kaybolandefterler / zine ILLUSTRASYON: HIDIR MURAT DOĞAN ERGE ÖZCAN JEAN JACQUES’İN İSTİKLAL GEZİSİ ‘Yalnız Gezenin Düşgenleri’ eserinde 10 tane gezisini anlatan ünlü Fransız düşünür, filozof ve yazar Jean- Jacques Rousseau, 230 sene sonra uyanıp günümüz İstiklal Caddesi’nde gezseydi düşünceleri ve izlenimleri neler olurdu? 54 ARALIK 2015 - OCAK 2016 SINIR
230, tam 230 sene sonra nerede olduğumu bilmeden, dışarıda nasıl bir yaşamın akıp gittiği konusunda en ufacık fikre dahi sahip olmadan, hangi dilde evirildiğini bilmediğim meçhul bir coğrafyada sonunda uyandım. Terk edilmiş bir laboratuarda, terk edilmiş eşyaların ve deney malzemelerinin yanında uyandım. Uyandığım yerin perdeleri kapalı ama yaşadığım hayatın kırgın geçen son 20 senesi boyunca ruhum ilk defa perdelere inat bir aydınlık içinde. Çiçekleri incelerken, doğayla bütünleşirken ya da yalnız gezen olarak toplumdaki onca kirli yüz ve ruha inat bir temizlikte düşler kurarkenki heyecan var içimde ve uyuduğum 230 seneyi kapsayan 230 adet çuval dolusu umut… Dediklerimi takip edemiyorsunuz sanırım… Suç benim! 11. gezimi, belki de nihai gezimi gerçekleştirmeden önce içinde bulunduğum durumu size kısaca anlatmak istiyorum. Yanlış anlaşıldığım yahut anlaşılıp da bazı menfaatlere ters düşebilecek noktalara değindiğim için dışlandığım bir çağa olan küskünlük ve çıkarların, asla hedefini şaşırmayan bozuk niyetlerin ortasında kalan ben, yalnız gezen olarak yaptığım onca gezinin ardından aklıma çılgınca bir fikir düşmesine izin verdim. On birinci gezimi, nihai gezimi; başka bir çağda, beni anlamayan çağdaşlarımın aksine, asırlar sonra yazdıklarımı okuyup anlattıklarımı anlayabilmiş ve modern dünyanın çıkmazlarından kopup doğayla ve kendi özüyle bütünleşebilmiş, gerçek anlamda bilen ve öğretmekten ziyade önce kendi anlayabilme ilkesini felsefe edinen insanlarla dolu olduğunu ümit ettiğim 21. yüzyılda gerçekleştirmek hayali ile çılgınca bir girişimde bulundum. Anlaştığım çok nadir çağdaşlarımdan bir bilim adamının sonuçları belirsiz bir deneyine ortak olmayı ve kendisinin geliştirdiği bir aletle 230 sene kadar dondurulup fani ömre inat, çağlar sonra uyanıp 21. yüzyılda gördüklerimi 18. yüzyılın insanı olarak son bir gezi yazısında ifade etmeyi kabul ettim. Nerede uyanacağım konusunda bana bir şey söylenmemesini özellikle istedim. Çağdaşlarıma inat yeni gelen çağlardaki insanların dünyanın neresinde olursa olsun 18. yüzyıldakilere oranla çok daha gelişmiş, çıkarlardan aranmış ve ruhani yönden ilerlemiş olduğunun getirdiği büyük bir umut ile bilim adamı çağdaşımın beni 230 senelik uykumdan uyandığım yer konusunda şaşırtmasını ondan bizzat ben rica ettim. Evet, işte 11. gezim öncesinde durumum bu… Size on gezim boyunca kendimi ve yaşadığım dönemin insanları ve sistemi hakkındaki serzenişlerimi anlatan ben, 11. gezimde yeni doğmuş bir çocuk yahut derisini yeni değiştirmiş bir yılan tazeliği ve heyecanıyla, yaşadıklarımı aktaracak ve beni bekleyen belirsizlik içinde yürürken on gezime inat dağa bayıra kaçmadan, kalabalıklarda yürüyerek dönüşüm ve değişim gösterdiğini ümit ettiğim gelişmeleri aktarmaya çaba göstereceğim. Uyandığım laboratuarın içine kısaca göz gezdirdikten sonra kim bilir kaç senelik olan saksılarda artık fosil haline gelmiş çiçekleri görerek içimin sızlamasına yüreğimdeki umuda rağmen engel olamadığımı itiraf etmeliyim. 230 sene kadar uyutulmadan önceki yaşamımın son senelerinde botanikle son derece ilgilenen yalnız gezen biri olarak, bana dost olan çiçeklerin ölüsünü tüm çıplaklığıyla gözlemlemenin ruhumu acıtması sanırım oldukça doğal. Ama yok, bu sefer incinmelerimin beni kalabalıklardan soyutlamasına ve yalnız gezen bir düşçü yapmasına izin vermeyeceğim. Neticede 200 küsür sene sonra dışarıda bir şeyler değişmiş ve çağdaşlarımın aksine bu çağın insanlarının ruhunda ve zihninde bir şeyler gelişmiş olmalı, öyle değil mi? Uyandığım laboratuarın kapısını aralıyor ve taş merdivenlerden hayatımda ilk defa insanların arasına çıkarken, adeta koşar adımlarla ilerliyorum. Dış kapıya yaklaşırken baş döndürücü bir uğultu ve insan kalabalığının boğuk sesleri kulağımı doldurmaya ve insan tınıları bozuk bir senfoni gibi içeri dolmaya başlıyor. Nelerle karşılaşacağımı, hangi ülkenin hangi insanlarıyla karşılaşacağımı bilmememin ve beni bunca yıl kendinden uzaklaştıran insan kalabalığın ürküten atmosferine çıkacak olmanın tedirginliğinden ötürü; bir an gözlerimi kapatıp caymak ve 230 yıl yarı uyuyup yarı hayal kurduğum laboratuarın içine geri dönme ve beni yıllarca ayakta tutan düşlemlerime saklanma arzusuna kapılacak oluyorum ama hemen eski kararlılığıma geri dönüp derin bir nefes alarak gözlerimi aralıyor ve kendimi dış dünyaya atıyorum. Ara bir sokakta olduğumu tahmin ederek yürümeye başlıyorum. Hava soğuk, kar serpiştiriyor. Enteresandır, yüzyıllar geçmesine rağmen doğa hep aynı kalıyor anlaşılan. 18. yüzyılda yukarıdan yağan kar yeniçağda aşağıdan yağmıyor. Bu fikrime içimden gülerek dış dünyaya sonunda adım atmanın ve iki asrı aşan bir aradan sonra karşılaşacağım dünyada beni nelerin beklediğini kestirememenin ürküntüsü ile fakat umuda yüzümü dönerek adım atmaya, rüzgara inat yürümeye devam ediyorum. Ara sokakta insanlar karşıma çıkmaya başlıyor. Ne garip, ne komik giysiler kuşanmış insanlar bunlar… Kendi garip giysilerine bakmaksızın bana garipseyen hatta dalga geçercesine süzen bir tavırda gözlerini dikip bakıyorlar. Kırılacak ve vazgeçecek gibi oluyorum ama sonra yeni bir çağda insanların ruhunun ve gelişmişliğinin değişmesini umut ediyorsam, giyinişlerinin de değişmesine ses çıkarmamam ve garipsemem gerektiğini anlayarak kafamdaki peruğuma ve onlara göre çağ dışı kalmış giysilerime şaşkın ve alaycı süzüşlerle bakan insanlara gülümsüyor ve ara sokakta kararlı adımlarla yürümeye devam ediyorum. Ara sokağı aşarak yukarı doğru yürümeye başlıyorum. Ben yürümeye devam ettikçe sesler ve ayak sesleri de artmaya devam ediyor. Anlaşılan sonunda kalabalıkların bulunduğu ve gelişmiş çağın gelişmiş tüm o kalabalıkları ile karşılaşacağım mevkiye giderek daha yaklaşıyorum. Sonunda sesler dayanılmaz bir hale geliyor ve vücudum bana ardı ardına çarpmaya başlayan gövdelerden sonbaharda çaresizce savrulan yaprak misali bir kaybolandefterler / zine 55