduğundan bu olay Yargıtayca iş kazası sayılmıştır (Y21HD.,<br />

2.6.1997, E.3596, K.3672, Erkan Ertürk, Sosyal Sigortalar Kanunu Uygulaması, Ankara<br />

1999, 115). Aynı yaklaşımla Yargıtay, ara dinlenmesi sırasında meydana gelen kaza<br />

(Y9HD., 3.7.1968, E.6077, K.9443, Ali Nevzat Erol, iş Kazaları ve Meslek Hastalık-


larından Doğan Hukuk Dâvaları, 1975, 62) ile işyerindeki yatakhanede kalan işçinin işyeri<br />

bekçisinin dikkatsiz davranışı sonucu ölmesini de (Y10HD., 3.5.1976, E.8915, K.4334,<br />

Mustafa Çenberci, Sosyal Sigortalar Kanunu Şerhi, Ankara 1977, 973 [Şerh 1977]) iş<br />

kazası olarak değerlendirmiştir (aynı yönde Y10HD., 6.5.1996, E.3777, K.3415, Đhsan<br />

Çakmak, Sosyal Sigortalar Kanunu Şerhi, C.1, Ankara <strong>2001</strong>, 260). Belirtelim ki, bu<br />

yaklaşım çerçevesinde işçinin kusurlu olması da olayın iş kazası olarak değerlendirilmesi<br />

üzerinde etkili değildir. Nitekim Yargıtay, sarhoş halde çalışan mezbaha işçisinin<br />

ölümüyle sonuçlanan olayı iş kazası olarak kabul etmiştir (Y10HD., 23.3.1992,<br />

E.1991/12579, K.1992/3624, Utkan Araslı, Sosyal Güvenlik ve Sosyal Sigortalar, C.1-2,<br />

Ankara 2002, 454). Aynı şekilde Yargıtay'ın çeşitli kararlarında işçinin iş yerinde intihar<br />

ederek yaşamını yitirmesi de iş kazası olarak nitelendirilmiştir (Y10HD., 29.3.1979,<br />

E.8413, K.2759, YKD. Ağustos 1979, 1167; Y9HD., 21.10.1969, E.7602, K.10056,<br />

Çenberci, Şerh 1977, 977).<br />

Buna karşılık, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi başka bir kararında "işyerinde bulunma<br />

olgusunun rıza ile ve hizmet akdinin öngördüğü edimi yerine getirme amacıyla işyerinde<br />

bulunma anlamını taşıdığı..." nı belirterek, işyerinin tatilde olduğu bir zamanda, işverenin<br />

rızası dışında ve salt orada içki içmek amacıyla işyerine girilmesi ve bu sırada olayın<br />

meydana gelmiş olması durumunu iş kazası saymamıştır (Y10HD., 10.5.1983, E.2308,<br />

K.2482, Mustafa Çenberci, Sosyal Sigortalar Kanunu Şerhi, Ankara 1985, 121 [Şerh<br />

1985] ). Böylece Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, iş kazasının varlığı için Yasanın başkaca bir<br />

açıklama yapmaksızın yeterli gördüğü, kaza olayının işçinin işyerinde bulunduğu bir<br />

sırada meydana gelmesi durumunu, akdin öngördüğü edimi yerine getirme amacıyla ve<br />

işverenin rızasıyla işyerinde bulunma koşullarını da arayarak sınırlamış olmaktadır.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> işyerinde bulunmayı amaç yönünden sınırlaması, yasanın başkaca koşul<br />

aramayan açık sözü ile olduğu kadar, işyeri yatakhanesinde iş saatleri dışında meydana<br />

gelen olayı iş kazası sayan önceki kararı ile de çelişki yaratmıştır. Yine, işyerinde<br />

işverenin izni ve rızası dışında bulunmama koşulunun aranması da yasanın öngörmediği<br />

bir durumdur. Kanımızca, SSK.11/A hükmünün daha çok kişinin sosyal sigorta<br />

güvencesinden yararlandırılabilmesi için olabildiğince geniş yorumlanması isabetli olur.<br />

Belirtelim ki, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi yukarıda anılan kararından farklı olarak,<br />

1987 yılında verdiği diğer bir kararında, park halindeki bir otobüsün şoför mahallinde içki<br />

içip eğlenirlerken muavinin şoförü ağır yaralayarak iş göremezliğine neden olması olayını<br />

işyerinde meydana geldiği gerekçesiyle iş kazası saymış, ancak, ilk derece mahkemesinin<br />

direnmesi üzerine Hukuk Genel Kurulu aynı olayı, "...Yasa koyucunun amacı olayın vuku<br />

bulduğu yer ve zaman ile davacının davranışı hep birlikte değerlendirildiğinde davalıların<br />

sorumluluk koşullarının gerçekleştiğinden söz edilemez." görüşüne yer vererek iş kazası<br />

kabul etmemiştir. Bu karara karşı oy yazısı yazan Ozanoğlu ve Aslanköylü, işle kaza arasında<br />

illiyet bağı bulunmasının bu olayla bir ilgisinin bulunmadığını belirterek olayın iş<br />

kazası olduğunu ileri sürmüşlerdir (YHGK., 15.4.1987, 10-644/330, kararı isabetli<br />

bulmayan bir inceleme için bkz. Okur, Değerlendirme 1987, Đstanbul 1989, 307-309).<br />

275


Bu açıklamalar ışığında yineleyelim ki, incelemeye çalıştığımız olayın işyerinde<br />

meydana gelmesi sosyal sigortalar hukuku yönünden iş kazası sayılması için kanımızca<br />

yeterlidir. Buna karşılık, olayı işverenin sorumluluğu yönünden bir iş kazası olarak<br />

nitelemek mümkün değildir. Çünkü, bu bağlamda iş kazasından söz edebilmek için, kaza<br />

ile zarar arasındaki illiyet bağının yanında, yapılan iş ile kaza olayı arasında da uygun<br />

illiyet bağının bulunması gerekir. (bu konuda bkz. Atabek, 293-296; Eren, Đşverenin<br />

Sorumluluğu, 11-22; Ulusan, 73-79; Akın, Maddi tazminat, 46-50). Oysa olayımızda<br />

böyle bir uygun illiyet bağı bulunmamaktadır. Bir an için böyle bir illiyet bağının<br />

bulunduğu düşünülse bile, işçinin içki içmesi ve kazaya kusuru ile neden olması bu illiyet<br />

bağının uygunluğunu ortadan kaldırabilir (bkz. Tuncay, Değerlendirme 1992, 155-156). O<br />

nedenle, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin işvereni rücu tazminatından sorumlu tutmaması ve<br />

bu bağlamda olayı iş kazası olarak değerlendirmemesi sonuç itibariyle isabetlidir. Ancak,<br />

karışıklıklara meydan verilmemesi bakımından iş kazasının varlığından ya da yokluğundan<br />

söz edilirken yukarıda değinilen ayrımın vurgulanması yararlı olur.<br />

2. Đşverenin Đş kazası ve meslek hastalığı nedeniyle Kurum karşısındaki<br />

sorumluluğu (rücu tazminatı)<br />

a) Đşverenin sorumluluğu ve bu anlamda iş kazasının koşulu olarak uygun illiyet<br />

bağı<br />

aa) Terörist eylem<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin, iş kazasında ölen sigortalı işçinin hak sahiplerine<br />

yapılan harcamalar nedeniyle uğranılan Kurum zararının rücuan ödetilmesi talebine ilişkin<br />

19.6.<strong>2001</strong> tarihli kararında (E.4328, K.4829, yayımlanmamıştır), "Dava dilekçesinde dava<br />

dışı kişilerin kasıtlı davranışlarından ötürüde teselsül hükümlerine göre istekde<br />

bulunulduğu halde davalıyı sadece kusur oranında sorumlu tutarak sonucu uyarınca hüküm<br />

kurulmuş olması usule ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir. Öte yandan davalının,<br />

adresleri tesbit edilemeyen meçhul teröristlere rücu hakkını kullanmasının güçlüğü<br />

nedeniyle tavandan uygun bir miktarda Borçlar Kanununun 43-44 maddesi uyarınca<br />

hakkaniyet indirimi yapılmaması keza isabetsizdir." Görüşlerine yer verilmektedir.<br />

Karardan anlaşıldığı üzere, rücu davasına konu iş kazası terörist bir eylem sonucunda<br />

ortaya çıkmıştır. Önceki başlık altında da değinildiği üzere, işverenin sorumluluğu<br />

yönünden bir iş kazasından söz edilebilmesi için, a) dıştan gelen istenilmeyen bir olayın<br />

varlığı, b) hem kaza ile zarar arasında, hem de kaza ile işverence yürütülen iş arasında<br />

uygun bir illiyet bağının bulunması c) söz konusu uygun illiyet bağlarının kesilmemiş<br />

olması ve d) maddi bir zararın varlığı koşullarının birlikte bulunması gerekir (bkz. Eren,<br />

Đşverenin Sorumluluğu, 11-22; Ulusan, 73-79; Akın, Maddi tazminat, 46-50).<br />

Olayımızda söz konusu olan terörist eylem, üçüncü kişiler tarafından kasıtlı olarak<br />

gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla işyerinde yürütülmekte olan faaliyet ile bu olay arasında<br />

uygun illiyet bağı bulunmamaktadır. Şu halde, incelemeye çalıştığımız olay sosyal


sigortalar hukuku yönünden, bir önceki başlık altında açıklamaya çalıştığımız gerekçelerle<br />

iş kazası olarak nitelense bile, işverenin sorumluluğu yönünden bir iş kazası olarak kabul<br />

edilmez. O nedenle bu davada hakkaniyet indirimiyle de olsa işverenin sorumluluğundan<br />

söz edilmesi isabetsizdir.<br />

bb) Üçüncü kişinin %100 kusuruyla neden olduğu trafik kazası<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin, 27.2.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.1090, K.1472,<br />

yayımlanmamıştır) konu olayda, sigortalı işçi geçirdiği trafik-iş kazası sonucunda %34.20<br />

oranında meslekte kazanma gücü kaybına uğramış, Sosyal Sigortalar Kurumu da<br />

sigortalıya gerekli yardımları yaptıktan sonra SSK'nun 10. ve 26. maddeleri uyarınca<br />

yaptığı yardımları otobüs sahibi işverenden rücuan talep etmiştir. 10. Hukuk Dairesinin<br />

kararında tespit edildiği üzere, olayda işveren yönünden SSK'nun 9. ve 10. maddelerindeki<br />

koşullar oluşmuştur. Kararda ayrıca, kazaya karışan diğer araç sürücüsü üçüncü kişinin<br />

%100 kusurlu olduğunun dosyadaki bilgi ve belgelerden açıkça anlaşıldığı<br />

belirtilmektedir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin kararına göre, "Davalı işverenin 506 Sayılı kanunun<br />

10. maddesine göre sorumluluğu; kusursuzluk ilkesine dayanır. Zararlandırıcı sigorta<br />

olayında işvereninin hiç kusuru olmasa bile, şayet sigortalının işe girişi süresinde Kuruma<br />

bildirilmemişse Kurumca yapılan sosyal sigorta yardımlarından 10. maddeye göre sorumlu<br />

tutulması gerekir.<br />

Mahkemece yapılacak iş; davalı işveren (..........)'ın %100 kusurlu olduğu kabul<br />

edilerek hükmü temyiz etmeyen davalı (..........) için 506 Sayılı Kanunun 26. maddesi<br />

uyarınca yaptırılıp hükme dayanak yapılan 05.10.2000 günlü hesap raporunda %100<br />

kusura göre 9.876.911.852 lira olarak hesaplanan maddi tazminat miktarından, Borçlar<br />

Kanununun 43 ve 44. maddeleri uyarınca %50'den az olmamak üzere hakkaniyet indirimi<br />

yapılarak davalı işverenin sorumlu olduğu gerçek zarar tavanı belirlendikten sonra Hukuk<br />

Usulü Muhakemeleri Kanununun 74. maddesindeki taleple bağlılık ilkesi de dikkate<br />

alınarak tavan aşılmamak suretiyle rücu alacağına hükmetmekten ibarettir."<br />

Görüldüğü gibi, Yargıtay<br />

10. Hukuk Dairesi bu olayda<br />

da, kazaya karışan diğer araç<br />

sürücüsü kazanın meydana<br />

gelmesinde %100 kusurlu<br />

olduğu halde, SSK'nun 10.<br />

maddesi uyarınca işverenin<br />

kusursuz sorumluluğundan<br />

söz etmekte, ardından,<br />

işverenin de %100 kusurlu<br />

kabul edilmesini, ancak rücu<br />

tazminatı miktarından<br />

277


BK'nun 43. ve 44. maddelerine<br />

göre %50'den az<br />

olmamak üzere hakkaniyet<br />

indirimi yapılmasını<br />

öngörmektedir. Belirtelim ki,<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi,<br />

işverenin SSK'nun 10.<br />

maddesi çerçevesinde<br />

sorumluluğunun söz konusu<br />

olduğu başka bir olayda ise,<br />

zararı doğuran olayın tümüyle<br />

kaçınılmaz olması durumunda<br />

yürütülen işle kaza arasındaki<br />

uygun illiyet bağını keseceğini<br />

kabul etmiş (Y10HD.,<br />

22.11.1981, E. 1980/6820, K.<br />

1981/221, ĐHU, SSK.10, No.2,<br />

Erol Akı incelemesi, yazar bu<br />

incelemesinde, işverenin<br />

davranışı ile zararlı sonuç<br />

arasında gerçekten uygun<br />

neden sonuç bağı<br />

bulunmuyorsa, işverenin<br />

hiçbir biçimde sorumlu<br />

tutulmaması gerektiği<br />

sonucuna varmıştır), ancak<br />

benzeri diğer bir davada ise,<br />

bu durumun uygun illiyet<br />

bağını kesmeyeceği, sadece<br />

BK'nun 43. maddesi uyarınca<br />

tazminattan bir indirim<br />

nedeni olacağı sonucuna<br />

varmıştır (Y9HD., 11.5.1981,<br />

E.2465, K.3038, YKD. Eylül<br />

1981, 1153). Aynı şekilde 10.<br />

Hukuk Dairesi, sigortalının<br />

%100 müterafık kusurunun<br />

bulunduğu durumlarda da<br />

bunun uygun illiyet bağını<br />

kesmeyeceğini ancak tazminat<br />

miktarından %50'den az<br />

olmamak üzere indirim


yapılması gerektiğini karara<br />

bağlamıştır (Y10HD.,<br />

4.4.1995, E.3066, K.3340,<br />

Đhsan Çakmak, Şerhli Sosyal<br />

Sigortalar Kanunu, C.1-2,<br />

Ankara <strong>2001</strong>, 186-187;<br />

Y10HD., 6.12.1983, E.6132<br />

K.6230, Çenberci, Şerh 1985,<br />

113).<br />

Öğretide de, SSK'nun 10. maddesinde kusura dayanmayan bir sorumluluk hali<br />

düzenlendiği için yapılan işle kaza olayı arasındaki illiyet bağının kesilmesinin mümkün<br />

bulunmadığı, hatta bu konuda 10. Hukuk Dairesinin yaptığı gibi tazminattan indirime de<br />

gidilemeyeceği, işverenin alacağın tümünden sorumlu tutulması gerektiği savunulmaktadır.<br />

Bu görüşe göre, işvereni cezalandırma düşüncesini içeren SSK'nun 10. maddesi<br />

çerçevesinde tazminatın sınırlandırılması düşüncesinin yeri olmamalıdır (Tuncay, Sosyal<br />

Güvenlik, 341; Güzel-Okur, 242-243; Centel, Değerlendirme 1986, 229; Teoman<br />

Ozanoğlu, "Sosyal Sigortalar Kurumunun Kaçak Đşçi Çalıştıran Đşverenlere Rücuu<br />

Meselesi", Çimento Đşveren, Temmuz 1994, 12).<br />

Oysa biz, SSK'nun 10. maddesi bağlamında da, yürütülen iş ile kaza olayı arasındaki<br />

uygun illiyet bağının kesilmesinin düşünülebileceği kanaatindeyiz. Öncelikle belirtelim ki,<br />

bu konuda bir değerlendirmeye gidilirken borçlar hukukunun sorumluluk ilkelerinin göz<br />

ardı edilmemesi ve bu ilkelerden çok fazla uzaklaşmadan soruna yaklaşılması isabetli olur.<br />

Çünkü, SSK'nun 10. maddesi işçisini Sosyal Sigortalar Kurumuna bildirmeyen işveren<br />

bakımından, iş kazası ya da meslek hastalığının gerçekleşmesi koşuluyla bir borç<br />

doğurmaktadır. Burada genel olarak kullanılan deyimle yasadan doğan bir borç (tazminat)<br />

söz konusudur. Daha doğrusu, işverenin işçisini sosyal sigorta kurumuna bildirmemesi<br />

olgusuna yasa iş kazası ya da meslek hastalığı ile birleşmesi koşuluyla borç doğurucu bir<br />

etki (hüküm) bağlamaktadır (yasadan doğan borç kavramına ilişkin olarak bkz. Necip<br />

Kocayusufpaşaoğlu, Borçlar Hukuku Dersleri, Birinci Fasikül, 2. Bası, Đstanbul 1985,<br />

92-96).<br />

Yasanın böyle bir borç öngörmesi tazminat amacına yönelik olduğu kadar, öğretide<br />

ileri sürüldüğü gibi bir yaptırım amacı da taşımaktadır. Bu nedenle öğretide söz konusu<br />

tazminatın medeni ceza olarak adlandırıldığı da görülmektedir (bkz. Çenberci, Şerh 1985,<br />

107; Ozanoğlu, 12, Aslanköylü, 244; Araslı, 384). Kanımızca, burada hem tazminat hem<br />

de yaptırım amacı taşıyan çift amaçlı bir borcun bulunduğunu kabul etmek mümkündür.<br />

Ancak bu borç bakımından, tazminat olma özelliğinin daha ağır bastığı kanaatindeyiz.<br />

Çünkü burada doğrudan doğruya bir zararın karşılanması söz konusudur. Buna karşılık,<br />

yaptırım olma özelliğini ön plana çıkarabilecek olan götürülük unsuru yoktur. Benzer bir<br />

tartışmanın söz konusu olduğu ve yine çift amaçlı bir yapıya sahip olduğu belirtilen ihbar<br />

tazminatının da yaptırım amacı taşıdığı (bkz. Münir Ekonomi, Đş Hukuku, C.I, Ferdi Đş<br />

279


Hukuku, 3. Bası, Đstanbul 1984, 183-184) ve bir görüşe göre medeni ceza olduğu ileri<br />

sürülmüştür (Mustafa Çenberci, Đş Kanunu Şerhi, Ankara 1984, 254). Ancak, ihbar<br />

tazminatının götürü bir tazminat olması (ihbar tazminatına ilişkin götürü tazminat görüşü<br />

için bkz. Kemal Oğuzman, Türk Borçlar Kanunu ve Đş Mevzuatına göre Hizmet "Đş"<br />

Akdinin Feshi, Đstanbul 1955, 276; Ünal Narmanlıoğlu, Đş Hukuku, I, Ferdi Đş Đlişkileri, 3.<br />

Bası, Đzmir 1998, 299; Sarper Süzek, Đş Hukuku, Đstanbul 2002, 448) yaptırım amacının<br />

tazminat amacı ile yarışmasına olanak vermektedir. Oysa aynı şeyi SSK'nun 10.<br />

maddesinde işveren için öngörülen yasal borç bakımından söylemek güçtür. Çünkü,<br />

SSK'nun 10. maddesinde öngörülen sorumluluk açıkça iş kazası ya da meslek hastalığı<br />

sonucu ortaya çıkan zarara göre belirlenmektedir. Şu halde, işçisini kuruma bildirmeyen<br />

işverenin meydana gelecek bir iş kazasından ya da meslek hastalığından sorumlu tutulması<br />

yaptırım amacı da içeren ancak tazminat olma özelliği ağır basan bir borçtur. Aslında<br />

Centel tarafından ihbar tazminatına ilişin olarak ileri sürüldüğü gibi, bir norm çifte amaca<br />

yönelse de hukuki niteliği bakımından iki yöne sahip olduğu genellikle düşünülmez<br />

(Tankut Centel, Đş Hukuku, C.I, Bireysel Đş Hukuku, Đstanbul 1994, 191). Bu nedenle,<br />

SSK'nun 10. maddesindeki sorumluluğu hukuki niteliği bakımından yasadan doğan, kusur<br />

esasına dayanmayan bir tazminat olarak nitelemek ve işverenin sorumluluğu yönünden<br />

illiyet bağının kesilip kesilmeyeceğini bu bakış açısıyla değerlendirmek isabetli olur.<br />

Ekleyelim ki, işverenin işçisini kuruma bildirmemesinin yaptırımı SSK'nun 140/b<br />

maddesinde zaten ayrıca düzenlenmiş ve anılan davranış içindeki işverenler bakımından<br />

idari para cezası öngörülmüştür. Bu da, Kuruma bildirilmeyen işçinin bir iş kazasına<br />

uğraması ya da meslek hastalığına yakalanması durumunda doğan zarardan işverenin<br />

kusur aranmadan sorumlu tutulmasının tazminat özelliğini öne çıkarmakta, böyle bir<br />

düzenlemenin temelinde daha çok kurum zararının karşılanması ve güvenceye<br />

kavuşturulması düşüncesinin yattığını göstermektedir.<br />

Borçlar hukuku sistemimize göre, gerek kusurlu gerekse kusursuz sorumluluk<br />

durumlarında neden ile sonuç arasındaki uygunluğun (yerleşmiş deyimle uygun illiyet<br />

bağının) kesilmesi mümkündür. Kusurlu sorumlulukta, belirli sonucu doğurmaya yetecek<br />

birden çok nedenden biri diğerinin önüne geçerek, o nedenle sonuç arasındaki uygun<br />

illiyet bağını keserken, Kusursuz sorumlulukta uygun illiyet bağını kesen neden, yürütülen<br />

faaliyetin yarattığı tehlike ile sonuç arasına girerek aralarındaki illiyet bağının<br />

uygunluğunu bozmaktadır (bkz. Fikret Eren, Sorumluluk Hukuku Açısından Uygun Đlliyet<br />

Bağı Teorisi, Ankara 1975, 171-210 [Đlliyet Bağı]; aynı yazar, Borçlar Hukuku Genel<br />

Hükümler, C.II, 4. Bası, Ankara 1991, 94-110; M. Kemal Oğuzman-M.Turgut Öz,<br />

Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Đstanbul 1998, 503-504, 643). Nitekim hukuk<br />

sistemimizde, işverene karşı, işçi ya da hak sahiplerince Sosyal Sigortalar Kurumu<br />

tarafından karşılanmayan zararlara ilişkin olarak açılan tazminat davalarında, kusursuz<br />

sorumluluk ilkesi uygulandığında, işverenin zarardan sorumlu tutulabilmesi için iş kazası<br />

ile zarar arasında uygun illiyet bağının bulunması yeterli görülmemekte ayrıca, işverenin<br />

işletmesinin yarattığı tehlike ile zarar arasında da uygun illiyet bağı bulunması


aranmaktadır. Buna göre, söz konusu bağı kesecek güçte başka bir nedenin araya girmesi<br />

durumunda işveren zarardan sorumlu olmamaktadır (bkz. Oğuzman-Öz, 643; Eren,<br />

Đşverenin Sorumluluğu, 125-126; Ulusan, 79; Akın, Maddi tazminat, 51).<br />

Kaza ile işverence yürütülen iş arasındaki illiyet bağının kesilmesi üç durumda söz<br />

konusu olabilir. Bunlar, zorlayıcı nedenler, zarar görenin veya üçüncü kişilerin kusurudur.<br />

Zarar görenin ve üçüncü kişinin kusurlu bir davranışının işyerinde yürütülen iş ile kaza<br />

arasındaki uygun illiyet bağını kesebilmesi için belirli bir yoğunluğa ulaşması gerekir.<br />

Başka bir deyişle, kusurun çok ağır ve şiddetli olması ve işyerinde yürütülen faaliyetin<br />

tehlikesini ikinci plana itmesi gerekir (bkz. Haluk Tandoğan, Türk Mesuliyet Hukuku,<br />

Ankara 1961, 80-81; Eren, Đşverenin Sorumluluğu, 94-127; aynı yazar, Đlliyet Bağı,<br />

Ankara 1975, 174-210; Ulusan, 79; A. Can Tuncay, Y21HD'nin 9.2.1999 tarihli kararının<br />

(E.1998/9040, K.1999/487) incelenmesi, Çimento-Đşveren, Temmuz 1999, 30; Akın,<br />

Maddi Tazminat, 49-50). Örneğin, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve 21. Hukuk Dairesi,<br />

işçi ya da hak sahiplerinin işverene karşı açtıkları tazminat davalarında, kazaya %100<br />

kusuru ile neden olan üçüncü kişinin eyleminin, yapılan işle kaza arasındaki illiyet bağını<br />

kestiği için, işverenin sorumluluğunu ortadan kaldırdığı görüşündedir (YHGK.,<br />

2.7.7.1997, E.21-379, K.618, ĐKĐD, Nisan 1999, 14061-14062; Y21HD., 29.11.1996,<br />

E.5418, K.6635, YKD. Nisan 1997, 587; Y21HD., 25.9.<strong>2001</strong>, E.5912, K.6180,<br />

yayımlanmamıştır).<br />

Kanımızca, SSK'nun 10. maddesinde de aynı ilkelerin uygulanması gerekir. Çünkü,<br />

bir yönüyle işverene karşı yaptırım amacı taşısa da, SSK'nun 10. maddesindeki sorumluluk<br />

hukuki nitelik olarak tazminat özellikleri taşımaktadır. Öte yandan, SSK'nun 10.<br />

maddesindeki sorumluluğun kusur esasına dayanmadığı, aksi görüşü savunanlar (bkz.<br />

Tuncay, Sosyal Güvenlik, 341; Güzel-Okur, 243; Centel, Değerlendirme 1984, 229;<br />

Ozanoğlu, 11) ve incelediğimiz kararda görüldüğü gibi Yargıtay tarafından da kabul<br />

edilmektedir. Öyleyse, kusursuz sorumluluğa ilişkin ilkelerin burada da uygulanması<br />

isabetli olur. Buna göre, incelemeye çalıştığımız dava konusu olayda da, kazaya %100<br />

kusuruyla neden olan üçüncü kişinin eyleminin, işçinin yürüttüğü işle kaza arasındaki<br />

uygun illiyet bağını kestiği sonucuna varmak mümkündür.<br />

cc) Đş kazasına bağlı<br />

ameliyat sırasında kardiyak<br />

nedenle gerçekleşen ölüm olayı<br />

Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesinin 11.12.<strong>2001</strong> tarihli<br />

kararına (E.6928, K.8793,<br />

yayımlanmamıştır) konu<br />

olayda sigortalı geçirdiği iş<br />

kazası sonucunda alt<br />

çenesinin kayması ile fraktür<br />

oluşacak şekilde yaralanmış,<br />

281


konuşur ve gezer durumda<br />

iken tedavisi için hastaneye<br />

yatmış, beş günlük bir<br />

tedavinin ardından gerekli<br />

görülmesi üzerine ameliyata<br />

alınmış, ancak operasyonun<br />

tamamlanmasına yakın<br />

kardiyak yetmezlik sonucu<br />

yaşamını yitirmiştir.<br />

Olayın inceleyen Yargıtay<br />

10. Hukuk Dairesine göre,<br />

"Davanın yasal dayanağı 506<br />

sayılı Yasanın 11 ve 26.<br />

maddeleridir. Anılan yasa<br />

maddelerine göre işverenin<br />

sorumluluğu için iş kazasının<br />

... işverenin kastı veya işçilerin<br />

sağlığını koruma (ve)<br />

işgüvenliği ile ilgili mevzuat<br />

hükümlerine aykırı hareketi<br />

veyahut suç sayılabilir bir<br />

hareketi sonucu olmak gereği<br />

yanında ayrıca iş kazası ile<br />

zararlandırıcı sigorta olayı<br />

arasında uygun neden-sonuç<br />

(illiyet) bağının varlığının<br />

saptanması da gereklidir. Zira<br />

ölüm sebebi diğer bir<br />

anlatımla ölüme neden olan<br />

olay doğrudan doğruya<br />

işverenin kusurlu<br />

davranışından<br />

kaynaklanmıyor da şayet<br />

operasyon sırasındaki<br />

kaçınılmazlık veya hekimin<br />

ihmal veya hatasından<br />

kaynaklanıyor ise olayda<br />

uygun sebep sonuç (illiyet)<br />

bağlantısı bulunmadığı için işverenin<br />

sorumluluğu cihetine<br />

gidilemeyecektir.


Şu halde Mahkemece<br />

yapılacak (olan,) iş kazası<br />

sonucu sigortalıda oluşan<br />

yaralanma ile zararlandırıcı<br />

sigorta olayına neden olan<br />

ölüm hadisesi (kardiyak<br />

arrest) arasında uygun illiyet<br />

bulunup bulunmadığı(nı)<br />

yöntemince araştır(mak)ılmalı<br />

ve bu cümleden olarak<br />

konusunda uzman<br />

hekimlerden oluşturulacak<br />

bilirkişi heyetinden veya Adli<br />

Tıp Kurumundan rapor<br />

alınarak sonucuna göre karar<br />

vermekten ibarettir."<br />

Yargıtay 10 Hukuk<br />

Dairesinin kararından, işçinin<br />

yaptığı iş ile kaza ve meydana<br />

gelen kaza ile başlangıçta<br />

ortaya çıkan çene yaralanması<br />

arasında uygun illiyet bağı<br />

bulunduğu anlaşılmaktadır.<br />

Bu bağlamda gerek sosyal<br />

sigortalar hukuku bağlamında<br />

gerekse işverenin sorumluluğu<br />

yönünden bir iş kazasının<br />

gerçekleştiğini kabul etmek<br />

gerekir. Ancak, kaza ile daha<br />

sonra gerçekleştirilen ameliyat<br />

sırasında meydana gelen ölüm<br />

olayı arasında bir illiyet bağı<br />

bulunup bulunmadığı<br />

tartışılabilir. Olayımızda<br />

meydana gelen kazanın tek<br />

başına ölüm sonucunu<br />

doğuracak ağırlıkta olmadığı<br />

açıktır. Ancak, sigortalının<br />

ameliyat olması geçirdiği kazaya<br />

bağlı bir zorunluluk<br />

olarak ortaya çıkmıştır.<br />

283


Dolayısıyla kural olarak<br />

ameliyat sırasında gerçekleşen<br />

ölüm olayı ile kaza arasında<br />

zayıf da olsa uygun illiyet bağı<br />

kurulabilir. Bu zayıf illiyet<br />

bağı genellikle, 10. Hukuk<br />

dairesinin araştırılmasını<br />

öngördüğü gibi, bir<br />

beklenmeyen halin veya<br />

mağdurun bedensel<br />

yatkınlığının ya da üçüncü<br />

kişinin kusurunun iştiraki ile<br />

zararlı sonucun ortaya çıktığı<br />

durumlarda söz konusu olur<br />

(bkz. Mustafa Tiftik, Akit Dışı<br />

Sorumlulukta Maddi<br />

Tazminatın Kapsamı, Ankara<br />

1994, 163). Sonradan eklenen<br />

nedenler zararlı sonucun<br />

ortaya çıkmasında birlikte<br />

etkili olmuşlarsa bunlar<br />

arasında ortak illiyetten söz<br />

edilir (bkz. Eren, Đlliyet Bağı,<br />

149-157, 203-204). Ancak,<br />

üçüncü kişinin kusuru kaza<br />

ile zararlı sonuç arasındaki<br />

uygun illiyet bağını ikinci<br />

plana atacak yoğunlukta<br />

gerçekleşirse ya da<br />

beklenmeyen hal zorlayıcı<br />

neden seviyesine ulaştığı<br />

takdirde artık kaza ile zararlı<br />

sonuç arasındaki uygun illiyet<br />

bağı kesilir (Tandoğan, 81,<br />

328). Buna karşılık, insan<br />

bedeninin doğuştan veya<br />

sonradan ortaya çıkan bir<br />

hastalık ya da eksiklik nedeniyle<br />

zarar görmeye<br />

olağanüstü elverişli olması ya<br />

da zarar verici fiil veya<br />

olaylara normalin üzerinde


tepki vermesi şeklinde<br />

tanımlanabilen mağdurun<br />

zarara yatkınlığı da bazen<br />

beklenmeyen hal kavramı<br />

içinde ele alınmaktadır.<br />

Ancak, zararın doğmasında<br />

mağdurun zarara yatkınlığı<br />

ne kadar yoğun olursa olsun<br />

bunun uygun illiyet bağını<br />

kesmeyeceği kanaatindeyiz.<br />

Çünkü, zarara yatkınlığın<br />

dıştan gelen bir etken<br />

olmaması itibariyle zorlayıcı<br />

neden olarak<br />

değerlendirilmesi ve uygun<br />

illiyet bağını kesecek<br />

yoğunlukta bir nitelik<br />

taşıması mümkün değildir.<br />

Đncelemeye çalıştığımız<br />

olaya gelirsek, olayların<br />

gelişiminden ameliyat<br />

sırasında ölüm sonucunun<br />

ortaya çıkmasında, üçüncü<br />

kişi olarak doktorun kusuru<br />

veya mağdurun zarara<br />

yatkınlığının etkili olduğu<br />

izlenimi uyanmaktadır. 10.<br />

dairenin kararında ifade<br />

olunan kaçınılmazlığın da zarara<br />

yatkınlık bağlamında<br />

düşünüldüğü kanısındayız.<br />

Belirtelim ki, aslında<br />

kaçınılmazlık beklenmeyen<br />

halin unsurlarından biridir.<br />

Bu durumda, eğer ölüm<br />

sonucunun ortaya çıkmasında<br />

üçüncü kişi konumunda olan<br />

doktorun kusuru etkili<br />

olmuşsa ve bu kusur illiyet<br />

bağını kesecek yoğunluğa<br />

ulaşmışsa ki bunu olayımız<br />

285


akımından ağır kusur olarak<br />

düşünmek isabetli olur. O<br />

zaman, işveren sadece<br />

sigortalının vücut<br />

bütünlüğünün ihlalinden,<br />

kusurları ile ölüm sonucunun<br />

ortaya çıkmasına neden olan<br />

doktor ya da diğer hastane<br />

personeli de ölüm olayından<br />

sorumlu olur.<br />

Buna karşılık, üçüncü kişi<br />

konumundakilerin kusuru<br />

yoksa ya da hafifse, ölüm<br />

sonucu, kararda ifade edildiği<br />

gibi sigortalının daha önceden<br />

var olan fakat bilinmeyen<br />

kalp sorunlarının da etkisiyle<br />

gerçekleşmişse, başka bir<br />

deyişle sigortalının ölmesine<br />

zarara yatkınlığı tek başına ya<br />

da üçüncü kişi konumundaki<br />

doktorun hafif kusuru ile<br />

neden olmuşsa kaza ile ölüm<br />

arasındaki uygun illiyet bağı<br />

kesilmeyeceği için işveren<br />

sigortalının ölümünden de<br />

sorumlu olur. Eğer üçüncü<br />

kişi konumundaki doktorun<br />

hafif kusuru ölüm sonucunda<br />

etkili olmuşsa, bu durumda<br />

BK'nun 50. maddesine göre<br />

bir müteselsil sorumluluk<br />

durumu ortaya çıkar.<br />

Tazminat sorumluluğunun<br />

işverenle üçüncü kişi arasında<br />

paylaştırılması bir iç ilişki<br />

olup bunlar arasında bir rücu<br />

hakkına konu olur. Belirtelim<br />

ki, olayımızda uygulanan<br />

SSK'nun 26. maddesinde olduğu<br />

gibi bir kusur


sorumluluğu durumu varsa ve<br />

birinci sırada sorumlu olan<br />

işverenin kusuru üçüncü<br />

kişinin uygun illiyet bağını<br />

kesecek yoğunluğa ulaşmayan<br />

kusuruna oranla daha hafifse,<br />

o zaman bu, BK'nun 43.<br />

maddesine göre işverenin<br />

sorumlu olacağı tazminattan<br />

indirim nedeni oluşturur.<br />

Ancak, işverenin kusursuz<br />

sorumluluğuna gidildiği<br />

durumlarda böyle bir indirim<br />

kabul edilmemektedir (bkz.<br />

Tiftik, 158-159). Ölüm sonucu,<br />

sigortalının zarara<br />

yatkınlığından<br />

kaynaklanmışsa, işçinin iradesinden<br />

bağımsız olan bu<br />

durum uygun illiyet bağını<br />

kesmemekle birlikte, yine<br />

BK'nun 43. maddesine göre<br />

tazminattan bir indirim<br />

nedeni oluşturur. Bu indirim<br />

hem kusurlu hem de kusursuz<br />

sorumluluk durumlarında<br />

mümkündür. Ancak bunun<br />

için zarara yatkınlığın basit<br />

bedensel bozuklukların<br />

ötesine geçmesi gerekir (bkz.<br />

Eren, Đlliyet Bağı, 156-157;<br />

Tiftik, 155-157). Eğer zarar<br />

yatkınlık ve üçüncü kişi<br />

olarak doktorun hafif ihmali<br />

birlikte ölüm sonucunu<br />

doğmasında etkili olmuşsa, o<br />

zaman yine BK'nun müteselsil<br />

sorumluluğu düzenleyen 50.<br />

maddesi hükümleri ile<br />

tazminattan hakkaniyet gereği<br />

indirime olanak veren 43.<br />

maddesi hükümleri birlikte<br />

287


uygulanır. Tazminattan<br />

yapılacak indirim belirlenirken,<br />

söz konusu<br />

etkenlerin zararlı sonucun<br />

oluşumundaki payı dikkate<br />

alınmalıdır (bkz. Tiftik, 156-<br />

157).<br />

Bu açıklamalar ışığında<br />

Yargıtay 10. Hukuk<br />

dairesinin, iş kazasının<br />

ardından gerçekleşen ameliyat<br />

sırasında meydana gelen ölüm<br />

olayında, üçüncü kişi<br />

konumundaki doktorun<br />

kusurunun ya da<br />

kaçınılmazlık olarak ifade<br />

edilen beklenmeyen halin veya<br />

sigortalının zarara<br />

yatkınlığının etken olup<br />

olmadığının araştırılması<br />

gerekçesiyle ilk derece<br />

mahkemesinin kararını<br />

bozması isabetlidir. Ancak<br />

tekrarlayalım ki, işverenin<br />

sorumluluğu bağlamında kaza<br />

ile ölüm olayı arasındaki<br />

illiyet bağının kesilmesi ve<br />

işverenin sorumluluğuna<br />

gidilememesi ancak yukarıda<br />

açıkladığımız koşullarda<br />

mümkün olabilir.<br />

b) Đşvereninin kazayı<br />

bildirme yükümü<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin, 27.2.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.1090,<br />

K.1472, yayımlanmamıştır) konu olayda, davacı işveren kolu kopan sigortalı<br />

işçisini önce Kurum hastanesine götürmüş, hastanenin sigortalıya<br />

hemen müdahale etmemesi üzerine, özel bir hastanede ameliyatını sağlamış<br />

ve daha sonra yaptığı tedavi giderlerini yasal faizi ile birlikte Kurumdan<br />

talep etmiştir.


Kararda, "Đşverenin acilen kolu kopan sigortalıyı vizite kağıdı ile birlikte<br />

Sosyal Sigortalar Kurumu Hastanesine götürmesi 27. maddeye göre<br />

bildirim yerine geçer. Kaldı ki, hastalığın aciliyeti nedeniyle işverenin ayrıca<br />

bir yazı ile Kuruma bildirmemesinde herhangi bir kasdı ve ihmali söz<br />

konusu değildir. Sosyal Sigortalar Kurumu Hastanesinin işe hemen el<br />

koymamış olması sonucunda davacı işverenin sigortalıyı özel hastanede<br />

ameliyat ettirmesi hayatın olağan akışına uygundur. Esasen Marmara<br />

Üniversitesi Tıp Fakültesinin dahi sigortalı hastayı kabul etmediği açıktır."<br />

görüşlerine yer verilmiştir.<br />

Sosyal Sigortalar Kanununa göre işverenler, iş kazası geçiren işçilerine<br />

Kurum tarafından işe el konuluncaya kadar gerekli sağlık yardımlarını<br />

yapmakla yükümlüdür. Bu şekilde bir yardım söz konusu olduğunda,<br />

işveren belgelediği harcamaları Kurumdan talep edebilir. Đşverenin bu<br />

yükümlülüğünü yerine getirirken gecikmesi ya da gerekli özeni<br />

göstermemesi nedeniyle sigortalının tedavi süresi uzarsa, malûl kalması ya<br />

da malûllüğünün derecesinin artması durumu söz konusu olursa, işveren,<br />

Kurumun bu nedenle uğradığı her türlü zararı karşılamakla yükümlüdür<br />

(m.15). SSK'nun 27. maddesinin 1. fıkrasına göre, işverenler iş kazasını<br />

derhal ilgili yerin zabıtasına ve en geç kazadan sonraki iki gün içinde de<br />

Sosyal Sigortalar Kurumuna bildirmekle yükümlü kılınmıştır. Yasada<br />

Kuruma bildirimin, örneği Kurumca hazırlanacak haber verme kağıdı ile<br />

yapılacağı belirtilmektedir. Yasada ayrıca, bu yükümlülüğün süresinde<br />

yerine getirilmemesi durumunda işverenin bildirim tarihine kadar yaptığı<br />

harcamaların Kurumca karşılanmayacağı da öngörülmüştür (m.27/3).<br />

Bu bilgiler ışığında incelemeye çalıştığımız olaya bakıldığında işverenin<br />

Yasanın 15. maddesinde öngörülen yükümlülüğü yerine getirdiği görülmektedir.<br />

Dava konusu olayda uyuşmazlık, işverenin kaza geçiren sigortalı<br />

işçisini düzenlediği vizite kağıdı ile Kurum hastanesine götürmesinin<br />

27. maddede öngörülen bildirimin yerine geçip geçmeyeceği noktasında<br />

toplanmaktadır. Yasa söz konusu bildirimin şeklini, örneği Kurumca<br />

hazırlanacak belgenin doldurularak Kuruma verilmesi biçiminde<br />

belirlemiştir. Şüphesiz ki bu düzenlemenin amacı, kaza olayının bütün<br />

yönleriyle Kurum tarafından öğrenilmesi bağlamında bir düzen sağlamak<br />

ve işverenin yükümlülüğünü yerine getirip getirmediği konusunun ispatını<br />

kolaylaştırmaktır. Bu yaklaşımla öğretide, örneği Kurumca hazırlanan<br />

bildirim kağıdında yer alan bilgileri içeren yazılı diğer belgelerin Kuruma<br />

verilmesinin de Yasanın öngördüğü bildirimin yerine geçeceği kabul<br />

edilmektedir. Buna karşılık, Yasanın bildirim belgesinin işverence Kuruma<br />

verilmesini açıkça öngörmesi karşısında posta ile yapılacak bildirimlerin<br />

bu yükümlülüğün yerine getirilmesi olarak yorumlanamayacağı<br />

289


elirtilmektedir (Tunçomağ, 206; Güzel-Okur, 198-199; Çenberci, Şerh<br />

1985, 257).<br />

Đncelemeye çalıştığımız olayda olduğu gibi, işveren düzenlediği vizite<br />

kağıdı ile iş kazasına uğrayan işçisini Kurum hastanesine götürdüyse, iş<br />

kazasının Kuruma bildirilmesi yükümlülüğünün yerine getirildiği kabul<br />

edilebilir. Bu Yasanın amacına ve hakkaniyete uygun olduğu gibi, Yasanın<br />

sözüne aykırı (contra legem) bir yorum olarak da nitelendirilemez. Çünkü,<br />

Örneği Kurum tarafından hazırlanmış vizite kağıtlarında, sigortalı işçiye<br />

ilişkin bilgiler yanında, iş kazası durumunda doldurulacak olan bir bölüm<br />

yer almakta olup bu bölümde, olay tarihindeki işçi sayısı, sigortalının<br />

yaptığı iş, işin niteliği, iş kazasının oluş şekli, gerçekleştiği yer, tarihi, saati,<br />

tanıkların ad ve soyadları gibi bilgilerin doldurulacağı boşluklar<br />

bulunmaktadır. Bu şekilde bir vizite kağıdı düzenleyen ve Kurum hastanesine<br />

başvuran işverenin SSK'nun 27. maddesindeki bildirim yükümlülüğünü<br />

yerine getirdiğinin kabul edilmesi gerekir. Ekleyelim ki, Kurum<br />

bu şekilde yapılan bir bildirimle yetinmek zorunda da değildir. SSK'nun<br />

29. maddesi uyarınca olayın iş kazası sayılıp sayılmayacağının ayrıca soruşturulmasını<br />

sağlayabilir. Đşverenin işçisini götürdüğü Kurum hastanesinin<br />

iş kazası gibi acil bir durumda hastayı kabul etmemiş olması ve<br />

sigortalının hastaneye girişinin yapılmaması da bu sonucu değiştirmemelidir.<br />

Eğer Kurum hastanesi gerekli kayıtları yapıp iş kazasına ilişkin<br />

bilgileri ilgili Kurum birimlerine aktarmamışsa, bu durumda Kurumun<br />

ilgili birimlerinin iş kazasından haberdar olmamasında işverenin herhangi<br />

bir kusurundan söz edilemez. Bu açıklamalar ışığında Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesinin incelemeye çalıştığımız olaya ilişkin kararı isabetlidir.<br />

c) Đşe giriş bildirgesi vermemekle birlikte sigortalının primlerini<br />

ödeyen işverenin SSK m. 10'a göre sorumlu tutulup tutulamayacağı<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 4.5.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.2000/8625,<br />

K.<strong>2001</strong>/3492, yayımlanmamıştır) konu olayda uyuşmazlık, kaza geçiren<br />

sigortalı işçisi için Kuruma işe giriş bildirgesi vermemekle birlikte,<br />

sigortalının bütün prim belgelerini Kuruma veren ve primlerini de eksiksiz<br />

ödeyen işverenin SSK'nun 10. maddesine göre sorumlu tutulup<br />

tutulamayacağı noktasında toplanmaktadır.<br />

Kararda, önce kazanın meydana geldiği tarihte geçerli mevzuata göre<br />

(SSK.9) işverenlerin işe aldıkları işçileri en geç takip eden ayın sonuna<br />

kadar Kuruma bildirmekle yükümlü bulundukları, bu bildirimin amacının<br />

kaçak işçi çalıştırılmasını önlemek olduğu, aslında bu konuyu düzenleyen<br />

SSK'nun 9. maddesinde işe giriş bildirgesinden söz edilmediği, sadece


Kurumca hazırlanacak bildirgelerle sigortalı çalıştırılmaya başlandığının<br />

süresi içinde Kuruma bildirilmesinin öngörüldüğü belirtilmiş, daha sonra,<br />

SSK.79/1‘e göre, işverence Kuruma verilmesi gereken prim bildirgelerinin<br />

neler olduğunun Sosyal Sigorta Đşlemleri Yönetmeliğine bırakıldığı, bu<br />

yönetmeliğe göre sözü geçen bildirgelerin, aylık sigorta primleri bordrosu,<br />

dört aylık sigorta prim bordrosu ve sigortalı hesap fişi olduğu (m.16-18),<br />

bunlara ek olarak, SSK.9'a göre işe giriş bildirgesinin verilmesinin<br />

gerektiği vurgulanmıştır.<br />

Kararda sonuç olarak, "...Kurumca düzenlenen sigortalıya ait hizmet<br />

cetvelinden prim ödeme dönemleri gösterildiği için sigortalıyı da içerir biçimde<br />

dönem bordrolarının işverence Kuruma verildiği açıktır. Zira Kurum<br />

prim tahakkukunu prim bordrolarını esas alarak düzenler. Bundan başka<br />

Kurumca, kaza geçiren sigortalı hakkında ayrı sigorta sicil dosyası tutmuş,<br />

kendisine sigorta sicil numarası verilmiştir. Sosyal Sigorta Đşlemleri<br />

Yönetmeliğine göre işe alınıp bildirilen sigortalıya Kurumca sosyal sigorta<br />

sicil numarası verilir ve ayrı bir dosya tutulur. Dava konusu olayda işveren<br />

işe giriş bildirgesini vermemiş olsa bile çalışma dönemlerine ait prim<br />

bordrolarını Kuruma verdiğinden, ayrıca primlerini de ödemiş bulunduğundan<br />

Kurum sigortalının çalışmalarından haberdar olmuştur ve<br />

prim kaybına da uğramamıştır. Zira 9 ve 10. maddelerin getiriliş amacına<br />

aykırı bir davranış söz konusu değildir. Daha önce ifade edildiği gibi 9. ve<br />

10. madde hükümleri ile Sosyal Sigorta Đşlemleri Yönetmeliği hükümleri<br />

bir bütün olarak yorumlandığında aslolan sigortalıların Kuruma bildirilmesi<br />

ve primlerinin ödenmesidir. Bu bildirim işe giriş bildirgesi dışında<br />

kalan belgelerle de gerçekleştirilebilir 10. maddesinin sözünden ve özünden,<br />

diğer bildirgeler verilemesine ve primlerin ödenmesine karşın salt işe<br />

giriş bildirgesinin verilmemesinin işverenin sorumluluğunu gerektireceği<br />

sonucuna varılamamıştır." görüşlerine yer verilmektedir. 10. Hukuk Dairesi<br />

bu sonucu desteklemek üzere ayrıca, sadece işe giriş bildirgesi veren ve<br />

buna karşılık diğer bütün bildirgeleri vermeyen ve primleri ödemeyen<br />

işverenlerin SSK'nun 10. maddesi gereğince sorumlu tutulmazken, olayda<br />

olduğu gibi bütün bildirgeleri vermekle ve primleri de ödemekle birlikte<br />

sadece işe giriş bildirgesi vermeyen işverenlerin sorumluluğuna<br />

gidilmesinin SSK'nun 9. ve 10. maddelerinin amacına ve hakkaniyete<br />

aykırı olduğunu da belirtmektedir.<br />

Buna karşılık, karara katılmayan Erdoğan ve Öztürk karşı oy yazılarında,<br />

yasa koyucunun işe giriş bildirgesine ayrı bir önem verdiğini ve<br />

bildirimin örneği Kurumca hazırlanan bildirgelerle yapılmasını öngördüğünü,<br />

bu bildirgenin de SSĐY'ne göre işe giriş bildirgesi olduğunu belirterek<br />

"... 9. maddenin konuluş amacı her sigortalı için bir özel dosya hazırlamaktır.<br />

Đşveren(nin) çalıştırdığı sigortalıyı Kuruma bildirmesi üzerine,<br />

291


Kurum o sigortalıyı tescil ile o sigortalıya sicil numarası verir kanun koyucu<br />

çalıştırılan sigortalının mutlaka "işe giriş bildirgesiyle" bildirilmesi<br />

gerektiğini bir başka biçimde bildiriminin örneğin sigorta prim bildirgesi,<br />

dört aylık sigorta prim bordrosu ile bildirmenin bildirim zorunluluğunu<br />

yerine getirme anlamına gelmediğini 9. maddede göstermektedir. Yine<br />

kanun koyucu bu madde hükmüyle işe giren sigortalının belli süre içinde<br />

mutlaka Kuruma bildirilmelerini sağlamak istemiştir bunun için de sigortalının<br />

bildirilmesini belirli bir şekil ve usule bağlı tutmuş, şekle uymayan<br />

bildirgeyi sigortalının işe girdiğini bildiren bir işlem olarak kabul etmemiştir."<br />

görüşlerine yer vermişlerdir. Karara katılmayan üyelere göre, "Kurum<br />

sigortalı hakkında sigorta sicil numarası vermişse de, daha önce sigortalı<br />

başka bir işyerinden sicil numarası almış olup tekrar davalılara ait<br />

işyerine girdiğinde süresinde işe giriş bildirgesi verilmediğinden, bu sicil<br />

numarasının bir delil niteliği taşımayacağı ortadadır." Bu nedenlerle, süresinde<br />

işe giriş bildirgesi vermeyen işverenlerin işçi için diğer bildirge ve<br />

bordroları Kuruma verseler ve primleri de ödeseler bile bir iş kazasının<br />

meydana gelmesi durumunda SSK.10'a göre sorumlu olmaları gerekir.<br />

Karşı oy veren yargıçlara göre, işe giriş bildirgesi verilmemesinin SSK'nun<br />

140/b maddesinde ayrıca cezai yaptırıma bağlanması da, bu bildirim işlemlerinin<br />

belirli bir biçimde yapılmasının amaçlandığını göstermektedir.<br />

Hemen belirtelim ki, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin oy çokluğu ile<br />

verdiği kararı isabetlidir. Şüphesiz ki, SSK'nun 10. maddesinin amacı<br />

Sosyal Sigortalar Kurumunun sigortalıdan haberdar olmasını sağlamaktır.<br />

Bunun bir düzene kavuşturulması için, sigortalının SSĐY'nde işe giriş<br />

bildirgesi olarak tanımlanan, örneği Kurumca hazırlanacak bir belge ile<br />

Kuruma bildirilmesi öngörülmüştür. Ancak, işveren çalıştırdığı sigortalıya<br />

ilişkin işe giriş bildirgesini süresinde Kuruma vermese bile, aylık prim<br />

bildirgeleri ile dört aylık dönem bordrolarını Kuruma vermişse ve Kurum<br />

sigortalıdan haberdar olarak gerek daha önce alınmış bir sicil numarası<br />

üzerinden gerekse yeni vereceği bir sicil numarası ile işçilerin sigorta dosyalarına<br />

çalışmalarını işlemişse, artık SSK'nun 10. maddesinin temelinde<br />

yatan Kurumun sigortalıdan haberdar olmasının sağlanması amacının<br />

gerçekleştiğini kabul etmek gerekir. Tabiî ki, düzen sağlanması açısından<br />

bildirimin yapılması bir şekle bağlanmıştır. Ancak, karara katılmayan<br />

yargıçların karşı oy yazılarında belirttiklerinin aksine, SSK'nun 140/b<br />

maddesinde işe giriş bildirgesi verilmemesinin, başka bir deyişle yasanın<br />

öngördüğü bildirim şekline uyulmamasının ayrıca yaptırıma bağlanmış<br />

olması karşısında, SSK'nun 10. maddesinin amacı gerçekleştiği halde sırf<br />

şekle uyulmadığı için ikinci bir kez işverenin sorumluluğuna gidilmemesi<br />

gerekir. Aksine bir uygulama, 10. Hukuk Dairesinin kararında da açıklanan<br />

nedenlerle yasanın amacına aykırı olur.


Belirtelim ki, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi incelemeye çalıştığımız davada<br />

işverenin SSK'nun10. maddesi uyarınca sorumlu olmayacağı yönünde<br />

karar verdiyse de, karara ilişkin açıklamalardan, 10. Hukuk Dairesinde<br />

incelediğimiz karar bakımından hakim olan görüşün, aylık ve dört aylık<br />

prim bildirgelerinin verilmiş olmasına ek olarak Kurumun sigortalıya şahsi<br />

sicil numarası vermesi ve sigorta dosyasına gerekli bilgileri işlemiş<br />

olmasıyla ağırlık kazandığı ve bu durumlarda işe giriş bildirgesinin<br />

verildiğinin farz olunması gerektiğinin kabul edildiği anlaşılmaktadır. Zira,<br />

karar açıklanırken SSK'nun 9. ve 10. maddelerinin bir amacının da hangi<br />

işverenin hangi sigortalıyı çalıştırdığının Kurumca bilinmesi olduğu<br />

belirtilmiş, bunun sigortalıların isimlerinin yer almadığı aylık sigorta bildirgelerinden<br />

anlaşılamayacağı, dört aylık dönem bordrolarına gelince, bu<br />

belgelerde sigortalıların isimleri tek tek belirtilmekle birlikte, Kurumun<br />

bordrolardan sigortalıların isimlerini ayıklamasının güçlüğüne işaret edilerek,<br />

diğer bildirgeler Kuruma verilmiş ve primler de ödenmiş olsa bile,<br />

sadece işe giriş bildirgesinin verilmediği, dolayısıyla Kurumun denetim<br />

görevinin güçleştiği durumlarda işverenin sorumluluğuna gidilmesinin<br />

düşünülebileceği ifade olunmuştur. Kanımızca, Kurumun sigortalı için sicil<br />

numarası verip sigortalıya ilişkin bilgileri sigortalının şahsi dosyasına<br />

işleyip işlemediğine bakılmaksızın, özellikle dönem bordrolarının Kuruma<br />

verildiği ve primlerin ödendiği durumlarda Kurumun sigortalıdan haberdar<br />

olması amacının gerçekleştiğinin kabul edilmesi ve iş kazası durumlarında<br />

SSK'nun 10. maddesi uyarınca işverenin sorumluluğuna gidilmemesi<br />

isabetli olur (aynı görüşte, Araslı, 385). Tekrarlayalım ki, bildirimin<br />

şekline uyulmamasının yaptırımı SSK'nun 140/b maddesinde zaten ayrıca<br />

öngörülmüştür.<br />

d) Hak sahiplerine sigortalının sağlığında hak kazandığı yaşlılık<br />

aylığından dönüşen ölüm aylığı bağlanması nedeniyle, rücu tazminatı<br />

gerçek zarar hesabına pasif dönem zararının dahil edilmemesi<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin, 24.9.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.5347,<br />

K.6011, yayımlanmamıştır) konu olayda, Sosyal Sigortalar Kurumu işverenden<br />

iş kazasında ölen sigortalı için hak sahiplerine yapılan harcamalar<br />

nedeniyle ortaya çıkan Kurum zararının rücuan ödetilmesini talep etmiştir.<br />

10. Hukuk Dairesinin Kararında "...özellikle hak sahibi eşe 506 Sayılı<br />

Kanunun 66., 67. ve 68. maddeleri kapsamında sigortalının sağlığında hak<br />

kazandığı yaşlılık aylığından dönüşen ölüm aylığının bağlanması itibariyle<br />

gerçek zarar tavanına pasif dönem zararının dahil edilmemesi gerekirken<br />

aksinin kabulündeki isabetsizliğin dava dilekçesindeki istem ile<br />

hükmedilen miktara göre iş bu dava sonucunda etkili olmayıp ileride<br />

açılacak artış davalarında gözetilmesi mümkün bulunduğu..." görüşüne yer<br />

verilmiştir.<br />

293


Yine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin, 10.9.<strong>2001</strong> tarihli kararına<br />

(E.5334, K.5413, yayımlanmamıştır) konu olayda da, yaşlılık aylığı almakta<br />

iken, sosyal güvenlik destek primi ödeyerek çalışan sigortalının<br />

geçirdiği iş kazası sonucu ölümünün ardından sigortalının sağlığında<br />

ödemiş olduğu primler karşılığında hak ettiği yaşlılık aylığının aynı Yasanın<br />

66., 67. ve 68. maddeleri kapsamında ölüm aylığı olarak hak sahiplerine<br />

ödenmesinin zorunlu olması karşısında, hak sahiplerinin halefi sıfatıyla<br />

hareket ettiği kabul edilen davacı Kurum açısından da, ölen sigortalının<br />

olası ömrünün pasif dönemine ilişkin olarak zarar hesabı yapılamayacağı<br />

sonucuna varmıştır.<br />

Belirtelim ki, <strong>Yargıtayın</strong> bu yöndeki içtihadı oldukça yerleşmiştir (bkz.<br />

YHGK., 22.6.1994, E.10-179, K.435, Araslı, 625; YHGK., 11.11.1998,<br />

E.10-798, K.809; Y10HD., 6.3.1990, E.1989/7860, K.1990/2215; Y10HD.,<br />

1997, E.3724, K.3600, Çakmak, 484, 488-489, 501; Y21HD., 6.11.<strong>2001</strong>,<br />

E.6946, K.7444, yayımlanmamıştır).Yargıtay 10. Hukuk dairesinin<br />

incelemeye çalıştığımız kararında ifadesini bulan düşünce şöyle<br />

açıklanabilir:<br />

Kurum, sigortalı ya da hak sahiplerine yaptığı yardımlar ve bağladığı<br />

gelirlerin peşin değerini işverene, anılan kişilerin arada Sosyal Sigortalar<br />

Kurumu hiç olmasaydı işverenden talep edebilecekleri miktarla sınırlı<br />

olarak rücu edebilir. Anılan sınır SSK'nun 26. maddesinin 1. fıkrasında bu<br />

fıkra bakımından açıkça belirtilmiştir. Ayrıca, 26. maddenin bütünü<br />

bağlamında da, Yargıtay tarafından bu maddede düzenlenen rücu hakkının<br />

halefiyet ilkesine dayandığının benimsenmesinin bir sonucu olarak aynı<br />

sınır kabul edilmektedir. Böyle olunca, bir iş kazası ya da meslek<br />

hastalığına bağlı olarak Kurumun işverene ya da üçüncü kişilere rücuu söz<br />

konusu olduğunda, sigortalı ya da hak sahiplerinin işveren ya da üçüncü<br />

kişilerden talep edebilecekleri gerçek zararlarının belirlenmesi gerekir.<br />

Anılan gerçek zarar belirlenirken öncelikle, sigortalının, ölmeseydi ya da<br />

sakatlanmasaydı yaşamının geri kalan bölümünde ne kadar gelir temin<br />

edecek olduğu araştırılır. Bu çerçevede sigortalının yaşamı, çalışarak<br />

geçireceği aktif dönem ve çalışma yaşamını noktaladıktan sonra ölümüne<br />

kadar geçireceği pasif dönem olmak üzere iki kısımdan oluşur (aktif ve<br />

pasif dönem kavramları için bkz. Akın, Maddi Tazminat, 250-259; Araslı,<br />

526). Yargıtay içtihatları ile yerleştiği üzere pasif dönemin başlangıcı<br />

altmış yaş olarak kabul edilmektedir (YHGK., 11.11.1998, E.10-798,<br />

K.809; Y10HD., 21.4.1992, E.1991/2613, K.1992/4602, Araslı, 621-624).<br />

Buna göre, hesaplamada ilkin sigortalının aldığı son ücret üzerinden ve<br />

yargılama sırasında ücretlerde gerçekleşen artışlar da dikkate alınarak<br />

hüküm tarihine kadar bilinen geliri diğer yönü ile de zararı hesaplanır.<br />

Daha sonra, ücretlerdeki artışlar dikkate alınarak saptanan son ücreti


üzerinden her yıl için %10 artırım yapılarak altmış yaşına kadarki aktif<br />

dönemde elde edeceği geliri toplamı bulunur. Sigortalının kalan ömrünü<br />

belirlemede kullanılan, yaşa bakılarak muhtemel ömrü gösteren<br />

cetvellerden bulunacak yaşam süresine göre, örneğin altmışsekiz yaşına<br />

kadar yaşayacağı bulunmuşsa, altmış yaşından sonraki sekiz yıllık pasif<br />

dönemdeki geliri, ölmeseydi ya da çalışamayacak derecede meslekte<br />

kazanma gücünü kaybetmeseydi bu dönemde elde edeceği yaşlılık aylıkları<br />

toplanarak hesaplanır. Pasif dönem gerçek zarar hesabı da, sigortalının<br />

altmış yaşında alacağı saptanan son ücreti üzerinden bulunacak yaşlılık<br />

aylığının her yıl için %10 artırılması ve bulunan aylıkların toplanması<br />

biçiminde olur. Sonuçta, farazi olarak hesaplanan aktif ve pasif dönem<br />

gelirleri toplanıp peşin ödeme durumunda üzerinden yapılması gereken her<br />

yıl için %10'luk iskonto gerçekleştirildikten sonra bulunan rakam bilinen<br />

devre zararı ile toplanarak sigortalının gerçek zararı belirlenir. Belirtelim<br />

ki, bütünüyle faraziyelere dayanan bu hesaplamalarda uygulanan ilkeler,<br />

örneğin %10 artırım ve %10 iskonto oranı Yargıtay içtihatları ile<br />

belirlenmiştir (bkz. Y10HD., 25.1.1993, E.1991/6350, K.1993/362, Araslı,<br />

620-621).<br />

Bu açıklamalara göre, eğer sigortalı iş kazası geçirmeden ya da meslek<br />

hastalığına yakalanmadan önce yaşlılık aylığına hak kazanmışsa ve<br />

ardından kaza sonucu iş göremez hale gelmişse veya ölümü halinde sigortalının<br />

yaşlılık aylığı ölüm aylığına dönüştürülerek hak sahiplerine<br />

bağlanmışsa, bu durumdaki sigortalı ya da hak sahipleri bakımından pasif<br />

dönemde herhangi bir gelir kaybı söz konusu olmayacaktır. O nedenle,<br />

Yargıtay 10. Hukuk dairesinin, belirtilen konumdaki bir sigortalının iş<br />

kazasında ölümü sonucu hak sahiplerine yaptığı yardımları ve bağladığı<br />

gelirlerin peşin değerini işverene rücu etmesi bakımından pasif devrenin<br />

gerçek zarar hesabına dahil edilmemesi yönündeki kararı isabetlidir.<br />

Yargıtay aynı yaklaşımla iş kazası sonucu ortaya çıkan iş göremezliği<br />

çalışmasına engel olacak düzeyi aşmayan ve dolayısıyla çalışarak yaşlılık<br />

aylığına hak kazanabilecek sigortalılar bakımından da pasif devre için<br />

gerçek zarar hesabı yapılmaması gerektiği sonucuna varmaktadır (Y10HD.,<br />

2.2.1995, E. 1995/976, K. 1995/931, Çakmak, 495-496).<br />

Anılan kararlar bağlamında malûllük, yaşlılık ve ölüm sigorta kolundan<br />

aylığa hak kazanmış olan sigortalı ya da hak sahiplerine Sosyal Sigortalar<br />

Kurumunun iş kazası ya da meslek hastalığı sonucu nasıl ve hangi<br />

koşullarda gelir bağlayacağını hatırlatmak gerekirse, bu konumdaki<br />

sigortalı iş kazası sonucu iş göremez hale geldiğinde kendisine, ya da<br />

ölümü durumunda hak sahiplerine iş kazası sigorta kolundan gelir bağlanması<br />

söz konusu olunca, sigortalıya veya ölümü durumunda yaşlılık ya<br />

da malûliyet aylığı ölüm aylığına dönüştürülerek kendilerine bağlanacak<br />

295


olan hak sahiplerine, bu aylık ve gelirlerden yüksek olanın tamamı düşük<br />

olanın ise yarısı ödenir. Anılan gelir ve aylıkların eşit olması durumunda, iş<br />

kazası ve meslek hastalığı sigorta kolundan bağlanan gelirlerin tümü,<br />

malûllük, yaşlılık ve ölüm sigorta kolundan bağlanan aylığın ise yarısı<br />

verilir (SSK.92/2) (bkz. Tunçomağ, 286, 338, 361; Tuncay, Sosyal<br />

Güvenlik, 239; Güzel-Okur, 226; Araslı, 1251-1252).<br />

Belirtelim ki, yukarıda açıklamaya çalıştığımız hesaplamalar faraziyeler<br />

üzerine kuruludur. Ancak, gerçek zarar hesabının bir düzene ve yeknesaklığa<br />

kavuşturulması amacıyla Yargıtay tarafından bir takım ilkeler<br />

geliştirilmiştir. Fakat bütün olasılıklarda her zaman aynı ilkenin uygulanması<br />

adil olmayabilir. Đncelemeye çalıştığımız olay bakımından getirilen<br />

ilke kural olarak isabetli olmakla birlikte bazı ayrıksı durumların<br />

olabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır. Sigortalının altmış yaşından<br />

önce yaşlılık aylığına hak kazandığı halde yaşlılık aylığı almadan çalışmaya<br />

devam etmesi mümkün olduğu gibi, sosyal güvenlik destek primi ödeyerek<br />

yaşlılık aylığını alırken çalışması da mümkündür. Bu şekilde çalışırken<br />

kaza geçiren sigortalıya ilişkin gerçek zarar hesabı yapılırken düzen<br />

sağlamak amacıyla sigortalının altmış yaşında pasif döneme geçeceği farz<br />

edilebilir. Ancak, işçinin yaşı altmışa yaklaştıkça ve işçi çalışmaya devam<br />

ettikçe bu faraziye zayıflamaktadır. Bir adım daha ileri gidersek, işçi altmış<br />

yaşın üzerinde ise ve çalışması sırasında kazaya uğramışsa anılan<br />

faraziyenin her halde yeniden düşünülmesi sigortalının kişisel koşullarına<br />

ve yaptığı işin özelliğine göre bu işi sürdürebilecek olup olmadığının da<br />

dikkate alınması gerekir. Örneğin, bir muhasebe şirketinde çalışan<br />

altmışbir yaşındaki muhasebecinin bedensel güç gerektirmeyen bu işi bir<br />

müddet daha sürdürmesi hayatın olağan akışına uygundur. Bu gibi<br />

durumlarda gerçek zarar hesabının, sigortalının özel durumuna göre bir<br />

süre daha aktif dönemde kalacağı kabul edilerek yapılması isabetli olur.<br />

e) Đş kazası veya meslek hastalığı sonucu sürekli iş göremezlik<br />

geliri almakta iken ölen sigortalının hak sahiplerine bağlanan ölüm<br />

gelirinin peşin değerinin Kurum tarafından işverene (rücuan) tazmin<br />

ettirilmesi ve yeni tavan hesabı<br />

aa) Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin, 4.5.<strong>2001</strong> tarihli kararına<br />

(E.2000/8592, K.<strong>2001</strong>/3491, YKD. Kasım <strong>2001</strong>, 169-1691) konu olayda,<br />

sigortalı meslek hastalığına yakalanması dolayısıyla sürekli iş göremez<br />

duruma düşmüş ve Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından kendisine sürekli<br />

iş göremezlik geliri bağlanmıştır. Kurum daha sonra bağladığı gelirin peşin<br />

sermaye değerini işverene rücu etmiştir. Sigortalı bir süre sürekli iş<br />

göremezlik geliri aldıktan sonra meslek hastalığına bağlı olarak ölmüştür.<br />

Kurum bu sefer hak sahiplerine bağlanan ölüm gelirinin peşin değerini


işverenden talep etmiştir. Bu nedenle açılan davaya ilişkin kararında<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, "...işverenin hak sahiplerine bağlanan gelirler<br />

yönünden de tavanla sınırlı biçimde sorumlu olacağı yasanın buyurucu<br />

nitelikteki hükmü gereğidir. Bu durumda, sigortalının ölümü üzerine<br />

haksahiplerine bağlanan gelirler yönünden ortaya çıkan olgu, sigortalının<br />

ölümünden önceki sürekli işgöremezlik halinden ayrı bir olgudur." Görüşlerine<br />

yer vererek, "...sigortalının ölümünden önceki işgöremezliği nedeniyle<br />

açılan rücu davasında hükmedilen miktar işbu davada hesabedilen<br />

tavandan düşülmez." sonucuna varmıştır. 10. Hukuk Dairesine göre,<br />

"...somut olayda, Kurumca sigortalıya bağlanan sürekli işgöremezlik geliri<br />

fiili ödemeye dönüşmüş olup Kurum, sigortalının ölüm tarihine kadar<br />

ödenen miktarı tahsil etmiş olup, ölüm tarihinden sonraki miktarı tahsil<br />

etmemiş olmaktadır." Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 8.5.<strong>2001</strong> tarihli kararı<br />

da (E.1483, K.3570, yayımlanmamıştır) aynı görüşe dayalıdır.<br />

Sosyal Sigortalar Kanununun 26. maddesine göre açılmış olan bu davalara<br />

ilişkin kararlarda da belirtildiği gibi, anılan madde uyarınca Kurumun<br />

işverenden talep edeceği peşin sermaye değeri toplamı sigortalı veya<br />

hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlıdır.<br />

Kurumun sigortalıya bağlayacağı sürekli iş göremezlik geliri tam iş göremezlik<br />

durumunda sigortalının yıllık kazancının %70'i, kısmi iş görmezlik<br />

durumunda ise, tam iş göremezlik geliri gibi hesaplanarak bulunan rakamın<br />

iş göremezlik oranındaki tutarıdır. Sigortalının başka birinin sürekli<br />

bakımına muhtaç olması durumunda söz konusu gelirler %50 artırılır.<br />

Hatırlatalım ki, sürekli iş göremezlik sigortalının meslekte kazanma<br />

gücünü en az %10 yitirmesi durumunda söz konusu olur (SSK.19) (bu<br />

konuda bilgi için bkz. Tunçomağ, 274-277; Güzel-Okur, 214-217; Tuncay,<br />

Sosyal Güvenlik, 234-236).<br />

Öte yandan, sigortalının iş kazası ya da meslek hastalığına bağlı olarak<br />

ölmesi durumunda, SSK'nun 23. ve 24. maddeleri uyarınca, sigortalının<br />

eşine ve çocuklarına ve belirli koşulların varlığı durumunda anne babasına<br />

iş kazası ve meslek hastalığı sigorta kolundan ölüm geliri bağlanır (bkz.<br />

Tunçomağ, 281-285; Güzel-Okur, 221-228; Tuncay, Sosyal Güvenlik,<br />

236-240). Yasaya göre, hak sahibi eş ve çocuklara bağlanacak gelirlerin<br />

toplamı sigortalının yıllık kazancının %70'ini geçemez. Bu sınırın<br />

aşılmaması için gerekirse hak sahibi kimselerin gelirlerinden orantılı olarak<br />

indirimler yapılır (SSK.23/IV). Sigortalının anne babasına ölüm geliri<br />

bağlanmasının koşulu da zaten, eş ve çocuklara bağlanan gelirin sigortalının<br />

yıllık kazancının %70'inden aşağı bulunmasıdır (SSK.24/1).<br />

Şüphesiz ki, sigortalıya önce sürekli iş göremezlik geliri bağlanmışsa ve<br />

ardından sigortalı iş kazası ya da meslek hastalığına bağlı olarak ölmüşse,<br />

yaşarken sigortalıya ödenen sürekli iş görmezlik geliri yerine anılan ölüm<br />

297


gelirleri hak sahiplerine ödenir. Hatta, SSK.23/VIII uyarınca, meslekte<br />

kazanma gücündeki kayıp oranı %50'den fazla ise, daha sonra meydana<br />

gelen ölüm iş kazası ya da meslek hastalığına bağlı olmasa da hak<br />

sahiplerine ölüm geliri bağlanır.<br />

Açıklamalardan anlaşılacağı üzere, sürekli iş göremezlik geliri almakta<br />

iken zararlandırıcı sigorta olayına bağlı olarak ölen sigortalıların hak<br />

sahiplerine bağlanan ölüm geliri hiçbir zaman daha önce sigortalıya<br />

bağlanan ya da üzerinden meslekte kazanma gücü oranında indirim yapılan<br />

tam iş görmezlik gelirinden fazla olamaz. Zira, sürekli tam iş göremezlik<br />

geliri sigortalının yıllık kazancının %70'idir. Bu oran aynı zamanda hak<br />

sahiplerine bağlanacak ölüm gelirinin de tavanını oluşturmaktadır.<br />

Đncelemeye çalıştığımız olayda olduğu gibi, Kurum SSK'nun 26. maddesine<br />

göre, sigortalıya bağladığı sürekli iş göremezlik gelirinin peşin sermaye<br />

değerini kusuru oranında işverene rücu etmişse ve nasıl ki bu peşin<br />

sermaye değeri sigortalının gerçek zararına göre bulunacak tavanla sınırlı<br />

ise, aynı maddede açıkça belirtildiği üzere hak sahiplerine bağlanan gelirin<br />

peşin sermaye değeri de aynı tavanla sınırlıdır. Sürekli iş göremezlik geliri<br />

alan sigortalı öldüğünde hak sahiplerine ölüm geliri bağlanması, Yargıtay<br />

10. Hukuk Dairesinin kararında kabul edildiği gibi yeni bir olgu değildir.<br />

Sadece, sigortalının almakta olduğu sürekli iş göremezlik geliri yerine<br />

geçmek üzere hak sahiplerine gelir bağlanmaktadır. Bu gelirlerin hepsi aynı<br />

sigorta olayına bağlıdır ve sigortalı ya da hak sahipleri bakımından aynı<br />

sigorta olayı nedeniyle işverenin sorumluluğu bağlamında sadece bir<br />

gerçek zarar rakamı söz konusudur. Ancak, sigortalı iş kazası geçirdiği<br />

veya meslek hastalığına yakalandığında tam iş göremez durumda değilse,<br />

ölümü durumunda yeni bir gerçek zarar hesabının yapılması gerekebilir.<br />

Şöyle ki, sigortalının hak sahiplerine bağlanan gelirler dolayısıyla işverene<br />

Kurum tarafından yöneltilecek rücu taleplerine tavan oluşturacak<br />

hesaplama yapılırken, işverenin daha önce sigortalıya sürekli iş göremezlik<br />

geliri bağlanması dolayısıyla Kuruma ödediği peşin sermaye değeri<br />

güncellenerek bu rakamdan düşülmek ya da daha isabetlisi sigortalının<br />

ölümü durumunda iş göremezliği %100 kabul edilerek, sürekli iş<br />

göremezlik gelirine esas alınan daha düşük iş göremezlik oranı tam iş<br />

göremezlik oranından (%100) düşülerek sadece arada kalan iş göremezlik<br />

oranına ilişkin gerçek zarar hesabı yapılmalıdır. Buna göre, eğer sigortalı<br />

daha önce %100 iş göremezlik oranı üzerinden gelir alıyor idiyse ve<br />

Kurum da söz konusu oran üzerinden hesaplanan gerçek zarar sınırında<br />

bağladığı gelirin peşin değerini işverene rücu etmişse, daha sonra<br />

sigortalının ölümü üzerine hak sahiplerine iş kazası meslek hastalığı sigortasından<br />

ölüm geliri bağlandığında, başka bir deyişle sürekli iş göremezlik<br />

geliri ölüm gelirine dönüştürüldüğünde artık kurum bu gelirin peşin


değeri için tekrar işverene rücu edememelidir. Bu nedenlerle, Yargıtay 10.<br />

Hukuk Dairesinin incelemeye çalıştığımız kararına katılmıyoruz.<br />

bb) Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 19.2.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.149,<br />

K.1109, yayımlanmamıştır.) konu olan benzer bir olayda ise, sigortalı iş<br />

kazası sonucunda %100 iş göremez duruma gelmiş, bir süre sonra da<br />

ölmüştür. Bunun üzerine, yukarıda da değindiğimiz gibi SSK'nun 23/VIII.<br />

maddesine göre, kaza ile ölüm olayı arasında illiyet bağı bulunup<br />

bulunmadığına bakılmaksızın sigortalının hak sahiplerine Kurumca ölüm<br />

geliri bağlanmıştır. Daha sonra Kurum bağladığı ölüm gelirinin peşin<br />

sermaye değerini işverenden talep etmiştir. 10. Hukuk Dairesi bu talebe<br />

ilişkin kararında, ölümün geçirilen iş kazasından kaynaklanıp kaynaklanmadığı<br />

araştırılmadan ölüm gelirinin peşin sermaye değerinin Kurum<br />

tarafından işverenden talep edilmesini kabul eden ilk derece mahkemesi<br />

kararını yerinde bulmamıştır. 10. Hukuk Dairesine göre, 28.6.1976 tarih ve<br />

6/4 sayılı YĐBBGK kararına göre, sigortalının ölümünün iş kazasına bağlı<br />

olduğunun SSK'nun 109. maddesine göre Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık<br />

Kurulu tarafından belirlenmiş olması işvereni bağlamaz. Đşverenin itirazı<br />

halinde, Adli Tıp ya da tıp fakültelerinin konuda uzman anabilim dalı<br />

konseyinden görüş alınması gerekir. Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin kararı<br />

açıklamaya çalıştığımız bu yönüyle isabetlidir.<br />

Ancak, karardan anlaşılamamakla birlikte, sigortalıya daha önce sürekli<br />

tam (%100) iş göremezliği nedeniyle gelir bağlandığında Sosyal Sigortalar<br />

Kurumu bu gelirin peşin sermaye değerini işverene rücu ederek<br />

almışsa, yukarıdaki başlık altında açıkladığımız nedenlerle, daha sonra<br />

sigortalı öldüğünde, ölüm ile kaza arasında illiyet bağı bulunsa da, Kurum<br />

tarafından ölüm gelirinin peşin sermaye değeri için tekrar işverene<br />

başvurulamamalı ve yeni bir gerçek zarar tavan hesabı yapılmamalıdır.<br />

B. Bağ-Kur Uygulaması<br />

Bu başlık altındaki kararları incelemeye geçmeden belirtmek isteriz ki,<br />

gerek Bağ-Kur Kanununda gerek Tarım Bağ-Kur Kanununda bağımsız<br />

çalışanların sosyal güvenliğinin düzenlenmesinin bir sonucu olarak, iş<br />

kazası ve meslek hastalığı sigorta kolu düzenlenmemiştir. Ancak, Bağ-Kur<br />

sigortalılarının kazaya uğraması durumunda hastalık, malûllük ve ölüm<br />

sigorta kollarından yapılan yardımlar, Bağ-Kur K'nun 63. ve T Bağ-Kur<br />

K'nun 47. maddesine göre, belirli koşullarda Kurum tarafından sorumlu<br />

üçüncü kişilere rücu edilebilir. Biz de bu rücu ilişkisini, benzerliğini ve<br />

arada ilişki kurulabilmesi kolaylığını dikkate alarak, Sosyal Sigortalar<br />

Kurumunun iş kazası ve meslek hastalığı sigorta kolundan yaptığı<br />

yardımlar dolayısıyla sorumlu işverenlere ve üçüncü kişilere karşı sahip<br />

299


olduğu rücu hakkı ile birlikte, iş kazası ve meslek hastalığı sigortası başlığı<br />

altında incelemeyi uygun bulduk.<br />

1. Bağ-Kur Kanunu Uygulaması<br />

a) Rücuan tazminat-finansal kiralama şirketinin sorumluluğu<br />

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 31.1.<strong>2001</strong> tarihli kararına<br />

(E.2000/10-1789, K.<strong>2001</strong>/6, YKD. Temmuz <strong>2001</strong>, 976-982) ilişkin<br />

uyuşmazlık finansal kiralama sözleşmesine konu olan aracın Bağ-Kur sigortalısına<br />

verdiği zararın Kurum tarafından karşılanmasından sonra<br />

yapılan yardımların rücu yoluyla finansal kiralama şirketinden istenip istenemeyeceği<br />

noktasında toplanmaktadır. Yargıtay 10. Hukuk Dairesi,<br />

Bağ-Kur Kanununun 63. maddesine göre, finansal kiralamaya konu aracın<br />

mülkiyetinin kiracıya geçmemiş olması durumunda şirketin araç maliki<br />

sıfatıyla sorumlu olacağı sonucuna varmıştır (Y10HD., 24.2.2000, E.1120,<br />

K.1365). Buna karşılık Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ise, Bağ-Kur<br />

Kanununun 63. maddesi ile Karayolları Trafik Kanununun (KTK) 3. ve 85.<br />

maddelerinin ve 3226 sayılı Finansal Kiralama Kanunu (FKK) hükümlerinin<br />

özüyle ve sözüyle birlikte değerlendirilmesi gerektiğinden söz<br />

ederek farklı bir yorumla Finansal Kiralama şirketinin kaza nedeniyle sorumlu<br />

tutulamayacağına karar vermiştir.<br />

Hukuk Genel Kurulu kararında yer alan görüşler şöylece özetlenebilir.<br />

Öncelikle işleten kavramının tanımlandığı KTK.3 uyarınca, aracı uzun süre<br />

kiralayanlar ile başkasına ait aracı kendi hesabına ve tehlikesi kendisine ait<br />

olmak üzere işleten ve araç üzerinde fiili tasarrufta bulunanlar işleten<br />

sayılır. Aynı yasanın 85. maddesine göre de motorlu aracın işletilmesinden<br />

doğan zararlardan işleten sorumlu tutulmuştur. Öte yandan konunun<br />

"...3226 sayılı Finansal Kiralama Kanunu çerçevesinde değerlendirme<br />

zorunluluğu gözden kaçırılmamalıdır. Anılan Yasanın (1) maddesinde de<br />

açıkça vurgulandığı üzere finansal kiralama ile ihtiyacı olana kredi vermek<br />

suretiyle değil bir üçüncü kişiden kiracının seçtiği nesneyi satın almak ve<br />

kullanana bedel karşılığında kiracıya devretmek biçiminde oluşacağı ve<br />

böylece kiracı normal kira akdindeki yükümlülükler dışında adeta bir<br />

malikin statü ve yetkileriyle donatılması amaçlanmıştır. Her ne kadar 9 ve<br />

17 maddelerde; Finansal Kiralama konusu malın mülkiyeti kiralayan<br />

şirkete ait olduğu belirtilmişse de her iki maddenin gerekçesinde görüldüğü<br />

üzere Finansal Kiralama Konusu nesnenin mülkiyetinin kiralayan şirkete<br />

bırakılmasındaki amacın kira bedellerine karşı bir teminat niteliği<br />

taşıdığının kabulü gerekir." Hukuk Genel Kuruluna göre, finansal kiralama<br />

konusu malın kimin mülkiyetinde olduğu, malın ekonomik tahsis amacına<br />

göre kimin fiili hakimiyetinde bulunduğu ve tüm bakım ve onarımın kime<br />

ait olduğu olguları dikkate alınarak yorumlanmalıdır. Finansal kiralamada


mülkiyetin kiralayanda bırakılması sadece teminat amaçlı olup ekonomik<br />

verim kiracıya aittir. Buna göre, kiracı malın bakım ve onarım masrafları<br />

ile vergi ve sigorta giderlerinden ve yine malın motorlu taşıt olması<br />

bağlamında işletilmesi sırasında üçüncü kişilere verdiği zararlardan<br />

BK'nun haksız fiilden doğan sorumluluk kuralları ile KTK'nun 3. ve 85.<br />

maddeleri çerçevesinde işleten olarak sorumlu kabul edilmelidir. Bir başka<br />

deyişle Hukuk Genel Kurulu, incelemeye çalıştığımız olay bağlamında<br />

finansal kiralama konusu motorlu taşıtın üçüncü kişilere zarar vermesi<br />

durumunda kimin sorumlu olacağı sorusunu yanıtlarken geniş bir yorumla<br />

kiracının malik olarak kabul edilmesi gerektiği sonucuna varmaktadır.<br />

Yüksek Mahkeme bu görüşüne destek olarak, FKK'nun 15. maddesinde yer<br />

alan, kiracının maldaki zilyetliği devir yasağı ile 18. maddede yer alan,<br />

kiralayanın malı başkasına devir yasağını ve yine 19. maddede kiracının,<br />

20. maddede de kiralayanın iflas veya icra takibine uğraması durumunda,<br />

finansal kiralama konusu mala el konamayacağı yolundaki koruma<br />

hükümlerini göstermektedir. Hukuk Genel Kuruluna göre, bu koşullar ile<br />

çevrelenmiş bir mülkiyetin tam bir mülkiyet olduğunu ileri sürmek<br />

mümkün değildir.<br />

Hukuk Genel Kurulu kararına karşı oy yazısı vererek katılmayan Aslanköylü<br />

ve Ulaş ise haklı olarak, Bağ-Kur Kanununun 63. maddesi<br />

hükmünün gayet açık bulunduğunu, maddede, üçüncü bir kişinin suç sayılır<br />

bir hareketiyle Bağ-Kur Kanununun öngördüğü yardımların yapılmasını<br />

gerektiren bir durum doğduğunda, Kurumun sigortalı ya da hak sahiplerine<br />

gereken yardımları yapacağının ve yapılan yardımların ilk peşin değeri için<br />

üçüncü kişilere, istihdam edenlere, araç sahiplerine ve diğer sorumlulara<br />

rücu edeceğinin öngörüldüğünü belirtmektedirler. Aslanköylü ve Ulaş'a<br />

göre, maddede geçen araç sahipleri ifadesini araç malikleri olarak anlamak<br />

gerekir. FKK'nun 9. ve 17. maddelerinde de finansal kiralama konusu<br />

malın mülkiyetinin kiralayan şirkete ait olduğunun belirtilmesi ve yine 24.<br />

maddede sözleşme sona erdiğinde sözleşmeden doğan satın alma hakkını<br />

kullanmayan veya bu hakkı bulunmayan kiracının finansal kiralama konusu<br />

malı derhal geri vermekle yükümlü olduğunun öngörülmesi karşısında,<br />

finansal kiralama konusu motorlu taşıtın Bağ-Kur sigortalısına verdiği<br />

zarar dolayısıyla Kurumun yaptığı harcamaları araç maliki sıfatıyla finansal<br />

kiralama şirketinden istemesi mümkündür.<br />

Gerçekten de, karşı oy yazısında ifade edildiği gibi, Bağ-Kur Kanununun<br />

63. maddesinde, üçüncü kişinin suç sayılır hareketi nedeniyle Bağ-Kur<br />

tarafından sigortalıya yapılan harcamaların, üçüncü kişiye, istihdam<br />

edenlere, araç sahibine ve diğer sorumlulara rücu edilebileceği açıkça belirtilmiştir.<br />

Maddede geçen diğer sorumlulardan anlaşılması gereken,<br />

KTK'na göre işleten sıfatını taşıyan araç maliki dışındaki kişiler ve anılan<br />

301


Kanunun 85. maddesinde sorumluluğu düzenlenen motorlu aracı işletenin<br />

bağlı bulunduğu teşebbüsün sahibi olabilir. Görüldüğü gibi, Bağ-Kur<br />

Kanununun 63. maddesinde KTK'nundan farklı olarak sorumluluğun<br />

kapsamı genişletilmiş, aracın maliki işleten olmasa bile, Bağ-Kur'un aracı<br />

işleten ya da işletenin bağlı bulunduğu teşebbüs yanında doğrudan araç<br />

malikine de rücu edebileceği açıkça öngörülmüştür. Bu durumda, Hukuk<br />

Genel Kurulu tarafından ileri sürüldüğü üzere, araç sahibi kavramını işleten<br />

olarak kabul etmek ve FKK'nunda finansal kiralama konusu aracın<br />

mülkiyetinin finansal kiralama şirketine ait olduğunun açıkça belirtilmesine<br />

karşın (m. 9, 17) bunun tam bir mülkiyet olmadığını, aslında ekonomik<br />

tahsis amacına göre mülkiyetin taşıtı fiili hakimiyetinde bulunduran<br />

kiracıya ait olduğunu ileri sürmek söz konusu yasaların açık lafzına aykırı<br />

(contra legem) bir yorum olur. Yasayı bir tarafa iterek sübjektif çözüm<br />

üreten böyle bir yorumu kabul etmek ise doğru değildir (bkz. Süzek, Đş<br />

Hukuku, 22-26).<br />

Bağ-Kur'un yaptığı yardımları rücu edebileceği kişiler konusundaki<br />

yeni yaklaşımlar ve buna göre yapılması gereken değişiklikler sadece olması<br />

gereken hukuk bakımından tartışılabilir. Kanımızca, Bağ-Kur Kanununun<br />

63. maddesinde, KTK'nun işleten kavramı dışına çıkılarak işleten<br />

konumunda olmayan araç maliklerinin de sorumluluk kapsamına<br />

alınmasının amacı, üçüncü kişinin suç sayılır eylemi dolayısıyla Kurumun<br />

uğrayacağı zararları güvenceye kavuşturmak olarak açıklanabilir. Burada<br />

Kurumun korunması amacı ön plana çıkmaktadır. Ancak yasanın getirdiği<br />

düzenlemeyi, karşı oy yazısında ifade olunduğu gibi Bağ-Kur'a gelir<br />

sağlamak amacına dayandırmak isabetli değildir. Yine karşı oy yazısında<br />

belirtilen, sigortalılarının korunması amacı ise, Bağ-Kur'un korunmasının<br />

dolaylı bir sonucu olarak Bağ-Kur K'nun 63. maddesindeki düzenlemenin<br />

nedenleri arasında kabul edilebilir.<br />

Öte yandan belirtelim ki, karşı oy yazısında da ifade olunduğu gibi,<br />

Bağ-Kur K'nun KTK'na göre daha özel bir kanun olması ve konuyu düzenleyen<br />

63. maddenin hem KTK'nundan hem de FKK'nundan daha sonraki<br />

bir tarihte 20.6.1987 günlü ve 3396 sayılı Kanunun 11. maddesiyle<br />

getirilmiş olması da, katıldığımız karşı oy görüşünü desteklemektedir.<br />

Son olarak, Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde öngörülen rücu hakkının<br />

dairenin yeni içtihadına göre halefiyet ilkesine dayanmaması da, incelemeye<br />

çalıştığımız olayda finansal kiralama şirketinin malik sıfatıyla sorumlu<br />

olacağını kabul eden karşı oy görüşü ile uyumlu gibi gözükmektedir.<br />

Çünkü, karara katılmayan Aslanköylü ve Ulaş'a göre, halefiyet ilkesi<br />

benimsenmiş olsa idi, sigortalı ya da hak sahiplerinin KTK'na göre ancak<br />

işletene başvurabilecek olması karşısında, bu kişilerin haklarına halef olan


Bağ-Kur'un işleten konumunda bulunmayan finansal kiralama şirketine<br />

yaptığı harcamaları rücu etmesi de mümkün olmayacaktı.<br />

Ancak, aşağıdaki kararların incelenmesi sırasında da açıklanacağı<br />

üzere, burada rücu hakkının halefiyet ilkesiyle güçlendirildiği kabul edilseydi<br />

dahi, söz konusu halefiyet salt bir halefiyet hali olmayıp rücu hakkını<br />

güçlendiren ve onun feri niteliğindeki bir halefiyet hakkı olacağından, Bağ-<br />

Kur'a araç malikine rücu etme olanağı tanınması bir çelişki yaratmayacaktı.<br />

Çünkü, halefiyetle güçlendirilmiş rücu hallerinde, salt halefiyetin söz<br />

konusu olduğu durumlardan farklı olarak, asıl alacaklı bakımından alacak<br />

hakkı sona ermekte ve yasa gereği rücu hakkı sahibi bakımından yeni bir<br />

alacak hakkı doğmaktadır. Yasa, bu yeni rücu alacağının sorumluları<br />

arasına işleten kavramından bağımsız olarak araç malikini de koyduğuna<br />

göre, Bağ-Kur'un araç malikine rücu etmesi ile rücu hakkının halefiyetle<br />

güçlendirilmiş olması arasında bir uyumsuzluktan söz edilemeyecektir.<br />

Belirtelim ki, BK'nun 109. ve TK'nun 1301. ve 1361. maddelerinde<br />

karşılaştığımız gibi salt halefiyet hallerinde, yasa başkasının borcunu<br />

yerine getiren kişi lehine sadece bir halefiyet öngörmekte ve bu kimsenin<br />

alacaklıya ait hakkı olduğu gibi devralmasını sağlamaktadır. Bu ilişkilerde<br />

halef olanın asıl borçluya rücu etmesi halefiyetin bir sonucu olarak ortaya<br />

çıkmakta, yoksa halefiyetin gerisinde yer alan bir rücu hakkına<br />

dayanmamaktadır. Buna karşılık, BK'nun 69. 147. ve 496. maddelerindeki<br />

hallerde, başkasına ait borcu yerine getiren kişi lehine asıl borçluya karşı<br />

bir rücu hakkı tanınmakta, bu kişi bakımından yeni bir hak doğmakta, rücu<br />

alacaklısı tatmin ettiği alacaklıya ait hakkı devralmamaktadır.<br />

Tekrarlıyacak olursak, bu durumlarda temelde bir rücu hakkı söz konusu<br />

olup onun fer'i niteliğindeki halefiyetle güçlendirilmektedir. Genel olarak<br />

rücu hakkını güçlendiren halefiyetin etkisi ise, önceki borç ilişkisinde<br />

alacaklı bir takım teminatlara sahipse bu teminatların rücu alacaklısına<br />

geçmesi, onun alacağı bakımından da güvence oluşturması ve ispat<br />

araçlarının alacaklı tarafından rücu hakkı sahibine teslim edilmesi gibi<br />

noktalarda ortaya çıkmaktadır. Böylece yasa, rücu hakkı sahibinin hakkını<br />

talep etmesini kolaylaştırmakta ve onu salt halefiyet hallerinde olduğu gibi<br />

korumayı amaçlamaktadır. (bu konuda bkz. Ahmet M. Kılıçoğlu, Türk<br />

Borçlar Hukukunda Kanunî Halefiyet, Ankara 1979, 14-16, 18 [Kanunî<br />

Halefiyet]; Oğuzman-Öz, 196-197).<br />

Yukarıda açıklanan gerekçelerle Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun<br />

incelemeye çalıştığımız kararına katılmıyoruz.<br />

b) Bağ-Kur Kanunu 63. maddesine dayanan rücu tazminatının<br />

hukuksal temeli ve tavan sınırlamasına tabi olup olmayacağı<br />

303


aa) Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 15.1.<strong>2001</strong> tarihli kararına<br />

(E.2000/6871, K.<strong>2001</strong>/3, YKD. Haziran <strong>2001</strong>, 845-847) ilişkin uyuşmazlık<br />

trafik kazasında ölen Bağ-Kur sigortalısına yapılan harcamalar üzerine<br />

ortaya çıkan Kurum zararının üçüncü kişiye rücuan ödetilmesine ilişkindir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk dairesinin kararında Bağ-Kur K'nun 63. maddesine<br />

göre Kuruma tanınan rücu hakkının temeli, halefiyet ilkesiyle desteklenip<br />

desteklenmediği tartışılmakta ve Bağ-Kur'un rücu hakkının sigortalı ya da<br />

hak sahiplerinin tazminat sorumlularından isteyebileceği miktarla (tavanla)<br />

sınırlı olup olmadığı, tazmin sorumlularının sigortalı ya da hak sahiplerine<br />

yapmış oldukları ödemelerin rücu tazminatından düşülmesinin gerekip<br />

gerekmediği sorusuna yanıt aranmaktadır. Zira somut olayda ilk derece<br />

mahkemesi tarafından anılan tavan hesaplanmış ve Kurum tarafından<br />

yapılan yardımların ilk peşin değerinin bulunan tavan rakamının üstünde<br />

olduğu saptanmıştır.<br />

Bu davada ve yine aynı koşulların söz konusu olduğu, Bağ-Kur sigortalısının<br />

vurularak öldürülmesi dolayısıyla Kurumun hak sahiplerine<br />

yaptığı giderleri tazminat sorumlusundan talep ettiği diğer bir davada<br />

(Y10HD., 6.2.<strong>2001</strong>, E.362, K.640, yayımlanmamıştır) Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesi, Bağ-Kur K'nun 63 maddesinde düzenlenen rücu hakkının kanundan<br />

doğan bağımsız bir rücu hakkı olduğu, temelinde halefiyet ilkesinin<br />

bulunmadığı, bu nedenle Kurumun rücu talebinin sigortalı ya da hak<br />

sahiplerinin tazminat sorumlularından isteyebilecekleri miktarla sınırlı<br />

olmadığı sonucuna varmış ve yapılan hesaplamada bulunan tavan<br />

rakamının Kurum tarafından yapılan yardımların ilk peşin değerinin altında<br />

kalması karşısında tavanla sınırlı olarak rücu tazminatına hükmeden ilk<br />

derece mahkemesi kararını bozmuştur.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesine göre, "...bir hakkın halefiyet ilkesine<br />

dayandığının kabulü, yasada açık bir hüküm olmasına bağlıdır. Örneğin,<br />

Türk Ticaret Kanununun 1301 ve Türk Medeni Kanununun 439. maddeleri<br />

gibi. Her iki yasa maddesinde de açıkça ilgililere tanınan hakkın halefiyete<br />

dayandığı belirtilmiştir." Öte yandan, "...halefiyet esasına dayanan talep<br />

hakkını öngören yasa hükümleri istisnai nitelikte hükümler olduğu ve<br />

genişletici yoruma tabi tutulamayacağı gerek öğretide gerekse uygulamada<br />

kabul edilen hukuki gerçeklerdendir. Ne 63. maddede ne de Bağ-Kur<br />

Kanununun diğer maddelerinde rücu hakkının halefiyete dayandığına<br />

ilişkin hiçbir hüküm bulunmazken anılan maddenin tanıdığı rücu hakkının<br />

halefiyet ilkesine dayandığı görüşüne itibar etmek az önce değinilen kurala<br />

aykırı olarak genişletici yorum yoluna sapmayı gösterir." 10. Hukuk<br />

Dairesi bu gerekçelerle, Bağ-Kur K'nun 63. maddesindeki rücu hakkının<br />

yasadan doğan bağımsız bir rücu hakkı olduğu, Kurumun kendisine tanınan<br />

bu hakkı sigortalıdan bağımsız olarak kullanabileceği görüşünü Kabul


etmektedir. Yüksek Mahkeme kararında vardığı sonucu desteklemek üzere<br />

ayrıca, yasanın amacı halefiyet ilkesini kabul etmek olsaydı, SSK'nun 26.<br />

maddesinde olduğu gibi "...sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden<br />

isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere kurumca işverene ödettirilir"<br />

şeklinde bir hükmün 63. maddeye de konabileceği görüşüne yer vermiştir.<br />

Öncelikle belirtelim ki, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin kararda ifadesini<br />

bulan, Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde öngörülen rücu hakkının halefiyet<br />

ilkesine dayanmayan bağımsız bir rücu hakkı olduğu görüşü, Đsviçre<br />

ve Türk hukuku bakımından başkasının bir borcunu yerine getiren kişinin,<br />

asıl alacaklının yerine geçerek onun haklarına halef olmasının ya da bu<br />

şekilde bir borcu yerine getiren kişiye tanınan rücu hakkının halefiyet hakkı<br />

ile güçlendirilerek güvence altına alınmasının, ancak bu yönde açık bir<br />

yasal düzenlemenin varlığı ile mümkün olacağı temeline dayanmaktadır.<br />

Gerçekten, gerek salt halefiyet hallerinin gerekse halefiyetle güçlendirilmiş<br />

rücu hallerinin yasayla sınırlı sayıda düzenlendiği, bu nedenle yasalarda<br />

açık ve kesin olarak belirtilenler dışında kıyas yoluyla ve geniş bir yoruma<br />

giderek yeni halefiyet hallerinin yaratılamayacağı kabul edilmektedir<br />

(Kılıçoğlu, Kanunî Halefiyet, 14-15, 34-35; ayrıca bkz. S. Sulhi Tekinay,<br />

Ölüm Sebebiyle Destekten Yoksun Kalma Tazminatı, Đstanbul 1963, 96;<br />

Abdurrahim Karslı, Usul Hukuku Açısından Rücu Davaları, Đstanbul 1994,<br />

50; Resul Aslanköylü, "Kurumun 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun<br />

10. ve 26. Maddesinden Doğan Rücu Hakkının Hukuksal Temeli", Kamu-<br />

Đş, Yargıç Dr. Aydın Özkul'a Armağan, C.6, S.4, <strong>2001</strong>, 212; Aydın<br />

Başbuğ, Sosyal Sigortalar Kurumunun Đşverene ve Üçüncü Kişiye Rücuu,<br />

Ankara 1992, 28). Buna göre, rücu hakkının halefiyetle güçlendirildiği açık<br />

ve kesin olarak yasayla öngörülmemişse, o zaman basit bir rücu hakkının<br />

varlığından söz edilebilir. Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin benimsediği<br />

görüşe göre, Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde, üçüncü kişinin suç sayılır<br />

eylemi dolayısıyla sigortalısına yasada öngörülen yardımları yapmak<br />

durumunda kalan Kuruma tanınan rücu hakkının halefiyet ile<br />

güçlendirildiğini gösteren bir ifade yer almamaktadır. Dolayısıyla, Bağ-Kur<br />

K'nun 63. maddesinde öngörülen rücu hakkı basit bir rücu hakkıdır (Ahmet<br />

M. Kılıçoğlu, Özel ve Sosyal Sigortalarda Halefiyet ve Rücu, Ankara<br />

Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.XXXI, S.1-4, 1974, 443).<br />

Ancak, borçlar hukukunda taraftar bulan belirli bir görüşten yola<br />

çıkılarak, Bağ-Kur K'nun 63. maddesindeki rücu hakkının halefiyetle<br />

güçlendirilmiş bir rücu hakkı olduğunu kabul etmenin mümkün bulunup<br />

bulunmadığı tartışılabilir. Şöyle ki, BK'nun 51. maddesine göre, birden çok<br />

kişi aynı zarardan dolayı değişik hukuksal nedenlerle (haksız fiil, sözleşme,<br />

yasa) sorumlu oldukları takdirde, bunlar hakkında birlikte zarara neden<br />

olanlara ilişkin hükümler uygulanır. BK'nun 50. maddesine göre, aynı<br />

305


zarara birlikte neden olan kişiler dış ilişkide müteselsilen sorumludurlar. Đç<br />

ilişkide de zararı tazmin eden kişi diğerlerine rücu hakkına sahiptir.<br />

Müteselsil borçluluğun bütün olduğundan hareket eden bir görüşe göre,<br />

eksik teselsül olarak adlandırılan bu durumda iç ilişkide müteselsil<br />

sorumluluğun bulunmadığı ileri sürülemeyeceğinden, BK'nun 51.<br />

maddesinde 50. maddeye atıf yapılmakla aynı zamanda BK'nun 147.<br />

maddesine de atıf yapılmış olmaktadır. BK'nun 147. maddesine göre ise,<br />

rücu hakkından yararlanan müteselsil borçlulardan her biri ödediği miktar<br />

oranında alacaklının haklarına halef olur. Bu görüşe göre, tam teselsül<br />

durumunda rücuya ilişkin hükümler eksik teselsül durumuna da uygulanabildiğine<br />

göre ve tam teselsülün kabul edilmesindeki neden ve koşullar<br />

eksik teselsül durumunda da geçerli olduğu için, eksik teselsülde<br />

halefiyeti reddetmek için bir neden bulunmamaktadır (Kılıçoğlu, Kanunî<br />

Halefiyet, 71-72; Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler C. II, 4.<br />

Bası, Ankara 1991, 427, Karslı, 99-100). Ancak belirtelim ki, borçlar hukuku<br />

öğretisinde yer alan diğer bir görüşe göre ise, BK'nun 147. maddesinin<br />

uygulanması tam teselsül durumuna özgü olup, tam teselsülde alacaklıya<br />

ifada bulunan borçluya tanınan halefiyet eksik teselsülde söz konusu<br />

değildir (bkz. Tandoğan, Mesuliyet Hukuku, 384; S. Sulhi Tekinay/Sermet<br />

Akman-Haluk Burcuoğlu-Atillâ Altop, Borçlar Hukuku Genel<br />

Hükümler, 6. Bası, Đstanbul 1988, 434).<br />

Anılan görüşlerden ilki kabul edilirse, incelemeye çalıştığımız kararlarda<br />

olduğu gibi, suç sayılır eylemi ile Bağ-Kur sigortalısının ölümüne<br />

neden olan kişiye karşı, Bağ-Kur'un açtığı rücu davasında Kurumun sigortalının<br />

haklarına halef olduğu düşünülebilir. Çünkü, haksız fiil faili<br />

üçüncü kişi, haksız fiili dolayısıyla ortaya çıkan zarardan sigortalının hak<br />

sahiplerine karşı sorumlu iken, Bağ-Kur da sigortalı ile arasında mevcut<br />

bulunan yasadan kaynaklanan sosyal sigorta ilişkisi nedeniyle aynı zarar<br />

için sigortalının hak sahiplerine karşı sorumludur. BK'nun 51. maddesindeki<br />

eksik teselsül durumuna uyan bu sorumluluk ilişkisinde, yine 51.<br />

maddede öngörülen rücu sırasına göre, Borçtan Kanunen sorumlu olan<br />

Bağ-Kur'un, sigortalının hak sahiplerine yaptığı yardımlar ve bağladığı<br />

gelirin peşin değeri için rücu etmesi ve BK'nun 147. maddesi dolayısıyla da<br />

sigortalının haklarına halef olması mümkün olabilecektir.<br />

Ancak bu yaklaşım biçimine karşılık olarak, sosyal sigorta kurumlarının<br />

açacağı rücu davalarında kural olarak BK'nun 51. maddesinde yer<br />

alan esaslar geçerli olmakla birlikte, ilgili sosyal sigorta yasasında özel<br />

düzenleme varsa artık 51. maddenin uygulanmaması gerektiği, onun yerine<br />

özel düzenlemenin geçeceği haklı olarak ileri sürülebilir (bkz. Haluk N.<br />

Nomer, Haksız Fiil Sorumluluğunda Maddi Tazminatın Belirlenmesi,<br />

Đstanbul 1996, 191). Nitekim, bu mantıktan hareket eden Yargıtay 1985


tarihli bir Đçtihadı Birleştirme Kararında (YĐBK, 29.3.1985, 3/2), Bağ-Kur<br />

K'nun 63. maddesi kapsamı dışında kalan durumlarda Kurumun BK'nun<br />

51. maddesine göre sorumlulara rücu edebileceğini kabul etmiştir. Öğretide<br />

Kılıçoğlu da, gerekçesini tam olarak açıklamamakla birlikte benzer bir<br />

yaklaşımla, sadece SSK'nun 26. maddesinin 2. fıkrası bakımından BK'nun<br />

51. maddesini ve buna bağlı olarak BK'nun 147. maddesini işleterek söz<br />

konusu fıkrada düzenlenen rücu hakkının halefiyetle güçlendirilmiş bir<br />

rücu olduğu sonucuna varmaktadır. Zira yazar bu görüşü ortaya koyarken,<br />

SSK'nun 26. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "Borçlar Kanunu<br />

hükümlerine göre rücu edilir" ifadesinden yola çıkmaktadır (bkz.<br />

Kılıçoğlu, Kanunî Halefiyet, 88-89).<br />

Kanımızca, anılan sav kural olarak isabetli olmakla birlikte, ilgili sosyal<br />

sigorta yasaları rücu hakkını ayrıca düzenlese de, bu düzenlemelerin<br />

yorumlanmasının ve boşluk bulunan noktaların doldurulmasının BK'nun<br />

genel hükümlerine ve bu bağlamda genel norm niteliği taşıyan BK'nun 51.<br />

maddesine göre yapılması gerekir. Nitekim öğretide Karslı tarafından<br />

savunulan bir görüşe göre, BK'nun 51. maddesi genel bir rücu normu<br />

olarak kabul edildiğinde, BK'nunda ve diğer özel yasalarda yer alan özel<br />

hükümlerin bu maddeye göre yorumlanması ve hüküm bulunmayan durumlarda<br />

bu maddenin uygulanması gerekir (Karslı, 72 vd.) Buna göre,<br />

SSK'nun 26., Bağ-Kur K'nun 63., T Bağ-Kur K'nun 47. ve ESK'nun 129.<br />

maddesinde olduğu gibi rücua ilişkin özel düzenleme getiren kanunlara<br />

ilişkin durumlarda, rücu hakkının öncelikle söz konusu özel düzenlemeklere<br />

dayandırılması isabetli olmakla birlikte, anılan maddelerin yorumlanması<br />

BK'nun genel nitelikteki 51. maddesi hükmüne göre yapılmalıdır.<br />

Đncelemeye çalıştığımız kararda çözümlenmesi gereken sorun Bağ-Kur<br />

K'nun 63. maddesinde düzenlenen rücu tazminatının üst sınırının ne olduğudur.<br />

Şüphesiz ki, öncelikle böyle bir sınırın olup olmadığı noktasında<br />

bu konuyu özel olarak düzenleyen Bağ-Kur K'nun 63. maddesine bakılması<br />

gerekir. Söz konusu madde hükmüne bakıldığında Kurumun rücu hakkına<br />

bir sınır konduğu görülür. Zira maddede Bağ-Kur'un tazminat sorumlusu<br />

üçüncü kişiye ve maddede belirtilen diğer sorumlulara sigortalı ya da hak<br />

sahiplerine yapılan yardımların "ilk peşin değeri için" rücu edeceği ifade<br />

olunmaktadır. Anılan hükme dayalı olarak ilk bakışta BK'nun 51.<br />

maddesinin çözmeye çalıştığımız sorun bağlamında uygulama yeri<br />

olmadığı düşünülebilir. Buna göre, sigortalı ya da hak sahiplerinin tazminat<br />

sorumlusu üçüncü kişiden isteyebileceği miktar Kurumca yapılan<br />

yardımların altında kalsa da, Kurum sigortalı ya da hak sahipleri bakımından<br />

ortaya çıkan gerçek zarar miktarının üzerindeki Kurum zararını<br />

da karşılamakla yükümlü olur. Bunun 63. maddede belirtilen sınırı ise,<br />

Kurum tarafından yapılan yardımların ilk peşin değeridir. Ancak, Bağ-Kur<br />

307


K'nun 63. maddesinde öngörülen rücu tazminatına, 20.6.1987 günlü ve<br />

3396 sayılı Kanunla böyle bir sınırlama getirilmesinin amacı, zaman içinde<br />

sigortalı ya da hak sahiplerine bağlanan gelirlerin katsayı değişiklikleri<br />

dolayısıyla artmasına bağlı olarak Kurumca yeniden peşin değer hesabı<br />

yapılıp arada kalan peşin değer farkının tazminat sorumlularına rücu<br />

edilmesi yüzünden ortaya çıkan uyuşmazlıkların önüne geçilmesini ve<br />

uygulamanın açıklığa kavuşturulmasını sağlamaktır. Yoksa getirilen<br />

düzenleme Kurumun tazminat sorumlusuna karşı sahip olduğu rücu<br />

hakkına genel anlamda bir sınır koymaya yönelik değildir. Zaten, bu şekilde<br />

bir düzenleme getirilmeden önce de, Bağ-Kur K'nun 63. maddesinin<br />

2. fıkrasının Anayasaya aykırılığı iddiasıyla açılan iptal davasına ilişkin<br />

olarak Anayasa Mahkemesi tarafından verilen yorumlu ret kararında isabetli<br />

olarak, maddede rücu edilebileceğinden söz edilen, ileride yapılacak<br />

yardımların sigortalının malûl kalması durumuna özgü olduğu ve sadece<br />

ileride sigorta olayına bağlı olarak malûliyet derecesinde meydana gelen<br />

değişiklikler dolayısıyla sigortalıya yapılan yardımlarda ortaya çıkan artışlar<br />

olarak anlaşılması gerektiği belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesine göre,<br />

Bağ-Kur K'nun ilgili hükmü bu şekilde yorumlanırsa Anayasaya aykırılığından<br />

söz edilemeyecektir (bkz Anayasa Mahkemesinin 27.1.1987 tarihli<br />

E.1986/19, K.1987/3 sayılı kararı, AMKD. S.23, 41 vd.; RG. 28.5.1987,<br />

S.19473). Bu nedenle, değişiklikten önceki düzenlemeye göre de, rücu<br />

tazminatının esas olarak Kurumun yaptığı yardımların ilk peşin değeriyle<br />

sınırlı olacağı sonucuna varılması gerektiği ortadadır. Bağ-Kur K'nun 63.<br />

maddesine Anayasa Mahkemesinin kararı doğrultusunda eklenen hükümle,<br />

söz konusu sınırlama bu konudaki tartışmaları ortadan kaldıracak biçimde<br />

açıklığa kavuşmuş bulunmaktadır.<br />

Bağ-Kur Kanununun 63. maddesinde öngörülen ilk peşin değer sınırlamasına<br />

ilişkin düzenleme amacına göre yorumlandığında, anılan madde<br />

bağlamında Kurumun yaptığı yardımlar nedeniyle sahip olduğu rücu<br />

hakkına genel bir sınır getirilmediği ve söz konusu sınırın BK'nun 51.<br />

maddesi çerçevesinde araştırılmasının mümkün bulunduğu sonucuna<br />

varılabilir. Bu durumda, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin yaptığı gibi bir<br />

yorumla, başka bir sınır öngörülmediğine göre, ilk peşin değer sınırına<br />

kadar yapılan yardımların tamamının sınırsız olarak tazminat sorumlusuna<br />

rücu edilebileceği ileri sürülebilir. Ancak, maddeyi her halde amacına ve<br />

BK'nun 51. maddesine göre yorumlamak gerekir. Bağ-Kur K'nun 63.<br />

maddesindeki rücu hükmünün amacı Kuruma gelir sağlamak olamaz.<br />

Kurumun gelir kaynağı kural olarak sigortalılarından aldığı primlerdir.<br />

Bağ-Kur K'nun 63 maddesinde öngörülen rücu kurumunun temelinde yatan<br />

düşünce, BK'nun 51. maddesinde düzenlenen rücu kurumunun temelinde<br />

yatan düşünceden farklı değildir. Bu düşünce ise, haksız bir fiil sonucu


ortaya çıkan zararı gidermenin öncelikle bu zarara neden olan kusurlu<br />

kişinin görevi olduğu ve sözleşmeden ya da yasadan dolayı sorumlu olan<br />

bir kişinin bulunmasının onun sorumluluğunu hafifletmemesi gerektiği<br />

şeklinde açıklanabilir (bkz. Karslı, 69). Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde<br />

anılan haksız fiil sorumluluğu, üçüncü kişinin suç sayılır eylemi biçiminde<br />

ifade edilmiş ve sınırlanmıştır.<br />

Bağ-Kur K'nun 63 maddesinin BK'nun 51. maddesine göre yorumlanacağı<br />

kabul edildiğinde ilk akla gelen, 51. maddenin uygulanması dolayısıyla<br />

yine BK'nun müteselsil sorumluların birbirlerine rücu hakkını<br />

halefiyetle güçlendiren 147. maddesinden yararlanılıp yararlanılamayacağı<br />

olabilir. Kanımızca burada BK'nun 51. maddesinin uygulanması sadece,<br />

Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde öngörülen rücu tazminatının sınırına<br />

ilişkindir. Aşağıda açıklanacağı üzere 63. maddenin halefiyetle güçlendirilmiş<br />

olduğu sonucuna varmanın da bu açıdan büyük bir önemi<br />

yoktur. Ancak, Karslı tarafından ileri sürüldüğü gibi, genel rücu normu<br />

niteliğindeki BK'nun 51. maddesinde öngörülen rücu hakkının teknik<br />

anlamda halefiyete dayandığı kabul edilirse, böyle bir yoruma gitmek anlam<br />

taşıyabilir. Çünkü o zaman Kurumun, haklarına halef olarak yerine<br />

geçtiği sigortalı ya da hak sahiplerinin isteyebileceği miktarla sınırlı olarak<br />

tazminat sorumlusuna rücu edebileceği gibi bir yoruma ulaşmak mümkün<br />

olur (Karslı 99-100). Karslı'nın bu görüşü savunurken atıfta bulunarak<br />

dayanak aldığı Kılıçoğlu'na göre ise, BK'nun 51. maddesinde öngörülen<br />

rücu teknik anlamda (salt) bir halefiyete dayanmamaktadır. Söz konusu<br />

rücu hakkı BK'nun147. maddesi dolayısıyla halefiyetle güçlendirilmiştir.<br />

Bu ayrımın önemi, halefiyete dayalı rücu durumlarında alacaklıya ait bir<br />

hakkın rücu hakkı sahibine geçmesi, halefiyetle güçlendirilmiş rücu<br />

durumunda ise, rücu hakkı sahibinin şahsında doğan yeni bir alacak<br />

hakkının halefiyetle güçlendirilmiş olması noktasında ortaya çıkar. Zira ilk<br />

halde, alacak hakkının rücu hakkı sahibine geçmesi söz konusu<br />

olduğundan bu geçiş daha önce işlemeye başlayan zamanaşımı süresi ile<br />

birlikte olur. Oysa ikinci durumda, rücu hakkı sahibinin şahsında,<br />

alacaklının hakkından bağımsız olarak yeni bir alacak doğduğu için, bu<br />

andan itibaren yeni bir zamanaşımı süresi işlemeye başlar (Kılıçoğlu, 15-<br />

16).<br />

Đncelemeye çalıştığımız Yargıtay 10. Hukuk Dairesi kararında da dava<br />

konusu uyuşmazlığın çözümü rücu hakkının sınırının ne olacağı bağlamında<br />

Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde öngörülen rücu hakkının halefiyetle<br />

ilişkilendirilip ilişkilendirilmeyeceği sorusunun yanıtlanmasına<br />

odaklanmıştır. Ancak belirtelim ki, daha isabetli olduğunu düşündüğümüz<br />

Kılıçoğlu tarafından savunulan görüşten hareket edilirse, rücu tazminatının<br />

sınırı konusunda rücu hakkının halefiyetle güçlendirilmiş olup<br />

309


olmamasının bir önemi bulunmamaktadır. Buna karşılık, teknik anlamda<br />

(salt) halefiyet hallerinde, alacaklıya halef olan kişinin, söz konusu<br />

halefiyetin bir sonucu olarak sahip bulunduğu rücu hakkının, halef olduğu<br />

alacaklının tazminat sorumlusundan isteyebileceği miktarla sınırlı<br />

bulunduğu kabul edilebilir. Temelinde eksik teselsüle dayalı olan sosyal<br />

sigorta kurumlarının rücu hakkı yasayla açıkça öngörülmedikçe böyle<br />

teknik anlamda bir halefiyete dayanmaz. Burada olsa olsa BK'nun 147.<br />

maddesindeki gibi halefiyetle güçlendirilmiş bir rücu hakkından olup olmadığı<br />

tartışılabilir. Rücu hakkını bu şekilde güçlendirmenin amacı ise,<br />

rücu hakkı sahibinin asıl alacaklının sahip olduğu teminatlardan yararlanmasına<br />

olanak tanımaktır. Yoksa söz konusu halefiyetin rücu hakkına<br />

sınır getirici bir etkisi yoktur. Rücu hakkının halefiyetle güçlendirilmiş<br />

olmasının üstünlüğü, asıl alacaklının borçluya karşı kefalet veya rehin gibi<br />

fer'i haklara sahip olması durumunda belirginleşir. Haksız fiilden doğan<br />

borçlarda ise çoğu kez bu tür fer'i hakların bulunması söz konusu olmaz<br />

(bkz. Oğuzman-Öz, 197; Tekinay, 96; Kılıçoğlu, Kanunî Halefiyet, 15;<br />

karş. Nomer, 187, dn. 76, 190, Nomer'e göre, teknik anlamda halefiyettin<br />

söz konusu olduğu ve BK'nun 51. maddesine istisna oluşturduğu kabul<br />

edilen TTK'nun 1301 ve 1361. maddeleri bakımından da halefiyetin kabul<br />

edilmesinin amacı, rücu hakkını güçlendirmektir. Bu nedenle, halefiyet<br />

yoluyla intikal eden alacağın kapsamı, rücu hakkının kapsamını aşamaz.<br />

Nitekim Đsviçre hukukunda da rücu hakkının kapsamının, halefiyet esası<br />

benimsenmekle birlikte kapsamı dar olan VVG 72 hükmüne göre değil,<br />

OR 51/II (BK 51/II) hükmüne göre belirleneceği kabul edilmektedir).<br />

Bu tartışmalar bir tarafa bırakılacak olursa, Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde<br />

ve diğer sosyal sigorta yasalarında özel olarak düzenlenen rücu<br />

haklarının sınırı, bu konuda genel norm niteliğindeki BK.51 hükmüne göre<br />

yorumlandığında, söz konusu rücu haklarının zaten sınırsız olmadığı<br />

görülür. Rücu hakkının tanımına bakılacak olursa, bu hak başkasına ait bir<br />

borcu ifa den kişinin mal varlığında meydana gelen kaybın giderilmesi<br />

amacıyla hukuk düzenince öngörülmüş tazminat niteliğinde bir talep<br />

hakkıdır. Burada rücu hakkının alacaklının hakkından bağımsız olması,<br />

alacaklıyı tatmin eden kişi bakımından alacağın yeni bir hak olarak doğmasından<br />

kaynaklanır (bkz. Kılıçoğlu, Kanunî Halefiyet, 13). Ancak bu,<br />

alacaklıyı tatmin eden kişiye, incelemeye çalıştığımız olay bağlamında<br />

Bağ-Kur'a, alacaklının yani sigortalı ya da hak sahiplerinin zararları<br />

karşılığında borçludan isteyebilecekleri tazminat miktarının üzerinde bir<br />

talep hakkı vermez. Bu, genel norm niteliğindeki BK.51 hükmünün özünde<br />

saklı olan bir sınırdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu maddede<br />

öngörülen rücu hakkının amacı, haksız bir fiil sonucu ortaya çıkan zararı<br />

gidermenin öncelikle bu zarara neden olan kusurlu kişinin görevi olduğu


düşüncesidir. Sözleşmeden ya da yasadan dolayı sorumlu olan bir kişinin<br />

bulunması haksız fiili işleyen kişinin sorumluluğunu hafifletmemelidir.<br />

Haksız fiil failinin sorumluluğunun, neden olduğu gerçek zararı aşmaması<br />

gerektiği yönündeki ilke rücu hakkının anılan amacında saklıdır. Sigortalı<br />

ile arasındaki sosyal sigorta ilişkisi dolayısıyla ortaya çıkan zarardan yasal<br />

olarak sorumlu olan Bağ-Kur tarafından yapılan yardımlar, sigortalı ya da<br />

hak sahiplerinin gerçek zararlarının üzerinde ise, gerçek zararın üzerinde<br />

kalan miktar Bağ-Kur'un sosyal sigorta ilişkisinden kaynaklanan kendi<br />

sorumluluğudur. Hatta, rücu olunan kişi bakımından tazminattan bir<br />

indirim nedeni mevcutsa, rücu alacağı indirimden sonra kalan miktarı<br />

aşamaz (BK.51'e göre rücu hakkının sınırı konusunda bkz. Tandoğan,<br />

Mesuliyet Hukuku, 391; Oğuzman-Öz, 682; Nomer, 179, 186). Bu<br />

anlamda halefiyetle güçlendirilmiş rücu ile basit rücu hakkı arasında bir<br />

fark yoktur. Đkisi de aynı amaca hizmet eder. Tekrar belirtmek gerekirse,<br />

rücu hakkının alacaklının hakkından bağımsız bir hak olarak halefiyetle<br />

güçlendirilmesi durumunda farklılık, bu nitelikteki rücu hakkı sahibinin<br />

asıl alacaklının sahip olduğu güvencelerden yararlanması noktasında ortaya<br />

çıkar. Halefiyet temelde rücu hakkına dayanıyor ve onu güçlendiren bir<br />

işlev görüyorsa, rücu hakkının fer'i niteliğini taşır ve asıl alacaklının sahip<br />

olduğu hakların özellikle teminat haklarının rücu hakkı sahibine geçmesini<br />

sağlar (Bkz. Kılıçoğlu, Kanunî Halefiyet, 15). Bunun ise, bizim çözmeye<br />

çalıştığımız sorunla bir ilgisi yoktur.<br />

Son olarak belirtelim ki, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin kararında,<br />

Dairece benimsenen görüşü desteklemek üzere, sigortalı ya da hak sahiplerinin<br />

tazminat sorumlularından isteyebilecekleri tazminat miktarı (tavan)<br />

hesaplanarak kurumun rücu hakkı bu tavanla sınırlanırsa ve yine bu<br />

mantıkla tazminat sorumlularının sigortalı ya da hak sahiplerine yaptıkları<br />

ödemelerin Kurumun rücu alacağından düşülmesi yoluna gidilirse,<br />

Kurumun bağımsız rücu hakkını kullanmasının olanaksız hale gelebileceği<br />

belirtilmektedir. Ancak kanımızca, bir takım hakların kötüye kullanılması<br />

olasılığına göre yasanın yorumlanması isabetli ve adil olmaz. Sosyal<br />

sigortalar uygulamasında sigorta kurumu ile birlikte işverenin ya da üçüncü<br />

kişilerin birlikte sorumluluğu söz konusu olduğunda, genel kural uyarınca<br />

sigortalının dilerse sigorta kurumuna dilerse tazminat sorumlusuna<br />

başvurması mümkün bulunmakla birlikte, sosyal sigorta uygulamasında<br />

sigortalının öncelikle sigorta kurumuna başvurması gerektiği kabul<br />

edilerek, sigortalı ilgili sosyal sigorta kurumuna başvurmaya yönlendirilmektedir<br />

(bkz. Nomer, 171-172). Nitekim, Yargıtay 21. Hukuk<br />

Dairesinin bir kararında, haksız zenginleşme ve mükerrer ödemenin önlenmesi<br />

bakımından öncelikle Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından sigortalı<br />

ya da hak sahiplerine iş kazası nedeniyle gelir bağlanıp bağlanmadı-<br />

311


ğının araştırılması, gelir bağlanmışsa bunun tazminattan düşülmesi, gelir<br />

bağlanmamış ise, bu durum hak sahibinin tazminat hakkını doğrudan<br />

etkileyeceğinden Sosyal Sigortalar Kurumunun hak sahibine gelir bağlaması<br />

için davaya dahil edilmesi gerektiği belirtilmektedir. Yüksek Mahkemeye<br />

göre bu bir yasal zorunluluktur (Y21HD., 14.10.1999, E.6181,<br />

K.6939, YKD. Şubat 2000, 259). Ancak, sosyal sigorta kurumu tarafından<br />

karşılanamayan bir zarar kalırsa, o zaman sigortalının ya da hak<br />

sahiplerinin tazminat sorumlusundan Borçlar Kanunu hükümleri uyarınca<br />

maddî ve manevî tazminat talebinde bulunması mümkündür (Sosyal<br />

sigortalar tarafından karşılanmayan zarar konusunda ayrıntılı bilgi için bkz.<br />

Sarper Süzek, Đş Güvenliği Hukuku, Ankara 1985, 192 vd.; maddî<br />

tazminatın miktarına etki eden bir faktör olarak sosyal sigorta kurumunca<br />

sağlanan yardımlar konusunda bkz. Akın, Maddi Tazminat 187 vd.).<br />

Bağ-Kur K'nun da ise anılan yönlendirme 63. maddenin son cümlesi ile<br />

açıkça yapılmıştır. Söz konusu hükme göre, 63. maddede belirtilen<br />

tazminat sorumlularının hak sahiplerine yaptıkları ödemeler dolayısıyla<br />

Kurum zarara uğrarsa, bu zararını hak sahiplerine rücu edebilir. Böyle bir<br />

düzenleme karşısında Yargıtay 10. Hukuk Dairesi tarafından dile getirilen<br />

endişe ile yoruma gitmek isabetli değildir.<br />

Bağ-Kur K'nun değindiğimiz hükmü aynı zamanda, Kurumun rücu<br />

hakkının sigortalı ya da hak sahiplerinin tazminat sorumlularından isteyebilecekleri<br />

miktarla sınırlı olması gerektiği yönündeki görüşümüzü de<br />

destekler niteliktedir. Zira yasa, tazminat sorumlularının sigortalı ya da hak<br />

sahiplerine ödemede bulunması durumunda, artık bu miktar için Kurumun<br />

tazminat sorumlusuna rücu edemeyeceğini ve bu nedenle zarara<br />

uğrayabileceğini düşünmektedir ki, böyle bir önlem alarak, Kurumun söz<br />

konusu ödemeler nedeniyle ortaya çıkan zararını hak sahiplerine rücu etme<br />

hakkının saklı bulunduğunu belirtmiştir. Öte yandan yasanın mantığına<br />

göre, Bağ-Kur'un sigortalı ya da hak sahiplerine yaptığı yardımlar<br />

dolayısıyla sahip olduğu rücu hakkı sınırsız olsaydı böyle bir zarara uğrama<br />

riski de söz konusu olmayacağından anılan güvencenin getirilmesine gerek<br />

olmazdı. Şu halde Bağ-Kur K'nun son cümlesinde yer alan düzenleme de<br />

Bağ-Kur'un rücu hakkının sınırının BK'nun 51. maddesi çerçevesinde<br />

yorumlanması gerektiği görüşünü desteklemektedir.<br />

Açıklamaya çalıştığımız bu gerekçelerle, Bağ-Kur K'nun 63. maddesindeki<br />

rücu hakkını basit bir rücu hakkı olarak niteleyen Yargıtay 10.<br />

Hukuk Dairesinin bu görüşü doğru olsa da, Dairenin bu görüşten yola<br />

çıkarak, halefiyet yok diye Kurumun sahip olduğu basit rücu hakkının<br />

sigortalı ya da hak sahiplerinin tazminat sorumlusundan isteyebilecekleri<br />

miktarla (tavan) sınırlı olmadığı yönündeki kararını isabetli bulmuyoruz.


) Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin hemen yukarıda incelemeye çalıştığımız<br />

iki kararını dayandırdığı görüşü, Dairenin 13.12.<strong>2001</strong> tarihli kararında<br />

(E.8320, K.8870, yayımlanmamıştır) farklı bir boyutta ortaya<br />

çıkmaktadır. Davaya konu olayda Bağ-Kur sigortalısının trafik kazasında<br />

yaralanması üzerine Kurum sigortalıya gereken sağlık yardımlarını yapmış<br />

ve ardından yaptığı sağlık yardımlarının karşılığı olan 1.493.420.000 TL.'yi<br />

araç sürücüsünden ve araç malikinden rücuan talep etmiştir. Ancak ilk<br />

derece mahkemesi, kazaya karışan aracı sigorta eden şirket tarafından<br />

sigortalıya tedavi giderleri karşılığında poliçe limiti sınırlarında kalmak<br />

üzere 3.000.000.000 TL. ödemede bulunulduğu gerekçesiyle davanın<br />

reddine karar vermiştir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi söz konusu kararın ilk bölümünde, sigorta<br />

şirketinin Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde ifade olunan, Kurumun rücu<br />

hakkına sahip bulunduğu diğer sorumlular kapsamında yer aldığını<br />

belirttikten sonra, tazminat sorumlularının sigortalı ya da hak sahiplerine<br />

yapmış oldukları ödemelerin Kurumun rücu alacağından düşülmemesi<br />

gerektiği görüşünü tekrarlamış, ancak 2918 sayılı Kanun gereği poliçeye<br />

dayalı olarak sorumlu bulunduğu için, poliçe limitine ilişkin miktarı rücu<br />

davasından önce sigortalı ya da hak sahiplerine ödeyen sigorta şirketinin<br />

tekrar mükerrer ödemeyle karşı karşıya bırakılamayacağına karar vermiştir.<br />

Buna karşılık 10. Hukuk Dairesi kararın ikinci kısmında, "...Sigorta<br />

Şirketi tarafından poliçeye dayalı olarak sigortalı ya da hak sahiplerine<br />

yapılan ödemelerin; Bağ-Kur'a tanınan Kanundan doğan rücu hakkının<br />

sigortalı ya da hak sahiplerine tanınan haktan bağımsız olarak kullanılması,<br />

başka bir anlatımla halefiyet ilkesine dayanmaması nedeniyle 1479 Sayılı<br />

Kanunun 63. maddesi kapsamındaki diğer tazmin sorumlularının tavan<br />

sınırlamasına tabi olmayan sadece sigortalı ya da hak sahiplerine bağlanan<br />

gelirin ilk peşin değeri ya da somut olayda olduğu gibi tedavi giderleri ve<br />

buna uygulanan kusur oranları ile sınırlı bulunan sorumluluklarında rücu<br />

alacağından düşülemeyeceği hukuksal gerçeği açıkça ortadadır" görüşüne<br />

yer vererek ilk derece mahkemesinin kararını bozmuştur. Çünkü, 10.<br />

Hukuk Dairesinin anılan görüşü uyarınca, sigorta şirketi tarafından<br />

sigortalıya yapılan ödemeler davalıların yasadan doğan sorumluluklarını<br />

ortadan kaldırmamaktadır.<br />

Yukarıda, bu başlık altında yer alan ilk iki kararı incelerken belirttiğimiz<br />

gerekçelerle, Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde Kurum lehine basit bir<br />

rücu hakkı tanınmasının, başka bir deyişle, bu rücu hakkının sigortalı ya da<br />

hak sahiplerinin tazminat sorumlusuna karşı sahip oldukları haktan<br />

bağımsız olarak yasayla öngörülmüş olmasının, tazminat sorumlusunun suç<br />

sayılır eylemiyle ortaya çıkan zararın üzerinde bir tazminat sorumluluğu<br />

313


doğurmayacağı kanaatindeyiz. Tazminat sorumlusu üçüncü kişi, Bağ-<br />

Kur'un rücu davası açmasından önce, zarar gören sigortalı ya da hak<br />

sahiplerine karşı tazminat sorumluluğunu yerine getirmişse, rücu alacağı bu<br />

zararla sınırlı olan Bağ-Kur artık tazminat sorumlusuna rücu edemez.<br />

Aksinin kabulü, zarar sorumlusunun neden olduğu zararı iki kez tazmin<br />

etmesi sonucunu doğurur.<br />

Đncelemeye çalıştığımız olay bağlamında konuyu ele alırsak, burada<br />

tazminat sorumlusunun kaza yaptığı aracının mecburi malî mesuliyet sigortasını<br />

yapan şirket, kazada yaralanan Bağ-Kur sigortalısına talebi<br />

üzerine, kaza nedeniyle ortaya çıkan sağlık harcamalarına karşılık poliçe<br />

limiti içinde olmak üzere 3.000.000.000 TL. ödemiştir. Eğer, sigortalının<br />

geçirdiği kaza dolayısıyla ortaya çıkan tedavi giderleri bu rakamın üzerinde<br />

değilse, artık Bağ-Kur yaptığı sağlık yardımları için tazminat sorumlusuna<br />

rücu edemez. Burada zararın tazminat sorumlusu yerine onun<br />

sorumluluğunu sigorta eden şirket tarafından karşılanması da sonucu<br />

değiştirmemektedir. Aksi halde, sorumluluk sigortasının bir anlamı olmaz.<br />

Ancak, sigorta şirketinin poliçe limiti içinde karşıladığı miktar gerçek<br />

zararın altında ise, o zaman Bağ-Kur bu rakam ile gerçek zarar rakamı<br />

arasındaki farkla sınırlı olmak üzere yaptığı sağlık yardımlarını tazminat<br />

sorumlusuna rücu edebilir.<br />

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gerekçelerle, Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesinin incelemeye çalıştığımız kararına katılamıyoruz.<br />

2. Tarım Bağ-Kur Kanunu Uygulaması<br />

a) Rücu tazminatının ilk peşin değerle sınırlı olması - tavan sınırlaması-işverenin<br />

sigortalıya ödediği tazminatın rücu tazminatından<br />

indirilmesi<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 6.2.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.153, K.635,<br />

YKD. Ağustos <strong>2001</strong>, 1193-1197) konu davada Bağ-Kur, trafik kazasında<br />

ölen sigortalının hak sahiplerine bağladığı gelirlerde meydana gelen<br />

artışları davalıdan talep etmiş, ilk derece mahkemesi de artış talebinin<br />

kabulüne karar vermiştir. Dava konusu olayda hukuksal sorun, Bağ-Kur<br />

tarafından T Bağ-Kur K'nun 47. maddesi uyarınca, suç sayılır hareketi ile<br />

sigortalının ölümüne neden olan üçüncü kişiye, sigortalının hak sahiplerine<br />

yapılan yardımlar ve bağlanan gelirlerin peşin değeri bir kez rücu<br />

edildikten sonra, hak sahiplerine bağlanan aylıklarda ileride meydana gelen<br />

yasal artışların peşin değerinin de tekrar rücu edilip edilemeyeceği<br />

noktasında toplanmaktadır. Yargıtay 10. Hukuk Dairesi bu davada, söz<br />

konusu gelir artışlarının peşin değerinin davalıdan istenemeyeceğine karar<br />

vererek ilk derece mahkemesinin kararını oy çokluğu ile bozmuştur.


Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin bu kararını dayandırdığı görüşlerini şu<br />

şekilde özetleyebiliriz. Öncelikle Yüksek Mahkemeye göre, sigortalı ya da<br />

hak sahiplerine bağlanan gelirlerdeki artışların peşin değerinin rücu<br />

edilebilmesi için yasanın özü ve sözünün böyle bir yoruma uygun bulunması<br />

gerekir. Oysa T Bağ-Kur K'nun 47. maddesinde sadece "...Kurum,<br />

sigortalı veya hak sahiplerine bu Kanunda belirtilen gerekli yardımları<br />

yapar ... 3. kişilere rücu eder" hükmü yer almakta, artışların da istenebileceğinden<br />

söz edilmemektedir. 10. Hukuk Dairesine göre aksinin kabulü,<br />

tazminat sorumlusunun devamlı olarak yıllarca dava tehdidi altında bırakılması<br />

sonucunu doğurur. Yasa koyucunun bu şekilde, evrensel hukuk<br />

kurallarına aykırı bir düzenleme getirmesi düşünülemez. O nedenle, madde<br />

amacına göre yorumlandığında artışların istenemeyeceği sonucuna<br />

ulaşılacağında kuşku yoktur.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi görüşünü bu şekilde ortaya koyduktan<br />

sonra, söz konusu görüşünü desteklemek üzere, T Bağ-Kur K'nun 47.<br />

maddesinde öngörülen rücu hakkının hukuksal temelini açıklamaya girişmiştir.<br />

Yüksek Mahkemeye göre, 47. maddede düzenlenen rücu hakkı,<br />

Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde olduğu gibi, halefiyete dayanmayan basit<br />

bir rücu hakkıdır. Zira 47. maddede, rücu hakkının halefiyete dayandığına<br />

ilişkin bir düzenleme yer almamaktadır. 10. Hukuk Dairesi kararda,<br />

yukarıda incelemeye çalıştığımız ve özetini verdiğimiz Bağ-Kur K'nun 63.<br />

maddesine ilişkin kararındakine benzer açıklamalar yaptıktan sonra (bkz.<br />

yuk. I. B. 1. b. aa) şu görüşlere yer vermiştir.<br />

" ... Her ne kadar Sosyal Sigortalar Kurumunun 506 sayılı Kanunun 26.<br />

maddesinden doğan rücu hakkının halefiyete dayandığı görüşü Yargıtayca<br />

benimsenmiş ise de (YĐBBGK. 1.7.1994 T. 1992-3 E. 1994-3 K.), anılan<br />

26. maddenin düzenleme biçimi ile söz konusu 47. maddenin düzenleniş<br />

biçimi tamamen birbirinden farklıdır. Kaldı ki 26. maddede yer alan hüküm<br />

kıyas yoluyla 47. maddeye uygulanamaz. Zira yukarıda ifade edildiği gibi<br />

halefiyete ilişkin hüküm istisnai nitelikte bir hükümdür. Hal böyle olunca<br />

bu davada, Bağ-Kur'un 506 sayılı Yasanın 26. maddesinde olduğu gibi<br />

"sigortalının veya hak sahiplerinin isteyebileceği miktar kadar (=tavan<br />

kadar) tazminat sorumlusundan talepte bulunabileceği"ne ilişkin ilkenin<br />

uygulama yeri bulunmamaktadır. Zira Sosyal Sigortalar Kurumu 506 sayılı<br />

Yasanın 26. maddesine göre açmış olduğu rücu davalarında, şayet ilk açtığı<br />

rücu davasında hükmolunan miktar sigortalının veya hak sahiplerinin<br />

işverenden isteyebileceği miktardan az ise ileriki yıllarda gelirlerde<br />

meydana gelen artışlardan ötürü tavanla sınırlı biçimde davalar<br />

açabilmektedir. Bu mantıktan hareketle Bağ-Kur'un da aynı biçimde davaları<br />

açabileceğini düşünmek, Kanunda yer almayan yeni bir hüküm<br />

315


koymak anlamına gelir ki yargı gücünün böyle bir yetkisinin bulunmadığı<br />

Anayasa'nın ortaya koyduğu hukuksal bir gerçektir."<br />

Öte yandan Yargıtay 10. Hukuk Dairesine göre, Bağ-Kur'a böyle basit<br />

bir rücu hakkı tanınmasının iki amacı söz konusudur. Birincisi, Bağ-Kur<br />

sigortalılarını suç sayılır eylemlere karşı korumak ve kişileri sigortalılara<br />

karşı daha dikkatli davranmaya teşvik etmek, ikincisi, Kuruma gelir sağlamaktır.<br />

Bu nedenlerle 10. Hukuk Dairesine göre, "Bağ-Kur, ancak ilk<br />

bağladığı aylığın peşin değerini isteyebilir, ileriki yıllarda aylıklarda meydana<br />

gelen artışları isteyemez Hukuk Genel Kurulu da aynı görüştedir<br />

(Yarg HGK 18.3.1998 T 183 E. 233 K.)." Ayrıca bu koşullarda, rücu tazminatından<br />

tazminat sorumlusunun sigortalı ya da hak sahiplerine yapmış<br />

olduğu ödemenin düşülmesine gerek olmadığı için, sigortalının tazminat<br />

sorumlusundan isteyebileceği miktarın (=tavanın) hesaplanmasına da gerek<br />

yoktur. Aksine bir yaklaşımın benimsenmesi durumunda tazminat<br />

sorumlusu ile sigortalı veya hak sahipleri anlaşarak rücu hakkını önleyici<br />

sözleşmeler yapabileceklerdir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin bu kararına katılmayarak karşı oy yazısı<br />

veren Koçak ise, Bağ-Kur Kanununun 63. maddesinde öngörülen rücu<br />

tazminatının sigortalı ya da hak sahiplerine bağlanan gelirlerin ilk peşin<br />

değeri ile sınırlı olacağı yönündeki düzenlemenin 3396 sayılı Kanunla<br />

getirildiğini, bu değişiklikten önce T Bağ-Kur K'nun 47. maddesi ile benzer<br />

hüküm içeren 63. madde bağlamında 10. Hukuk Dairesinin, gelirlerdeki<br />

artışların da rücu edilebileceği yönünde karar verdiğini, burada da aynı<br />

sonuca varmak gerektiğini, 47. maddenin içeriğinin artışların istenmesini<br />

engelleyici nitelikte olmadığını ileri sürmektedir. Koçak karşı oy<br />

yazısında, Bağ-Kur K'nun 63. maddesi ile T Bağ-Kur K'nun 47. maddesi<br />

arasındaki farkları vurgulayıp açıklayarak, uygulayan kurum aynı olsa da<br />

söz konusu yasaların birbirinden farklı olduğunu, bu nedenle Bağ-Kur<br />

K'nun 63. maddesi hükmünün T Bağ-Kur K'nun 47. maddesi bağlamında<br />

kıyasen uygulanmayacağını belirtmektedir.<br />

Koçak daha sonra, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 19.2.<strong>2001</strong> tarihli<br />

benzer bir kararına (E.627, K.1029, yayımlanmamıştır) verdiği karşı oy<br />

yazısında, ileriki yıllarda meydana gelen artışların da Kurumun T Bağ-Kur<br />

K'nun 47. maddesinde öngörülen rücu hakkı içerisinde olduğunu belirterek,<br />

" ... gerek 1479, gerek 2926 ve gerekse 506 Sayılı yasaların 63, 47 ve 26.<br />

maddelerindeki Kurumların rücu haklarında halefiyet hukuken esastır.<br />

Kurum sigortalının halefi olarak üçüncü kişilere rücu eder." görüşlerine yer<br />

vermektedir. Koçak'a göre, böyle olmasa idi, üçüncü kişi yapılan<br />

yardımların ilk peşin sermaye değerini öder, sorumluluktan kurtulur,<br />

Kurum da ileriki yıllarda meydana gelen artışları suçtan zarar gören


sigortalı veya hak sahiplerine öderdi. O nedenle, bu durumun kanunla<br />

adaletle bağdaşan bir yeri bulunmamaktadır.<br />

Hemen belirtmek gerekir ki, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin incelemeye<br />

çalıştığımız kararı isabetlidir (Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin aynı<br />

yöndeki 10.10.2000 tarihli kararını [E.5011, K.6058] isabetli bulan bir<br />

inceleme için bkz. Tuncay, Değerlendirme 2000, 233-235 yayımlanmamıştır).<br />

Ancak, karara dayanak olan gerekçelerin değerlendirilmesinde<br />

yarar vardır. 10. Hukuk Dairesinin kararında belirtildiği gibi, T Bağ-Kur<br />

K'nun 47. maddesinde, sigortalı ya da hak sahiplerine bir kez gelir bağlandıktan<br />

ve bu gelirin peşin değeri tazminat sorumlusu üçüncü kişiye rücu<br />

edildikten sonra ileriki dönemde yasal nedenlerle gelirlerde meydana gelen<br />

artışların peşin değerinin Kurum tarafından tazminat sorumlularına rücu<br />

edilebileceğine ilişkin bir düzenleme yer almamaktadır. Dolayısıyla,<br />

Kurum tazminat sorumlusuna bir kez rücu etmişse, daha sonraki dönemde<br />

hak sahiplerine bağlanan gelirlerdeki yasal artışların peşin değerini de<br />

tazminat sorumlusuna rücu etmesi yasal dayanaktan yoksun bulunduğu için<br />

hukuka aykırı olur.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin, kararını desteklemek üzere belirttiği<br />

gibi, T Bağ-Kur K'nun 47. maddesinde öngörülen rücu hakkının hukuksal<br />

temeli halefiyetle güçlendirilmiş bir rücu hakkı değildir. Çünkü, bir rücu<br />

hakkının halefiyete dayandığından ya da rücu hakkının halefiyetle<br />

güçlendirildiğinden söz edebilmek için, bunun yasayla açıkça öngörülmüş<br />

olması gerekir (bkz. yuk. I. B. 1. b. aa) . Oysa, 47. maddede bu yönde bir<br />

düzenleme bulunmamaktadır. Öte yandan, bir önceki başlık altındaki kararları<br />

incelerken belirttiğimiz gibi, T Bağ-Kur K'nun 47. maddesinde Kurumun<br />

rücu hakkı özel olarak düzenlendiğinden, bu hakkı esas olarak<br />

BK'nun 51. maddesine dayandırmaya gerek yoktur. Dolayısıyla eksik teselsülü<br />

düzenleyen söz konusu madde bağlamında BK'nun müteselsil sorumluların<br />

birbirine rücuunu düzenleyen 147. maddesi işletilerek Kurumun<br />

rücu alacağının halefiyetle güçlendirildiği sonucuna varmak da mümkün<br />

değildir. Bir kez daha ifade edelim ki, rücu hakkının halefiyetle<br />

güçlendirilmesi özellikle asıl alacaklının sahip olduğu teminatların rücu<br />

alacaklısına geçmesine yönelik olduğundan incelemeye çalıştığımız olaya<br />

ilişkin sorun bakımından rücuu hakkının halefiyetle güçlendirilmiş olup<br />

olmamasının da bir önemi bulunmamaktadır.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi kararda, 1994 tarihli Yargıtay Đçtihadı<br />

Birleştirme Kararında SSK'nun 26. maddesinde öngörülen rücu hakkının<br />

halefiyet esasına dayandırıldığının kabul edildiğine işaret ettikten sonra,<br />

26. maddenin düzenleme biçiminin T Bağ-Kur K'nun 47. maddesinin düzenleme<br />

biçiminden farklı olduğunu belirtmekte ve 26. madde hükmünün<br />

317


kıyas yoluyla 47. madde uygulamasına yansıtılamayacağını öne sürmektedir.<br />

Karardan anlaşıldığı üzere, 10. Hukuk Dairesi şöyle bir yorum<br />

yapmaktadır: 1994 tarihli Yargıtay Đçtihadı Birleştirme kararında, SSK'nun<br />

26. maddesi yorumlanarak zaman içinde sigortalı ya da hak sahiplerine<br />

bağlanan gelirlerde yasal nedenlerle meydana gelen artışların peşin<br />

değerinin de işverene rücu edilebileceği sonucuna varılmıştır. Đçtihadı<br />

Birleştirme Kararına göre, kurumun bu rücu hakkı sigortalının veya hak<br />

sahiplerinin işverenden isteyebileceği miktarla (tavan) sınırlıdır. Söz konusu<br />

sınır, tazminat sorumlusu işveren bakımından anılan sınırı açıkça<br />

öngören SSK.26/1 hükmünün bir sonucu olduğu kadar, genel olarak 26.<br />

madde açısından bu maddede öngörülen rücu hakkının halefiyete dayanmasının<br />

da bir sonucudur. Oysa, T Bağ-Kur K'nun 47. maddesinde<br />

düzenlenen rücu hakkı halefiyete dayanmadığından ve SSK.26/I'de öngörülen<br />

sınır gibi bir sınır 47. maddede öngörülmediğinden bu madde bağlamında<br />

Kurumun rücu hakkının bir sınırı yoktur. SSK'nun 26. maddesi T<br />

Bağ-Kur K'nun 47. maddesinde öngörülen rücu ilişkisine kıyasen uygulanmayacağına<br />

göre, Kurumun rücu hakkı yapılan yardımların ilk peşin<br />

değeri ile sınırlı olmalıdır. Çünkü aksi halde, Kurumun sigortalı ya da hak<br />

sahiplerine bağlanan gelirlerde yasal nedenlerle meydana gelen artışların<br />

peşin değerini de sınırsız olarak tazminat sorumlusuna rücu etmesi gibi bir<br />

durum ortaya çıkar.<br />

Belirtelim ki, sonucu isabetli olmakla birlikte böyle bir yoruma gidilmesi<br />

bize pek uygun görünmemektedir. Çünkü, Bağ-Kur'un sigortalı ya da<br />

hak sahiplerine bağladığı gelirler de zaman içinde yasal nedenlerle<br />

meydana gelen artışların peşin değerini tazminat sorumlusuna rücu<br />

edemeyeceği görüşünü, T Bağ-Kur K'nun 47. maddesinde öngörülen rücu<br />

hakkının sınırsız oluşu ile ilişkilendirmek isabetli değildir. Her şeyden<br />

önce, bir önceki başlık altında yer alan kararları incelerken Bağ-Kur K'nun<br />

63. maddesine ilişkin olarak yaptığımız açıklamalar T Bağ-Kur K'nun 47.<br />

maddesi için de geçerlidir. Bu maddede düzenlenen rücu hakkının basit bir<br />

rücu hakkı olması sınırsız olduğu anlamına gelmemektedir. Kurumun rücu<br />

hakkı, T Bağ-Kur K'nun 47. maddesinde özel olarak düzenlenmekle<br />

birlikte, söz konusu rücu tazminatının sınırı konusunda BK'nun 51.<br />

maddesi çerçevesinde bir yoruma gidilmeli ve bu tazminatın sigortalı ya da<br />

hak sahiplerinin tazminat sorumlusundan isteyebilecekleri miktarla sınırlı<br />

olduğu kabul edilmelidir.<br />

Öte yandan böyle bir sınırın olması, Kurumun bu sınır içinde kalarak,<br />

sigortalı ya da hak sahiplerine bağladığı gelirlerde zaman içinde yasal<br />

nedenlerle meydana gelen artışların peşin değerini tazminat sorumlusuna<br />

rücu edebileceği anlamına gelmez. Bu bağlamda, Kurumun yasal nedenlerle<br />

ortaya çıkan gelir artışlarının peşin değerini sigortalı ya da hak sa-


hiplerinin tazminat sorumlusundan isteyebilecekleri miktara (tavana) kadar<br />

rücu edilebileceğini öngören Yargıtay Đçtihadı Birleştirme Kararı da<br />

(YĐBBGK. 1.7.1994, E. 1992/3, K. 1994/3, bkz. Çakmak, 1103-1113)<br />

isabetli değildir.<br />

Bu vesileyle belirtmek isteriz ki, SSK'nun 26. maddesinde yer alan<br />

"...Kurumca sigortalı veya hak sahiplerine yapılan veya ileride yapılması<br />

gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarı ile gelir bağlanırsa bu gelirlerin ...<br />

sermaye değerleri toplamı sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden<br />

isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere Kurumca işverene ödettirilir"<br />

biçimindeki düzenlemenin ne lafzından ne de amacından Yargıtay Đçtihadı<br />

Birleştirme Kararındaki gibi bir sonuç çıkarmak mümkündür. Yasa burada,<br />

sigorta yardımları kapsamında yer alan giderlerle bağlanan gelirlerin peşin<br />

değerini birbirinden ayırmıştır. Bu konuda ortaya çıkan uyuşmazlığın<br />

ağırlık noktasını, yasada geçen ileride sözcüğünün sadece giderler için mi<br />

kullanıldığı, yoksa gelirleri de mi kapsadığı sorunu oluşturmaktadır. Yasa<br />

metninden Kurumun sigorta olayına bağlı olarak ileride yapacağı giderleri<br />

işverene rücu edebileceği açıkça anlaşılmaktadır. Bu giderlerin kaynağı iş<br />

kazası ya da meslek hastalığına bağlı olarak sigortalının sağlığında ortaya<br />

çıkan yeni ya da tekrarlanan sorunlar ve sigortalının rehabilite edilmesi gibi<br />

durumlar olabilir. Görüldüğü gibi, bu tür yeni giderlerin ortaya çıkması<br />

sigortalının hayatta olması durumunda mümkündür. Yargıtay Đçtihadı<br />

Birleştirme Kararında ise, yasada geçen ileride sözcüğünün sigortalı ya da<br />

hak sahiplerine bağlanan gelirleri de kapsadığı kabul edilerek, yasal<br />

nedenlerle zaman içinde gelirlerde ortaya çıkan artışların peşin değerinin<br />

de Kurum tarafından tazminat sorumlusuna rücu edilebileceği sonucuna<br />

varılmıştır.<br />

Sosyal Sigortalar Kanununun 26. maddesinin bu şekilde uygulanması<br />

nedeniyle Anayasaya aykırı olduğu ileri sürülerek bir çok iptal davaları<br />

açılmıştır (Anayasa Mahkemesi, 20.12.1983, E.1982/4, K.1983/17,<br />

AMKD. 1984, S.20, 129 vd.; 18.3.1976, E.1975/198, K.1976/18, AMKD.,<br />

1977, S.4, 7 vd.; 25.3.1972, E.1972/2, K.1972/28, AMKD., 1973, S.10,<br />

406 vd.) Bu davalarda, Anayasa Mahkemesi, SSK'nun 26. maddesini farklı<br />

bir biçimde yorumlamış ve getirdiği yorum tarzı ile Anayasaya aykırı<br />

olmadığı sonucuna varmıştır. Anayasa Mahkemesinin öğretide de çoğunlukla<br />

benimsenen (bkz. A. Can Tuncay, "Đş kazası ve meslek hastalığı nedeniyle<br />

kurumun sigortalıya yaptığı giderler için işverene ve üçüncü kişilere<br />

rücu davalarında, Bazı Sistemler ve Yüksek yargı Organları Kararlarında<br />

Beliren Esaslara Genel Bir Bakış", Destekten Yoksunluk ve Cismani<br />

Zararlarda Sorumluluk ve Tazminat, Đş <strong>Hukukuna</strong> Đlişkin Sorunlar ve Çözüm<br />

Önerileri 1996 Yılı Toplantısı, Galatasaray Üniversitesi Yayınları, Đstanbul<br />

1996, 320 vd. [Rücu]; Tuncay, Değerlendirme 1992, 160-162;<br />

319


Tuncay, "Sosyal Sigortalar Kurumunun Đşverene ve Üçüncü Kişiye Rücuunda<br />

Karşılaşılan Sorunlar", ĐBD. C. 61, S. 4-5-6, 1987, 247; A. Akkın<br />

Sokullu, "Rücu Davalarında Tazminat Hesabı ve Anayasa Mahkemesi Kararları",<br />

ĐBD., 1987, C.61, S.4-5-6, 257; Hakkı Aktaş, "Bildirilmeyen Sigortalılar<br />

Đçin Đşverenin Sorumluluğu ve Sınırları", Đş ve Hukuk, 1991,<br />

S.215, 7; Aydın Başbuğ, "SSK.26 Sigortalıya Bağlanan Gelirdeki Artışlar<br />

Đçin Açılan Rücu Davası – Zamanaşımı Süresinin Hesabı", [karar incelemesi,<br />

YHGK 29.1.1992, E.1991/10-549, K. 1992/20], Đş Hukuku Dergisi,<br />

C. III, S.2, Nisan-Haziran 1993, 278-281; Aslanköylü, 230-239; Süleyman<br />

Başterzi, "Sigortaya Bildirilmeyen Đşçi-Đş Kazasında Sorumluluk", [karar<br />

incelemesi, Y10HD., 11.3.1991, E.1990/8482, K. 1991/2303], Đş Hukuku<br />

Dergisi, C.III, S.1, Ocak-Mart 1993, 115 vd.) ve isabetli olduğunu<br />

düşündüğümüz bu yorum tarzına göre, yasada yer alan ileride sözcüğü ile<br />

sigorta olayına neden-sonuç ilişkisi ile bağlı olan gelir artışları<br />

kastedilmektedir. Buna örnek olarak, kendisine sürekli işgöremezlik geliri<br />

bağlanan sigortalının işgöremezlik derecesinde ortaya çıkan artışlar gösterilebilir.<br />

Bu nedenle sürekli işgöremezlik gelirinde meydana gelen artışların<br />

peşin değeri işverene rücu edilebilir. Aynı şekilde, SSK'na göre, sürekli<br />

kısmi işgöremez durumda bulunan sigortalı başkasının bakımına<br />

muhtaç ise, bunların gelirleri %50 artırılır (m.20/4). Đlk kez gelir bağlandığında<br />

söz konusu olmaya böyle bir durumun zaman içinde ortaya çıkması<br />

nedeniyle sürekli işgöremezlik gelirinde ortaya çıkan artışlar da işverene<br />

rücu edilebilir.<br />

Buna karşılık, sigortalı ya da hak sahiplerine bağlanan gelirler zaman<br />

içinde ekonomik ve sosyal nedenlere bağlı olarak yasayla artırılmışsa, bu<br />

artışların peşin değeri işverene rücu edilememelidir. Anayasa Mahkemesi<br />

bu görüşünü, devletçe izlenen sosyal ve ekonomik politikaların sonucu<br />

olarak sigorta tahsislerinde ortaya çıkan artışların Kurumun öz kaynaklarından<br />

sağlanması, bunun mümkün olmaması durumunda devletçe<br />

karşılanması gerektiği esasına dayandırmıştır. Belirtelim ki, Anayasa<br />

Mahkemesi Bağ-Kur Kanununun 63. maddesinde öngörülen rücu tazminatının<br />

ilk peşin değerle sınırlı olacağı yönündeki hükmün yasaya konmasından<br />

önce, aynı nedenle açılan bir davada da SSK'nun 26. maddesine<br />

ilişkin yorumuna benzer bir yorum getirmiştir (Anayasa Mahkemesinin<br />

27.1.1987 tarihli E.1986/19, K.1987/3 sayılı kararı, AMKD. S.23, 41 vd.;<br />

RG. 28.5.1987, S.19473, ayrıca bkz. yuk. I. B. 1. b. aa). Öte yandan,<br />

Anayasa Mahkemesinin anılan kararlarından sonra, 1994 tarihli Đçtihadı<br />

Birleştirme Kararı çıkana kadar Yargıtay Hukuk Genel Kurulu da, Anayasa<br />

Mahkemesinin yukarıda açıklamaya çalıştığımız yorumuna uygun karar<br />

vermiştir (bkz. YHGK., 29.1.1992, E.1991/10-549, K.1992/20, Đş Hukuku


Dergisi, C.II, S.3, Temmuz-Eylül 1992, 461, ayrıca bkz. Başterzi, 117-<br />

118).<br />

Bütün bunlara şunu da eklemek gerekir ki, sigortalı ya da hak sahiplerine<br />

gelir bağlanıp bu gelirin peşin değeri Kurumca tazminat sorumlusundan<br />

alındıktan sonra, zaman içinde ülkenin içinde bulunduğu yüksek<br />

enflasyon ortamı nedeniyle ortaya çıkan artışların tekrar tazminat sorumlusuna<br />

yansıtılması adil olmaz. Çünkü Kurum, irat olarak ödediği gelirlerin<br />

peşin değerinin karşılığı olan parayı topluca tazminat sorumlusundan tahsil<br />

edince bu parayı fonlarında değerlendirir. O nedenle, 1994 tarihli Yargıtay<br />

Đçtihadı Birleştirme Kararı doğrultusunda şekillenen ve gelirlerde<br />

ekonomik nedenlere bağlı olarak yasayla yapılan artışların peşin değerinin<br />

de Kurum tarafından tazminat sorumlusuna rücu edilebileceği yönündeki<br />

bugünkü uygulama Kurum lehine haksız zenginleşme yaratıcı nitelikte<br />

olup, Anayasa Mahkemesinin bu konuda verilmiş çok sayıdaki yorumlu ret<br />

kararının gerekçesine de aykırıdır.<br />

Bilindiği gibi, Anayasanın 153. maddesinde Anayasa Mahkemesi kararlarının<br />

yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek<br />

ve tüzel kişileri bağlayacağı öngörülmektedir. Anayasa Mahkemesinin<br />

yorumlu ret kararında yasaya verilen anlam, değinilen 153. madde hükmü<br />

karşısında herkesi bağlayıcı bir nitelik taşımaktadır. Her ne kadar, Danıştay<br />

8. Dairesinin bir kararında (17.3.1988, E.1986/402, K.1988/192, Danıştay<br />

Dergisi, S. 72/73, 514) mahkemelerin Anayasa Mahkemesinin yorumu ile<br />

bağlı olmadıkları belirtilmekte ise de, biz bu görüşe katılamıyoruz.<br />

Anayasa Mahkemesinin, bir yasaya karşı yapılan iptal istemini reddederken<br />

getirdiği yorumun, iptal istemini ret kararının bir parçası olduğu, bir diğer<br />

deyişle, karardan ayrılamayacağı dikkate alındığında, Anayasa<br />

Mahkemesinin yorumu ile bağlı olunmadığının ileri sürülmesi, bir bakıma<br />

Anayasanın 153. maddesindeki emredici kuralın göz ardı edilmesi<br />

anlamına gelir. Nitekim, bir yasaya Anayasa Mahkemesinin yorumlu ret<br />

kararında verilen anlamın diğer yargı organlarını da bağlayacağı<br />

konusunda, Đtalyan hukukunda uzun tartışmalardan sonra bir uzlaşmaya<br />

varıldığı (Alessandro Pizzorusso, "Constitutional Review and Legislation<br />

in Italy", Constitutional Review and Legislation, An International<br />

Comparison, Ed. Christine Landfried, Nomos Verlagsgesellschaft, Baden-<br />

Baden, 1988, 122-125; Alec Stone Sweet, Governing With judges,<br />

Constitutional Politics in Europe, Oxford University press, 2000, 121-122),<br />

Alman ve Đspanyol hukuklarında ise, bu bağlayıcılığın, anayasa şikayeti<br />

kurumunun da etkisiyle açıkça benimsendiği görülmektedir (Stone Sweet,<br />

117-121).<br />

321


1987 yılında 3395 sayılı Kanunla SSK'nun 26. maddesinin 1. fıkrasına,<br />

Kurumun sigortalı ya da hak sahiplerinden isteyebileceği miktarla sınırlı<br />

olarak işverene rücu edebileceği biçiminde bir hüküm konması, buna<br />

karşılık aynı yıl 3396 sayılı Kanunla Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde<br />

düzenlenen rücu hakkının Kurum tarafından bağlanan gelirlerin ilk peşin<br />

değeriyle sınırlanması, ve yine aynı amaçla 1994 tarihli, Đçtihadı<br />

Birleştirme Kararında kabul edildiği gibi, 26. maddede söz konusu olan<br />

rücu hakkının genel olarak halefiyetle güçlendirilmiş olduğunun kabul<br />

edilmesi de yukarıda yaptığımız yorumu ve vardığımız sonucu değiştirmemektedir.<br />

Zaten, yukarıda da değindiğimiz gibi, sigortalı ya da hak<br />

sahipleri sosyal sigorta tarafından karşılanmayan zararlarını ayrıca tazminat<br />

sorumlusundan talep edebilmektedirler. Bu da, rücu tazminatına<br />

SSK.26/1'deki sınırın getirilmesinin, bu sınıra kadar gelirlerdeki artışların<br />

peşin değerinin de Kurumca işverene rücu edilebileceği gibi bir yoruma<br />

gidilemeyeceği görüşünü desteklemektedir. Öte yandan, rücu hakkının<br />

halefiyetle güçlendirilmiş olmasının da rücu tazminatına sınır getirme gibi<br />

işlevi ve gücü bulunmamaktadır.<br />

Buna karşılık, öğretide Güzel, 1994 tarihli Yargıtay Đçtihadı birleştirme<br />

Kararını isabetli bulmakta ve sigortalı ya da hak sahiplerine bağlanan<br />

gelirlerde meydana gelen artışlarla sigorta olayı arasında uygun illiyet bağı<br />

bulunduğundan, Kurumun bu artışların peşin değerini de işverene rücu<br />

edebileceğini savunmaktadır (Ali Güzel, "Sosyal Sigortalar Kurumunun<br />

Đşverene Rücuu ve Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar", Destekten<br />

Yoksunluk ve Cismani Zararlarda Sorumluluk ve Tazminat, Đş <strong>Hukukuna</strong><br />

Đlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri 1996 Yılı Toplantısı, Galatasaray<br />

Üniversitesi Yayınları, Đstanbul 1996, 291-294, [Rücu]). Tunçomağ ise,<br />

SSK.26 açısından sigortalı ya da hak sahiplerinin Sosyal Sigortalar<br />

Kurumu tarafından karşılanmayan zararlarını işverene ayrıca tazmin ettirmemiş<br />

olmaları koşuluyla, gelirlerde yasal nedenlerle ortaya çıkan artışların<br />

peşin değerinin de Kurum tarafından işverene rücu edilebileceği<br />

görüşünü ileri sürmektedir (Tunçomağ, 297).<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin incelemeye çalıştığımız kararlarında yer<br />

verilen, Bağ-Kur'a tanınan rücu hakkının, Bağ-Kur sigortalılarını suç sayılır<br />

eylemlere karşı korumak, kişilerin sigortalılara karşı daha dikkatli<br />

davranmalarını teşvik etmek ve Kuruma gelir sağlamak amacına yönelik<br />

olduğu görüşlerine gelince, bu görüşü paylaşmak da mümkün görünmemektedir.<br />

Söz konusu amaçlardan ilki sadece SSK uygulaması bakımından<br />

anlam ifade eder. Çünkü, ancak işçi işveren ilişkisinin olduğu durumlarda<br />

sosyal sigorta kurumuna tanınan rücu hakkı işverenleri işçi sağlığı ve iş<br />

güvenliği önlemlerini almaya teşvik eder. Oysa, bağımsız çalışanların<br />

korunması bağlamında böyle bir şey söz konusu değildir. Daha çarpıcı


olması bakımından incelemeye çalıştığımız karara ilişkin olayı örnek<br />

verecek olursak, toplumda yaşayan kişilerin trafikte, kendi araçlarındaki ya<br />

da karşılarındaki araçtaki kişilerin Bağ-Kurlu olup olmamalarına göre<br />

farklı hareket etmeleri, Bağ-Kur'a tabi olanların trafik kazalarından zarar<br />

görmemeleri için daha dikkatli ve özenli davranmaları gibi bir<br />

yükümlülüklerinin bulunduğundan söz edilemeyeceği açıktır.<br />

Kararda ifade olunan Bağ-Kur'a gelir sağlama amacına gelince, bunun<br />

da her halde Bağ-Kur'nun zarara uğramasının önlenmesi ve bu yolla<br />

Kurumun korunması amacı şeklinde ifade edilmesi daha isabetli olacaktır.<br />

Sigortalıların haklarının korunması Kurumun korunmasının dolaylı bir<br />

sonucu olarak düşünülebilir. Belirtelim ki, gerçek zararın üzerinde götürü<br />

bir tazminat öngörülmesi ancak bir yaptırım amacı taşıyabilir. Yoksa, sırf<br />

bir sosyal güvenlik kurumuna gelir sağlamak amacıyla böyle bir tazminatın<br />

öngörüldüğünün düşünülmesi ve buna göre yorum yapılması hukukun<br />

genel ilkelerine aykırı olur. Gerek, Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde, gerekse<br />

T Bağ-Kur K'nun 47. maddesinde Bağ-Kur'a tanınan rücu hakkı<br />

bakımından böyle bir yaptırım amacından söz edilemez.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin incelemeye çalıştığımız kararlarına<br />

katılmayarak karşı oy yazısı veren Koçak'ın, T Bağ-Kur Kanununun 47.<br />

maddesinde öngörülen rücu tazminatının sigortalı ya da hak sahiplerine<br />

bağlanan gelirlerin ilk peşin değeri ile sınırlı olmadığı yönündeki görüşü,<br />

Anayasa Mahkemesinin yukarıda açıklamaya çalıştığımız kararları ile bu<br />

kararları paylaşan öğretideki baskın görüş açısından isabetsizdir. Koçak bu<br />

görüşüne dayanak olarak, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin Bağ-Kur K'nun<br />

63. maddesinin 3396 sayılı Kanunla değiştirilmeden önceki şekline ilişkin<br />

uygulamasını göstermektedir. Söz konusu değişiklikle, Bağ-Kur K'nun 63.<br />

maddesine Kurumun rücu hakkının sigortalı ya da hak sahiplerine bağlanan<br />

gelirlerin ilk peşin değeri ile sınırlı olacağı yönünde bir hüküm konmuştur.<br />

Bağ-Kur K'nun 63 maddesi değişiklikten önceki şekli ise, T Bağ-Kur<br />

K'nun 47. maddesinin bugünkü şekline benzemektedir. Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesi de 63. maddenin eski şekli yürürlükteyken gelirlerdeki artışların<br />

peşin değerinin tazminat sorumlusuna rücu edilebileceği yönünde kararlar<br />

vermiştir. Koçak'a göre, 10. Hukuk Dairesinin söz konusu dönemdeki<br />

kararları ile uyumlu kalabilmesi için, şimdi T Bağ-Kur K'nun 47. maddesi<br />

ile ilgili olarak da, gelirlerdeki artışların peşin değerinin Kurum tarafından<br />

tazminat sorumlularına rücu edilebileceğine karar vermesi gerekir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin Bağ-Kur K'nun 63. maddesinin 3396 sayılı<br />

Kanunla değiştirilmeden önceki şekline ilişkin uygulaması, yukarıda<br />

açıklamaya çalıştığımız görüşümüzle bağdaşmadığı için, benzer bir<br />

uygulamanın şimdi T Bağ-Kur K'nun 47. maddesi bakımından önerilmesi<br />

de kanımızca isabetli değildir. Öte yandan, aynı Kurum tarafından<br />

323


yönetilmekle birlikte birbirinden tümüyle farklı kanunlar olmaları<br />

nedeniyle Bağ-Kur K'nun 63. maddesindeki rücu tazminatına ilişkin ilk<br />

peşin değer sınırının, T Bağ-Kur K'nun 47. maddesi bakımından kıyasen<br />

uygulanmayacağı görüşüne de katılmak mümkün değildir. Çünkü, yukarıda<br />

değindiğimiz Anayasa Mahkemesi kararlarına uygun yaklaşım<br />

çerçevesinde, yasada özel bir düzenleme olmasa da sosyal sigorta<br />

kurumunun sigortalı ya da hak sahiplerine bağlanan gelirlerdeki artışların<br />

peşin değerini tazminat sorumlusuna rücu edemeyeceği sonucuna<br />

varılabilir.<br />

Koçak görüşüne dayanak olarak ayrıca, Bağ-Kur K'nun 63., Tarım-<br />

Bağ K Kanununun 47. ve SSK'nun 26. maddelerinde düzenlenen rücu<br />

haklarının halefiyet ilkesine dayandığını, Kurumun sigortalının halefi olarak<br />

üçüncü kişilere rücu ettiğini ve bu nedenle sigortalı ya da hak sahiplerine<br />

bağlanan gelirlerdeki artışların peşin değerini de tazminat sorumlusuna<br />

rücu edebileceğini ileri sürmektedir. Aksi halde, üçüncü kişi yapılan<br />

yardımların ilk peşin değerini ödeyerek sorumluluktan kurtulabilirdi. Biz<br />

bu görüşe de katılamıyoruz. Çünkü, burada teknik anlamda salt bir<br />

halefiyet hali söz konusu olsaydı dahi, sosyal sigorta kurumu ancak yerine<br />

geçtiği sigortalı ya da hak sahiplerinin tazminat sorumlusundan isteyebileceği,<br />

sigorta olayı ile arasında uygun illiyet bağı bulunan artışları<br />

rücu edebilirdi. Oysa, katıldığımız görüşe göre gelirlerde ekonomik nedenlere<br />

bağlı olarak yapılan yasal artışlar ile sigorta olayı arasında uygun illiyet<br />

bağı bulunmamaktadır. Öte yandan, halefiyetle güçlendirilmiş rücu<br />

hallerinde de rücu hakkının sınırı ile bu hakkı güçlendiren halefiyet arasında<br />

ilişki kurmanın doğru olmadığını, bu gibi durumlarda rücu hakkının<br />

borçlar hukukunun genel ilkeleri uyarınca zaten asıl alacaklının tazminat<br />

sorumlusundan isteyebileceği miktarla sınırlı bulunduğunu, halefiyetin ise<br />

esas itibariyle asıl alacaklının sahip olduğu teminatların rücu hakkı<br />

sahibine geçmesini sağlamayı amaçladığını yukarıda açıklamıştık (bkz.<br />

yuk. I. B. 1. b. aa).<br />

Ancak belirtmek gerekirse, sosyal sigorta kurumlarının rücu hakkını<br />

düzenleyen söz konusu maddelerden SSK'nun 26. maddesinin 2. fıkrasındaki<br />

durum dışında rücu hakkının halefiyete dayandığını ya da halefiyetle<br />

güçlendirildiğini ileri sürmek kanımızca isabetli olmaz. Çünkü, yukarıda<br />

kısaca açıklamaya çalıştığımız üzere (bkz. yuk. I. B. 1. b. aa), rücu<br />

hakkının teknik anlamda (salt) halefiyete dayandığından ya da halefiyetle<br />

güçlendirildiğinden söz edebilmek için bunun yasayla öngörülmüş olması<br />

gerekir. Oysa anılan maddelerde bu yönde bir düzenleme bulunmamaktadır.<br />

Sadece, SSK'nun 26. maddesinin 2. fıkrasında Kurumun üçüncü<br />

kişilere ve kusuru varsa bunları çalıştıranlara BK hükümlerine göre rücu


edileceği öngörüldüğünden, BK'nun aynı zarardan birden fazla kişinin<br />

farklı nedenlerle sorumlu olmasını düzenleyen 51. maddesi işletilerek, zarardan<br />

yasa gereği sorumlu olan sosyal sigorta kurumunun haksız fiil ya da<br />

borca aykırılık nedeniyle sorumlu olanlara rücuunun BK'nun 147. maddesi<br />

uyarınca halefiyetle güçlendirildiğini kabul etmek mümkün olabilir.<br />

Buna karşılık, 31.3.1954 tarihli ve 17/10 sayılı, 31.3.1954 tarihli ve<br />

15/11 sayılı, 25.6.1960 tarihli ve 13/15 sayılı, 17.1.1972 tarihli ve 2/1 sayılı<br />

ve son olarak da 1.7.1994 tarihli ve 3/3 sayılı Yargıtay Đçtihadı Birleştirme<br />

kararları ile Yargıtay uzun yıllardır SSK'nun 26. maddesindeki rücu<br />

hakkının halefiyet esasına dayandığını kabul etmektedir. Öte yandan, iş<br />

hukuku öğretisinde de bir çok yazar tarafından Sosyal Sigortalar<br />

Kurumunun ve Bağ-Kur'un sigortalılarına yaptığı yardımlar dolayısıyla<br />

sahip olduğu rücu hakkının kural olarak halefiyete dayandığının kabul<br />

edildiğini belirtmek gerekir ( bu görüşler için bkz. Tunçomağ, 292; Tuncay,<br />

Rücu, 313-315, 317-320; aynı yazar, Değerlendirme 2000, 234, yayımlanmamıştır;<br />

Güzel, Rücu, 283-284; Ali Rıza Okur, Değerlendirme<br />

1989, Đstanbul 1991, 213; Çenberci, Şerh 1985, 198). Söz konusu görüşler<br />

genellikle, sosyal sigorta kurumunun rücu hakkını halefiyete dayandırmanın<br />

sosyal sigorta hukukunun yapısına daha uygun olduğu, bu şekilde<br />

rücu hakkının daha etkin kılınabileceği ve uygulamada yaşanan sorunların<br />

daha kolay çözülebileceği noktasından hareket etmektedir.<br />

b) Motorlu taşıtını haricen satan araç malikinin Kurum zararından<br />

sorumluluğu<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 30.1.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.4, K.357,<br />

yayımlanmamıştır) konu olayda, Tarım Bağ-Kur sigortalısı harici senetle<br />

satın aldığı traktörle geçirdiği kazada yaşamını yitirmiştir. Kurumun ölen<br />

sigortalının hak sahiplerine yaptığı harcamalar için aracın kayden maliki<br />

bulunan kişiye karşı açtığı rücu davasında ilk derece mahkemesi, kayden<br />

malik olan kişinin sırf bu nedenle sorumlu olmayacağına karar vermiştir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi ise, bu kararı isabetli bulmamıştır. 10. Hukuk<br />

Dairesinin kararında, şu görüşlere yer verilmektedir. "Öncelikle davanın<br />

yasal dayanağı 1479 sayılı Kanunun 63. maddesi değil 2926 sayılı<br />

Kanunun 47. maddesidir. Anılan maddeye göre 3. kişinin sorumluluğu için<br />

suç sayılır eyleminin varlığı şarttır. 2918 Sayılı Kanunun 20. maddesine<br />

göre, harici satışlar geçersiz olduğundan davalının olay tarihi itibariyle<br />

kazaya sebep olan traktörün kayden maliki olduğu tartışmasızdır. Öte<br />

yandan aynı Kanunun 36/1 maddesine göre motorlu araçların maliklerince<br />

sürücü belgesi olmayan kimselere kullandırılması suç teşkil eden bir<br />

325


eylemdir. Davalıya ait aracı kullanan Kurum sigortalısı (.........)'nın 3. kişi<br />

durumunda bulunmadığı ve bu nedenle Bağ-Kur sigortalısının kusurundan<br />

ötürü araç sahibi davalının sorumlu tutulamayacağı kabul edilmeli ise de<br />

davalının trafik kazası raporuna göre sürücü belgesi olmayan sigortalıya<br />

araç kullandırdığı, bu suretle sorumluluğunun bulunduğu anlaşılmaktadır."<br />

Tarım Bağ-Kur Kanununun 47. maddesine göre, Kurum üçüncü kişilerin<br />

suç sayılır hareketinden kaynaklanan ihtiyaç üzerine sigortalı ya da<br />

hak sahiplerine yasada öngörülen yardımları yaptığında bu yardımların<br />

tutarını söz konusu üçüncü kişilere rücu eder. Görüldüğü gibi, T Bağ-Kur<br />

K rücu sorumlularının kapsamını Bağ-Kur K'nun 63. maddesinden daha<br />

dar tutmuştur. Zira, Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde Kurumun kimlere rücu<br />

edebileceği belirlenirken suç sayılır hareketiyle zarara neden olan üçüncü<br />

kişiler yanında, istihdam edenler, araç sahipleri ve diğer sorumlulardan söz<br />

edilerek, rücu sorumlularının kapsamı genişletilmiştir. Olayımız<br />

bağlamında değerlendirecek olursak, Bağ-Kur K'nun 63. maddesinde<br />

ayrıca araç sahipleri ifadesine yer verilmemiş olsaydı, rücu sorumlusu<br />

olacak üçüncü kişinin belirlenmesinde KTK'nun işleten kavramı esas<br />

alınmak gerekirdi. Söz konusu yasada ise işleten, sadece araç maliki ile<br />

sınırlanmamış, mülkiyeti muhafaza kaydıyla satışlarda alıcı sıfatıyla sicilde<br />

kayıtlı görülen kişiler veya aracın uzun süreli kiralanması, ariyet ya da<br />

rehin verilmesi durumlarında, kiracı, ariyet veya rehin alanların ve yine,<br />

ilgili tarafından başka bir kişinin aracı kendi hesabına ve tehlikesi<br />

kendisine ait olmak üzere işlettiği ve araç üzerinde fiili tasarrufu bulunduğu<br />

kanıtlanmak koşuluyla bu kimselerin de işleten sayılacağı öngörülmüştür<br />

(m.3). Bağ-Kur K'nun 63. maddesi rücu sorumlusu olarak maliki<br />

ayrıca ifade etmekle, işleten malik dışında bir kişi olsa bile, malikin<br />

sorumluluk kapsamı dışına çıkmasını engellemiş ve işletenle birlikte<br />

sorumluluğunu öngörmüştür. Nitekim, bu nedenle yukarıda incelediğimiz<br />

bir kararda işleten konumunda olmayan finansal kiralama şirketinin sadece<br />

malik sıfatını taşıması dolayısıyla sorumlu olacağı sonucuna varmıştık<br />

(bkz. yuk. I. B. 1. a).<br />

Oysa, T Bağ-Kur K'nun daha sınırlı bir düzenleme getiren 47. maddesi<br />

bağlamında rücu sorumlusu olacak üçüncü kişi ya da kişiler belirlenirken<br />

KTK'nun işleten kavramı dikkate alınmak gerekir. Olayımızda kazaya Bağ-<br />

Kur sigortalısı kendisi neden olduğu için üçüncü kişiden söz edilemez.<br />

Ancak olayı netleştirmek bakımından bir an için kazaya üçüncü kişinin<br />

neden olduğunu farz edersek, haricen satış nedeniyle araç maliki<br />

konumunda kalan kişi işleten konumunda bulunmadığı için bu kişinin<br />

sorumluluğuna gidilemez. Çünkü, her ne kadar aracın mülkiyeti haricen<br />

satış nedeniyle aracı kullanan Bağ-Kur sigortalısına geçmese de, bu kişi,


aracı kendi hesabına ve tehlikesi kendisine ait olmak üzere işlettiği ve araç<br />

üzerinde fiili tasarrufu bulunduğu için işleten konumundadır. Dolayısıyla,<br />

bu kişi üçüncü kişi konumunda olsaydı sorumluluğuna gidilebilirdi. Araç<br />

maliki ise, işleten durumunda olmadığı için kazadan sorumlu değildir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, araç malikinin sorumluluğundan söz<br />

ederken, KTK'nun 36/1 maddesine göre, motorlu araçların maliklerince<br />

sürücü belgesi olmayan kimselere kullandırılmasının suç oluşturacağını, bu<br />

nedenle araç malikinin ehliyetsiz sigortalıya araç kullandırması nedeniyle<br />

kusurlu bulunduğunu ifade etmiştir. Oysa söz konusu 36. maddede,<br />

motorlu araçların, sürücü belgesi olmayan kişilerce sürülmesi ve<br />

sürülmesine izin verilmesinin yasak olduğu belirtilmekte malikten ise söz<br />

edilmemektedir. KTK'nunda sorumluluğun süjesi işleten olarak belirlendiğine<br />

göre ehliyetsiz kişinin araç kullanmasına izin vermesi nedeniyle<br />

sorumlu olacak kişi de her halde işleten olmalıdır. Olayımızda işleten ise<br />

araç maliki değil aracı ehliyetsiz olarak kullanan Bağ-Kur sigortalısının<br />

kendisidir. Açıklanan bu nedenlerle, araç malikinin sorumlu olacağı görüşüyle<br />

ilk derece mahkemesinin kararını bozan Yargıtay 10. Hukuk Dairesi<br />

kararının isabetli olmadığı kanaatindeyiz.<br />

II. HASTALIK SĐGORTASI<br />

A. Sosyal Sigortalar Kanunu Uygulaması<br />

1. Kurum hastanesi dışında yapılan tedavi giderlerinin tahsili<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 11.9.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.4972,<br />

K.5582, YKD. Ocak 2002, 51-52) ilişkin olayda sigortalının sağlık yardımlarından<br />

yararlanma hakkına sahip bulunan çocuğu Kurum hastanesi<br />

dışında bir üniversite hastanesinde ameliyat edilmiştir. Davacı sigortalı<br />

daha sonra, çocuğunu hastalığının (perfore apandisit) acil olması ve hayati<br />

tehlike taşıması nedeniyle uzakta bulunan Kurum hastanesi yerine daha<br />

yakında bulunan üniversite hastanesine yatırdığını ileri sürerek, bu tedavi<br />

nedeniyle üniversite hastanesine yaptığı ödemeyi Sosyal Sigortalar<br />

Kurumundan talep etmiştir. Bu talebin reddedilmesi nedeniyle ortaya çıkan<br />

uyuşmazlığa ilişkin davada ilk derece mahkemesi davacı sigortalıyı haklı<br />

bularak talebini kabul etmiştir.<br />

Konuyu inceleyen Yargıtay 10. Hukuk Dairesi ise kararında, davalı<br />

Kurum tarafından ani ve acil hastalık olgusunun reddedilmesi karşısında,<br />

davacının sunduğu rapora itibar edilmeyeceğini belirterek, ani ve acil<br />

hastalık olgusunun varlığı uzman kişilere inceletilip yeterince aydınlatılmadan<br />

verilen ilk derece mahkemesi kararını bozmuştur. 10. Hukuk<br />

Dairesine göre bu davada, olayın özelliğine bağlı olarak gerçekten acil bir<br />

327


ameliyat gerekip gerekmediğinin araştırılması, böyle bir ameliyatın yapılabileceği<br />

Kurum hastanesinin sigortalıya uzaklığı dikkate alınarak, hastanın<br />

üniversite hastanesine yatırılmasında tıbbi bir zorunluluk bulunup<br />

bulunmadığının belirlenmesi ve yine hastanın tedavi aşamasında Kurum<br />

hastanesine naklinin tıbbi açıdan sakıncalı olup olmadığına bakılması gereklidir.<br />

Yüksek Mahkemeye göre, bu inceleme sonunda olayın Sosyal Sigorta<br />

Đşlemleri Yönetmeliğinin 57. maddesi kapsamına girdiği saptanırsa<br />

davanın kabulüne, aksi halde, tedavi Sosyal Sigortalar Kurumu hastanesinde<br />

yapılsaydı kaça mal olacak idiyse bu miktarla ve taleple sınırlı kalınarak<br />

tedavi giderlerinin tahsiline karar verilmesi gerekir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin kararında açıklandığı üzere kural olan,<br />

Kurum sağlık yardımlarından yaralanma hakkı bulunan kişilerin Kuruma<br />

ait sağlık tesislerinde tedavi görmeleridir. Bu durum SSK'nun 118.<br />

maddesinde, "Hastalık ve analık yardımlarından yararlanacak olanlar<br />

Kurumca tespit edilecek belgelerle Kuruma bağlı sağlık müesseselerine<br />

veya Kurum hekimlerine başvurarak muayene ve tedavi olurlar" ifadesine<br />

yer verilmek suretiyle vurgulanmıştır. Öte yandan Sosyal Sigorta Đşlemleri<br />

Yönetmeliğinin 54. maddesinde de, anılan kişilerin Kurum hekimlerine ve<br />

Kurum sağlık tesislerine başvurmaksızın, muayene ve tedavilerini başka<br />

sağlık tesislerinde yaptırmaları durumunda kendilerine bu tedavi<br />

dolayısıyla yaptıkları masrafların ödenmeyeceği öngörülmüştür.<br />

Sosyal Sigorta Đşlemleri Yönetmeliğinin 57. maddesinde ise, anılan<br />

kurala bir istisna getirilerek, Kurumun sağlık yardımlarından yararlanma<br />

hakkına sahip bulunanların, ani ve acil hastalık durumlarına özgü olmak<br />

üzere, Kurum sağlık tesisleri dışında bir sağlık kuruluşuna yatırılmasına ve<br />

söz konusu tedavileri dolayısıyla yaptıkları harcamaların Kurumca<br />

karşılanmasına olanak veren bir düzenleme getirilmiştir. SSĐY'nin 57.<br />

maddesinin 1. fıkrasına göre, anılan istisnaî uygulama için, ani ve acil<br />

hastalık durumunun bir raporla doğrulanması ve Kurum tarafından kabul<br />

edilmesi gerekmektedir. Đncelemeye çalıştığımız karara ilişkin uyuşmazlık<br />

da zaten, Kurumun hastalığın ani ve başka bir sağlık kurumuna gitmeyi<br />

gerektirecek kadar acil olduğunu kabul etmemesinden kaynaklanmıştır. Bu<br />

durum karşısında 10. Hukuk Dairesi de öncelikle, uyuşmazlık konusu olan<br />

hastalığın ani ve acil olması koşulu üzerinde durmuş, bu koşulun oluşup<br />

oluşmadığının araştırılmasını öngörmüş, böyle bir durumun varlığının<br />

saptanması durumunda ise, söz konusu acil durum nedeniyle sigortalının<br />

Kurum hastanesi yerine başka bir sağlık kuruluşuna gitmesinin bir<br />

zorunluluk gereği olup olmadığına bakılarak karar verilmesi gerektiği<br />

sonucuna varmıştır. Yüksek Mahkemeye göre, sigortalının Kurumun sağlık<br />

hizmetlerinden yararlanma hakkı bulunan çocuğunu üniversite hastanesine<br />

yatırıp burada ameliyat ettirmesinde zorunluluk bulunup bulunmadığı


araştırılırken, söz konusu hastalığın tedavisini yapabilecek Kurum<br />

hastanesinin hastaya uzaklığının dikkate alınması ve yine tedavi<br />

aşamasında hastanın Kurum hastanesine naklinin mümkün bulunup<br />

bulunmadığına bakılması gerekmektedir. Kararda, bu sorulara olumlu yanıt<br />

bulunursa, davacı sigortalının çocuğunu acil tedavisi için yatırdığı<br />

üniversite hastanesine yaptığı ödemeyi aynen Kurumdan talep etme<br />

hakkına sahip olacağı öngörülmüştür. Çünkü, anılan durumda uygulanma<br />

olanağı bulacak olan SSĐY'nin 57. maddesinin 2. fıkrasına göre, yukarıda<br />

açıklamaya çalıştığımız koşullar mevcutsa, Kurum hastaneleri dışındaki<br />

resmi sağlık kurumlarında yapılacak tedavi masrafları aynen sigortalıya<br />

ödenir (bkz. Güzel-Okur, 234). Ancak SSĐY'nin 57. maddesinin 3.<br />

fıkrasında Kurum hastanesi dışında resmi bir kuruluşa ait hastanede<br />

görülen tedavinin özel hasta statüsünde gerçekleşmesi durumunda dahi,<br />

sigortalıya sadece tedavi olduğu hastanenin normal ücret tarifesi üzerinden<br />

ödeme yapılacağı, yatak ücretlerinin ise Kurumca belirlenecek yatak ücret<br />

tarifesi üzerinden ödeneceği öngörülmüştür.<br />

Dikkat edilirse, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi anılan ödemenin yapılabilmesi<br />

için, hastalığın ani ve acil olmasıyla yetinmemekte, hastalık ani ve<br />

acil olsa dahi ayrıca, hastalığın tedavisinin yapılabileceği Kurum hastanesinin<br />

hastanın bulunduğu yere uzaklığına dikkat edilmesini ve tedavi<br />

aşamasında hastanın Kurum hastanesine naklinin mümkün olup olmadığına<br />

da bakılmasını öngörmektedir. 10. Dairenin bu açıklamalarından<br />

hastalık ani ve acil olsa da, sigortalının başvurduğu Kurum hastanesi dışındaki<br />

sağlık kuruluşundan daha yakında bir Kurum hastanesi varsa<br />

sigortalının her şeye rağmen Kurum hastanesine başvurması gerektiği, öte<br />

yandan sigortalı Kurum hastanesinden başka bir hastaneye ani ve acil bir<br />

hastalık dolayısıyla geldiğinde dahi Kurum hastanesine naklinin mümkün<br />

olup olmadığını araştırması gerektiği anlamı çıkmaktadır. Oysa, ne<br />

SSK'nda ne de SSĐY'nde bu yönde bir ölçüt ya da koşula yer verilmiştir.<br />

Şüphesiz ki, hastalığın acil olma koşulu, bu nedenle daha yakın olan<br />

hastaneye gitmeyi gerektirir. Daha yakın hastane, Kurum hastanesi dışında<br />

resmi bir sağlık kuruluşu olabileceği gibi özel bir sağlık kuruluşu dahi<br />

olabilir ( <strong>Yargıtayın</strong>, acil olaylarda da önce en yakın resmi sağlık kuruluşuna<br />

başvurmayı gerekli gördüğü bir kararın eleştirisi için bkz. Ali<br />

Güzel, Değerlendirme 1990, 191-192). Keza, tedavi aşamasında hastanın<br />

Kurum hastanesine naklinin mümkün olup olmadığının araştırılması da<br />

hastalığın acilliği ile ilgilidir. Ancak hastalık gerçekten ani ve çok acilse,<br />

artık hastanın ve yakınlarının gittikleri hastaneden daha yakında bir kurum<br />

hastanesi bulunup bulunmadığı araştırmasına girişilmemelidir. Anılan<br />

derecede acil bir durum varsa tedavi aşamasında Kurum hastanesine nakil<br />

de her halde zaten söz konusu olmaz. Bu araştırmanın yapılmasında<br />

329


hastalığın aciliyet derecesi bir ölçüt oluşturabilir. Aciliyet derecesi<br />

azaldıkça, hastanın başvurduğu hastaneden daha yakında bir Kurum<br />

hastanesinin bulunup bulunmadığı ya da tedavi aşamasında Kurum<br />

hastanesine naklin mümkün bulunup bulunmadığı daha katı bir şekilde<br />

aranabilir. Sonuç itibariyle bu bir takdir sorunudur.<br />

Buna karşılık, yapılan araştırma sonucunda, davacı tarafından ileri<br />

sürülenin aksine, hastalığın ani ve acil olması ve bu nedenle Kurum hastanesi<br />

yerine daha yakında bulunan başka bir sağlık kuruluşuna başvurulduğu<br />

olgusunun gerçeği yansıtmadığı kanaatine varılırsa, bu duruma<br />

nasıl bir sonuç bağlanacağı tartışılabilir. Bu noktada, 10. Hukuk Dairesi,<br />

tedavi Kurum hastanesinde yapılsaydı ne kadara mal olacak idiyse bu<br />

miktarın Kurumca sigortalıya ödenmesinin gerektiği sonucuna varmıştır.<br />

Oysa, yukarıda da belirtildiği gibi, SSĐY'nin 54. maddesinde açıkça, "Kurum<br />

hekimlerine veya sağlık tesislerine müracaat etmeden muayene ve<br />

tedavilerini, başka hekim veya sağlık tesislerinde yaptıran, Kurum sağlık<br />

yardımlarından yararlandırılan kimselerin bu tedavi dolayısıyla yaptıkları<br />

masraflar ödenmez." hükmüne yer verilmiştir.<br />

Mevzuat açık olmakla birlikte, <strong>Yargıtayın</strong> incelemeye çalıştığımız kararda<br />

öngördüğüne benzer bir uygulamayı geçmişte de kararlaştırdığına<br />

rastlanmaktadır. Gerçekten Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 17.3.1977 tarihli<br />

kararında (E.6964, K.1962), o tarihte de bugünkü SSĐY'nin 54. maddesine<br />

benzer bir hüküm içeren SSĐT'nün 87. maddesinin bulunmasına<br />

rağmen, Kurum sağlık tesisine başvurmaksızın muayene ve tedavisini<br />

başka sağlık kuruluşunda yaptıran sigortalıya, Kuruma ait olmayan sağlık<br />

kuruluşuna başvurmasından dolayı Kurumca yapılmamış olan giderlerin<br />

ödenmesini kararlaştırmıştır. Kararda, ilgili Kuruma ait tesislerde tedavi<br />

görseydi, Kurumca dışarıdan sağlanacak ilaçların bedelleri Kurumda<br />

kaldığından bu miktarın davacıya ödenmesinin hakkaniyete uygun olacağı<br />

sonucuna varılmıştır. Ancak, bu kararda sigortalının Kurum hastanesinde<br />

tedavi görmesi durumunda söz konusu olacak yatak ücreti, ameliyat ücreti,<br />

narkoz ve pansuman ücreti gibi giderlerin sigortalıya ödenmesinin söz<br />

konusu olmadığı, çünkü Kurumun bu tesisleri ve personelini hasta olsun<br />

olmasın hazır tutmakla yükümlü olduğu belirtilmiştir (bkz. Çenberci, Şerh<br />

1977, 789-790). Çenberci <strong>Yargıtayın</strong> bu kararı ile ilgili olarak, daha önce<br />

Yargıtay tarafından SSĐT'nün 87. maddesi daha mutlak yorumlanırken ve<br />

soruya olumsuz yaklaşılırken daha sonra, içtihatta olumlu yönde bir<br />

yumuşama olduğu yorumunu yapmıştır (bkz. Çenberci, Şerh 1977, 789).<br />

Görüldüğü gibi incelemeye çalıştığımız kararda Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesi bir adım daha ileri giderek, sosyal sigorta yardımlarından<br />

yararlanma hakkı bulunan kişinin, hastalığı ani ve acil olmadığı halde<br />

tedavisini Kurum tesisine başvurmaksızın başka bir hastanede yaptırırsa,


söz konusu tedavinin Kurum Hastanesindeki maliyetini talep edebileceğini<br />

kararlaştırmıştır. Kanımızca böyle bir uygulama mevzuatın (SSK.118,<br />

SSĐY.54) açık hükmüne aykırıdır. Bununla birlikte, olması gereken hukuk<br />

bakımından, gelişmiş modern sosyal güvenlik hukuku sistemlerinde özenle<br />

korunan, sigortalının hekim ve sağlık kurumunu seçme özgürlüğü ilkesine<br />

uygundur.<br />

2. Sigortalının geçindirmekle yükümlü olduğu babasına sağlık<br />

yardımı yapılması<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 25.6.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.4811,<br />

K.5035, yayımlanmamıştır) ilişkin davada sigortalı, babasına kendisinin<br />

baktığının ve bu nedenle babasına sağlık karnesi verilmesi gerektiğinin<br />

tespitini talep etmiştir. Yargıtay 10. Hukuk dairesi kararında "... Davacının<br />

babasının 82 yaşında olduğu ve 70 dönüm arazisi bulunduğu, başka bir<br />

gayrimenkul malının bulunmadığı, 70 dönümlük arazinin de oğlu tarafından<br />

işletilerek yılda elde edilen gelirden 250.000.000 TL. yardımda<br />

bulunulduğu dosyadaki bilgi ve belgelerden açıkça anlaşılmaktadır. Hal<br />

böyle olunca ve özellikle davacı babanın yaşı itibariyle çalışma gücünün<br />

bulunmadığı ve başka gelirinin de bulunmadığı ortadadır. Öte yandan,<br />

davacının yılda elde ettiği 250.000.000 TL.'yi babasına vermesi de babanın<br />

geçimini davacı tarafından sağladığının bir belgesi olduğu açıktır. Başka<br />

bir anlatımla, babasının, oğlunun bakımına muhtaç olduğu tek başına<br />

çalışarak veya başka türlü gelir elde etme olanağına sahip bulunmadığı<br />

tartışmasızdır. Bu nedenle somut olayda, 506 sayılı Yasanın 36-A(b)<br />

maddesinin öngördüğü koşulların oluştuğu açıktır" görüşlerine yer vererek,<br />

davacının talebini reddeden ilk derece mahkemesinin kararını bozmuştur.<br />

Sosyal Sigortalar Kanununun kararda değinilen 36. maddesi Kurumdan<br />

gelir ve aylık almakta olanlar ile bunların aile bireylerine sağlık yardımı<br />

yapılmasını düzenlemektedir. Maddeye göre, SSK uyarınca sürekli iş<br />

göremezlik geliri, mallûllük veya yaşlılık aylığı almakta olanların, geçindirmekle<br />

yükümlü oldukları eş ve çocukları ile anne ve babaları maddede<br />

belirtilen sağlık yardımlarından yararlanabileceklerdir (SSK.36/A-(b)).<br />

Benzer şekilde, SSK'nun 42. maddesinde de, aktif sigortalıların geçindirmekle<br />

yükümlü bulundukları anne ve babalarına hangi koşullarda sağlık<br />

yardımı yapılacağı düzenlenmiştir. Buna göre, incelemeye çalıştığımız<br />

olaydaki gibi Sosyal Sigortalar Kurumundan gelir ve aylık almakta olan bir<br />

kişinin babasının Kurumdan sağlık yardımı alabilmesi, söz konusu kişinin<br />

babasını geçindirmekle yükümlü olması koşuluna bağlanmıştır. SSK'nun<br />

sigortalının geçindirmekle yükümlü olduğu kimseleri gösteren 106.<br />

maddesinin c bendinde, geçimi sigortalı tarafından sağlandığı belgelenen<br />

anne ve babadan söz edilmektedir. SSĐY'nin, 51. maddesine göre de,<br />

331


sigortalıların anne ve babalarına kurumca sağlık yardımı yapılabilmesi ve<br />

sağlık belgesi verilebilmesi için, bunların geçimlerinin sigortalı tarafından<br />

sağlandığının ilgili mahalle veya köy muhtarlıklarınca bu konuda<br />

düzenlenecek bir belge ile tevsiki gerekir. Bu madde, asıl olarak sigortalıların<br />

geçindirmekle yükümlü oldukları anne ve babalarına ilişkin<br />

olmakla birlikte her halde yukarıda belirtilen pasif sigortalıların anne babaları<br />

bakımından da kıyasen uygulanabilir.<br />

Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğünün 25.2.1997 günlü ve<br />

135171 sayılı Genel Yazısında da, Kurumun zarara uğramasının önlenmesi<br />

açısından, Yargıtay Kararlarında da yer verildiği gibi, sigortalının<br />

sağlığında anne ve babasının geçimlerini sağladığının kabulü için, sigortalının<br />

onlara sürekli, düzenli ve günlük gereksinimlerini karşılayacak<br />

önemde yardımda bulunması, anne babanın da durumları bakımından<br />

sigortalının bu yardımına ihtiyaçlarının olması gerekir. Kurumun zarara<br />

uğramasının önlenmesi bakımından 27.3.1995 günlü ve 3.84 Ek sayılı<br />

genelgede de belirtildiği gibi, Kurum sağlık tesislerince sigorta müdürlüklerine<br />

bildirilen, hastalığının özelliği gereği uzun süre tedavi görenlerin<br />

durumları ile anne-babanın geçimlerinin sigortalı tarafından sağlandığı<br />

konusunda tereddüt bulunan durumların incelenmek üzere vakit geçirilmeksizin<br />

Sigorta Teftiş Kurulu Grup Başkanlıklarına bildirilmesi gerekir.<br />

Belirtelim ki, sigortalının anne ve babasını geçindirmekle yükümlü<br />

olması bu yöndeki bir ihtiyacın sonucudur. Dolayısıyla burada sorun annebabanın<br />

sigortalının bakımına muhtaç olup olmadıkları noktasında<br />

yoğunlaşmaktadır. Bunun önemli bir göstergesi de, SSK'nun 106. maddesinde<br />

ifade edildiği biçimiyle anne ve babanın geçimlerinin sigortalı tarafından<br />

sağlanmasıdır. Öte yandan, anne-babanın geçiminin sigortalı tarafından<br />

sağlandığının kabulü için, sigortalı tarafından anne-babaya<br />

sağlanan yardımın da belirli bir düzende olması aranmalıdır. Ancak bütün<br />

bunlar her olay bakımından kişilerin yaşadıkları çevreye göre araştırılması<br />

gereken olgular olup, sonuç itibariyle mahkemenin kanaati ve takdirine<br />

göre belirlenir. Örneğin incelemeye çalıştığımız olay bağlamında babanın<br />

70 dönüm arazisinin bulunması ilk bakışta sigortalının bakımına<br />

ihtiyacının olmayabileceği izlenimini uyandırmaktadır. Fakat, söz konusu<br />

arazinin nerede bulunduğu ve sağladığı gelir bizi farklı bir sonuca da<br />

götürebilir. Nitekim, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi de her halde araziden<br />

sağlanan gelirin düşüklüğünü ve bunun ancak sigortalının işletmesiyle<br />

sağlanabildiğini dikkate alarak babanın sigortalıya muhtaç olduğu ve geçiminin<br />

onun tarafından sağlandığı sonucuna varmıştır. Ülkemizde genel<br />

bir sağlık sigortasının bulunmadığı da düşünülürse, Sosyal Sigortalar<br />

Kurumunun menfaatlerine de dikkat edilmek koşuluyla, aşırıya kaçmak-


sızın, mümkün olduğunca geniş bir yorumla sigortalıların anne ve babalarının<br />

sağlık yardımı almalarına olanak tanıması her halde yerinde olur. O<br />

nedenle, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin konuya yaklaşımı ve kararı<br />

isabetlidir.<br />

B. Bağ-Kur Kanunu Uygulaması<br />

Sağlık sigortası yardımlarından yararlanabilmek için prim borcu<br />

bulunmaması koşulu<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 30.11.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.3629,<br />

K.8389, yayımlanmamıştır) ilişkin olayda, 8.2.1978 tarihinden beri Bağ-<br />

Kur'lu olan sigortalı 28.12.1999 tarihinde beyin kanaması geçirmiş ve Ege<br />

Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde tedavi altına alınmış ve 5.1.2000<br />

tarihinde de vefat etmiştir. Bu arada sigortalının Kuruma olan bütün prim<br />

borçları vefatından iki gün önce 3.1.2000 tarihinde defaten ödenmiştir.<br />

Karardan anlaşıldığı üzere, Bağ-Kur tedavi altına alındığı tarihte prim<br />

borcu bulunması ve sağlık karnesine sahip olmaması nedeniyle sigortalıya<br />

yapılan tedavi giderlerini karşılamayı reddetmiştir. Bunun üzerine,<br />

sigortalının mirasçılarının söz konusu tedavi giderinin Kurum tarafından<br />

karşılanması talebiyle açtıkları dava ilk derece Mahkemesinde Kabul<br />

edilmiştir. Kurumun temyiz başvurusu üzerine davaya bakan Yargıtay 10.<br />

Hukuk Dairesi, "... davacıların murisine ait prim ve gecikme zammı<br />

borcunun 3.1.2000 tarihinde defaten ödenmiş olmasına, sağlık<br />

yardımlarından yararlanabilmek için yasanın aradığı şartların yerine<br />

getirildiği hallerde sadece bir şekil ve ispat şartı olan sağlık karnesinin<br />

bulunmamasının sigortalı veya hak sahiplerinin sağlık yardımlarından<br />

yararlanmasının engellenmesinin Medeni Kanunun 2. maddesindeki<br />

objektif iyiniyet kuralına aykırı bulunmasına, aksine uygulamaların; kişilerin<br />

sosyal güvenlik hakkından yoksun bırakılması gibi istenmeyen durumlara<br />

sebebiyet vermesinin mümkün bulunmasına göre ..." yerinde olan<br />

ilk derece mahkemesi hükmün onanmasına oy çokluğu ile karar vermiştir.<br />

Karara katılmayarak karşı oy yazısı veren Aslanköylü tarafından haklı<br />

olarak belirtildiği gibi, Bağ-Kur K'nun ek 12. maddesi ve Bağ-Kur Sağlık<br />

Yardımları Yönetmeliğinin (BSYY) 8. maddesine göre, sigortalıların<br />

sağlık yardımlarından yararlanabilmesi için prim borçlarının bulunmaması<br />

gerekmektedir. Oysa dava konusu olayda, sigortalının tedavinin başladığı<br />

tarihe (28.12.1999) kadar birikmiş olan prim borçları 3.1.2000 tarihinde<br />

defaten ödenmiştir. Sağlık Yardımlarının yapılabilmesi için prim<br />

borçlarının ödenmesi koşulunu öngören mevzuat hükümlerinin amacı sigortalıları<br />

prim ödemeye teşvik etmek ve zorlamaktır. Söz konusu mevzuat<br />

hükümlerinde, Bağ-Kur sağlık yardımlarının yapılabilmesi sigortalının<br />

prim borcunun bulunmaması koşuluna bağlanmıştır. Mevzuatta yer alan<br />

333


açık hükümler karşısında prim borcu bulunanlar sağlık yardımlarından<br />

yararlandırılmamaktadır. Bu durumda davacı, sigortalının prim borcunun<br />

ödendiği 3.1.2000 tarihine kadar yapılan tedavi giderlerini Kurumdan<br />

isteyemez. Ancak, söz konusu tarihten sonraki tedavi giderleri davacıya<br />

ödenmelidir. Ekleyelim ki, kararda belirtildiği gibi, sigortalının sadece bir<br />

ispat aracı olan sağlık karnesinin bulunmaması tek başına sağlık<br />

yardımlarından yararlanmasına engel oluşturmaz. Bununla birlikte,<br />

sigortalının sağlık karnesinin bulunmaması primlerini ödememiş olmasının<br />

bir sonucu olabilir. Bu nedenlerle, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin<br />

incelemeye çalıştığımız kararı isabetli değildir. Ancak belirtmek gerekir ki,<br />

zorunlu sigortalılık esasına göre kurulan bir sosyal sigorta ilişkisine dayalı<br />

sağlık yardımlarından yararlanmanın, sigortalının prim borcu bulunmaması<br />

koşuluna bağlanması, olması gereken hukuk bakımından tartışılabilir.<br />

III. MALÛLLÜK SĐGORTASI<br />

Sigortalının işe girdiği tarihte var olan hastalığının malûliyetini<br />

gerektirecek derecede olması<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 25.6.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.4606,<br />

K.4920, yayımlanmamıştır) konu olayda davacı sigortalının malûlen<br />

emeklilik başvurusu Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından SSK'na tabi işyerine<br />

girdiği tarihte malûliyetini gerektirecek derecede arızasının bulunduğu<br />

gerekçesi ile reddedilmiştir. Bunun üzerine sigortalı, davalı şirkette<br />

çalışmaya başladığı 1.4.1997 tarihinde malûliyetini gerektirecek bir arıza<br />

ve hastalığının bulunmadığını belirterek tahsis talebinde bulunduğu<br />

2.6.1998 tarihi itibariyle malûlen emekliliğe hak kazandığının tespitini<br />

talep etmiştir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk dairesi kararında, "Maluliyet aylığının bağlanabilmesi<br />

için önemli olan, hastalığın işe giriş tarihinde mevcut olması değil,<br />

arızanın maluliyeti gerektirecek nitelikte olup olmadığıdır. Davacının<br />

08.11.1991-31.12.1995 tarihleri arasında Bağ-Kur sigortalısı, 01.04.1997-<br />

16.01.1998 tarihleri arasında zorunlu SSK sigortalısı olduğu dava<br />

dosyasındaki bilgi ve belgelerden açıkça anlaşılmakta olup buna göre<br />

malûllük yaşlılık ve ölüm sigortalarının uygulanmasında davacının<br />

sigortalılık başlangıcının 08.11.1991 olarak kabulü gerekir" görüşüne yer<br />

verdikten sonra, mahkemece yapılacak iş, "... davacının hastalık ve arızalarının,<br />

sigortalılığın başladığı 08.11.1991 tarihi itibariyle malulül sayılmayı<br />

gerektirecek boyutta olup olmadığının 506 sayılı Kanunun 109.<br />

maddesindeki prosedür ve 28.06.1976 gün ve 1976/6-4 sayılı içtihadı<br />

birleştirme kararında açıklanan ilkeler doğrultusunda belirlendikten ve 506<br />

sayılı Kanun'un 54/b maddesi gereğince toplam 1800 gün veya en az 5<br />

yıldan beri sigortalı bulunup, sigortalılık süresinin her yılı için ortalama


olarak 180 gün malullük yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödenip ödenmediği<br />

ve buna göre davacının 506 sayılı Kanun'un 53. ve 54. maddeleri<br />

uyarınca maluliyet aylığından yararlanıp yararlanmayacağı yöntemince<br />

araştırılarak sonuca göre bir karar verilmesi..." olmalıdır diyerek, belirtilen<br />

prosedüre uyulmadan eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme yapıldığı<br />

gerekçesiyle ilk derece mahkemesi kararını bozmuştur.<br />

Uzun vadeli sigorta kollarında biri olan malûllük sigortası çeşitli nedenlerle<br />

çalışma gücünü kısmen ya da bütünüyle yitirmesi dolayısıyla gelir<br />

kaybına uğrayan ve bu nedenle ekonomik sıkıntıya düşen sigortalıya<br />

uğradığı kaybı belirli ölçüde gidererek sosyal güvence sağlamayı amaçlar.<br />

Bu sigorta kolu uzun vadeli sigorta kolları arasında yer almakla birlikte,<br />

sigortalılık süresince her zaman olası bulunan malûllük riskine karşı koruma<br />

sağladığı için, belirli bir tarihte gerçekleşmesi kesin olan yaşlılığa<br />

karşı güvence sağlayan yaşlılık sigortasına göre daha kısa bir prim ödeme<br />

ve sigortalılık süresi koşuluna bağlanmıştır. Olası bir riske karşı güvence<br />

sağlanmasının doğal bir sonucu da, kişinin ilk kez sigortalı olduğu tarihte,<br />

bu sigorta kolundan yardıma hak kazanmanın koşulu olarak aranan<br />

düzeyde bir malûliyetinin var olmamasıdır. Aksi halde, belki koşulları<br />

hafifletilmiş bir emeklilik programından söz edilebilir. Bu düşünce, sosyal<br />

güvenlik yasalarına açıkça yansıtılmıştır. Đncelemeye çalıştığımız kararda<br />

geçen, SSK'nun 53. maddesinin 2. fıkrasında, "...ilk defa çalışmaya<br />

başladığı tarihte malûl sayılmayı gerektirecek derecede hastalık ve ârızası<br />

bulunduğu, önceden veya sonradan, yeterli belgelerle tespit edilen sigortalı<br />

bu hastalık ve ârızası sebebiyle Malûllük sigortası yardımlarından<br />

yararlanamaz" hükmüne yer verilmiştir. Öte yandan, aynı koşulun Bağ-Kur<br />

K'nun 28. maddesinin 2. fıkrasında bir farkla, ilk defa çalışmaya başlanılan<br />

tarih yerine, bu Kanuna tabi sigortalılığın başladığı tarih esas alınarak<br />

tekrarlandığı görülmektedir. Bağ-Kur Kanunundaki düzenlemenin aynısına<br />

T Bağ-Kur K'nun 12. maddesinde de yer verilmiştir. SSK'nun 53.<br />

maddesinin 2. fıkrasında sözü geçen ilk defa çalışmadan anlaşılması<br />

gereken sade 506 sayılı SSK'na tabi çalışmalar değildir. 5434 sayılı ESK,<br />

1479 sayılı Bağ-Kur K, 2925 T SSK, 2926 sayılı T Bağ-Kur K ile 506 sayıl<br />

Kanunun geçici 20. maddesine göre kurulu sandıklara tabi çalışmalar da bu<br />

kapsamda değerlendirilmek gerekir. Buna göre, malûllük aylığı hizmetlerin<br />

birleştirilmesi yoluyla SSK'na göre bağlanacak olsa da, sigortalının ilk defa<br />

çalışması anılan yasalardan hangisine tabi olursa olsun, sigortalının söz<br />

konusu ilk çalışmasının başladığı tarihte malûliyetini gerektirecek derecede<br />

bir rahatsızlık ya da sakatlığının olup olmadığına bakılması gerekir (bkz.<br />

Tuncay, Değerlendirme 2000, 215, yayımlanmamıştır; Güzel-Okur, 282,<br />

dn. 21). Buna karşılık, malûllük aylığını bağlayacak olan kurum Bağ-Kur<br />

ise, sigortalının bu kuruma tabi olarak ilk kez çalışmaya başladığı tarihte<br />

335


malûllüğünü gerektirecek derecede bir rahatsızlık ya da sakatlığının<br />

bulunup bulunmadığına bakılacaktır.<br />

Sosyal Sigortalar Kanununun 53. maddesinin 2. fıkrasının anlatımından<br />

bu yasaya tabi çalışanlar bakımından sigortalının ilk kez çalışmaya<br />

başladığı tarihte malûl sayılmasını gerektirecek düzeyde bir rahatsızlığının<br />

bulunmamasının yeterli sayılacağı sonucuna ulaşmak mümkündür. Bir<br />

başka deyişle, sigortalının ilk kez sigortalı olduğunda malûliyetini<br />

gerektirmeyecek ölçüde rahatsızlığı veya sakatlığının bulunması, daha<br />

sonra bu rahatsızlığın veya sakatlığın ilerlemesi nedeniyle yasada<br />

öngörülen düzeyde bir malûliyet durumu ortaya çıksa da, malûllük aylığından<br />

yararlanmasına engel kabul edilmemektedir (bkz. Tunçomağ, 331;<br />

Güzel-Okur, 282; Tuncay, sosyal Güvenlik, 260). Yargıtay içtihatları da<br />

uzun yıllardır bu yönde yerleşmiştir (Y10HD., 13.5.1976, E.8957, K.3754,<br />

Çenberci, Şerh 1977, 1155-1156; Y10HD., 25.4.1984, E.2142, K.2262,<br />

Çakmak, 1330; Y10HD., 10.9.1996, E.6662, K.6708, Ertürk, 321-322).<br />

Bağ-Kur K.28/2'den de aynı sonucu çıkarmak mümkündür (bkz. Akın,<br />

Bağ-Kur, 129).<br />

Karardan anlaşıldığı üzere, sigortalı ilk kez 8.11.1991 tarihinde Bağ-<br />

Kur sigortalısı olmuş ve bu sigortalılığı 31.12.1995 tarihine kadar sürmüştür.<br />

Daha sonra sigortalı 1.4.1997 tarihinde SSK'na tabi bir işte çalışmaya<br />

başlamış ve bu çalışması da 16.1.1998 tarihinde sona ermiştir.<br />

Sigortalı Malûllük aylığı tahsis talebini, 2.6.1998 tarihinde Sosyal Sigortalar<br />

Kurumuna yapmıştır. 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi<br />

Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanuna göre, aylığı<br />

bağlayacak olan kurum kural olarak son yedi yıllık fiili hizmet süresi içinde<br />

fiili hizmet süresi fazla olan kurumdur. Bu kurum kendi mevzuatına göre<br />

aylığı bağlar (m.8/1). Ancak, anılan yasanın 8. maddesinin 2. fıkrasında bu<br />

kuralın istisnaları öngörülmüş ve bu çerçevede malûllük durumlarında<br />

ilgililere hizmet sürelerinden sonuncusunun tabi olduğu kurumca kendi<br />

mevzuatına göre aylık bağlanacağı öngörülmüştür (bkz. Güzel-Okur, 548-<br />

549). Nitekim Yargıtay 10. Hukuk Dairesi de kararda, sigortalının SSK'na<br />

göre malûllük aylığına hak kazanma koşullarının araştırılmasını<br />

öngörmekte ve bu bağlamda öncelikle sigortalının ilk defa çalışmaya<br />

başladığı tarihte SSK'na göre malûliyetini gerektirecek bir rahatsızlık ya da<br />

sakatlığının bulunup bulunmadığına bakılması, ardından da sigortalılık<br />

süresi ve prim ödeme koşullarının gözden geçirilmesi gereğine işaret<br />

etmektedir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi kararında da belirtildiği gibi, sigortalının<br />

ilk kez çalışmaya başladığı tarihte malûliyetini gerektirecek derecede bir


ahatsızlığının olup olmadığı SSK'nun 109. maddesinde öngörülen şekilde<br />

yapılmak gerekir. Bu maddeye göre, sigortalının malûllük oranı Kurum<br />

sağlık tesisleri sağlık kurullarınca düzenlenecek raporla belgelenmelidir.<br />

Raporları yeterli görülmeyen sigortalıların Kurumca tekrar muayene ettirilmesi<br />

mümkün olup sigortalının durumunun tespitinde son rapor esas<br />

alınır. Ancak, ilgililerin bu rapora karşı önce Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık<br />

Kuruluna daha sonra da iş mahkemesine itiraz etmeleri mümkündür<br />

(ilgililerin Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulu kararlarına karşı mahkemeye<br />

başvurabileceklerine ilişkin Yargıtay Đçtihadı Birleştirme Kararı için<br />

(YĐBBGK., 28.6.1976, E. 6 K. 4 [RG., 26.7.1976 S.15658] için bkz. Çenberci,<br />

Şerh 1977, 1424-1426). Đtiraz hakkına sahip ilgililer kapsamına sigortalı<br />

ile birlikte işvereni de girmektedir (bkz. YHGK., 20.3.2000, E.21-<br />

208, K.220, Çakmak, 2529-2530) Yargıtay söz konusu raporlara itiraz<br />

durumunda, Tıp Fakültesi Kürsü Konseyi, Fakülte Sağlık Kurulu veya Adli<br />

Tıp Kurumundan Rapor alınmasını öngörmektedir (Y10HD., 24.12.1996,<br />

E. 10892, K. 11067; 17.2.1997, E.1057, K.889; 25.3.1997, E.2373,<br />

K.2297, Çakmak, 2521-2523). Ancak Yargıtay, ilk önce Sosyal Sigorta<br />

Yüksek Sağlık Kuruluna itiraz edilmesinin Kurum açısından bağlayıcılık<br />

taşıdığını belirterek, ilgililerin bu aşamayı atlayarak doğrudan iş<br />

mahkemesine itirazda bulunmalarını bir bozma nedeni olarak görmemekte,<br />

bu gibi durumlarda usul ekonomisi gerekçesiyle mahkemenin Sosyal<br />

Sigorta Yüksek Sağlık Kurulundan rapor alması gerektiği sonucuna<br />

varmaktadır. Yüksek Mahkemeye göre, SSK'nun 109. maddesinde<br />

ilgililerin doğrudan mahkemeye başvurmasını engelleyici bir düzenleme<br />

bulunmamaktadır (Y10HD., 21.6.1988, E. 4155, K. 4156, Çakmak, 2518;<br />

Y10HD., 20.6.1995, E.3940, K.5622, YKD. Ekim 1995, 1565). <strong>Yargıtayın</strong><br />

bu uygulaması öğretide, sigortalının daha lehine görünse de, SSK.109'da<br />

öngörülen usulü kaldırdığı ve bu şekilde idarenin kendi kararlarını denetleme<br />

olanağını işlemez hale getirdiği için eleştirilmiştir (Tunçomağ, 333;<br />

Güzel, Kararlar 1990, 181; Centel, kararlar 1986, 245). Yargıtay Hukuk<br />

Genel Kurulu ise, bir adım daha ileri giderek, Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık<br />

Kurulundan rapor almaması nedeniyle davacıya bu raporun alınması<br />

için süre veren ilk derece mahkemesinin kararını, bu işin mahkemece daha<br />

kısa sürede ve daha ucuz olarak çözülebileceği gerekçesiyle usul<br />

ekonomisine aykırı bularak bozan 21. Hukuk Dairesinin kararını benimsemiştir.<br />

Bu karar da, SSK.109'un temelinde yatan, idareye kendi hatasını<br />

düzeltme düşüncesini geçersiz kılan bir uygulamaya yol açtığı için<br />

eleştirilebilir (YHGK., 20.3.2000, E. 2000/21-208, K. 2000/220, kararın bu<br />

yöndeki eleştirisi için bkz. Tuncay, Değerlendirme, 2000, 215-216,<br />

yayımlanmamıştır).<br />

337


Sosyal Sigortalar Kanunun 109. maddesine göre yapılacak olan inceleme<br />

sonunda sigortalının ilk kez çalışmaya başladığı tarihte malûl olduğunun<br />

kabul edilebilmesi ve bu nedenle kendisine malûllük aylığı bağlanamayacağı<br />

sonucuna varılabilmesi için, söz konusu malûllüğün çalışma<br />

gücünün 2/3'ünü ya da meslekte kazanma gücünün %60'ını kaybettirecek<br />

düzeye ulaşmış olması gerekir. Đlk defa çalışmaya başladığı tarihte anılan<br />

düzeylerde sakatlığı bulunmayan sigortalı daha sonra herhangi bir nedenle,<br />

kendi kusuruyla dahi olsa çalışma gücünü 2/3 oranında yitirirse veya<br />

hastalanması nedeniyle hastalık sigortasından yapılan tedavi sonucunda<br />

iyileşmesi mümkün olmadığından çalışamaz raporu alırsa, ya da iş kazası<br />

veya meslek hastalığı sonucunda meslekte kazanma gücünü %60 oranında<br />

yitirirse, malûllük aylığı için öngörülen malûllük koşulu gerçekleşmiş olur.<br />

Bu durumdaki sigortalı, malûllük aylığının bağlanması için aranan, 1800<br />

gün prim ödemiş olma ya da en az beş yıldan beri sigortalı olma ve her yıl<br />

için ortalama 180 gün prim ödeme koşullarını taşıyorsa, işten ayrılarak<br />

Kuruma başvurduğunda kendisine malûllük aylığı bağlanır (bu konuda<br />

bilgi için bkz. Tunçomağ, 330-336; Güzel-Okur, 279-286; Tuncay,<br />

Sosyal Güvenlik, 258-263). Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin anılan<br />

koşulların ilk derece mahkemesi tarafından yeterince incelenip<br />

değerlendirilmemesi nedeniyle verdiği bozma kararı isabetlidir.<br />

IV. YAŞLILIK SĐGORTASI<br />

A. Sosyal Sigortalar Kanunu Uygulaması<br />

1. Yaşlılık aylığını bağlayacak kurum<br />

2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Hizmetlerin Birleştirilmesi<br />

hakkında Kanunun hizmet birleştirmesi durumunda hangi sosyal<br />

güvenlik kurumunun yaşlılık aylığını bağlaması gerektiğini düzenleyen 8.<br />

maddesine göre, ilgililere birleştirilmiş hizmet süreleri toplamı üzerinden<br />

son yedi yıllık fiili hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olan kurum<br />

tarafından, hizmet sürelerinin eşitliği halinde ise, hizmet sürelerinden<br />

sonuncusunun tabi olduğu kurumca kendi mevzuatına göre aylık bağlanır.<br />

Maddenin ikinci fıkrasında ise, birinci fıkradaki kuralın istisnaları<br />

öngörülmüştür. Söz konusu 2. fıkraya göre, malûllük, ölüm, 5434 sayılı<br />

T.C. Emekli Sandığı Kanununa göre yaş haddinden resen emekli olma,<br />

süresi kanunla belirlenen vazifelere atanma veya seçilme ve bağlı oldukları<br />

kurumun kanunla değiştirilmesi durumlarında ilgililere hizmet sürelerinden<br />

sonuncusunun tabi olduğu kurumca bu kurumun mevzuatına göre aylık<br />

bağlanır (bu konuda bilgi için bkz. Güzel-Okur, 547-549; Tuncay, Sosyal<br />

Güvenlik, 355-356).


Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 15.1.<strong>2001</strong> tarihli kararına<br />

(E.2000/5976, K.<strong>2001</strong>/4, yayımlanmamıştır) konu olayda davacı SSK'na<br />

tabi bir işyerinde çalışmakta iken, işyerinin Devlet Malzeme Ofisine bağlanması<br />

sonucu 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 12. maddesi<br />

uyarınca istemi dışında yasa gereği sözleşmeli personel statüsüne alınmış<br />

ve Emekli Sandığı ile ilişkilendirilmiştir. Davacı 6 yıl 8 ay daha çalıştıktan<br />

sonra bu işten ayrılmış, hizmet akdiyle SSK'na tabi bazı işlerde daha çalıştıktan<br />

sonra en son SSK'nun 85. maddesine göre isteğe bağlı sigortalı<br />

iken sosyal sigortalar Kurumundan yaşlılık aylığı tahsis talebinde bulunmuştur.<br />

Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından yaşlılık aylığı bağlanması<br />

talebinin reddedilmesi üzerine, 2829 sayılı Kanunun 8. maddesinin 2.<br />

fıkrasındaki istisna hükmüne dayanarak, her ne kadar son yedi yıllık fiili<br />

hizmet süresi içinde daha çok fiili hizmeti Emekli Sandığı Kanununa tabi<br />

olarak geçse de, SSK'na tabi bir işyerinde çalışmakta iken bağlı olduğu<br />

kurumun yasayla değiştirildiğini, bu nedenle de son olarak halen tabi<br />

olduğu SSK'na göre yaşlılık aylığı bağlanması gerektiğini iddia ederek,<br />

Kurum işleminin iptali istemiyle dava açmıştır. Đlk derece mahkemesinin<br />

bu isteği kabul etmesi ve Kurumun temyiz başvurusu üzerine davaya bakan<br />

Yargıtay 10. Hukuk dairesi isabetli olarak ilk derece mahkemesi kararını<br />

bozmuştur.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi kararında da belirtildiği gibi, 2829 sayılı<br />

Kanunun 8. maddesinin 2. fıkrasındaki istisnalar arasında gösterilen, sigortalının<br />

bağlı bulunduğu kurumun yasayla değiştirilmesi durumunda, son<br />

yedi yıllık fiili hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olan Kuruma<br />

bakılmaksızın, sigortalıya hizmet sürelerinden sonuncusunun tabi olduğu<br />

kurum tarafından kendi mevzuatına göre aylık bağlanması, sigortalının son<br />

olarak, yasa ile ilişkilendirildiği kurumda çalışması durumuna özgüdür.<br />

Oysa olayımızda davacı sigortalı, yasa gereği Emekli Sandığına tabi<br />

kılındıktan sonra tekrar kendi isteği ile SSK'na tabi işyerlerinde çalışmış ve<br />

son olarak da SSK'na göre isteğe bağlı sigortalı olmuştur. Bu durumda,<br />

artık asıl kurala dönülmüş olmaktadır. Dolayısıyla davacıya, yaşlılık aylığı<br />

tahsis talebinde bulunduğu tarihten önceki yedi yıllık fiili hizmet süresi<br />

içinde fiili hizmetlerinin daha çok geçtiği Emekli Sandığı tarafından ve<br />

Emekli Sandığı Kanununa göre emekli aylığı bağlanmalıdır.<br />

Buna karşılık Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin incelemeye çalıştığımız<br />

kararına katılmayıp karşı oy yazısı veren Koçak'a göre, davacı, Anayasanın<br />

herkesin dilediği alanda çalışma ve sözleşme özgürlüğü tanıyan 48.<br />

maddesine göre SSK'na tabi olarak çalışmayı seçmiştir. Đradesi dışında<br />

Emekli Sandığına tabi kılınmasa bu çalışmasını sürdürecek ve Kurumdan<br />

emekli olacaktır. Davacının, SSK'ndan daha yüksek aylık alabileceği<br />

düşünülürse, tercih hakkını Sosyal Sigortalar Kurumundan yana kul-<br />

339


lanmasında hukuki yararı bulunmaktadır. hizmetlerin birleştirilmesine<br />

ilişkin 2829 sayılı Kanunun 8/2. maddesini sigortalının yararına yorumlamak<br />

gerekir. Davacının tüm çalışma süresinden sadece 6 yıl 8 aylık kısmı<br />

Emekli Sandığına tabidir. Geri kalan süre ise zorunlu ya da isteğe bağlı<br />

SSK'na tabi sigortalı olarak geçmiştir. Davacının tercihi de menfaatine olan<br />

SSK'na göre emekli olmaktır. Davacının Anayasal hakkını ortadan kaldırıcı<br />

nitelikteki bozma kararı yerinde değildir.<br />

Yukarıda da ifade ettiğimiz nedenlerle karşı oy görüşü isabetli görünmemektedir.<br />

Kişinin dilediği alanda çalışma özgürlüğü bulunmakla<br />

birlikte, sosyal güvenlik kamu düzeninden olup bu alandaki düzenlemeler<br />

emredici niteliktedir. 2829 sayılı Kanun genel Kuralı koymuş ve aylığı<br />

bağlayacak olan kurumun belirlenmesi konusunda net bir ölçüt getirmiştir.<br />

Bu ölçüte göre aylık bağlanmasına esas olan çalışma süresinin (olayımızda<br />

Emekli Sandığına tabi 6 yıl 8 aylık çalışma) bütün çalışma süresi içinde az<br />

bir yer tuttuğu gerekçe gösterilerek tartışmaya açılması mümkün değildir.<br />

Sigortalının ancak ilgili yasanın getirdiği ölçüt çerçevesinde bir tercih<br />

hakkı söz konusu olabilir. Başka bir deyişle sigortalı, son yedi yıllık fiili<br />

hizmet süresi içinde daha fazla fiili hizmeti yaşlılık aylığına hak kazanmak<br />

istediği yasaya tabi olarak gerçekleştirmek suretiyle tercih ettiği Kurumdan<br />

yaşlılık aylığına hak kazanabilir. Örneğin, davacı sigortalı son olarak<br />

SSK'nun 85. maddesine göre tabi olduğu isteğe bağlı sigortaya bir süre<br />

daha prim ödeyerek bu sonucu sağlayabilirdi. Her ne kadar. 2829 sayılı<br />

Kanunun 8. maddesinde fiili hizmetten söz edilse de, isteğe bağlı sigortaya<br />

prim ya da kesenek ödenerek geçirilen süreler de uygulamada bu kapsam<br />

içinde değerlendirilmektedir.<br />

Öte yandan, 2829 sayılı Kanunun 8. maddesinin 2. fıkrasındaki istisna<br />

hükmünü de yukarıda belirttiğimiz gibi konuluş amacı dışında yorumlamak<br />

isabetli olmaz. Aksi halde, çalışma yaşamı içinde tabi olduğu sosyal<br />

güvenlik kurumu bir kez yasayla değiştirilen kişiye, daha sonra bir günlük<br />

bir çalışmayla bile dilediği yasaya tabi olarak istediği Kurumdan yaşlılık ya<br />

da emeklilik aylığı alabile hakkı tanınmış olurdu. Oysa yasanın bu anlamda<br />

bir düzenleme getirmeyi amaçlamadığı açıktır. Aksine bir yaklaşımla karşı<br />

oy yazısındaki yorum tarzı kabul edilseydi, olayımızdaki sigortalının çok<br />

kısa bir süre için Bağ-Kur sigortalısı olmak suretiyle isterse bu Kurumdan<br />

da yaşlılık aylığına hak kazanmasının mümkün bulunduğunu kabul etmek<br />

gerekirdi.<br />

2. Yabancı ülkede yer altı maden işlerinde geçen çalışma süresinin<br />

borçlanılması, bu borçlanmanın SSK'nun yer altı maden işlerine<br />

ilişkin kurallarına göre yaşlılık aylığı bağlanması sonucunu doğurmaması


Yargıtay 21. Hukuk dairesinin 9.7.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.4233,<br />

K.5422, yayımlanmamıştır) konu olan olayda, 1966 ile 1970 yılları arasında<br />

Türkiye'de maden ocaklarında 359 gün çalışması bulunan sigortalı<br />

daha sonra Almanya'ya gitmiş ve bu ülkede de, 1970 ile 1979 yılları arasında<br />

9 yıl 1 ay 14 gün, 1980 ile 1984 yılları arasında ise, 4 yıl 17 gün yine<br />

maden işlerinde çalışmıştır. Yurt dışındaki 160 aylık çalışmasını 2147<br />

sayılı Yurt Dışında Çalışan Türk Vatandaşlarının Yurt Dışında Geçen<br />

Çalışma Sürelerinin <strong>Değerlendirilmesi</strong> Hakkında Kanuna göre borçlanan<br />

sigortalı daha sonra, 20 yıllık sigortalılık ve 5000 gün prim ödeme<br />

koşullarını sağladığını beyanla 1.4.1991 tarihi itibariyle Sosyal sigortalar<br />

Kurumundan yaşlılık aylığı bağlanması talebinde bulunmuştur. Kurumun<br />

bu talebi reddetmesi üzerine açılan dava ilk derece mahkemesi tarafından<br />

kabul edilmiştir.<br />

Kurumun temyiz başvurusu üzerine davayı ele alan Yargıtay 21. Dairesi<br />

kararında, "2147 sayılı kanunda yurt dışında çalışan işçilerin yaptıkları<br />

işin niteliğine göre borçlanma primi öngörülmemiştir. 506 sayılı Yasanın<br />

73. madde hükmüne göre belirli sigorta prim türünde aynı prim oranı<br />

uygulanırken malûllük yaşlılık ve ölüm sigortası türünde bu oran maden<br />

işyerlerinin yer altı işlerinde çalışanlar için yüksek tutulmuştur. Bunun<br />

nedeni maden işyerlerinin yer altı işyerlerinde çalışan sigortalıların yaş<br />

sınırı olmadan 20 yıl sigortalılık süresi ve 5000 gün prim ödeme gün sayısı<br />

ile emekli olabilmesi ve _ oranında itibari prim ödeme gün sayısından<br />

yararlanmaları ile ilgilidir. Ayrıca 506 sayılı yasanın 60/B-a maddesinde de<br />

Sosyal Güvenlik ve Çalışma Bakanlıklarınca tespit edilen maden<br />

işyerlerinin yer altı işyerlerinde geçen çalışma süreleri öngörülmüştür. Öte<br />

yandan Almanya'daki maden işyerlerinin yer altı işyerlerinin çalışma<br />

şartlarının işçi sağlığı ve iş güvenliği yönünden Türkiye'deki maden<br />

işyerlerinin yer altı işyerlerine nazaran daha üstün olduğu da açık-seçiktir.<br />

Açıklanan nedenlerle, davacı, yurtdışındaki çalışma süresinin maden<br />

işyerlerinin yer altı işyerlerinde geçtiğine dayalı olarak 506 sayılı yasanın<br />

60/B-a maddesinden yararlanamaz" görüşlerine yer vererek ilk derece<br />

mahkemesinin kararını bozmuştur.<br />

Yeraltı maden işlerinde çalışanların yaşlılık aylığına hak kazanma koşulları,<br />

bu işlerin ağır ve yıpratıcı olması nedeniyle bir çok ülkede olduğu<br />

gibi ülkemizde de hafifletilerek özel olarak düzenlenmiştir. Bu bağlamda<br />

SSK'nun 60. maddesinde çeşitli olasılıklar öngörülmüştür. Bu maddenin B<br />

bendinin a fıkrasında düzenlenen birinci olasılığa göre, Çalışma ve Sosyal<br />

Güvenlik Bakanlığı tarafından belirlenen maden işlerinin yer altı işlerinde<br />

sürekli çalışanlar (Söz konusu işler, 24.10.1979 günü ve 2574 sayılı<br />

Genelgede Maden Kanununa atıfta bulunularak belirlenmiştir. Bu işler<br />

10.12.1988 günlü ve 12 sayılı Genelgede de aynen tanımlanmıştır) 20<br />

341


yıldan beri sigortalı olmak ve bu işlerde en az 5000 gün malûllük, yaşlılık<br />

ve ölüm sigortası primi ödemek koşulu ile 50 yaşını doldurmamış olsalar<br />

da yazılı talepte bulunduklarında kendilerine yaşlılık aylığı bağlanır. Aynı<br />

maddeni b fıkrasında düzenlenen ikinci olasılığa göre ise, yine 50 yaşını<br />

doldurmamış olmakla birlikte 25 yıldan beri sigortalı olarak çalışan ve a<br />

fıkrasında sözü geçen maden işyerlerinin yer altı münavebeli (dönemler<br />

halinde nöbetleşe çalışma) işlerinde çalışan ve bu işlerde 4000 gün malûllük,<br />

yaşlılık ve ölüm sigortası primi ödeyen sigortalılar 8100 gün prim<br />

ödemiş sigortalılar gibi yaşlılık aylığından yararlanırlar. Belirtelim ki, bu<br />

fıkrada geçen 8100 rakamı 25.8.1999 gün ve 4447 sayılı Kanunun 56.<br />

maddesi ile değiştirilmeden önce 5000 gün olarak öngörülmüştü (maddede<br />

geçen 8100 rakamı, anılan yasa tasarı şeklindeyken SSK'nun 60/A<br />

maddesindeki en yüksek prim süresi önce 8100 gün olarak belirlenmişken,<br />

daha sonra 7000 güne indirildiği halde, bu indirimin aynı maddenin B<br />

bendinde gerçekleştirilmemesi sonucu ortaya çıkmıştır). SSK'nun 60/D-b<br />

maddesinde öngörülen üçüncü bir olasılığa göre ise, 50 yaşını dolduran ve<br />

malûllük yaşlılık ve ölüm sigortalarına tabi çalışmalarının en az 1800<br />

gününü Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanlığının belirlediği yer altı maden<br />

işlerinde geçiren sigortalılar, en az 5000 gün prim ödemiş bulunmak veya<br />

3600 gün prim ödemiş olmak ve 15 yıl sigortalılık süresine sahip bulunmak<br />

koşuluyla yaşlılık aylığına hak kazanırlar. Öte yandan, Çalışma ve Sosyal<br />

güvenlik Bakanlığınca belirlenen maden işyerlerinin yer altı veya yer altı<br />

nöbetleşe işyerlerinde en az 1800 gün çalışmış bulunan sigortalıların, bu<br />

işlerdeki prim ödeme gün sayıları toplamına bu gün sayısının _ oranında<br />

ekleme yapılır ve bulunan gün sayısı malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları<br />

prim ödeme gün sayısı olarak kabul edilir (bu konuda bilgi için bkz.<br />

Güzel-Okur, 310-311, Tuncay, Sosyal Güvenlik, 282-283).<br />

Son olarak belirtelim ki, SSK'nun 73/D. maddesine göre, malûllük,<br />

yaşlılık ve ölüm sigortası primi normal olarak sigortalının prime esas kazancının<br />

%20'si iken, bu oran maden işyerlerinin yer altı işlerinde çalışanlar<br />

bakımından %22 olarak öngörülmüş ve aradaki %2'lik fark bütünüyle<br />

işveren payına eklenmiştir.<br />

Yer altı maden işlerinde çalışanların yaşlılık aylığına hak kazanma<br />

koşulları bakımından öngörülen bu kolaylıklar, Türkiye'deki maden işyerlerinin<br />

yer altı işlerindeki çalışma koşullarına göre ve birbiriyle bağlantılı<br />

olarak bir sistem oluşturacak şekilde tasarlanmıştır. Oysa, davacı sigortalının<br />

yer altı maden işlerindeki çalışmalarının büyük bir bölümü Almanya'da<br />

farklı bir sistem içinde geçmiştir. Bu nedenle, davacının Almanya'da<br />

geçen çalışmalarını yurt dışı hizmet borçlanması yoluyla değerlendirmesi<br />

davacının Türkiye'deki yer altı maden işçileri bakımından öngörülen<br />

düzene dahil olması sonucunu doğurmaz. Örneğin, Yargıtay 21.


Hukuk Dairesinin kararında haklı olarak belirtildiği gibi, yer altı maden<br />

işlerinde çalışanlar bakımından yaşlılık aylığına hak kazanma koşulları<br />

hafifletilirken aktüaryal dengenin sağlanması bakımından bu sigortalıların<br />

mallûllük, yaşlılık ve ölüm sigortası primleri normalden %2 fazla öngörülmüştür.<br />

Oysa, yurt dışı hizmet borçlanması primlerinde böyle bir<br />

ayrıma gidilmeksizin herkes için aynı oranda bir borçlanma karşılığı öngörülmüştür.<br />

O nedenle, davacı sigortalının yaşlılık aylığına hak kazanma<br />

bakımından hizmetleri Türkiye'de geçen yer altı maden işleri ile aynı düzene<br />

tabi olması mümkün değildir. Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin bu<br />

doğrultudaki kararı isabetlidir.<br />

3. Yaşlılık aylığı alırken yeniden çalışmaya başlama<br />

a) Sosyal Sigortalar Kanunun 63. maddesinin A bendinde, bu kanuna<br />

göre yaşlılık aylığı almakta iken sigortalı olarak çalışmaya başlayanların<br />

yaşlılık aylıklarının çalışmaya başladıkları tarihte kesileceği, bu şekilde<br />

aylıkları kesilenlerden yeniden çalıştıkları süre zarfında 78. maddeye göre<br />

73. madde gereğince prim alınacağı, bu kişilerin işten ayrılarak yaşlılık<br />

aylığı verilmesi için yazılı talepte bulunmaları durumunda bu bendin 3.<br />

fıkrası hükmüne göre yeniden yaşlılık aylığı hesaplanacağı ve sigortalıya<br />

talep tarihini takip eden ay başından itibaren ödeneceği hükme bağlanmıştır.<br />

Maddeye göre, hesaplanan yeni aylık eski aylıktan düşük ise eski<br />

aylık esas alınacak, öte yandan sigortalının aylığının kesilmesinden sonraya<br />

ilişkin prim ödeme gün sayıları bu yasanın 61. maddesine göre aylık<br />

bağlama oranının tespitinde değerlendirilecektir. Aynı maddenin B bendinde<br />

ise, A bendinde öngörülen ilkeye bir istisna getirilmiş ve yaşlılık aylığı<br />

almakta iken sigortalı olarak bir işte çalışmaya başlayanların yazılı<br />

talepte bulunmaları halinde aylıklarının ödenmesine devam olunacağı,<br />

ancak bunlardan 78. maddeye göre tespit edilecek prime esas kazançları<br />

üzerinden %30 oranında sosyal güvenlik destek primi alınacağı öngörülmüştür.<br />

Bu primin 1/4 'ü sigortalı, 1/3 'ü ise işveren payıdır. Öte yandan,<br />

maddenin son fıkrasına göre, sigortalılar başlangıçta yaptıkları tercihlerini<br />

her zaman değiştirebileceklerdir (bu konuda bilgi için bkz. Güzel-Okur,<br />

342-347; Tuncay, Sosyal Güvenlik, 289-291).<br />

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.2.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.10-208,<br />

K.203, Ankara Barosu Dergisi, <strong>2001</strong>-2, 217-221) konu olayda davacı<br />

sigortalının yaşlılık aylığı Kurum tarafından SSK.63/A uyarınca aylık almakta<br />

iken çalışmaya başladığı gerekçesi ile kesilmiş ve çalışmaya başladığı<br />

tarihten sonra ödenen yaşlılık aylıklarının geri ödenmesi talep<br />

edilmiştir. Buna karşılık sigortalı ise, yaşlılık aylığı almakta iken çalışmaya<br />

başladığını, ancak muhasebecinin hatası sonucunda sosyal güvenlik destek<br />

343


primi yerine tüm sigorta kollarından prim yatırıldığını ileri sürerek, bu<br />

konudaki Kurum işleminin iptal edilmesi ve yaşlılık aylığının kaldığı<br />

yerden ödenmesi talebiyle dava açmıştır. Đlk derece mahkemesinin davayı<br />

kabul etmesi ve bu kararın davalı Kurum tarafından temyiz edilmesi<br />

üzerine davaya bakan Yargıtay 10. Hukuk Dairesi SSK'nun 63. maddesinde<br />

yer alan, yaşlılık aylığı almakta iken sigortalı olarak çalışmaya<br />

başlayanların yaşlılık aylıklarının çalışmaya başladıkları tarihte kesileceği<br />

yönündeki hükme dayanarak, çalışma olgusuyla sınırlı olmak üzere yaşlılık<br />

aylığının kesilmesini yerinde bulmuş ve ilk derece mahkemesinin kararını<br />

bozmuştur. Đlk derece mahkemesinin direnme kararı üzerine konuyu<br />

inceleyen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ise, 17.2.1999 tarihli (E.10-60,<br />

K.105) kararına yollamada bulunarak usul ve yasaya uygun gördüğü<br />

direnme kararının onanması gerektiği sonucuna varmıştır.<br />

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun atıfta bulunduğu 17.2.1999 tarihli<br />

kararına (bkz. YKD. Mayıs 2000, 669-674) göre, SSK'nu yaşlılık aylığı almakta<br />

iken çalışmak isteyen sigortalılara seçimlik bir olanak tanımıştır.<br />

Yaşlılık aylığı alırken yeniden çalışmaya başlayan sigortalının tercih<br />

edebileceği ilk seçenek, SSK'nun 63/A maddesine göre aylığını kestirerek<br />

normal sigortalı gibi çalışmaya devam etmesidir. Bu çalışması sırasında<br />

bütün sigorta kollarından prim ödeyen sigortalı çalışmayı bıraktığında<br />

kendisine son duruma göre yeniden aylık bağlanacaktır. Sigortalının tercih<br />

edebileceği ikinci seçenek ise, SSK.63/B maddesinden yararlanarak sosyal<br />

güvenlik destek primi ödeyerek yaşlılık aylığını almakta iken çalışmaya<br />

devam etmektir. Sigortalı yasada tanınan seçeneklerden dilediğini tercih<br />

edebilir. Ancak, sigortalı açıkça iradesinin ne yönde olduğunu ortaya<br />

koymamışsa aylığının kesilememesi gerekir. Yasal koşulların gerçekleşmesi<br />

sonucu yaşlılık sigortası kolundan aylığa hak kazanan sigortalının,<br />

daha sonraki çalışması sırasında sosyal güvenlik destek priminden<br />

daha fazla olan bütün sigorta kollarından prim ödemesine ve yeniden işe<br />

giriş bildirgesinde sigorta sicil numarası yerine emeklilik tahsis numarasının<br />

Kuruma bildirilmiş olmasına karşın aylığının kesilmesi, sosyal<br />

güvenlik ilkesine ve sosyal sigorta sistemine aykırı olur. Böyle bir uygulama<br />

kişiye sağlanan yasal olanağı işlemez hale getirir. Kaçak işçi çalıştırılması<br />

ve Kurumun prim kaybına uğraması gibi bir durum da söz konusu<br />

değilken, sırf yazılı başvuruda bulunmadığı gerekçesiyle davacının yaşlılık<br />

aylığının kesilmesi ve aylarca aylıktan yoksun bırakılması yasaya ve<br />

adalete uygun düşmez.<br />

Bu konudaki uyuşmazlık 17.2.1999 tarihli Yargıtay Hukuk Genel Kurulu<br />

kararından itibaren hep güncel kalmıştır. Bu arada Yargıtay 21. Hukuk<br />

Dairesinin de, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun görüşünü benimsemesiyle<br />

(Y21HD., 21.2.2000, E.1366, K.1322, YKD. Haziran 2000, 926-928)


içtihatlar arasında tam bir görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır. Đncelemeye<br />

çalıştığımız karar dışında, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 25.4.<strong>2001</strong> tarihli<br />

kararında da (E.10-373, K.392, Ankara Barosu Dergisi, <strong>2001</strong>-4, 282-284),<br />

17.12.1999 tarihli kararına göndermede bulunarak, Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesinin Kararının aksi yönündeki ilk derece mahkemesinin direnme<br />

kararını onamıştır.<br />

Söz konusu Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararlarına karşı oy yazısı<br />

yazan Aslanköylü'ye göre, SSK'nun 63. maddesinin lafzı oldukça açıktır.<br />

Yaşlılık aylığı almakta iken tekrar çalışmaya başlayan sigortalı SSK'nun<br />

63. maddesinin B bendi uyarınca sosyal güvenlik destek primi kesilmesi<br />

için yazıl talepte bulunmamışsa, yaşlılık aylığının çalışmaya başladığı tarihte<br />

kesilmesi gerekir. Bu çalışma olgusu sonradan saptanmışsa, Kurumun<br />

aylık kesme işlemi geriye dönük hüküm ifade eder. Bu ilkenin doğal<br />

sonucu olarak Kurum ödediği aylıkları sigortalıdan geri alma hakkına<br />

sahiptir. Maddenin amacı devletin istihdam politikasıyla ilgilidir. Yasa<br />

koyucu emekliye ayrılanların yerine işsizlerin geçmesini istemiştir. Aslında<br />

1986 yılında 3279 sayılı Yasayla yapılan değişiklikten önce, sosyal<br />

güvenlik destek primi ödeyerek yaşlılık aylığı almakta iken çalışmak gibi<br />

bir olanak bulunmazken 1986 yılında bu durum yumuşatılmış, ancak söz<br />

konusu primi ödeyerek çalışma yazılı başvuru koşuluna bağlanmıştır.<br />

Çoğunluğun normal sigorta primlerinin sosyal güvenlik destek primi yerine<br />

geçeceği görüşüne katılmak mümkün değildir. SSK'nun 63. maddesinde bu<br />

konuda bir hüküm bulunmamaktadır. Anılan maddede normal primlerin<br />

kesilmesi durumunda ne gibi bir işlem yapılacağı A bendinde<br />

gösterilmiştir. Bu durumda sigortalının yaşlılık aylığı kesilecek ve çalışmayı<br />

bırakarak yeniden yaşlılık aylığı talebinde bulunması durumunda bu<br />

dönemde ödediği primler aylığının yükseltilmesinde kullanılacaktır.<br />

Sigortalının prim ödemeksizin kaçak çalışması durumunda Kurumun bunu<br />

öğrendiğinde primleri resen tahsil etmesi SSK'nun 80. maddesi hükmü<br />

gereğidir. Yasa koyucu başlangıçta değilse bile daha sonra primlerin tahsil<br />

edileceğini bilmektedir. Çoğunluğun görüşü, yaşlılık aylığı alan kimsenin<br />

çalışması durumunda aylığının kesilmemesi gerektiği düşüncesine<br />

dayanmaktadır. Oysa yargı, olması gereken değil olan hukuku uygulamak<br />

zorundadır. Açık bir yasa hükmünün yargı tarafından uygulanmaması<br />

yargının kendisini yasama organının yerine koyması olur.<br />

Öğretide de Güzel, 17.12.1999 tarihli karara ilişkin incelemesinde<br />

Aslanköylü'nün karşı oy yazısındaki görüşüne katılarak kararı eleştirmiştir.<br />

Güzel'e göre, SSK'nun işven, sigortalı ve Kurum açısından getirdiği<br />

yükümlülükler emredicidir. Yasa bunlara aykırı davranmayı yaptırıma<br />

bağlamıştır. Sistemin sağlıklı işleyebilmesi söz konusu kurallara<br />

345


uyulmasına bağlıdır. Sosyal güvenlik sistemlerinde yaşlılık aylığı alanların<br />

artık geri kalan yaşamlarını dinlenerek geçirecekleri düşünülerek çalışmalarına<br />

olanak tanınmaz. Bu aynı zamanda istihdam politikasıyla da<br />

ilgilidir. Ancak Ülkemizde sosyal ve ekonomik koşullara bağlı erken<br />

emeklilik, emekli aylıklarının yetersiz oluşu gibi nedenler yasa koyucuyu<br />

anılan genel ilkeden sapmaya zorlamıştır. Bu nedenlerle SSK'nun 63.<br />

maddesinin B bendi öngörülürken yine de genel ilkeden uzaklaşılmamaya<br />

çalışılmış sigortalılara tercih hakkı tanınırken mutlak emredici hükümlerle<br />

bazı yükümlülükler öngörülmüştür. Sistemin işlerliği bu yükümlülüklere<br />

bağlı kalmakla sağlanabilir (Güzel, Kararlar 1999, 357-359; ayrıca bkz.<br />

Güzel-Okur, 345, dn.195).<br />

Belirtelim ki, bu konuda Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin kendi içinde<br />

de görüş birliği bulunmadığı görülmektedir. Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin,<br />

yaşlılık aylığı almakta iken çalışmaya başlayan ve bütün sigorta kolları<br />

için primleri ödenen sigortalının yaşlılık aylığının kesilmesi gerektiğine<br />

ilişkin 30.5.2000 tarihli kararına (E.4054, K.3953, yayımlanmamıştır),<br />

daha önce Aslanköylü ile birlikte Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun<br />

17.2.1999 tarihli Kararına karşı oy yazısı yazan Erdoğan, ile Aktekin<br />

katılmayarak karşı oy yazısı vermişlerdir. Anılan yargıçlar karşı oy yazılarında<br />

SSK'nun 63. maddesi lafzına göre yorumlanırsa Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesinin kararındaki sonuca varılacağını ancak, söz konusu maddenin<br />

A ve B bentlerinin amacına göre yorumlanması gerektiğini, sigortalının<br />

yaşlılık aylığı almakta iken çalıştığı ve bütün sigorta kollarından<br />

primlerini ödediği dönemde iradesinin sosyal güvenlik destek primi ödeyerek<br />

çalışmak şeklinde olabileceğini, bunun da SSK.63/B uyarınca<br />

mümkün olduğunu belirtmektedirler. Yargıçlara göre, Kurum böyle bir<br />

durumla karşılaştığında yapılması gereken iş sigortalının gerçek iradesinin<br />

sorulması olmalıdır. Buna göre, sigortalı A bendine tabi olmak istiyorsa<br />

aylığı kesilmeli ve çalışmaya başladığı dönemde daha önce ödenen yaşlılık<br />

aylıkları sigortalıdan geri istenmeli, sosyal güvenlik destek primi ödeyip<br />

yaşlılık aylığı alarak çalışmak istiyorsa, bütün sigorta kolları için ödenen<br />

primler sosyal güvenlik destek primi olarak kabul edilip, çalışılan dönemde<br />

ödenen aylıkların geri istenmesi yoluna gidilmemelidir.<br />

Öğretide Tuncay da, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin anılan kararına<br />

ilişkin incelemesinde, karşı oy yazıları ile Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun<br />

kararına katılan Yargıçların görüşünü isabetli bularak kararı eleştirmiştir.<br />

Tuncay'a göre, SSK'nun 63. maddesinin B bendinde sosyal güvenlik<br />

destek primi ödenerek yaşlılık aylığı alınabilmesi için öngörülen<br />

yazılı başvuru koşulunu mutlak kabul ederek madenin A bendi uyarınca<br />

yaşlık aylığının kesilmesi yoluna gidilmesi biçimsel hukukçuluk yapmak


olur. SSK'nun 63. maddesinin amaçsal yorumundan, davacı sigortalının<br />

kesinlikle kötü olmayan gerçek niyetinin araştırılması gerektiği sonucuna<br />

varmak hukuka uygun olur. Hukuki işlemleri sırf şekle aykırılık nedeniyle<br />

batıl saymak yerine, bunlara tahvil yoluyla benzer bir sonuç ve amaca<br />

hizmet eden başka bir işlemin hukuki sonuçlarını bağlamak hukukumuzda<br />

da uygulanan isabetli bir yoldur. Öte yandan, yaşlılık aylığının kesilmesinin<br />

ötesinde, ayrıca ödenen aylıkların geri istenmesini öngören Kurum işlemi<br />

MK.2'deki dürüstlük kuralı ile de bağdaşmamaktadır (Tuncay,<br />

Değerlendirme 2000, 217-219, yayımlanmamıştır).<br />

Belirtelim ki, daha sonra Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin Yargıtay Hukuk<br />

Genel Kurulu Kararına üstünlük tanıyan bir kararına da rastlanmaktadır<br />

(Y10HD., 16.1.<strong>2001</strong> E.2000/5710, K.<strong>2001</strong>/12, yayımlanmamıştır)<br />

Anılan karara Aslanköylü ve Erbaş'ın katılmayarak karşı oy yazısı<br />

yazdıkları görülmektedir. Karşı oy yazısı yazan Yargıçlar bu konuda yukarıda<br />

açıklanan görüşlere ek olarak, sigortalı işe girerken aylığının kesilmesi<br />

için Kuruma başvurmamış olsa bile işten ayrılmadan önce destek<br />

primi ödeyeceğini ve aylığının kesilmemesini kurumdan talep ederse bu<br />

durumda aylığının kesilmeyeceğini, oysa söz konusu olayda sigortalı çok<br />

önce işten ayrıldığı için aylığının kesilmesi gerektiği görüşünü dile getirmişlerdir.<br />

Kanımızca, bu konuda SSK'nun 63. maddesinin amaçsal yorumuna<br />

dayanan görüşün üstün tutulması daha isabetli olur. Kuşkusuz ki, SSK'nun<br />

63. maddesinin A bendinde yer alan ve yaşlılık aylığı almakta iken<br />

çalışmaya başlayan sigortalının çalışmaya başladığı tarihte aylığının kesilmesini<br />

öngören düzenleme açıktır. Aynı şekilde, yaşlılık aylığı alarak<br />

çalışmak için sosyal güvenlik destek primi ödenmesini öngören ve bunun<br />

için yazılı başvuru arayan düzenleme de açıktır. Ancak, her halde yasa<br />

sigortalıya sosyal güvenlik destek primi ödeyerek yaşlılık aylığı alma olanağını<br />

tanımıştır. Yasa bu olanağı talep koşuluna bağlamakla birlikte<br />

bunun zamanını belirtmemiştir. Aslanköylü ve Erbaş karşı oy yazılarında,<br />

yaşlılık aylığı almakta iken çalışmaya başlayan sigortalının, sosyal<br />

güvenlik destek primi ödeyerek çalışma talebini en geç işten ayrılmadan<br />

önce yapabileceği görüşünü dile getirmişlerdir. Kanımızca bu talebin,<br />

yaşlılık aylığı almakta iken bütün sigorta kollarından prim ödeyerek çalıştığı<br />

saptanan sigortalıya Kurum tarafından sorulması üzerine yapılmasına<br />

da bir engel bulunmamaktadır.<br />

Đncelemeye çalıştığımız olayda sigortalıdan bütün sigorta kolları için<br />

prim kesilmiştir (prime esas kazancın %15'i). Bu prim sosyal güvenlik<br />

destek priminin işçi payından da yüksektir (%7.5). Đşveren açısından ise<br />

büyük bir fark ortaya çıkmamaktadır. Đşverenin, işyerinin tehlikelilik de-<br />

347


ecesine göre değişen toplam prim payı %21.5 ile %27 arasındadır. Sosyal<br />

Güvenlik destek primi payı ise %22.5'tur. Yaşlılık aylığı alan sigortalının<br />

yeniden çalışmaya başladığında ücretinden bütün sigorta primlerinin<br />

kesilmesinden bir menfaati de söz konusu olamaz. Çünkü, çalışırken<br />

yaşlılık aylığını da almak isteyen ancak bütün sigorta kollarından prim<br />

ödeyen sigortalının daha sonra yaşlılık aylığının yeniden hesaplanması için<br />

başvurmasının mümkün olmadığı açıktır. Böyle durumlarda gereğinden<br />

fazla prim ödeyen, bu nedenle de kötü niyetinden söz edilemeyecek olan<br />

sigortalının belirsiz olan iradesinin araştırılması hakkaniyete ve yasanın<br />

amacına daha uygun görünmektedir. Erdoğan ve Aktekin'in anılan karşı<br />

oy yazılarında da belirttikleri gibi, sigortalının yaşlılık aylığı almakta iken<br />

primlerini ödeyerek çalıştığını saptayan Kurumun, sigortalıdan gerçek<br />

iradesini sorup öğrenmesi ve buna göre sigortalıya yol göstermesi yasanın<br />

amacına daha uygun olur. Sigortalının bu aşamada sosyal güvenlik destek<br />

primi ödeyerek çalışmayı tercih ettiğini bildirmesi durumunda, bütün<br />

sigorta kolları için ödediği primlerin sosyal güvenlik destek primi yerine<br />

sayılması ve sigortalının yaşlılık aylığının kesilmemesi daha isabetlidir.<br />

Nihayet, Sosyal Sigortalar Kurumu Başkanlığı da, 4.7.2002 günlü ve<br />

12-118 sayılı Ek Genelgesi ile Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun kararlarına<br />

işaret ederek, Kurum aleyhine sonuçlanan davaların önlenmesi<br />

amacıyla, tercihleri olmaksızın işverenlerince tüm sigorta kollarına tabi<br />

tutulduğu ya da sigortasız çalıştırıldığı tespit edilen sigortalılardan Kurumca<br />

yapılacak, örneği genelgeye ekli yazılı ihtara rağmen herhangi bir<br />

tercihte bulunmayanların aylıklarının durdurulmasını öngörmüştür<br />

(Genelge A, 5). Öte yandan Genelgede, yaşlılık aylığı almakta iken çalışan<br />

ve kendileri için tüm sigorta kollarından prim ödenenlerden faizli olarak<br />

geri alınan aylıkların ve sosyal yardım zamlarının, başvurmaları durumunda<br />

kendilerine ödeneceği ve tercihini sosyal güvenlik destek primi<br />

ödemek yönünde kullanan sigortalılar için ödenen normal sigorta primlerinin<br />

de sosyal güvenlik destek primine dönüştürüleceği öngörülmüştür.<br />

Son olarak genelgede, bu konuda Kurumca açılan davalar ile sigortalılar<br />

tarafından Kuruma karşı açılan davaların mümkün olduğunca müracaata<br />

bırakılmaya çalışılması gerektiği de belirtilmektedir (Genelge C, 2-3).<br />

b) Yargıtay 10. Hukuk Dairesine göre, yaşlılık aylığı almakta iken yeniden<br />

çalışmaya başlayan sigortalı SSK'nun 63. maddesinin B bendinden<br />

yararlanarak yaşlılık aylığını almaya devam edebilmek için sosyal güvenlik<br />

destek primi ödemediği gibi, normal sigorta primlerini de ödememişse,<br />

daha doğru bir ifadeyle sigortalı için hiç prim ödenmemişse, SSK'nun 63.<br />

maddesinin A bendi uyarınca yaşlılık aylığının sigortalının çalışmaya<br />

başladığı tarihte kesilmesi gerekir. Bu konuda Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin<br />

<strong>2001</strong> yılı kararlarında oy birliği bulunduğu görülmektedir


(Y10HD., 13.2.<strong>2001</strong>, E.437, K.889; 5.7.<strong>2001</strong>, E.4763, K.5352, yayımlanmamıştır).<br />

Gerçekten de bu durumda, yaşlılık aylığı almakta iken kendileri<br />

için bütün sigorta kollarından prim ödenenler bakımından yapılan yoruma<br />

benzer bir yoruma gitmek aynı derecede kolay görünmemektedir. Çünkü,<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin anılan kararlarında belirtildiği gibi, bu tür<br />

çalışmalar kaçak çalışma niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla, bu durumda<br />

SSK'nun 63. maddesinin amacından ve hakkaniyetten söz edilerek<br />

sigortalının iradesinin araştırılması düşüncesini benimsemek güçtür. Ancak<br />

olması gereken hukuk bakımından, her halde sigortalının tercihinin<br />

sorulmasının daha adil olacağı düşünülebilir.<br />

Öte yandan, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin kararlarında ifadesini<br />

bulan, yaşlılık aylığı alan sigortalının hiç prim ödemeksizin çalıştığı tespit<br />

edildiğinde, aylığının fiili çalışma dönemiyle sınırlı olarak kesilmesinin gerektiği<br />

ve Kurumun bu döneme ilişkin aylıkları geri talep edebileceği görüşü<br />

de isabetlidir. Aslında, SSK'nun 63. maddesinin A bendinin lafzına<br />

bağlı kalınırsa, yaşlılık aylığının yeniden bağlanabilmesi için sigortalının<br />

talebine ihtiyaç bulunmaktadır. Ancak kaçak çalışma olgusunun fiili çalışmanın<br />

bitmesiyle birlikte son bulduğu dikkate alınırsa, bu tarihten sonra<br />

Kurum tarafından kaçak çalışmanın tespit edildiği tarihe kadarki dönem<br />

için ödenen yaşlılık aylıklarının da geri istenmesi hakkaniyete uygun<br />

olmaz. Kaldı ki, fiili çalışmanın son bulduğu tarihten sonrası için kötü<br />

niyetinden de söz edilemeyecek olan ve genellikle geçimini yaşlılık aylığı<br />

ile sağlayan sigortalıdan bu döneme ilişki aylıkların istenmemesi BK'nun<br />

63. maddesi hükmüne de uygun düşer.<br />

Belirtelim ki, yaşlılık aylığı almakta iken hiç prim ödemeksizin kaçak<br />

çalıştığı gerekçesiyle Kurumca yaşlılık aylığı kesilip, fiili çalışma döneminde<br />

ödenen yaşlılık aylıkları geri alınan sigortalı bakımından, söz konusu<br />

çalışma dönemi için normal sigorta primleri tahakkuk ettirilerek işverenden<br />

tahsil edilir. Bu durumda, anılan fiili çalışma dönemi sonu itibariyle<br />

yeni prim tahakkukuna bağlı prim ödeme gün sayıları da dikkate<br />

alınarak sigortalı için yeniden yaşlılık aylığı hesaplanması gerekir<br />

(Y21HD., 30.6.200, E.4776, K.5230; Tuncay'ın kararı isabetli bulan incelemesi<br />

için bkz. Değerlendirme 2000, 217, yayımlanmamıştır).<br />

Ancak, yukarıda sözünün ettiğimiz Kurum Genelgesi, sosyal güvenlik<br />

destek primi ödeme talebi olmaksızın yaşlılık aylığı almakta olanlardan<br />

kendileri için hiç prim ödenmeyenleri de kapsayıcı nitelikte olduğundan,<br />

her halde bu gruptakiler bakımından da artık uygulamada uyuşmazlık<br />

çıkması söz konusu olmayacaktır.<br />

c) Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 9.4.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.2190,<br />

K.2700, yayımlanmamıştır) konu olan, sigortalının yaşlılık aylığı almakta<br />

349


iken tekrar çalışmaya başlaması ile ilgili diğer bir olayda ise, işten ayrıldığı<br />

5.6.2000 tarihinde yaşlılık aylığı tahsis talebinde bulunan sigortalı, yaşlılık<br />

aylığının bağlandığı 14.6.2000 tarihinden önce sosyal güvenlik destek<br />

primi ödeyerek çalışmaya başladığı için aylığı kesilmiştir. Yargıtay 10.<br />

Hukuk Dairesi, kararında, "... yasadaki koşulları yerine getirerek yaşlılık<br />

aylığına hak kazanan sigortalıların yaşlılık aylığı tahsisinden önce<br />

çalışmalarını engelleyen bir hüküm mevcut olmadığı ..." görüşüne yer vererek,<br />

sigortalının Kurum işleminin iptali için açtığı davayı reddeden ilk<br />

derece mahkemesi kararını bozmuştur. Kanımızca Yargıtay 10. Hukuk<br />

Dairesinin kararı isabetli olup, SSK'nun 63. maddesinin B bendi amacına<br />

göre yorumlandığında farklı bir sonuca varılmaması gerekir. Zira, her ne<br />

kadar anılan maddede yaşlılık aylığı almakta olan sigortalının çalışırken<br />

aylığını almaya devam edebilmek için sosyal güvenlik destek primi<br />

ödemek üzere yazılı başvuru yapabileceğinden söz edilmekte ise de, maddenin<br />

amacına uygun yorumu, yaşlılık aylığının tahsisinden önce sosyal<br />

güvenlik destek primi ödeme talebinde bulunarak çalışmaya başlayanların<br />

bu taleplerinin geçersiz sayılmasına ve yaşlılık aylıklarının kesilmesine izin<br />

vermez.<br />

Bununla birlikte, öğretide Güzel, SSK'nun 63/B hükmü kendisine<br />

yöntemince yaşlılık aylığı bağlanmış sigortalının destek primi ödeyerek<br />

çalışmaya başlamasını öngörmektedir. Yaşlılık aylığının koşullarının<br />

oluşması anılan hükmün uygulanması açısından yeterli olmamak gerekir<br />

görüşlerini dile getirerek, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin incelemeye çalıştığımız<br />

karar ile aynı yöndeki bir kararını (Y21HD., 6.12.1999 E.8714,<br />

K.8753, YKD. Nisan 2000, 553-554) eleştirmiştir (bkz. Güzel, Değerlendirme<br />

1999, 360).<br />

Belirtelim ki, yukarıda sözünü ettiğimiz Kurum Genelgesinde bu konudaki<br />

uyuşmazlığa çözüm getiren bir düzenleme de bulunmaktadır. Söz<br />

konusu düzenlemeye göre, tahsis talep tarihi ile aylık başlangıç tarihi<br />

arasında yeniden başladığı çalışmasını, yaşlılık aylığının başlangıç tarihinden<br />

(dahil) sonra da sürdüren sigortalılar talepte bulunurlarsa, tahsis<br />

işleminin sonuçlanıp sonuçlanmadığına bakılmaksızın Genelgede öngörülen<br />

esaslar çerçevesinde haklarında yeniden çalışmaya başlanan tarih itibariyle<br />

sosyal güvenlik destek primi uygulanacaktır (Genelge A, 4).<br />

B. Bağ-Kur Kanunu Uygulaması<br />

Kısmî yaşlılık aylığı<br />

a) Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 25.9.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.5715,<br />

K.6144, yayımlanmamıştır) konu olayda davacı sigortalı, Bağ-Kur K'nun<br />

ek geçici 4. maddesine göre 10 yıllık hizmet borçlanmasının geçerliliği ile


30.3.2000 tarihli tahsis talebine göre yaşlılık aylığı bağlanması gerektiğinin<br />

tespitini talep etmiştir.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi kararında, 10 yıllık hizmet borçlanmasını<br />

yerinde bulmuş, ancak yaşlılık aylığının bağlanması için yasada aranan<br />

koşullar bakımından eksik inceleme yapıldığı gerekçesi ile ilk derece<br />

mahkemesinin davanın kısmen kabulü yönündeki kararını bozmuştur.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi kararında, sigortalı yönünden Bağ-Kur K'nun<br />

35/c maddesine göre, yaşlılık aylığı tahsisi için gerekli yasal koşulların, 55<br />

yaşın tamamlanması, 15 tam yıl prim ödeme, Kurumdan yazılı talepte<br />

bulunma ve talep tarihi itibariyle prim ve her türlü borçların ödenmesi<br />

olduğunu belirttikten sonra, "... her ne kadar 04.07.2000 tarihli hesap<br />

ekstresinde sigortalının Kuruma karşı prim ve gecikme zammına ilişkin<br />

olarak cüzi miktarda borcu görülmekte ise de davalı Kurumca tahsis talebine<br />

ilişkin olarak sigortalıya verilen cevapta bu borçtan söz edilmeyerek<br />

sigortalının isteğe bağlı sigortalılık ve askerlik borçlanması olmak üzere<br />

1813 prim ödeme gün sayısı olduğunun bildirilmesi karşısında; öncelikle iş<br />

bu borcun ödenip ödenmediği gereğince araştırılmalıdır. Diğer taraftan<br />

prim borcuna tekabül eden sigortalılık süresi gerektiğinde bilirkişiden<br />

mütalaa alınmak suretiyle belirlenerek bu süre dışlansa dahi 15 tam yıl<br />

prim ödeme koşulunun gerçekleşmesi durumunda davacının tahsis talebini<br />

takip eden aybaşından itibaren yaşlılık aylığına hak kazandığının tespitine<br />

karar verilmelidir" görüşlerine yer vermiştir.<br />

Bağ-Kur K'nun ek geçici 4. maddesine göre, bu Kanuna göre isteğe<br />

bağlı sigortalı olanlardan 5.5.1979 tarihinde kadın ise 40, erkek ise 45<br />

yaşını geçenler sigortalı oldukları tarihten geriye doğru 10 yıllık süreyi sigortalılıklarının<br />

tescili tarihinden itibaren bir yıl içinde talepte bulunmak<br />

koşuluyla borçlanabilirler. Đncelemeye çalıştığımız karardan anlaşıldığı<br />

üzere davacı sigortalının da yaptığı bu borçlanma, belirli bir yaşın üzerindekilerin<br />

isteğe bağlı sigortalılıktan yararlanarak yaşlılık aylığına hak kazanmalarını<br />

kolaylaştırmak amacıyla getirilmiştir. Söz konusu ek geçici 4.<br />

maddeye göre, diğer sosyal güvenlik yasalarına göre hizmeti bulunanlar<br />

sadece bu hizmetlerini on yıla tamamlayacak süreyi borçlanabilirler.<br />

Borçlanılan süreler, yaşlılık aylığı bağlanmasında ancak borcun bittiği<br />

tarihten itibaren bir yıl geçtikten sonra prim ödeme süresi olarak değerlendirilir.<br />

Borçlanılacak süreye ilişkin primler talep tarihindeki basamak ve<br />

prim tutarları üzerinden hesaplanır ve sigortalılığın başlangıç tarihinden<br />

itibaren iki yıl içerisinde ödenir. Bu süre içinde borcun ödenmemesi<br />

durumunda borçlanma geçersiz sayılır. Öte yandan, bu borçlanma süreleri<br />

sigortalıların diğer sosyal güvenlik yasalarına tabi çalışmaları söz konusu<br />

olduğunda o yasalara göre yaşlılık aylığına hak kazanmaları bakımından<br />

2829 sayılı Kanuna göre hizmet birleştirmesi kapsamına girmez (bu<br />

351


konuda bilgi için bkz. Akın, Bağ-Kur, 107-110). Đncelemeye çalıştığımız<br />

karardan davacı sigortalının, yaşlılık aylığına hak kazanma bağlamında bu<br />

hizmet borçlanmasının koşullarına sahip olduğu anlaşılmaktadır.<br />

Davacı sigortalı yaşlılık aylığı tahsis talebini, Bağ-Kur K'nun 35.<br />

maddesinin 3. fıkrasına göre yapmıştır. Kısmî yaşlılık aylığı bağlanmasına<br />

ilişkin bu maddeye göre aylığa hak kazanma koşulları tam aylıktaki koşullarla<br />

aynı olmakla birlikte, prim ödeme süresi 25 yıldan 15 yıla indirilerek<br />

bir kolaylık sağlanmıştır. Prim ödeme süresi dışındaki yaşlılık aylığına<br />

hak kazanma koşulları, belirli bir yaşta olma, Kuruma prim ve her<br />

türlü borcunu ödemiş olma ve yazılı talepte bulunma şeklinde sıralanabilir.<br />

Bağ-Kur K'nun 35. maddesinin 3. fıkrasına göre, 8.9.1999 tarihinden sonra<br />

tescil edilmiş bulunan sigortalılar kadın ise 60, erke ise 62 yaşını<br />

doldurmak ve 15 yıl prim ödemiş bulunmak koşuluyla kısmî yaşlılık aylığı<br />

bağlanmasını talep edebilirler. Ancak, 4447 sayılı Kanun ile Bağ-Kur K'na<br />

eklenen geçici 10. maddenin 3. fıkrasına göre, 4447 sayılı Kanunun<br />

yürürlüğe girdiği 8.9.1999 tarihinden önce sigortalı olanlar, 1.10.<strong>2001</strong><br />

tarihiden önce, kadın ise 50, erkek ise 55 yaşını doldurmak ve 15 tam yıl<br />

prim ödeme koşulunu sağlıyor iseler bu yasanın yürürlüğe girdiği tarihi<br />

takip eden ay başından itibaren yaşlılık aylığına hak kazanırlar. Söz konusu<br />

koşulları 1.10.<strong>2001</strong> tarihinden sonra gerçekleştirenler bakımından ise, yaş<br />

koşulu, anılan tarihten başlayan iki yıllık dönemler halinde kademeli olarak<br />

artırılmıştır (bu yaş koşulları kadın ve erkekler için, 51-56, 52-56, 53-57,<br />

54-57 olarak belirlenmiştir). Anılan koşulları 1.10.<strong>2001</strong> tarihinden on yıl<br />

sonra gerçekleştirenler bakımından ise yaş koşulu, kadınlar için 56,<br />

erkekler için 58 yaş olarak öngörülmüştür (bkz. Güzel-Okur, 494-495,<br />

497; Tuncay, Sosyal Güvenlik, 410-411). Anayasa Mahkemesi Bağ-Kur<br />

K'na eklenen geçici 10 maddeye ilişkin olarak açılan iptal davasında kısmî<br />

aylıkla ilgili geçiş hükümlerini Anayasaya aykırı bulmamıştır.<br />

Đncelemeye çalıştığımız kararda davacı sigortalı, 15 yıl tam prim<br />

ödeme ve 55 yaşını doldurma koşulunu 1.10.<strong>2001</strong> tarihinden önce gerçekleştirdiğinden<br />

daha yüksek yaş koşullarına tabi olmayacaktır. Ancak<br />

bunun için, Yüksek Mahkeme tarafından öngörüldüğü gibi, kararda geçen<br />

ve 15 yıllık prim ödeme koşulunun sağlanması bakımından gerekli<br />

görünen, isteğe bağlı sigortalılık ve askerlik borçlanmasına dayalı 1813<br />

günlük prim ödeme süresine ilişkin herhangi bir borcun bulunup bulunmadığının<br />

araştırılması, bu süre dışında 15 tam yıl prim ödeme koşulunun<br />

gerçekleşip gerçekleşmediğine bakılması gerekir. Böyle bir borç<br />

varsa, bu borca karşılık gelen prim ödeme süresi düşüldüğünde dahi 15 tam<br />

yıl prim ödeme koşulu gerçekleşiyorsa, davacı sigortalının, tahsis talebini<br />

takip eden ay başından itibaren yaşlılık aylığına hak kazandığının tespitine


karar verilmesi gerekir. Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin bu yöndeki kararı<br />

isabetlidir.<br />

b) Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 15.2.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.759,<br />

K.960, yayımlanmamıştır) konu olayda uyuşmazlık, daha önce kısmî<br />

yaşlılık aylığı bağlanması gerektiğinin kesinleşen bir yargı kararı ile tespit<br />

edilmesine karşın, hangi tarih itibariyle aylık bağlanması gerektiğinin kararda<br />

belirtilmemiş olması nedeniyle, aylık bağlama tarihinin belirlenmesi<br />

noktasında doğmuştur. Sigortalı, lehine kesinleşen kısmî yaşlılık aylığına<br />

hak kazandığının tespitine ilişkin davayı 18.7.1997 tarihinde açmış, davaya<br />

bakan mahkeme de 25.6.1998 tarihli kararıyla sigortalıya yaşlılık aylığı<br />

bağlanması gerektiğini hükme bağlamıştır. Davacı sigortalının dava açtığı<br />

tarihten önce yaşlılık aylığı tahsis talebinde bulunmadığı anlaşılmaktadır.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin kararında belirtildiği gibi, bu durumda kural<br />

olarak, dava tarihinin (18.71997) tahsis talebi yerine kabulü yerinde olur.<br />

Zira sigortalı, dava dilekçesi ile kendisine yaşlılık aylığı bağlanması<br />

isteğine ilişkin iradesini açıkça ortaya koymuş olmaktadır. Bu durumda<br />

yaşlılık aylığı, Bağ-Kur K'nun 37. maddesi uyarınca, söz konusu yazılı<br />

talep tarihini takip eden ay başından başlayacaktır.<br />

Ancak olayımızda, sigortalının dava açtığı 18.7.1997 tarihinde isteğe<br />

bağlı Bağ-Kur sigortalılığının devam ettiği görülmektedir. Bu ilişki<br />

30.9.1997 tarihinde sigortalı tarafından sona erdirilmiştir. Sigortalı dava<br />

tarihi itibariyle kısmî yaşlılık aylığı bağlanması için gerekli olan 50 yaş<br />

koşulunu sağlamakla birlikte, bu tarihte sigortalılık ilişkisinin devam ettiği<br />

ve sigortalılık başlangıcının 17.9.1992 olduğu dikkate alındığında, Bağ-<br />

Kur K'nun ek geçici 4. maddesine göre yaptığı 10 yıllık hizmet borçlanması<br />

da hesaba katılsa, 18.7.1997 tarihi itibariyle 15 yıl tam prim ödeme<br />

koşulunu sağlayamamaktadır. Söz konusu koşul ancak, 17.9.1997 tarihinde<br />

gerçekleşebilmektedir. Bu durumda sigortalıya anılan tarihi takip eden ay<br />

başından (1.10.1997) itibaren yaşlılık aylığı bağlanmalıdır.<br />

Bu noktada tartışılabilecek bir konu, Kuruma yazılı talepte bulunan ve<br />

talep tarihinde henüz yaşlılık aylığına hak kazanma koşullarını sağlamadığı<br />

anlaşılan sigortalının söz konusu talebinin daha sonra yaşlılık aylığına hak<br />

kazanma koşulları gerçekleştiğinde işleme konmasının gerekip<br />

gerekmediğine ilişkin olabilir. Bir görüşe göre bunun mümkün olması gerekir<br />

(Mustafa Çenberci - Turgut Uygur, Bağ-Kur Kanunu Şerhi, Ankara<br />

1979, 139; Orhan Yalçınkaya, Bağ-Kur Kanunu, Açıklamalar Đlgili Mevzuat,<br />

Ankara 1999, 159). Yargıtay da bu görüşü benimsemiştir (Y10HD.,<br />

15.4.2002, E.2963, K.3290, yayımlanmamıştır; Y10HD., 29.3.1984,<br />

E.1675, K.1776, YKD. Eylül 1984, 1389-1391; Y10HD., 17.4.1979,<br />

E.8410, K.3401, Çenberci-Uygur, 139). Keza, yazılı başvuru koşulunun<br />

353


aynen söz konusu olduğu SSK uygulamasında da bu yaklaşımın hakim<br />

olduğu görülmektedir (bkz.Tuncay, Sosyal Güvenlik, 282; Güzel-Okur,<br />

314; ayrıca bkz. Tunçomağ, 353-354). Bu yöndeki bir Yargıtay kararını<br />

(Y21HD., 29.1.1996, E.261, K.310, YKD. Şubat 1997, 263-264) değerlendiren<br />

Centel, özellikle başvuru tarihi ile eksik koşulun sonradan gerçekleşme<br />

tarihi arasındaki zaman aralığının kısa olduğu durumlarda<br />

başvurunun geçerliliğini koruduğunun kabul edilmemesinin hak ve nesafet<br />

kuralları ile bağdaşmayacağı görüşündedir (Centel, Değerlendirme 1996,<br />

257). Kanımızca da bu görüş isabetlidir. Buna karşılık, Bağ-Kur K<br />

uygulamasında yazılı talebin diğer koşullar gerçekleştikten sonra en son<br />

sağlanması gereken bir koşul olduğundan hareket eden ve diğer koşullar<br />

olmadan sigortalının yaşlılık aylığı talep hakkının da bulunmadığını kabul<br />

eden başka bir görüşe göre ise, diğer koşullar gerçekleşmeden bir talepte<br />

bulunulmuşsa, bu talep daha sonra eksikliği tespit edilen koşullar<br />

sağlanınca geçerli hale gelmeyecektir (Akın, Bağ-Kur, 48-49; Ziya Çağlar,<br />

açıklamalı-Uygulamalı Bağ-Kur Mevzuatı ve Đlgili Kanunlar, Ankara 1986,<br />

148).<br />

Đncelemeye çalıştığımız olayda da, sigortalı dava açtığı tarihten<br />

(18.7.1997) önce yaşlılık aylığı tahsis talebinde bulunmamış olmakla birlikte,<br />

yargılama sırasında yaşlılık aylığına hak kazanmaya ilişkin maddi<br />

koşulları sağlamıştır. Kanımızca, söz konusu yargılama sonunda 25.6.1998<br />

tarihli mahkeme kararı ile davacıya yaşlılık aylığı bağlanmasının<br />

gerektiğine karar verilmiş bulunması karşısında artık anılan tartışmaya dahi<br />

girmeksizin maddi koşulların gerçekleştiği tarihi takip eden ay başından<br />

itibaren yaşlılık aylığı bağlanması gerektiği sonucuna varmak hakkaniyete<br />

ve yasanın amacına da uygun olur. Zira sigortalının, yargılama sırasında<br />

yaptığı işlemlerle her aşamada, yaşlılık aylığı bağlanması istemine ilişkin<br />

iradesini ortaya koyduğu açıktır ( SSK uygulamasında benzer bir karar<br />

[Y10HD., 26.5.1992, E.1991/9975, K.1992/5961, YKD. Kasım 1992,<br />

1715] ve Tuncay tarafından olumlu eleştirisi için bkz. Değerlendirme<br />

1992, 164-165).<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin açıklanmaya çalışılan maddi ve hukuki<br />

olgulara dikkat edilmediği gerekçesiyle, davanın reddine ilişkin ilk derece<br />

mahkemesi kararını bozması isabetlidir.<br />

C. Tarım Bağ-Kur Kanunu Uygulaması<br />

1. Çalışmayı bırakmadan yaşlılık aylığı talebinde bulunma<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 19.6.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.4425,<br />

K.4798, yayımlanmamıştır) konu olayda, davacı sigortalı yaşlılık aylığı<br />

bağlanması için Kuruma başvurduğu 22.4.1999 tarihini takip eden ay


aşından itibaren, T Bağ-Kur K'na göre beşinci basamaktan yaşlılık aylığı<br />

bağlanmasına karar verilmesini talep etmiştir. Đlk derece mahkemesi, davacının<br />

işten ayrılmadığı gerekçesi ile talebini reddetmiştir. Konuyu inceleyen<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi ise, T Bağ-Kur K'na göre, yaşlılık aylığı<br />

bağlanması için işten ayrılmanın koşul olmadığını belirterek, talep tarihi<br />

itibariyle yaşlılık aylığı almanın koşullarının araştırılmasına, gerekli koşulların<br />

varlığının saptanması durumunda ise, talep tarihini takip eden ay<br />

başından itibaren yaşlılık aylığının bağlanması gerektiğine karar vermiştir.<br />

Gerçekten de, T Bağ-Kur K'nun yaşlılık aylığından yararlanma koşullarını<br />

düzenleyen 17. maddesinde belirtilen koşullar arasında çalışmanın<br />

bırakılması gibi bir koşula yer verilmemiştir. Ancak belirtelim ki, T Bağ-<br />

Kur K'nun yaşlılık aylığının kesilmesine ilişkin 20. maddesinde, 619 sayılı<br />

KHK ile değişiklik yapılmadan önce sadece bu yasa kapsamı dışında bir<br />

işte çalışanların aylıklarının kesileceği öngörülmekteydi. 619 sayılı KHK<br />

ile yapılan değişiklikten sonra ise, yaşlılık aylığının kesilmesi Bağ-Kur K'-<br />

nun 38. maddesine paralel olarak sigortalının isteğine bırakılmıştır. Fakat<br />

daha sonra 619 sayılı KHK de Anaya Mahkemesi tarafından iptal edilmiş<br />

(Anayasa Mahkemesi 26.10.2000, E. 2000/61 K. 2000/34, AMKD, S.36,<br />

C.2, <strong>2001</strong>, 829-833) ve Anayasa Mahkemesinin, kararının yürürlüğe<br />

girmesi için tanıdığı dokuz aylık süre 8.8.<strong>2001</strong> tarihinde dolmasına karşın,<br />

henüz T Bağ-Kur K'nun iptal edilen hükümlerinin yerine yeni bir yasal<br />

düzenlemeye gidilmemiştir. Her ne kadar, iptal edilen kanun hükmünde<br />

kararnameden sonra, onun değiştirdiği kanunun kendiliğinden yürürlüğe<br />

gireceği düşünülebilirse de (Y19HD., 28.6.1996, E. 2705, K. 6233), gerek<br />

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu (YHGK., 10.12.1997, E. 19-665, K. 1018,<br />

YKD. Kasım 1998, 1589-1604), gerek Danıştay (D10D., 31.3.1997, E.<br />

1994/6585, K. 1997/1066; D5D., 23.6.1999, E. 1998/126, K. 1999/2202,<br />

Danıştay Dergisi, S.102, 302-311), çeşitli kararlarında iptal edilen bir<br />

kanun hükmünde kararnamenin değiştirmiş olduğu kanunun kendiliğinden<br />

yürürlüğe giremeyeceğini, bu konuda bir boşluk oluşacağını<br />

savunmaktadırlar. Aynı yönde düşünce, öğretide de büyük ölçüde<br />

benimsenmiş bulunmaktadır (Pertev Bilgen, "Kanun Hükmünde<br />

Kararname Hakkında", Askeri Yüksek Đdare Mahkemesi 25. Yıl Armağanı,<br />

1998, 5-16; Bülent Serim, "Đptal Edilen Kuralın Yerine Eskisinin<br />

Kendiliğinden Yürürlüğe Girmemesi", Amme Đdaresi Dergisi, C.28, S.1,<br />

Mart 1995, 33-46).<br />

Ancak önceki iki düzenleme şekli de, T Bağ-Kur K'na tabi çalışmayı<br />

bu Kanuna göre yaşlılık aylığı almaya engel görmediğine göre, yaşlılık aylığı<br />

bağlanmasının koşulu olarak T Bağ-Kur K'na tabi çalışmanın bırakılmış<br />

olmasının aranmaması değişen söz konusu düzenlemelerin ve yasanın<br />

genel mantığına uygundur. Bununla birlikte, sigortalının talep ta-<br />

355


ihinde devam eden çalışması başka bir kanuna tabi ise ve 2829 sayılı<br />

hizmet birleştirmesine ilişkin yasadan yararlanılarak talepte bulunulmuşsa<br />

aynı sonuca varmak pek o kadar kolay görünmemektedir. Bu durum T Bağ-<br />

Kur K'nun 20. maddesinin 619 sayılı KHK ile değiştirilmeden önceki<br />

şekline uygun olmadığı gibi sigortanın tekliği ilkesi ile de bağdaşmamaktadır.<br />

Bu açıklamalar ışığında, sigortalının 619 sayılı KHK'nin yürürlüğe<br />

girmesinden (24.8.2000) önceye rastlayan yaşlılık aylığı talep tarihinde<br />

(22.4.1999) devam eden çalışması T Bağ-Kur K'na tabi ise, Yargıtay 10.<br />

Hukuk Dairesinin kararı isabetlidir.<br />

2. Yaşlılık aylığı alırken yeniden çalışmaya başlama<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 1.10.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.584,<br />

K.6288, yayımlanmamıştır) konu olayda, davacı sigortalının T Bağ-Kur<br />

K'na göre bağlanmış olan yaşlılık aylığı, 6.7.1995 tarihinden itibaren<br />

başlayan Bağ-Kur K'na tabi sigortalılığı nedeniyle 1.8.1995 tarihi itibariyle<br />

Kurum tarafından kesilmiştir. Sigortalının söz konusu Kurum işleminin<br />

iptali için açtığı dava ilk derece mahkemesi tarafından T Bağ-Kur K'nun<br />

20. maddesi gerekçe gösterilerek reddedilmiştir.<br />

Sigortalının temyiz başvurusu üzerine konuyu inceleyen Yargıtay 10.<br />

Hukuk Dairesi ise kararında, "1479 sayılı Yasa'nın 24. maddesinin sigortalı<br />

sayılanlar başlıklı I numaralı bendinde "Kanunla ve Kanunların verdiği<br />

yetkiye dayanılarak kurulu sosyal güvenlik kuruluşları kapsamı dışında<br />

kalan ...." kişilerin sigortalı olabileceği, sigortalı sayılmayanlar başlıklı II<br />

numaralı bendin c alt bendinde ise, "Kanunla veya Kanunun verdiği<br />

yetkiye dayanılarak kurulu sosyal güvenlik .... kuruluşlarından malullük<br />

veya yaşlılık aylığı .... almakta ..." olanların 1479 Sayılı Yasa'ya tabi<br />

sigortalı olamayacakları belirtilmiştir. Açıklanan hüküm içeriği karşısında,<br />

davacının 1479 Sayılı Yasa'ya tabi zorunlu sigortalılığından söz etme<br />

olanağı bulunmadığı gibi; 2926 Sayılı Yasa'nın 20. maddesinde geçen "...<br />

diğer sosyal güvenlik kanunlarına tabi olarak çalışmaya başlayanların..."<br />

sözcüklerinin, diğer sosyal güvenlik kuruluşları anlamını taşıdığı, 2926<br />

Sayılı Tarım Bağ-Kur Kanununa tabi sigortalılar ile 1479 Sayılı Yasa'ya<br />

tabi sigortalıların sosyal güvenlik kuruluşunun aynı olduğu, bu nedenle<br />

2926 Sayılı Yasa'nın 20. maddesinin dava konusu işlemde uygulama<br />

yerinin bulunmadığından, açıklanan maddi ve hukuki olgular ışığında,<br />

davalı Kurum'un aylık kesme işleminin tüm sonuçlarıyla birlikte iptaline<br />

karar verilmesi ..." gerekir görüşlerine yer vererek ilk derece mahkemesi<br />

kararını bozmuştur.


Belirtelim ki, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve Yargıtay 21. Hukuk<br />

Dairesinin de 1999 ve 2000 yıllarında verdikleri kararlarda aynı görüşü<br />

benimsedikleri görülmektedir (YHGK., 12.4.2000, E.21-723, K.751, Çimento<br />

Đşveren, Eylül <strong>2001</strong>, 46; Y21HD., 12.4.1999, E.9125 K.2351, YKD.<br />

Ekim 1999, 1435-1436). Ancak, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin aynı yöndeki<br />

30.10.2000 tarihli kararına (E.6917, K.7363, yayımlanmamıştır)<br />

katılmayarak karşı oy yazısı yazan Araslı'ya göre, olay T Bağ-Kur K'nun<br />

20. maddesiyle ilgili olup burada Bağ-Kur K.24/II-c hükmünün uygulanması<br />

olanağı bulunmamaktadır. Sosyal güvenlikte teklik ilkesi de bunu<br />

gerektirmektedir. T Bağ-Kur K'na göre yaşlılık aylığı almakta olan kişi<br />

daha sonra Bağ-Kur K'na tabi olarak çalışmaya başlarsa, önceki yasaya<br />

göre sigortalılığı sona ererken yeni yasaya göre sigortalılığı devreye<br />

girecektir. T Bağ-Kur K'nun 20. maddesinin 619 sayılı KHK ile değişmeden<br />

önceki şekline dayalı bu düşünce bizce de isabetlidir. Çünkü, T Bağ-<br />

Kur K'nun 20. maddesinin söz konusu şeklinde, bu yasaya göre yaşlılık<br />

aylığı almakta olanların farklı bir sosyal güvenlik yasasına tabi olarak çalışmaya<br />

başlamaları durumunda yaşlılık aylıklarının çalışmaya başladıkları<br />

tarihi takip eden ay başından itibaren kesileceği açıkça öngörülmüştür.<br />

Öğretide bu görüşü savunan Tuncay tarafından belirtildiği gibi, <strong>Yargıtayın</strong><br />

yerleşmiş içtihadına göre, Bağ-Kur K'na tabi olmak bakımından esas olan<br />

eylemli çalışmadır. Eylemli bir çalışma söz konusu ise, ayrıca prim ödenip<br />

ödenmediği önem taşımamaktadır Dolayısıyla Bağ-Kur K'na tabi olarak<br />

çalışmaya başlayan kişi bu kanuna tabi olur ve T Bağ-Kur K tabi olarak<br />

bağlanan yaşlılık aylığının bu yasanın söz konusu 20. maddesine göre<br />

kesilmesi gerekir (Tuncay, Değerlendirme 2000, 232, yayımlanmamıştır;<br />

aynı görüşte, Güzel, Değerlendirme 1999, 368). Đncelemeye çalıştığımız<br />

olayda, Davacı sigortalının yaşlılık aylığı almakta iken tekrar çalışmaya<br />

başladığı tarih (6.7.1995) T Bağ-Kur K'nun anılan şekliyle yürürlükte<br />

olduğu döneme rastladığı için, sigortalının yaşlılık aylığının kesilmesi<br />

isabetlidir.<br />

Ancak, 24.8.2000 tarihli ve 619 sayılı KHK'nin 44. maddesi ile T Bağ-<br />

Kur K'nun 20. maddesinin değiştirilmesi üzerine farklı bir durum ortaya<br />

çıkmış, ardından da bu KHK'nin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal<br />

edilmesiyle ortaya çıkan yasa boşluğu yeni bir belirsizliğe yol açmıştır<br />

(bkz. yuk. IV, C, 1). T Bağ-Kur K'nun 619 sayılı KHK ile değişik şeklinin<br />

bu yasaya göre yaşlılık aylığı alanların aylıklarının kesilmesini kendi isteklerine<br />

bırakmış olması nedeniyle, maddenin bu şekliyle yürürlükte olduğu<br />

dönemde, başka bir sosyal güvenlik yasasına tabi çalışma T Bağ-Kur<br />

K'na göre yaşlılık aylığı alanların aylıklarının kesilmesi sonucunu doğurmamıştır.<br />

Ancak Anayasa Mahkemesi kararının yürürlüğe girdiği<br />

8.8.<strong>2001</strong> tarihinden sonraki dönemde konunun nasıl şekilleneceği, iptal<br />

357


kararı nedeniyle ortaya çıkan yasa boşluğunun yasama ya da yargı tarafından<br />

nasıl doldurulacağına bağlıdır.<br />

V. ÖLÜM SĐGORTASI<br />

A. Sosyal Sigortalar Kanunu Uygulaması<br />

1. Ölüm aylığı bağlama koşulları<br />

Sosyal Sigortalar Kanununun ölüm sigortasından aylık bağlama koşullarını<br />

düzenleyen 66. maddesinin c fıkrasında, toplam olarak 1800 gün<br />

veya en az beş yıldan beri sigortalı bulunup, sigortalılık süresinin her yılı<br />

için ortalama olarak 180 gün malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortası primi<br />

ödeyen sigortalıların ölümü durumunda hak sahiplerine aylık bağlanacağı<br />

öngörülmektedir.<br />

Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 14.6.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.1870,<br />

K.4790, yayımlanmamıştır) konu olayda, davacı vefat eden eşinden ölüm<br />

aylığı bağlanması talebinde bulunmuştur. Ölen eş 1952 yılında sigortalı<br />

olmuştur. 21.10.1994 tarihinde ölümüne kadar geçen aralıklı çalışmaları ve<br />

askerlik borçlanması ile birlikte, toplam 1557 gün prim ödemesi bulunmaktadır.<br />

Karardan anlaşıldığı üzere, davacının, eşinin hizmetlerinin<br />

tespiti, birleştirilmesi ve ölüm aylığı bağlanması talebiyle açtığı davada ilk<br />

derece mahkemesi, ölen eşe ait 1557 günlük prim ödemesini SSK'nun 66/c<br />

maddesinde öngörülen beş yıldan beri sigortalı olma koşuluna ilişkin<br />

süreye özgüleyip, bu süre zarfında sigortalının her yıl için ortalama 180<br />

gün prim deme koşulunu sağladığını belirterek yaşlılık aylığının<br />

bağlanmasına karar vermiştir.<br />

Davaya bakan Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin bozma kararında da<br />

belirtildiği gibi, yasanın açık olan lafzından anlaşılan, ortalama 180 gün<br />

prim ödeme koşulunun gerçekleşip gerçekleşmediği araştırılırken son beş<br />

yıl için değil bütün sigortalılık süresine ilişkin olarak her yıl için ortalama<br />

180 gün prim ödemesi bulunup bulunmadığının araştırılmasıdır (bkz.<br />

Tuncay, Sosyal Güvenlik, 296; Güzel-Okur, 357). Ölümün gerçekleştiği<br />

1994 yılı ile sigortalılığın başlangıç tarihi olan 1952 yılı arasındaki 42 yıllık<br />

süre ile toplam 1557 günlük prim ödemenin oranlanması durumunda<br />

her yıl için ortalama 180 gün prim ödeme koşuluna ulaşılamayacağı açıktır.<br />

Buna göre, eşe ölüm aylığı bağlanmasının koşulları gerçekleşmemiştir.<br />

2. Anne-babaya birlikte yaşadıkları çocuklarından ölüm aylığı<br />

bağlanması<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 15.10.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.6366,<br />

K.6823, yayımlanmamıştır) konu olayda davacılar kendileri ile birlikte<br />

ikamet etmekte iken ölen oğullarının maddi desteğinden yoksun kalmaları


nedeniyle 1.1.1998 tarihi itibariyle ölüm aylığına hak kazandıklarının<br />

tespitini talep etmişlerdir. SSK'nun 69. maddesine göre, Anne babaya ölüm<br />

aylığı bağlanmasının başlıca iki koşulu bulunmaktadır. Bunlardan ilki,<br />

sigortalının eşi ve/veya çocukları varsa, bunlara bağlanan aylığın sigortalının<br />

hak sahipleri için 67. maddeye göre belirlenecek ölüm aylığından<br />

düşük olması, başka bir deyişle geriye pay kalmasıdır. Ancak, anne<br />

babadan her birinin aylığı sigortalı için belirlenen ölüm aylığının %25'ini<br />

geçemez. Bu koşullara göre anne babaya aylık bağlanması başlangıçta<br />

mümkün değilken zaman içinde koşullar sağlanmışsa (örneğin çocuklar<br />

belli bir yaşa geldikleri için aylıkları kesildiğinde) anne babaya aylık bağlanıp<br />

bağlanmayacağı yasada öngörülmemiştir. Ancak öğretide, SSK'nun<br />

eş ve çocuklar yönünden iş kazası sigortasından ölüm gelirini düzenleyen<br />

23. maddesi ile ölüm sigortasından ölüm aylığını düzenleyen 68. maddelerinde<br />

koşulların sonradan oluşması durumunda aylık bağlandığı belirtilerek,<br />

anne bakımından da bunun mümkün kabul edilmesi gerektiği ileri<br />

sürülmektedir (Tunçomağ, 375; Güzel-Okur, 361; Tuncay, Sosyal Güvenlik,<br />

30). Yargıtay ise, 1974 tarihli bir kararında ölüm tarihinde aylık<br />

bağlanmasına hak kazanamayan anne babaya daha sonra koşulların gerçekleşmesi<br />

durumunda aylık bağlanamayacağına ilişkin bir mahkeme kararını<br />

onamıştır (Y10HD., 21.11.1974, E.5423, K.6725, Çenberci, Şerh<br />

1985, 408). Buna karşılık Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 21.9.1992 tarihli bir<br />

kararında ise, SSK'nun 69. maddesinin 2. fıkrasında yer alan "sigortalının<br />

ölümü ile eşine ve çocuklarına bağlanabilecek aylıkların toplamı,<br />

sigortalıya ait aylıktan aşağı değilse ana ve babanın aylık bağlanma hakları<br />

düşer" ifadesindeki bağlanabilecek sözcüğünün geleceği de içine alan bir<br />

anlam taşıdığını ifade ederek, koşullar daha sonra oluşsa da anne babaya<br />

aylık bağlanması gerektiği sonucuna varmıştır (E.2467, K.8549, Araslı,<br />

913-914). Bu karara göre başlangıçta gerçekleşen koşullar sonradan<br />

ortadan kalkarsa, anne babanın aylığının kesilmesi de gerekecektir (bu<br />

görüş için bkz. Araslı, 906).<br />

Anne babaya ölüm aylığı bağlanması bakımından aranan ve incelmeye<br />

çalıştığımız kararda asıl olarak üzerinde durulan koşul ise, sigortalının<br />

hayatta iken anne ve babasının geçimlerini sağlıyor olmasıdır. Bu koşulun<br />

her somut olay bakımından, sigortalının yaşadığı çevre ve gelenekler de<br />

dikkate alınarak belirleneceği kabul edilmektedir. Öte yandan, sigortalının<br />

anne ve babasının geçimlerini sağlaması sürekli ve düzenli bir nitelik<br />

taşımalı, günlük gereksinimlerini karşılayacak bir düzeyde olmalıdır. Başka<br />

bir deyişle, düzensiz ya da anne babanın geçimlerini devam ettirmelerinde<br />

esaslı bir kaynak niteliği taşımayan yardımların yapılması, anne babanın<br />

geçiminin sağlanması koşulunun gerçekleşmesine yetmez. Đncelediğimiz<br />

olayda olduğu gibi, sigortalının sağlığında anne babası ile yaşaması<br />

359


durumunda, çocuk ile anne baba arasında gelir ayrılığı yoksa ve<br />

sigortalının kazancıdan yaptığı harcamalar geçimlerinin esas kaynağını<br />

oluşturuyorsa, anne babanın gelir kaynakları da önemsiz düzeyde ise, anne<br />

babanın geçiminin çocuk tarafından sağlandığı kabul edilir. Sosyal Sigorta<br />

Đşlemleri Yönetmeliğine göre, anne babanın geçiminin sağlığında sigortalı<br />

tarafından sağlandığı ikametgahlarının bulunduğu yer muhtarlığından<br />

alınacak bir belge ile saptanmalıdır (m.75/II). Ancak, bu durumun<br />

mahkemede her türlü delille kanıtlanması da mümkündür. Bu aşamada,<br />

tapu ve özel idare kayıtlarından ve zabıta araştırmasından yararlanılabilir<br />

(bkz. Güzel-Okur, 361-362, Araslı, 899-900). Belirtelim ki, annenin<br />

başka birisiyle evli olması tek başına ölüm aylığı bağlanması bakımından<br />

geçiminin sigortalı çocuğu tarafından sağlanmadığı anlamına gelmez<br />

(Tuncay, Sosyal Güvenlik, 301, bu yönde bir yargıtay kararı [Y10HD.,<br />

2.12.1983, E.6023, K.6200] için bkz. Ayhan Başaran, Sigortalılar Đçin<br />

Yaşlılık, Malüllük, Ölüm Kılavuzu, Đstanbul 1986, 163). Öte yandan,<br />

Yargıtay 21. Hukuk Dairesi haklı olarak, yaşlılık aylığı alan eşiyle birlikte<br />

ve eşine ait evde oturan annenin geçimi için sigortalı çocuğuna ihtiyacı<br />

olmadığına ve bu nedenle kendisine ölüm aylığı bağlanamayacağına karar<br />

vermiştir (Y21HD., 16.4.<strong>2001</strong>, E.2548, K.2914, Araslı, 908). Belirtelim ki<br />

Araslı'ya göre, geçimleri hayattayken ölen sigortalı tarafından sağlanan<br />

anne babanın maddi durumları ileride geçimlerini sağlayacak düzeye<br />

gelirse ölüm aylıklarının kesilmesi gerekir. Bu, sosyal güvenlik sisteminin<br />

temelinde yatan, kişilerin belirli risklere karşı korunması düşüncesinin bir<br />

gereğidir. Risk ortadan kalkınca koruma ihtiyacı da ortadan kalkacaktır<br />

(Araslı, 900).<br />

Đncelemeye çalıştığımız kararda da, açıklamaya çalıştığımız ilkelere<br />

uygun olarak, sağlığında anne babası ile birlikte yaşayan "...sigortalının<br />

yaptığı ve anne babanın dahi yararlandıkları harcamaların ortak yaşamın<br />

gereksinmelerini karşılamada ana kaynağı oluşturuyor olması halinde anne<br />

ve babanın geçimlerinin sigortalı tarafından sağlandığının kabulü gerekir"<br />

görüşlerine yer verilmiştir. Yargıtay 10. Hukuk Dairesine göre, sigortalının<br />

ölümü tarihinde anne babayla birlikte oturuyor olması karşısında,<br />

sigortalının yaptığı ve anne babanın dahi yararlandığı harcamaların ortak<br />

yaşamın sürdürülmesinde ana kaynağı teşkil edip etmediği belirlenirken,<br />

anne babanın gelir getirici faaliyetleri, gayrimenkulleri ve herhangi bir<br />

sosyal güvenlik kuruluşuna üyeliklerinin bulunup bulunmadığı, sigortalı<br />

dışında 7 çocuklarının daha bulunduğu ve söz konusu çocukların anne<br />

babanın geçimlerine katkılarının ne ölçüde olduğu araştırılarak sonuca göre<br />

karar verilmelidir.<br />

3. Ölüm aylığını bağlayacak kurum - aylıkların zamanaşımına uğraması


Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 22.3.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.1039,<br />

K.2081, YKD. Ocak 2002, 46-50) konu olayda, hem SSK'na hem de Bağ-<br />

Kur K'na tabi çalışmaları bulunan sigortalının Bağ-Kur K'na tabi iken<br />

ölümü üzerine, hak sahibi eşin ölüm aylığı bağlanması yönündeki başvurusu<br />

Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından, SSK'na tabi çalışmaları tek<br />

başına ölüm aylığı bağlanmasına yettiği halde reddedilmiş, buna gerekçe<br />

olarak da, 2829 sayılı hizmet birleştirmesine ilişkin Kanununun 8. maddesinin<br />

son fıkrasına göre, ölüm aylığını sigortalının son olarak tabi olduğu<br />

kurumun bağlanması gerektiği belirtilmiştir. Sigortalının eşi bu durum<br />

karşısında Bağ-Kur'a başvurmuş ve kendisine bu Kurumdan ölüm aylığı<br />

bağlanmıştır. Ancak daha sonra Yargıtay, Sosyal Sigortalar Kurumundan<br />

aylık almanın daha avantajlı olduğunu düşünerek, SSK'na tabi çalışmaların<br />

hizmet birleştirmesi olmaksızın tek başına aylık bağlanmasına yettiği<br />

durumlarda Sosyal Sigortalar Kurumundan ölüm aylığı bağlanabileceğine<br />

karar vermeye başlayınca, sigortalının eşi, kendisine, Sosyal Sigortalar<br />

Kurumuna başvuruda bulunduğu 6.5.1993 tarihi itibariyle bu Kurumdan<br />

ölüm aylığı bağlanması talebiyle dava açmıştır.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi bu olaya ilişkin kararında, kural olarak,<br />

sigortalının SSK'na tabi hizmetleri tek başına bu Kurumdan aylık bağlanmasına<br />

yettiği takdirde artık hizmet birleştirmesine gerek olmadığını,<br />

böyle bir durumda Sosyal Sigortalar Kurumundan aylık bağlanması gerektiğini<br />

kabul etmekle birlikte, davacının, Sosyal Sigortalar Kurumunun<br />

ölüm aylığı bağlamaması üzerine serbest iradesiyle Bağ-Kur'a başvurduğunu<br />

ve kendisine bu Kurum tarafından ölüm aylığı bağlandığını belirterek,<br />

aradan beş yıl gibi uzun bir süre geçtikten sonra Yargıtay görüşünü<br />

değiştirdi diye Sosyal Sigortalar Kurumundan ölüm aylığı isteyemeyeceği<br />

sonucuna varmıştır. 10. Hukuk Dairesine göre, değişik sosyal güvenlik<br />

kuruluşlarındaki hizmetler birleştirilerek bunlardan birisi tarafından aylık<br />

bağlanmış ve o kuruluşça aylık bağlanması yasaya uyunsa artık bu işlemin<br />

iptali yönüne gidilemez.<br />

Ancak, 10. Hukuk dairesi üyelerinde Erbaş ve Sever bu karara katılmayarak<br />

ayrı ayrı karşı oy yazısı yazmışlardır. Temelde aynı düşünceyi<br />

yansıtan ve belirli ortak noktaların öne çıktığı bu karşı oy yazılarında, bir<br />

sosyal güvenlik kurumuna tabi hizmetleri toplamı tek başına o kurumdan<br />

aylık bağlanmasına yeterli ise, sigortalı ya da hak sahipleri için hizmet<br />

birleştirmesi yoluna gitmeye gerek olmadığı, bu konuda <strong>Yargıtayın</strong> ve 10.<br />

Hukuk Dairesinin içtihatlarının istikrar kazandığı belirtilmektedir (bkz.<br />

YHGK., 5.11.1997, E. 1997/10-698, K. 1997/895, Y21HD., 24.6.1999,<br />

E.1999/4404, K.1999/4845, Araslı, 1693, 1697, Y10HD., 17.1.1995, E.<br />

1994/15721, K. 19957102, Çakmak, 2638-2639). Çünkü, hizmetlerin<br />

birleştirmesine ilişkin 2829 sayılı yasanın amacının, çeşitli sosyal güvenlik<br />

361


kurumlarındaki hizmetleri ayrı ayrı, malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortası<br />

kollarından aylık bağlanmasına yetmeyen sigortalı ya da hak sahiplerine<br />

aylık bağlanmasını sağlamaktır. Dolayısıyla, anılan şekilde bir ihtiyaç<br />

yoksa aylığı bağlayacak kurumun hizmet birleştirmesine ilişkin yasanın<br />

uygulanması yoluyla belirlenmesi de söz konusu olmayacaktır. Bu görüş<br />

kabul edilince, karşı oy yazılarında da belirtildiği gibi, davacı eşin Sosyal<br />

Sigortalar Kurumuna başvurması üzerine kendisine, sigortalı son kez Bağ-<br />

Kur'a tabi çalıştığı için bu Kurum tarafından ölüm aylığı bağlanması<br />

gerektiğinin söylenmesi davacının yanıltılmış olması anlamına<br />

gelmektedir. O nedenle, davacı eşin kendi isteği ile Bağ-Kur'a başvurduğu<br />

ve kendisine bu Kurumca ölüm aylığı bağlanmasının onun tercihi<br />

olduğunun ileri sürülmesi isabetli değildir. Davacı Sosyal Sigortalar<br />

Kurumuna başvurduğu 1.1.1993 tarihinde SSK'na göre ölüm aylığı almaya<br />

hak kazanmış olduğu halde Sosyal Sigortalar Kurumunun yanıltması<br />

nedeniyle sahip olduğu bu hakkını kullanamamıştır. Dolayısıyla, söz<br />

konusu hakkını şimdi kullanılabileceğini kabul etmek hem yasaya hem de<br />

hakkaniyete daha uygundur. Aksine bir yaklaşım, bugün aynı konumdaki<br />

kişilerin Sosyal Sigortalar Kurumundan ölüm aylığı almaları mümkün<br />

iken, aynı koşullara sahip davacı sigortalının hakkını kullanamaması<br />

anlamına gelir ki bu eşitlik ilkesine aykırı olur. O itibarla, karşı oy<br />

yazılarının daha isabetli olduğunu düşünmekteyiz.<br />

Böyle bir görüşü benimseyince üzerinde durulması gereken bir konu<br />

da, ölüm aylıklarına ilişkin zamanaşımıdır. Karşı oy yazılarında da belirtildiği<br />

gibi, SSK'nun 99. maddesine göre, SSK'nunda aksine hüküm bulunmayan<br />

durumlarda iş kazaları, meslek hastalıkları ve ölüm sigortalarından<br />

hak kazanılan gelir ve aylıklar, hakkı doğuran olay tarihinden itibaren<br />

beş yıl içinde istenmezse zamanaşımına uğrar ve bu durumda<br />

olanların gelir ve aylıkları yazılı istekte bulundukları tarihi takip eden ay<br />

başından itibaren başlar (bkz. Araslı, 1262). Davalı Kurum tarafından<br />

zamanaşımı definin ileri sürülmesi nedeniyle, davacı eşin ölüm aylığına<br />

hak kazandığı tarih belirlenirken, ölüm aylığına hak kazanılan tarihten<br />

itibaren beş yıl geçtiği saptanırsa, artık hak sahibi eşe ölüm aylığının dava<br />

tarihi itibariyle bağlanması gerekir.<br />

4. Ölüm aylığının kesilmesi<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 5.6.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.3394,<br />

K.4433, yayımlanmamıştır) konu olayda hukuki sorun SSK'na tabi babasından<br />

ölüm aylığı alan kız çocuğun aylığının, kendisinin de Sosyal Sigortalar<br />

Kurumundan yaşlılık aylığı almaya başlaması nedeniyle kesilip<br />

kesilemeyeceğine ilişkindir.


Yargıtay 10. hukuk Dairesi kararında da belirtildiği gibi, SSK'nun 68.<br />

maddesinin kız çocuklarına bağlanan aylıkların kesilmesini düzenleyen VI.<br />

bendinde, aylığın kesilmesine ilişkin nedenler arasında, sosyal güvenlik<br />

kuruluşlarından gelir ve aylık almak öngörülmemişse de, aynı maddenin I-<br />

C bendinin a fıkrasında, kız çocuklar bakımından ölüm aylığı<br />

bağlanmasının koşulları arasında, sosyal sigortaya, emekli sandıklarına tabi<br />

bir işte çalışmamak ve bunlardan gelir ve aylık almamaya yer verilmiştir.<br />

Dolayısıyla, ölüm aylığı bağlanması için aranan söz konusu koşulun<br />

yitirilmesi daha önce bağlanmış olan aylığın kesilmesini gerektirir (bkz.<br />

Güzel-Okur, 367; Araslı, 906). Yargıtay 10. Hukuk Dairesine göre,<br />

SSK'nun 68 maddesinin kız çocuklarına bağlanan ölüm aylıklarının kesilmesine<br />

ilişkin VI. bendinde, kesilen aylıkların yeniden bağlanması bakımından,<br />

kız çocuklar için ölüm aylığı bağlanmasında aranan, sosyal<br />

güvenlik kuruluşlarından gelir ve aylık almama koşulunun düzenlendiği<br />

hükme atıf yapılmış olması da varılan sonucu destekler niteliktedir. Buna<br />

göre, sosyal güvenlik kuruluşlarından gelir ve aylık almaya başlayan kız<br />

çocukların ölüm aylıkları bu tarihi takip eden devre başından itibaren<br />

kesilmelidir.<br />

Kararda tartışılan diğer bir konu da ölüm aylığı alan kız çocuğun sosyal<br />

güvenlik kurumlarından gelir ve aylık almaya başlamasından sonraki<br />

dönemde kendilerine ödenen ölüm aylıklarının Kurum tarafından geri istenip<br />

istenemeyeceğidir. Kararda da belirtildiği gibi, burada BK'nun sebepsiz<br />

zenginleşmeye ilişkin hükümlerinin uygulanması gerekir. BK'nun<br />

63. maddesine göre sebepsiz zenginleşen kötü niyetli değilse ya da daha<br />

sonra iade ile yükümlü olacağını bilmiyorsa, haksız olarak elde ettiği şeyi,<br />

geri istendiği sırada elinden çıktığını ispatladığı oranda iade ile yükümlü<br />

değildir. Somut olayda davacı Sosyal Sigortalar Kurumundan yaşlılık aylığı<br />

tahsis talebinde bulunurken, taahhüt ve beyan belgesinde açıkça tahsis<br />

numarasını da göstererek Sosyal Sigortalar Kurumundan aylık aldığını<br />

belirttiği için kötü niyetinden söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle,<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi haklı olarak, günün ekonomik koşulları ve<br />

davacının aldığı aylıkla güçlükle geçinen kişilerden olduğunu dikkate almış<br />

ve sebepsiz ödenen aylıkların davacı tarafından tüketilip elden çıkarıldığını<br />

kabul ederek, davacının söz konusu aylıkları iade etmekle yükümlü<br />

bulunmadığı sonucuna varmıştır.<br />

B. Bağ-Kur Kanunu uygulaması<br />

Kocadan ve babadan bağlanan ölüm aylıklarının birleşmesi<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 22.6.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.4507,<br />

K.4882, yayımlanmamıştır) konu olayda hukuki sorun, eşinden ölüm aylığı<br />

363


almakta olan davacıya babasının ölümü nedeniyle Bağ-Kur üyesi olan<br />

babasından da ölüm aylığı bağlanmasının mümkün olup olmadığıdır.<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi bu davaya ilişkin kararında, "Bağ-Kur<br />

Kanu(nu)nun eş ve çocuklar, anne ve babaya tahsis yapılmasını içeren 45.<br />

maddesi (C) bendi, "geçimini sağlayacak başka bir geliri olmamak koşulu<br />

ile yaşları ne olursa olsun evlenmemiş kız çocuklarının her birine" aylık<br />

bağlanır hükmünü içermektedir. Davacının, ölen eşinden ölüm aylığı aldığı<br />

belli ise de bu aylık asgari ücretin çok altında olup geçimini sağlayacak<br />

düzeyde değildir. Dosya kapsamına göre davacının Emekli Sandığına<br />

Sosyal Sigortalar Kurumuna tabi bir işte ücret karşılığı çalışması ve<br />

geçimini sağlayacak bir geliri de bulunmamaktadır. Bu nedenle eşinden<br />

ölüm aylığı alan davacıya babasının ölümü nedeniyle babasından ölüm<br />

aylığı bağlanması gerekir. Ayrıca, Bağ-Kur yasasının 57. maddesindeki<br />

aylıkların birleşmesi durumu da söz konusu değildir" görüşlerine yer<br />

vermiştir. Böyle bir sonuca varılması bize de uygun görünmektedir.<br />

Belirtmek gerekir ki, Bağ-Kur K'nun 45. maddesinin (c) bendi<br />

24.8.2000 tarih ve 619 sayılı KHK'nin 21. maddesiyle değiştirilmiştir.<br />

Maddenin değişik şekline göre, "... yaşları ne olursa olsun evli olmayan,<br />

evli olmakla beraber sonradan boşanan veya dul kalan ve bu Kanun ile<br />

diğer sosyal güvenlik kanunları kapsamında çalışmayan, bu kanunlar<br />

kapsamındaki çalışmalarından dolayı gelir ve aylık almayan kız çocuklarının<br />

her birine ..." 42. madde uyarınca saptanan aylığın %25'i oranında<br />

aylık bağlanır. Bu düzenleme de, sadece kız çocuğun kendi çalışmasını ve<br />

bu nedenle tabi olduğu sosyal güvenlik kurumlarından aylık almasını anne<br />

babadan ölüm aylığı almaya engel saydığı için, anılan konumdakilerin<br />

eşlerinden ölüm aylığı almalarını ihtiyaç koşulu dahi aranmadan mümkün<br />

kılmıştır. Ancak 619 sayılı KHK Anayasa Mahkemesi tarafından iptal<br />

edilmiş ve bu iptal hükmü Anayasa Mahkemesinin tanıdığı dokuz aylık<br />

sürenin sonu olan 8.8.<strong>2001</strong> tarihinde yürürlüğe girmiştir. Dolayısıyla bu<br />

konuda bir yasa boşluğu oluşmuştur. Yeni bir düzenleme yapılana kadar<br />

ortaya çıkan boşluğun yargıçların hukuk yaratması ile doldurulması<br />

gerekecektir (bkz. yuk. IV, C, 1).<br />

C. Tarım Bağ-Kur Kanunu Uygulaması<br />

Ölüm aylığı bağlama koşulları – 619 sayılı KHK sonrası uygulama<br />

Yukarıda da belirttiğimiz gibi 619 sayılı KHK T Bağ-Kur K'nun çeşitli<br />

maddelerini değiştirmiştir. Ancak bu KHK'nin de Anayasa Mahkemesi tarafından<br />

iptal edilmesi ve iptal hükmünün 8.8.<strong>2001</strong> tarihinde yürürlüğe<br />

girmesiyle KHK'nin değiştirdiği hükümlerle düzenlenen konularda yasa<br />

boşluğu oluşmuştur. Bu alanlardan biri de, T Bağ-Kur K'nun ölüm aylığı


ağlama koşullarının belirlendiği 23. maddesidir. Bu maddenin a bendinde<br />

ölüm aylığı bağlanmasının ilk koşulu olarak, sigortalının ölümü tarihinde<br />

en az üç tam yıl sigorta primi ödemiş olması öngörülmekteydi. 619 sayılı<br />

KHK'nin 46. maddesi ile 23. maddenin a bendindeki prim ödeme koşulu<br />

beş tam yıla yükseltilmiştir.<br />

10. Hukuk Dairesinin 11.12.<strong>2001</strong> tarihli kararına (E.8446, K.8819,<br />

yayımlanmamıştır) konu olayda sigortalının hak sahibi, kendisine ölüm<br />

aylığı bağlanması gerektiğinin tespitine karar verilmesini talep etmiş, ilk<br />

derece mahkemesi de üç yıl prim ödeme koşulunun gerçekleştiği gerekçesiyle<br />

davanın kabulüne karar vermiştir. Davaya bakan Yargıtay 10.<br />

Hukuk Dairesi de, "... Şu hale göre mahkemenin 619 sayılı Kanun Hükmünde<br />

Kararname ile yürürlükten kalkan üç yıl prim ödeme şartının gerçekleştiği<br />

gerekçesiyle davanın kabulüne karar vermesi isabetsiz ise de,<br />

Medeni Kanunun 1. maddesine göre hakkında kanuni bir hüküm bulunmayan<br />

meselede hakim kendisi kanunkoyucu olsaydı bu meseleye dair<br />

nasıl kaide koyacak idiyse ona göre hükmeder kuralı karşısında<br />

mahkemenin ulaştığı sonucun bu madde kapsamında sonucu itibariyle<br />

doğru olduğu ..." görüşlerine yer vererek ilk derece mahkemesinin kararını<br />

onamıştır.<br />

Görüldüğü gibi, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, ilk derece mahkemesinin<br />

kararını, yürürlükten kalkan yasa hükmünü uyguladığı için esas itibariyle<br />

doğru bulmamakla birlikte, sonucu itibariyle yerinde bulmuştur. Çünkü,<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, yürürlükten kalkan bir hükmün yerine geçen<br />

düzenlemenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesiyle ortaya<br />

çıkan yasa boşluğunun, yasanın iptal edilen değişiklikten önceki şekliyle<br />

doldurulmasını uygun görmüştür. Özellikle, söz konusu yasa hükmünü<br />

değiştiren ve ardından iptal edilen düzenlemenin bir kanun hükmünde<br />

kararname olduğu dikkate alındığında Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin<br />

kararı isabetlidir. Bu şekilde, uygulamada bir yeknesaklığın sağlanması da<br />

mümkün olabilir. Aslında böylece daha önce yürürlükten kalkan yasa<br />

hükmü tekrar hayata geçirilmiş olmaktadır.<br />

365


GENEL GÖRÜŞME


Oturum Başkanı (Resul Aslanköylü): Genel görüşmeyi başlatmak<br />

üzere toplantıyı açıyorum. Şimdi söz almak isteyen değerli katılımcıların<br />

isimlerini rica edeyim. Argun Bozkurt, beyefendi buyurum.<br />

Av. Argun Bozkurt : Đyi günler dilerim. Ben burada 506 sayılı yasanın<br />

ek 10. maddesi kapsamında konuşma yapan Sayın Ali Rıza Okur beyefendiye<br />

bir soru yöneltmek, hem de açıklamada bulunmak için bulunuyorum.<br />

Ek 10. madde biliyorsunuz sanatçıların sosyal güvenliğini düzenleyen<br />

bir madde 2167 sayılı yasayla 506 sayılı yasaya eklenmiş ve 1978<br />

yılında bu yasa çıkarılarak sanatçılar S.S. kapsamına alınmışlar. 1978<br />

yılına kadar sanatcıların sosyal güvenliği, S.S.K. kapsamında düzenlenmemiş<br />

ve bu çok büyük yakınmalara neden olduğu için böyle bir yasa çıkarılmış.<br />

Bu zamana kadar bir takım uyuşmazlıklarda Yargıtay ve Yargıtay<br />

Hukuk Genel Kurulu sanatçıların istisna akdi ile çalıştıklarını 506<br />

sayılı yasanın 2. maddesi kapsamında hizmet akdi arandığı için 506 sayılı<br />

yasaya tabi olamayacağını söylemiş ve bu Yargıtay Hukuk Genel Kurulu<br />

Kararı yasama sürecini işletmiştir. Sanatçıların sosyal güvenliğini ve<br />

borçlanma yasalarına bakarken mutlaka bunun tarihsel sürecini bilmek<br />

gerekli. 2167 sayılı yasayla sanatçıların sosyal güvenlik, SSK kapsamına<br />

alınırken çıkarılan yasada hükümet gerekçesini şunu belirtmiştir:<br />

1- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararına gönderme yapmıştır. Yapısal<br />

sürecin kapandığını, sanatçıların yeni bir yasa çıkmadığı takdirde<br />

sosyal güvenliklerinin sağlanamayacağını belirtmiştir. 2. Olarak ta 506<br />

sayılı yasanın 2. maddesine gönderme yaparak burada hizmet akdi koşulu<br />

arandığını, hizmet akdi ile çalışmayan sanatçıların ancak yeni bir<br />

yasayla 506 sayılı yasa kapsamına alınabileceklerini belirtmişdi. Tarihsel<br />

ve yasama süreci bu. Bir de tabi 506 sayılı yasanın 2. maddesine yani<br />

çalışanların sigortalılığına baktığında bir takım gelişmeler olduğunu görüyoruz.<br />

Çalışma hayatında artık işçi gömlekli, ya da belli bir mesaiyle<br />

çalışan, belli bir emir komuta altında çalışan insanlar yanısıra, gelişen<br />

teknoloji, ekonomik yapılarına esnek çalışmayı gündeme getirmiş, artık<br />

patronun işyerinde çalışan sigortalı olacaktır görüşü, yerini bir işverenin<br />

organizasyonu altında çalışan sigortalı olmalıdıra dönüşmüştür.<br />

Bu istisnai durum, yani hizmet akdi ile çalışmalar dahi 506 sayılı<br />

yasa kapsamında olan sanatçılar yanısıra işte, köy ve mahalle bekçileri ve<br />

genel ev kadınları da bu bağlamda düşünülmüştür. Bu yelpaze daha da<br />

genişleyecektir. Ekonomik yapılanma bunu böyle gerektirmektedir. Şimdi<br />

Ali Rıza Beyin bir ifadesine gelirsek, Ali Rıza Bey içtihadı birleştirmenin<br />

gerekmediğini belirtmiştir. Ben de aslında bunun gerekli olduğunu hala<br />

zorunlu olduğunu belirtmek için çıktım. Çünkü sadece 10. ve 21. Hukuk<br />

Dairesi, Hukuk Genel Kurulu arasında sanatçılar hizmet akdiyle çalışmak


zorunda mıdır, değil midir. Tartışmasından bir içtihat aykırılığı yok. Önce<br />

10. ve 21. Hukuk Dairesinde başladı, daha sonra Yargıtay Hukuk Genel<br />

Kurulu dahi hizmet akdiyle çalışma koşulu varsa sigortalıdır sanatçılar<br />

dedi. Daha sonra Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 21. Hukuk Dairesinin<br />

görüşleriyle de beslenerek dediki hayır hizmet akdi koşulu aranmaz, şuan<br />

10. 21. ve YHGK ortak görüşü evet hizmet akdi koşulu yoktur diyor.<br />

Ancak konu sadece bununla da bitmiyor. 6. Ceza Dairesinin sanatçılara,<br />

sanatsal çalışmalara bir bakış açısı var. 9. Hukuk Dairesinin bir bakış<br />

açısı var. Bunlar hepsi birlikte değerlendirildiğinde ortaya tam bir içtihat<br />

aykırılığının görüntüsü çıkmaktadır. 6. Ceza Dairesi şöyle demektedir.<br />

Kanunsuz suç ve grev suçunu irdelerken bu tarz çalışanlar istisna akdiyle<br />

çalıştıkları için bu suç oluşmaz demektedir. 9. Hukuk Dairesi ise bu tür<br />

çalışanlar işçi statüsündedir. Đş. K'dan yararlanır, kıdem ihbar gibi<br />

düzenlenen hakları alır demektedir. Şimdi bu tabloya bakıldığında ben de<br />

şahsen bu içtihadı birleştirmeyi isteyen ilk avukatım. Oldukça kapsamlı<br />

bir çalışma yaptım. Sundum. Bu dairelerin de içtihat aykırılığının<br />

olduğunu belirttim. Fakat bu kabul edilmedi. Birkaç kez daha bu yapıldı.<br />

SSK tarafından yapıldı. Đçtihadı birleştirme talebi kabul edilmedi. Şuan<br />

böyle bir çalışma yok. Şuna da ben katılmıyorum. Ali Rıza Beyin<br />

ifadesinde "bu çok yerinde bir tutumdur. Đyice irdelenmiştir. Süreçten<br />

geçmesi gerekir" düşüncesine katılmıyorum çünkü sanatçı borçlanması<br />

sadece 4056 yani 1995 yılında çıkarılan bir kanunla başlamamıştır. Bu<br />

sanatçı borçlanmasının bir geleneği vardır. Oturmuş bir anlayışları<br />

vardır. 2167, 2959, 3391, 4056 borçlanma yasalarında zaten 4056'ya kadar<br />

hizmet akdi koşulu aranmaksızın sanatçılar borçlandırılmış bir çok<br />

kişi yararlanmış 4056'da baştan gene hizmet akdi koşulu aranmazken<br />

daha sonra 10. Hukuk Dairesinin içtihadı değişerek bazı noktalara gelinmiş,<br />

dolayısıyla süre çok uzun ben şunu belirtmek istiyorum. <strong>Yargıtayın</strong><br />

Daireleri, Hukuk Daireleri içtihadı birleştirmeye gitmekten çekinmemeli.<br />

Çünkü ortaya çok daha mükümmel şeyler çıkacağına inanıyorum.<br />

En azından bir takım içtihat farklılıkları, süreç içerisinde bir takım insanların<br />

haktan yararlanırken, diğer insanların daha sonra yararlanamaması,<br />

sonra tekrar hizmet akdi koşulu kalktı yararlanabilir denmesi<br />

bence daha büyük sakıncalar doğurmaktadır. Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Söz Yargıtay 10. Hukuk Dairesi üyesi Sayın Sami<br />

Koçak'ta, buyurun.<br />

Sami Koçak : Sayın Başkanım, Sayın katılımcılar, hepinizi saygıyla<br />

selamlıyorum.<br />

Ben genç arkadaşımız Süleyman Bey'in tebliğinde iki konuda karşı oy<br />

yazımı eleştirmiş olması sebebiyle konuya bir açıklık getirmek, hukukçu-


lar arasında da tartışılmasını arzu ettiğimden, bu yolda beyanda bulunmak<br />

istiyorum. Birisi Bağ-Kur Kanunun 63 diğer Tarım Bağ-Kur Kanununun<br />

47. maddesi ile ilgilidir.<br />

Bir sosyal güvenlik kurumu olan Bağ-Kur'un bünyesinde, aynı çatı<br />

altında birbirinden bağımsız 2 yasa kapsamında kalan sigortalılar var.<br />

Birisi 1479 sayılı kanun kapsamındaki esnaf sanatkarlar ve diğerleri,<br />

öteki 2926 sayılı yasa kapsamında kalan Tarım Bağ-Kur sigortalıları;<br />

Şimdi kurumun her iki sigortalılara 3. şahıslara suç sayılan eylemleriyle<br />

meydana gelen zararlarının tazmini yönünde her iki kanunda rücu hakkı<br />

olmasının incelenmesi meselesi. Şimdi 1479 sayılı yasanın 63. maddesinde<br />

kurumun rücu hakkı ilk peşin yani sigortalı ve hak sahiplerine kurumun<br />

bağladığı gelirin ilk peşin değeriyle sınırlandırılmıştır. Bu yasa<br />

2926 Sayılı Tarım Bağ-Kur Yasasından önce kabul edilmiştir. 1479 Sayılı<br />

Yasanın 63. maddesinden sonra kabul edilen 2926 Sayılı Yasanın rücu ile<br />

ilgili 47. maddesine bir atıf bulunmamaktadır. Şimdi ben diyorum ki karşı<br />

oyumda dairemizde de bu uygulamının karşısındayım. Şu bakımdan,<br />

2926 Sayılı Tarım Bağ-Kur Kanununun 47. maddesi 3. şahısların suç<br />

sayılan eylemleriyle sigortalılara ve onların hak sahiplerine bir zarar<br />

verilmişse, kurum bunlara gerekli yardımı yapar ve haksız fiil failine bu<br />

yardımların geri dönüşü için rücu eder. Hal böyle olunca, birde sınırlama<br />

olmayınca bu yardımların içerisine nasıl ki 506 sayılı yasanın 26. ve 10.<br />

maddesi, 1952 tarihli tevhidi içtihat, 1994 veya 95 tarihli içtihat gereğince<br />

yasal artışlarda bunların içerisinde, bu yardımların içerisinde bulunduğundan<br />

burada diyorum ki 47. maddeye göre artışlar dahil haksız<br />

fiil failine rücu eder alır. Ha ne zamana kadar alır. Ben burada diyorum ki<br />

halefiyet vardır. Karşı görüş kanundan doğan bir rücu hakkı vardır diyor.<br />

Kanundan doğan rücu hakkı nedir diye sorulduğunda temelinde halefiyet<br />

bulunan rücu hakkı, zaten SSK olsun, Bağ-Kur olsun sigortalısının<br />

halefidir. Tevdi içtihatla da böyle kabul edilmiş ve yüksek 10. hukuk ve<br />

21. hukuk yıllarca bunu uygulamıştır. Halen daha uyguluyoruz. Bu bakımdan<br />

ilk 1479 sayılı yasanın 63. maddesi rücuan gelirin ilk peşin sermayesiyle<br />

sınırlanıp 2926 sayılı yasanın 47. maddesindeki rücu'ya da<br />

atıfta bulunmadığına göre 63. maddeyi 47.ye kıyısen uygulama olanağıda<br />

yoktur. Bu kararın geniş özeti alınmamış, bana göre bir tavan yapılır.<br />

47'ye göre, kusur oranına göre bir tavan yapılır. Đlelebet haksız fiil faili<br />

dava tehdidi altında bulundurulmaz bugünkü uygulamakta olduğumuz<br />

gibi gerçek zarar tavanına kadar kurum verdiğini geri ister diyorum.<br />

2. Diğer bir husus var eleştirilen o da, 2829 sayılı birleştirme yasası.<br />

Burdaki olay, bir sigortalı işçinin Anayasal hak olarak tercihini çalışma<br />

alanı olarak SSK'ya tabi bir iş alanında tercih etmesidir. Çalışırken iradesi<br />

dışında statüye kanunla 657'ye tabi oluyor.


6 yıl küsur orda çalışıyor. Tekrar SSK'ya bağlı bir işyerinde çalışıyor.<br />

Yaşlılık aylığını hak ettiğinde de SSK'dan yaşlılık aylığı talep ediyor. Bu<br />

durumda SSK diyor ki, arkadaş sen son 7 yılın yarıdan fazlasını Emekli<br />

Sandığından çalıştın. Oradan emekli olman lazım. Ama amaca bakarsak,<br />

yaşlılık aylığına hak kazanmış, primlerini ödemiş, artacak katsıyalara<br />

göre sigortadan emekli olursa daha fazla ücret alacak. Bunda hukuki yararı<br />

var. Nasıl ki Milletvekilleri 2 senede emekli sandığından emekli olup,<br />

büyük maaşlarla emekli oldular. Burda da amaca uygun olarak SSK'dan<br />

bu sigortalının yararlanması gerekir, düşüncesindeyim. karşı oyum da bu<br />

yolda arzederim. Saygılar sunuyorum.<br />

Oturum Başkanı : Teşekkür ederiz. Sayın Sami Koçak.<br />

Oturum Başkanı : 21. Hukuk Dairesi Başkanı Sayın Araslı Buyrun.<br />

Utkan Araslı : Sayın başkan ve değerli katılımcılar; sizleri en derin<br />

saygılarımla selamlıyorum.<br />

Değerli iki tebliğ sahibi de son derece geniş araştırma yapmışlar.<br />

Zengin bir içtihat birikimiyle önümüze geldiler. Ben de bir iki noktada<br />

açıklama yapmak isteyeceğim.<br />

Đlk olarak; 3201 sayılı Yasayla getirilen yurtdışında çalışan işçilerin<br />

sorununa değineceğim. Bu sorun gerçekten çok önemli. Öyle ki, uygulama<br />

şu günkü durum itibarıyla oldukça karıştı.<br />

Bilindiği gibi, yurtdışında bugün için yaklaşık 2-2.5 milyon civarında<br />

vatandaşımız çalışmakta ve yaşamlarını burada sürdürmektedir. Bunların<br />

sosyal güvenlikleri için, yasa koyucu önce 1978 yılında bir yasa getirmiş<br />

daha sonra, 1985 yılında kabul edilen 3201 sayılı Yasa ile konu<br />

yeniden düzenlenmiştir. Đlk Yasa'da yurtdışında çalışanların Türkiye'de<br />

Soyal güvenlik haklarından yararlanmaları yönünden, Türkiye'ye kesin<br />

dönüş koşulu öngörülmemiş iken, ikinci yasada bu koşul öngörülmüştür.<br />

Đşte temel uyuşmazlık konusu buradan kaynaklanmış ve uygulamayı bir<br />

karmaşa içine itmiştir.<br />

Yurtdışında çalışan işçilerimiz oldukça güç şartlar içinde yaşamlarını<br />

sürdürmektedir. Üstelik, bu kişilerin, bulundukları ülke koşullarına göre,<br />

sosyal güvenceye kavuşabilmeleri, Türkiye koşullarına göre hayli farklıdır.<br />

Özellikle, Almanya ve kıta Avrupasında çalışan bir işçimiz yaşlılık aylığına<br />

hak kazanabilmesi için, 65 yaşına kadar beklemesi gerekecektir. Đşte yasa<br />

koyucu Türk vadandaşlarının, yurtdışında sosyal güvenceden yoksun bir<br />

şekilde kalmalarını önlemek ve onların anayurda dönmelerini temin<br />

açısından sözü edilen Yasaları yürürlüğe koydu ve bu kişeleri sosyal<br />

güvenceye kavuşturmak istedi. Ne var ki, bu yönde, kesin dönüş koşulu<br />

ortaya önemli engel çıkardı.


Borçlanma yapmak isteyen bir işçinin,başka bir anlatım ile; döviz yatırmak<br />

suretiyle, yurt dışında çalışmalarını değerlendiren ve primlerini bu<br />

şekilde ödeyen bir işçinin ödeme sırasında, yurda dönüş yapmasının gerekip<br />

gerekmiyeceği sorunu önem kazandı.<br />

Đçtihat; uzun yıllar, 1997 yılına kadar, bu sorun üzerinde fazlaca<br />

durmadı ve borçlanmasını yapmak isteyen işçinin, yurt dışından dönüş<br />

yapıp yapmamasını, borçlanma için engel kabul etmedi. Ne var ki, 1997<br />

yılında bir H.G.K. kararı ile, soruna yeni bir boyut getirildi ve borçlanma<br />

yönünden de kesin dönüş koşulu öngörüldü. Bu karardan sonra; <strong>Yargıtayın</strong><br />

iki Sosyal Güvenlik Dairesi arasında uyuşmazlık çıktı. Dairemiz görüşüne<br />

göre; yurtdışında çalışan bir işçinin borçlanmasının geçerliği için;<br />

kesin dönüş koşulu önemli bulunmamaktadır. Bu koşul, ancak, kişinin<br />

sosyal güvenceye bağlanmasını istediği veya kendisine yaşlılık aylığı bağlanmasını<br />

talep ettiği sırada önem kazanır. Diğer Yüksek Daire ise, kesin<br />

dönüş koşulunun borçlanma sırasında dahi aranması gerektiği görüşünde.<br />

Sorun, H.G. Kurulunda da çözümlenemedi. Şu anda,konu, Yargıtay<br />

Tevhidi Đçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kuruluna getirildi.<br />

Ayrıca, borçlanma yönünden kesin dönüş koşulunu arayan 3201<br />

sayılı Yasanın 3. maddesinin iptali yönünde, Anayasa Mahkemesine<br />

açılmış bir dava bulunmaktadır. Bu nedenle, konu güncelliğini korumaktadır.<br />

Şu noktayı özellikle vurgulamak isterim ki; eğer borçlanma yönünden<br />

kesin dönüş koşulu aranırsa, ortaya son derece telafisi mümkün olmayan<br />

zararlar çıkmaktadır. Kanımca; kesin dönüş koşulu, salt, yaşlılık aylığı<br />

bağlanması yönünden gereklidir. Örneğin; 10 yıl önce borçlanma yapıp<br />

Türkiye'ye dönen, bir Türk vatandaşının; 10 yıl sonra; yaşlılık aylığı ve<br />

borçlanmasının iptali halinde ortaya çıkacak tabloya bakalım. Kişi, 10 yıl<br />

önceki kur üzerinden, 5000 dolar yatırıp borçlanma yapsın. Daha sonra;<br />

kişiye yaşlılık aylığı bağlansın. Kurum; 10 yıl sonra; bu kişinin borçlanma<br />

sırasında, herhangi bir nedenle, yurtdışında bulunduğunu, uygulamada<br />

daha çok görüldüğü üzere, işsizlik yardımı aldığını saptadığında; kesin<br />

dönüş, koşulu gerçekleşmediği iddiası ile; borçlanmasını iptal etmekte;<br />

kişi o güne kadar, ödediği aylıkları faizi ile geri almakta ve sosyal güvenceden<br />

yoksun biçimde kişiyi ortada bırakmaktadır. Buna karşın, kişiye 10<br />

yıl önceki kur üzerinden, alacak çıkarmaktadır. Döviz kurlarındaki artış,<br />

son derece yüksektir. 5000 Amerikan dolarının, 10 yıl önceki değeri; 50<br />

milyon TL. ise, bugün için bu rakam 7.5 milyar TL.'dir. Đşte kurum; kişiye<br />

salt, 50 milyon TL.'sını iade ederek, sorunu çözmekle, buna karşılık,<br />

ödenen yaşlılık aylıkları faizleri ile birlikte, milyarları bulan rakamlarla<br />

kişiden geri alınmaktadır. Hepsinden önemlisi, kişi, yıllar sonra gelen bu


uygulama ile her türlü güvenceden yoksun birşekilde ortada bırakılmaktadır.<br />

Bu tür bir güvenlik sistemi düşünülebilir mi<br />

Bu durumu takdirlerinize bırakıyorum.<br />

Oturum Başkanı : Teşekkür ederiz Sayın Araslı. Şimdi söz sayın Av.<br />

Đnceser Alptekin'de.<br />

Av. Đnciser Alptekin : Đki konu hakkında hem görüş, hem de soru<br />

sormak istiyorum.<br />

Sayın Süleyman Başterzi tebliğinde, iş kazasına ilişkin bir olayda, terörist<br />

eylem sonucu işyerindeki ölümlü kazada konunun terörist eylemle<br />

iş ilişkisi arasında bir bağ yoktur diye bir görüş belirttiler, yanlış anlamadıysam.<br />

Kararda da rücu olmadığından hakkaniyet indiriminden bahsetmektedir.<br />

Şimdi yasayı düşündüğümüz zaman Sosyal Sigortalar Kanunun<br />

11. maddesi biliyoruz çok açık; sigortalının işyerinde bulunduğu<br />

sırada uğradığı olaylar ve kazaları iş kazası olarak tanımlamakta. Đş kazası,<br />

bu tanım çerçevesinde baktığımız zaman, olay işyerinde olursa, ne<br />

şekilde olursa olsun iş kazası kapsamı içerisinde değerlendirilmesi sonucuna<br />

varılacaktır. Eğer yine yanlış hatırlamıyorsam, daha önceki bir benzer<br />

Yargıtay kararını söylemek istiyorum; Đşçi görevli iken, yolda giderken<br />

birmola yerinde dinlenme halinde çay içerken, yine böyle bir çatışma sonucu<br />

kurşun hedefiyle hayatını yitiriyor. Bu da iş kazası sayıldı yanlış<br />

hatırlamıyorsam. Dolayısıyla iş kazası tanımı, burada, Sayın hocamız<br />

nasıl belirlemek istiyor. Yani bunun terörist eylemlerde olabilir, başka bir<br />

sonuçta işyerinde olma olayı vardır. Bunun bağının tekrar kurulması konusunda<br />

görüş rica edeceğim. Onun dışında Sayın Ali Rıza Okur Bey'in<br />

yorumladığı konularda ve kararlarda, kapsamdışı personelin Petkim olayında<br />

idari yargı mekanizması ile işe iade konusunu gündeme getirdiler.<br />

Bu hakikaten oldukça enteresan yargı sistemi burada Đş hukukuna ilişkin<br />

bir iş uyuşmazlığında iş mahkemelerinin yargı sistemi ile idari yargı<br />

sistemi, içiçe girmeye başlamış durumda. Eğer, bu işçiler iş mahkemesine<br />

başvursaydı, hiçbir şekilde işe iade kararı almaları söz konusu olamayacaktı.<br />

Bir bakıma bu güzel bir karar, ben kendi adıma iş güvencesini özlediğimiz<br />

bir dönemde dolaylı da olsa, böyle bir iş güvencesi sisteminin<br />

idari yargıdan çıkmış olması benim için mutluluk verici bir karar diye düşünüyorum.<br />

Ancak, idari yargı açısından bir konuyu daha dile getirmek<br />

istiyorum; yine bu karışma anlamında. Kamu kuruluşlarında çalışan işçilerin<br />

tasarrufu teşvik alacaklarına ilişkin konularda iş mahkemelerine<br />

gidilemiyor, bilindiği gibi. Uyuşmazlık mahkemesi karar verince idari<br />

yargıya gidiliyor. Oysa işçi, bildiğimiz işçi, diğer tüm alacakları için; kıdem,<br />

ihbar, çalışmasına ilişkin tüm alacakları için iş mahkemelerine başvuracak<br />

ve oradaki yargılama sistemi içinde haklarını kazanacak veya


alabilecek. Burada uyuşmazlık mahkemesi, netice itibariyle işçi olan kişiyi<br />

sadece bu kısımda ayrı tasarrufu teşvikleri konusunda, belediyelere<br />

ödenek vermek gerekirse, çalışan ve emekli olanların tasarrufu teşvik<br />

miktarları süresinde bankaya yatırılmadığı için sistem idari yargılamada<br />

gerçekleşiyor. Đdari yargılamada biliniyor, tazminat konusunda fazlaya<br />

ilişkin hakkımızı saklı tutar iş mahkemeleri gibi açamıyorsunuz, tam rakamı<br />

belirlemek ve açmak durumundasınız. Bu da yargılamada, doğrusu<br />

rakamların kargaşasına sebebiyet veriyor. Takiple karar arasında eğer<br />

ulaşamıyoranız buna, böylece sonuçlar doğuruyor. Bu sonuç olarak, birbirine<br />

yargılama sisteminde karışmayı gerektiriyor ki, bunu da doğrusu<br />

ben uzun yıllardır anlamış değilim. Niçin Đşçi statüsünde olup ta sadece<br />

bu hakkı için idari yargıda olmayı bu verdiğim örnekte belki de bu anlamda<br />

yine işçi olan bu kişinin idari yargı mekanizmasıyla işe dönmesini<br />

getiren bir sonuçtu. Bu konuda da hocamızın görüşünü rica edeceğim.<br />

Çok teşekkür ederim beni dinlediğiniz için.<br />

Oturum Başkanı : Biz teşekkür ederiz. Sayın Alptekin, son konuşmacı<br />

Osman Ünal Beyefendi.<br />

Av. Osman Ünal : Teşekkür ediyorum. Sayın Başkan. Saygılar sunuyorum.<br />

Her iki tebliğ sahibine de teşekkür ediyorum.<br />

Đdari para cezasını gündeme getirdikleri için ben teşekkür ediyorum.<br />

Sayın Okur hocama. Bu gerçekten uygulamada çok proplem yaratan bir<br />

konudur. Bu konuda sigorta idaresinin konuyu gerektiği gibi incelemeden,<br />

çünkü bir müfettişin yazmış olduğu bir rapor üzerine derhal para<br />

cezasına salıyor. Ondan sonra siz itiraz ediyorsunuz haklı gerekçelerle.<br />

Ama hiçbir zaman o gerekçeler dikkate alınmadan reddediliyor, döndürülüyor.<br />

Bu arada yıllar yılı yakacak yardımından, yani ayın olarak verilen<br />

şeylerden veya ayın olarak verilmesi gereken yardımları karşılayan paradan<br />

sigorta primi kesilmeyeceği konusu kendi genelgeleriyle sabittir. Bu<br />

genelgeler halen yürürlükte. Fakat, aldığımız haber ve uygulama da aksi<br />

yönde olduğu için bunu gündeme getirme lüzumunu hissettim. Müfettişlere<br />

verilen derslerde onların el kitaplarında görülen, özellikle toplu iş<br />

sözleşmesi olan işyerlerinde yakacak yardımının hepsinde var, bu tür<br />

yardımlar, şayet verilmişte sigorta pirimi kesilmişse, bunlardan kesilmesi<br />

yönünde rapor düzenleyeceksiniz şeklinde eğitim notlarında bu şekilde bir<br />

husus söylenmiş ve gelen genç müfettiş arkadaşlar da bu konuda rapor<br />

tutuyor.<br />

Bir kazayı tetkik için ilk geldiklerinde, ilk baktıkları şey, yakacak<br />

yardımı ödenmiş mi Ödenmemişse prim kesilmiş mi kesilmemiş mi Ve<br />

ondan sonra idari para cezası salmıyor. Ve netice olarak itiraz edildi. Bu<br />

konuda bir uygulamanın handikapı da şu; konu ceza mahkemesine gititği


için, detayıyla bu konuyu gerektiği gibi, gerek iş yükünden, gerekse sair<br />

sebeplerle irdeleme, inceleme imkanı bulunamıyor. Madem kamu yazmış,<br />

sigorta zor durumdadır, verelim geçelim gidelim. Tabi bu işin neticesi, 10<br />

yıl geriye doğru gittiği zaman, o işyerinde uzun süre toplu iş sözleşmesiyle<br />

devam etmiş yakacak yardımı da var, ve işyerini kapatmaya kadar varacak<br />

sonuçlar doğurabilecek durumlar. Allah'tan o konuda gerek bilirkişi,<br />

gerek yargı tavrını koydu, gerçi tabi mahkemede kesin verilen karar bu.<br />

Yargıtaya falan gitmiyor. O dava kazanıldı ama hala tehlike mevcut. Ben<br />

bunu belirtmek istedim. Efendim bir diğer konu, Sayın Başterzi Beyefendinin<br />

bahsettiği konuyla ilgili; Bu tahsis talebi konusunda da uygulamada<br />

idare aynı ay içerisinde hem uygulama hem tahsis talebini kabul<br />

etmiyor. Yani tahsis talebinin kabul edildiği ay içerisinde destek pirimiyle<br />

çalışmayı kabul etmiyor. Mutlaka, o kişinin aybaşına kadar bekleyip aybaşında<br />

o işyerine girmesi gerektiği, yoksa işyerinin de başı belada, tahsis<br />

talebinde bulunan kişinin de başı belada. Saygılar sunuyorum.<br />

Oturum Başkanı : Sayın katılımcılar, izin verirseniz 10. Hukuk Dairesinin<br />

Yani Başkanı olduğum dairenin kararlarına karşı her iki tebliğde<br />

öne sürelen eleştirilere cevap vermek istiyorum.<br />

Sayın tebliğ sahipleri, Dairemizin en çok tartışılan kararlarını tebliğlerine<br />

almış oldukları için kendilerine teşekkür ediyorum. Bu, sevindirici<br />

bir davranıştır. Tebliğe alınan kararların hepsine detaylı olarak cevap<br />

verdiğim taktirde zamanımız yetmez. Örneğin, yurtdışında çalışanların<br />

hizmetlerini borçlandıktan sonra sigortacılık başlangıçlarının nasıl belirleneceği<br />

konusu Yargıtay Hukuk Genel Kurulunda 4 oturum saatlerce<br />

tartışılmıştır.<br />

Şimdi Sayın Prof.Dr. Ali Rıza Okur Beyefendinin Dairemiz kararlarına<br />

karşı yapmış oldukları eleştirilere cevap vermek istiyorum: Bu kararlardan<br />

birisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti uyruklu ve Türk asıllı bir kimsenin<br />

Türkiye'deki çalışmalarından ötürü sigortalı sayılıp sayılamayacağı<br />

ile ilgilidir. Somut olayda Türk asıllı hekim Đstanbul Etfal Hastanesinde<br />

asistan olarak çalıştığı sürelerin sigortalı sayılması için Sosyal Sigortalar<br />

Kurumuna başvurmuş Kurum yabancı uyruklu olduğu için hekimin sigortalılığını<br />

kabul etmemiş anılan hekimin iş mahkemesine açmış olduğu<br />

dava sonucunda mahkemece verilen karar temyizen Dairemize gelmiştir.<br />

Bilindiği gibi 29.09.1981 tarihinde yürürlüğe giren 2547 Sayılı Yasaya<br />

göre Türk soyundan gelen yabancı uyruklular Türkiye'deki çalışmalarından<br />

ötürü sigortalı sayılmışlardır. Anılan karardaki Türk soyundan gelen<br />

hekimin çalışmaları 29.09.1981 tahirinden sonraya isabet ettiği için Dairemiz<br />

sözü edilen hekim olan asistanı SSK Sigortalısı saymıştır. Anılan<br />

yasa ile Türk soyundan gelen yabancı uyruklulara bir ayrıcalık getiril-


miştir. Sayın Okur Dairemiz kararında benimsenen görüşe katılmış bulunuyorlar.<br />

Ancak Sayın Okur'un sözü edilen Yasanın yürürlük tarihinden<br />

önce çalışan gerek Türk asıllı gerekse Türk asıllı olmayanların Türkiye'deki<br />

çalışmalarından ötürü sigortalı sayılabilmeleri için Sosyal Sigortalar<br />

Kanununun 3. maddesine göre yazılı başvuruda bulunması gerektiğini<br />

iddia etmektedirler. Gerçekten Sosyal Sigortalar Kanunu madde 3-II-A<br />

bendine göre yabancı uyrukluların uzun süreli sigorta kollarından yararlanabilmeleri<br />

için Kuruma yazılı olarak başvurmaları gerekir. Ancak<br />

yazılı başvuru şartı hakkında Dairemiz şöyle bir görüş geliştirmiştir. Yabancı<br />

uyruklu kimse Kuruma yazılı olarak başvurması bile şayet işe giriş<br />

bildirgesi Kuruma verilmiş ise bildirgenin işveren ve sigortalı tarafından<br />

imzalanmış olması Dairemizin yerleşmiş görüşüne göre yazılı başvurma<br />

yerine geçmektedir. Đşe giriş bildirgesi verilmemiş olsa bile pirimlerin düzenli<br />

olarak ödenmiş ve yabancı uyruklunun bu durumu kabullenmiş<br />

olması dahi yazılı talep yerine geçer. Bana göre de böyle bir uygulama<br />

sosyal güvenlik hukukunun amacına ve gelişme sürecine uygundur.<br />

Yanlış anlamamış isem Sayın Okur'un salt bu konuda tereddütlü olduğu<br />

izlenimini edindim. Biz Dairece bu ilkeyi isteğe bağlı sigortalılık konusunda<br />

da uyguluyoruz.<br />

Şöyle ki: Đsteğe bağlı sigortalılık için yazılı başvuru olmasa bile isteğe<br />

bağlı sigorta primlerini ödeyen kimse bu sigorta kolundan yararlanabilmektedir.<br />

Eleştiri konusu edilen bir başka 10. Hukuk Dairesi Kararı 19 Mayıs<br />

Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışan Azerbaycanlı bir kimsenin<br />

sosyal güvenlik haklarıyla ilgilidir. Bu kimse Türk asıllı olduğu için tıpkı<br />

yukarıda değindiğimiz Türk asıllı Kıbrıs uyruklu olan kimse gibi 2547<br />

Sayılı Yasaya göre 25.09.1981 tarihinden itibaren sosyal güvenlik hakkına<br />

sahiptir. Ancak Sayın Okur, Üniversiteler Kanununa göre Üniversite<br />

Rektörünün yabancı uyruklu öğretim elemanı atama yetkisi olduğunu,<br />

atama tasarrufuna göre atananların sigortalı sayılamayacağını, zira<br />

atama tasarrufuna dayanarak çalışanların çalışmalarının hizmet akti niteliğinde<br />

olamayacağını iddia ederek kararınızı eleştirmektedirler. Gerçekten<br />

atama tasarrufuna göre çalışanların çalışmalarının hizmet aktine dayanmadığı<br />

şeklindeki görüş doğrudur. Ne ki söz konusu 10. Hukuk Dairesi<br />

kararına esas teşkil eden olayda bu konu öne sürülmemiş ve tartışılmamıştır.<br />

Başka bir deyişle atama tasarrufuna dayanan Üniversiteler<br />

Yasası irdelenmemiştir. Bilindiği gibi Üniversite Rektörü Emekli Sandığı<br />

Kanununa tabi öğretim elemanı atayabilir. Böyle olunca da atanan kimse<br />

Emekli Sandığı Kanununun sağladığı sosyal güvenlik haklarından yararlanabilir.<br />

Somut olayda yabancı uyruklu öğretim üyesinin Emekli Sandığı<br />

Kanununa göre çalışmadığı anlaşılmaktadır. Zira böyle olsaydı o kimse


sosyal sigortalı sayılması gerektiğini istemezdi. Bu durumda sözü edilen<br />

öğretim üyesi sosyal güvenlik hakkından mahrum mu bırakılacaktır Bize<br />

göre, özellikle 2547 Sayılı Yasa hükümleri gereğince başka bir Sosyal<br />

Güvenlik Kuruluşuna tabi olmayan öğretim üyesinin SSK. Sigortalısı<br />

sayılabileceğine ilişkin 10. Hukuk Dairesi kararı isabetlidir.<br />

Ne ki Üniversiteler Yasası ile Đlgili mevzuat hükümleri çevresinde<br />

Emekli Sandığına tescil edilmemiş olmakla beraber sözü edilen kimsenin<br />

çalışmalarının niteliği Emekli Sandığı Kanunu kapsamına alınabilecek<br />

durumda ise elbette SSK Sigortalısı sayılamayacaktır.<br />

10. Hukuk Dairesinin tebliği alınan Sosyal Sigortalar Kanununun 7.<br />

maddesiyle ilgili kararına gelince; bilindiği gibi anılan 7. madde, geçici görevle<br />

yabancı ülkeye gönderilen sigortalıların sigortalılıklarını hüküm altına<br />

almaktadır. 7. maddeden doğan uyuşmazlıklar bu güne değin mahkemelere<br />

çok az sayıda gelmiştir. Ne ki küreselleşme ve globalleşme akımı<br />

nedeniyle Türk iş adamları Dünyaya açılmış ve Türkiye'den birlikte çok<br />

işçi götürmeleri nedeniyle 7. maddenin önemi artmıştır. Ülke gerçeklerini<br />

de nazara alarak 7. maddenin yorumunu genişletmiş bulunuyoruz. Bilindiği<br />

gibi anılan 7.maddede herhangi bir süre belirlenmemiştir. O nedenle<br />

belirli bir süre yurtdışına gönderilen sigortalılar sigortalı sayılır veya<br />

sayılmaz diye bir ölçü getirilemez. 7. maddeyi her somut olayın özelliğine<br />

göre yorumlamak gerekmektedir. Saptayabildiğimiz kadarıyla Türk Federal<br />

Almanya Sosyal Güvenlik Sözleşmesinde başlangıçta iki yıllık bir süre<br />

getirilmişken sonradan bir yıla indirildi ve nihayet bu süre de ortadan<br />

kaldırıldı. Yine tespit edebildiğimiz kadarıyla, -yanılıyorsam düzeltilirse<br />

memnun olurum-; Avrupa Birliği mevzuatına göre geçici olarak yurt dışına<br />

sigortalı gönderilmesi halinde sigortalılığın devamı için bir yıllık süre<br />

ölçüsü getirilmiştir.<br />

7. maddenin uygulanması için söz konusu kararımızda şöyle bir ilke<br />

saptamış bulunuyoruz. Öncelikle işverenin Türkiye'de bir işyeri bulunacak<br />

ve işveren sigortalı ile bir hizmet sözleşmesi yapıp sigortalıyı görevle<br />

yurtdışına geçici olarak göndermiş olacak yurt dışına sürekli olarak çalışmak<br />

koşuluyla gönderme olgusu varsa gönderilen kimseye 7. madde<br />

hükümleri uygulanamaz. Son yıllarda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı,<br />

Topluluk sigortası yapılmadan işçilerin yurt dışına gönderilmesine<br />

izin vermemektedir.<br />

Zorunlu Bağ-Kur sigortalısının isteğe bağlı sigortalı olup, olamayacağına<br />

ilişkin kararımıza gelince, isteğe bağı Bağ-Kur sigortalısı zorunlu sigortalılığa<br />

bağlı bir işte çalışması nedeniyle isteğe bağlı sigortalılığı sona<br />

ermiştir. Ancak yeniden isteğe bağlı sigortalı olabilmesi için Bağ-kur'a<br />

yeniden yazılı olarak başvurması gerekmektedir. Somut olayda sigortalı


zorunlu sigortalılığına son verdikten sonra isteğe bağlı sigortalılığını devam<br />

ettirmek için Bağ-Kur'a yazılı olarak başvurmamakla beraber sürekli<br />

ve düzenli olarak isteğe bağlı sigorta primlerini ödemeye devam etmiştir.<br />

Kararda Kurum, isteğe bağlı sigortalılığı kabul etmemiş ise de Dairemiz<br />

kişinin isteğe bağlı sigortalılığının geçerliliğine karar vermiştir. Sayın<br />

Okur kararın isabetli olduğunu ifade etmektedir. Ancak Dairemizin halen<br />

geçerli olan görüşüne göre aradan uzun yıllar geçmiş ve sigortalı geçmişe<br />

yönelik olarak isteğe bağlı sigorta primlerini ödemiş ise geçmişe yönelik<br />

olarak isteğe bağlı sigortalılığı kabul etmemektedir.<br />

Ücretsiz çalışan kimselerin-diğer koşullar oluşmuşsa-sigortalı sayılabilip<br />

sayılamayacakları çok önemli bir sorundur. 10. Hukuk Dairesi ücretsiz<br />

çalışan kimselerin de sigortalı sayılabilecekleri görüşündedir. Yasal<br />

dayanağı da Sosyal Sigortalar Kanunu madde 3-1-B, Sosyal Sigortalar<br />

Kanunu madde 6 ve madde 78'dir. Zira 78. maddede ücretsiz çalışan sigortalılardan<br />

hangi şartlarla prim alınacağı hükme bağlanmıştır. Örneğin,<br />

bir rahibe ücret almaksızın bağımlılık unsurlarını oluşturacak biçimde<br />

ücretsiz olarak kilisede çalışmışsa sigortalı sayılabilmeledir.<br />

10. Hukuk Dairesi, sosyal güvenlik sözleşmesi yapılmış olsun olmasın<br />

yurt dışında çalışanlar veya çalışmayanlar Türkiye'de isteğe bağlı sigortalı<br />

olabilecekleri görüşündedir. Sanıyorum 21. Hukuk Dairesi sosyal güvenlik<br />

sözleşmesi yapılan ülkelerde çalışanların Türkiye'de isteğe bağlı sigortalı<br />

olamayacakları görüşündedir.<br />

Yurt dışında çalışanların sigortalılık başlangıcının nasıl hesap edileceğine<br />

ilişkin kararların irdelenmesine gelince, bilindiği gibi 3201 Sayılı<br />

Yasanın 5. maddesinde yurt dışında çalışıp da bu hizmetleri borçlananların<br />

sigortalılık başlangıcının nasıl hesapanacağına ilişkin olarak 506<br />

Sayılı Yasanın 108. maddesinden ayrı özel bir hüküm getirilmiştir. Bu<br />

maddeye göre yurt dışında ilk defa sigortalı olarak çalışılan tarih sigortalılık<br />

başlangıcına esas alınmamaktadır. Sigortalılık başlangıcı borcun<br />

ödendiği tarihten borçlanılan süre kadar geriye götürülmek suretiyle hesap<br />

edilmektedir. 10. Hukuk Dairesinin yıllar yılı görüşü aynı doğrultuda<br />

uygulanmasına karşın hem Hukuk Genel Kurulu hem de 21. Hukuk Dairesi<br />

aksini kabul etmiş 10. Hukuk Dairesi'de yerleşmiş görüşünden oyçokluğu<br />

ile dönerek Hukuk Genel Kurulu ve 21. Hukuk Dairesi görüşünü<br />

benimsemiştir. Bize göre aykırı görüş anılan 5. maddenin hem lafzına<br />

hem de amacına aykırı olup yeni bir hüküm niteliğindedir. Oysa yargının<br />

yeni hüküm koymak gibi bir yetkisi bulunmamaktadır. Sosyal güvenlik<br />

sözleşmesinin 29. maddesi diğer maddeleriyle yorumlandığı taktirde dahi<br />

yurt dışında çalışılan ilk gün sigortalılık başlangıç sayılamaz. Şayet sigortalıya<br />

sosyal güvenlik sözleşmesi bir bütün olarak uygulanacaksa kısmi


aylık bağlanacak ve o taktirde sözleşmenin 29. maddesi uygulanıp yurt<br />

dışındaki çalışılan ilk gün sigorta başlangıcı olarak kabul edilecektir.<br />

Oysa söz konusu karardaki somut olayda sigortalı kendisine sosyal güvenlik<br />

sözleşmesinin uygulanmasını istememekte kendisine tam aylık<br />

bağlanmasını istemektedir.<br />

Đşveren sigortalının çalışmalarını tam olarak değil de kesintili bildirmişse<br />

bu bildirim kesintili çalışmaya karine teşkil edecek midir 10. Hukuk<br />

Dairesinin önceki görüşü karine teşkil edeceği yönündeydi. Ne ki<br />

sonradan bu görüşünden dönmüş işverence düzenlenen prim belgelerinde<br />

sigortalının teşkil etmemektedir. Ancak sigortalının imzasını taşıyan ücret<br />

tediye bordrosunda sigortalının imzası mevcutsa ve çalıştığı ayın<br />

tamamına değil de bir kısmında çalışmışsa ancak o taktirde kesintili çalışma<br />

karinesi uygulanmakta ve aksinin sigortalı tarafından yazılı olarak<br />

kanıtlanması gerekmektedir. Sosyal Sigortalar Kanununun 4447 Sayılı<br />

Yasayla değişik 79. maddesinin ikinci fıkrasına göre işveren, kısmi bildirim<br />

yapmış ve kısmi prim ödemiş ise belgelendirmediği taktirde sigortalının<br />

ayın tamamında çalıştığı kabul edilmektedir. Bu hüküm sigortalıların<br />

ve Kurumun lehine getirilmiş bir hükümdür. O nedenle kısmi bildirim<br />

karinesi sigortalının lehine yorumlanmalıdır.<br />

Sanatçı borçlanması ile ilgili Hukuk Genel Kurulu ve 21. Hukuk Dairesi<br />

kararlarının irdelenmesine gelince, Hukuk Genel Kurulu ve 21. Hukuk<br />

Dairesi işveren tarafından çalıştırılmayan sanatçıların da zorunlu sigortalı<br />

olduklarını ve geçmiş hizmetlerini borçlanabileceklerini kabul etmekte<br />

ise de Sosyal Sigortalar Kanununun Ek 10. maddesinde çok açık<br />

bir biçimde "Bir veya birden fazla işveren tarafından çalıştırılan sanatçı"lardan<br />

söz edildiği için gerek Hukuk Genel Kurulu ve gerekse 21.<br />

Hukuk Dairesi kararları açıkça yasa hükmüne aykırıdır. Bizim Dairemiz<br />

bir veya birden ziyade işveren tarafından çalıştırılmayan sanatçıları sigortalı<br />

saymamakta ve giderek borçlanamayacakları görüşündedir.<br />

Sigortalı olan gemi adamlarının Sosyal Sigortalar Kanunu Ek madde<br />

5 hükümlerine göre itibari hizmet zammından yararlanabilmeleri için çalışmalarının<br />

tamamının açık denizde geçmesi şart değildir. Bu kimseler<br />

gemi limanda iken bile itibari hizmetten yararlanabilirler. Gemi adamı<br />

sıfatını taşıyan sigortalı hizmetini gemide donatanın emrine tabi tuttuğu<br />

sürelerden dolayı itibari hizmetten yararlanabilir.<br />

Mesai saati bittikten sonra işyerinde kalıp içki alemi yaparken kaza<br />

geçiren sigortalının iş kazası sigortasından istifade edip edemeyeceğine<br />

ilişkin kararımızın irdelenmesine gelince, somut olayda sigortalı işverenden<br />

habersiz mesai saatinden sonra kendisine bir görev verilmediği işyerinde<br />

kalmış arkadaşlarıyla bir süre işçi alemi yaptıktan sonra tuvalete


giderken yüksekten düşerek ölmüştür. 10. Hukuk Dairesi arada illiyet<br />

bağının bulunmaması nedeniyle bu kazayı iş kazası saymamıştır. Gerçekten<br />

bir kazanın iş kazası sayılabilmesi için illiyet bağının gerçekleşmesi<br />

gerekir. Zira kaza, sigortalının işverenin buyruğunda ve denetiminde olmayan<br />

bir zamanda meydana geldiği için anılan Kanunun 11. maddesinde<br />

öngörülen koşullar oluşmamıştır. O nedenle kararımız doğrudur.<br />

2926 Sayılı Yasanın 47. maddesi ile ilgili kararlarımız hakkında görüşlerimi<br />

arz etmek istiyorum. 10. Hukuk Dairesi daha önceki yıllarda<br />

Bağ-Kur'un anılan maddeden doğan rücu hakkının halefiyete dayandığı<br />

görüşünde iken yaklaşık 2-3 sene önce görüşünden dönmüş ve Bağ-Kur-<br />

'un rücu hakkının Kanundan doğan bağımsız bir hak olduğu dolayısıyla<br />

katsayı artışı nedeniyle aylıklarda meydana gelen artışların peşin değerlerinin<br />

istenemeyeceği sonucuna varmıştır ki bu görüşümüzde isabetlidir.<br />

Kurumun Sosyal Sigortalar Kanununun 26. maddesinden doğan rücu<br />

hakkının hukuksal temelinin ne olduğu konusunda özellikle öğretide<br />

görüş birliği yoktur. Ne ki öğretideki baskın görüş, bu maddeden<br />

kaynaklanan rücu hakkının hukuksal temelinin halefiyet değil Kanundan<br />

doğan bağımsız bir hak olduğu yönündedir. Oysa Yargıtayımız, bu hakkın<br />

halefiyet ilkesine dayandığı, Kurumun, sigortalının ve hak sahiplerinin işverenden<br />

isteyebileceği tazminat miktarına kadar (=tavan) talepte bulunabileceği,<br />

dolayısıyla ileriki yıllarda katsayı artışlarından dolayı gelirlerde<br />

meydana gelen artışların peşin değerinin işverenden ve üçüncü kişiden<br />

isteyebileceği görüşündedir. Bu uygulama özellikle işveren ve hukukçular<br />

arasında yoğun bir şekilde eleştiriye tabi tutulmuştur. Zira aynı iş kazası<br />

nedeniyle tazmin sorumluları aleyhine yerine göre 7-8 defa rücu davaları<br />

açılmaktadır. Biz Yargıtay'ımızın bu konudaki görüşüne katılmıyoruz.<br />

Kurumun rücu hakkının halefiyete dayandığı ve gelir artışlarının<br />

istenebileceğine dair 1994 tarihli Yargıtay Đçtihadı Birleştirme Büyük Genel<br />

Kurulu Kararına karşı oy yazısı yazmış bulunuyoruz ve öğretideki,<br />

Kanundan doğan bağımsız rücu hakkı ve artışların istenemeyeceği doğrultusundaki<br />

baskın görüşe katılıyoruz. Kaldı ki 26. maddeyle ilgili olarak<br />

açılan iptal davasında Anayasa Mahkemesi artışların istenemeyeceğine<br />

karar vermiş olmasına karşın Yargıtay bu karara itibar etmemektedir.<br />

Oysa Anayasa Mahkemesi kararı herkesi ve tüm mahkemeleri bağlar.<br />

Kurumun Sosyal Sigortalar Kanununun 9 ve 10. maddesinden doğan<br />

rücu hakkının hukuksal temelinin ne olduğu meselesine gelince; Yargıtay'ımızda,<br />

bu maddelerden doğan rücu hakkının halefiyete dayanmadığı<br />

konusunda görüş birliği vardır. Ne ki Yargıtay yaklaşık 19 yıl süre ile Kurumun<br />

anılan maddelere göre, sonsuza kadar rücu hakkına sahip olduğuna<br />

karar vermiştir. Meseleyi bir örnekle açıklamak gerekirse, işverenin


işe giriş bildirgesini süresinde Kuruma vermemesinden dolayı aleyhine<br />

rücu davası açılmış ve bağlanan ilk peşin değerli gelirin tahsiline karar<br />

verilmiş olmakla beraber işveren ebediyen sorumluluktan kurtulamamaktadır.<br />

Bu sorumluluk işverenin ölümünden sonra mirasçılarına, hatta mirasçının<br />

da mirasçısına intikal etmektedir. Biz diğer bir üye arkadaşımla<br />

birlikte artışların istenemeyeceğine dair uzun yıllar karşı oy yazısı yazmışsak<br />

da görüşümüz kabul görmedi. Tavanla sınırlı tutulmak koşuluyla<br />

halen 10. Hukuk Dairesinde devam eden görüş artışların istenebileceği<br />

doğrultusundadır. Đzin verirseniz bu kısımdaki bir anımı arzetmek istiyorum.<br />

Odamda otururken içeriye bir işveren girdi ve 10. maddeye göre<br />

aleyhine 8. rücu davasının açıldığını ve sorumluluğunun ne zaman sona<br />

ereceğini sordu. Bana göre sorumluluğunuz bitti ama yüce Yargıtay'a göre<br />

bitmedi cevabını verince, öyleyse size hayırlı olsun ben işyerini kapattım<br />

ve mallarımı çocuklara devrettim cevabını verdi. Bu olaydan sonra ardı<br />

arkası gelmeyen rücu davaları 10. Hukuk Dairesini gerçekten rahatsız<br />

ettiği için tıpkı Sosyal Sigortalar Kanununun madde 26'da olduğu gibi 10.<br />

maddeye göre açılan davalarda da tavan sınırı getirildi. Burada bize göre<br />

başka bir hataya düşüldü. 26. maddeye göre açılan rücu davalarında<br />

tavan sınırının getirilmesinin nedeni bu maddeye dayanan rücu hakkının<br />

halefiyete dayanmış olmasıdır.<br />

Oysa az önce değinildiği gibi 9 ve 10. maddeye dayanan rücu hakkının<br />

halefiyet esasına dayanmadığı konusundan tam bir görüş birliği mevcuttur:<br />

O, nedenle yine Yargıtay kendi kararları arasında çelişkiye düşmüştür.<br />

Biz bu konudaki karşı oyumuzu halen sürdürmekteyiz.<br />

Bu konudaki görüşümde o kadar ısrarlıyım ki lütfen heyecanımı bağışlayın.<br />

Teşekkürler.<br />

Oturum Başkanı : Değerli konuklar, başka söz alan olmadığı için<br />

şimdi sözü, sırasına göre tebliğ sahiplerine veriyorum. Önce Sayın<br />

Prof.Dr. Ali Rıza Okur. Buyurum Sayın Okur.<br />

Prof.Dr. Ali Rıza Okur : Soru soran ve açıklamalarda bulunan herkese<br />

teşekkür ediyorum. Zaman bir hayli ilerledi çok kısa birbiçimde sadece<br />

soruları karşılayacağım, açıklamalarla ilgil iherhangi bir şey söylemeyeceğim.<br />

Đlk söz alan arkadaşamız Argun Bozkurt, herhangi bir soru sormadı<br />

ama ben orada içtihadı birleştirmeye gerek yok demedim, sadece sayın<br />

Kılıçoğlu'nun raporunun sonundaki görüşü dile getirdim, ayrıca, şunu<br />

vurguladım; öyle her an içtihadı birleştirmeye gitmeye gerek yok. Bu titizlik<br />

çok hoşuma gitti ve bu da oldukça yerinde. Đçtihadı birleştirme karar-


ları, biliyorsunuz, yasa gibi herkesi bağlayıcı bir karar. Böyle bir karar<br />

üzerinde bir hayli titiz olunması son derece doğal.<br />

Đkinci olarak, sayın Sami Koçak bazı açıklamalar yaptı, katkıda bulundu.<br />

Daha doğrusu Süleyman Bey'e soruları vardı ama, bir noktada<br />

konu beni de ilgilendiriyor. 2829 sayılı yasayla ilgili bir karar var, o kararla<br />

ilgili bir karşı oy yazıları var. Ben zaman olmadığından değinemedim,<br />

oysa, o kararı bende incelemiştim. 15000/<strong>2001</strong> sayılı bir karar. O<br />

karardaki olayda şöyle oluyor; Emekli Sandığına bağlı bir memur daha<br />

sonra, özelleştirme nedeniyle bir başka kuruma atanıyor, işçi olarak. Fakat,<br />

daha sonra aradan belli bir süre geçtikten sonra kendisi memuriyetten<br />

ayrılıyor, çalıştığı işten ayrılıyor, kendi rızası ile 506'ya tabi bir işe giriyor<br />

ve emekli sandığına son anda tekrar bağlanıyor. Son bağlandığı<br />

süre, 6 yıl emekli sandığında ama 20 yıllık bir SSK geçmişi var. Şimdi ne<br />

olursa olsun yasadaki bu 2829 sayılı yasadaki son 7 yıl kıstası durdukça<br />

başka türlü düşünmemize imkan yok. Son 7 yılın çoğu nerde geçmişse o<br />

kurumdan ve o kurumun yasasına göre emekli edebiliriz. Aslında bu işin<br />

ideali, kitaplarda ve makalelerde savunduk, tüm çalışma süresinin dikkate<br />

alınıp, bu sürenin çoğu nerede geçmiş ise, oradan emekli etmek, o<br />

yasaya göre emekli etmek ama, şu andaki düzenleme o değil, onun için<br />

mecburuz yasadaki kuralı uygulamaya. Burada...söyleyemediğim için<br />

hemen burada söyleyeyim, 2829 sayılı yasanın 8. maddesi iki fıkradan<br />

oluşuyor. Birinci fıkrada, son 7 yılın çoğu kıstasını koymuş, hemen ikinci<br />

fıkrada da istisnalarını getirmiş. Eğer, ölüm, malullük, belli görevle bir<br />

başka yere atanma veya kanunla bağlantı yeriniz değişmişse, o zaman<br />

son bağlanılan kurum kıstası gelmiş ve olayda da sigortalı kanunla benim<br />

işyerim değiştiği için beni emekli sandığından değil de SSK'dan emekli<br />

edin diyor ama, onun üzerinden birkaç sefer kendisi kendi rızası ile iş<br />

değiştirmiş. Ve burada dediğim gibi sigortalının rızasına öncelik verme<br />

görüşü de var ama, maalesef açık yasal düzenleme karşısında bunu uygulamamız<br />

mümkün değil ama, bu çerçevede dahi Yargıtayımız, sigortalının<br />

insiyatifine, iradesine öncelik verecek bir çözüm buldu, üretti. O da<br />

şu;<br />

Değişik kurumlara bağlı olarak çalışmış sigortalı ve bu kurumlardan<br />

herhangi birindeki çalışma, (diğerleri katılmadan) kendisine yaşlılık aylığı<br />

bağlanması için yeterli ise: Orda şöyle bir görüş var. Đlle de 2829'un uygulaması<br />

gerekmiyor. Yargıtaya göre. Eğer sigortalı diyelim ki SSK'ya başvurmuş<br />

aylık bağlanması için, oradaki süreleri yeterli ise, diğer bağlantıları<br />

dikkate alınmadan talep ettiği kurumdan aylık bağlanması mümkün.<br />

Bu Yargıtay'ın sigortalı iradesine yaptığı yorumla; yorumla öncelik verdiği<br />

bir durum ama, ideal çözüm, biraz evvel söylediğim gibi son çalışma, tüm


çalışmasını dikkate almamak onlardan çoğu nerde geçmişse, o bağlantıyı<br />

kurarak sonuca gitmek, ama maalesef şimdi yapacak bir şeyimiz yok.<br />

Đnciser Alptekin kapsamdışı personelle ilgili konuştu, bazı açıklamalarda<br />

bulundu. Ve işte idari yargının böylece iş güvencesini getirdiğini<br />

söyledi. Olumlu olarak baktı ama, son konuşmalarında negatife vardı.<br />

Aslında burada elbette bizdeki yargı çoklugu (idari, adli askeri yargı) bu<br />

pek de hoş bir şey değil, bu tür uyuşmazlık her an çakabilir. Çıkabilecek<br />

nitelikte. Madem ki üç yargı var birbirinden bağımsız. Sonuç olarak bu<br />

çıkacak Uyuşmazlık Mahkemesinin de görev bu zaten. Ama, bu görevini<br />

de son derece dikkatli yapması gerekirken, bu olayda ben sağlıklı bir karar<br />

verdiğini zannetmiyorum. Hatta kullandığı 4046 sayılı yasa dahi burada<br />

kullanılması mümkün değil. Çünkü, o yasa özelleştirme yasası.<br />

Özelleştirilecek kurumlardaki sözleşmeleri sona erdirilen veya işine son<br />

verilen kişilerle ilgili olarak uygulanması gerekir. Hatta o kadar ki o yasada<br />

dahi şöyle bir hüküm var; Eğer diyor, 506'ya göre yaşlılık aylığına<br />

hak kazanmışsan size bu yardımlar uygulanmaz diyor. Yani onun işçi olduğunu<br />

kabul ediyor burda. E halbuki 4046'yı uyguladığınız zaman, işçilere<br />

memurlara, sözleşmeli personele, bunlar kamu personeli idi. Đdari<br />

yargıya gitmeleri gerekiyordu. O zaman nasıl dersin ki yaşlılık aylığı alırsa<br />

siz işçisiniz, ama almazsanız, kamu personelisiniz. Bu anlaşılır gibi değil,<br />

fazla da uzatmayacağım.<br />

Sayın Osman Önal, Đdari para cezasıyla ilgili açıklamalarda bulundu<br />

ve bu konunun önemine değindi. Geliyorum sayın başkanın konuşmasına,<br />

Resul Aslanköylü'nün; Genelde uyum içindeyiz, ancak bir iki konuda<br />

farklı düşünüyor. Onlardan biri de şu; Yabancıların uzun dönemli<br />

sigorta zamlarından yararlanıp yararlanmaması konusu. Türk uyruklu<br />

ise veya Türk Soylu ise, yararlanacağı muhakkak. Hatta ben orada şöyle<br />

düşünüyorum; uzun bir süre Türk uyruklu olmamış, Türk soylu yabancı<br />

olarak çalışmış. Sonradan Türk uyrukluğuna geçmiş. bu durumda dahi<br />

geçmişte eğer devam eden bir sigortalılık durumu var ise; mesela, malüllük,<br />

yaşlılık, ölüm sigortaları açısından geçmişi de kapsayacak bir biçimde<br />

ona, Türk Sosyal Güvenlik sisteminin veya daha doğrusu kısaca<br />

506'nın uygulanması gerekir. Yoksa Türk, uyrukluğuna geçtikten sonrası<br />

için değil. Geçmişe yönelik olarak da tüm sigorta haklarından yararlanması<br />

gerekir diye düşünüyorum. Ancak, yabancılar için Sayın Başkan<br />

farklı bir açıklama yaptı. Dedi ki; bildirge verilmişse (işe giriş bildirgesi) o<br />

zaman ben bunu talep sayarım. Yani uzun dönemli sigorta dalları açısından,<br />

yabancıların Türk sistemine girebilmesi için, talepte bulunmaları gerekir.<br />

Eğer dedi, işe giriş bildirgesi verilmişse ben bunu talep sayarım,<br />

ancak işe giriş bildirgesini işveren verecek. Hem de oradan nasıl yabancı


uyruklunun iradesinin burada somutlaştığı sonucuna varabiliriz. O konuda<br />

ben biraz kuşkuluyum.<br />

Oturum Başkanı : Sigortalı da imzalayır, onun için ben orada öyle<br />

düşündüm imzam olmasa, ama imzam var.<br />

Evet tabi... kusura bakmayın.<br />

Ali Rıza Okur : Ben fazla uzatmayayım, bu kadarla yetiniyorum. Çok<br />

teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Son tebliğ sahibi Sayın Başterzi'ye sözü bırakıyorum.<br />

Y.Doç. Dr. Süleyman Başterzi : Sayın konuklara eleştirileri ve<br />

katkıları için çok teşekkür ederim. Şimdi kısaca sorulara yanıt vermeye<br />

çalışacağım. Öncelikle Sayın Sami Koçak Beyefendinin sorusunu<br />

yanıtlayayım.<br />

Sayın Koçak Tarım Bağ-Kur Kanununun 47. maddesi dolayısıyla<br />

bağlanan gelirlerde zaman içinde yasal nedenlerle meydana gelen artışların<br />

peşin değerinin de tavana kadar istenebileceği görüşünü dile getirdi.<br />

Ben bu görüşün temelinde yatan bir-iki nedeni konuşmamda açıkladım.<br />

Ama halefiyeti, tebliğimde yazmama rağmen, konuyu dağıtmamak için ve<br />

süremin kısıtlı olduğunu da dikkate alarak konuşmam sırasında ayrıntısına<br />

inerek anlatmadım. Sayın Koçak, söz konusu görüşünün halefiyete<br />

dayandığını ifade etti. Ama, tebliğimi sunarken de değindiğim gibi, burada<br />

halefiyet bulunduğu görüşüne katılmıyorum. Kaldı ki, halefiyetin<br />

bulunduğunu kabul etsek dahi sonuç değişmez. Bu konuda, çoğunlukla<br />

halefiyete dayandığı kabul edilen Sosyal Sigortalar Kanununun 26. maddesi<br />

örnek gösteriliyor. Kanımca halefiyeti kabul etmemiz, her durumda<br />

gelirlerdeki artışın peşin değerini de isteyebileceğimiz anlamına gelmez.<br />

SSK 26. madde açısından da durum aynı. Gerçekten, Sayın Koçak'ın görüşünü<br />

yansıtan 1994 tarihli bir içtihadı birleştirme kararı var. Ancak,<br />

Anayasa Mahkemesinin de bu konuda kararları var ve Anayasa Mahkemesinin<br />

kararları, Anayasanın 153. maddesi uyarınca, yargı organlarını<br />

bağlayıcı nitelikte. Anayasa Mahkemesi, bir kez peşin sermaye değeri hesaplanarak<br />

işverene rücu edildikten sonra, ancak sigorta olayına illiyet<br />

bağı ile bağlı bulunan gelir artışlarının peşin değerinin işverene rücu edilebileceğini<br />

kabul ediyor. Bunlar neler olabilir Zaman içinde sigorta olayına<br />

bağlı olarak işgöremezlik derecesinde bir artış söz konusu olabilir ve<br />

bunun sonucunda işçiye bağlanan sürekli işgöremezlik geliri artabilir.<br />

Yine, sigortalı başlangıçta başka bir kimsenin bakımına muhtaç değilken,<br />

zaman içinde başkasının bakımına muhtaç hale gelebilir ve gelirinde<br />

SSK'nun 20. maddesi uyarınca %50 oranında bir artış söz konusu olur.


Đşte bu gibi, sigorta olayına uygun neden sonuç ilişkisi ile bağlı artışların<br />

peşin değeri daha sonra işverenden istenebilir. Hemen belirteyim, Anayasa<br />

Mahkemesi, SSK'nun 26. maddesinde ve Bağ-Kur K'nun 63. maddesinin<br />

1987 yılı değişikliğinden önceki şeklinde yer alan, peşin değer artışlarının<br />

işverene rücuu ile ilgili hükümlerin iptali istemiyle açılan davaları<br />

reddetti. Ama, Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararlarının hepsi<br />

yorumlu ret kararları. Anayasa Mahkemesi, az önce belirttiğim yorumu<br />

yaparak, ilgili yasa hükümlerin anayasaya aykırı olmadığı sonucuna<br />

vardı. Anayasa Mahkemesi kararlarında, kararın gerekçesini hüküm fıkrasından<br />

ayrı düşünemeyiz. Anayasa Mahkemesi ben şu gerekçe ile bu<br />

hükmün Anayasaya aykırı olmadığı sonucuna vardım diyor. Dolayısıyla<br />

Anayasa mahkemesinin gerekçede belirttiği yorumla yargı organlarının<br />

bağlı olduğunu düşünüyorum. Sadece, Danıştay'ın bir-iki ayrıksı kararı<br />

var. Yurt dışında da durum böyle. Almanya'da ve Đspanya'da, anayasa şikâyeti<br />

kurumunun da etkisiyle Anayasa Mahkemesi kararlarının diğer<br />

yargı organlarını bağlayıcı olacağı kabul ediliyor. Aynı şey Đtalya'da da söz<br />

konusu, uzun tartışmalardan sonra Anayasa Mahkemesi kararlarının<br />

yargı organlarını bağlayacağı yönünde bir uzlaşmaya varılmış. Anılan ülkelerdeki<br />

örnekler ve Anayasanın 153. maddesi dikkate alındığında Anayasa<br />

Mahkemesinin yorumuyla Yargıtay'ın bağlı olması gerektiği kanaatindeyim.<br />

Yargıtay'ın 1994 tarihli içtihadı birleştirme kararı Anayasa<br />

Mahkemesi kararları ile çelişiyor. Bu itibarla, söz konusu içtihadı birleştirme<br />

kararını isabetli bulmak kanımca mümkün değil. Sonuç olarak ben<br />

de, Anayasa Mahkemesinin bakış açısıyla, sigortalılara bağlanan gelirlerde<br />

yasal nedenlerle meydana gelen artışların peşin değerinin işverenden<br />

istenemeyeceği görüşündeyim.<br />

Halefiyet, rücu meselesine gelince, aslında halefiyet ve rücu kurumları<br />

aşağı yukarı aynı amaca hizmet eden kurumlar. Rücu konusunda<br />

halefiyet iki farklı biçimde karşımıza çıkıyor. Birincisi, halefiyete dayalı<br />

rücu hakkı, ikincisi, halefiyetle güçlendirilmiş rücu hakkı. Sayın Başkan<br />

da, halefiyetle güçlendirilmiş rücu hakkından söz etti. Bu konuya kısaca<br />

değinmek istiyorum. Yasa koyucu başkasının borcunu yerine getiren bir<br />

kişinin mal varlığında meydana gelen kaybı gidermek amacıyla tazminat<br />

niteliğinde bir talep hakkı veriyor. Buna rücu hakkı diyoruz. Rücu hakkı<br />

bazen yasadan kaynaklanan bir halefiyete dayanıyor. Örnekleri Borçlar<br />

Kanununun 109. maddesinde, Ticaret Kanununun 1301. maddesinde<br />

var. Burada yeni bir borç doğmuyor, halef olan asıl alacaklının yerine geçiyor.<br />

Fakat buna karşı bazı rücu hallerinde yasa, rücu alacaklısı açısından<br />

yeni bir alacak hakkı doğuruyor. Şahsında yeni bir alacak hakkı doğan<br />

rücu alacaklısını korumak için de, onun rücu hakkını halefiyetle<br />

güçlendiriyor. Niçin halefiyetle güçlendiriyor Asıl alacağa bağlı olan bir


takım teminatların da rücu alacaklısına geçmesini sağlamak için. Buna<br />

örnek olarak da, Borçlar Kanununun 147. maddesi gösterilebilir. Hemen<br />

belirteyim ki, sosyal sigorta kurumlarının açacakları rücu davalarında bu<br />

maddeden yararlanılması düşünülebilir. Bunun nasıl olacağını kısaca<br />

özetlemek gerekirse; BK'nun, birden çok kişinin aynı zarardan dolayı<br />

farklı hukuksal nedenlerle sorumluluğunu düzenleyen 51. maddesi genel<br />

bir norm niteliğindedir. Dolayısıyla BK.51 çerçevesinde bir yorumla ve 51.<br />

maddede BK.50'ye atıf yapılırken aynı zamanda BK.147'ye de atıf yapılmış<br />

olduğu kabul edilerek, halefiyetle güçlendirilmiş rücu hakkına örnek<br />

gösterdiğimiz BK'nun 147. maddesine gitme olanağımız var. Tabiî bu,<br />

borçlar hukuku öğretisinde savunulan bir görüş. Aksini savunan bir çok<br />

yazar da mevcut. Bunlara tebliğimde değindim. Ama Bağ-Kur Kanununun<br />

63. ve Tarım Bağ-Kur Kanununun 47. maddelerinde özel hüküm olduğu<br />

için, artık halefiyetle güçlendirilmiş rücu ilişkisini devreye sokmak<br />

güç. Zaten buna gerek de yok. Çünkü, buradaki halefiyet bize rücu hakkına<br />

sınır getirici bir fayda sağlamıyor. Amacı sadece, asıl alacağa bağlı<br />

teminatların rücu alacaklısına geçmesini sağlamak. Tebliğimi sunarken<br />

de belirttiğim gibi, rücu hakkının içinde asıl alacakla sınırlılık zaten saklı<br />

olarak var. Dolayısıyla burada halefiyet ilkesine dayanmaya çalışmak<br />

bence gereksiz. Aynı şekilde, sadece Bağ-Kur Kanununun 63. maddesinde,<br />

Tarım Bağ-Kur Kanununun 47. maddesinde değil Sosyal Sigortalar<br />

Kanununun 26. maddesinde ve Emekli Sandığı Kanununun 129. maddesinde<br />

de, bu şekilde basit bir rücu hakkı bulunduğu kanaatindeyim.<br />

Sadece, SSK'nun 26. maddenin 2. fıkrasında, üçüncü kişilerin sorumluluğu<br />

bakımından BK'na atıf var. Söz konusu atıf ve bu atıf dolayısıyla 51.<br />

madde uygulanarak BK'nun 147. maddesinden yararlanmak mümkün.<br />

Ama tekrar belirteyim, BK'nun 147. maddesi halefiyetle güçlendirilmiş bir<br />

rücu hakkı öngörüyor. Bu yola gitmenin de bir anlamı ve gereği olmadığı<br />

kanısındayım. Her halde anlattıklarımla Sayın Sami Beyefendinin sorusuna<br />

da belirli ölçüde yanıt vermiş oldum. Aynı şekilde, sayın Başkanın<br />

sorusuna da yanıt verdiğimi umuyorum.<br />

Utkan Beyefendi 3201 sayılı Yasadan bahsettiler ve yurda kesin dönüşle<br />

ilgili olarak Anayasa Mahkemesine başvurulduğunu söylediler. Ben<br />

de bu konuda bir incelemede bulunmuştum. O itibarla, konunun açıklamasına<br />

girişmeksizin bir iki noktaya değinmek istiyorum. Öncelikle,<br />

borçlanma koşulu olarak yurda kesin dönüş yapılmasının aranmasının<br />

Anayasaya aykırı olduğunu düşünüyorum. Niye Kişiler arasında belirli<br />

özellikleri ya da farklılıkları dolayısıyla ayrıma gidilebilir. Bu eşitlik ilkesine<br />

aykırı değildir. Ama burada yurda kesin dönüş yapanlarla yapmayanlar<br />

arasında bir ayrıma gitmenin haklı gerekçesi yok. Yapılan sadece<br />

bir borçlanma işlemi. Bu ayrımın ekonomik bir nedeni de yok. Sosyal si-


gorta kurumuna, ülkeye hiçbir külfet getirmiyor. Bilakis bu kişiler ülkeye<br />

döviz sağlıyor.<br />

Buna karşılık, aylık tahsis talebi bakımından yurda kesin dönüş koşulu<br />

aranarak bir ayrıma gidilmesi mümkün. Burada eşitliğe aykırı bir<br />

durum görmüyorum. Anayasanın 65. maddesindeki sınıra dayanılabilir.<br />

Ancak, yurda kesin dönüş yapılarak aylık bir kez bağlandıktan sonra,<br />

tekrar yurt dışına çıkan işçiler bakımından, gittikleri ülkede çalışmaya<br />

başladıklarında aylıklarının kesilmesi isabetli değil. Çünkü, bu işçilerle,<br />

yani borçlanma suretiyle yaşlılık aylığı almaya hak kazanan ve emekli<br />

statüsüne sokulan işçilerle, sadece Türkiye'deki çalışmaları dolayısıyla<br />

aynı emeklilik statüsüne sokulan işçiler arasında bir ayrım yapılıyor. Sadece<br />

Türkiye'deki çalışmaları dolayısıyla yaşlılık aylığı bağlananlar yurt<br />

dışına gittiklerinde aylıkları kesilmiyor. Fakat, Türkiye'deki çalışmaları ile<br />

yurt dışındaki çalışmalarını birleştirip yaşlılık aylığına hak kazanan ve<br />

diğerleriyle aynı emeklilik statüsüne sokulan işçilerin yaşlılık aylıkları,<br />

yurt dışına gidip çalışmaya başladıkları takdirde kesiliyor. Bu da eşitlik<br />

ilkesine aykırı.<br />

Şu halde, 3201 sayılı Kanunun 3. maddesinde yer alan ve borçlanma<br />

işlemi bakımından yurda kesin dönüş koşulu öngören hüküm Anayasaya<br />

aykırı. Aynı yasanın 6. maddesindeki, tahsis talebi yönünden yurda kesin<br />

dönüş koşulu getiren hüküm ise, Anayasaya aykırı değil. Buna karşılık,<br />

bir kez aylık bağlandıktan sonra, yurt dışına giden işçinin aylığının kesilmesi<br />

ve ancak tekrar yurda dönüş yaptığında aylığının bağlanmasına<br />

ilişkin koşul da Anayasaya aykırıdır.<br />

Đnciser Alptekin Hanımefendi iş kazası kavramına ilişkin bir soru sordular.<br />

Ben bu konuyu açıkladığımı düşünüyorum. Đki farklı iş kazası kavramından<br />

bahsettim. Biri işverenin sorumluluğu yönünden, diğeri de<br />

sosyal sigortalar hukuku yönünden. Tabiî ki, işverenin sorumluluğu yönünden<br />

iş kazası kavramından söz edebilmek için, kaza ile zarar arasında<br />

bir illiyet bağı aradığımız gibi, işyerinde yürütülmekte olan işle kaza arasında<br />

da bir illiyet bağı arıyoruz. Bu sadece işverenin sorumluluğu yönünden<br />

aranıyor. Fakat bunun dışında, sosyal sigortalar hukukunun<br />

amacı gereği, bu alanda daha çok kişinin sosyal sigorta haklarından yararlandırılabilmesi<br />

için, daha geniş bir çerçeve çizilmiş. Artık kaza ile işyerinde<br />

yürütülmekte olan iş arasında illiyet bağı bulunması işçinin işyerinde<br />

bulunduğu sırada meydana gelen kazalar bakımından aranmamış.<br />

Bunu ifade etmek isterim.<br />

Osman Beyefendi, tahsis talebi yapılıp, yaşlılık aylığı bağlanmadan<br />

önce sosyal güvenlik destek primi ödenerek çalışma durumunda uygulamada<br />

yaşlılık aylığının kesildiğini söyledi. Đyi bir haber vereyim; Sosyal


Sigortalar Kurumunun yeni yayınladığı ek bir Genelgede buna çözüm getirilmiş,<br />

anılan durumdaki işçiler bakımından da uygulama artık sosyal<br />

güvenlik destek primi ödeyerek çalışabilecekleri yönünde.<br />

Sayın Başkan, hileli yollarla Kurumun rücu hakkının engellenebileceğini<br />

söyledi. Ancak, hileli yolların uygulanıyor olması ya da bir yasa<br />

hükmünün kötüye kullanılma olasılığının bulunması, her halde değiştirilmesini<br />

gerektirmez diye düşünüyorum. Burada şuna işaret etmek isterim;<br />

sigortalının doğrudan doğruya işverenden isteyebileceği, Kurum tarafından<br />

karşılanmayan zararlarıdır. Öncelikle, Kurumun zararı karşılaması,<br />

daha sonra da sigortalının, arta kalan zararı için işverenine gitmesi<br />

esastır. Tazminat alacaklılarının da, bu esasa uygun hareket etmeye<br />

yönlendirilmesi gerekir. Nitekim, 21. Hukuk Dairesinin bu yönlendirmeyi<br />

sağlamayı amaçlayan kararları var. Söz konusu kararlarda, dava açıldığında<br />

bir araştırma yapılacağı, Kurum sigortalıya yardımda bulunmamışsa,<br />

gelir bağlamamışsa, davaya Kurumun da dahil edileceği belirtiliyor.<br />

Bağ-Kur Kanunu 63. maddenin son fıkrasında ise, bu konuda yasal<br />

bir düzenlemeye gidilmiş. Söz konusu hüküm ile Kuruma, bu şekilde bir<br />

zarara uğraması durumunda, sigortalı dahil hak sahiplerine etme rücu<br />

olanağı tanınmış.<br />

Değinmek istediğim son bir şey de şu, yaşlılık aylığının ölüm<br />

aylığına dönüştüğü durumlarda, pasif devre için hesaplama diye bir<br />

olaydan bahsetmiştim. Tabiî, ben orada pasif devre hesabı yapılır<br />

demedim. Zaten o olayda, çalışan altmış yaşın üzerinde olduğundan<br />

aktif yaşamı devam etmektedir. Bunun üzerindeki dönem için acaba<br />

aktif devre ne kadar ileriye götürülecek. Belki uygulamada bu tür<br />

hesaplar yapılıyor. Ben konuya ilişkin görüşümü dile getirirken,<br />

<strong>Yargıtayın</strong> bu konuda bir ilke belirlemediğini ifade etmeye çalıştım.<br />

Teşekkür ederim.<br />

Başkan : Tebliğ sahibine çok teşekkür ederim. Zamanınızı aldığım<br />

için ayrıca özür diliyorum. Efendim iyi tatiller, toplantımız burada sona<br />

ermiştir.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!