kaybolandefterler / zine MELTEM DOĞAN Yevmü-n-Nekbet ةبكنلا موي Görsel: DARIA 16 ARALIK 2015 - OCAK 2016 SINIR
Takvim yapraklarını kalbinde saklayan kadınları koruyun… Bazı rüyalar vardır, bir kez daha görebilmek için tüm yaşamınızı uykuya vermek isterseniz. Nur, o rüyalardan birini görüyordu o gece. Hâla köyü vardı. Bir kurşun sesi yırtmamıştı kulak zarını. Annesiyle topladıkları zeytinleri ayıklıyorlardı. Ablası kekikleri ayırıyordu. Hep birlikte dua edip uyumuşlardı o gece… Aynı sesle uyandı Nur. Kapıymış çalan. Gözlüğünü taktı, saati yaklaştırdı kendine, sabah beşti. -Nur anne, Nur anne aç! Benim Eylül! Nur anne ölüyorum. Nur, bu sesle irkildi, hemen krem rengi kenarları ince güpür sabahlığını sırtına geçirdi. Açtı kapıyı, elinde peruk duruyor, burnundan kan damlıyordu Eylül’ün. Eylül kadındı. Nur’un kiralık evine bakmaya geldiğinde öyle demişti,. “Ben de bir kadınım, anlarım yalnızlık ne demek.” Garipsememişti Nur. İnsan olmak yeterliydi yaşamak için. Hem kime neydi, kime hesap vermeliydi. Bir gün hesap günü gelecek diye haykıranlar, o gün geldiğinde hesap vermeye hazır mıydı? Köyünden bir gecede ayrılmak zorunda kalmıştı Nur. Geride kalanlar tüm dünyanın oturup izlediği, tüm Müslümanların sadece dua ettiği, otuz altı katlı gökdelenlerde altın yaldızlı masalarda iftar saatini bekleyen, aynı peygamberin soyundan olanların umrunda olmadığı bir acıyı haykırıyordu. Gazze şeridi, her Filistinli çocuğun alın yazısı olmuştu ve tüm Dünya öylece susuyordu. Eylül de köyünden kovulmak zorundaydı. Önceki hayatında bozulacak bir zarı yoktu. Doğal olarak hesap vermeye gerek yoktu. Nasıl anlaşılacaktı ki, amcası ona tecavüz etse... Kızlığının bozulduğu nasıl anlaşılacaktı. Yalvarmıştı Eylül, kimse duymamıştı. Yatmıştı Nur’un dizine ve “sen bana anne oldun” demişti. - Kızım! Kollarına sarıp elindeki peruğu yere atarak içeri aldı Eylül’ü. Hemen salondaki kanepeye yatırdı. Koşarak gitti mutfağa. Duvardaki tahta ecza dolabından gazlı bezi, tentürdiyotu aldı. Ağlıyordu Eylül. -Ne oldu kızım, gene mi parkı bastılar? O hainlerin sesi, dumanı da yoktu ama, bu sefer başka bir şey mi denediler? Kahkaha attı Eylül, sildi gözlerinin yaşını. Yırtık parlak eteğine sürdü elini. Askısı kopmuş mor bluzunun ucunu, eliyle ters çevirerek sildi burnunu. -Anam beni bu halde bile güldürüyorsun ya, kız gel öpücem. Nur şaşkın halde Eylül’e bakıyordu. Tam sırnaşıp öpmeye çalışırken suratını buruşturup geri itti Eylül’ü. – Dur deli, suratımı boya edeceksin. Ne oldu, sen onu anlat bakalım. Suratına hüzün yerleşti, gözleri buğulandı yavaşça gülümsedi. Nur’un elinden havluyu alıp burnunu sildi. Anlatacakları bir geceden değildi, insan acıyı anlatamıyordu. Kanayan burna havlu basılıyordu, peki ya kalbe?… Hangi modern tıp tekniği çare olabilirdi ki? Susmak en iyisiydi. – Boşver be anam. Hadi uyuyalım, hepsi geçer. Uzattı bacaklarını safran rengi kanepeye, döndü yüzünü zeytin yeşili duvara. Nur battaniye getirdi, gün ışıyordu, uykuya daldı Eylül. Mutfaktan gelen kokuyla uyandı. Dere otlu, peynirli poğaça her şeyi unutturabilirdi. Kalktı kanepeden cama doğru yürüdü. Ahşap pencerenin önünden dünyayı seyrediyordu Eylül. Döndü sırtını dünyaya, baktı Nur’un dünyasına. Duvardaki asılı duran eski resme baktı. Nur’un doğum gününde çekilmişti. Henüz beş yaşındaydı; ablası, annesi babası ve altı aylık kardeşi yaşıyordu. Mutluydular, tarih on mayıs bin dokuz yüz kırk sekizdi. Felakete sadece beş gün vardı. Nur o günü anlatırken “Kalbim hep o günde atıyor, ailemden bana kalan tek şey bu resim. Sığamıyorum çerçeveye, annemin rahmine, bu dünyaya sığamıyorum…” demişti. Duvarların zeytin yeşili Nur’un gözlerinin rengindendi. Şişhane’nin ucra bir sokağında, henüz belediyeye yem olmayan bu ev, Nur’la onun dünyasıydı. Köy çok uzaktı, geçmiş ise imkansız. -Sana en sevdiğin poğaçayı yaptım. Ancak o zaman görebildi Eylül kapıda duran Nur’u. Hemen masa örtüsünü Nur’un elinden alıp duvar dibindeki masanın üzerine serdi. Nur elinde tepsiyle içeri girdi. Tepsinin üstünde duran küçük yeşil zeytinlerin olduğu kasenin içine, domates üzerine zeytinyağı dökülüp kekik serpilmişti. –Allah be, ulan ben bir daha mı dayak yesem ne yapsam. Hemen kuruldu sandalyeye. – Olur ben döverim seni. Önce eşeğin ayağına taşına bağlarım, o zavallı hayvanı göle bırakırım. Sonra onun gelme vaktine kadar ben seni döverim. kaybolandefterler / zine 17