Arketip Psikoloji Dergisi Sayı - 1
CARL GUSTAV JUNG: ANALİTİK PSİKOLOJİ ÇİFT İLİŞKİLERİNDE DÖNGÜLER BİR TERAPÖTİK HİKAYE: SİNMİŞ KARINCA BENLİĞİN İNŞASI OTORİTE VE VİCDAN ARASINDA BİR YOLCULUK: MİLGRAM'IN İTAAT DENEYİ YASA BAKIŞ: "GİDENİN ARDINDAN" PSİKOLOJİNİN ALT DALI: NÖROPSİKOLOJİ BİR GERÇEKLİK KRİZİ: PERSONA DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU ÇOCUKLAR İÇİN FELSEFE P4C PSİKİYATRİST DR. HATİCE ALİBAŞOĞLU İLE SÖYLEŞİ
CARL GUSTAV JUNG: ANALİTİK PSİKOLOJİ
ÇİFT İLİŞKİLERİNDE DÖNGÜLER
BİR TERAPÖTİK HİKAYE: SİNMİŞ KARINCA
BENLİĞİN İNŞASI
OTORİTE VE VİCDAN ARASINDA BİR YOLCULUK: MİLGRAM'IN İTAAT DENEYİ
YASA BAKIŞ: "GİDENİN ARDINDAN"
PSİKOLOJİNİN ALT DALI: NÖROPSİKOLOJİ
BİR GERÇEKLİK KRİZİ: PERSONA
DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU
ÇOCUKLAR İÇİN FELSEFE P4C
PSİKİYATRİST DR. HATİCE ALİBAŞOĞLU İLE SÖYLEŞİ
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
ARKETİP
Psikoloji Dergisi
sayı. 1 | nisan 2023
YAZARLAR
PSK. DAN. PINAR KARACA
PSK. DAN. ŞEYMA ALBAYRAK
PSK. SEZEN SUNAR KAYA
PSK. DAN. BETÜL ÖZPAMUKÇU
PSK. İLKNUR KATAR
PSK. BETÜL GÜL
TASARIM
PSK. BETÜL GÜL
PSK. MERVE ULUSOY
ve katkılarından dolayı
PSİKİYATRİST DR. HATİCE ALİBAŞOĞU
hocamıza teşekkürlerimizi sunuyoruz...
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 1
İçindekiler
CARL GUSTAV JUNG: ANALİTİK
PSİKOLOJİ
ÇİFT İLİŞKİLERİNDE DÖNGÜLER
BIR TERAPÖTIK HIKAYE: SİNMİŞ
KARINCA
BENLİĞİN İNŞASI
OTORITE VE VICDAN ARASINDA
BIR YOLCULUK: MILGRAM’IN
İTAAT DENEYI
YASA BAKIŞ: "GİDENİN
ARDINDAN"
PSIKOLOJININ ALT
DALI:NÖROPSIKOLOJI
BİR GERÇEKLİK KRİZİ: PERSONA
DİKKAT EKSİKLİĞİ VE
HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU
ÇOCUKLAR İÇİN FELSEFE P4C
PSİKİYATRİST DR. HATİCE
ALİBAŞOĞLU İLE SÖYLEŞİ
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 2
Arketip Psikoloji dergisinin ilk sayısından merhaba,
Arketip Psikoloji dergisinin özenle ve heyecanla hazırladığımız ilk sayısını
sizlere sunmanın mutluluğu içerisindeyiz. Hayatlarımıza rehberlik eden
“öz” leri keşfetmek ve anlamak misyonuyla kurulan Arketip Psikoloji
ekibi olarak psikoterapi çalışmalarının yanı sıra psikoloji alanına katkı
sunmak amacıyla bu yolculuğa çıktık.
Dergimiz ruh sağlığı alanında çalışan uzmanlar, psikoloji, pdr öğrencileri
ve bu alana ilgi duyan herkes için hazırlanmıştır. Bu sayıda sizlere; çift
psikolojisi, çocuklar için terapötik hikâye, psikanalitik perspektiften film
analizi, çocuklar için felsefe, psikolojinin bir alt alanının tanıtımı, kitap
analizi, psikolojik bir deneyin incelemesi, benliğin inşası gibi konulara
yolculuk yapacağınız kapsamlı bir içerik sunuyoruz.
Dilerseniz dergimizi okurken aşağıdaki karekodu okutarak sizler için
hazırladığımız çalma listesine erişebilirsiniz.
Bir sonraki sayıda görüşmek dileğiyle...
Keyifli okumalar dileriz.
Editör
Psikolog Betül Gül
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 3
CARL GUSTAV JUNG:
ANALİTİK PSİKOLOJİ
“Kimse ışığı hayal
ederek aydınlanmaz,
insanı asıl aydınlatan
karanlığı idrak
etmektir.”
- Carl Gustav Jung-
Psk. Dan. Pınar Karaca
Psikoloji denince akla gelen ilk isimlerden
olan Carl Gustav Jung 1875 yılı Temmuz
ayında İsviçre’de dünyaya gelmiştir. Analitik
psikolojinin kurucusu olan Jung, Freud ve
Adler’le birlikte Derinlik Psikolojisini
oluşturmuştur. Babası papazdır ve Jung,
annesini çift kişilikli olarak tanımlamıştır. Tıp
alanında eğitim almış, 1907 yılında Freud’la
tanışmış ve yakın arkadaş olmuşlardır.
Uluslararası psikanaliz derneğinin ilk
başkanlığına seçilen Carl Gustav Jung, Freud
ile zaman içerisinde fikir ayrılıkları
yaşamıştır. Bu bağlamda 1913 yılında Freud
ile yollarını ayırmış ve 1913-1917 yılları
arasında kurucusu olduğu analitik psikolojiyi
temellendirmeye başlamıştır. Bu ayrılık her
iki taraf için de bazı olumsuzlukları
meydana getirmiştir. Psikoloji alanında iki
dev isim hem birbirlerinin fikirlerinde
faydalanmış hem de karşı karşıya
gelmişlerdir (Hall ve Nordby, 2006: 54).
Freud ile birlikte oluşturdukları psikanaliz
kavramını eksik bulan Jung zamanla kendi
kavramlarını oluşturmuştur. Carl Gustav
Jung bireylerin psikolojilerini
temellendirdiği üç kavram ortaya
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 4
koymuştur. Bu üç kavram bilinç, kişisel
bilinçdışı ve kolektif bilinçdışıdır. Bu yıllarda
dışında kaldığı psikoanalitik topluluğun
karşısına oluşturduğu yeni kavramlarla
çıkmıştır. Bilinçdışı ve arketiplerle
geliştirdiği kuramı birçok araştırmacı
tarafından kabul görmüş, günümüzde de
halen kurduğu kuram ve kavramlar
tartışılmaktadır. Temellendirdiği her kavram
analitik psikolojinin temelini oluşturmuştur.
Aynı zamanda Jung’u çağdaşlarından ayıran
bir diğer özellik ise her zaman klinik
bulguların yanında dinî, mitolojik ve kültürel
özelliklere de yer vermesi olmuştur.
“İnsan sonsuzdur, sınırlandırılamaz, haritası
çizilemez.” düşüncesine sahip olan psikiyatr
oluşturduğu kuramını klasik psikanalizden
ayrı tutmuş ve buna analitik psikoloji adını
vermiştir. Jung hastalarıyla haftada en az bir
en çok dört kez görüşür ve hastalarıyla
iletişiminin kesilmemesi için divana
uzanmayı kullanmazdı (Jung, 2016: 18).
gösterir. Rüya analizlerindeyse birçok farklı
unsuru göz önünde tutmuştur.Örneğin,
kültür ve din farklılıklarının, mitolojik
ögelerin rüyaları etkilediğini savunmuş ve
analizlerini bu bilgiler ışığında
gerçekleşmiştir. Jung’un kavramlarından
olan bilinçdışı, bilinç ve arketipler rüya
analizinde de kullanılan ögelerdir. Çünkü
Jung’a göre bireylerin gördüğü rüyalar birer
bilinçdışı ürünüdür. Oluşturduğu kavramlar
ise rüyalar için birer sembol görevi görürler.
Rüyaları üçe ayıran Jung bu
sınıflandırmasıyla birçok araştırmacıyı
peşinden sürüklemiştir. Çocukluk rüyaları,
ortak rüyalar ve büyüklük rüyalarından
oluşan rüyaların birey için en önemli işlevi
bilinç ve bilinçdışını birbirine bağlaması,
burada köprü vazifesi görmesidir.Rüya
analizinde de başlangıçtan itibaren farklı
yollar deneyen Jung, analiz için bir rüyanın
asla yeterli olmayacağını söylemiştir
(Geçtan, 2014: 128).
Kolektif bilinçdışı, dünyaya gelen bütün
"Dışa bakan rüya görür içe bakan uyanır."
insanların ortak bir hafızasıdır. Jung’a göre
kolektif bilinçdışı doğumumuzla beraber
hepimizin zihinlerine yüklenmiştir. Örneğin
hiç yılan görmesek de yılandan korkmamız
Hayatının ilk yıllarından itibaren rüyalara ilgi
duyan Jung sonrasında rüyaları psikoloji
bilimiyle birlikte açıklamıştır. Çocukluk
rüyalarının sonraki yaşantısında belirleyici
özelliklerinin bulunduğunu ve bu
dönemdeki rüyaların dikkate alınması
gerektiğini savunmuştur. Örneğin kendisini
dindar olarak tanımlayan Jung bunun
nedeni olarak çocukluk dönemi rüyalarını
gerektiğini biliriz. İşte buradaki korku
kolektif bbilinçdışıızın öğretisidir. Dünya var
olduğundan beridir insanların yaşadıkları
tüm olumlu ve olumsuz olaylar bilinçdışına
kaydedilmiş, nesilden nesle aktarılmaktadır.
Tüm bu yargılar ise Jung’a göre insan zihnini
oluşturan kalıplar yani arketiplerdir.
Bununla birlikte Jung, arketip yani kolektif
bilinçdışının oluşturduğu kalıptan da
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 5
“bahsetmektedir. Bu arketipler (kalıplar);
persona kişilerin toplumsal rolleridir. Sosyal
hayatın kişilere yüklediği roller, yapılması
gerekenlerdir. Bu roller cinsiyetlere göre
farklılıklar göstermekle beraber kişileri
toplumda var kılan kalıplardır. Toplumsal
olarak kabulün gereklilikleri için takılan
maskelerdir. Toplumun bize biçtiği kimlik ve
kişisel kimliklerimiz arasındaki karmaşa
personanın yıpranmasına yol açar. Gölge
arketipi, persona arketipinin karşıtıdır.
Toplumda kabul görmeyen sosyal rollere
uymayan her davranış gölge olarak
adlandırılır. Toplum tarafından cinsiyetlere
yaşlarda gelişir. Bunun nedeni olarak ise
kişiliğin oluşmaya başladığı bu yaşlar benlik
oluşumu için en önemli zamanlardır (Hall ve
Nordby, 2006: 54).
Psikolojinin yanında astroloji, simya,
gnostisizm (bilinircilik), parapsikoloji,
spiritüalizm (tinselcilik) ve birçok bilimle
ilgili olan yazar, bilim insanı ve psikiyatr Carl
Gustav Jung 1961 yılında doğduğu ülke
İsviçre'de ölmüştür. Arkasında birçok yazılı
kaynak ve temellendirilmiş psikolojik
terimler bırakmıştır. Latince, İngilizce,
Fransızca ve Yunanca bilen psikiyatr birçok
esere imza atmıştır (Geçtan, 2014: 128).
uygun olarak hazırlanmış her rol ideal
kişiliktir.
Gölge arketipi bu ideal kişiliğin karşısında
durur. Jung’un oluşturduğu bütün arketipler
bireyden farklı ve bağımsız düşünülemez.
Kişiler, gölge arketipinden ayrı
değerlendirilemez. Bireyin içinde bulunan
her arketipi kabul etmemiz hayatın daha
kolay anlamlandırılmasını ve zevk
alınmasını sağlar. Anima ve animus
arketipleri, kişiliğin içe dönük tarafını ifade
eder. Jung burada cinsiyete göre bir ayrım
yapmıştır. Anima erkeklerin animus ise
kadınların ruhlarının birer tamamlayıcısıdır.
Aynı zamanda her iki arketipte kadın ve
erkekte diğer cinsiyetin tamamlayıcı rolünü
üstlenmektedir. Dört ana arketipten
sonuncusu olan ben ya da benlik arketipi ise
kişiliği oluşturan diğer arketipleri
düzenlemekte, kişiliğin tamamen uyumlu
olmasını sağlamaktadır. Bu arketipi diğer
arketiplerden ayrı olarak kişilerde orta
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 6
ÇİFT İLİŞKİLERİNDE DÖNGÜLER
Bir çiftin duygusal zekası,
birbirlerini anlama,
birbirlerine ve evliliklerine
değer verme ve saygı
gösterme yetenekleri ne
denli yüksekse, sonsuza dek
mutlu yaşama olasılıkları
da o denli artar.
-John Gottman-
Psk. Dan. Şeyma Albayrak
Her canlının yaşamında belirli temel
ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçların sıralaması
kişiden kişiye değişkenlik gösterse de yok
olmazlar. Maslow’a göre bu ihtiyaçlar
fizyolojik gereksinimler, güvenlik
gereksinimi, ait olma gereksinimi, sevmesevilme
gereksinimi, saygınlık gereksinimi
ve kendini gerçekleştirme gereksinimi
şeklinde sıralanmaktadır. Kişi bu
ihtiyaçlarını, bireysel yaşamında da çift
ilişkilerinde de karşılamaya çalışarak devam
ettirir. Bunları karşılayamadığında ise belirli
yoksunluklar hissetmektedir. Bunları
alabilmek için çeşitli yollara başvurmaktadır. Bu
yollar kimi zaman ihtiyaçları karşılarken kimi
zaman da beklenenin aksine sonuçlar doğurur.
En temelde iyi niyetlerle ağızdan çıkan bir söz,
yapılan bir davranış niyetini aşarak karşı tarafın
yanlış anlamasına ve ilişkilerin zarar görmesine
sebep olabilir. Bu da çiftlerde çatışmalara yol
açmaktadır.
Her iki tarafın da kendi yaşantısından getirdiği
parçalar vardır. Bu parçalar kişinin o olayı
algılayış şeklini etkiler ve o şekilde görmesini
sağlar. Yine aynı parçalar ilişkinin başlangıcında
belirgin bir şekilde kendini göstermese de
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 7
zamanla ortaya çıkmaktadır. İlişkinin ilk
dönemlerinde, kişi karşı tarafa hissettiği
duyguların yoğunluğu ile her zorluğun
üstesinden gelebileceğini düşünür. Bazı
davranışları, söylemleri görmezden gelir. Kimi
de bunları görse de zamanla değişeceğini ve
değiştireceğini düşünür. Fakat bu çoğu
zaman ilk zamanlardaki gibi toleranslı
gitmez. İki kişi birbirini sevip yakınlık
hissederek ilişkilerini daha ciddi bir seviyeye
getirip evlendiklerinde daha yakın ilişkiler
başlar. Bu da aynı evde aynı ortamda daha sık
o davranışları ve sözleri duymak demektir.
Önceleri tolerans gösterilen durumlar
tartışma sebebi haline gelir.
Çiftlerin tartışma sebeplerine bakıldığında
aslında hep benzer problemleri belirli
aralıklarla yaşadıkları görülür. Yani aynı
döngü tekrarlayıp durur. Ta ki biri bu durumu
fark edip neden sürekli aynı konularda
tartıştıklarını çözmeye çalışana kadar…
Tam da bu tartışmaların göbeğinde ilişki
döngüleri bulunmaktadır. Döngü, aile
yaşamında farklı nesilleri birleştiren ve sonsuz
bir şekilde dönen tekerleği ifade etmektedir.
Aile yaşam döngüsünün özelliklerini büyük
oranda o ailenin içinde yaşadığı kültürel
özellikler betimler (Yalın 1998).
Döngüler evlilik ile birlikte çeşitli dallara
ayrılır. Sosyolog Reuben Hill daha çok eşlerin
çocuk sahibi olma ve çocukların hangi evrede
olduklarını dikkate alarak aile yaşam
döngüsünü 9 aşamada tanımlamıştır:
Kuruluş, yeni anne babalar, okul öncesi, okul
çağı ailesi, ergen çocuklu aile, genç yetişkinli
aile, yerleştirme yeri olarak aile, ana-babalık
sonrası aile, yaşlılık ailesi. Her bir evrede farklı
döngüler yaşanabileceği gibi birbiri ile
bağlantılı benzer döngüler de
yaşanabilmektedir. Çünkü her aşamada
kişinin ilişkileri, oradaki rolü ve tecrübeleri
değişim göstermektedir. En temelde ise her
iki tarafın çocukluklarından getirdiği olayların
yansımaları ve bunun kişiye hissettirdiği
duygular yer almaktadır.
Döngüler fark edilmediği takdirde başa
dönmeye mahkumdur. Çiftlerin her defasında
aynı durumdan dolayı tartışıp aynı sonuca
ulaşıyor olmaları bundan kaynaklanmaktadır.
Prof. Dr. Doğan Şahin döngüler hakkında;
“İnsan acı çekmiş olduğu bir ilişki biçimini
tekrarlama eğilimi gösterdiği gibi, bu
ilişkideki rolleri tersine çevirerek de
tekrarlayabilen enteresan bir yaratıktır” der.
Kişi, bazen kendi döngüsünde kurban
rolündeyken bazen başkasının yaşamında
benzer bir döngünün zorbası olabilmektedir.
Çünkü her iki rolün de canlı şahitlerini
görmüştür. Hissettiği duygu kadarını karşı
tarafa vermeye çalışırken, karşısındaki kişinin
bambaşka bir döngü çarkının dişlerinden
birini hareket ettiriyor olabilir. İki tarafın da
tetiklenmesine sebep olan olumsuzluk
döngülerinin bugüne kadar hiçbir ilişkiye
faydası olduğu görülmemiştir. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi aynı şeylerin tekrarlanması
sonucun değişeceği anlamına
gelmemektedir. Peki, o halde sürekli devam
eden ve her iki tarafı da huzursuz eden bu
döngüleri durdurmak için yapılabilecek bir
şey yok mudur?
Terapiler tam da bu noktada devreye
girmektedir. Günümüzde her geçen gün
talebin artmakta olduğu çift terapilerinden
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 8
bir örnek verelim. Ahmet Bey ve Ayşe Hanım
9 yıllık evlidir. Terapiye bir arkadaşlarının
tavsiyesi ile başlamışlardır. Ayşe Hanım 33
yaşında olup lise mezunudur. Beş çocuklu bir
ailenin dördüncü çocuğudur. Annesini
tutumlu, akıllı, sevgisini belli edemeyen,
eleştirel ve dışarıdaki insanlara göre karar
veren biri olarak tanımlarken, babasını
otoriter, kuralcı, mesafeli ve soğuk biri olarak
tanımlamaktadır. Geleneksel bir ailede
büyüyen Ayşe Hanım'ın evlilik öncesi
herhangi bir flörtü olmamıştır ve sosyal
ortamlarda pek bulunmamıştır.
Ahmet Bey 37 yaşında olup üniversite
mezunudur. Bir firmada mühendis olarak
çalışmaktadır. Dört çocuklu bir ailenin ikinci
çocuğudur. Tek erkek çocuk olduğu için
annesi kendisine oldukça düşkündür. Aynı
şekilde Ahmet Bey de annesine düşkündür.
Annesini kendisini çok seven ama sevgisini
gösteremeyen, zorlu bir hayat yaşamış,
becerikli bir kadın olarak tanımlarken,
babasını otoriter ve mesafeli biri olarak
tanımlamaktadır. Eğitim hayatının lise
kademesinden itibaren yatılı okullarda
kalmış olup arkadaş ilişkilerinde de mesafeli
olan biridir.
Ayşe Hanım ve Ahmet Bey'in ailesi aynı
mahallede yaşamaktadır. Ahmet Bey bir yaz
tatiline geldiğinde ailesi Ayşe Hanım'la
tanışmasını istemiştir. Ahmet Bey Ayşe
Hanım'ı ilk gördüğü andan itibaren çok
beğenmiş fakat Ayşe Hanım beğenmese de
sakin ve oturaklı bulduğu için kendisi ile
evlenmeyi kabul etmiştir. Bu durumu da
Ahmet Beye söylemiştir. Ayşe Hanım
evlilikleri boyunca sık sık Ahmet Bey'i
eleştirmiştir. Evliliklerinin ilk 6 ayında cinsel
problemler yaşadıkları için hiç ilişki
yaşamamışlardır. Ardından kısa süreli cinsel
terapiye giderek birliktelik
gerçekleştirmişlerdir. Fakat Ayşe Hanım'ın
söylemleri devam etmiştir. Ahmet Bey bu
duruma kırılsa da pek dile getirmemiştir.
Ahmet Bey yakın ilişki kurmaya çalışsa da
eşi yakınlık göstermedikçe aralarındaki
ilişki zayıflamaya ve birbirlerine olan ilgileri
azalmaya başlamıştır. Ayşe Hanım eşinin
kendisine yakınlık ve ilgi göstermemesini
eleştirip suçlamakta, Ahmet Bey de
sevilmediğini düşündüğü için gitgide içe
kapanmıştır. Yıllar içerisinde çocukları
olmuş, Ayşe Hanım'ın ilgiye olan ihtiyacı
artmıştır. İlgi göremedikçe eşini daha çok
eleştirmiştir. Ahmet Bey de tanışma
faslından başlayan kırgınlığını yıllar
içerisinde devam ettirmiştir. Buna rağmen
çocukla ilgili sorumluluklarda, ev işlerinde,
günlük hayat sorumluluklarında her ikisi de
üzerlerine düşen görevleri yerine
getirmişlerdir. Çatışma yaşarken de
birbirlerine olan saygılarını kaybetmeden
bir noktada durmayı başarmışlardır. Ayşe
Hanım eşinden ısrarla ilgi beklese de göz
teması kurmakta zorlanmakta, eşi
kendisine yaklaştığında uzaklaşmaktadır.
Otoriter bir baba ve mesafeli bir anne ile
büyüdüğü için hiçbir aile ferdi ve arkadaşı
ile yakın ilişkiler kuramamıştır. Tanışma
öykülerinde de Ahmet Bey'in sakin ve
mesafeli hâli tam da alışık olduğu bir stil
olduğu için ona güvenli gelmiştir. Aynı
şekilde Ahmet Bey de mesafeli ve otoriter
bir ailede büyüdüğü için yakınlık kurmakta
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 9
zorlanmış ve bildiği bir bağlanma şekli
olduğu için ona da güvenli gelmiştir.
Annesi kendisine düşkün olsa da
duygularını belli edemediği için o da
duygularını ifade edememekte ve
konuşmakta zorlanmaktadır. Eşi tarafından
reddedildiğinde hemen kendini geri
çekmiştir. Her ikisi de mesafeli olup nasıl
yakınlık kuracakları konusunda bir fikre
sahip değildir. Reddedilme sinyallerini ikisi
de iyi bildiği için olaylardan kaçmayı tercih
etmektedirler. Buradaki döngülerine
bakıldığında Ayşe Hanım'ın da Ahmet
Bey'in de benzer aile ortamlarında
büyüdükleri ve bu benzerliğin önce
birbirlerini çektiği sonrasında ise sorunlar
oluşturduğu görülmektedir. Ayşe Hanım
yıllar içerisinde eşini beğenmeme
durumundan vazgeçmiş olsa da davranış
ve sözleri ile onu ikna edemediği için
Ahmet Bey hep öyle olduğunu
düşünmüştür. Ahmet Bey de sevgiyi ve
ilgiyi nasıl göstereceğini ailesinde
Terapilerde kişiler kendi ailelerinden
getirdikleri yaşam tarzlarını, döngüleri fark
ettiğinde partnerinin davranışlarını kendi
bildiği gibi okumak yerine onun gözünden
de görmeye başlamaktadır. Bu da mutlu bir
birlikteliği kuvvetlendirmeye yardımcı
olmaktadır.
Kimsenin kimseden üstün olmadığı ve
herkesin kendi içinde değerli problemleri,
tecrübeleri ve yaşam getirileri olduğu
düşünülecek olursa evlilik bu hayatta
yürütülmesi en zor ve en keyifli danslardan
biridir. Aynı evde iki farklı döngünün bazen
iç içe geçtiği bazen ayrıştığı bir yolculuk da
zaman zaman destek alıyor olma cesareti
ise en takdir edilesi davranışlardan bir
tanesidir.
Herkesin kendi yaşamından getirdiklerine
bakabilip bu dansı gelmesini istediği en
güzel noktaya getirmesi de benim en
büyük temennilerimden biri olarak
kalacaktır…
öğrenmediği için eşine yaklaşmak istese de
bunu nasıl yapacağını bilememiş ve onunla
ilgilenmiyor gibi görünmüştür.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 10
Bir Terapötik Hikaye:
Sinmiş Karınca
Psk. Sezen Sunar Kaya
Masallar çocuklar için yazılsa da payımızı almak istediğimizde biz
ebeveynlere de ayna tutarlar aslında… Kardeş kıskançlığı,
duygularını ifade etmekte zorlanan çocuklar ve onların olası
ebeveyn zorluklarına yönelik yazılmış masalımızın, 4 yaş üstü
çocuklara ve ebeveynlerine iyi gelmesi dileğiyle…
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 11
Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar ailesiyle birlikte bir yavru karınca yaşarmış. Bu karıncanın
adı Sinmiş imiş.
Sinmiş, annesi, babası ve kardeşiyle birlikte mutlu bir yuvada yaşarmış. Sinmiş bu yuvada çok
sevildiğini biliyor, o da ailesini mutlu eden bir karınca olmak için çok uğraşıyormuş. Çok çalışkan
olur, ailesinin sözünü iyi dinlerse ailesi de mutlu olur ve onu daha çok severler diye
düşünüyormuş. Ancak bu düşünce, bu kadar çok çaba harcaması ve duygularını sürekli
saklamaya çalışması onu çok yormaya başlamış. Annesi onun büyümeye başladığını görmüyor,
hâlâ ısrarla ne yiyeceğine, ne giyeceğine, her zaman ne yapması gerektiğine karar vermek
istiyormuş. Babasıysa zaman zaman çok kızgın oluyor, bazen sesini o kadar çok yükseltiyormuş
ki bizim karınca çok korkuyormuş. Tüm bunların arasında bazen çok sıkışınca, karınca Sinmiş
onlara bir şey söyleyemiyor ve o da kardeşine kızıyormuş. Annesinin kendisine çok karıştığı gibi
o da kardeşine karışıyor, babasının yaptığı gibi bazen o da kardeşiyle alay ediyor, bağırıyor ve
hatta bazen vuruyormuş. Üstelik bazen kardeşinin bazı konularda kendisinden daha iyi
olduğunu duyuyor, böyle zamanlarda daha çok kızıyor, kardeşini kıskanıyormuş.
Karınca Sinmiş büyüdükçe kafası daha çok karışmaya başlamış. Çünkü etrafındakiler ona bir
yandan büyüdüğünü söylüyor, bir yandan da hâlâ küçük bir karıncaymış gibi davranıyorlarmış.
Bu yüzden de ne yapması gerektiğini bir türlü anlayamıyor, yavaş yavaş kendine olan güvenini
kaybediyor, yanlış bir şey yapmamak için herkesin dediklerini kabul etmesi gerektiğini
düşünüyormuş. Sadece küçük olduğu için kardeşinin dediklerini yapmak istemiyor onu da
yapmadığı zaman anne ve babasından azar işitiyormuş.
Karınca Sinmiş çok çaresizmiş. Günden güne daha az mutlu olmaya başlamış. Kafasındaki
karışık düşünceler onun bazen korkmasına neden oluyormuş. Karanlıktan ya da yalnız
kalmaktan ürküyormuş.
İçindeki çocuk karınca coşkusu her gün biraz daha azalıyormuş sanki.
Derken bir gün, ailesi çok sevdikleri çocuklarının bu hâllerini fark etmiş ve bir uzmandan yardım
almak istemişler. Bu yüzden de ormandaki Bilge Baykuş’a gitmeye karar vermişler. Karınca
Sinmiş, başlangıçta baykuşun yanında da rahat değilmiş. Onun yanında da hep doğru
davranmaya çalışıyor, neyi nasıl yapması gerektiğini hep ona soruyormuş. Ama Bilge Baykuş bu
sorulara hiç cevap vermiyor ve Sinmiş’e “Bu odada sen neyi nasıl istiyorsan öyle olabilir. En iyisini
yapman önemli değil, kendi istediğini yapman önemli” gibi cevaplar veriyormuş. Sinmiş ilk
zamanlar buna inanmak istemese de zamanla kendisinin daha iyi bildiği ya da bilemese,
yapamasa da bunun önemli olmadığı, duygularını ifade ettiğinde ne kadar rahatladığı gibi
gerçekleri fark etmiş. Öte yandan annesi de artık onun kararlarına daha saygılı davranmaya
çalışıyor, babası da eskisi kadar kızmamaya gayret ediyormuş. Ona çok müdahale ettikleri ya da
kızdıkları zamanlarda ise Karınca Sinmiş istemediği şeyleri dile getirmeye başlamış ve kendi
fikirlerinden, duygularından bahseder olmuş. Onun da kendi kararları varmış ve bunları dile
getirdikçe, kendi istediklerini de yapabildikçe günden güne kendini daha güçlü hissetmeye,
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 12
kendine daha çok güvenmeye başlamış.
Kardeşiyle de duygularını konuşarak
sorunlarını daha rahat çözebildiğini fark
etmiş. O artık duygularından korkmuyormuş.
Sinirli olduğunda bunu söylüyor, üzgün
olduğunda ağlıyor, mutlu ve coşkulu
olduğundaysa rahatlıkla gülebiliyormuş. Hem
de öyle bir gülüyormuş ki artık gözlerinin içi
parlıyormuş ve duygularından, isteklerinden
ötürü kendisini yargılamıyor ve suçlu
hissetmiyormuş. Zaman zaman ailesinin
kendisini anlamadığını düşünse de artık
bunun kendi suçu olmadığını biliyormuş.
Annesiyle Sinmiş Karınca farklı kişilermiş ve
her zaman aynı şeyi düşünmemeleri
normalmiş. Herkesi her zaman mutlu
edemeyebilirmiş, bazen onlar birbirinden
farklı düşünebilirmiş ve bu kimseyi hatalı
yapmazmış.
Karınca Sinmiş bunları öğrenince çok çok
mutlu olmuş, artık daha özgür hissetmeye ve
duygularıyla barışık bir hayat yaşamaya
başlamış.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 13
BENLİĞİN İNŞASI
"Senin canın içinde bir can
var, o canı ara! Beden
dağının içinde mücevher
var, o mücevherin madenini
ara! A yürüyüp giden Sufi,
gücün yeterse ara; ama
dışarıda değil, aradığını
kendinde ara."
Mevlâna
Psk. Dan. Betül Özpamukçu
Benlik, kişinin kendisiyle ilgili
düşüncelerinin ve değerlendirmelerinin
bütününü kapsar. Gerçek benlik aynı
zamanda kişinin "kendi"yle iletişimini de
içine alır.
Çağdaş psikanaliz kuramcılarından Heinz
Kohut, benlik kavramına ek olarak "kendilik"
(self) kavramından bahseder. Kendilik,
benlik içinde yer alan kendilik tasarımını
(Nasıl biriyim? Kendimi nasıl görüyorum ve
algılıyorum?) ifade eder. Kısaca "benlik" ve
"kendilik" birbirini tanımlayan iki kavramdır
diyebiliriz.
Benliğin inşası aynı zamanda varoluş
meselelerini de içine alır. "Ben kimim? Bu dünya
içindeki rolüm ne? Hayatımın bir amacı var mı?’"
gibi soruların cevaplarını bulmak basit olmaz. Bu
arayışlar benliğin inşasının bir katını oluşturur.
Benlik; sosyal çevreden, dış toplumdan kopuk
halde değil, onlarla iletişim halinde inşa edilir.
Bir bebeğin ilk çevresi anne-babadır. İhtiyaçları
karşılanan, kendine has özellikleri fark edilen,
güvenli bağ oluşturulan bir bebek; büyüdükçe
kendi içinden geleni deneyimleyerek, ilk çevresi
anne–babadan başlayarak çevreden istediği bazı
özellikleri içine katarak kendini var eder.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 14
Bunun tam tersi gereksinimi, ihtiyaçları
görülmeyen, yaptıkları yargılanan bir çocuk,
bir başkasının varlığının gölgesinde kendi
varoluşundan, gerçek benliğinden vazgeçer ve
farklı bir benlik oluşturur. Winnicott bu
durumu "sahte benlik" ifadesiyle ele alır. Sahte
benlik; kendi asıl hissettiklerinden olmayan,
kökü benlikten gelmeyen, dışa sunulandır.
İçimizdeki onayını almak istediğimiz ikinci
kişinin razı olduğu fakat kendi varoluşumuzu
gerçekleştiremediğimiz bir yapıdır. "Mış gibi"
bir yaşamı devamında getirir.
İçinde yaşayacağımız bir binayı inşa
edeceğimizi düşünelim. Binanın temeli,
olmazsa olmazdır. Eğer bu binayı biz
yapacaksak kullanılan malzemeleri
istediğimiz gibi olması için araştırırız, başka
kullanan kişileri gözlemleriz. Buna göre kendi
istediklerimizi seçeriz. Her bir tuğlayı her bir
malzemeyi kendi tercihimizle koyarız. İçinde
yaşayacağımız evin düzenini, şeklini
kendimize göre planlarız.
Aslında benliğin inşasını da buna
benzetebiliriz. Çevremizle etkileşimimizdeki
kendilik hislerimiz, içten gelen duygularımız,
arzularımız benliğin temelini oluşturan
parçalardır. Örneğin; kendilik hissi, Stern’ e
göre, bebeğin dil gelişiminden önceki
dönemde de vardır ve bununla birlikte
kendimize has özellikler de benliğimizin
temelindedir.
Benliğin malzemesi ise çevre, okuduklarımız,
gördüklerimiz kısaca etkileşimlerimizin
bütünüdür. Benliğin inşasında ailemizi
yakınlarımızı gözlemleriz, onlarla bağ kurarak
bize uygun olan, gerçek benliğimize karşılık
gelen davranışları kendimize dahil ederiz.
Eğer benliğin temeli ilk yıllarda
(kabullenilmeme ve dış destekte yetersizlik
nedeniyle) sağlam oluşmadıysa, benliği inşa
edebilecek güce ulaşamadıysak malzemeleri
biz değil çevre yerleştirir. Benliğimizin
inşasında başrol, bir kişi değil birçok kişidir.
Dolayısıyla oluşan benlik gerçek ve bize ait
olmaz. Tıpkı farklı tuğlaları farklı kişilerin
koyduğu malzemelerin farklı farklı yerlerden
kullanıldığı uyumsuz bir bina gibi…
Oluşan bu yapı bize uyumlu gelmez, onu
benimseyemeyiz, ona değer veremeyiz, içten
içe sıkılırız. Malzemelerinde bir arıza
olduğunda ise başkaları olmadan tamir
edemeyiz.
Benzer şekilde, eğer kişide gerçek benliğiyle
uyumlu olmayan sahte bir benlik geliştiyse
kişi içten içe bu halini kabul edemez, enerjisi
düşer, kendini değersiz ve yetersiz hisseder.
Çevresine karşı kendini olduğu gibi ifade
etmekte güçlük çekebilir. Dış motivasyonla
kendini toparlar, iyileştirir. Eleştirilerle ise
tekrar yıkılabilir.
Peki dış kabuğundan, içinde kendisine ait
olmayan birçok sesten sıyrılmak isteyen bir
kişi bunu yapabilir mi? Elbette yapabilir.
İnsan her an değişim ve dönüşüm
içerisindedir. Peki o halde kabuğumuzdan
sıyrılıp kendimizi nasıl bulabilir,
keşfedebiliriz?
Sahte benlikten sıyrılıp gerçek benliğe
ulaşma yolunda birçok yöntem vardır.
Burada ise bazı önemli başlıklardan
bahsedilebilir:
Arayış İçinde Olmak
"Senin canın içinde bir can var, o canı ara!
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 15
Beden dağının içinde mücevher var, o mücevherin
madenini ara! A yürüyüp giden Sufi, gücün yeterse
ara; Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara."
-Mevlâna-
Gerçek benlik Mevlana’nın ifadesiyle içimizdeki "can"dır.
Kabuğun içinde mücevherdir. Her kişiye özgü biriciktir.
Bizim temelimizi oluşturur, Değerli olduğu gibi olumsuz
dış etkilere karşı da sağlamdır. Kişinin, hayatın içinde
kendini bulma arzusu ve arayışı, "can"ı bulmakta yani
gerçek benliğin inşasında önemli motivasyondur.
Hayatın içinde yeni deneyimler edinmek, bunun için
fırsat oluşturmak bu arayışın önemli parçalarıdır.
Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung, bu
arayışın kıymetini bir yönüyle şöyle ifade eder: "Kişi
kendi benliğini sorgulama, keşfetme yolunda kararlılık
gösterirse, kendi hakkındaki bazı önemli gerçekleri fark
etmekle kalmayacak, aynı zamanda psikolojik bir
kazanç da elde edecektir; kendisini ciddi bir ilgiye ve
sevecen bir dikkate layık hissetmeyi başaracaktır."
Kendi Farklılığını Fark Etmek
Başkalarından farklı olmanın dışlanmayı
gerektirmediğini fark etmek, kendinin çevreden
farklı olan yönlerini keşfetmek ve kabul etmek,
kişinin kendini kabul etmesinde önemli adımlardır.
Çevreyle olan ilişkileri bağımlı olmak üzerine değil
bağ kurmak üzerine şekillendirmek kendini kabul
etmenin, sevmenin bir sonucudur.
Duyguları kabul etmek
Toplumda duyguları ifade etmek güçsüzlük olarak
algılanabiliyor. "Erkekler ağlamaz.", "Üzülmene gerek
yok abartma.", "Ne var bu kadar heyecanlanacak?" gibi
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 16
sözleri çocuk ya da yetişkinken çokça duymuş
olabiliriz.Duygular gökkuşağına benzetilebilir,
insanı canlı tutar. Eğer kişi, onu bulutlarla kapatıp
gerçek renklerini gösteremezse, kara bulutların
havayı karartması gibi kişini iç çökkünlüğü
gittikçe artar ve kişi kendisine gittikçe
yabancılaşabilir. Duyguları yaşamaya izin
verdiğinde ise kişi; kendi ihtiyaçlarının, arzularının
daha rahat farkına varabilir.
Sezen Aksu’nun Ağlamak Güzeldir şarkısındaki
mısralar da bu satırlara eşlik eder:
Ağlamak şu gelip geçici dünyada
Her şeye rağmen var olmak demek
Ağlamak yaşayan binlerce duygu
İnsanca ve coşkulu güzel bir şeydir
Hatalara Karşı Toleransı Artırmak
Kendimizi kabulün bir boyutu da hatalarımızı
kabul edebilmek, hataların bize verdiği mesajı
tecrübe defterimize yazıp yola devam
edebilmektir. Benliği yeniden inşa ederken
içerisinden umutla doğrulmak benliği güçlendiren
önemli adımlardır.
Kendine İnanmak
Yaşadığımız aksaklıklarda, tökezlemelerde tekrar
doğrulabilmek, o çukurun içinde gökyüzünü
görebilmekle olur. Kişinin kendine dair umut
beslemesi, inanması, kendi çabalarını fark etmesi
benliğin inşasında temeli sağlamlaştırır ve kişiye
güç verir.
"Bütün iyi kitapların sonunda
Bütün iyi gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
Meltemi senden esen,
Soluğu senden olan yeni bir başlangıç vardır."
-Edip Cansever-
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 17
YASA BAKIŞ: "GİDENİN ARDINDAN"
Psk. Sezen Sunar Kaya
“Kaybedilen şey aile yadigârı bir küpe olabileceği gibi; bir
umut, bir ülkü, bir dostluk, bir vatan, bir sevgili hatta bir
eski kendilik de olabilir.”
Yasla ilgili yazılan sınırlı sayıda kitap olduğu alanda
sıkça fark edilen bir gerçek. Kayıpla ilgili
konuşmanın, yazmanın zorluğu, herkeste
oluşturduğu derin anlamlar mıdır bilinmez ama bu
eksiklik ve gereklilik bazı değerli hocalarımızın
dikkatini çekmiş olmalı ki bizlere çok kıymetli
kaynaklar hazırlamışlar.Vamık Volkan’ın
Kayıptan Sonra Yaşam kitabı da bu eserler
arasında ilk sıralarda gelenlerden. Değerli
hocamız yas denince ilk akla gelen "ölüm"
olgusunu başlangıçta bir kenara bırakarak
bizlere yasla ilgili bambaşka bir pencere
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 18
açıyor: “Zorluklar içindeki bir yaşam, lüks ve rahat bir
yaşamla yer değiştirdiğinde bile geride kalanın yasını
tutarız.”Kaybedilen şey aile yadigarı bir küpe
olabileceği gibi; bir umut, bir ülkü, bir dostluk, bir
vatan, bir sevgili hatta bir eski kendilik de olabilir.” Eski
kendilikle kastedilen belki ruhen bir değişim olabilir
ancak gelişim düzeyinde bir halden yeni bir evreye
girmek de kendiliğe dahil değil midir? Aslında insan,
dünyaya bir yas üzerine gelmez mi? İnsan; yaklaşık 9 ay
kaldığı anne rahminden bir kopuşla, bilmediği bir yere,
dünyaya gelir ve annesinden ilk ayrılığını yaşar. Ek gıda
ve biberona geçişle anne memesinden ayrılır.
Yürümeye başlaması, hep kucakta tutulmasının
vedasıdır. Okula başladığında evine, üniversiteye
başladığında liseye, iş hayatına merhaba dediğinde
öğrenciliğine veda eder. Her yeni yaşını kutlayışında,
eski yaştan ayrılık yaşar. Bu sebepledir ki yas, insan
hayatıyla çok iç içe, çok fazla hayata dahildir. Şairin
“ayrılık da sevdaya dahil” demesi gibi, "yas da hayata
dahil"dir. Kitapta çok hoşuma giden alıntılardan biri
Annie Dillard’a ait: “Kayıp, yaşamın bedelidir. Kaldığın
sürece ödenmesi gereken olağanüstü kiradır”.
Peki, bu kirayı ödemek biz insanlar için neden
bu kadar zordur?
Çünkü geçmişte tutulamayan yaslar zannettiğimiz gibi
havaya uçup gitmezler ya da uzay boşluğunda
kaybolmazlar. İçimizde birikir, omzumuzda yük olur,
her yere biz tarafından taşınırlar. Bunun ağırlığını
hissettiğimiz için de yeni yaslar, yeni kayıplar hep göz
korkutandır, altından kalkılamayacağı düşünülendir.
Oysa yas tutmak özgürleştirir. Yas tutabilirsek
geçmişinizin melodisine göre dans etmeyi sürdürmez,
bugüne ayak uydurabiliriz. Yas için hayat döngümüzde
sayısız kayıp olsa da yazarın da dediği gibi “Ölüm
kayıpların en somutudur.” Bu sebeple olsa gerek
kitaptaki ana tema da, bu yazıda üzerinde duracağım
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 19
yasta da kastedilen şey ölüm kaybıyla
yaşanan yas olacaktır.
Her yasla önümüze çıkan 3 temel gerçek
vardır:
Her kayıp bizi kaçınılmaz bir keder içine
sürükler.
Her kayıp tüm geçmiş kayıpları
canlandırır.
Tam olarak yası tutulabilen her kayıp
büyüme ve yenilenme için bir araç olur.
Bu gerçeklerle birlikte önümüze 2 tür yas
çıkmaktadır.
Komplike olmamış yas
Komplike yas
Komplike olmamış yasta, gerekli düzeyde
bağışıklık kazanabilmek için yapılan, bir dizi
aşılama içeren ilk evre aşaması vardır. Her ne
kadar yaslarımız "parmak izlerimiz kadar
kişisel” olsa da yas sürecinde kişilerin
geçtikleri aşamalar paralellik gösterir.
Yadsıma: Kaybı kabullenmemek. “O
ölmedi, başkasını gömdük.” gibi cümleler
yadsımaya en bariz örneklerdendir.
Bölme: Zihnin bir yanı kaybı yadsırken,
diğer yanın bilmesine izin verme sürecidir.
Örneğin; gündüz, gelen taziyeleri kabul
ederken; akşamında yemekte onun için
de tabak konulması gibi…
Pazarlık Etme: Bu aşamada kayıpla ilgili
yüksek düzey farkındalık vardır ancak geri
dönmesine dair pazarlık yapılır. (İyi bir
insan olursam geri gelir.) Kayıptan önce
yaptıkları ya da yapmadıklarıyla aşırı
edinmişlerdir. Örneğin; ölüyü cenaze öncesi
son bir kez görmek, tabutun üzerine toprak
atmak, yadsıma sürecini atlatmaya
yardımcı olur. Sonrasında yapılan mezar
ziyaretleri, mevlit okumaları, anma törenleri
düzenlenmesi bölme dönemini aşmaya
vesiledir. Ölü adına yapılan hayırlar, Yeni
Zelanda'daki Maoriler gibi bazı ilkel
kabilelerde ölen kişinin akrabalarının
dövülmesi, ailesinin memelerini kesmesi ise
insanların geçici suçluluk duygularının
silinmesine izin veren geleneklerdir.
Bu evreyi sağlıklı şekilde yaşayan ve atlatan
kişiler yasta 2. evreye girerler ki burada kişi
ilk olarak yoğun bir sıkıntı hissi yaşar. Bu
süreç, güçsüzlük ve reddedilme duygularını
harekete geçirir. Adını koyamadığı korkular
yaşamak, her yeri tehlikeli, güvensiz
görmek bu dönemin özelliklerindendir.
Bedensel rahatsızlıklarda ateş ne ise, ruhsal
dengede de sıkıntı odur. Sıkıntının
peşinden öfke duygusu sahneye çıkar. Kişi
terk edilme duygusunu yoğun yaşayınca bir
yanıyla da ölen kişiye de öfke hisseder ama
bu kültürel olarak kabul edilemez. Bu
sebeple ya doktoru azarlar ya cenaze
törenindeki aksiliklerden yakınır ya da bir
yakınına patlayabilir.
Belirli bir öfke, gerçekleri kabul etmeyi
başladığımızı gösteren sağlıklı bir işarettir.
Ne var ki bu öfke henüz yasın ilk evresinde
yaşanırsa kişi o döngüden çıkamaz ve yası
tamamlayamaz.
ilgilidir ve bunlar için pişmanlık, suçluluk
hisleri içerisindedir.
Bazı kültürlerde bu evreleri yaşayabilmek ya
da atlatabilmek adına belli gelenekler
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 20
Yasın ikinci iyileştiriciliği kederde saklıdır.
Keder, bizi tuhaf bir biçimde avutur.
Kaybettiğimizle aramızda elle tutulur bir bağ
oluşturur. Bu dönemin handikapı ise bir
yanımızın yaşama devam etmek isterken, bir
yanımızın bunu ihanet gibi görmesidir. Bu
türden duygusal stresler bizi bir dizi fiziksel
yakınma ve hastalık riski altında bırakır.
Dışsal Yeniden Yaşama Geçme: Yası
sonlandırmak için psişik eşi bir hatıraya
dönüştürür. Ve kişi kendisini onun
gücünden kurtarır. Bu ayrılmayı
bilinçdışında öldürme gibi hissedebilir.
Aşırı öfke, suçluluk, bağımlılık içermeyen
ilişkilerde suçluluk ve ihanet duygusu
geride bırakılabilir. Böylelikle de ayrılma
gerçekleşir. Yas sonlanır. Bu süreçte
görülen rüyalar da yasın bittiğini haber
verebilir. Örneğin; rüyada donmuş bir göl
çözünmeye başlar. Bir çiçek açar.
Yas süreci 1-2 yıl sürebilir. Ancak yas
tamamen geçse bile, duygusal yatırım yaptığı
kaybının psişik eşini zihninin derinliklerinde
saklar. Psişik eşlerin yıldönümü vs. gibi
zamanlarda etkinleşmeleri doğaldır.
Bunlar komplike olmamış yasta yıllar
içinde silikleşir.
Komplike Yas
Yas tutma yetisinde bazen bazı etkenler
vardır ki bunlardan biri ya da birkaçı
oluştuğunda kişi yasını
tamamlayamayabilir.
Kişinin duygusal yapısı: Çocukluk
gereksinimleri karşılanamamış biri yas
tutmakta zorlanır çünkü hem
geçmişinde yas tutulmasına izin
verilmediğinden bunu bilemez hem de
yeni kayıp ona eski kayıplarının yükünü
de hatırlatır. Oysa çocukluktan bu yana
yaşanan geçişler güvenli bir ortamda
olursa kişi yas tutmak için psikolojik bir
modele sahip bir yetişkin olabilir.
Ayrılığı daha kolay sindirip, yeniden
önündeki imkanlarla ilerleyebilen bir
birey olma olasılığı artar.
Kaybedilen ilişkinin özgül doğası:
Bağımlı ya da bitmemiş meselelerle
yüklü bir ilişki içindeyken partnerini
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 21
kaybeden kişi, öfke, suçluluk ve ihanet
duygularını, çelişkilerini bir kenara
bırakmakta çok zorlanır ve yastan
çıkamayabilir.
Kaybın koşulları: Ani bir ölüme eşlik
eden şok, yas tutma sürecini
dondurabilir. Yas tutabilmek için
kaybetme fikrine katlanabilmemiz
gerekir ki; ani ölümler bizi bu
düşünce ve provalardan mahrum
bırakır.
Kederin dışa vurumuyla ilgili
toplumsal kısıtlama: Kederi yadsımak
mümkün değildir. Bu, kırık bir kemiği
görmezden gelmeye benzer. Kederini
bilinçli yaşayamaz. Kişi kırık bir
uzuvla yaşamaya çalışır ama sonunda
muhtemelen kemik yanlış
kaynamaya mahkûm kalır.
Ancak yine de bazı kişiler bu risk
etkenlerini içeren kayıplar yaşadıkları
halde etkili bir biçimde yas tutabilir ve
dışsal yeniden yaşama geçebilirler ki,
burada akla tek bir şey geliyor: insan
doğasının esnekliği ve insanın olumlu
şeyler keşfetme gücü…
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 22
ARKETİP FİLM EKİBİ
BİR GERÇEKLİK KRİZİ: PERSONA
“Bir gerçeklik krizi beni
düşüncemi açıklamaya
yöneltti. Gerçek nedir ve kişi
ne zaman gerçeği
söylemelidir? Cevabı o kadar
geç geldi ki sonunda
gerçekliğin tek biçimimin
sessizlik olduğunu düşündüm.
Sonunda bir adım daha ileri
giderek bunun da bir rol, bir
cins maske olduğunu
keşfettim.”
- Ingmar Bergman
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 23
Bazı filmler vardır ki izlenmesi değil anlam
derinliğine ulaşmak için ilave okumalarla
analiz edilmesi mutluluk verir. Modern
sinemayı derinden etkileyen ve seyirciyi
sarsan Persona filmi, bu tarz sanat filmlerinin
ilk akla gelenlerindendir. Film, gerçeklik
krizini, varoluşsal sorunlarla birlikte ele
alırken kişiliklerin çatışmasını kimliklerin
yüzleşmesi üzerinden değerlendirerek
izleyiciyi insan psikolojisine doğru derin bir
yolculuğa çıkarıyor. Kendi gerçekliğinden
uzaklaşmış bireyin, iç dünyasındaki
çatışmalarında, pişmanlıklarında ve kendine
yabancılaşmasında, kimliğini oluşturan
kültürel değerlerin ve toplumsal baskıların
etkinliğini yansıtıyor.
Ingmar Bergman’ın Persona filmi, James
Joyce’un Ulysses romanı gibi zamanın
ötesinde ve zihin karıştıran eser olarak
değerlendiriyorum. Joyce Ulysses’i yazarken
“İçine o kadar çok bilmece, bulmaca ve zekâ
oyunu koydum ki profesörler yüzyıllarca ne
demek istediğimi tartışacaklar.” dediği gibi,
84 dakikalık monolog şeklinde ilerleyen 1966
yapımı Persona filmi de çok katmanlı olarak
sanatın ve psikolojinin farklı kavramlarını
ustalıkla yerleştirmeyi başarmış. Bu nedenle
bu film, üzerine çokça düşünülmeyi,
konuşulmayı ve yazılmayı hak ediyor.
Jung ve Arketipler
Filmin analizine geçmeden önce temel bazı
kavramların üzerinde durmakta fayda var.
Sanatçılar; eserlerinde mitolojik, teolojik,
ideolojik ve psikolojik göndermelerden
yararlanırlar. Sinema bunun en iyi yapıldığı
alanlardan birisidir. Bu nedenle sinema
arketiplerden bolca beslenir.
Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav
Jung’un temel aldığı dört arketip vardır.
Persona, gölge, anima/animus ve benlik.
Persona, topluma karşı taktığımız
maskelerdir. Bireyin içindeki duruma göre
davranışını belirler. Gölge, kişiliğimizin
karanlık yönüdür. Kendimize ve topluma
yanlış gelen her türlü duygu ve düşüncenin
var olduğu yerdir. Benlik (self), kişiliğin bilinç
ve bilinçdışı hallerinin birleşimidir. Benlik
arketipi, kişiliğin kazanılmasında, iç
çatışmaların dinginliğe ulaşmasında ve diğer
arketiplerin dengeli bir bütün oluşturmasında
etkilidir.
Persona sayesinde insan, gölgesinden
kaynaklı benliğini olumsuz gösterecek
imajlardan korunmuş olur. “Herkes bir gölge
taşır.” diyen Jung, gölgenin inkâr edilmesini
ve kişiliğimizin sadece bir parçası olan
persona ile özdeşleşmenin zararlı olacağını
belirtir. Jung, kendiliğin farkında ve bütünün
birer parçaları olan arketipleri dengeli ve
uyum içerisinde yöneten kişinin, ruhsal
açıdan daha sağlıklı olacağı iddiasındadır.
Lacan ve Benlik Oluşumu
Freud’un yeniden yorumlanmasına felsefi
derinlik katan Jacques Lacan, benlik algısı
gelişiminin, bebeğin 6.ayından itibaren
aynada kendi görüntüsünü görmesiyle
birlikte başladığını belirtir. Bebekliğin 6-18.
ayları arasını “ayna evresi” olarak ifade eden
Lacan “ben”in kuruluşunun öteki aracılığıyla
var olduğunu söyler. İmgesel dönemde
“küçük öteki” ile “ben”in varlığını keşfederken -
ki bu durum faydalıdır- simgesel dönemde
“büyük öteki” ile bilinçdışının şekillenmesi
sağlanmış olur.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 24
Filmin Konusu ve Özeti
Persona filmi, bilinçli olarak sessizliği tercih
eden aktris Elisabeth Vogler (Liv Ullman) ile
ona refakat eden genç ve deneyimsiz
hemşire Alma (Bibi Andersson)’nın hikayesini
anlatıyor. Bayan Vogler, Elektra karakterini
sergilediği tiyatro oyununda aniden susar ve
ardından gülme krizine girer. Konuşmamayı
sürdürmesi üzerine hastaneye yatırılır. Uzun
süren kontrollerin ve müşahedelerin
ardından psikiyatr, Elisabeth’in fiziksel ve
ruhsal bir rahatsızlığının olmadığını ve
hastane ortamının kendisini iyileştirmediği
gibi daha da kötüye götürebileceğini söyler
ve ona insanlardan uzak deniz kenarında
bulunan kendi yazlığına gitmesinin tavsiye
eder. Bakımı için de yeni işe aldığı Alma’yı
görevlendirir. İlk günlerde her şey güzel
ilerlerken Alma Elisabeth’e karşı hayal
kırıklığına uğrar. Artık yüzleşmeleri
kaçınılmazdır. Yaşadıkları çatışmalardan
sonra yazlıktan ayrılırlar.
Konusu itibariyle basit ve sıradan görünen
filmin derinlemesine anlaşılıp yorumlanması
için seyircinin sembolleri ve imgeleri
çözümlemesine yardımcı olacak okumalar
yapması gerekir. Nuri Bilge Ceylan bir
röportajında “Bu tarz filmler çok enerji
gerektiriyor. Yani insanın kendi ruhunda bir
takım karanlık bölgeleri merak eden bir insan
olması gerekiyor biraz. Ama günümüzde
böyle bir talep fazla değil. İnsan tam tersine
kendi gerçeğinden uzaklaşarak rahat
edebiliyor… Ve insanlar sinemaya uzaklaşmak
için unutmak için gidiyorlar. Bir şey
öğrenmek için değil.” demiştir.
Her sanat eseri, sanatçının bilinçdışının
yansımaları ile birlikte duygu ve
düşüncelerinden izler taşır. Bergman da kendi
hayatına ait pişmanlıklarını ve sınırlarını seyirci
ile paylaşmaktan korkmaz. Bu nedenle, Bergman
filmlerinin arka planını anlayabilmek için
yönetmenin dünyasına girmek gerekir.
İlgilenenler için “Büyülü Fener” ve “Sinematografi
İnsan Yüzüdür” kitapları bu konuda yardımcı
olabilir.
Babası papaz, annesi hemşire olan Bergman;
çocukluğunda fiziksel ve duygusal şiddete
uğramış, cezalara ve şiddete maruz bırakılmıştır.
Annesine tutkuyla bağlı olan Bergman ondan da
gerekli ilgi ve sevgiyi görememiştir. Persona
filminde Bergman’ın ailesine ve çocukluğuna
dair izlerin yanı sıra Nazi sempatizanlığının
pişmanlığını ve Avrupa’nın dünya savaşları
sırasındaki bunalımının izlerine de şahit olacağız.
Birçok filminin ana çatısını kendi yaşam
tecrübeleriyle oluşturan Bergman, 47 yaşında iç
kulak iltihabı nedeniyle hastaneye yatırılır.
Baş dönmelerini dindirmesi için doktorun
tavsiyesi üzerine tavanda sabit bir noktaya
bakarken iki insan yüzünün birbirine karıştığını
hayal eder. Aynı zamanda pencereden bahçeye
baktığında hemşire ve hastanın bankta yan yana
oturduğunu görür. Bu sahneler filmin
senaryosunun Bergman’ın düşünce dünyasında
şekillenmesini sağlar.
Sinemada tesadüf yoktur. Karakter isimleri ve
meslekleri, objeler, ışığın ve gölgenin
kullanılması, müziğin vurgulandığı kısımlar
bilinçli tercihlerdir. Alma, İspanyolcada ruh
anlamına gelir. Aynı zamanda, Latince annelik
kavramı ile de ilişkilidir. Filmdeki Alma
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 25
pişmanlıklarla dolu hayatına değer katmak
isteyen ancak, idealleri, tutkuları olmayan
sıradan ve basit bir karakterdir. Hayatı
başkalarını memnun etmek üzere kuruludur.
Elisabeth elitist duruşu, entelektüel birikimi
ve kendisine saygısı olan bir karakter
olmasına rağmen narsist yapısı nedeniyle
ilişkilerinde duygusal yakınlık gösteremez.
Elisabeth kendi bilincinin farkında iken Alma
buna ulaşabilmek için başkaları tarafından
dinlenilme ve değer görmeye ihtiyaç duyar.
Duygusal kimliği ön planda olan Alma,
hayran olduğu Elisabeth ile dostluk kurmaya
çalışır ve sırlarını ona açar. Buna karşılık
Elisabeth, küçümseyici bir tavırla Alma’yı
değersiz ve önemsiz biri olarak görür.
Elisabeth personalarının, benliğini örttüğünü
ve kendisine yabancılaştırdığını fark ettiğinde
onlar ile yüzleşip kendi özüne ulaşmak için
suskunluğu tercih eder. Artık Elisabeth
hayatındaki tercihlerinde tamamen özgür
olmadığının ve kendisindeki maskelerin
ataerkil toplum tarafından belirlendiğinin
bilincindedir ve tüm bu maskeleri yıkma
çabasına girer. Bu çabanın altında dünyanın
acımasızlığına ve her türlü hilebazlığına karşı
isyan duygusu vardır. Çünkü asıl oyunun
gerçek dünyada ve herkes tarafından
ustalıkla oynandığını düşünür.
Elisabeth ve Alma geçmişlerinde bazı
benzerlikler olan zıt kişiliklerdir. İki karakter
de ötekiyle yüzleşerek arzuladıkları kişiliğe
ulaşacaklarına inanırlar. Elisabeth sahtelikten,
yapmacıklıktan belki acıdan kaçmak için
personalarından kurtulmak isterken, Alma ise
hayatına anlam katacak sarsılmaz inançlara
ve başarılara sahip birisi
olarak değer görmek ister. Biri susarak diğeri
konuşarak…
Elisabeth kariyerinin zirvesindeyken
anneliğinin eksik olduğunu ve ona çok
yakışacağını söylemeleri üzerine hamile
kalmak ister. Ancak daha sonra kendi
güzelliğini ve kariyerini tehlikeye atacağı
düşüncesiyle çocuktan vazgeçer, düşürmeyi
dener ancak olmaz. Doğum esnasında
çocuğun ölmesini ister. Çocuk yaşamaya
devam edince onu ilgisiz ve sevgisiz bırakır.
Dolayısıyla Elektra oyunun* tercih edilmesi de
bilinçli bir durumdur. Oyun Elisabeth için
ayna görevi görerek, annelik bağına ihanet
etmiş mitos karakter Elektra ile kendini
özdeşleştirir. Kendi gerçekliğinin farkına
varmasıyla, annelik güdüsünü toplumun
dayattığını ve kendi annelik duygusunun da
maske olduğunu düşünür.
Filmin Önemli Sahnelerinin
İncelenmesi
Film, ışık kaynağı ve film şeridinin
gösteriminin ardından son derece rahatsız
edici resim ve video kolajları ile başlıyor.
Devamında morgdaki çocuk sahnesi ile filmin
içine zihinsel giriş yapıyoruz. Çok farklı
yorumlanmaya açık bu sekansta çocuğun
üzerini tam olarak ört(e)meyen beyaz örtü -
Lacanyen söylemle- gerçek ile
özdeşleştirildiğinde, bazı gerçeklerin tam
açıklanamayıp
kavranamayacağına
gönderme olabilir. Çocukluk insanın
personasız saf halidir. Gördüğümüz ölü
insanlar da personasız diğer halimizdir.
Buradaki çocuk Elisabeth’in ilgiden ve
sevgiden mahrum bıraktığı çocuk olabileceği
gibi, Alma’nın aldırdığı çocuk da olabilir.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 26
Aynı zamanda Bergman kendi çocukluğuna
da gönderme yapmak istemiştir. Çocuk
dokunma duygusunun sıcaklığını hissetmek
isterken aynadaki anne tarafı ise soğuktur.
Lacancı yaklaşım ile bu sahneyi
değerlendirirsek çocuğun kimliğini “ilk öteki”
olan annesinden arayan “ben”in varoluş süreci
olarak düşünebiliriz. Buradaki bir diğer
önemli ayrıntı ise çocuğun gözlüğünü takıp
okuduğu kitapta gizlidir. (Zamanımızın Bir
Kahramanı, M.Y. Lermontov)
Doktorun, Elisabeth ile adeta filmin özeti gibi
olan konuşması dikkatle izlenmelidir. Doktor,
onu anladığını söyler ve müthiş tespitlerde
bulunur. Elisabeth’in durumunun yeni bir
maske/rol olduğunu ve günü geldiğinde
diğer rollerden sıkıldığı gibi bundan da sıkılıp
bırakacağını belirtir. Elisabeth’in susmayı
kendisi için değil çevresindekileri maskeli
halinden korumak için tercih ettiğini bilir.
Toplumun sahte beklentilerinden yalan
söylememek için kaçmasını takdir eder.
Ancak gerçeğin inatçı olduğunu, bir gün
saklandığı yere ulaşacağını da ifade eder.
Elisabeth “olur gibi görünmek değil var
olmak” arzusunda iken doktor “var olmak
denilen o umutsuz düş” ifadesiyle bilginin
arttığı ancak anlamın kaybolduğu nihilist
dünyanın bir gerçeğini, bizzat onun tecrübe
etmesi için yalnız kalacağı yazlığına gönderir.
Hastanede Elisabeth’in ilginç bazı tepkileriyle
karşılaşırız. Radyoda merhamet temalı piyesi
dinlediğinde memnun olmayıp- Elektra
oyununda verdiği tepki gibi- alaycı şekilde
gülmesi ancak televizyonda savaş karşıtı
Budist rahibin kendini yaktığı görüntülere
korku ile tepki vermesi… Gerçeklik onu
rahatsız etmiştir. Yazlıkta geçen her sahnenin
ayrı bir derinliği ve göndermesi olduğu
söylenebilir. Alma’nın Elisabeth’e
dönüşebileceği inancını paylaştığı aynı
zamanda hayata dair düşüncelerini ve bazı
sırlarını anlattığı gecenin rüya sekansında, iki
kadının aynaya bakıp önce Elisabeth’in
Alma’nın saçını alnından geriye atarak adeta
benliğini ortaya çıkarması -ki ileride aynı
hareketi Alma’nın kendisine yaptığını da
göreceğiz- ardından birbirlerine dönüşmeleri
kişiliklerin iç içe geçmeye başlamasına
yorumlanabileceği gibi persona ( Elisabeth)
ve gölgenin (Alma) birbirinin farkına
varmasına da işaret olabilir. Lacancı
yaklaşımla ise ayna evresindeki anne-çocuk
ilişkisi olarak yorumlanabilir. O gece bir ara
Elisabeth’in konuştuğuna şahit oluruz. Ancak,
düş mü gerçek mi algımızın kaybolduğu bu
sahnenin ardından Elisabeth sanki bizim
fotoğrafımızı çeker. Filmin ilk dakikalardan
itibaren başlayan seyirciyi yabancılaştırma
çabasını burada da görürüz.
Alma, Elisabeth’e dönüşemeyeceğini,
Elisabeth’in bilerek mühürlemediği mektubu
okuduktan sonra anlayacaktır. Karakterin iç
sesi olarak yorumlanabilecek bu düşünceler,
Alma’da hayal kırıklığı oluşturacaktır.
Hayranlıkla başlayan ilişki yerini şimdi öfke ve
nefrete dönüştürmüştür. Aslında, Alma kendi
benliğinin var olma sürecinin başladığından
habersizdir. Göl kenarında kendi yansımasına
bakması mitos karakter olan Narkissos’un
hikayesini hatırlatır bize. Lacancı perspektifle
değerlendirirsek imgesel evredeki öteki
sayesinde “ben”in oluşumu olarak
yorumlayabiliriz.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 27
Kendisinin kullanıldığını ve küçük
düşürüldüğünü düşünen Alma, intikam için
önce fiziksel acı çektirmek ister (cam
parçasını ayağına batırması). Bununla da
yetinmeyerek filmin 2. kısmında ruhsal
şiddete başvurur. Ardından filmin bir başka
harika sahnesine şahit oluruz. Sahne,
Alma’nın görüntüsünde iken film yanar.
Filmin başındaki bazı görüntüleri tekrar
izleriz. Bu sahne, imgesel evredeki benliğin
yıkılması ve simgesel evreye geçildiği
şeklinde yorumlanabilir.
Filmin ikinci kısmı diyebileceğimiz bölüm
Elisabeth’in (persona) flu görüntüsü ile
başlıyor. Birinci kısımda kontrol
Elisabeth’te (persona) iken benliğine
kavuşmaya başlayan Alma (gölge) ikinci
kısımda personası ile yüzleşerek onun iç
yüzünü yansıtacak kadar hakimiyeti ele
alacaktır. Filmin yandığı sahnenin 47.
dakikada olması Bergman’ın 47 yaşında
iken bu filmin düşünsel hazırlığını
yapmasına hoş bir göndermedir.
İnişli çıkışlı ilişkileri olan Elisabeth ve
Alma’nın rolleri de (hasta-bakıcı) zaman
zaman değişecektir. Rollerin değişimi
elbiselerin, şapkaların ve saç bantlarının
renkleri ile takip edilebilir. Filmin sonuna
doğru Elisabeth’in kocası yazlığa gelir.
Kocasına duygusal yakınlık göster(e)memiş
Elisabeth vardır geçmişte. Şimdi ise
kocasına gösteremediği ilgi ve sevgiyi -
Jungcu yaklaşım ile- gölgesi konumunda
olan Alma’yı kullanarak onun üzerinden
gerçekleştirir. Bu sahnede Elisabeth
siyahlar giymiş hâlde öylece bekler.
Varlığını hissettirmek istemez. Sadece
Alma onun farkındadır.
Sonrasında gerçekleşen yüzleşmede Alma,
Elisabeth’in içindeki -belki kendinden bile
gizlediği- sahteliği, çürümüşlüğü gösterir.
Elisabeth’in iç dünyasının kocasının
gelmesinden sonra gerçekleşmesi
manidardır, bizlere yansıtıldığı sahne iki
defa çekilir. Birincisinde kamera sadece
Elisabeth’in yüzünü gösterirken ikincisinde
aynı sahne sadece Alma’nın yüzünü
göstererek çekilir. Bergman’ın “Anlattığınız
hikâye ile dinlediğiniz hikâye aynı
değildir.”sözünün vücut bulmuş hali olan
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 28
bu sahne, sinema eleştirmenlerinin
takdirini almıştır. Yüzleşmenin ardından
sinema tarihi açısından çok farklı bir
görüntüyü izleriz. Öteki sayesinde persona
hali ve gölge belirginleşince her iki
karakterin karanlık yüzleri ortaya çıkar ve
daha sonra iki yüz birleşir.
Filmin sonunda Alma’nın yeniden hemşire
kıyafetlerini giyerek tek başına otobüse
bindiğini görürken, Elisabeth’in de bir film
setinde kameraya -bize- baktığını görürüz.
Filmin Genel Değerlendirilmesi
Filmde tam olarak hiçbir şeyi açıklamayan
Bergman bazı ipuçları bırakarak filmi
yeniden kurgulamayı seyircinin bilgi
birikimine ve hayal gücüne bırakıyor.
Filmin ne kadarı düş ne kadarı gerçek
olduğunu veya düşlerin nerede başlayıp
bittiğini anlamak çok zor. Gerçekte hasta
kim, bakıcı kim, iyileşen kim veya aynı
hayata devam eden kim? Bu nedenle siyah
beyaz yok gri zeminde her iki karakteri
anlamaya çalışmak lazım. Filmi sadece
Elisabeth’in penceresinden izlemek
gerektiği gibi bir seferde Alma
penceresinden izlemek gerekir. Elisabeth
açısından baktığımızda gölgesini bastırmış,
benliğini ele geçiren personanın; kendi
gerçekliğine vararak tüm maskelerden
kurtulma isteği ile başlayan sürecin,
gölgesinin varlığını kabul etmesi ve kişilik
kazanması ile sonuçlandığını görmekteyiz.
Alma açısından baktığımızda ise toplumun
tüm isteklerine tamamen boyun eğmiş,
personasına hayran olarak kendi
varlığından habersiz bir kişiliğin kendi iç
dünyasındaki kimlik çatışmasını izleriz.
Kendiliğine ulaşmak için benliğini keşfetme
yolculuğunun her adımına şahit oluruz.
Kısaca, iki karakterin ötekinin gözü ile
kendilerine bakmasını böylece kendiliğine
ulaşmalarını-parçalanmış ruhun tekrar tek
olması- ve iyileşme süreçlerini izlemiş
olduk.
Belki biz görünmeyen bir karakterin iç
çatışmasını izledik. Bu senaryoya göre
doktor, karakterin bilincini/zihnini temsil
eder. Doktorun Elisabeth’i çok iyi tanıması,
koymuş olduğu tanıdaki etkileyici tespit,
kendi yazlığına göndermesi, Alma’yı bakımı
için yanına vermesi ve her ikisine de
istediklerini kabul ettirmesi, arketiplerin
(persona/gölge) çatışmasını yönlendiren ve
yöneten kişinin o olduğunu bize gösteriyor.
Her ikisinin de önce kendi içinde
sonrasında birbirleriyle verdiği savaşa tanık
olduk. Personanın, gölgenin varlığını
kabullenmesi (kocasıyla Alma’nın
yakınlaştırması) ve kısmen teslim olması
(Alma’nın kanını emmesi) gölgenin de
kendisinin farkına varmasıyla önce
Elisabeth’in yüzündeki bir maske olduğunu
keşfetmesi (kaynar su fırlatma tehdidi)
ardından kurduğu üstünlük iddiasından
vazgeçip kendi alanına geri dönmesi
(Elisabeth’in yüzündeki maskeyi çıkarmak
için yaptığı hareketin olumsuz
sonuçlanması). Bu çatışmalardan sonra her
ikisi de kendilik iddiasından vazgeçip
kişiliğin birer parçası olduklarını
kabullenerek ayrılıyorlar.
Elisabeth ve Alma’nın ilişkisini anne-çocuk
rolü ile de benzeştirebiliriz. Filmin bazı
görüntülerinde yönetmen, özellikle iki
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 29
karakterin tek bir kişiymiş gibi gösterme
çabasında olduğunu görürüz. Bu durumu
Jungcu yaklaşımla aynı kişiliğin iki arketipi
(persona/gölge) olarak ele alabileceğimiz gibi
Lacancı perspektiften ise annesinin gövdesini
ve organlarını kendi bedeniymiş gibi
algılayan ayna evresindeki çocuk olarak
Alma’yı düşünebiliriz. Bu ilişkide dikkat çeken
bir diğer husus, Alma’nın ilk defa kendisini
dinleyen birsi olduğunu söylemesidir.
İnsanlardan uzakta kendi halindeki yaşamda
gölge (Alma) persona (Elisabeth) tarafından
ilk defa dinlenmiştir. Bu durum
çatışmalardan sonra kişiliğin kendilik olma
sürecinde çok önemli bir adım olacaktır.
Yönetmen, izlediğimizin bir film olduğunu ve
bizim de sadece seyirci olduğumuzu ve
karakterler ile kesinlikle duygusal yakınlık
kurup özdeşleşmememiz için sürekli filme
yabancılaştırarak bizi filmin dışına atıyor. Bu
çabanın arka planında, filmi duygusal olarak
Alma penceresinden değil de zihnimizle
Elisabeth’in penceresinden bakmamızı
istemesi olarak yorumlamayı tercih
ediyorum. Kim bilir belki de Bergman bu
filminin anlaşılmasını değil sadece
hissedilmesini bekliyordu. Zaten
hissetmeden neyi anlayabiliriz ki?
Ancak şu muhakkak ki gerçeklerden kaçan
ve gölgesini inkâr eden Elisabeth olsak da
başkalarına hayranlık duyan ve tamamen
sindirilmiş Alma olsa da filmdeki tokatlar
bizlere de geliyor. Filmi ilerleyen
dönemlerde tekrar izlediğinizde bugünden
çok farklı yorumlayacağınızı rahatlıkla
söyleyebilirim.
Sonuç
Tarihi bilgileri, filmlerden/dizilerden
öğrenmek yanlış olduğu gibi psikolojiden
beslenen filmlerden/dizilerden de
psikolojinin ne kuramlarını ne de terapi
yöntemlerini doğru öğrenebiliriz.
İzlediğimizin sadece senaryodan ibaret
olduğunun bilincinde olarak, kendi fikir
dünyamıza neler katabileceği üzerine
düşünmek daha doğru olur. Hayata dair
sorular sorduran-cevaplar veren değilfilmler
bu nedenle çok önemlidir.
Kendimizi tanımanın ve anlamlandırmanın
bir yolu da hayatı sorgulamaktır.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 30
“Gerçek nedir? Gerçek tek midir? Kendi gerçekliğimizi
ne zaman kaybederiz? Hayatımızı neler güzelleştirir?
Nelerden mutlu oluruz? Bu soruların cevabını
personamız mı, gölgemiz mi yoksa kendiliğimiz mi
verir? Bu açıdan baktığımızda kararlarımızı özgür
irademizle mi veririz?
Kişilikler değişebilir mi? Persona takmaya ne zaman
başlarız? Personaya sahip olmak kötü müdür? Gerekli
midir? Ne zaman ve hangi durumda benliğe zarar verir?
İnsanın inandığı düşünceleri ile davranışları arasında
çok büyük fark olabilir mi? Biz kimin hayatını
yaşıyoruz? Personamızın mı, gölgemizin mi yoksa
kendiliğimizin mi? Bu açıdan baktığımızda yaşamımız
sadece çocukluk yıllarımızla mı bize ait?
Çocukluk çağımız personasız dönemimizdir.
Toplumsallaşmaya başlamadığımız için rol yapmak
zorunda kalmayız. İlerleyen yaşlarda bilinç arttıkça
maskelere ihtiyaç duyarız. Kültürel gelişim içerisinde
aile ve toplum-bazen korunmak için bazen de menfaat
elde etmek için- personalarımızı takmamızı zorunlu
kılar.
Sahteliklerin kolayca sergilendiği sosyal medya,
geçmişten çok farklı olarak günümüzün yeni
personasıdır. Bazı kişiler profilinde göründüğü gibi
olmaya çalışır. Bu durum (gerçek) benliğinin kimse
tarafından görünmemesi ve bilinmemesi çabasını
doğuracaktır. Sahteliğin ele geçirdiği benliğin, ileriki
dönemlerde nevrozlar belki de psikozlar yaşama
ihtimali yüksektir.
Kişilik bütünlüğünün sadece bir parçası olan persona
benlik yerine geçip yönetme iddiasında olduğu
durumlarda iç çatışma başlar. Maskelerinin gerçek
benliğin kontrolünü ele geçirdiğinin farkına varan
birey, Elisabeth’de olduğu gibi varoluş sancısı çeker. Bu
sorgulama süreci kendilik olma ile son bulur.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 31
Film bizi kendi gerçekliğimiz keşfetme yolculuğuna çıkarırken sağlıklı
bireyselleşme sürecindeki yaşanılacak olumsuzluklara dikkat çekiyor. Bireyselleşme
eleştirel düşünceden sonra başlayan bir süreçtir. Değişimin başlangıcı için farklı
pencerelerden bakışa sahip olmak önemli bir şarttır. Ötekini anlamak ve ötekinin
gözünden kendini anlamak…
Jung’a göre bireyselleşme, kişinin gerçekte olduğu şeyi kendi özüne dönüştürme
sürecidir. Sosyalleşmemiz için önemli olan persona, psişenin parçası olarak
kalmayıp benlik ile özdeşleştiğinde, kişilikler sahte varoluş yaşayarak bireyselleşme
yanılsamasına maruz kalacaktırlar. Aynı şekilde, çevrenin isteğine göre şekillenmek
yani topluma teslim olmak da bireyselleşme önündeki en büyük engeldir.
Tüm bu bilgiler ışığında, kendi özümüzü keşfetmenin yolunu, Jung’un “Dışarı
bakanlar düş kurar, içe bakanlar uyanış yaşar” sözünü referans alarak bulabilirsiniz.
Ne dersiniz filmi bir kere daha izleyerek “Ben kimim” sorusuyla başlayalım mı
“ P e r s o n a h a k k ı n d a s ö y l e n e n
h e r ş e y ç e l i ş e b i l i r ; t e r s i d e
d o ğ r u o l a c a k t ı r . ”
.
- P e t e r C o w i e -
DİKKAT EKSİKLİĞİ VE
HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU
Psk. Dan. Betül Özpamukçu
Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu
(DEHB); dikkatsizlik, aşırı hareketlilik ve
dürtüsellik belirtilerinin görüldüğü, ömür
boyu sürebilen nöropsikiyatrik bir
bozukluktur. Başlangıcı genellikle üç yaş
dolaylarında olur. Tanısı ise dikkat süresinin
ve yoğunlaşmanın artmasının gerektiği
ilkokul yıllarında konmaktadır. (Öncü, Şenol,
2004).
Erkek çocuklarda koyulmuş DEHB tanısı kız
çocukların yaklaşık üç katıdır, fakat
DEHB’nin kız çocuklarındaki belirtileri
erkeklere göre daha farklı olabildiği için
çoğu zaman gözden kaçtığı düşünülüyor.
Kız çocuklarında daha çok dikkat
eksikliğinin önde olduğu birinci tip
görülürken, erkek çocuklarda ise her ikisinin
bir arada olduğu üçüncü tip daha sık
görülür. (Abalı, 2012).
DEHB‘nin geçmişine baktığımızda ilk olarak
1902 yılında George Still’in İngiltere’deki bir
konuşması sırasında aşırı hareketli,
konsantre olamayan, öğrenme güçlükleri ve
davranım sorunları gösteren çocuklar
üzerinde bir tanımlama yapılmıştır.
1930’larda ise benzer özellikler gösteren
çocuklar “organik dürtüsellik” olarak
tanımlanmıştır.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 33
Daha sonraki yıllarda Amerika Birleşik
Devletleri’nde meydana gelen beyin iltihabı
salgını bu rahatsızlığa olan ilgiyi arttırmış ve
zaman içerisinde farklı adlarla anılmıştır
(Şahin, 2012).
İlk bilimsel sınıflandırma çalışmaları 1968’de,
DSM–II (Diagnostic and Statistical Manual of
Mental Disorders-Ruhsal Bozuklukların
Tanısal ve Sayımsal El Kitabı) ile başlamış ve
tanı ölçütlerinde “Çocukluğun hiperaktif
reaksiyonu” olarak yer almıştır. Erişkinlikteki
belirtileri ise o zamanda henüz söz
edilmemiştir.
Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu
(DEHB) hakkında merak edilen ve bilinmesi
gereken önemli birkaç soruya bu yazıda yer
verdik;
DEHB’ nin çeşitleri ve tanı kriterleri
nelerdir?
DEHB'in üç alt tipi vardır; 1. si dikkatsizliğin
yoğun olduğu, 2.si hiperaktivitenin yoğun
olduğu, 3. ise karma olarak kriterlerin ikisini
de taşıyan modeldir.
İki alt başlıklardan altı (ya da daha çok) belirti
en az altı ay sürmesi gerekir: Yaşı ileri
gençlerde ve erişkinlerde ise (17 yaşında ve
daha büyük olanlarda) en az beş belirti
olması gerekir.
Tanı koymak için, on iki yaşından önce birkaç
dikkatsizlik ya da aşırı hareketlilik-dürtüsellik
belirtisinin olması, belirtilerin iki ya da daha
fazla ortamda olması, işlevselliği
düşürdüğüne veya bozduğuna dair kanıt
olması gerekmektedir.
DEHB tanısını kim koyar?
Türkiye’de DEHB ye dair yorumlar oldukça
fazla. Anne baba, öğretmen, komşu, çevre
çocuk üzerinde yorumlar yapabiliyor fakat
DEHB tanısının çocuk ve ergen psikiyatristi
tarafından konulması gerekmektedir. DEHB
başka rahatsızlıklarla karıştırılabilir. Örneğin;
çocukluk çağı depresyonu olan bir çocuğun
hareketliliği, karşı gelmesi, inatçılığı artabilir
ya da belli bir durumda kaygısı artan
çocuklarda da hareketlilik, yerinde
duramama hali artabilir. Ebeveynlerin
tanılama sürecinde gerekli yerlere
başvurmaları oldukça önemlidir.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 34
Dikkatsizlik:
Aşırı hareketlilik ve
dürtüsellik
1. Çoğu kez, ayrıntılara özen göstermez ya
da okul çalışmalarında (derslerde), işte ya
da etkinlikler sırasında dikkatsizce
yanlışlar yapar (rn. Ayrıntıları gözden
kaçırır ya da atlar, yaptığı iş yanlıştır).
Verilen yönergeleri izlemez ve okulda
verilen görevleri, sıradan günlük işleri ya da
işyeri sorumluluklarını tamamlayamaz.
1.Çoğu kez, kıpırdanır ya da ellerini ya da
ayaklarını vurur ya da oturduğu yerde
kıvranır. , “her an hareket halinde”dir, “kıçına
bir motor takılmış” gibi davranır
2.Çoğu kez, iş yaparken ya da oyun
oynarken, derste dikkatini sürdürmekte
güçlük çeker
2. Çoğu kez, oturmasının beklendiği
durumlarda oturduğu yerden kalkar,
uygunsuz ortamlarda, ortalıkta koşturur
durur ya da bir yerlere tırmanır. (Not: Yaşı
ileri gençlerde ve erişkinlerde, kendini
huzursuz hissetmekle sınırlı olabilir.)
3. Çoğu kez, doğrudan kendisine doğru
konuşulurken, dinlemiyor gibi, aklı başka
yerde gibi görünür. Dış uyaranlarla dikkati
kolaylıkla dağılır (yaşı ileri gençlerde ve
erişkinlerde, ilgisiz düşünceleri
kapsayabilir).
3. Çoğu kez aşırı konuşur. Sessiz biçimde
oyun oynayamaz. Sırasını bekleyemez (örn;
kuyrukta beklerken).
4. Çoğu kez, işleri ve etkinlikleri
düzenlemekte güçlük çeker (örn. ardışık
işleri yönetmekte güçlük çeker; kullandığı
gereçleri dağınıktır, dağınık ve düzensiz
çalışır; zaman yönetimi kötüdür; zaman
sınırlamalarına uyamaz). İşi ya da
etkinlikleri için de gerekli nesneleri
(gözlük, kalem, kitap, cüzdan vb.)
kaybeder.
4. Çoğu kez, sorulan soru tamamlanmadan
yanıtını yapıştırır, Başkalarının sözünü keser
ya da oyunlarda ve etkinliklerde araya girer
(örn; sormadan ya da
izin almadan başka insanların eşyalarını
kullanmaya başlayabilir; yaşı ileri gençlerde
ve erişkinlerde, başkalarının yaptığının
arasına girer ya da başkalarının yaptığını
birden kendi yapmaya başlar).
5. Çoğu kez, sürekli bir zihinsel çaba
gerektiren işlerden kaçınır, unutkandır.
(Bu tabloda bazı maddeler birleştirilmiştir.)
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 35
Normal hareketlilik ve aşırı hareketlilik
karıştırılabiliyor, ikisi arasındaki farklar nelerdir?
Normal hareketli bir çocukta davranışlar genelde
amaca yönelik ve uyumludur. ‘Bir yaramazlık
peşinde’ diye bir tabir kullanılır. Normal hareketli
öğrencilerde eğer ortam sınırlayıcı ve dikkati
yoğunlaştırmak gerekiyorsa hareketli bir
öğrencinin hareketliliği azalır. Bu öğrencilerde
stresli durumlarda hareketlilik daha artabilir.
Bunların yanında; aşırı hareketli bir çocukta ise
davranış keyfi ve amaçsızdır. Bu öğrencilerde,
ortam sınırlayıcı ve dikkati yoğunlaştırmak
gerekiyorsa hareketlilik artar. Aşırı hareketli
öğrenciler heyecan verici ortamlarda
sakinleşebilirken, normal durumlarda hareketlilik
düzeyleri artar. Yıkıcı davranışlar ile bir arada
görüldüğü belirtilir
DEHB’nin tedavisi var mıdır? Ebeveynler, çevre ve
öğretmenler, nelere dikkat etmeliler?
DEHB’ de Uyarıcılar yaygın öngörülen medikal
tedavi yöntemidir. Okul öncesi çocuklarda uyarıcı
ilaç tedavisi kullanılmamaktadır.
EHB'nda faydası kanıtlanan diğer tedavi
yöntemleri; anne-baba eğitimi, öğretmenlerin
eğitimi, çocuklarda oyun terapisi ve destek
gruplarıdır.
Hepsini kapsayan çok yönlü tedavi yöntemi,
DEHB’nin iyileşmesinde oldukça önemli bir
Mümkün olduğu kadar uygulama içerikli eğitim ve
ödevler verilmeli ve takibi yapılmalıdır.
Öğrencinin bir sonraki gün bir soruyu cevaplamak
için onun seçileceğini ve soruları bilmesi
sağlanabilir. Bu durumda çalışması, kendini hazır
hissetmesi ve sınıf içinde cevabı verebilmesi
kolaylaşabilir. Bu sürecin birden fazla uygulanması
öğrencinin benlik saygısının gelişmesinde önemli
katkı sağlar.
DEHB tanısı almış çocukların ebeveynleri nelere
dikkat etmelidir?
Öncelikle ebeveynler, DEHB tanısı almış çocukların
diğer çocuklara oranla bazı zorlukları olduğunu
bilmeli ve durumu gizlemeye çalışmamalıdır. Aksi
durumda, çocuklar kendilerinden rahatsız olunduğu
fikrine kapılabilir.
Çocuğun yaşı ve gelişim düzeyine göre günlük
aktivite ve sorumluluklar verilebilir. Bunlara dair
kararlar çocukla birlikte ve kabul edeceği şekilde
alınmalıdır. Aldığı sorumluluklara tutarlı şekilde
uyulması önemlidir.
Ebeveynlerin çocuklarıyla birlikte aktif şekilde vakit
geçirmesi oldukça kıymetlidir. Birlikte oyunlar
oynamak, sinema veya tiyatroya gitmek, farklı yerler
keşfetmek, hikâye ve masallar okumak, sohbet
etmek çocuğunuzla vakti daha kıymetli hale
getirebilir.
etkiye sahiptir.
DEHB tanısı almış çocukların öğretmenlerinin
uygulayabileceği birkaç yöntem ise şunlardır;
Öncelikle öğretmen, öğrencinin onunla aynı
takımda olduğunu anlamasını sağlamalı,
öğrenci öğretmenin desteğini hissetmelidir.
Her DEHB’li çocuk birbirinden farklıdır, bu
yüzden ihtiyaç duyduğu destek bireysel
ihtiyaçlara göre ayarlanmalıdır.
Materyal dağıtmak gibi sınıf içi görevler
verilebilir. Molaya ihtiyaç duyduklarında
kullanabilecekleri molalar verilebilir.
.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 36
Otorite ve Vicdan Arasında Bir
Yolculuk: Milgram’ın İtaat Deneyi
"Vicdan bir tür pusuladır,
insana doğru-yanlış
ekseninin nerede olduğunu
gösterir, ahlaki yargı ve
davranışlara rehberlik yapar.
Vicdan bir pusulaysa
görüyoruz ki bu pusula bazen
kilitlenir, güç ya da güce
itaat gibi başka bir manyetik
alanın etkisinde hep kendi
kıblesini göstermeye
başlayabilir.’’
-GÜVEN GÜZELDERE-
Psk. İlknur Katar
Avrupalı Yahudilerin soykırım sırasında
sürgün edilmelerinin baş aktörlerinden
biriydi Adolf Eichmann. MOSSAD ajanları
tarafından 1960 yılında kaçırılıp yargılanmak
üzere İsrail’e getirildi. Kudüs’teki bir
Eichmann dava boyunca; yalnızca
üstlerinden gelen emirlere itaat ettiğini,
kendisinin bir karar verici değil sadece
uygulayıcı olduğunu, dolayısıyla soykırımda
yitirilen hayatlardan sorumlu
mahkemede görülen dava uluslararası basın
tutulamayacağını
savunmuştur.
tarafından yakından takip edildi ve
Eichmann’ın davada anlattıkları, o dönem
sosyal bilimler alanında çalışmalar yürüten
birçok felsefeci ve psikolog üzerinde derin
etkiler oluşturmuş ve yeni çalışmaların
başlangıç noktası olmuştur. Nazi
soykırımının başlıca sorumlularından
Eichmann’ın sanki hiçbir vicdani sızı
hissetmiyormuş izlenimi veren bu
açıklamaları, sorumlu olduğu yıkımı
akılcılaştırma yoluyla savunması
kamuoyunun kanını dondurmuştu. Kanı
donanlardan biri de Amerikalı psikolog
Stanley Milgram’dı. Milgram Harvard
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 37
Üniversitesi’nden doktorasını aldıktan sonra
Yale Üniversitesi’nde sosyal psikoloji
alanında yardımcı doçent olarak çalışmaya
başlamış genç bir bilim adamıdır. Holokost
olayları ve Adolf Eichmann’ın bu
açıklamalarından sonra daha sonraları
literatürde "Milgram Deneyi" diye anılacak
ve üzerinde çok konuşulacak bir araştırma
düzenledi.
Araştırma
Milgram’ın başladığı bu çalışmanın amacı
katılımcıların kişisel inanç ve ahlakla
örtüşmeyen emirlere itaat etmekte ne kadar
motive olduklarını araştırmaktı.
Katılımcıların sıradan Amerikalı vatandaşlar
olmaları gerekiyordu bu sebeple Milgram
gazetelere ilan vererek "öğrenme ve hafıza
ile ilgili bir araştırmada görev alacak
katılımcılar" aradığını duyurdu. Katılımcılar
bulunup ardından çalışmaya başlanırken
onlara "cezanın öğrenme üzerindeki etkileri"
ile ilgili bir araştırmaya katıldıkları söylendi.
Sonrasında, katılımcılar arasında kura
çekilerek bazılarının öğretmen bazılarının
ise öğrenci rolüne atanacağı söylendi. Fakat
bu kura hileliydi çünkü araştırmanın
başında öğrenci olarak seçilecek işbirlikçiler
zaten belliydi ve diğer katılımcılar bundan
habersizdi. Öğretmenlerin öğrencilere belli
sözcük gruplarını okuması ve öğrencilerin
bunları hatırlaması gerektiği, öğrencinin
hatırlayamadığı veya hata yaptığı takdirde
ise öğretmen tarafından öğrenciye belirli
düzeyde artacak şekilde elektrik şoku
verilerek öğrencinin cezalandırılması
istendi. Milgram bu düzenekte öğretmen
rolündeki bu katılımcıların öğrenci
rolündeki kişilere hangi düzeye kadar
elektrik vereceğini merak etmekteydi. Şok
düğmeleri 15 volttan 450 volta kadar
yükselmekteydi ve 450 voltun üzerinde
"dikkat çok tehlikeli" uyarısı bulunmaktaydı.
Öğretmen rolündeki katılımcıya çalışma
başlamadan önce cihazın etkisi konusunda
fikir vermesi adına 45 voltluk elektrik
uygulandı. Öğrenci rolündeki işbirlikçinin
hangi soruları doğru hangilerini yanlış
cevaplayacağı öncesinde belirlenmişti.
Deneyin bazı varyasyonlarında ise öğrenci,
deneye başlamadan deney yöneticisine kalp
rahatsızlığı olduğunu söylemiş, öğretmen
rolündeki katılımcı da bu diyaloğa şahit
olmuştu. Deney başladığında elbette ki
öğrencinin koltuğunda öğretmen rolündeki
katılımcının zannettiği gibi elektrik yoktu.
Fakat öğrenci her cezalandırmada acı
çekiyormuş izlenimi verecek şekilde rolünü
ve deneyi sürdürmekteydi. Bu acı düşük
voltta yüz ekşitme gibiyken artan voltta
duvarları yumruklama vb. şekilde dışa
vurulmuştu. Öğretmen rolündeki
katılımcılar deneyi bırakmak istediklerinde,
(elektrik vermeyi sonlandırmak vb.)
araştırmacıdan sırasıyla:
"Lütfen devam edin."
"Deneyin başarılı olması için devam etmeniz
gerekiyor."
"Başka seçeneğiniz yok devam etmek
zorundasınız."
"Deneyin tamamlanabilmesi devam
etmenize bağlı."
cevaplarını alıyordu. Deney iki şekilde
sonlanıyordu: ya öğretmen rolündeki
katılımcı araştırmacının bu yanıtlarına
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 38
rağmen 4 kez sözlü olarak itiraz etmeli, ya
da artık bağırmaktan sesi kısılmış öğrenciye
3 kez 450 voltluk elektrik şoku vermeliydi.
Ve deney bitti. Milgram bu deneye
başlamadan öne birçok araştırmacı ve
psikoloğa, katılımcıların deneye devam edip
etmeyeceklerine dair tahminlerini sormuştu,
birçoğunun tahmini ise şok edici sonuçtan
oldukça uzaktı. Çünkü katılımcıların %65’i
elektrik şoku vermeyi son aşamaya kadar
sürdürmüştü. Tabii ki birçoğu bunu büyük
bir soğukkanlılıkla yapmamış; terlemiş,
titremiş, bırakmak istemiş ama otoritenin
"lütfen devam ediniz" söylemiyle birlikte
nihayetinde öğrenciye 450 volta ulaşan
elektrik şokunu vermişlerdi.
Deneyin başında da belirtildiği gibi
inanılması zor davranışı sergileyen
üzerinden atabilir. Buradan şöyle bir sonuca
varılabileceğini düşünmekteyim; bir kişiye
veya topluma ahlaki veya vicdani inançlara
ters düşecek biçimde, zalimce davranmak
için illâ ki taş kalpli olmak veya karşı tarafla
bir husumet yaşamak gerekmiyor. Belki de
tarihte görülmüş birçok zulmün arkasında
aslında sadece görevini yaptığını düşünen
itaatkâr ve sıradan emir erleri yer alıyor. Yine
bu deneyle birlikte kişilerin ahlaki normları
ve otoritenin beklentisi çatıştığında çok az
kişinin otoriteye direnebilecek yeterliliğe
sahip olduğunu görüyoruz. Bir gün farkında
bile olmadan %65’i oluşturan katılımcıların
içerisinde yer almamak için maruz
kaldığımız tüm otorite ve emirlerin
meşruluğunu sorgulamalı ve uyanık
kalmalıyız.
katılımcılar bir psikopat ya da ruh
hastalığına sahip kişiler değil; sokakta veya
markette karşılaşabileceğimiz, aynı evi
paylaşabileceğimiz, hatta belki aynaya
baktığımızda görebileceğimiz sıradan
insanlardı. Milgram’ın deneyi bu insanların
nasıl kısa sürede otoriteye boyun eğerek
başkalarına zalimce davranışlarda
bulunabileceklerini
göstermiştir.
Deneklerden birçoğunun deneye devam
ederken kendi içinde çatışma yaşadığı
gözlenmiştir. Milgram bu çatışmanın
"vicdan ve vicdansızlık" arasında değil,
"vicdan ile otoriteye itaat" arasında
gerçekleştiğini belirtmiştir. Kişi, otoriteyi
meşru olarak kabul ettiğinde kendisini
otoritenin emir eri gibi görebilir ve yaptığı
davranışların sorumluluklarını rahatlıkla
‘’Ben sadece üstlerimin bana
verdiği görevleri yerine
getirdim’’
- P e t e r C o w i e -
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 39
Psikolojinin Alt Dalı:Nöropsikoloji
Psk. Betül Gül
Psikoloji, insan davranışlarını ve zihinsel
süreçleri bilimsel yöntemlerle inceleyen
bilim dalıdır. Genellikle, psikoloji alanından
bahsedildiğinde insanların aklına ilk olarak
klinik psikolojinin çalışma alanları gelir.
Ancak psikoloji, çok geniş bir alt disiplin
yelpazesine sahip bilim dalıdır. Türk
Psikologlar Derneği 2011 Tanımlar
Komisyonu Raporu’na göre: “Psikoloji
biliminin ürettiği bilgi ruh sağlığı
problemlerinin anlaşılmasının ve
sağaltımının yanı sıra aile, çocuk gelişimi,
eğitim, iş ortamı, tüketici davranışları gibi
çok farklı alanlarda kullanılmaktadır. Buna
paralel olarak da psikoloji biliminin; klinik
psikoloji, trafik psikolojisi, gelişim psikolojisi,
endüstri ve örgüt psikolojisi, sosyal psikoloji,
deneysel psikoloji, adli psikoloji, sağlık
psikolojisi, spor psikolojisi ve nöropsikoloji
gibi çok farklı alt alanları bulunmaktadır.”
Bu yazımızda psikolojinin alt dallarından
nöropsikolojiyi yakından inceleyeceğiz.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 40
Kuramsal arka planı oldukça eskiye
dayanmasına rağmen psikolojinin alt alanı
ve bilimsel uygulama alanı olarak kabul
edilmesi 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Bu
nedenle psikolojinin diğer alt dallarına
nispeten çok daha genç bir bilim dalı
olduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda
teknolojik gelişmelerin etkisiyle beyin
görüntüleme cihazlarının ve yeni araştırma
yöntemlerinin kullanılması bu alandaki
bilimsel araştırmalara ve uygulamalara ivme
kazandırmıştır. Ülkemizde nöropsikoloji
alanının gelişmesi ise ilk nöropsikolog Prof.
Dr. Öget Öktem Tanör’ün katkılarıyla
olmuştur. Öget Öktem Tanör, Türkiye’nin ilk
nöropsikoloji laboratuvarını kurarak bu
alana ilgi duyan psikologların yetişmesine ve
bilimsel araştırmalar yapılmasına katkı
sağlamıştır. Nöropsikolojinin beyin ve
davranış arasındaki ilişkiyi incelediğinden
bahsetmiştik, bu ilişkiye biraz daha
yakından bakmak gerekirse nöropsikoloji;
beyin ve davranış arasındaki ilişkiyi, beyinde
oluşan işlev bozukluğunun ya da hasarın
psikolojik süreçler üzerindeki etkisi
açısından inceler. Bu nedenle de psikolojinin
diğer alt alanlarının yanı sıra nöroloji,
psikiyatri, sinirbilim gibi birçok bilim dalıyla
ilişkili, interdisipliner bir alandır. Bu alan,
kendi içerisinde, Klinik Nöropsikoloji ve
Deneysel Nöropsikoloji olarak iki alt alana
ayrılır. Klinik nöropsikolojide hastalıkların ya
da beyin hasarının psikolojik süreçleri nasıl
etkilediği incelenirken, deneysel psikolojide
ise patoloji ya da hasar bulunmayan normal
beynin çeşitli durumlar altında psikolojik
süreçlere etkisi incelenir. Kısacası,
aralarındaki en temel ayrım birinde
inceleme alanı hasarlı/disfonksiyonlu beyin
iken diğerinde ise normal beyindir.
Peki, nöropsikolog olarak çalışmak için
hangi eğitimleri almak gerekir?
Nöropsikologlar, psikoloji yüksek lisansı
sonrasında nöropsikoloji veya sinirbilim
alanında uzmanlaşmış kişilerdir.
Nöropsikologlar, hem akademik hem de
uygulamaya yönelik çalışmalar yaparlar.
Yani beyin, davranış ve psikolojik süreçler
arasındaki ilişkiyi açıklamak için
üniversitelerde ya da araştırma
merkezlerinde bilimsel araştırmalar
yürütürler. Bu araştırmalar; problem çözme,
dikkat, düşünme, hafıza, algılama gibi
zihinsel süreçlerin beyinde nasıl
gerçekleştiğini incelemeye ve anlamaya
yardımcı olur. Ayrıca beynin fizyolojik
yapısını ve çalışma biçimini anlamak için de
çalışmalar yürütürler. Uygulamaya yönelik
kısımda ise, beyin hasarı ya da beyinde
oluşan işlev bozukluğundan kaynaklı
hastalıkların tanısında, hastalığın
izlenmesinde ve rehabilitasyon sürecinde
çalışırlar. Peki, bunları nasıl yaparlar?
İlk olarak, nöropsikologlar nöropsikolojik
değerlendirmeler yaparak ayırıcı tanıya
yardımcı olurlar. Örneğin nörolog,
unutkanlık şikayetiyle hastaneye başvurmuş
hastaya demans tanısı koyacağında bunun
hangi demans tipi olduğunu belirlemek için
nöropsikologdan bazı test ve
değerlendirmeler isteyebilir. Nöropsikolog
da nöropsikolojik testler uygulayarak rapor
hazırlar. Bazen bu raporlar, adlî
soruşturmalar ya da resmî raporlar için de
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 41
hazırlanabilir. (Lezak, 1995). İkinci olarak hastalığın izlenmesi ve rehabilitasyon sürecine yardımcı
olurlar. Örneğin, uygulanan tedavinin işe yarayıp yaramadığını ya da hastalığın ilerleme hızını
nöropsikolojik değerlendirmeler yaparak incelerler. Bunlara ek olarak nöropsikoloji, beyin
cerrahisi alanıyla da ilişkilidir. Epileptik cerrahi ya da tümör lokalizasyonunun belirlenmesi gibi
durumlarda da nöropsikologlar yardımcı olur. Böylelikle nöropsikologlar hastalığın tanı ve
tedavi sürecine ışık tutarlar.
Nöropsikologların sıklıkla kullandığı nöropsikolojik testlerden bazıları şunlardır:
Stroop Testi (Dikkat Performansı)
Wisconsin Kart Eşleme Testi (Perseverasyon Etkisi)
Wechler Bellek Testi (Kısa Süreli Bellek Performansı)
Benton Çizgi Yönünü Belirleme Testi (Görsel Algılama Performansı)
Görsel İşitsel Sayı Dizileri Testi (Kısa Süreli Bellek Performansı)
Bender Gestalt Motor Algı Testi
İllüstrasyon:Javier Jaen
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 42
Nöropsikolojik testlerin yanı sıra, nöropsikologlar aşağıda belirtilen beyin görüntüleme
cihazlarından da yararlanırlar. Bunlar;
Elektroensefalografi (EEG): Temel olarak beyindeki elektrik aktivitesini yüzeyden kaydederek
beyin fonksiyonlarının değerlendirilmesinde kullanılır.
Pozitron Emisyon Tomografisi (PET): Kimyasal bir izleyici aracılığıyla beyin dokusunun ve
yapısının görüntülenmesinde kullanılır
Manyetik Rezonans (MR): Büyük mıknatıslardan oluşan bir tarayıcı yardımıyla belirli
frekanstaki radyo dalgaları kullanılarak istenilen bölgede inceleme yapılır.
Manyetoensefalografi (MEG): Beyinde yer alan hücreler olan nöronların aktivasyonunda
oluşan manyetik alanlar ölçülür.
Bilimsel araştırmalar ve klinik uygulamaların yanı sıra, nöropsikologlar son yıllarda gelişme
gösteren nöropazarlama (neuromarketing) alanıyla da ilgilenirler. Bu alanda, tüketici
davranışının ardındaki zihinsel süreçleri inceleyerek reklamcılık ve pazarlama sektörüne de
katkı sağlarlar.
Sonuç olarak nispeten genç bir bilim dalı olan nöropsikoloji alanının daha yakından tanınması,
bu alana olan ilgi ve merakı arttıracak ve böylelikle bilimsel araştırmalar ve uygulamalardaki
gelişmeleri hızlandıracaktır. Ayrıca, nöropsikolojinin sahip olduğu disiplinler arası nitelik
sayesinde bu alandaki gelişmeler birçok alana katkı sağlayacaktır.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 43
ÇOCUKLAR
İÇİN
FELSEFE
P4C
Yeni nesil
düşünme
eğitimi
Düşünen akıllar yanlış da
yapsa pişman olmazlar…
“Çocuklar ara sıra tuhaf sorular sorarlar”
Psk.Dan. Pınar Karaca
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 44
Çocuklar İçin Felsefe (Philosophy for Children)
Amerikalı filozof Matthew Lipman tarafından
1960’lı yıllarda ortaya atılmış pedagojik bir
yaklaşımdır. Felsefe öğretilerinin eğitime
adaptesiyle mümkün kılınan bu yaklaşım özellikle
son zamanlarda oldukça popüler hale gelmiştir.
Peki, çocuklarla felsefe yapmak nedir? Nasıl yapılır
ve faydaları nelerdir? Öncelikle tüm bilimlerin anası
olarak bilinen felsefe insana düşünmeyi,
araştırmayı ve temelde soru sormayı öğretir (Tepe,
2015: 80).
Hayatına felsefe kavramı giren çocuk;
davranışlarının, doğrularının ve yanlışlarının
anlamlandırmasını yapar. Hatta daha doğru bir
ifadeyle felsefe yapmak denilen şey doğaldır ve
düşünen her canlıda mevcuttur. Nitekim
Aristoteles’e göre insanlar doğal olarak bilmek
isterler. Matthew Lipman ise tüm bu felsefe
sorunlarının çocukluktan itibaren bireylerde
farkındalık oluşturması üzerinde durmuştur.
Düşünen, soru soran çocuk; yaşamı ve yaşamın
getirdiği olumsuzlukları daha kolay
anlamlandıracaktır. Çocuklar için felsefe Lipman’ın
soruşturma topluluğu modelini felsefeye
uyarlamasıyla oluşmuştur. Bu topluluğa detaylı
olarak bakmak gerekirse çocuklar için eğitim
ortamı olan sınıf; bilginin tartışıldığı, paylaşıldığı,
kabul edildiği veya edilmediği ortamdır. Çocuklar
sınıflarında bulunan arkadaşlarıyla ve
öğretmenleriyle birlikte verilen bilgiyi sınarlar. Bu
sınama bilginin adeta süzgeçten geçirilmesini
ifade eder. Burada sınıf sadece mekân olarak değil
bir topluluk olarak da düşünülmelidir (Boyacı,
Karadağ, Gülenç, 2018: 151).
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 45
Programın devamındaysa çocuklarla felsefe oturumlarını yöneten bir kişiye değil
kolaylaştırıcı yani rehber olacak bir kişiye ihtiyaç duyulmaktadır. Yani burada öğretmen
sınıfı yöneten değil; sınıfa sunulan bilginin öğrenciler tarafından tartışılmasına uygun
ortamını oluşturan, gereken yerlerde tartışmayı kolaylaştıran şahıs olmalıdır. Burada
tartışma sınırlandırılmamalı ve her öğrencinin sunduğu fikir saygıyla karşılanmalıdır. Ayrıca
öğrenciler düşünmeleri ve bilgiyi sınamaları konusunda kolaylaştırıcı tarafından
cesaretlendirilmelidir. Çocuklarla felsefe oturumu sonucunda ortaya çıkan her yeni fikir
öğretmenin ürünü veya çıktısı değil toplu olarak sınıfın çıktısıdır.
Çocuklarla felsefe nedir ve ne değildir?
Çocuklarla felsefe programında çocuklara "Felsefe nedir? Filozof kime denir?" gibi sorular
sorulmaz veya felsefe tarihi gibi konularda bilgilendirme yapılmaz. Çocuklara felsefenin
nasıl yapılacağı uygulamalı olarak aktif katılımla adeta bir tiyatro sahnesi gibi oynatılarak
içinde kahramanı kendi olan çocuğa gösterilir (Kant, 2017: 98).
Programda belirlenen belli çerçevelerde çocukların fikirlerinin alınması önem arz
etmektedir. Çocuklar kolaylaştırıcıyla birlikte belirlenen konularda tartışır ve fikirlerini dile
getirirler. Çocuklara öncelikle tartışılacak felsefi problemi içeren uyaran sunulur ki bu
uyaranlar bir video, ses, hikâye, görüntü gibi birçok farklı şekilde çocuklara gösterilir.
Uyaran sunumu yapıldıktan sonra çocukların ortaya attığı sorular ve cevaplar tartışılır.
Çocuklar bu şekilde düşünmeyi, empati yapmayı ve felsefeyi olağan akışında öğrenirler.
Düşünme eğitimi olarak da isimlendirebileceğimiz çocuklar için felsefe eğitimi programı
sayesinde ebeveynler çocuklarıyla daha rahat iletişim kurmayı hedeflemektedirler.
Kolaylaştırıcı ve çocuklardan oluşan felsefe eğitiminde tartışılan konular çocukların merak
duydukları ve konuşmak istedikleri konulardır (Mccall, 2017).
Çocuklarımıza öğretmeye çalıştığımız birçok yargımız, doğrumuz ve yanlışımız vardır.
Felsefe yapmayı öğrenen çocuk, zihninin süzgecini kendisi oluşturur ve bu süzgeçten
geçireceği veya geçirmeyeceği şeylere kendisi karar verir. Hayatın birçok yönü hakkında
düşünmeye sevk edilen çocuk yaşamın getirdiği zorluklara karşı daha donanımlı hale gelir.
Thomas E. Wartenberg (2018) Küçük Çocuklar İçin Büyük Fikirler adlı çalışmasında çocuklar
için felsefenin önemini 2 madde üzerinden betimlemektedir:
Düşünme becerisi kazandırır: Ortaya atılacak konuya karar verilmesi, sorulacak soruların
ve cevapların oluşturulması, grupta her çocuğun söz hakkının olması ve söylenen tüm
cümleler arasında bağlantı kurma, yeni kavramlar ve düşünceler üretmeyi ve soyut
düşünmeyi teşvik eder.
İletişim kurma becerilerini geliştirir.
Grup halinde akıl yürütme becerilerini teşvik eder.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 46
Çocuklar için felsefe (P4C) yaklaşımı, en temel tanımıyla felsefi diyalog yoluyla çocuklarda
eleştirel düşünmenin geliştirilmesini amaçlayan pedagojik bir yöntemdir. Nitekim
Matthew Lipman’ın da geliştirmiş olduğu eğitim setindeki amaç da çocukların düşünerek
kendi değerlerini sorgulaması, değerlerin farkına varması, ayırt edebilmesi ve yargı
sunabilmesidir. Yapılan her felsefi sorgulama çocukların merak ve araştırma duygusunu
tetiklemekle birlikte farklı perspektiflerden bakabilme becerilerini kazanmalarını da
sağlamaktadır. Ayrıca çocuklarla felsefe eğitimi sınıf ortamında yapıldığından farklı fikirlere
saygı duyma ve tutarlı bir düşünce üretme becerileri de gelişmektedir. Sonuç olarak,
çocuklarla felsefe eğitimleri sonrasında çocukların kazanmaları beklenen kazanımlar şöyle
sıralanabilir:
Çocuklar başarılı dinleyiciler olur.
Diğer insanların fikirlerini saygıyla dinlemeyi, sabretmeyi öğrenirler.
Algı ve dikkat becerileri gelişir.
Olaylara ve durumlara farklı açılardan bakarak hafızalarını geliştirirler.
İlk etapta konuşmayan çocuklar, zamanla daha çok katkıda bulunmaya başlar
Saygı, sevgi, doğa sevgisi, dostluk ve barış gibi değerlerin farkında olarak davranış
geliştirmeye başlarlar (Mccall, 2017).
Düşünme, sorgulama, eleştirebilme becerileri felsefenin temel argümanlarıdır. Nitekim
felsefe tarihinin en önemli filozoflarından birisi olarak öne çıkan Sokrates tüm hayatını
insanların "kendilerini bilme" edimini gerçekleştirmesine adamıştır. Bir insanın kendini
bilmesi kendi üzerine, kendi yapıp etmeleri üzerine düşünmesiyle mümkündür. Bu
farkındalığın kazanmasında felsefe başat bir rol oynamaktadır.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 47
Röportaj
PSİKİYATRİST DR. HATİCE
ALİBAŞOĞLU İLE SÖYLEŞİ
1980 Trabzon 'da doğdu. Kandilli Kız Lisesinden 1998 yılında, İstanbul Üniversitesi İstanbul
Tıp Fakültesinden 2004 yılında mezun oldu. Psikiyatri uzmanlığını Bakırköy Prof. Dr.
Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde yaptı. Mecburi hizmetinde
Rize Toplum Ruh Sağlığı Merkezi kurucu hekimliğini yaptı. Dinamik Yönelimli Bireysel
Psikoterapi, Grup Psikoterapisi, Nefs ve Maneviyat Psikolojisi, Psikolojinin bizcesi, rüyaların
terapide kullanımı özel ilgi alanlarından.* Katkıda Bulunduğu Kitaplar: Ahmad Abd Al
Waliyy Vincenzo’nun Şifacı kitabına bilimsel danışmanlık, Rüyalar Âlemi Kitabı, Sufi
Yayınları, İstanbul 2016, Rüyaya Uyanmak bölümü (sayfa 7-55.), Maneviyat Psikolojisi kitabı
Maneviyat Psikolojisinde Rüyaların Önemi ( s 43-82) bölümü, ayrıca akademik dergilerde
bilimsel yayınları da mevcut.
Görünen, ulaşılabilir bu öykünüze biraz
daha özel ne eklemek istersiniz?
Sevdiklerimizden çok sevmediklerimizin
bizi tanımladığına inansam da kolaya kaçıp
sevdiklerimden bahsedeyim:))
Yağmur, sonbahar, turuncu, deniz, bulut,
yeşil…
Yaşanmışlığını belli eden el ve yüzler, emek…
Usta yazar ve şairlerin elinde gerçekten
kalpleri olduğuna inandığım kelimeler…
İlle de kalp ve duygular.
Bu mesleği seçmeye nasıl karar verdiniz?
Psikiyatri branşını seçmek değil ama kalmak
kesinlikle kararımdı.
Şu an terapist kimliğimle daha çok ön plana
çıksam da mesleğimin ilk yıllarında mevcut
ekollerin insanı "kaotik, kontrolsüz Eros ve
Thanatos sarmalında, çıkar mekanizmasının
hüküm sürdüğü" gibi tanımlamaları ve bu
tanımlamalara yönelik çözümler üretmeleri
terapi ekollerinden uzak durmama, daha
çok beyin, beyinde olanlar, kimya, biyoloji,
nöroloji gibi bilimsel alanda kalmama sebep
oldu.
İyi bir klinisyen olmak hedefiyle yola
çıkmışken, değerli hocam Mustafa Merter’le
tanışmamdan sonra terapi ekollerine
yöneldim. Hocama tanışmadan önce
attığım mailde “İnsan nedir?” diye
sormuştum. Hâlâ bu sorumun peşindeyim...
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 48
Mesleğinizin zorlukları sizin için nelerdir?
Bilineni az olması pek çok alan tarafından
istila edilmesine sebep oluyor.
Beyin değil de sanki vücuda ait olmayan bir
şeyi tedavi ediyormuşuz algısı var. Özellikle
ilaç gereken vakalarda yanlış yönlendirmeler
sonucunda büyük dirençlerle karşılaşıyoruz.
Doktor doktor dolaşıp pek çok ilaç kullanan
kişi psikiyatriye gelince ilaçsız çözüm, bitkisel
çözüm istiyor. Madde kullanan kişi gelip
kimyasal istemem diyor. Gece gündüz alkol
alan kişi bu ilaç bana bağımlılık yapar almam
diyor. Kalple ilgili bir rahatsızlık olsa tüm
ilaçlar düzenli alınır aileler arkadaşlar herkes
ilacını “aman dikkatli al” diye uyarır. Ama iş
beyin olunca bu desteği bizim hastalarımız
göremiyor. Üstüne üstük damgalanıyorlar da.
“Deli misin? Bu kadar güçsüz müsün? İmanın
mı zayıf?” gibi. İlaca inanmayan grup haricinde
bir de terapiye inanmayan grup var. Oysa son
yıllarda yapılan çalışmalar terapide içgörü
kazanan hastanın beyninde yeni protein
moleküllerinin oluşmasının sağlandığını,
deneyim yaşamasıyla beraber yeni nöral ağlar
oluşup değişim sağlandığını ortaya koyuyor.
Yani terapi beyni değiştirebiliyor.
Yanlış bilgilerin, hurafelerin, ön yargıların en
yüksek olduğu alanda çalışıyoruz.
Kalpte ağrısı olan hasta için birkaç tetkikle
kalple ilgili olmadığı anlaşılırken, bizim
alanımızda durum pek de öyle değil. Altında
bir şey bulunamayan her şeyin içine atıldığı bir
alan psikiyatri/psikoloji. Son yıllarda artan
bilimsel gelişmeler işimizi karanlıkta el
yordamıyla yapmaktan bizi çıkarmaya
hazırlıyor.
Ofiste bir gününüz nasıl geçiyor?
Ekip olarak erkenciyiz, ofisimizde erişkin
psikiyatristi, çocuk ergen psikiyatristi ve
psikolog arkadaşlarımız mevcut. Filtre
kahvemiz olmazsa olmazımız, rutinimizde
hastalarımızın terapi seansları devam etmekte
stajyer arkadaşlarımız için tecrübeli ekip
arkadaşlarımız deneyimlerini paylaşmakta,
zorlandıkları yerlerde onlara yardımcı
olmakta.
Ama aslolan seansta olanlar... “Sıkılmıyor
musunuz her gün bunca dert dinlemekten?
Dinlediklerinizden etkilenmiyor musunuz?”
diye bolca sorulur. O gün var olan seans sayısı
kadar kitap okuyor, dizi, film izliyor gibiyiz.
Aslında çok daha ötesi var pasif değilsiniz
müdahale edebiliyorsunuz, senaryoyu
değiştirebiliyorsunuz. Canlı canlı kitap
yazmak, canlı canlı hayatı yönlendirmek gibi…
Masanın iki tarafında da bulunmuş biri olarak
çok farklı bir deneyim. Her yeni seans yepyeni
bir dünyaya açılış, hiçbiri benzer değil, eşsiz
tecrübeler yaşanıyor seanslarda. Yardımcı
olmaya çalışırken kendi yaralarınızın
sarıldığına şahit oluyorsunuz. Kaçtıklarınız
seansta sizi buluyor. Yüzleştirirken
yüzleşiyorsunuz. Affettirirken affediyorsunuz.
Dinlerken yükü sırtınıza almıyorsunuz, yükünü
ortaya koymasını istiyorsunuz.
Değiştirilebilecekler için adım atılır,
değiştirilemeyecekler kabul edilir.
Yüzleşmeler yapılır, gereksiz yüklenen
duygular akıtılır böylece geçmişin gölgesinin
bugünü istila etmesi önlenmiş olur, oradan iki
taraf da daha hafif kalkar. Tabii ki seans bir
masaj yeri değil bu son için çok çaba
gerekiyor, rahatlayıp çıkma çoğu zaman
hayaldir. Aslolan seansta yorulmaktır.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 49
Kapıyı çalıp üniversiteden mezun olmuş
yaşınız karşınıza gelse, gözlerinizin içine
bakıp bana bir şey söyle dese ona ne
söylerdiniz? Neyi farklı yapmasını tavsiye
ederdiniz?
Organik psikopatolojilere ilgi duyan ben,
Mustafa Merter hocayla beraber insanı
anlamada başka bir boyuta geçtim.
Grup terapisi ve bireysel terapiye başladım.
Başlama nedenim asla ihtiyacım olduğunu
düşünmem değildi. Eğitim amaçlı diyordum,
hastalarımı daha iyi anlayayım, onlara daha iyi
yardımcı olayım.
Grup terapisinde kendimi çok uzun süre sonra
açtığımı hatırlıyorum, manevi personam,
doktor personam ve bir de psikiyatrist
personamla kendimi kendimden ve gruptan
uzun süre sakladım. Sağ olsun ki hatalarıyla
kusurlarıyla manen grupta soyunup çırılçıplak
kalan arkadaşlar öğretti bana insana güven
duymayı ve kendini tanımadan kimseyi
tanıyamayacağımı. Bu kadar geç kalmak
istemezdim. O nedenle karşıma üniversiteden
yeni mezun halim gelse korkma derdim
kendini tanımaktan korkma. Kendini korumak
için büründüğün personalarını kenara bırak
insan olan kendini tanı.
Bugüne kadar yaptığınız seansları göz
önünde bulundurursanız insanın neye
ihtiyacı var?
İnsanın anlaşılmaya ihtiyacı var, derdinin
küçümsenmeden çok daha zorda olanlar
örnek verilmeden anlaşılmaya.
Bir amaca ihtiyacı var.
En önemlisi bir anlama ve anlamlandırmaya
ihtiyacı var.
Yaşamınızda öğrendiğiniz en önemli hayat
dersi neydi?
Nazan Bekiroğlu hocanın bir kitabında geçer
“İnsan sınanmadığı günahın masumu değildir.”
diye.
Hem kendim hem de hastalarım bana insan
olma konumunu öğretti... Durmam gereken
yeri…
Binlerce seans bana ne öğretti derseniz insan
kaçtığı neyse ona kavuşur. Çılgınca kaçtığımız
şey gideceğimiz yerde bizi beklemektedir.
O nedenle kaçmayıp yüzleşmek gerekiyor.
Dünyaya karşı güvensiz pek çok hastamın
kendini döven, ölümle burun buruna getiren
antisosyal tipleri hayatlarına çektiğini
görüyorum. Bilinçdışı olarak o antisosyalin
kendisini dünyaya karşı koruyacağını düşünür.
Ama ondan kendini kimin koruyacağını
düşünemez.
Kendini yetersiz eksik bulan biri, ne yaparsa
yapsın çılgınca da çalışsa etrafın onu fark
etmediğini hiç çaba sarf etmeyenlerin daha
gözde olduğunu söyler. Görünmek için
herkesin işini yüklense de ne böyle fark edilir
ne de aradığı sevgiyi bulur. İlk, yapmaktan
vazgeçtiğinde fark eder gerçeği…
Kendimizi tanımadan, yaralarımızı sarmadan
doğru şeyleri hayatımıza çekme olasılığımız
çok düşük.
Neden hep beni buluyor deriz ya aslında onlar
bizi bulmaz biz onları çekeriz.
Ve öğrendiğim ve beni şaşırtan şey ise ne
yaşarsak yaşayalım, çok kötü de olsa, onun
olmasını hiç istemesek de oldu diye gece
gündüz ağlasak da o olayı o haliyle olmasını
tetiklemiş bir yapıya sahip olduğumuz.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 50
Bilinç dışımıza attıklarımız çok kıymet
kazanıyor, bilinçli seçimlerimizi bile gölgeleyip
bizi travmamızla yüzleştiriyor. Amacı ise “artık
çöz bunu, yüzleş bununla” olsa da biz mesajı
anlamazsak,sorunu çözmezsek çok daha
büyüğünü hayatımıza çekiyoruz ve altında
kalıyoruz.
Uzun zamandır Nefs Psikolojisi ile ilgili
çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Nefs
psikolojisi nedir? Ne ile ilgilenir? Seanslarda
nasıl kullanılır?
Nefs psikolojisi insanın bilinci dışında sadece
bodrum katları, kanalizasyon sistemlerinden
ibaret olmadığını, aslının kötü olmadığını, üst
bilinç dışı gibi teraslı manzaralı ferah
varoluşun zirvelerine taşıyan katmanları
olduğunu belirten insanı “ahseni takvim”
olarak gören bir ekol.
İnsana üç boyutlu bir bakış kazandırıyor.
İnsanın aslı kötüdür diyen Freud’un bilinçdışı
kavramı yanan arzuların, kötü huylar ve cinsel
tutkuların derin çukuru, korkulu deneyimlerin
gömüldüğü yer olarak üste çıkarılmaya
korkulan bir yer gibiydi, Jung’a göre, bilinçdışı
sadece geçmiş olayların hurda deposu
olmayıp gelecekteki ruhsal durumlarla
düşüncelerin tohumlarıyla da doluydu. Nefs
psikolojisi çok daha öteye taşıdı çıtayı insanın
üst katlarından bahsetti. Üst bilinçdışı latif
duyu ve duyguların hüküm sürdüğü, aklın
hikmetle buluştuğu, süperegonun vicdan
haline tekâmül ettiği bir alan. Bu üst katlar,
boş yere orda durmuyor oraya çıkmak da
zaruri ihtiyaç. Yoksa aynı katta dolanır durur
ve ölesiye sıkılırız. Zaten aslında gerek insana
gerekse eşyaya yönelik tüm arzu ve istekler
bir üst kata çıkabilme arayışlarıdır.
Boşuna değildir bunca madde kullanımının
artışı, seks, alkol tüketimi hepsi bir anlamda
hal yaşama isteği imitasyon da olsa. Öyle bir
gereklilik ki bu tüm olumsuz riskleri göze
alıyoruz hal yaşamak adına..
Hangi kattaysak kendimize de sevdiklerimize
de eşyaya da canlılara da o katın
gerektirdiğiyle davranıyoruz. Kendi alt
katlarımızdaysak Eros ve Thanatos yani aşk ve
ölümün iç içe geçtiği o yerde çılgınca
arzulayıp sonra çılgınca tüketiyoruz.
Kendimizi de sevdiklerimizi de eşyayı da...
Alt katlarımıza yakın yaşarken gölge ve
komplekslerimizin etkisinde fazlaca kalıp
bunları muhatabımıza yansıtıp onu aslında hiç
gerçek haliyle tanımadan, birbirimizin
hakikatini görmeden yaşar gideriz. Alt
katlarda mümkün değil muhatabımızı tanımak
tanıdığımız şey ona yüklediklerimizdir. O
kalıplara uydurur çılgınca bağlanırız, kalıplara
uymayan yönlerini görünce de anında
tüketiriz. Kendi alt katlarımızda aşk, vefa,
güven gibi kavramları imitasyon olarak yaşar
ve yaşatırız. Aynı davranış örneğin fedakarlık:
alt katlarda çıkar, bencilliği örtme, kamuflaj,
sevgiyi satın alma içerirken yani oradaki
fedakârlık imitasyon iken varoluşsal üst
katlarınıza yolculuk yaptığınızda bu fedakarlık
kirden pastan çıkardan arınmış saf altın
halinde karşınızda durur.
Üst katlarımıza çıkmanın çok önemli bir
metodu var: “vermek”. Alan el konumundan
(Yatağı toplanan, mandalina dilimlenip önüne
konan, arkası toplanan o nesil kendi alt
katlarına doğru düştü ve oradan çıkabilmek
adına daha çok maddeye, sekse, alkole
yöneldi.) "günaydın" demek veya selam
vermekle bile olsa verici konuma çıkmanın
insanı kendi karanlıklarından yukarılara
çıkaracak bir asansör olduğunu fark ettirdi.
Bunu kadim geleneklerden de biliyorduk.
Nefs psikolojisi kadim geleneklerin bilgeliği ile
psikolojiyi buluşturdu diyebiliriz.
Tabii ki rüyalar… Rüyaları terapide insanı
anlamakta ön plana çıkaran ekollerden biri
oldu. Rüyalara tek katmanlı bakıştan çok
katmanlı bakışa geçişte öncelik etti. Pek çok
ekolde farklı rüyalardan aynı sonuçlar
çıkarılmaya çalışılırken Nefs psikolojisinde
herkesin rüyası kendine özeldi, aynı rüya
hayatın farklı dönemlerinde farklı anlamlara
gelebiliyordu.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 51
Rüyalara da özel bir ilginiz var. Rüyaları bir
terapinin gidişatı açısından nasıl
değerlendirirsiniz?
Çoğumuzun etrafında vardır rüyasını çok
önemseyen onu mutlaka anlatan rüya tabirleri
kitabına bakıp bir anlam çıkarmaya çalışan
insanlar. Kendi terapi sürecime kadar böyle
biri hiç olmadım. Hekim kimliğim beni hep
ispatlanmış gerçeklere yöneltti. Mustafa
Merter Hoca ile tanışınca rüyalarla ilgili
bilimsel verilere yöneldim.
Uyku geri döndürülebilen bir bilinçsizlik
hali midir, yoksa farklı bir bilinçlilik hali
mi?
Rüyadaki bilinçle uyanık haldeki bilincimiz
bir bütünün parçaları mı yoksa biri
diğerine alternatif mi?
Rüyadaki bilincimize göre uyanık haldeki
bilincimiz ikincil, uyanıkken ise rüyadaki
bilincimiz ikincil. Peki, hangisi gerçek?
Aslolan uyku mu uyanıklık mı?
Biz uyuyorduk da bir şey oldu ve uyandık
mı, uyku o zamanın bir anısı ve bağlantısı
mı?
Yoksa uyanıktık, evrimleşme süresince
zamanla arada ihtiyaç duyduk uykuyu mu
icat ettik? Yani ilk canlı uyuyordu da
uyandı mı, uyanıktı da uyudu mu?
Uykuya ihtiyaç var mı? Peki ya rüyaya...?
Bu ve benzeri pek çok soruyla yola çıktım.
Çalışmalar uyku ve rüyalar hakkında enfes
şeyler söylüyordu.
Kleitman ve arkadaşlarının “uyku mu önemli
rüya mı” üzerine yaptıkları çalışmalardan
etkilendim.
“…vücudun ne pahasına olursa olsun uykudan
ziyade rüyayı korumaya eğilimli olduğunu
gösterdiler. “
Psikolog Ross Levin in çalışmalarının
sonucunda “...rüyalar duygusal termostatlar
olarak görev yapıp ruhsal durumumuzu da
düzenliyor. Stres seviyemiz yükseldiğinde kötü
rüyalar ve kabuslar görmeye başladığımızı,
bizleri bir şekilde stres seviyemizin tehlikeli
yükselişi karşısında uyardıklarını söylüyor.
Kötü rüyalar döngüsel olarak beynin kimyasal
işleyişlerini etkileyerek stres seviyesinin
azaltılmasını sağlıyor. Bu düşünce
çerçevesinde kötü rüyalar oldukça yararlı bir
amaca hizmet etmiş oluyor. Rüyayı
engelleyen deneylerde denekler psikotik bir
sürece giriyordu, siz gece rüyayı önlerseniz
rüya gündüzü işgal ediyordu. Bilimsel verileri
de yanıma alınca gönül huzuruyla önce kendi
rüyalarıma sonra da hastalarımın rüyalarına
yöneldim.
Rüyalar bilinçdışı dediğimiz gizemli alana bizi
kestirme yoldan taşıyan müthiş araçlardı.
Rüyalar ruhsal durumunuzun tomografisi
gibiydi. Rüyaları bir sıra halinde takip
ettiğinizde değişimi ve gelişimi de oradan çok
rahatlıkla okuyabiliyorsunuz. Tabii ki bu rüya
ile amel etmekle karıştırılmasın. Rüya kişiye
özgüdür. Aynı rüyayı on farklı kişi görse
yorumu kişi sayısı kadar farklıdır.
Rüyaların katman katman okunabilirliği de
etkileyicidir. Nefsin her katına göre aynı
rüyanın yorumu da değişir.
“...ilk başta kişiye anlamsız, yabancı ve karışık
görünen rüya deşifre edildiğinde, kişi
hakkında uyanık durumdaki egonun, belki de
hakkımızda bilmek isteyeceğimizden çok
daha fazlasını bilen bilinçdışına itelediği
anlamadıklarının, anlatamadıklarının,
yüzleşemediklerinin, elde edemediklerinin
farklı bir kurguda semboller, yer değiştirmeler,
yoğunlaşmalar, sübstitüsyonlarla (yerine
koyma) kendilerini göstermesiydi…”
Jung'un bu bakışı rüyayı terapilerde kullanan
çalışmacılar için hâlâ fazlasıyla yol gösterici…
Yolunu bulmaya çalışan gençlere ne
söylersiniz?
Yol deyince başarı odaklı, özgüven odaklı bir
şeyler söylemem beklenebilir. Aslolanın
bunlar olmadığını düşünüyorum. Kendime
söylediklerimi gençler ile paylaşabilirim.
İlk sırada, önceliğimiz kendimize yolculuk
yapmak olmalı. Kendimizi okuyabilmeliyiz.
Söylemesi kolay ama yapması zor ve bolca
emek isteyen bu yolculuğa talip olmalıyız.
İnsan olma yolculuğu bu. Bu yolculuk tüm
evren ile bir bütünlüğü de gerektirir.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 52
Ağaç takvimi ile mevsimleri, çiçek takvimi ile
ayları, ay takvimi ile günleri takip etmek bizi
evren ile bütünleştirebilir; daha senkronize
hareket etmemize sebep olabilir.
Hayatın amacını sadece gülmek, eğlenmek,
keyif almak, lüks isteklere ulaşmak üzerine
kurguladıysak bilmeliyiz ki GPS'te kendi alt
katlarımızda sinyal veriyoruz. Evrendeki
konumumuz tam da budur. Kendi
cehennemimiz...
Ben merkezli varoluş var olamamayı
beraberinde getirir. Boşluk ve anlamsızlık
duyguları arasında salınıp dururuz. Anlam
emekte gizli, vermekte gizli...
Kendimize hakkımızı vermek de buna dahil,
nefsimize zulmetmemek de, hayır diyebilmek
de, ağlamak da, gülmek de, sevilmek de, terk
edilmek de, başarı da, başaramamak da, hüzün
de, veda da, hepsi hayata varoluşa dahil… Her
halimize, her duygumuza sahip çıkalım;
yüzleşelim ve onları gölgelerden çiğliklerden
arındıralım. Biliyoruz ki kaçtığımız duygu
Everest Tepesi'ne çıksak da Mariana
Çukuru'na dönüşmüş halde bizi bulur.
Bir film/dizi, bir kitap tavsiyesi alsak
hangilerini söylersiniz?
Çok değerli filmler, kitaplar var.
Kitap olarak;
Siddhartha – Hermann Hesse
Bülbülü Öldürmek- Harper Lee
Nietzsche Ağladığında- Irvin Yalom
Divan- Irvin Yalom
Şeker Portakalı- José Mauro de Vasconcelos
İnsan Olmak- Engin Gençtan
Dokuz Yüz Katlı İnsan- Mustafa Merter
Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili- Mustafa
Merter
Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa
Tarihi- Ayfer Tunç
Bir Ada Hikayesi- Yaşar Kemal
Tutunamayanlar- Oğuz Atay
Film olarak: So Long, My Son
After Life
In Treatment
Analiz severlere: Mindhunter
Naçizane görüşüm edebiyatın, şiirin üstatları;
kendi iç dünyalarından yola çıkarak
psikolojiden çok önce keşfetmişler insanı,
insanî halleri.
Bir yazarı sevmeye başladıysanız ilk kitabını
tekrar okumanızı öneririm.
İlk kitap, ilk film, ilk şiir, ilk öykü, ilk şarkı
üreteni tanımak istiyorsak müthiş fırsattır.
Yazanın derin dünyasına ulaşmamızda çok
etkilidir ve oradan da kendimize…
Nazan Bekiroğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi
edebiyatçılarımız bu konuda muhteşem
olanlarından sadece birkaçı.
Son olarak en büyük hayaliniz ve
gerçekleştirmek istediğiniz projeleriniz
nelerdir?
Koruyucu ruh sağlığı, hastalıkları tedavi
etmekten çok daha öncelikli olmalı. Bu alanda
hem bireysel hem de toplumsal olarak neler
yapılacağı çok mühim. Pek çok branşın ortak
çalışmasını gerektiren bir alan.
Bu konu için kurulmuş maddi kaygısı olmayan,
nöropsikiyatriye kendini adamış, bağımsız
insanı ve toplumu anlamaya çalışan bir
araştırma merkezinde koşturmak fikri hoş
geliyor.
Nazım Hikmet’ in "Yaşamaya Dair" şiiri geliyor
aklıma.
Bu şiirdeki ruh haletiyle dolu bir ekiple öyle
bir laboratuvarda insanı anlamak için, insan
gibi, insan olarak, insanca koşturmak. Daha ne
olsun...
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 53
KAYNAKÇA
Carl Gustav Jung: Analitik Psikoloji
Hall, C, S. ve Nordby, V, J. (2006). Jung Psikolojisinin Ana Çizgileri, (Çeviren: E. Gürol). İstanbul:
Cem Yayınevi.
Geçtan, E. (2014). Psikanaliz ve Sonrası, İstanbul: Metis Yayınları.
Jung, C. G. (2016). İnsan Ruhuna Yöneliş, (Çeviren, E. Büyükinal). İstanbul: Say Yayınları.
Benliğin İnşası
(2001),Psikanaliz Yazıları-Yalnızlık, Baharlık Kitap Dizisi 3, Bağlam Yayınları
Jung C.G.(1999), Keşfedilmemiş Benlik, İlhan Yayınevi ve Danışmanlık,
Paker K.Oya, Popüler Müzik, Günlük İdeoloji Ve Benlik İnşası: Sezen Aksu Şarkıları Üzerinden Bir
İnceleme, İletişim Fakültesi Dergisi,
Merter M.(2014), Nefs Psikolojisi, Kaknüs Yayınları
https://siirlerlesarkilarla.wordpress.com/2013/01/09/edip-cansever-umus-yeni-turku-umut/
Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu
Tuğlu C., Öztürk Şahin Ö.(2010), Erişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu: Nörobiyoloji,
Tanı Sorunları ve Klinik Özellikler, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 2010;2(1):75116
Abalı, O., (2012). Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite. İstanbul: Adeda Yayıncılık.
Fettahoğlu, Ç., Özatalay, E., (2006). Çocuklarda Hareketlilik ve/veya Dikkatsizlik Yakınmaları ve
DikkatEksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı. Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi, 13(1), 13-18.
Özdoğan, B., Ak, A., Soyutürk, M., (2005). Dikkat Eksikliği Hiperaktivite/Aşırı Hareketlilik
Bozukluğu Olan Çocukların Eğitiminde Öğretmen El Kitabı. Ankara: MEB Devlet Kitapları
Müdürlüğü.
American Psikiyatri Birliği. Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, Beşinci Baskı (DSM-
5), Tanı Ölçütleri Başvuru elkitabı’ndan (çeviri ed. E Köroğlu) Ankara, Hekimler Yayın Birliği, 2013.
H
ttp://akademidisleksi.com/calisma-alanlarimiz/dehb-ile-yasamak/
https://www.oced.org.tr/dehbde-dogru-bilinen-yanlislar/
Otorite ve Vicdan Arasında Bir Yolculuk: Milgram’ın İtaat Deneyi
Güzeldere, G.(2013).Vicdan: bazen sızlar. Psikeart Dergisi, 25. http://ar-files.s3.eu-central-
1.amazonaws.com/s3fs-public/content/vicdan-guvenguzeldere-psikeart2013_2.pdf
Meyer, Philip, “Hitler İsteseydi Tanımadığınız Birine Elektrik Sandalyasına Oturtur ve Düğmeye
Basar Mıydınız?”,Esquire, çev. Ali Dönmez, Cilt 74, 1970, ss.99-118.
Yükelbaba, Ü. Milgram Deneyi: Otorite ve İtaate Dair. (İÜHFM C. LXXV, (2017). S. 1, s. 227-270
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 54
KAYNAKÇA
Psikolojinin Alt Alanı: Nöropsikoloji
Lezak, M. (1995). Neuropsychological assessment (3rd ed.). New York: Oxford University Press.
Türk Psikologlar Derneği Tanımlar Komisyonu Raporu. (2011). https://www.psikolog.org.tr/ozlukhaklari/Tanimlar-Komisyonu-Raporu-2011.pdf
adresinden 20.09.2022 tarihinde erişildi
Çocuklar için Felsefe P4C
Boyacı, N. P. Karadağ, F. Gülenç, K. (2018). Çocuklar İçin Felsefe / Çocuklarla Felsefe: Felsefi
Metotlar, Uygulamalar ve Amaçlar. Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Felsefe Dergisi. 31, 145-173.
Kant, I. (2017). Eğitim Üzerine. (Çev. Ahmet Aydoğan). 6. baskı. İstanbul: Say Yayınları.
McCall, C. C. (2017). Düşünmeyi Dönüştürmek: İlk ve Orta Sınıflarda Felsefi Sorgulama.
(Çevirmen:Kolektif). İstanbul: Nobel Akademi Yayıncılık.
Tepe, Harun (2015). UNESCO Verileri Işığında Dünyada Çocuklar İçin Felsefe. (Betül Çotuksöken-
Harun Tepe. Yay. Haz.). Çocuklar İçin Felsefe Eğitimi içinde (s. 77-94). Ankara: Türkiye Felsefe
Kurumu.
Wartenberg, Thomas E. (2018) Küçük Çocuklar İçin Büyük Fikirler. (Çevirmen: A. Kadir Gülen ,
Senem Kurtar). Bursa: Sentez Yayıncılık.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 55
6 Şubat Depremini
Unutmayacağız!
Ücretsiz
danışmanlık
vermeye devam
ediyoruz. Yaraları
beraber saracağız.
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 56
Hep birlikte daha güzel günlere...
İ L E T İ Ş İ M
Kurtköy/İstanbul
05301850855
arketipsikoloji34@gmail.com
www.arketipsikoloji.com
ARKETİP PSİKOLOJİ DERGİSİ 57