Sayı 149 - YDÄ° ÃaÄrı
Sayı 149 - YDÄ° ÃaÄrı
Sayı 149 - YDÄ° ÃaÄrı
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Katledilişinin<br />
Karkerên jin û mêr!<br />
Ji xeynî zencîrên we tiştekî<br />
we yê wendakirinê tune!<br />
Hûn dikanin cîhanekê<br />
nu wergirin!<br />
İKİ AYLIK<br />
SİYASİ / TEORİK<br />
GAZETE<br />
4. Yıldönümünde de<br />
Kadın ve erkek işçiler!<br />
Zincirlerinizden başka<br />
kaybedecek birşeyiniz yok!<br />
Kazanacağınız<br />
yeni bir dünya var!<br />
OCAK/ŞUBAT 2011/01 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X<strong>149</strong><br />
Hepimiz Hrantız,<br />
Ermeniyiz!<br />
▶KESK’te taciz üzerine...<br />
▶Sendikalar ve Kadınlar!<br />
▶ICOR Kuruluş Kararı<br />
▶Boş bir “BM İklim<br />
Konferansı” daha…<br />
▶Mehmet<br />
Desde’nin<br />
“Bir Devlet Bir İnsan”<br />
isimli kitabı Belge<br />
Yayınlarından çıktı<br />
PANORAMA<br />
Brezilya: Başkanlık seçimini Lula’nın<br />
adayı kazandı!
• editörden - içindekiler<br />
Değerli okuyucu,<br />
yeni bir yılın ilk sayısıyla tekrar merhaba.<br />
Öncelikle bu sayımızı elimizde olmayan nedenlerden<br />
dolayı gecikmiş olarak sizlere ulaştırmak zorunda<br />
kaldığımız için özür dileriz.<br />
Bu sayımızı bu kez ağırlıklı olarak dünyada ve<br />
Türkiye’de son dönemde yaşanan ekonomik ve siyasi<br />
gelişmelerin etraflı bir şekilde irdelendiği yazılara<br />
ayırdık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.<br />
Ocak ayı Hrant Dink’in katledildiği aydır. Hrant<br />
Dink’in katledilişinin üzerinden dört yıl geçmiş<br />
olmasına rağmen hala katilleri doğru dürüst<br />
yargılanmadı. Gerçek failler ortada yok. Halkların<br />
Kardeşliği sayfalarında “Hrantız, Ermeniyiz”<br />
başlığıyla Hrant’ın dava sürecini irdeleyen bir<br />
yazıya yer verdik.<br />
Kadın sayfalarımızda KESK’teki taciz olayı ve<br />
ardından yaşanan gelişmeleri ele aldık. Kadına<br />
yönelik cinsel taciz sorununda “Kadının Beyanı<br />
Esastır” ilkesinden ne anladığımızı ortaya<br />
koymaya çalıştık. Kadın sayfalarımızın bir diğer<br />
makalesi ise sendikalarda kadınların temsiliyetini<br />
irdeleyen bir çalışma. İşçi bir kadın okurumuzun<br />
bizlere ulaştırdığı yazıdan da görülebileceği gibi<br />
kadınlar bir çok alanda olduğu gibi sendikalarda<br />
da yok denecek kadar azlar. Yazı aynı zamanda<br />
sendikalarda kadınların örgütlülüğünü arttırmak<br />
EDİTÖRDEN<br />
için başka şeylerin yanısıra ne gibi önlemlerin<br />
alınabileceği konusunu ele alıyor.<br />
Güncel bölümde Anayasa mahkemesine bireysel<br />
başvurunun ne anlama geldiğini değrlendiren bir<br />
yazı var.<br />
Dünyanın değişik ülkelerinden çeşitli devrimci<br />
kurumun bir araya gelerek oluşturdukları Devrimci<br />
Parti ve Örgütlerin Enternasyonal Koordinasyonu<br />
(ICOR) kuruldu. ICOR devrimci hareketin<br />
uluslararası birliğinin yaratılmasının ilk adımı<br />
açısından oldukça değerli bir oluşum.<br />
Bu sayımızda ICOR’un kuruluş kararlarını ve<br />
tüzüğünü yayınlıyoruz.<br />
Panorama sayfalarımızda Brezilya’daki başkanlık<br />
seçimlerine, çevre sayfalarımızda ise BM’nin İklim<br />
Konferansını ele alan makalelere yer verdik.<br />
Okur sayfalarında, okurumuz Mehmet Desde’nin<br />
yaşadığı hukuksuzluğu anlattığı “Bir Devlet Bir<br />
İnsan” adlı kitabının tanıtımını bulacakınız. Son<br />
olarak Mrsin’den bir resim sergisi üzerine bir<br />
okurumuzun bize ulaştırdığı bir tanıtım yazısı var.<br />
Bir dahaki sayıda buluşmak üzere...<br />
Yeni Dünya İçin Çağrı<br />
Ocak 2011<br />
İÇİNDEKİLER<br />
GÜNDEM<br />
Ekonomik ve Siyasi Gelişmeler ve Biz…......................3<br />
Kriz ve T.C. Ekonomisi. ....................................23<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
Hrantız, Ermeniyiz!. ......................................53<br />
YENİ KADIN DÜNYASI<br />
KESK’te taciz üzerine.... ...................................57<br />
Sendikalar ve kadınlar!. ...................................59<br />
GÜNCEL<br />
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı üzerine. .......61<br />
ICOR Kuruluş Kararı. ......................................64<br />
Devrimci Parti ve Örgütlerin Enternasyonal Koordinasyonu<br />
(ICOR) TÜZÜĞÜ...........................................67<br />
PANORAMA<br />
Başkanlık seçimini Lula’nın adayı kazandı! ..................72<br />
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />
Boş bir “BM İklim Konferansı” daha… ......................75<br />
OKUR MEKTUBU<br />
Mehmet Desde’nin “Bir Devlet Bir İnsan” isimli.kitabı Belge<br />
Yayınlarından çıktı .......................................78<br />
“Görülmüştür Mahpus Resimleri Sergisi”.....................81<br />
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht<br />
Mücadelemizde Yaşıyor, Yaşayacak .........................82<br />
2<br />
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9<br />
Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: <strong>149</strong>· Ocak/Şubat 2011 • ISSN 1301-<br />
692X<strong>149</strong>• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı<br />
- İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org
2011 başında Ekonomik ve Siyasi<br />
Gelişmeler ve Biz…<br />
gündem<br />
YENİ KRİZ DEVRESİ…<br />
Dünya ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında,<br />
2007’nin üçüncü çeyreğinden itibaren yeni bir KRİZ<br />
DEVRESİ’ne girmişti.<br />
Dünya Ekonomisi IMF hesaplamalarına göre 2004<br />
yılında (bir yıl önceye göre) % 5,3; 2005 yılında%4,9;<br />
2006 yılında % 5,4’lük büyüme ile 1970-2000 arası<br />
ortalama büyüme hızı olan % 3,5’un oldukça üzerinde<br />
yüksek bir büyüme yaşıyordu. (bkz. Fischer Weltalmanach<br />
2008, s 624)<br />
2007 yılının ilk iki çeyreğinde de % 5 üzerinde<br />
bir büyüklükte süren bu yüksek büyüme (bkz. Kieler<br />
Diskussionssetraege 443-444, Haziran 2007, s.5)<br />
2007’nin üçüncü çeyreğinden başlayarak hız kesti.<br />
Hala görece olarak yüksek bir büyüme oranı söz<br />
konusu idi. Fakat artık büyüme oranı % 4’e doğru<br />
geriliyordu. Dördüncü çeyrekte de bu büyüme oranındaki<br />
düşüş eğilimi sürdü.<br />
1998-2007 yılları arasında Dünya Gerçek Yurt İçi<br />
Ürün (Yurt İçi Hasıla/YİH)<br />
Economies) (Almanca kaynaklarda bunlara “Sanayi<br />
Ülkeleri” deniyor) kategorisi içinde ele alınan<br />
ülkelerde, en başta da dünya ekonomisi içinde hala<br />
en büyük ağırlığa sahip olan ABD’de* büyüme hızı<br />
2006’da % 2,2, 2007’de % 1, 4 ile ortalamanın çok<br />
altında idi. (isw report nr.76. s 3) 2007’nin birinci<br />
yarısında ABD’de patlayan düşük faizli ve geri dönüşü<br />
garantisiz emlak kredisi kaynaklı kriz (Bu krize<br />
“İpotek”, -“subprime”-, ”mortgage” krizi adları da<br />
veriliyor değişik kaynaklarda) devletin devreye girip<br />
banka çöküşlerini engellemesi ile aşıldı görülmesine<br />
rağmen, gerçekte aşılmamış, finans alanında şişen,<br />
şişmeye devam eden spekülasyon balonlarının patlaması<br />
yalnızca ertelenmişti. ABD’de hızla gerileyen<br />
büyüme oranı, kaçınılmaz olarak dünya ekonomisine<br />
olumsuz yansıyordu.<br />
*(ABD IMF 2010 verilerine göre, dünya ekonomisinde<br />
GSYİH bakımından % 20,5 ağırlığa sahipti;<br />
yani 2010’da hala dünyadaki tüm ürünün<br />
(sanayi+tarım+hizmetler) 5’te biri yalnız başına ABD<br />
tarafından üretiliyor. ABD<br />
bunu dünya nüfusu içindeki<br />
% 4,6’lık nüfus payı ile<br />
gerçekleştiriyor. ABD’nin<br />
ağırlığı giderek azalmasına<br />
rağmen, o hala ekonomi<br />
açısından dünyanın en büyük<br />
gücü konumunda. (Bkz.<br />
“World Economic Outlook,<br />
IMF April 2010 s 148) )<br />
Dünya Ekonomisinde<br />
değişik ülke gruplarının<br />
GSYİH+ Meta ve Hizmet İhracatı+<br />
ve Nüfus’a göre ağırlıkları…<br />
2009<br />
(Kaynak: OECD, 2007 tahmini rakamları, grafikteki<br />
her çubuk bir çeyreği simgelemektedir)<br />
İstatistiklerde “Gelişmiş Ekonomiler” (Advanced<br />
(Bkz.: Tablo 1 ve Tablo 2,<br />
s.4)<br />
Dünya Ekonomisinde ekonomik gelişmenin, büyümenin<br />
yükü “yükselen ve gelişmekte olan ekonomi-<br />
3
TABLO -1<br />
gündem<br />
Ülkeler Sayısı GSYİH Mal ve Hizmet İhracatı Nüfus<br />
GEk. Dünya GEk. Dünya GEk. Dünya<br />
Gelişmiş Ekonomiler 33 100 53,9 100 65,9 100 15<br />
ABD 38,0 20,5 15,0 9,9 30,4 4,6<br />
Avro Ülkeleri 16 28.2 15.2 43.7 28.8 32.3 4.8<br />
Almanya 7.5 4.0 13.0 8.6 8.1 1.2<br />
Fransa 5.6 3.0 6.0 4.0 6.2 0.9<br />
İtalya 4.7 2.5 4.9 3.2 5.9 0.9<br />
İspanya 3.6 2.0 3.4 2.2 4.5 0.7<br />
Japonya 11.1 6.0 6.5 4.3 12.6 1.9<br />
İngiltere 5.8 3.1 5.9 3.9 6.1 0.9<br />
Kanada 3.4 1.8 3.7 2.4 3.3 0.5<br />
Diğer gelişmiş Ekonomiler 13 13.5 7.3 25.3 16.7 15.3 2.3<br />
Toplam<br />
Büyük Gelişmiş Eko.ler (G7) 7 76.1 41.0 55.0 36.3 72.6 10.9<br />
Yeni Endüst. Asya Ekono. 4 6.9 3.7 13.8 9.1 8.3 1.2<br />
TABLO -2<br />
Yükselen ve gelişmekte olan ülkeler<br />
Ülke<br />
sayısı<br />
Y ve G<br />
Ülk<br />
GSYİH<br />
Dünya<br />
Mal ve Hizmet<br />
İhracatı<br />
Y ve G<br />
Ülk<br />
Dünya<br />
Y ve G<br />
Ülk<br />
Nüfus<br />
YÜ.ve GE EK. <strong>149</strong> 100.0 46.1 100.0 34.1 100.0 85<br />
Bölgesel Gruplar<br />
Merkezi ve Doğu Avrupa 14 7.5 3.5 10.8 3.7 3.1 2.6<br />
BDT 13 9.3 4.3 9.9 3.4 4.9 4.2<br />
Rusya 6.6 3.0 6.4 2.2 2.5 2.1<br />
Dünya<br />
Gelişmekte Olan Asya 26 48.9 22.5 42.4 14.4 61.8 52.5<br />
Çin 27.2 12.5 24.8 8.5 23.3 19.8<br />
Hindistan 11.0 5.1 4.6 1.6 21.0 17.8<br />
Ç ve H. dışı 24 10.7 5.0 13.0 4.4 17.5 14.9<br />
Ortadoğu ve Kuzey Afrika 20 10.7 5.0 16.9 5.8 7.0 6.0<br />
Sub Sahra Afrikası 44 5.1 2.4 5.1 1.8 13.4 11.4<br />
Nijerya ve G.Afrika dışı 42 2.6 1.2 2.8 1.0 9.9 8.4<br />
Batı Yarı Küre 32 18.4 8.5 14.9 5.1 9.8 8.3<br />
Brezilya 6.2 2.9 3.4 1.2 3.3 2.8<br />
Meksika 4.5 2.1 4.6 1.6 1.9 1.6<br />
Y ve G Ülk = Yükselen ve Gelişmekte Olan Ekonomiler<br />
4<br />
(World Economic Outlook: Rebalancing Growth, IMF/April 2010, s 148)
nin ilk aşamasının bütün tipik özellikleri dünyanın<br />
hemen hemen tüm ülkelerinde –kiminde birkaç ay<br />
önce veya sonra, kiminde daha sert, kiminde daha<br />
yumuşak- yaşanmaya başlamıştı. Emekçiler bunu en<br />
fazla artan işsizlik, gerçek ücret düşüşleri, yoksulluğun<br />
artması biçiminde yaşıyorlardı. Bunun yanında<br />
orta ve küçük boyutlu işletmelerde iflaslar artmaya<br />
başlamış; pazarlarda alış-veriş, tüketim yavaşlamıştı.<br />
Ciddi burjuva iktisat enstitüleri yanında, IMF ve<br />
Dünya Bankası gibi emperyalist dünya ekonomisine<br />
yön veren finans kurumları bu gelişmeyi tespit<br />
ediyorlardı. Örneğin Almanya’nın ciddi iktisat enstitülerinden<br />
biri olan Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü<br />
2008 İlkbahar analizlerinde “ Dünya Konjonktüründe<br />
Soğuma” tespitini yapıyor; 2008 yazında “ Dünya<br />
ekonomisinin genişlemesinde açıkça görülen yavaşlama”<br />
dan söz ediyor, 2008 sonbaharında ise “Dünya<br />
ekonomisi inişte” tespitini yapıyordu. (Bkz.: http://<br />
gündem<br />
ler” (emerging and developing economies) (Almanca<br />
kaynaklarda bunlara “Schwellenlaender: Eşik Ülkeler<br />
adı veriliyor) tarafından taşınıyordu. Örneğin 2007<br />
yılında “gelişmiş ekonomiler”in tümünde büyüme<br />
oranı ortalama toplam % 2,5 iken, bu oran “yükselen<br />
ve gelişmekte olan ekonomiler”in tümünde ortalama<br />
% 7,8 di. Hongkong’la birlikte Çin’in 2007 büyüme<br />
oranı %11,9’du, Hindistan’ınki % 9,2 idi. (Bkz. İnstitut<br />
für Weltwirtschaft Kiel, Gemeinschaftsdiagnose<br />
Frühjahr 2008, s 13, Tabelle 1.1)<br />
Sonuçta yükselen ve gelişmekte olan ekonomilerdeki<br />
dinamizm ve yüksek büyüme oranları sayesinde<br />
2007 yılında dünya ekonomisi, IMF hesaplarına<br />
göre bir yıl önceye göre % 4,9 büyüdü. (Bkz. Fischer<br />
Weltalmanach 2009, s.626) Bu son otuz yılın ortalamasının<br />
1,4 puan üzerinde bir büyüme idi ve fakat<br />
büyüme hızındaki genel ve öncelikle de gelişmiş endüstri<br />
ülkelerinde, emperyalist merkezlerdeki gerileme<br />
dünya ekonomisinde 2007 üçüncü çeyreğinden<br />
başlayarak yeni bir EKONOMİK KRİZ DEVRESİ’ne<br />
girildiğini gösteriyordu. Söz konusu olan kapitalizmin<br />
ayrılmaz yol arkadaşı olan tipik devrevi aşırı<br />
üretim krizi idi. (Bkz. Politik Ekonomi Ders Kitabı,<br />
cilt 1, Bölüm XVI, İnter yayınları s 294-307) Pazara<br />
sürülen metalar yeterince alıcı bulamıyor, sermayenin<br />
dolaşımı ve dönüşümü tıkanıyordu. (Bkz. Politik<br />
Ekonomi Ders Kitabı, cilt 1, Bölüm X, İnter yayınları<br />
s 206-216) Kapitalizmin devrevi ekonomik Krizleri-<br />
www.ifw-kiel.de/wirtschaftspolitik/konjunkturprognosen/archiv/2010).Veriler<br />
2007 üçüncü çeyreğinden<br />
itibaren başlayan – dünya ekonomisindeki büyüme<br />
hızının düşmesi anlamında- gerilemenin 2008’in ilk<br />
iki çeyreğinde de sürdüğünü, devrevi krizde , kriz<br />
(bunalım) evresinden, depresyon evresine doğru<br />
ilerlendiğini gösteriyordu.<br />
VE MALİ KRİZ …<br />
Devrevi ekonomik kriz böyle sürerken, bu krizin or-<br />
5
gündem<br />
6<br />
tasında krizin gidişatını etkileyen bir mali kriz patladı.<br />
Mali krizin patlaması kaçınılmazdı. Bugünkü<br />
mali krizlerin temeli, üretim alanındaki muazzam<br />
emek üretkenliği sonucu yaratılan ve üretim alanı<br />
dışında kullanılan muazzam zenginlik, üretim alanı<br />
dışında “yatırılan” ve üretim alanı dışında spekülasyonla<br />
“çoğalan” para sermayedir. Spekülasyonla<br />
çoğalan para sermaye fiktif sermayedir. Üretim alanında<br />
onun tam karşılığı yoktur. Kapitalistlerin ve<br />
kapitalist finans kuruluşlarının elinde birikmiş, çıkış<br />
noktasında üretimden kaynaklanan ve üretimde kullanılmayan<br />
muazzam bir zenginlik birikmiştir. Bu<br />
zenginlik spekülasyon alanı üretim alanından daha<br />
“karlı” olduğu için o alana akmakta, burada çoğalmakta,<br />
böylece fiktif kapital şişmektedir. Spekülasyon<br />
alanında “kazanılan” üretim alanından kopmuş<br />
fiktif sermayedir. Bu bağlamda şu veriler bu sermayenin<br />
büyüklüğü hakkında bilgi vericidir:<br />
-“Boston Consulting Group” isimli yöneticilik danışmanı<br />
firma “Global zenginlik” adı altında bankalar,<br />
fonlar, sigorta şirketleri ve diğer mali kuruluşlar<br />
tarafından işletilen -siz bunu spekülasyon alanında<br />
kullanılan şeklinde de okuyabilirsiniz- “Dünya<br />
çapında özel servet” konusunda araştırma yapıyor.<br />
Onun verilerine göre 1999 yılında toplam 71,5 trilyon<br />
dolar olan bu tip özel servet, 2007’de 105 trilyon dolar<br />
olmuştu. Aynı rakamı 2006 yılı için Alman Merkez<br />
Bankası 130 trilyon dolar olarak veriyordu! BCG’nin<br />
hesaplarına göre spekülasyon alanından kullanılan<br />
özel servet 8 yıl içinde % 50 artmıştı.<br />
(Bkz.:http://www.bcg.com/expertise_impact/publications/AllPublications.aspx?practiceArea=Globaliz<br />
ation)<br />
- MeryllLynch/Cap Gemini isimli “mali hizmet şirketi”<br />
her yıl “Dünya Servet Raporu” yayınlıyor. Bu<br />
raporda yıllık gelirleri en az 1 milyon dolar olanlar,<br />
-dolar milyonerleri- “Yüksek Net Gelirli Bireyler”<br />
(HNWİ) olarak sayılıyor. Bu kesimin –ki bunların<br />
sayısı 2007’de 10 Milyon olarak veriliyordu, yani 6<br />
milyarın binde 1,6‘sı kadar- kişisel servetinin miktarı<br />
1997’de 19,1 trilyon dolardan, 2007’de 40,7 trilyon<br />
dolara yükselmişti. 10 yıl içinde “Yüksek Net Gelirli<br />
Bireyler”in elinde toplanan servet iki katına çıkmıştı.<br />
2007 yılında dünya nüfusunun binde 1,6’sı, dünyadaki<br />
tüm parasal zenginliğin % 40’na sahipti. (Bkz.<br />
World Wealth Report, 2008. s.2 ; www.capgemini.<br />
com.)<br />
- “İnternational Financial Services” adlı mali hizmet<br />
şirketi “kurumsal yatırımcılar” – emekli sandığı<br />
fonları, yatırım fonları ve sigortalar- ın kullandığı<br />
parasal kaynağın büyüklüğü hakkında rapor yayınlıyor.<br />
Bu kuruluşun raporlarına göre “yatırımcı<br />
kuruluşlar”ın elinde biriken para 1995’de 21 trilyon<br />
dolarken; 2005 yılında 56 trilyon dolara yükselmişti.<br />
(Emeklilik kasalarında 21 trilyon dolar, sigortalarda<br />
17 trilyon dolar, yatırım fonlarında 18 trilyon dolar.)<br />
Bu paralar esasta “yatırılarak” çoğalıyor ve yatırılarak<br />
daha da çoğalmayı bekliyordu! (Bkz. İFC, Fund<br />
Management, city business series.2006)<br />
Bugün dünyada dolaşımda bulunan para sermayenin<br />
% 85 kadarı “uzman” “yatırımcılar” tarafından<br />
(Bunlar borsa işletmecileri, “Yatırımcı Bankacılar”<br />
vb. adlarla ortaya çıkıyorlar. Aslında eğitimli kumarbaz<br />
olarak adlandırılmaları daha doğru olur) yüksek<br />
gelir (faiz-kar payı vb.) karşılığı “işletiliyor”. Dünya<br />
mali piyasasında durum kabaca böyledir.<br />
BORSALAR<br />
İşletilen önce “normal” borsalardaki temeli “Anonim<br />
Şirketlerin” satışa sunduğu ve sahibine şirketin<br />
kazanç dağıtımından pay almaya (dividend/temettü<br />
) hak kazandıran hisse senetleridir. Bu tip sermayeye<br />
Marksist ekonomide “fiktif (varsayımsal) sermaye”<br />
denir. (Bkz. Politik Ekonomi Ders Kitabı, cilt 1,<br />
Bölüm XII, Anonim Şirketler. Fiktif Sermaye, İnter<br />
yayınları s 244-246) Fakat fiktif sermaye yalnızca<br />
borsalarda alınıp satılan şirket hisse senetleri (tahvil<br />
de denir. Devletin çıkardığı tahviller de vardır. Bunlar<br />
oldukça düşük faizli ve fakat devlet garantisi olan<br />
“değerli kağıt”lardır. Devletin gelir sağlama yollarından<br />
biridir devlet tahvilleri.) bile olsa, eğer spekülasyon<br />
sonucu tahvillerin değeri ortalama kar oranının<br />
üzerinde artarsa, mali kriz kaçınılmaz olur, çünkü<br />
tahvillerden edilen aşırı karın maddi üretimde karşılığı<br />
yoktur. Diyelim ki bütün dünya borsalarında var<br />
olan, alınıp satılan tahvillerin ortalama “karı” % 10<br />
olsun. Buna karşı bütün dünyada üretimde yatırılan<br />
sermayenin ortalama kar oranı % 5 olsun. O zaman<br />
borsalarda fiktif sermaye üzerinden kazanılan karın<br />
yarısının maddi karşılığı yoktur. Olmadığı için de<br />
günün birinde borsaların çökmesi, fiktif sermayenin<br />
gelirinin ortalama kar oranına inmesi kaçınılmazdır.<br />
Yalnızca “normal” borsalarda işlem gören işletmelerin<br />
borsa değerlerinin son yıllarda nasıl geliştiğine<br />
bakılsa bile bütün dünya ekonomisini derinden sarsacak<br />
bir mali krizin kaçınılmaz olduğunu görmek<br />
mümkündü. Şöyle ki:<br />
2003 yılı sonunda dünya borsalarında işlem gören
şirket hisse senetlerinin toplam değeri 31 trilyon dolar<br />
civarında idi. O dönemde bile bu değer, hisse senetlerin<br />
üzerindeki yazılı değerin, karşılığı olan gerçek<br />
değerin 6 trilyon dolar üzerinde idi. 2003-2007<br />
arasında borsalarda kaçınılmaz olan günlük dalgalanmalar<br />
dışta tutulduğunda şirketlerin “borsa değeri”<br />
sürekli yükseldi. 2007’nin 8. ayında dünya borsaları<br />
en yüksek seviyesine ulaştı: Yaklaşık 63,5 trilyon<br />
dolar! Yani borsalarda işlem gören, alınıp-satılan<br />
şirket hisse senetleri, onların sahiplerine 4 yıl içinde<br />
değerini ikiye katlayarak, yüzde yüzün üzerinde<br />
kar sağlamıştı. Aynı dönemde dünya GSYİH’sı yılda<br />
ortalama % 5,1, kümülatif olarak yaklaşık % 25 civarında<br />
büyümüştü. Yani artan borsa değerinin 4’te<br />
üçünün maddi karşılığı yoktu. Borsa spekülatörleri<br />
maddi karşılığı olmayan para kazanıyorlar, bu parayı<br />
yeni “daha karlı” spekülasyonlara yönlendiriyorlardı.<br />
Ve TÜREV ticareti…<br />
Arka planında üretim yapan anonim şirketlerin hisse<br />
senetleri olan “normal” borsa spekülasyonu dışında<br />
son on yıllarda gelişen, borsa dışı ve borsalardan da<br />
çok daha karlı yeni spekülasyon alanları oluştu. Bu<br />
alan “türev” (Derivat) satışı alanı. Örneğin bir banka<br />
bir kişiye veya şirkete belli bir faiz karşılığı kredi<br />
veriyor. Bir sigorta şirketi Bankanın verdiği krediyi<br />
belirli bir ücret karşılığı sigorta ediyor. Bu Kredinin<br />
sigorta poliçesi kredinin türevi oluyor. Sonra sigorta<br />
şirketi bu poliçeyi bir başka bankaya veya mali kuruluşa<br />
satıyor. O da o poliçeyi sigorta ettiriyor. Türevin<br />
türevi! Çark dönüyor. Varsayımsal sermaye, varsayımsal<br />
olarak çoğalıyor. Ne zamana kadar? Verilen<br />
kredi geri döndüğü sürece sorun yok. Dönmezse iskambilden<br />
kule çöküyor.<br />
Borsa dışı işlem gören mali türevlerin (Finans Derivatları)<br />
nominal değeri 2000 yılında 100 trilyon<br />
dolardı. 2007 Aralığında bu değer 596 trilyon dolara<br />
yükselmişti! 2007 yılının toplam dünya YİH’nın<br />
değeri dolar cinsinden 54 trilyon 312 milyar dolardı.<br />
(Bkz. Der Spiegel 40/2008 , s 28) Yani dünyada bir<br />
yılda üretilen bütün mal (meta) ve hizmetlerin değerinin<br />
11 katı bir değer, borsa dışı spekülasyon alanında<br />
kullanılıyordu. Kumarbaz soyguncular dünya<br />
ekonomisini belirliyor, inanılmaz büyüklükte karlar<br />
elde ediyor, krizsiz, sürekli büyüyen kapitalizm masalları<br />
anlatıyorlardı. Bu “saadet zinciri” sisteminin<br />
sürebilmesi için mali “yatırımcıların” hep alıp-satacakları<br />
yeni mali araçlara ve bu sistemin kesintisiz<br />
süreceğine dair imana sahip yeni kaynaklara ihtiyacı<br />
vardı. Ekonomiden biraz anlayan herkes için bunun<br />
böyle süremeyeceği, aşırı ölçüde şişen spekülasyon<br />
balonunun büyük bir gürültüyle patlayacağı kesindi.<br />
Ekonomi Yönetiminde belirleyici konumlarda olan<br />
kimi burjuva iktisatçıları da “uyarılar”da bulunuyorlar,<br />
spekülasyon balonunun patlaması durumunda<br />
piyasalarda büyük değer kayıplarının yaşanacağını<br />
belirtiyorlardı.<br />
Neler dediler?<br />
Bunların adeta geliyorum diyen mali krizdeki olası<br />
değer kaybı tahminleri, krizdeki gerçek değer kaybı<br />
büyüklükleri ile karşılaştırıldığında, bu burjuva ekonomi<br />
uzmanlarının aslında ne kadar ve ne uzmanı<br />
oldukları görme açısından ilginçtir. Aşağıda bu uzmanların<br />
değişik tarihlerde yaptığı değer kaybı tahminlerini<br />
aktarıyoruz:<br />
(Bkz. Sayfa 8’deki Tablo)<br />
Ne oldu?<br />
ABD’de 2007’nin başından itibaren kendini his ettirmeye<br />
başlayan “İpotek/mortgage” krizinden birçok<br />
banka etkilendi. Birçok küçük banka çöktü. İnşaat<br />
alanında en büyük yatırımcı konumunda olan Fannie<br />
Mae ve Freddie Mac bankalarının verdikleri krediler<br />
karşılığı ipotek hacmi 5,4 trilyon dolardı. Kredilerin<br />
geri dönmemesi sonucu bu bankalar ödeme zorlukları<br />
ile karşı karşıya kaldılar. İflasın kıyısına vardılar.<br />
Kredileri sigortalayan dünyanın en büyük sigorta şirketi<br />
konumundaki AİG’de ödeme zorluğu çekmeye<br />
başladı. Bu bankların iflası, ardından AIG’nin iflasını<br />
beraberinde getirecek, bütün dünyada iştirakleri<br />
olan bu bankaların çökmesi dünyayı bir finans krizi<br />
ile karşı karşıya bırakacaktı. ABD hükümeti devreye<br />
girdi ve bu iki bankanın bütün sorumluluklarını<br />
üzerlendi. Bunun dışında yine zor durumda olan<br />
Bear Stearns isimli bankaya devlet desteği verildi.<br />
Bu bankaların borcu “devletleştirme” yoluyla bütün<br />
emekçilerin, bu arada aslında gerçek değeri kağıt<br />
üzerindeki değerinden çok düşük olan ABD devlet<br />
tahvillerini satın alma yoluyla, ABD devletinin açıklarını<br />
da finanse eden Çin, Japonya gibi devletlerin<br />
emekçilerinin da sırtına yüklendi. Böylece daha 2007<br />
başlarında emperyalist dünyayı tehdit eden genel bir<br />
finans krizi “aşılmış” oldu. Fakat bu sadece görüntüde<br />
böyle idi. Gerçekte olan ise finans krizinin -ilk büyük<br />
finans kuruluşu iflas edene dek- ertelenmesiydi. Erteleme<br />
1,5 yıl sürdü. Fannie Mae ve Freddie Mac ile birlikte<br />
ABD’nin en büyük “yatırım bankaları” arasında<br />
gündem<br />
7
gündem<br />
Adı ve fonksiyonu Tahmin tarihi Olası kayıp miktarı tahmini<br />
Ben Bernanke, ABD Merkez<br />
Bankası Başkanı (İngilterede<br />
Guardian gazetesinde)<br />
Goldman Sachs, ABD’de en<br />
büyük “Yatırımcı Banka”lardan<br />
biri ve uluslararası alanda Kredi<br />
Verilebirlik notu (Kredi reytingi)<br />
veren kurum<br />
27 Eylül 2007 100 Milyar Dolar<br />
Kasım 2007 400 Milyar Dolar<br />
Ben Bernanke Ocak 2008 500 Milyar Dolar<br />
G7 Merkez Bankası Yöneticileri<br />
Toplantısı Sonuç Bildirgesi<br />
Standart&Poor’s Uluslar arası<br />
alanda Kredi Verilebilirlik notu<br />
veren Kurum<br />
Şubat 2008<br />
Eylül 2008<br />
400 Milyar Dolar<br />
500 Milyar Dolar<br />
Strauss Kahn, IMF Başkanı Eylül 2008 1,3 Trilyon Dolar<br />
(Bkz.: Der Spiegel. 40/2008, Der Preis der Überheblichkeit)<br />
8<br />
yer alan ve mortgage krizi sırasında 3,3 milyar dolar<br />
“zarar” eden Lehman Brothers, nasıl olsa devlet iflasa<br />
izin vermez hesabıyla 2008 nisanında 4 milyar dolar<br />
çapında bir sermaye artırımına -siz bunu yüksek faizle<br />
borçlanmaya diye okuyun- ardından da Haziran<br />
2008’de 5 Milyar dolarlık yeni bir sermaye artırımına<br />
gitti. Fakat Fannie Mae ve Freddie Mac gibi<br />
çok büyük bankaların çökme aşamasına ve “devlet”<br />
eliyle ayakta durur hale gelmiş olması “piyasa”larda<br />
güven bunalımını beraberinde getirmişti. Spekülasyon<br />
işlerinin yürümesi için sürekli akan taze paraya<br />
ihtiyacı olan Lehman Brothers bağlamında bu güven<br />
kaybı kaynakların kuruması ve alacaklıların da ana<br />
paralarını hemen geri istemeleri sonucunu doğurdu.<br />
3 ay içinde toplam 9 milyar hacminde –yüksek<br />
faizli- borçlanma da, piyasalarda LB’nin sonu olarak<br />
yorumlandı. LB’nin satışını yaptığı derivatlar panik<br />
satışlarıyla elden çıkarılmaya, LB’nin kağıt üzerindeki<br />
değerleri hızla erimeye başladı. Bir zamanlar<br />
elindeki gerçek sermayenin 50 mislini piyasada kullanan<br />
LB iflas noktasına doğru hızla ilerlemeye başladı.<br />
10 Eylül’de LB sözcüleri 2008 üçüncü çeyreği<br />
için bilanço beklentilerini açıkladılar: 3,9 milyar<br />
dolar zarar! Richard Fuld, LB’nin “yatırımcılara”<br />
yılda % 30’a yakın kar vadeden ve bir süre de ödeyen<br />
“mucize yaratıcısı bankacı” ( Ünlü finans dergilerinde<br />
böyle tanıtılıyordu Fuld) şefi, bu krizi LB’nin<br />
yatırım bölümünün hisselerinin çoğunluğunu satışa<br />
çıkararak, LB’nin elindeki –aslında değeri iyice düşmüş-<br />
bir dizi emlakı satışa çıkararak ve dağıtılan<br />
kar payını neredeyse sıfırlayarak aşma planları ile<br />
hükümetin kapısına dikildi. Beklediği hükümetin/<br />
devletin LB’nin borçları bağlamında devlet garantisi<br />
vererek piyasada sarsılan güveni yeniden sağlaması,<br />
LB’a destek vermesi idi. Hükümetle LB arasında sıkı<br />
pazarlıklar yürüdü. Sonuçta hükümet LB somutunda<br />
desteği reddetti. Bunda daha önceki banka kurtarma<br />
operasyonuna yönelik yoğun eleştiriler yanında, hükümetin<br />
Maliye Bakanı Henry Paulson’un<br />
Goldman Sachs’ın Yönetim Kurulu Başkanlığı’ndan<br />
gelmiş olması, yani bankalar arası rekabet de kuşkusuz<br />
önemli bir rol oynadı. 15 Eylül’de LB resmen iflasını<br />
ilan etti.<br />
LB’nin iflası dünya piyasalarına bomba gibi düştü.<br />
Dünyanın hemen her ülkesinde LB’nin bağlantıları,<br />
“ticaret ilişkileri” vardı. Piyasalarda hem borsalarda,<br />
hem borsa dışı türev ticareti alanında panik başladı.<br />
2007’in 8 ayında 63,5 trilyonluk zirveyi gördükten<br />
sonra düşmeye başlayan borsa değerleri, bütün 2008<br />
boyunca küçük iniş çıkışlara rağmen sürekli düşme<br />
eğilimi içine girdi. 2007 Ağustosu ile 10 Ekim arasında<br />
ABD Tahvil Borsası Dow Jones endeksi değer kaybı<br />
% 40; Japonya Nikkei Endeks’deki değer kaybı %<br />
55 di. ABD’de banka ve sigorta şirketleri tahvillerinin<br />
değer kaybı % 60’a varıyordu. Avrupa borsalarında<br />
aynı dönemde genel kayıp % 45’e varmıştı. Çin Tahvil<br />
Borsası’nın değer kaybı aynı dönemde % 70’ti. İstanbul<br />
Menkul Kıymetler Borsası’nda işlem gören tahvil
değeri 31 Aralık 2007’de 287 Milyar dolar tutarken,<br />
aynı değer 10 Ekim 2008’de 135 Milyar dolara düşmüştü.<br />
Moskova borsası değer düşüşü 2008 Ekim ayı<br />
başında %73’e varmıştı. Moskova borsası Ekim ayı<br />
başında bir süreliğine bütün işlemleri durdurmuştu!<br />
Eylül 2008 Eylül’ü ertesindeki panik satışları ile<br />
2008 Aralığı ortasında bütün dünyada borsa değerleri<br />
27 trilyonla en düşük noktaya vardı. 16 ayda<br />
dünya borsalarında buharlaşıp uçan, kaybolan fiktif<br />
sermaye 36.5 trilyon dolardı. Bu dönemde borsaların<br />
değer kaybı oran olarak % 57,5 di. (Bkz.: http://www.<br />
bloomberg.com/).<br />
Borsalarda hal böyleyken türev ticareti alanında<br />
“kaybolan” fiktif sermayenin boyutları borsalarda<br />
kaybolandan da yüksekti. Karda ve zararda kapıyı<br />
milyarlarla açanlar açısından kayıplar hacim açısından<br />
büyük olsa da, onlar için büyük kayıplar varlık<br />
sorunu olmuyor. 8 yıl boyunca üst üste milyarlarca<br />
dolar fiktif sermaye kazanan, onun bir bölümünü<br />
kaybetse de varlığını sürdürebiliyor. İflas konumuna<br />
gelen firmaların yönetici takımı milyonlarca dolarlık<br />
tazminatla gidiyorlar. Oralarda esas zarar gören işsiz<br />
kalan alt kesim çalışanları oluyor. Fakat elinde biriktirdiği<br />
küçük tasarruflarını az zamanda çok kazanma<br />
hayaliyle “yatırım”cı uzman ve şirketlere verenler açısından<br />
kayıp, belki bütün hayatı boyunca biriktirdiğinin<br />
sıfırlanması anlamına geliyor.<br />
EMPERYALİST KRİZ YÖNETİMİ<br />
LB’ın çöküşüne izin verilmesi ile balonun patlaması<br />
emperyalist ekonomi “bilimcileri”nin beklemediği<br />
büyüklükte depreme yol açtı. Bütün dünya finans sistemi<br />
–eğer devletler tarafından çok yoğun müdahale<br />
gelmezse- çöküşe doğru gidiyordu. Üretim alanında<br />
faaliyet gösteren bütün büyük tekellerin sermayelerinin<br />
küçümsenmeyecek bir bölümünü finans sektöründeki<br />
spekülatif ticarette kullandıkları bilindiğinde,<br />
finans alanındaki krizin zaten devrevi kriz içinde<br />
bulunan üretim alanını (burjuva ekonomistleri buna<br />
“real ekonomi” adını veriyor. Bu isimlendirme bir<br />
yandan bir gerçeği işaret ederken, diğer yandan fiktif<br />
sermaye alanının temelinin de reel ekonomi olduğunu<br />
gözlerden gizleyen bir işlev görüyor) “real<br />
ekonomi”yi olumsuz olarak etkilemesi kaçınılmazdı.<br />
Nitekim öyle de oldu. Dünyanın dev şirketleri –örneğin<br />
ABD’de General Motors- finans krizinden 6<br />
ay kadar sonra iflas noktasına geldiler. Avrupa Birliği<br />
ülkelerinde 2008 ilkbaharı ile 2009 ilkbaharı arasında<br />
endüstri üretimi % 20 geriledi.<br />
IMF 2009 Nisan’ında yaptığı hesaplamalarda<br />
2007’nin 8. ayı ile 2009 Nisan’ına kadar olan dönemde<br />
dünya ekonomisindeki toplam değer kaybını<br />
4,054 trilyon olarak veriyordu. Bu kriz patlamadan<br />
kısa süre önce verilen en yüksek rakam olan 1,3<br />
trilyonun üç mislinden fazlaydı. Bu 4,054 trilyon<br />
dolarlık kaybın 2,7 trilyonunu “zehirli” (geri dönüşü<br />
olmayan “kokmuş” krediler, sigorta poliçeleri,<br />
değeri neredeyse sıfıra düşmüş tahviller vb. Bunlar<br />
Bankalarda “Bad Bank”-Kötü Banka adı altında paketleniyor,<br />
kurtarma planları çerçevesinde devletler<br />
bunları satın alıyordu!) ABD “değerli kağıtları”; 1,2<br />
trilyonunu Avrupa’daki zehirli değerli kağıtlar oluşturuyordu.<br />
Japonya 150 milyar dolarlık “zehirli” değerli<br />
kağıtla relatif “iyi” durumda bulunuyordu! 4,054<br />
trilyonluk değer IMF ye göre kaybolup gitmişti. Bu<br />
Türkiye’nin 2009 GSYİH‘nın yaklaşık 5,8 katı bir<br />
büyüklüktür. Fakat kayıp konusunda yapılan hesaplar<br />
burada durmadı. Aynı IMF çok değil 5 ay sonra,<br />
Ağustos 2009’da kayıp hesaplarını düzeltti! Ağustos<br />
2009’da IMF uluslararası ekonomik kriz sonucu kayıp<br />
değerin 11,9 trilyon dolar olduğunu açıkladı! Yani<br />
Nisan’da açıklananın neredeyse üç katı! Devletlerin<br />
“kurtarma programları” ile devreye girdiği ortamda,<br />
bu programlardan yararlanmak için de uluslararası<br />
finans kuruluşları ve tekeller gerçeğe yakın bilançolarını<br />
açıkladıklarında kayıp şişiyordu. Hangi rakam<br />
baz alınırsa alınsın değer kayıplarının, yaşamını aldığı<br />
açlık ücreti ile sürdürmeye çalışan milyarlarca<br />
emekçinin hayal bile edemeyeceği olağanüstü boyutlarda<br />
olduğu açıktır. LB’ın iflası ile artık gizlenemez<br />
ve ertelenemez hale gelen finans krizi emperyalist<br />
dünyanın ikinci dünya savaşı sonrasında yaşadığı<br />
krizlerin en derini idi. Bu kriz kayıp değer hacmi temel<br />
alındığında, 1929 krizinden de büyük bir krizdi.<br />
Bütün dünya finans sistemi çökme tehdidi ile karşı<br />
karşıya idi. Bu ortamda emperyalist dünyanın yaşadığı<br />
en büyük kapsamlı “kriz yönetimi” devreye<br />
girdi. Emperyalist dünyanın efendileri birbiri ardına<br />
yaptıkları toplantılarda “ulusal” kriz yönetim tedbirlerini<br />
uluslararası alanda uyumlu hale getirmenin<br />
yollarını aradılar. 23 Eylül’de G7 zirvesinde ABD’nin<br />
AB’nden talep ettiği “Avrupa Birliği genelini kapsayan<br />
bir ıslahat planı” İngiltere dışındaki devletler tarafından<br />
reddedilmişti. Bundan çok değil 20 gün sonra 12<br />
Ekim’de Paris’te AB ülkeleri Maliye Bakanları toplantısında<br />
20 gün önce reddedilen kabul edildi. Ardından<br />
G 20 toplantısında bu kez emperyalist büyük<br />
güçler dışındaki devletler de ortak “kurtarma planı”<br />
gündem<br />
9
gündem<br />
10<br />
içine çekildi. Tabii ki emperyalist güçler arasındaki<br />
çelişmeler “kriz yönetimi” sorununda da sürüyor, her<br />
emperyalist güç krizi kendisi için fırsat olarak da<br />
kullanmaya çalışıyordu. Ancak hepsinin ortak bir<br />
çıkarı vardı: Dünya Finans sisteminin çöküşünün<br />
durdurulması. Bunun için zorunlu karşılıklı tavizler<br />
verildi. Ve sonuçta bir temel noktada anlaşıldı: Bütün<br />
devletler bu olağanüstü dönemde sistemin çökmesini<br />
engellemek için “sistem için önemli” banka ve işletmelerin<br />
çöküşünü önleyecek tedbirler alacaklardı.<br />
En uç noktasında bu tedbirler söz konusu bankaların<br />
ve işletmelerin –geçici olarak, yeniden kara geçene<br />
kadar- devletleştirilmesine kadar gidebilecekti. Banka<br />
sisteminin yeniden işleyebilmesi için bankalara<br />
gerekli krediler verilecek, bunun yanında bankalar<br />
arasındaki alışverişlerde devlet bir çeşit garantör olarak<br />
devreye girecekti. Geri dönmeyen kredileri devlet<br />
ödeyecekti. Bankaların ve diğer finans kuruluşlarının<br />
elinde birikmiş, değeri neredeyse sıfırlanmış<br />
“değerli kağıtlar” bir paket olarak şimdilik devletler<br />
tarafından satın alınıp devreden çıkarılacaktı. Yani<br />
Türkçesi: Bankaların ve tekellerin zararı devletler<br />
tarafından karşılanacaktı. Emperyalist devlet açıkça<br />
finans kapitalin devleti olarak devreye giriyor, çöken<br />
bankalara para akıtıyor, bankaların finans kuruluşlarının,<br />
tekellerin zararını toplumsallaştırıyordu.<br />
Emperyalist devletlerin üzerinde anlaştıkları kriz yönetim<br />
programı, sistemi kurtarma programı buydu.<br />
Bu Programın uygulanmasında tek tek kimi devletlerin<br />
Ekim ve Kasım 2008’de, bankalara ilk anda<br />
kredi olarak, kredi garantisi olarak, doğrudan destek<br />
olarak, borçlarını üzerlenme olarak vs. vereceğini<br />
açıkladığı miktarlar şöyle idi:<br />
Almanya: 500 milyar Avro, Fransa: 360 milyar<br />
Avro, İspanya: 200 milyar Avro, Avusturya 100 milyar<br />
Avro, Diğer Avro Bölgesi ülkeleri : Toplam 140<br />
milyar Avro.<br />
Böylece Avro Bölgesi genelinde 1,3 trilyon Avro.<br />
İngiltere: 640 milyar Avro, Rusya: 150 milyar Avro,<br />
ABD: 800 Milyar dolar Banka sistemi için ayrıca +<br />
200 Milyar dolar tüketim kredisi.<br />
AB ülkeleri bunun dışında bankalardaki mevduat<br />
hesaplarında 50.000 Avroya kadar olan miktarı devlet<br />
garantisi altına aldığını açıkladılar.<br />
Çin HC aynı dönemde 460 Milyar Avro tutarında<br />
bir banka destek programı açıkladı.<br />
Yalnızca bu rakamlar bile bir yandan krizin derinliğini,<br />
diğer yandan emperyalist dünyanın çöküşü<br />
önlemek için geliştirdiği “Ekonomi Yönetimi” programının<br />
boyutlarını göstermeye yeter.<br />
Çin dışındaki devletlerin tümü açısından bu program<br />
devletlerin borçlanarak, bankaların açıklarını<br />
kapama programıydı.<br />
Bu program halkı, emekçi yığınları kandırmak,<br />
emekçiler için hayatı zorlaştıran krize duyulan öfkenin<br />
kapitalist sisteme karşı öfkeye dönüşmesini<br />
engellemek için, “aç gözlü bankerler” ve “borsa spekülatörlerine”<br />
karşı yapılan propaganda konuşmaları<br />
eşliğinde sunuldu. Halka bütün kötülüğün üç beş<br />
tane aç gözlü, kural tanımaz spekülatörde olduğu,<br />
sistemin kabahati olmadığı anlatıldı. Artık bankaların<br />
ve borsaların sıkı denetim altına alacağı sözleriyle<br />
tamamlandı banka kurtarma programları. Üç beş<br />
banker ve spekülatör günah keçisi yapılıp, hatta tek<br />
başına elli milyar doları iç eden sistem temize çıkarılmaya<br />
çalışıldı.<br />
Bu büyük krizin “yönetimi”nde şunlar da görüldü:<br />
-“Gelişmekte olan ekonomilerin” en başta BRHC’in<br />
(Brezilya/Rusya/Hindistan/Çin) dünya ekonomisindeki<br />
ve siyasetindeki ağırlığı arttı. Bugün hala dünyanın<br />
efendisi konumundaki ve fakat gerileyen G7’ler<br />
kriz döneminde, G 20’yi devreye sokup, sorumluluğu<br />
onlara da paylaştırma ihtiyacı duydular. Bu tabii onların<br />
örneğin IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası<br />
emperyalist mali kuruluşlarda temsiliyetlerinin<br />
arttırılması pahasına -onlara belirli tavizler verilereksağlandı.<br />
- Dünya ekonomisinde ve siyasetinde Çin’in gücü<br />
giderek artıyor. Bütün kriz dönemini % 9’a yakın ortalama<br />
büyüme ile kapatan Çin krizden en az etkilenen<br />
ülke olarak, krizden dünya ekonomisinde ağırlığını<br />
artırarak çıktı.<br />
- Kriz Yönetiminde emperyalist büyük güçler ve<br />
yanlarına aldıkları diğerleri, hep birlikte kararlar almaya<br />
çalıştılar. Fakat – mali sistemi çöküşten kurtarmak<br />
için acil devlet desteği- gibi çok kaba konularda<br />
anlaşmalarına rağmen, “ulusal çıkarlar” anlaşmada<br />
fazla ilerlemeyi engelledi. Bir kez daha “ulusal devlet<br />
miyadını doldurdu” vb. tezlerinin yanlışlığı kanıtlandı.<br />
Mali Krizin Derinleştirdiği Ekonomik<br />
Krizde Depresyon Evresi:<br />
Mali Kriz 2007 üçüncü çeyreğinde zaten başlamış<br />
olan aşırı üretim krizinin yeni devresinde, krizi çok<br />
hızla derinleştiren bir rol oynadı. Bu yeni kriz devresinde<br />
, bunalım (kriz) evresinin kısa sürmesi, büyük<br />
bir hızla depresyon evresine geçilmesi, büyük bir
hızla ve ikinci dünya savaşından bu yana görülmemiş<br />
bir derinlikte dibe vurulmasını tetikledi. Burjuva<br />
iktisatçıları bıktırıcı bir ısrarla var olan krizin aşırı<br />
üretim krizi değil, birkaç sorumsuz spekülatörün<br />
marifeti sonucu nasılsa çıkan mali krizin “real ekonomiye”<br />
etki yapmasıyla oluşan bir kriz olduğu görüşlerini<br />
yaygınlaştırdılar. Onlara göre zaten devrevi<br />
aşırı üretim krizi diye bir şey yoktu. Kapitalizm aslında<br />
krizsiz büyüme ekonomisiydi. Arada bir nasılsa<br />
işte şimdi olduğu gibi aşırı açgözlü spekülatörlerin<br />
marifeti sonucu gidip duvara tosluyor ve sonra pazar<br />
yine kriz sonuçlarını temizliyordu vs. Gerçek hayat<br />
ise bu teorilerin büyük bir yalan olduğunu devrevi<br />
olarak yalanlıyor, en son bu krizde yalanladı, gelecekte<br />
de kapitalizmin varlığını ve egemenliğini sürdürmesi<br />
şartlarında yalanlayacak! Kapitalizmin temel<br />
dürtüsü kar, en kısa sürede en fazla kardır. Hal böyle<br />
olduğu ve kapitalist ekonomi bütün olarak ele alındığında<br />
plansız-kaotik, tek tek kapitalistler ve kapitalist<br />
gruplar arasında rekabete dayalı bir ekonomik sistem<br />
olduğu için, yatırım alanı arayan sermaye üretimde<br />
her zaman daha az karlı alanlardan daha fazla karlı<br />
alanlara kayar. (Sermayenin üretime geri dönmeyen,<br />
lüks tüketimde de “tüketilmeyen” büyük kısmı<br />
da gördüğümüz gibi spekülasyon alanında işletilir.<br />
Orda da tabii maksimum kar gözetilir. En fazla faiz/<br />
kar payı vs. veren “yatırımcı şirketlere” yönelir para.<br />
Bu şirketlerin/bankaların değeri astronomik biçimde<br />
yükselir.) Bir süre sonra bu en karlı alanda yatırılan<br />
sermaye –üretilen mal- pazarın kaldıramayacağı<br />
“aşırı”lıkta bir boyuta ulaşır, üretilen mal satılamaz<br />
duruma gelir. Sermaye dolaşımı/dönüşümü kesintiye<br />
uğrar. Devrevi aşırı üretim krizi başlar! Bu kapitalist<br />
ekonominin değişmez yasası, belli aralıklarla çıkan<br />
devrevi aşırı üretim krizleri kapitalizmin ayrılmaz<br />
yol arkadaşlarıdırlar.<br />
2008 mali krizinin “real ekonomi” alanındaki gerçek<br />
devrevi krize etkisi 2008’de henüz yıkıcı boyutlarda<br />
değildi. 2008’in son çeyreğindeki sert düşüş<br />
biçimindeki büyük gerilemeler, ilk üç çeyrekteki ‘büyümede<br />
relatif düşük gerileme’nin dengelemesi sonucu<br />
fazla hissedilmedi.<br />
2007’de, bir yıl önceye göre % 4,9 büyüyen dünya<br />
ekonomisinde gerileme sürdü. 2002’den sonra ilk<br />
kez orta vadeli ortalama büyüme hızı olan % 3,5’un<br />
altına düştü. 2008’de dünya ekonomisinin büyümesi<br />
% 3 oldu. Bu büyümede esas pay yine yüksek<br />
büyüme hızlarını –biraz gerileme ile de olsa –sürdüren<br />
Çin, Hindistan gibi “yükselen ve gelişmekte<br />
olan ekonomiler”e aitti. Gelişmiş endüstri ülkelerinde<br />
büyüme rakamları % 1 civarında oynuyordu.<br />
(Bkz.: Fischers Weltalmanach2011; s 630) Yani<br />
kriz bu kez öncelikli olarak emperyalist merkezler<br />
kaynaklı idi, kendini bu merkezlerde bütün ağırlığı<br />
ile hissettiriyordu. “Gelişmiş Endüstri Ülkelerinde”<br />
(Siz emperyalist merkezler olarak da okuyabilirsiniz<br />
ekonomik küçülmeye doğru evrimlenen ekonomi<br />
olgusu ve bunun sürme eğilimi, burjuva ekonomistlerini<br />
bile “resesyon”dan ya da en azından “resesyon<br />
tehlikesi”nden (onlar işçilerin – emekçilerin bilincini<br />
karartmak, kendi görüşlerine “bilimsel” gizemli bir<br />
hava katmak için bir sürü değişik kavramlar icat ediyor,<br />
bu kavramlar üzerine teoriler kuruyorlar. Onların<br />
“resesyon”, “stagnasyon”, “stagflasyon” vb. isimlerle<br />
ifade ettikleri gerçekte Marksist devrevi kriz<br />
teorisinde, devrenin “depresyon” aşaması olarak adlandırılan<br />
aşamasıdır.) söz ettirmeye başladı. Kiel’deki<br />
Dünya Ekonomisi Enstitüsü’nün çıkardığı “Kiel<br />
Tartışma Katkıları” adlı derginin Aralık 2008’deki<br />
sayısındaki baş yazı “Dünya konjonktürü aşağıya<br />
gidiyor” başlığını taşıyordu. Aynı sayıda Almanya<br />
ekonomisini değerlendiren yazının başlığı ise “Alman<br />
ekonomisi ağır bir resesyon içinde” idi. “Dünya<br />
Konjonktürü aşağıya gidiyor” başlıklı yazıda gelişmiş<br />
endüstri ülkelerinin bütünü ele alındığında % -<br />
1,8 bir küçülmenin beklendiği, bunun “İkinci Dünya<br />
Savaşı sonrasındaki en büyük resesyon olduğu tespiti<br />
yapılıyordu. Ek olarak mali kriz bağlamında alınan<br />
olağanüstü destek tedbirlerinin de aşağıya gidişi durdurmadığı<br />
tespit ediliyordu.<br />
2009 yılı ekonomik büyümede öncelikle gelişmiş<br />
endüstri ülkelerinde kelimenin gerçek anlamında<br />
dibe vurulduğu yıl oldu. Özellikle ilk üç çeyrekte<br />
bir çok ülkede, en başta da “gelişmiş endüstri<br />
ülkeleri”nde ekonomi ikinci dünya savaşından bu<br />
yana görülmemiş boyutlarda küçüldü.<br />
“Kiel Tartışma Katkıları”nın 461-462 sayılı 2009<br />
ilkbahar sayısında yapılan genel değerlendirme<br />
“Dünya ekonomisi aşağıya doğru anaforda” şeklinde<br />
idi. Yapılan genel değerlendirmede şunlar söyleniyordu:<br />
“ Dünya Ekonomisi 2008/2009 kışında tarihi boyutlarlarda<br />
bir iniş yaşıyor. Üretim şimdi hemen<br />
hemen her yerde güçlü bir biçimde geriliyor. Geçen<br />
yılın başında yalnızca ABD ile sınırlı görünen konjonktürel<br />
zayıflama, 2008 in ilkbahar ve yazında sürerek<br />
diğer endüstri ülkelerinde de inişi beraberinde<br />
getirdi. Nihayet yılın son aylarında üretim sonbahara<br />
gündem<br />
11
gündem<br />
12<br />
kadar istikrarlı ve sağlam görünen eşik ülkelerinde<br />
de inişe geçti. Dünya gerçek YİH’sı yılın son çeyreğinde<br />
geçen yılın aynı dönemine göre %1 büyüdü. Bu<br />
1982 yılından bu yana en düşük büyüme oranıdır. Bu<br />
yılın başında da iniş eğilimi sürmektedir.” (agy. S 4)<br />
“Kiel Tartışma Katkıları” 466-467 sayılı Yaz 2009<br />
sayısında genel değerlendirme “Dünya ekonomisi:<br />
Üretimde dibe varıldı” başlığını taşıyordu. Veriler<br />
bütün “gelişmiş endüstri ülkelerinde” sert düşüşlerle<br />
ekonomik küçülme yaşandığını gösteriyordu. Üçüncü<br />
çeyrekte de küçülme hız keserek de olsa sürdü.<br />
2009 yılı içlerinde General Motors gibi “dev”lerin<br />
de bulunduğu bir dizi tekelin neredeyse iflas konumuna<br />
geldiği, ancak devletlerin doğrudan desteği<br />
( bir çok ülkede “kısa çalışma” adı altında işçi ücretlerinin<br />
büyük bölümü devlet tarafından ödendi;<br />
tekellerin borçlarını devlet üzerlendi vs.) ile çöküşten<br />
kurtarıldığı yıl olarak tarihe geçti. Endüstride dünya<br />
çapında kapasite kullanımı % 20 geriledi. Bazı ülkelerde<br />
% 50’lere kadar düştü.<br />
Sonuçta (IMF Nisan 2010 rakamlarına göre) 2009<br />
yılı genelinde Almanya’da ekonomi % 4,97 oranında,<br />
İngiltere’de %4,2, AB genelinde %4,8, Japonya’da<br />
-5,20% oranında, ABD ‘de % 2,44 oranında küçüldü.<br />
Dünya çapında ekonomi ise İkinci Dünya<br />
Savaşı’ndan bu yana ilk kez küçüldü. 2009 yılındaki<br />
büyüme -0,60 oldu.(bkz. World Economic Outlook<br />
Database, April 2010 ,IMF) Dünya ekonomisindeki<br />
küçülmenin boyutunun daha yüksek olmasını engelleyen<br />
Çin (+8,74%), Hindistan (+5,67%) gibi ülkelerde<br />
yüksek büyüme oranının –belli bir gerileme olsa<br />
da- sürmesiydi.<br />
2007 üçüncü çeyreğinden itibaren girilen devrevi<br />
aşırı üretim krizi, 2008 Eylül’ünde patlayan ve dünya<br />
ekonomisinde hacim olarak yaşanan en büyük mali<br />
krizle birleşince, kriz devresinin buhran aşamasından,<br />
bir yıl içinde, çok hızlı, ani düşüş biçiminde<br />
depresyon evresine girildi. Ve depresyonda dünya<br />
ekonomisi ikinci dünya savaşı ertesinde ilk kez küçüldü.<br />
2008’in dördüncü çeyreği, 2009’un ilk iki çeyreği<br />
dünya ekonomisinin küçüldüğü dibe vurduğu<br />
dönemler oldu. Bu dönem aynı zamanda devletlerin<br />
devreye girerek, bir yandan faizleri neredeyse sıfırlamaları<br />
ve piyasaya para akışını hızlandırmaları ; otomobil<br />
sektöründe olduğu gibi yeni araba satışlarında<br />
alıcıya doğrudan teşvik vererek özel tüketimi arttırıcı<br />
tedbirler almaları, diğer yandan “zor durumda”<br />
olan tekellere doğrudan ve dolaylı destek vermeleri<br />
dönemi oldu. Bütün bunlar tabii devletleri yeni borç<br />
yükü altına sokan gelişmelerdi.<br />
Devrevi ekonomik krizde canlanma<br />
evresi…<br />
Alınan ekonomik tedbirler, açılan trilyonluk destek/<br />
yardım/kurtarma paketleri 2009 yılının üçüncü çeyreğinden<br />
başlayarak etkisini gösterdi. 2009’un dördüncü<br />
çeyreğinden bu yana dünya ekonomisi yeniden<br />
büyümeye başladı.<br />
Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü’nün IMF/Dünya<br />
Bankası /Almanya Dİ Kurumu ve OECD verilerini<br />
temel alıp kendi yaptığı hesaplamalara göre 2009’un<br />
üçüncü çeyreğinde % 2’ye yakın; 2009’un birinci ve<br />
ikinci çeyreğinde ise % 5’in üzerinde bir büyüme<br />
oranı söz konusu. 2010’un üçüncü çeyreğinde büyüme<br />
hızında bir gerileme yaşanıyor, %’4 ün altına<br />
iniyor büyüme hızı. Bunun korunması şartlarında<br />
2010 yılında dünya ekonomisinde, 2009’a göre % 4-5<br />
arasında bir büyüme yaşanmış olacaktır. Bu 2009<br />
üçüncü çeyreğinden itibaren içinde bulunulan kriz<br />
devresinde canlanma aşamasına girilmiş olduğunu,<br />
anda krizin canlanma evresi içinde olduğumuzu gösteriyor.<br />
Dünya ekonomisi GSYİH büyüme oranları<br />
2000 % 4,8<br />
2001 % 2,3<br />
2002 % 3,0<br />
2003 % 3,9<br />
2004 % 5,3<br />
2005 % 4,9<br />
2006 % 5,4<br />
2007 % 4,9<br />
2008 % 3,0<br />
2009 % -0,60<br />
2010 % tahmini 4,5<br />
2010 yılı bütünü için beklenen % 4-5 arası büyüme<br />
bağlamında bilinmesi gereken, bu büyümenin 2009<br />
yılındaki % - 0,60’lık bir küçülmeyi çıkış ve başlangıç<br />
noktası alan ve bu büyüklüğe göre hesaplanan bir<br />
büyüme olduğudur. Yani dünya ekonomisi henüz bu<br />
kriz dönemi öncesindeki zirvedeki büyüklüğüne varmamıştır.<br />
Buraya varıldığında zaten devrenin kalkınma<br />
aşaması başlayacaktır. Şimdilik gelişme -büyüme<br />
hızının düştüğü göz önüne alındığında- canlanma<br />
evresinin uzaması yönündedir. Bu arada dalgalanmalı<br />
bir gelişme ile, 2012’de canlanma evresinden<br />
kalkınma evresine geçiş normal gelişme olacaktır.<br />
Fakat canlanma evresinin kalkınma evresine varmadan<br />
kesilmesi de, hiç de küçük olmayan bir olasılıktır.
Çünkü bu devrede depresyon evresinden bir yıldan<br />
az sürede çıkılması yukarıda ortaya konulduğu gibi<br />
devletlerin ekonomiye doğrudan yoğun müdahaleleri<br />
ve devletlerin aşırı borçlanması sayesinde olmuştur.<br />
Canlanma aşırı devlet borçları ile “satın alınmıştır.”<br />
Temeli aşırı devlet borcu balonudur.<br />
Şişen borç balonları…<br />
Dünya ekonomisinde yaşanmış olan hacim açısından<br />
en büyük mali kriz aşırı “devlet borçlanmaları” ile<br />
görünürde aşıldı. Benzer bir biçimde devrevi krizde<br />
dipten çıkılması, depresyon aşamasının oldukça kısa<br />
sürmesi de, real ekonomi alanına yine devlet borçlanmaları<br />
temelinde yapılan müdahalelerle sağlandı.<br />
Şimdi dünya ekonomisi aşırı şişen bir devlet borçları<br />
balonu üzerinde hareket ediyor.<br />
Ekonomide üretilenin 1/3 ne eşit bir borç döndürülebilir,<br />
kabul edilebilir bir borçtur. Bunun üstündeki<br />
bir borçlanma borçlananı borç verene bağlar, batırır.<br />
Devletler söz konusu olduğunda üretilen GSYİH’dır.<br />
Devletler açısından borç GSYİH’nın 1/3 ünün üzerine<br />
çıktığında, borç tehlikeli büyüklüğe gelmiştir.<br />
Şimdi devletlerin borç durumlarına baktığımızda<br />
şişen balonun boyutları net olarak görülüyor.<br />
Dünyanın en büyük ekonomisi konumundaki<br />
ABD, aynı zamanda dünyanın en büyük borçlu ekonomisi.<br />
30 Eylül 2010 tarihinde ABD’nin devlet borcu<br />
13,5 trilyon dolardı. 2008-2010 arasında ortalama<br />
borç artış oranı % 15 civarında idi. İki yılda alınan<br />
yeni borç 3,53 trilyon dolardı. ABD’nin devlet borcu<br />
ABD’nin GSYİH’nın yaklaşık % 95’ne eşitti!<br />
Yani esasında ABD ekonomisi borçlarını ödeyemeyecek<br />
durumda olan, aşırı borçlu bir ekonomi idi.<br />
Fakat borç batağı içindeki tek ekonomi ABD ekonomisi<br />
değildi.<br />
Örneğin Avrupa Birliği Maastricht Kriterleri denen<br />
AB üyeliği için ekonomik kriter olarak tespit<br />
ettiği büyüklüklerde devlet borcunun üst sınırını<br />
GSYİH’nın % 60’ı olarak tespit etmişti. Devlet borcu<br />
GSYİH’nın % 60’ın üzerinde olan bir devlet buna<br />
göre AB üyesi olamaz. Üye ise üyelikten çıkarılması<br />
gerekir! 31.12.2009 itibarıyla devlet borcu GSYİH’<br />
nın üzerinde olan AB üyesi devletler ve borçlarının<br />
GSYİH’ya oranları şöyle idi:<br />
Belçika: % 96,7, F.Almanya: %73,2, İrlanda: % 64,0,<br />
Yunanistan: % 115,1, Fransa: %77,6%, İtalya: % 115,8,<br />
Macaristan: %78,3, Malta: % 69,1, Hollanda: % 60,9,<br />
Avusturya: %66,5, Portekiz: %76,8, İngiltere: % 68,1<br />
İspanya’nın devlet borçları aynı tarihte % 60’ın altında<br />
(53,2%) idi. Yani durumu bu bağlamda yukarıda<br />
sayılan ülkelerden daha iyi idi; fakat devrevi ekonomik<br />
krizin en sert vurduğu, Avrupa’da üretimin en<br />
fazla gerilediği ülke konumunda idi, devlet borcunun<br />
artma hızı da yüksekti.<br />
Yüksek devlet borçları bağlamında bilinmesi gereken<br />
şudur: Devlet borcunun yüksek olması ekonomisi<br />
zayıf olan, askeri olarak güçlü olmayan küçük<br />
devletler açısından tam bir felaket, ekonomik iflas,<br />
dışa bağımlılığın artması, en uç noktada ekonominin<br />
yönetiminin başka devletlerin, uluslararası mali kuruluşların<br />
eline geçmesi anlamına gelir. Devlet borcunun<br />
yüksekliği ABD gibi büyük emperyalist güçler<br />
açısından böyle sonuçlara yol açmaz. Onlar bu büyük<br />
borçların yükünü hem kendi ülkelerinde, hem de bütün<br />
dünyada işçi sınıfının ve emekçi halkların sırtına<br />
yıkabilecek güce sahiptirler.<br />
AB somutunda emperyalist büyük güçlerle, orta<br />
derecede gelişmiş, bağımlı ekonomiler arasındaki<br />
fark çok net olarak görüldü. Borç bağlamında dört<br />
devletin baş harflerinden üretilen PIGS (İngilizcede<br />
pigs domuzlar anlamına geliyor… Mahallenin<br />
düzenini bozan kötü/çamura batmış kirli çocukları)<br />
adı altında Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve İspanya<br />
hedef tahtasına kondular. Bunların ayağını<br />
yorganına göre uzatmadığı, kendi imkanlarının çok<br />
üzerinde bir hayat seviyesinde yaşadıkları, AB’nin<br />
ekonomik istikrarını sorumsuz, har vurup harman<br />
savuran politikalarla tehlikeye attıkları, iflasa doğru<br />
sürüklendikleri vs. anlatıldı burjuva medyada.<br />
Yukarıdaki rakamlar “domuzlar” içinde sayılanlardan<br />
İspanya’nın borç bağlamında Maastricht kriterlerine<br />
uygun bir konumda olduğunu, Almanya’dan,<br />
Fransa’dan, İngiltere’den çok daha iyi konumda olduğunu<br />
gösteriyor. İrlanda’da % 64’lük borç oranıyla<br />
bu emperyalist büyük güçlerden daha iyi durumda<br />
idi. Portekiz’in devlet borcu seviyesi bu emperyalist<br />
büyük güçlerin borç seviyesinin çok üstünde değildi.<br />
Yalnızca Yunanistan % 115’lik borç oranıyla söz<br />
konusu emperyalist büyük güçlerden kötü durumda<br />
idi. Borç konusunda PIGS denenlerin en azından ikisinden<br />
daha kötü durumda olanlar, kendinden iyi<br />
durumda olanları kınıyor, onlardan siyaset değişikliği,<br />
daha doğrusu AB merkezinde, IMF ile işbirliği<br />
içinde hazırlanan ve söz konusu ülke ekonomilerinin<br />
yönetimlerini AB merkezine (Siz Almanya ve Fransa<br />
olarak okuyun) ve IMF’ye bırakmaları talep ediliyordu.<br />
Birinci sırada % 115 borçla iflas durumuna gelmiş<br />
olan Yunanistan ekonomisi- 350 milyar avroyu<br />
gündem<br />
13
gündem<br />
14<br />
aşan ve Dünya piyasasındaki faiz oranının nerdeyse<br />
iki misli faiz oranlı kredi ile- teslim alındı. Bunun<br />
yanında AB’nde iflas durumuna gelen ülkelerin iflasını<br />
önlemek iddiasıyla 750 Milyar Avroluk bir fon<br />
yaratıldı. Aslında dert Avrupa Para Birimi Avro’nun<br />
istikrarını sağlamak. Yani sonuçta AB içindeki emperyalist<br />
büyük güçlerin kendi kendilerini koruma<br />
şemsiyesi bu 750 milyarlık fon. Bu fonun 250 milyar<br />
Avrosu IMF tarafından sağlanıyor. 60 Milyar Avro<br />
AB’nin genel bütçesinden geliyor. 122,8 milyar Avrosu<br />
Almanya’dan, 92,3 milyar Avro’su Fransa’dan geliyor.<br />
81 Milyar Avro İtalya, 53,9 milyar İspanya tarafından<br />
taahhüt ediliyor. Diğer 11 Avro bölgesi ülkesi<br />
de geri kalan meblağı GSYİH oranlarına göre paylarla<br />
karşılıyorlar. 2010 yazında Pigs’in g’si Yunanistan<br />
ekonomisi teslim alındıktan sonra, sıra İrlanda’ya<br />
geldi. Onunla ilgili teslim alma işlemi de Kasım 2010<br />
da tamamlandı. Şimdi sırada Portekiz ve eğer güçleri<br />
yeterse İspanya var.<br />
Yani şişen borç balonu emperyalist büyük güçler<br />
açısından relatif küçük, bağımlı ekonomilerin bağımlılığını<br />
arttırmak, onları disipline etmek için kullanılıyor.<br />
Fakat bir bütün olarak şişen borç balonu inmiyor.<br />
Bu balon geçici tedbirlerle ve devlet gelirlerini<br />
arttırma, giderlerini azaltma yoluyla –ki bunu hepsi<br />
bir yandan emekçilerin vergi yükünü arttırarak, diğer<br />
yandan özelleştirme, taşeronlaştırma, sosyal hizmetlerde<br />
kısıtlama yollarıyla yapıyorlar- indirilemeyecek<br />
kadar şişmiş durumda. Balonu patlatmamak<br />
için devlet iflaslarının önlenmesi lazım. Fakat bu<br />
önleme tedbirlerine tabii ki kendi çıkarları doğrultusunda<br />
katkıda bulunanların bizzat kendileri yüksek<br />
derecede borçlu. Yani devlet iflaslarının önlenmesi<br />
borç balonunun altındaki ateşi söndürmüyor, balonun<br />
şişmesini durdurmuyor. Balon büyüyor. Eninde<br />
sonunda bir yerden – devlet iflası biçiminde- patlaması<br />
kaçınılmaz. Bu tabii kapitalizmin sonu olmaz,<br />
fakat emperyalist dünyada güç dengelerinde sarsıntıya<br />
yol açar. Ve real ekonomide de çok önemli olumsuz<br />
etkileri olur.<br />
Kriz: Fırsatlar<br />
Devrevi ekonomik krizler toplumun bütün kesimleri<br />
açısından fırsatlar ve tehlikeleri beraberinde getirir.<br />
Bizi öncelikle ilgilendiren işçi-emekçi sınıflar açısından<br />
fırsat ve tehlikelerdir. Bu bağlamda şimdi yaşadığımız<br />
boyutlardaki krizin yarattığı fırsatlar ve tehlikeler<br />
de büyük.<br />
Kriz dönemleri emekçiler açısından kayıp dönemleridir.<br />
İşsizliğin artışı, çalışanlar açısından gerçek<br />
ücret düşüşleri, yoksulluğun artması, kazanılmış<br />
hakların tırpanlanması kriz dönemlerinin sürekli<br />
yol arkadaşlarıdır. Kriz ne kadar derin olursa, kayıplar<br />
da o kadar büyük olur. Şimdiki kriz devresinde<br />
bunu yaşadık, yaşıyoruz. Krizin şimdi içinde bulunduğumuz<br />
canlanma ve devamında gelmesi muhtemel<br />
kalkınma aşamasında burjuvazi bütün ülkelerde krizin<br />
yükünü işçi emekçilerin sırtına yıkmaya devam<br />
edecek, yaşanan büyük kriz işçi sınıfı ve emekçilerin<br />
kayıplarının mümkün olan en üst seviyede sürdürülmesine<br />
çalışacaktır.<br />
Mali krizi aşmak için seçilen yol olan aşırı devlet<br />
borçlanmasının yükü işçi ve emekçilerin sırtına bindirilmeye<br />
çalışılacaktır. Dolaylı dolaysız vergiler artacak;<br />
gerçek ücret düşüşleri devam edecek, işsizlik<br />
fazla gerilemeyecektir. Demokratik haklar, ekonomik<br />
kazanımlar tırpanlanmaya devam edilecektir.<br />
Bütün bunlar “krizden çıkmak” için çabalar olarak<br />
sunuluyor, sunulacaktır. Fakat bu krizde bir şey<br />
bir kez daha çok iyi görülmüştür: Devletler burjuvazinin<br />
devletleridir. İşçilerin ücretleri düşürülürken,<br />
sosyal haklar kısıtlanırken bankalar ve tekellere milyarlarca,<br />
trilyonlarca devlet yardımı akıtılmaktadır.<br />
Bankalara, tekellere trilyonlar aktarılırken, işçiler<br />
ve emekçilerden elindeki de alınmaktadır. Bu gayet<br />
açık yapılmaktadır. Bunun görüldüğü yerde itirazlar,<br />
buna karşı mücadeleler de kaçınılmaz olarak gündeme<br />
gelmektedir. İşçi ve emekçi hareketinde henüz<br />
sistemi gerçek anlamda tehdit eden devrimci bir içerikle<br />
olmasa da, ve burjuvazi düzen sendikalarının<br />
ve reformist örgütlerin de sayesinde hareketi var<br />
olan hükümetlere karşı protesto çerçevesi içinde tutmayı<br />
başarsa da, gözle görülür bir canlanma vardır.<br />
Avrupa’da, Fransa’da, Yunanistan’da birkaç ay içinde<br />
Genel grev olarak adlandırılan onlarca kitlesel<br />
eylem olmuştur. Almanya’da burjuvazinin kitlelerin<br />
taleplerini dikkate almayan kararlarına karşı, krizin<br />
yükünün emekçilere bindirilmesine karşı, atom santrallerinin<br />
çalıştırılma döneminin uzatılmasına karşı<br />
kitlesel eylemler gelişmektedir. Hareketlenme yalnızca<br />
Avrupa ile sınırlı değil, hemen her ülkede işçi<br />
emekçi hareketinde belirli bir canlanmayı gözlemek<br />
mümkün.<br />
Mali krizle tamamlanan ve derinleşen devrevi kriz<br />
burjuvazinin “krizsiz kapitalizm” yalanlarını yerle<br />
bir etti. Bunun yanında burjuvazinin kriz yönetimi<br />
adına yaptıkları da kapitalizmin gerçek niteliğinin<br />
teşhiri açısından büyük malzeme yaratmış durum-
gündem<br />
da. Şimdi işçi ve emekçi yığınlar içinde antikapitalist/<br />
sosyalist/komünist propagandanın son kriz verileri<br />
temelinde daha anlaşılır biçimde yapılmasının imkanları<br />
var. İşçi ve emekçilerin bu kriz içinde bizzat<br />
kendi hayatlarında edindikleri tecrübeler, burjuvazinin<br />
yalanlarının gösterilmesi için daha elverişli bir<br />
zemin oluşturuyor. Kriz bu yüzden aslında işçi sınıfı<br />
içinde Komünist Partisi inşası çalışmasında yeni ve<br />
büyük fırsatlar yarattı, yaratıyor. Bunları kullanmayı<br />
becermemiz lazım.<br />
Ve Tehlikeler: Faşizm…<br />
Fakat kriz yalnızca Sosyalist/Komünist faaliyetler<br />
açısından fırsatlar yaratmıyor. Burjuvazinin en gerici,<br />
en şoven, en saldırgan kesimlerinin, birçok halde<br />
“Nasyonal Sosyalizm” adı altında pazarlanan faşist<br />
siyasetleri, açık faşist partiler de kriz dönemlerinde<br />
daha fazla taraftar toplayabiliyor. Şu anda faşizm<br />
emperyalist merkezlerde finans kapitalin iktidarını<br />
sürdürmek için gerekli değilse de, (Çünkü onların iktidarı<br />
anda işçi ve emekçi hareketi tarafından gerçek<br />
anlamda tehdit altında değil) faşist iktidar opsiyonu<br />
da hep elde tutuluyor. Burjuva devletler – en demokratik<br />
ülkelerinde bile- bir yandan krizi de bahane<br />
ederek burjuva demokratik hakları tırpanlarken, diğer<br />
yandan sivil faşist güçlerin, partilerin, örgütlerin<br />
gelişmesine göz yumuyor, kimi yerde doğrudan<br />
destekliyor. Bu bağlamda iki yıl önce ilginç bir olay<br />
yaşandı Almanya’da. Alman Federal Meclisi, Alman<br />
Eyaletler Meclisi ve Alman Hükümeti ortak bir iddianame<br />
ile NPD adlı açık faşist partinin yasaklanması<br />
talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular. Delilleri<br />
değerlendiren Anayasa Mahkemesi davayı kabul<br />
etmedi. Çünkü delillerin değerlendirilmesi sırasında<br />
NPD denen örgütün yönetici kademesinin üçte birinin<br />
devlet tarafından görevlendirilmiş ajanlar olduğu<br />
ortaya çıktı. NPD denen örgüt aslında devlet<br />
tarafından yönetiliyordu! Batılı emperyalist ülkelerde<br />
Anti İslamizm ve öncelikle İslam ülkelerinden gelen<br />
göçmenlere karşı kışkırtmaları merkeze koyan açık<br />
ırkçı propagandalar geniş biçimde yaygınlaştırılıyor<br />
ve taban buluyor. Kimi açık faşist örgütler yabancı/<br />
göçmen düşmanlığı merkezli bir propagandayla parlamentolarında<br />
temsil edilecek, kimi hallerde evet<br />
hükümet kurulmasında belirleyici rol oynayacak kadar<br />
oy alabiliyorlar.<br />
Faşizmin siyasi iktidarda en ilerlemiş olduğu ülke<br />
Macaristan. Burada Parlamentoda 2/3 çoğunluğa<br />
sahip olan ve bu çoğunluğa dayanarak açık faşist<br />
görüşleri Anayasaya yerleştiren aşırı sağcı bir parti<br />
hükümette. Ondan daha da faşist, açıkça Nazizm<br />
propagandası yapan Jobik Partisi ise son seçimlerde<br />
% 16,7 oranında oy aldı.<br />
Fakat faşizm demokrasi açısından relatif geri olan<br />
doğuda gelişmiyor yalnızca. Bir zamanlar demokrasinin<br />
örnek ülkeleri olarak adlandırılan, hatta “üçün-<br />
15
gündem<br />
16<br />
cü yol” ülkeleri vb. olarak yutturulan, “sosyal pazar<br />
ekonomisinin”, “sosyal devlet”in örnekleri olarak<br />
gösterilen Kuzey Avrupa ülkelerinin hepsinde açık<br />
faşist partiler parlamentoda temsil edilecek oy oranına<br />
varmış durumda. İsveç’te en son seçimlerde<br />
birbiri ile faşizm konusunda yarışan iki parti birlikte<br />
% 20’nin üzerinde oy aldı. Hollanda’da ve partisinin<br />
kurucusu, yöneticisi ve tek üyesi olan Geert<br />
Wilders’in parti olmayan partisi bugün Hollanda’da<br />
hükümet kurulmasında kilit rolü oynayan güce sahip.<br />
İsviçre’de ırkçılık ve faşizm doğrudan demokrasi<br />
temelinde geliştiriliyor. Minare yasağı ve “hüküm<br />
giymiş göçmenlerin cezasını çektikten sonra otomatikman<br />
sınır dışı edilmesi” için yapılan referandumlarda<br />
çoğunluk bu ırkçı taleplere destek verdi.<br />
Anglo-Sakson tipi demokrasinin örnek ülkesi<br />
ABD’de “Tea Party (Çay Partisi) Hareketi” adı altında,<br />
cumhuriyetçi parti açısından bile “aşırı sağ”<br />
olarak değerlendirilen, yer yer açık ırkçı, militan ve<br />
salakça antikomünist (o kadar ki, Obama’yı bile komünist<br />
görüyorlar) ortaya çıkan bir hareket seçimlerde<br />
önemli oranda oy alabiliyor vs.<br />
Batı’daki faşist gelişmede, egemen burjuvazi kitleleri<br />
kandırabilmek için en önemli ideolojik araçlardan<br />
biri olarak “terörizme” karşı mücadeleyi ve<br />
aynı anlamda islamofobiyi kullanıyor. Anti İslam<br />
kışkırtmalarla emekçiler “batının Yahudi-Hıristiyan<br />
değerleri”ni korumaya çağırılıyor. Bu bizim önümüze<br />
ideolojik mücadele görevi olarak bir yandan bir din<br />
ideolojisi olarak İslama karşı mücadeleyi, diğer yandan<br />
fakat İslam ile “batının Yahudi-Hıristiyan” değerleri<br />
arasında ilkesel bir fark varmış gibi gösteren<br />
ve onların tersine İslamı terörizmle özdeşleştiren İslamofobiye<br />
karşı mücadeleyi koyuyor. Yoktur birbirlerinden<br />
farkları. Ve İslamofobi batının emperyalist<br />
egemenleri tarafından kendi emekçilerini ırkçı kışkırtma<br />
temelinde sınıf kardeşlerine düşman etmenin<br />
ve kendi kuyruğuna takmanın bir aracıdır.<br />
Gelişen faşizm tehlikesi karşısında görev bütün<br />
antifaşist güçlerle eylem birliği içinde faşist güçlere<br />
karşı mücadele etmektir. Anti faşist mücadelede Komünistler<br />
açısından belirleyici önemde olan şey, bu<br />
mücadele içine komünist düşünceleri taşımaktır. Bu<br />
en başta faşizmin burjuvazinin iktidar biçimlerinden<br />
biri olduğu, emperyalizm çağında burjuvazinin en<br />
demokratiğinin bile faşist tedbirler almadan yapamayacağı<br />
düşüncesinin taşınması demektir. Burjuva demokrasisinin<br />
hüküm sürdüğü ülkelerde faşizm bizzat<br />
devlet eliyle geliştirilmektedir. Sivil faşist güçler,<br />
hareketlere karşı mücadele edilirken, bunların devlet<br />
ile olan bağları sürekli teşhir edilmeli, ortaya konmalıdır.<br />
Kapitalizm var olduğu sürece, egemen olduğu<br />
sürece, faşizm tehlikesi hep olacaktır. Faşizmin gerisinde<br />
duran sermayenin egemenliğidir. Gerçek antifaşist<br />
mücadele bu yüzden faşizme karşı mücadeleyi<br />
kapitalizme karşı mücadeleyle birleştiren mücadeledir.<br />
Antifaşist mücadelede bu düşüncelerin yaygınlaştırılması,<br />
işçi ve emekçilerin bu yönde eğitilmesi<br />
bizim için hayati önemdedir. Bundan hiçbir şart altında<br />
vaz geçilemez.<br />
Savaş tehlikesi büyüyor…<br />
Savaş emperyalizm açısından krizden çıkmanın bir<br />
yoludur. Savaş bir yandan içte (cephe gerisinin sağlam<br />
olması, işçi ve emekçilerin “yurtseverlik”, “vatanseverlik”<br />
ideolojisi temelinde burjuvazisinin kuyruğunda<br />
savaşa coşkuyla katılması durumunda) savaş<br />
sanayinin tam kapasite çalışması temelinde, sanayi<br />
üretiminin arttırılması yoluyla krizden çıkmanın<br />
bir aracıdır. Savaş diğer yandan dışta bir emperyalistlerle<br />
rekabette pazar ve hammadde kaynaklarının<br />
elde tutulması ve diğerlerinin aleyhine genişletilmesi<br />
yoluyla, diğer ülke emekçilerinden elde edilen ekstra<br />
karlarla krizden çıkmanın bir yoldur. Bunun ön şartı<br />
tabii savaşta başarı, savaşta kazanmadır. Tersi bir<br />
durumda kaybedilen savaş, çöküşün yolunu açabilir.<br />
Bu yüzden bütün emperyalist güçler dişine tırnağına<br />
silahlıdır, savaşa hazırlıklıdır, bugün hazır olmayan<br />
yarın için hazırlanır. Kriz nasıl kapitalizmin ayrılmaz<br />
yol arkadaşı ise, gerici-emperyalist savaşlar da<br />
sistemin ayrılmaz yol arkadaşlarıdır. Kapitalizmin<br />
eşitsiz gelişme yasası sonucu, emperyalist dünyada<br />
var olan güç dengeleri değişir. Güç dengelerinin değişmesi<br />
bu değişen güç dengelerine göre emperyalist<br />
dünyanın yeniden paylaşılmasını gündeme getirir.<br />
1990’lı yılların başında Rus Sosyal Emperyalizminin<br />
ve Soysal Emperyalist kampın çökmesinden sonra<br />
yeniden kurulan güç dengesi yerini, bir yandan AB<br />
somutunda Almanya/Fransa bloğunun kurulması,<br />
diğer yandan Rusya’nın 2000’li yıllarda yeniden kendini<br />
toparlaması, her şeyden önce de Çin’in 30 yılı<br />
aşkın süredir kesintisiz süren yüksek ekonomik kalkınması<br />
sonucu bugün yeniden paylaşımı gerektiren<br />
yeni bir güç denge dağılımına bıraktı. ABD hala tek<br />
başına dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü<br />
durumunda. Ama ekonomik olarak gücü azalan konumda.<br />
Buna karşı hem AB, hem Çin ekonomik olarak<br />
gücü artan konumdalar. Rusya’da 1990’daki çö-
küşü gerisinde bırakmış durumda. Yeniden paylaşım<br />
dalaşı bütün şiddetiyle sürüyor aslında. Fakat henüz<br />
esasta ABD’nin askeri güç üstünlüğü sürdüğü için<br />
aslında daha fazla pay alması gerekenler; ABD den<br />
bu payı savaş yoluyla talep etmeye hazır olmadıkları<br />
için, emperyalistler arası bir dünya savaşı bugün<br />
gündemde değil. Emperyalist ve gerici savaşlar şimdilik<br />
hala emperyalist büyük güçlerin çıkarlarının<br />
çatıştığı bölgesel savaşlar biçiminde yürüyor. Irak’ta<br />
ve Afganistan’da yürüyen emperyalist işgal savaşları<br />
böyle savaşlardır. Afrika’da yürüyen, en son Fildişi<br />
Sahili’nde bizzat BM güçlerinin taraf olarak katıldığı<br />
savaşlar böyle savaşlardır. Fakat eninde sonunda emperyalistlerin<br />
doğrudan çatışacağı bir savaş ta –eğer<br />
bu devrimlerle önlenemezse, ki gelişme bunun çok<br />
zor olduğunu gösteriyor- gündeme gelecektir. Ve bütün<br />
emperyalistler, en başta da emperyalist büyük<br />
güçler harıl harıl buna hazırlanıyor. Bunun en son<br />
örnekleri, yapılan son NATO zirvesi, Çin’in Pasifikte<br />
ABD egemenliğine darbe vurabilecek bir askeri teknolojiyi<br />
geliştirmiş olması vb. dir.<br />
Şimdi kuruluşu döneminde ABD önderliğinde antikomünist<br />
saldırı savaşları için örgütlenen NATO,<br />
gelinen yerde bir yandan AB ile ABD’nin kendi aralarındaki<br />
askeri bir pakt olarak ve Rusya’ya ittifak öneren,<br />
esasta batılı emperyalistlere kafa tutmaya kalkan<br />
bütün güçlere – orta vadede gelişmesinden korku duyulan<br />
Çin’e- yönelik bir dünya jandarması haline getiren<br />
bir strateji temelinde yeniden örgütleniyor. Son<br />
NATO zirvesinde alınan kararların anlamı bu.<br />
Anda yukarıda belirttiğimiz gibi bir dünya savaşı<br />
gündemde değil. Çünkü ABD dışındaki güçler henüz<br />
ABD’nin egemenliğini savaş yoluyla sorgulayacak<br />
hazırlıkta değil. Ancak olası bölgesel savaşlardan bir<br />
dünya savaşına gelişme potansiyelini içinde taşıyan<br />
çatışma alanları var. Bunların en başında Ortadoğu<br />
geliyor. Ortadoğu’da İran’a bir ABD veya bir İsrail<br />
saldırısı gündemden düşmüş değil. İsrail İran’ın<br />
atom silahı imal edecek durumda olduğu kanısında<br />
olduğu an, ABD doğrudan destek vermese de, tek<br />
başına İran’a saldırır. İsrail tabii ki İran’ı işgal edecek<br />
filan değildir. Fakat İran’ı bombalamaya, hatta<br />
atom silahıyla saldırmaya gücü yeter. Böyle bir saldırı<br />
İran’ın İsrail’e karşı saldırısı ile karşılanır. ABD’nin<br />
devreye girmesi bu durumda kaçınılmazdır. Böyle bir<br />
İsrail-İran savaşı Ortadoğu’da genişleme potansiyelini<br />
içinde taşıyan bir bölgesel savaştır. Ve aslında önümüzdeki<br />
3-5 yıl içinde olasıdır.<br />
İkinci önemli güncel çatışma alanı Güney/Kuzey<br />
Kore’dir. 2010 sonunda bu iki güç yine askeri olarak<br />
karşı karşıya gelmiştir. Hem Kuzey, hem Güney Kore<br />
atom silahına sahiptir. Önümüzdeki dönemde de<br />
bu alanda yeni çatışmalar olasıdır. Orta vadede Çin<br />
HC’nin Tayvan’ı “anavatana” katmak istemesi de kaçınılmazdır.<br />
Ve bunun Hong Kong ve Makao’nun a<br />
anavatana katılmasından daha değişik olma olasılığı<br />
da yüksektir. Çünkü Tayvan ile ABD arasında karşılıklı!<br />
askeri destek paktı vardır. Bunlardan birine<br />
yönelen saldırı, diğeri tarafından savaş nedenidir. Pasifikte<br />
sınırlar sorgulanmaya başlandığında Japonya/<br />
Çin, Rusya/Japonya arasında “çözülmemiş” sınır sorunlarının<br />
gündeme gelmesi de olasıdır. Bütün bunlar<br />
bu alandaki olası bölgesel savaşların da genişleme<br />
ve bir dünya savaşına evrimlenme potansiyelini içinde<br />
taşıdığını göstermektedir.<br />
Komünistlerin emperyalist savaşlar ve savaş tehlikesi<br />
karşısında tavrı bellidir:<br />
Savaşa gerçekten karşı olan kapitalist sistemi yıkma<br />
mücadelesini yükseltmelidir. Çünkü emperyalist<br />
savaşların kaynağı kapitalist sistemin kendisidir. Kapitalist<br />
sistem var olduğu sürece kalıcı barış mümkün<br />
değildir.<br />
Biz kuşkusuz somut belirli bir savaşı engellemek<br />
için, (örneğin Irak’a ve Afganistan’a yönelik emperyalist<br />
işgal savaşlarında olduğu gibi) savaşa karşı mücadeleyi,<br />
kapitalizme karşı mücadele olarak yürütmeyen<br />
pasifist, reformist güçlerle de yan yana geliriz.<br />
Ancak bu ortak mücadelede kendi görüşlerimizi en<br />
geniş biçimde yaygınlaştırmaktan bir an vaz geçmeyiz.<br />
Biz emperyalist gerici savaşlarda “kendi<br />
burjuvazimiz”in yenilgisi için devrimci bozgunculuk<br />
siyaseti izleriz.<br />
WİKİLEAKS OLAYI<br />
“Wikileaks” isimli internet Sitesi, 28 Kasım 2010’da<br />
Wikileaks’in 28 Kasım 2010’da ABD Dışişleri<br />
Bakanlığı’nın değişik ülkelerdeki diplomatlarla yaptığı<br />
yazışmaları içeren 842 belge yayınladı. Sitede<br />
daha önce belgelerin tümünün 2521.287 adet olduğu<br />
ve bunların parça parça yayınlanacağı duyurulmuştu.<br />
Site elinde bu belgelerin varlığını daha önce duyurmuş,<br />
ABD yönetimine bu belgelerin yayınlanmasında<br />
ortaya çıkabilecek can güvenliği ile sorunları ortadan<br />
kaldırmak için işbirliği önermiş, bu önerisi “suç işleyen<br />
korsanlarla işbirliği olmaz” gerekçesiyle reddedilmişti.<br />
Belgeler Wikipedia sitesinde yayınlanmaya<br />
başlanmadan önce, beş ülkede çok okunan ve burju-<br />
gündem<br />
17
gündem<br />
va medya içinde “ciddi-güvenilir ” kategorisinde değerlendirilen<br />
beş basın organına (ABD de New York<br />
Times, İngiltere’de Guardian, Fransa’da Le Monde,<br />
Almanya’da der Spiegel, İspanya’da El Pais) gönderilmiş,<br />
bunlar süzgeçten geçirdikleri belgeler temelinde<br />
diziler yayınlamaya başlamıştı. 29 Kasım’da şimdi<br />
doğrudan belgelerin yayınlanmaya başlanmış olması<br />
ve gerisinin geleceğinin de duyurulmuş olması büyük<br />
gürültü kopardı. Wikileaks sitesi bir anda dünyanın<br />
en çok ziyaret edilen, en önemli sitesi haline geldi.<br />
Başta belgelerin kaynağı olan ABD yönetimi olmak<br />
üzere, bütün egemenler için Wikileaks derhal sesi<br />
kesilmesi gereken, “teröristlere yardım eden”, “insan<br />
hayatını tehlikeye atan”, “hedef gösteren”, “bilgilenme<br />
özgürlüğü adı altında sistemi yıkmak isteyen”<br />
düşman ilan edildi. Daha doğrusu bu düşman ilanı<br />
daha önce yapılmıştı, şimdi artık iyice güçlendirildi.<br />
Wikileaks ne?<br />
Wiki internet dünyasında, herkesin var olan bilgiye<br />
sızan, kamuoyunu ilgilendirdiği halde hükümetler ve<br />
büyük irketler tarafından gizli tutulan bilgi ve belgeleri<br />
yayınlayarak, kamuoyunu bilgilendirme amacına<br />
sahip bir internet sitesi.<br />
Wikileaks’e gelen bilgi ve belgelerin kaynaklarının<br />
gizlenmesi ve bunların –doğruluğu kontrol edildikten<br />
sonra- sansürsüz yayınlanması Wikileaks’in çalışma<br />
ilkesi. Yani eğer herhangi bir kişi bastırılmış,<br />
gizlenen bir gerçeği kamuoyuyla paylaşmak istiyorsa,<br />
Wikileaks bunun için doğru adres. Herkes Wikileaks<br />
sitesine yayınlanmasını istediği belgeyi anonim olarak<br />
yükleme imkanına sahip. Yüklenen adres, tarih<br />
vb. de Wikileaks çalışanları tarafından peşi izlenemez<br />
biçimde siliniyor. Tek posta adresi, Melbourne<br />
Üniversitesi’nde bir posta kutusu.<br />
Wikileaks kim?<br />
18<br />
girip, kendi ismiyle düzeltme yapmasını mümkün kılan<br />
siteler için kullanılan “ön isim”. Bu bağlamda en<br />
çok girilen, kullanılan, en çok bilinen Wiki sitesi, sürekli<br />
gelişen internet ansiklopedisi Wikipedia. Leak<br />
İngilizce, “Delik”, “Sızıntı” anlamlarına geliyor. Wikileak<br />
çeşitli hükümetlerden ve büyük şirketlerden<br />
Wikileaks, sitede verilen bilgiye göre 2006 yılında<br />
Çinli muhaliflerin yanı sıra ABD, Tayvan, Avrupa,<br />
Avustralya ve Güney Afrikalı gazeteciler, matematikçiler<br />
ve şirket teknoloğları tarafından kurulan bir<br />
site. Kurucuların kim olduğu açıklanmıyor. Yalınızca<br />
Avustralyalı gazeteci ve internet aktivisti Julian Assange<br />
ve kendini Daniel Schmitt olarak tanıtan bir<br />
Alman Wikileaks’ın sözcüsü olarak tanınıyorlar.<br />
Wikileaks’in 800-1000 arası ücretsiz, gönüllü, ano-
nim olarak çalışan elemanı var. Bu gönüllüler birbirlerini<br />
İnternet üzerinde şifrelenmiş chat yoluyla<br />
tanıyorlar.<br />
Wikileaks’i kim nasıl finanse ediyor?<br />
Wikileaks çalışanları esas olarak ücretsiz-gönüllü çalıştıklarından,<br />
Wikileaks’ın esas giderlerini İnternet<br />
hizmetini sunan şirkete (Server) ve bürokratik işler<br />
için yapılan harcamalar, son dönemde giderek artan<br />
seyahat masrafları oluşturuyor. Son dönemde artan<br />
davalar da – şimdiye dek hiçbir kaybedilmemiş- avukat<br />
giderleri de, avukatlar gönüllülerden oluştuğu<br />
için ve diğer dava giderleri değişik haber ajansları,<br />
gazeteler vb. tarafından karşılandığı için şimdiye dek<br />
gider oluşturmuyor. 2010 yılından başlayarak 7 Wikileaks<br />
çalışanına maaş ödenmeye başlanmış. Greenpeace<br />
profesyonellere ödenen maaş (5500 Euro) örnek<br />
alınmış. Sitede verilen bilgiye göre şimdi yıllık<br />
600.000 ABD doları gider var. Bu özel kişilerden ve<br />
STK’larından gelen bağışlarla karşılanıyor. Wikileaks<br />
şirketlerden ve hükümetlerden, bunlarla bağıntılı örgütlerden<br />
bağış kabul etmiyor! 2009 yılı sonunda iflas<br />
noktasına gelen Wikileaks 2010 yılında başındaki<br />
bağış kampanyasının başarısı sonucu devam ediyor.<br />
2010 yılındaki faaliyetleri sonucu Wikileaks’a bağışlar<br />
masrafların çok üzerinde. Şu anda maddi sıkıntısı<br />
yok. Ancak bağış işlerinin yürüdüğü banka ve mali<br />
kuruluşlar devletlerin baskısı sonucu Wikileaks’la<br />
yaptıkları anlaşmadan çekildiklerini açıkladıklarında<br />
sorun çıktı. Söz konusu bankalar ve kuruluşlar<br />
wikileaks’i destekleyen internet eylemcileri tarafından<br />
kilitlenip işlemez hale getirilence, tükürdüklerini<br />
yalamak zorunda kaldılar.<br />
Wikileaks eylemcilerinin amacı ne?<br />
Wikileaks sözcüsü J.Assange amaçlarını “ gizli bilgileri<br />
ulaşılabilir hale getirerek toplumda olumlu gelişmelere<br />
yol açmak” olarak adlandırıyor. Assange<br />
toplumdaki olumlu gelişmelerin temelinin “bilgi”<br />
olduğunu savunuyor. Yüksek Fizik eğitimi görmüş<br />
olan Assange WikiLeaks’te yaptıkları işin gazetecilik<br />
olduğunu savunuyor. Guardian’da yayınlanan bir<br />
söyleşisinde bu konuda şöyle diyor : “ Gazetecilik bir<br />
bilim gibi olmalıdır. Olgu iddia ve bilgileri mümkün<br />
olduğunca kontrol edilebilir olmalıdır. Gazeteciler<br />
mesleklerinin inandırıcılığını korumak istiyorlarsa<br />
bu yönde yürümelidirler. Okurlarına karşı daha fazla<br />
saygı göstermelidirler.”<br />
Wikileaks’in tarafsızlık ilkesi<br />
Wikileaks kendi sitesinde tarafsız olduğunu açıklıyor.<br />
Bunun içeriğini gelen bilgi ve belgeleri –yorum<br />
ve değerlendirme yapmaksızın, pozisyon almaksızın<br />
– olduğu gibi yayınlamak olarak dolduruyor. Ancak<br />
bu konuda Wikileaks’in Irak’ta bir helikopterdeki<br />
Amerikan askerlerinin silahsız sivillere ateş açtığını<br />
gösteren videonun sitede “ Kollateral Katiller” başlığı<br />
ile gösterilmesi ABD hükümeti ve medyasının önemli<br />
bölümü tarafından “ABD düşmanı” olarak ilan edilmesi<br />
için yetti. Afganistan’daki savaşla ilgili Wikileaks<br />
sitesinde yayınlanan belgelerde isimlerin silinmemiş<br />
olması üzerine de, Wikileaks’a karşı, Wikileaks’ın<br />
“teröristlere hedef gösterdiği” şeklinde bir kampanya<br />
yürütüldü. Görünen odur ki, bu kampanya etkisini<br />
göstermiştir. Şimdi Wikileaks yayınlama pratiğinde<br />
hiç sansürsüz yayınlamadan vaz geçmiş durumda.<br />
Eline geçen belgeler bağlamında hükümetleri uyarıyor.<br />
Güvenlik açısından ismi silinmesi gerekenleri<br />
silmeleri için çağrı yapıyor vs. Son yayınlanan belgelerde<br />
de kimi isimler silinmiş durumda. Ve örneğin<br />
Türkiye ile ilgili belgelerden biliyoruz ki, sorun yalnızca<br />
güvenlik sorunu değil! Wikileaks şimdiki yayınlama<br />
pratiği ile, başlangıçta içini doldurduğu biçimdeki<br />
tarafsızlık ilkesinden uzaklaşmış durumda.<br />
Wikileaks şimdiye kadar neleri açıkladı?<br />
Wikileaks’in adı kamuoyunda genişçe ilk kez 2007’de<br />
Kenya eski devlet başkanı Daniel Arap Moi’un ailesi<br />
ve çevresinin karıştığı milyarlık rüşvet olayının belgelerinin<br />
yayınlanması ile duyuldu.<br />
2008’de Julius Baer Bank&Trust adlı şirket’i, Scientology<br />
Kilisesini teşhir eden iç yazışmalar yayınlandı.<br />
Ardından İngiltere’deki faşist parti, Biritanya<br />
Milliyetçi Partisi’nin üye listesi yayınlandı.<br />
2009 yılında Wikileaks Kauphting Bank’ın bir iç<br />
belgesini yayınladı. Ardından Fildişi Sahili kıyılarında<br />
batırılan zehirli çöpleri konu alan –gizli- Minton<br />
Raporu yayınlandı. ABD ile AB arasında imzalanan<br />
ve Avrupa’daki banka hesaplarını ABD’nin kontrolüne<br />
açan gizli anlaşma da Wikileaks’te yayınlanarak<br />
gizliliğini yitirdi. Bu epey gürültü kopardı. 2009’da<br />
bunun dışında Wikileaks’te yayınlanan belgeler içinde<br />
öne çıkanlar şunlar: ABD’de 11 Eylül 2001’e ait<br />
(ikiz kulelere saldırı günü) tüm telsiz konuşmaları;<br />
East Anglia Üniversitesi İklim Araştırma bölümü<br />
profesörlerinin e mail yazışmaları; Toll Collect’in<br />
gizli anlaşmaları ve Afganistan’da Kunduz bölgesinde<br />
iki petrol tankeri ve çevresindeki yüzlerce insanın<br />
gündem<br />
19
gündem<br />
20<br />
bombalanması ile ilgili belgeler. Bu belgeler söz konusu<br />
subayın ve Genel Kurmay Başkanının istifasına,<br />
Savunma Bakanı’nın değiştirilmesine yol açtı!<br />
2010 yılında Wikileaks CIA’nin Almanya ve<br />
Fransa’da çalışma stratejilerini konu alan bir iç<br />
belge yayınladı. Almanya açısından önemli olan<br />
Loveparade’in planlama belgelerini yayınladı. (<br />
2010’daki Love Parade, onlarca insanın ezilerek öldüğü<br />
bir faciayla sonlanmıştı. Belgeler hazırlık aşamasında<br />
her türlü güvenlik tedbirinin reddedildiğini<br />
gösteriyordu.) 12 Haziran 2007’de sitede yayınlanan<br />
bir video aynı gün bütün dünyada birinci haber oldu.<br />
Video Irak’ta bir Amerikan helikopterinin silahsız<br />
sivil insanlara (ki bu saldırıda bir gazeteci de ölmüş<br />
ve gazetecinin ölümü “terörist”lere mal edilmişti!)<br />
ateş açmalarını, bu arada kendi aralarında nasıl sakalaştıklarını<br />
vs. gösteriyordu. Wikileaks 26 Temmuz<br />
2010’da Amerikan Ordusu’nun 2004-2009 yılları arasında<br />
Afganistan savaşında tutmuş olduğu 92.000’i<br />
aşkın belgeyi içeren “Savaş Günlüğü”nün önemli bölümünü<br />
yayınladı. Paralel olarak The Guardian, The<br />
New York Times ve Der Spiegel bu belgeler temelinde<br />
dizi yayın yaptılar. Bireysel olayları da kapsayan günlükler,<br />
sivil kayıplar hakkında ayrıntılı bilgiler içermekteydi.<br />
ABD’nin ve batılı emperyalistlerin işgal ve<br />
savaşının gerçek yüzünü belgeliyordu. Bradley Manning<br />
adlı er, belgeleri sızdıran kişi olduğu suçlaması<br />
ile görev yaptığı Kuveyt’teki Camp Arfijan üssünde<br />
tutuklandı. Hala tutuklu. Vatan hainliği ile suçlanarak<br />
yargılanıyor. 2010’da ayrıca Irak savaşından da<br />
–ünlenen video dışında- bir dizi belge yayınlandı.<br />
Tabii en fazla gürültü koparan ve başta ABD olmak<br />
üzere devletlerin Wikileaks’a karşı yoğun saldırılarına<br />
yol açan yayınlama 28 Kasım’daki “cablegate” olarak<br />
adlandırılan Amerikan diplomat yazışmalarının<br />
yayınlanması oldu.<br />
Neden bu kadar gürültü ve panik?<br />
Wikileaks burjuvazinin üzerini örtmek istediği kimi<br />
pisliklerinin belgelerini yayınlayarak aslında “araştırmacı<br />
gazeteciliğin” yapması gereken işi yapıyor.<br />
Wikileaks internet çağında burjuvazinin pisliklerinin<br />
üzerinin örtülmesinin geçmişe oranla iyice zorlaştığını<br />
gösteriyor. Wikileaks kurucuları ve çalışanları<br />
kuşkusuz kapitalist sisteme kökten karşı değiller.<br />
Dertleri kapitalist sistemin yıkılması, sosyalist komünist<br />
bir topluma yürünmesi vs. değil. Onların karşı<br />
olduğu bilgilerin gizlenmesi. Onlar istenirse “bilgi<br />
özgürlüğü savaşçıları”. Fakat özgür bilgi egemenlerin,<br />
burjuvazinin hiç mi hiç işlerine gelmiyor. Wikileaks’a<br />
karşı, onun dışarıdaki yüzü J.Assange karşı yönelen<br />
öfkeli saldırılar bunun açık kanıtı. Kızdıkları kadar<br />
da var. Çünkü belli bilgiler üzerindeki gizlilik ve tekel,<br />
onların iktidarlarının önemli bir aracı. Kuşkusuz<br />
bilginin gizliliğinin kalkması, bilgiye ulaşmanın demokratikleşmesi,<br />
vatandaşın gözünde devletlerin şeffaflaşması<br />
(Burjuva devletler “Şeffaf vatandaşlar” istiyor.<br />
Bireyin devlete karşı hiçbir gizinin kalmaması<br />
için her şeyi yapıyor. Fakat vatandaş karşısında devlet<br />
kapalı kutu. Filtresiz bilgi yok. Kontrol imkanı yok.)<br />
onların sonu değildir. –Kaldı ki burjuva devletlerinin<br />
tam bir şeffaflaşması hiçbir zaman da olmayacaktır.-<br />
Fakat onların işlerini zorlaştırmakta, burjuvazinin<br />
iktidarının pis yüzünün görülmesini sağlamakta,<br />
burjuva devlete güveni sarsmaktadır. Bu anlamda<br />
yıkıcı bir eylemdir Wikileaks’ın yaptığı. Aslında susturulmalıdır.<br />
Ancak internet çağında bu artık mümkün<br />
değil. Wikileaks’e hizmet sunan server baskı ile,<br />
para ile satın alınarak hizmet vermesi engellenebilir.<br />
(Denendi). İnternet ortamında saldırılarla Wikileaks<br />
sitesi çökertilebilir.(Denendi, deneniyor.) Siteye ulaşım<br />
örneğin Çin’de olduğu gibi merkezi olarak engellenmeye<br />
çalışılabilir. Fakat şimdi Wikileaks sitesini<br />
olduğu gibi kopyalamış olan on binlerce internet eylemcisi<br />
var. Yani bir değil, binlerce Wikileaks sitesi<br />
var. Biri kapandı mı diğeri devreye girer, giriyor. Egemenlere<br />
geriye ne kalıyor? Wikileaks’ı yapanları yok<br />
etmek. Burada da zorluk şu: İnternet ortamı bu işi<br />
yapanların çok önemli bölümünün kişi olarak tanınmasını<br />
engelliyor, anonimite sağlıyor. Öne çıkan kişi<br />
Assange bağlamında yaptıklarını, onu bir seks davası<br />
ile bağıntılı olarak tutuklayıp, tecavüzcü olarak<br />
damgalayıp, onun şahsında bütün hareketi teşhir etmeye<br />
çalıştıklarını görüyoruz. Tanıdıkları her Wikileaks’cinin<br />
üzerine benzer yöntemlerle gideceklerdir.<br />
Neyse ki tanımadıkları, tanıyamayacakları onbinlercesi<br />
sıradadır.<br />
Sahte kadın hakkı savunucuları<br />
Burada geçerken şunu ekleyelim: Assange şahsında<br />
Wikileak belgelerinin değerini düşürmek için piyasalanan<br />
tecavüz davasında, bizim genel yaklaşımımız<br />
bellidir. Biz kadının beyanının esas alınmasından<br />
yanayız. Bu bağlamda çıkan haberler şikayette<br />
bulunan iki kadının tecavüzden söz etmediğini ve<br />
fakat burjuva medyadaki Assange –ve onun üzerinden<br />
Wikileaks tabii- resminin adi bir tecavüzcü resmi<br />
olduğunu - gösteriyor. Bundan bağımsız olarak
fakat, şu kesindir ki, bu davada burjuvazinin gerçek<br />
derdi ve niyeti tecavüze uğrayan kadınların hakkını<br />
savunmak, tecavüzcüyü cezalandırmak değildir.<br />
Burada kadın hakkı, susturulmak istenen bir hasmın<br />
susturulması için kullanılan bir araçtır sadece.<br />
Burada burjuvazinin güya kadın hakkına sahip çıkar<br />
görünmesi tam bir sahtekarlıktır. Aynen Afganistan’daki<br />
işgalin gerekçelerinden biri olarak “kadınların<br />
hakları ve özgürlüklerinin savunulması” nın öne<br />
sürülmesinde olduğu gibi büyük bir sahtekarlıktır<br />
bu.<br />
“Delik”li ABD!<br />
Wikileaks’ın yayınlamaya başladığı diplomat yazışmaları<br />
neleri gösteriyor ve etkisi ne?<br />
- En başta ABD Dış İşleri Bakanlığı’na ait 250’i<br />
aşkın belgenin Wikileaks’e ulaşmış olması başlı başına<br />
bir olaydır. Hala bir dizi ML olma iddiasında<br />
grup için dünyanın “Süper Güç” ü olan ABD devletinin<br />
bir bölümü “çok gizli” ibaresini taşıyan belgesini<br />
bile koruyamayacak durumdadır. ABD devleti<br />
“delik”lerinden önemli “sızıntılar” olan bir devlettir.<br />
Bu bütün dünyada ABD hayranlarını çok üzen, ABD<br />
emperyalizmini rezil eden, ona olan –tabii eğer varsa-<br />
güveni ciddi şekilde sarsan, ona zarar veren bir<br />
olaydır.<br />
Komplo teorileri<br />
Bu bağlamda kimi komplo teorisi meraklıları, bu<br />
belgelerin ABD yönetimi tarafından bilinçli olarak,<br />
seçilerek sızdırıldığını ciddi bir biçimde savunuyorlar.<br />
Bunlara göre bu belgeler değişik ülkelerdeki belirli<br />
siyasetçileri teşhir etmek ve oralardaki siyaseti<br />
yönlendirmek için “sızdırılmıştır”. Bunu savunanların<br />
dünyasında aslında ABD her şeye kadirdir! Her<br />
şeyi belirler. Böyle bir devletin arşivinden bu bilgiler<br />
ve belgeler, eğer o devlet istemezse, çıkmaz! Bu gibi<br />
komplo teorisyenleri için örneğin 11 Eylül’de CİA<br />
operasyonudur vs. Hayat bu kadar düz değil! ABD<br />
her şeye kadir değil. Burjuva devletler göründükleri<br />
kadar güçlü ve yenilmez değiller! Bu tip komplo teorisyenlerine<br />
sorulacak soru şudur: Bu belgelerin ortaya<br />
çıkması en fazla kime zarar verdi? O kadar çok<br />
güvendiğiniz ABD emperyalizmine değil mi?<br />
Bir başka tip komplo teorisyeni var. Bunlar iflah<br />
olmaz antisemit (Yahudi düşmanı) bir dünya görüşüne<br />
sahipler. Bu dünya görüşünde dünyayı Yahudiler<br />
yönetiyor. Dünyanın en büyük gücü konumundaki<br />
ABD de her şeyi “Yahudi Lobisi” belirliyor. Bunlara<br />
göre şimdi yayınlanan belgeleri Wikileaks’e “sızdıran”<br />
bu Yahudi lobisidir. (Bazıları İsrail gizli servisi<br />
Mossad’dır diyor) . Bunun nerden çıkardınız diye sorarsanız<br />
cevapları da hazırdır: “Görmüyor musunuz?<br />
Belgelerde İsrail’e karşı olarak kullanılabilecek tek<br />
söz var mı? Ama İsrail düşmanlarını birbirine düşürecek<br />
bir sürü şey var. Örneğin Suudi Arabistan Prensi,<br />
ABD diplomatına İran’ın bombalanmasına sempati<br />
ile baktığını söylüyor vs.” 250 bin belgenin henüz<br />
çok küçük bir bölümünün yayınlandığını İsrail konusunda<br />
nelerin olup olmadığını bilmediğimizi bir<br />
kenara koyalım. Var sayalım ki, bu belgelerde ABD<br />
ile İsrail’deki diplomatların arasındaki haberleşmede<br />
İsrail’e karşı kullanılabilecek malzeme olmasın.<br />
Bu neyin ispatıdır? Böyle bir malzemenin olmadığı<br />
dışında hiçbir şeyin. Üst tarafı falcılıktır. Antisemit<br />
sayıklamadır. İlginç olan T.C. hükümetinin kimi<br />
üyelerinin, başta başbakan, bu tip bir komplo teorisyeni<br />
görüşe yakın açıklamalar yapmış olmasıdır. Onu<br />
da İslamcı antisemitizmlerine yormak gerek.<br />
Burjuva gizli diplomasisi: İki Yüzlülük<br />
Wikileaks’te yayınlanan ABD diplomasi belgeleri,<br />
ABD diplomatlarının ABD’nin “dost” ve “müttefik”<br />
olan devletlerde de, bu devletlerin siyasetine<br />
Washington’un direktifleri ve çıkarları doğrultusunda<br />
yön vermeye çalışan casuslar olduğunu gösteriyor.<br />
Onlar bulundukları ülke içinde kendilerine bilgi, belge<br />
ve dedikodu taşıyan ne kadarının gönüllü, ne kadarının<br />
paralı ajan oldukları belli olmayan bir “Ajanlar<br />
Ağı”nın yöneticileri olarak iş görüyorlar. Birincisi<br />
bu. Bunda bir yenilik yok. Aslında bütün burjuva<br />
ülkelerin yurtdışı temsilciliklerinin görevi; bulunduğu<br />
yerde “Ajanlık”, kendi ülkesinin çıkarları doğrultusunda<br />
çalışmaktır. Yeni değil. Fakat şimdi çok net<br />
olarak belgeleniyor. Bu tabii ki ABD’ye ve genelde de<br />
burjuva diplomasisine güveni sarsıyor, zarar veriyor.<br />
Belgeler ikinci olarak, ABD diplomatlarının bulundukları<br />
ülkelerin bir çok yöneticisi hakkında kendi<br />
merkezlerine ilettikleri raporlarında gayet aşağılayıcı,<br />
küçümseyici değerlendirmeler yaptıklarını gösteriyor.<br />
Bir meyhane toplantısında dedikodu yapar gibi<br />
değerlendirmeler bunlar. Teflon Merkel, Egoman Sarkozy,<br />
ne yapacağı belli olmaz ihtiyar zampara Berlusconi<br />
vs. Yanlış mı değil! Ve bunlar aslında bu dost ve<br />
müttefikler hakkında gerçekten düşünülenler. Sorun<br />
şu ki, bunlar arkadan ve siyaseti belirlemede temel<br />
alınacak olan resmi devlet belgelerinde söyleniyor!<br />
Ne öğreniyoruz: Burjuva diplomasisi iki yüzlülüktür,<br />
gündem<br />
21
gündem<br />
sahtekarlıktır. Bunlar gerçek düşündüklerini insanların<br />
yüzüne söylemez, arkalarından atar tutarlar. Yeni<br />
mi bu? Değil. Yalnızca Amerikan diplomasisinin sorunu<br />
mu? Hayır. Buna rağmen şimdi belgeli olarak<br />
ortadadır. Başta ABD diplomasisi olmak üzere Burjuva<br />
diplomasisi bu belgelerin yayınlanması ile teşhir<br />
olmuş, ağır yara almıştır. ABD açısından, ABD dışişleri,<br />
haklarında negatif değerlendirmeler olan bütün<br />
ülkeler ve diplomatlarına karşı özür dileme pozisyonuna<br />
itilmiş, kötü duruma düşmüştür.<br />
Burjuva siyasetinin acınacak hali<br />
Yayınlanmış olan belgelerin gösterdiği – bunu Türkiye<br />
ile ilgili olarak yayınlanmış az sayıda belgeden<br />
çıkarak, en azından Türkiye bağlamında somut söyleyebilecek<br />
durumdayız- burjuva siyasetinin nasıl salakça<br />
inşa edildiği, onun hali pür melalidir. Neden?<br />
Bir ülkenin değerlendirilmesinde, o ülke bağlamında<br />
izlenecek siyasetin belirlenmesinde tayin edici rol<br />
oynayan belgeler olan diplomat raporları şunlardan<br />
muzdariptir:<br />
- Raporlar onları ileten diplomatın siyasi görüşleri<br />
doğrultusunda “subjektif” tir.<br />
(Türkiye bağlamında raporların yayınlandığı dönemde<br />
Türkiye’de görev yapmış her Büyükelçi, kendi<br />
siyasi görüşleri doğrultusunda rapor vermiştir. Bu<br />
en açık biçimde Neo- Con Edelman’ın raporlarında<br />
görülebilir)<br />
- Birçok halde açıkça dedikodular, bunların dedikodu<br />
olduğu belirtilmeksizin “bilgi” olarak iletilmektedir.<br />
(Medya’da manşetlere çıkan “Erdoğan’ın İsviçre’de<br />
8 Hesabı var”mış bilgisi bu kategoridendir.)<br />
- Raporlarda dayanılan “kaynak”lar da, bir çok halde,<br />
kendi siyasi görüşleri doğrultusunda dedikodu<br />
ve değerlendirmeleri, objektif bilgi gibi sunmakta,<br />
bunlar filtrelenmeden raporlara girmektedir.<br />
Sonuç: ABD dış siyaseti bu gibi bilgi ve değerlendirmeler<br />
temelinde şekillenmektedir.<br />
Şimdi örneğin nasıl oldu da, ABD örneğin Irak’ta<br />
giriştiği savaşı 1,5 iki ayda bitireceği, Irak’ta Saddam’ı<br />
devirdiğinde kurtarıcı olarak karşılanacağı hesabını<br />
yapabildi sorusunun cevabını vermek kolaylaşıyor.<br />
Şimdi ABD’nin örneğin nasıl olup ta, Afganistan<br />
konusunda bu kadar yanlış bir hesap yapabildiği sorusunun<br />
cevabını bulmak kolaylaşıyor.<br />
Şimdi örneğin nasıl olup ta ABD’nin yıllardan beri<br />
yakalamak için peşine düştüğü Osama Bin Laden’i<br />
bir zamanlar “özgürlük savaşçısı” olarak besleyip büyüttüğü<br />
sorusunun ve buna benzer bir dizi sorunun<br />
cevabını vermek kolaylaşıyor.<br />
ABD’nin dış politikası –tabii yalnızca dış politikası<br />
değil, genelde politikası; ve tabii yalnızca ABD’nin<br />
değil, genelde burjuvazinin, sömürücülerin egemen<br />
olduğu bütün ülkelerde politika- sübjektif ve yanlış<br />
değerlendirmeler ve bilgi kabul edilen dedikodular<br />
temelinde şekillenmektedir. Bu politikalarda “başarı”<br />
tesadüftür.<br />
Wikileaks bu belgeleri yayınlamakla, dünyayı değiştirmek<br />
için yola çıkanlara büyük malzeme sağlamıştır.<br />
Onu yapanlara bu anlamda teşekkür borçluyuz.<br />
Şimdi bu malzemenin devamını merakla bekliyoruz.<br />
12 Ocak 2011 ✓<br />
22
Kriz ve T.C. Ekonomisi<br />
gündem<br />
Bütün dünyayı sarsan mali krizle tamamlanan,<br />
devrevi aşırı üretim krizi ülkelerimizde de etkin<br />
bir biçimde yaşandı.<br />
Bir önceki kriz devresinde, 2002’nin ikinci çeyreğinde<br />
başlayan canlanma evresi 2003’de % 4,5 büyüme<br />
ile sürmüştü.Devrenin devamında 2004 de %9,6,<br />
2005 de % 8,5, 2006 da % 7,5’luk büyüme ile üç<br />
yıllık bir kalkınma aşaması yaşandı. 2007’nin birinci<br />
çeyreğinde de % 7,6’lık ortalamanın üzerinde bir büyüme<br />
ile kalkınma aşaması sürdü.<br />
2007’nin ikinci çeyreğinden itibaren büyüme hızı,<br />
hızla düşmeye başladı.<br />
Büyüme hızının 2007’de üç aylık dönemler (çeyrekler)<br />
itibarıyla izlediği seyir şöyle:<br />
Dönem<br />
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Sonuçları 2007<br />
Cari<br />
fiyatlarla<br />
GSYH<br />
(Milyon<br />
YTL)<br />
Gelişme<br />
hızı<br />
Sabit<br />
fiyatlarla<br />
GSYH<br />
% (Milyon<br />
YTL)<br />
Gelişme<br />
hızı<br />
I 188 681 17.9 22 738 7.6<br />
II 210 476 14.6 24 618 4.0<br />
III 236 000 10.6 27 818 3.4<br />
IV 221 230 9.9 25 872 3.4<br />
2007<br />
Yıllık<br />
856 387 12.9 101 046 4.5<br />
(TÜİK Haber Bülteni, Sayı 208, 30 Haziran 2008)<br />
Görüldüğü gibi 2006’daki % 7,5’luk büyüme % 3<br />
lük bir gerileme ile yerini 2007 de toplam % 4,5’luk<br />
bir büyümeye bıraktı. 2007’nin ikinci çeyreğinde başlayan<br />
his edilir gerileme ondan sonraki iki çeyrekte<br />
de sürdü. Bu Türkiye ekonomisinin 2007 ikinci çeyreğinden<br />
başlayarak yeni bir kriz devresine girdiği<br />
anlamına geliyordu.<br />
Bu ‘büyümenin gerileme eğilimi’ 2008 yılında da,<br />
üç aylık dönemler açısından dalgalanmalı olarak<br />
sürdü. 2008’in dördüncü çeyreğinde ekonomi büyümedi,<br />
% - 7’lik bir oranla küçüldü. Bu uluslararası<br />
mali krizin Türkiye’deki devrevi krize yansıması idi.<br />
Ekonomide 2002’nin dördüncü çeyreğinden bu yana<br />
ilk kez, hem de çok sert düşüşlü bir gerileme yaşanıyordu.<br />
2008 yılı için üç aylık dönemlerle ele alınan<br />
GSYİH sonuçları bu gelişmeyi net olarak<br />
belgeliyor: (Bkz. Aşağıdaki Tablo)<br />
% Mali kriz Türkiye ekonomisine bir çok<br />
başka ülkede olduğu gibi banka iflasları vb.<br />
biçiminde yansımamıştı. Bu bağlamda hükümetle/muhalefet<br />
arasında yaşanan “teğet<br />
geçti”mi, geçmedi mi tartışması hatırlansın.<br />
Başta R.T.Erdoğan olmak üzere hükümet<br />
sözcüleri ısrarla “Krizin Türkiye’yi teğet geçeceği<br />
ve geçtiği” tezini işliyorlar, muhalefet<br />
sözcüleri de Türkiye’nin krizi en derin biçimde<br />
yaşadığını iddia ediyorlardı. Aslında<br />
her iki yan da değişik bağlamlarda yalan söylüyordu.<br />
Cari fiyatlarla<br />
GSYH<br />
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Sonuçları 2008<br />
Gelişme<br />
hızı<br />
Cari fiyatlarla<br />
GSYH<br />
Gelişme hızı<br />
Sabit fiyatlarla<br />
GSYH<br />
Gelişme<br />
hızı<br />
Dönem (Milyon TL) % (Milyon $) % (Milyon TL) %<br />
I* 215 606 14.7 179 819 35.1 24 446 7.0<br />
II* 239 363 17.8 188 940 24.6 25 226 2.6<br />
III* 262 392 13.0 216 667 20.7 28 010 0.9<br />
IV* 233 173 6.1 156 668 -15.1 24 240 -7.0<br />
2008 Yıllık* 950 534 12.7 742 094 14.4 101 922 0.7<br />
(TÜİK Haber bülteni, Sayı:55,31 Mart 2010)<br />
23
gündem<br />
Hükümet mali kriz bağlamında ele alındığında “teget<br />
geçti” derken bir bakıma haklıydı. Mali kriz tek başına<br />
ele alındığında, Türkiye’de, bir dizi ülkede olduğu<br />
gibi banka iflaslarına yol açmamıştı. 2001’deki banka<br />
çöküşleri sonunda yapılan yasal değişiklikler ile<br />
banka sistemi yeniden yapılandırılmıştı. Bu yeni yapı<br />
yeni mali krizde dayanıklı çıktı. Hükümetin küçük<br />
mevduatlara hükümet/devlet garantisi veren tavrı sonucu,<br />
mali sektörde olası bir paniğin de önüne geçildi.<br />
Bu açıdan bakıldığında bütün dünyayı sarsan,<br />
uluslararası piyasalarda çöküşlere yol açan mali kriz<br />
“Türkiye’yi teğet geçti.” Muhalefet<br />
“en derin kriz” söylemiyle<br />
bu gerçeği gözlerden<br />
gizlediği noktada yalan söylüyordu.<br />
Diğer yandan fakat<br />
tabii ki uluslararası alandaki<br />
mali krizle birleşen ekonomik<br />
kriz, Türkiye’de de<br />
etkisini gösterdi. Hükümet<br />
de tam da bu etki yaşanmamış<br />
gibi gösterdiği noktada<br />
açıkça yalan söylüyordu. Bu<br />
etki kendini devrevi aşırı üretim krizinde düşüşün<br />
“normal” gelişme dönemlerinden çok daha sert olması<br />
biçiminde ve kriz devresinin depresyon evresine<br />
kriz başladıktan bir buçuk yıl sonra , yani oldukça<br />
erken girilmesi biçiminde gösterdi. Ve Türkiye ekonomisi<br />
bu kriz devresinde dibe vururken, 2009 birinci<br />
çeyreğinde % -14,6 küçülerek ikinci dünya savaşından<br />
sonra tarihinin en yüksek daralmasını yaşadı.<br />
Ekonomide küçülme, küçülmenin boyutları gerileyerek<br />
2009’un ikinci (-7,6) ve üçüncü (-2,7) çeyreğinde<br />
de sürdü. 2009’un dördüncü çeyreğinden itibaren<br />
İşler onlar açısından böyledir,<br />
fakat işçiler-emekçiler açısından<br />
böyle değildir. Büyüyen zenginlik<br />
pastasından aslan payını, her zaman<br />
olduğu gibi burjuvazi, en başta<br />
işbirlikçi, tekelci burjuvazi almaktadır.<br />
ekonomi yeniden büyümeye başladı. Fakat 2009 yılı<br />
sonuçta % -4,7’lik küçülme ile kapandı. Yıl bazında<br />
ele alındığında 2001’deki % - 5,7’lik küçülme ertesinde<br />
ekonomi 2009’da ilk kez yeniden daraldı. 2009<br />
GSYİH sonuçlarında bu gelişme görülüyor:<br />
(Bkz. Aşağıdaki Tablo)<br />
Bu kuru rakamların işçiler ve emekçiler acısından<br />
anlamı, krizin yükünün onların sırtına bindirilmesi,<br />
artan işsizlik, artan yoksulluk, halen bir işte ücretli<br />
olarak çalışabilenler için, karşılıksız daha fazla<br />
çalışma, sömürünün yoğunlaşması, gerçek ücretlerin<br />
düşüşü, köylüler açısından<br />
küçük ve orta köylülüğün<br />
tasfiyesinin hızlanmasıdır.<br />
Devrevi Krizde<br />
Canlanma Evresi:<br />
Burjuvazi için işler<br />
tıkırında…<br />
2009’un 4. çeyreğinde başlayan<br />
yeniden büyüme olgusu,<br />
izleyen 2010’nun I.,<br />
II, ve III. üç aylık dönemlerinde<br />
de sürdü. Bu büyümenin geçici bir dalgalanma<br />
değil, bir eğilim olduğunu gösteriyor ve içinde<br />
bulunduğumuz 2007’nin ikinci çeyreğinde başlamış<br />
olan kriz devresinde, 2009‘un dördüncü çeyreğinde<br />
canlanma evresine girilmiş olduğu anlamına geliyor.<br />
Türkiye ekonomisinin 2010’nun ilk iki çeyreğindeki<br />
büyüme oranları (% 11,8 ve % 10.2) gerek Türkiye,<br />
gerekse dünya ekonomisi açısından ortalamanın çok<br />
üzerinde idi. Canlanma evresindeki bu büyüme, III.<br />
Çeyrekte % 5,5’luk büyüme ile hız keserek sürdü.<br />
Yine de ilk iki çeyrekteki yüksek büyüme oranları so-<br />
Cari fiyatlarla<br />
GSYH<br />
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Sonuçları 2009<br />
Gelişme<br />
hızı<br />
Cari fiyatlarla<br />
GSYH<br />
Gelişme<br />
hızı<br />
Sabit<br />
fiyatlarla<br />
GSYH<br />
Gelişme hızı<br />
Dönem (Milyon TL) % (Milyon $) % (Milyon TL) %<br />
I 208 546 -3.3 126 331 -29.7 20 885 -14.6<br />
II 229 326 -4.2 145 939 -22.8 23 298 -7.6<br />
III 262 456 0.0 174 443 -19.5 27 265 -2.7<br />
IV 252 307 8.2 170 041 8.5 25 696 6.0<br />
2009<br />
Yıllık<br />
952 635 0.2 616 753 -16.9 97 144 -4.7<br />
24<br />
(TÜİK Haben Bülteni, Sayı:206, 10 Aralık 2010)
nucu, ilk 9 ay için büyüme oranı % 8,9. Son çeyrekte<br />
de büyümenin biraz gerileyerek sürmesinin normal<br />
olduğu koşullarda, % 8’e yakın bir oranda büyüme<br />
sağlanmış olacaktır.<br />
Aşağıdaki 2010 yılının ilk üç çeyreğinde GSYİH<br />
gelişme seyrini gösteren tablo bunu ortaya koymaktadır:<br />
göre 2010 sonunda yüzde 3.3, IMF’ye göre yüzde 3.7<br />
büyüyeceğiz” demeyi tercih etti.<br />
Herhalde bu kriz devresinde, uluslararası mali krizin<br />
etkilemesi sonucu çok kısa sürede girilen depresyondan,<br />
canlanma evresine yine kısa sürede geçildi<br />
ve canlanma da ekonomi aktörlerinin beklentisinden<br />
daha boyutlu yaşandı. Kuşkusuz 2010 için şim-<br />
gündem<br />
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Sonuçları 2010’nun ilk üç dönemi<br />
Cari fiyatlarla<br />
GSYH<br />
Gelişme<br />
hızı<br />
Cari fiyatlarla<br />
GSYH<br />
Gelişme<br />
hızı<br />
Sabit<br />
fiyatlarla<br />
GSYH<br />
Gelişme<br />
hızı<br />
Dönem (Milyon TL) % (Milyon $) % (Milyon TL) %<br />
I* 241 829 16.0 160 304 26.9 23 357 11.8<br />
II* 268 274 17.0 174 562 19.6 25 679 10.2<br />
III 298 089 13.6 197 113 13.0 28 762 5.5<br />
2010 9 aylık 808 192 15.4 531 979 19.1 77 799 8.9<br />
(TÜİK Haber Bülteni, Sayı:206, 10 Aralık 2010)<br />
Bu temelde 2010 için beklenen % 8’e yakın büyüme<br />
oranı, 2009 sonu, 2010 başında bütün dünya ve ülkedeki<br />
–hükümet dahil- ekonomi aktörlerinin beklentisinin<br />
üzerinde bir orandır. Bu bağlamda örneğin<br />
OECD’nin Türkiye için 2010 büyüme öngörüsü % 3,7<br />
idi. Dünya Bankası %3,3, IMF % 3,7’lik bir büyüme<br />
bekliyordu. Türkiye’deki ekonomi aktörleri de bunu<br />
baz aldılar. Hükümet orta vadede ortalama büyüme<br />
hedefi olarak koyduğu % 6,8 den küçük, fakat uluslararası<br />
rakamlardan biraz büyük bir büyümeyi “inşallah”<br />
öngörüyordu! Türkiye’nin en önemli ekonomi<br />
aktörlerinden TÜSİAD 21 Kasım 2009 tarihinde<br />
2010 yılı için “Türkiye 2010 sonunda yüzde 2.7 olarak<br />
büyüyecek” diyordu. TÜSİAD bu tahminine gerekçe<br />
olarak “Çünkü krizden çıkış çok yavaş olacak” değerlendirmesini<br />
getiriyordu.<br />
Aynı TÜSİAD 14 Ekim 2010 tarihinde resmî bir<br />
açıklama ile 2010 beklentisini yüzde 7’ye çıkardı.<br />
2009 Kasım’ında “Türkiye krizden çok yavaş çıkacak”<br />
diyen TÜSİAD, bir yıl sonra yayımladığı raporda<br />
bu sefer, “Türkiye beklentilerin üzerinde bir performans<br />
sergiliyor” demek zorunda kaldı.<br />
Hükümete TÜSİAD’dan daha yakın görünen<br />
MÜSİAD‘ta 2010 yılı başında yaptığı öngörüde 2010<br />
yılı sonu için büyüme tahminini yüzde 4-5 aralığında<br />
olarak veriyordu.<br />
TİSK ise büyüme öngörüsü bağlamında Dünya<br />
Bankası ve IMF’e atıfta bulunarak “Dünya Bankası’na<br />
di beklenen % 8‘e yakın büyüme, bir yıl öncesinin %<br />
-4,7’lik küçülmeyi çıkış ve referans noktası olarak<br />
alan, bir yıl önceye göre olan bir büyümedir. Bu büyüme<br />
ile henüz 2007 birinci çeyreğindeki, yeni kriz<br />
devresi öncesindeki seviyeye bile varılmamıştır. Ancak<br />
eğilim, eğer bu arada örneğin uluslararası alanda<br />
patlaması muhtemel yeni bir mali krizin etkileri ile<br />
kırılmaya uğramazsa, 2011’de bu seviyenin yakalanması,<br />
kriz devresinde kalkınma aşamasına girilmesi<br />
yönündedir.<br />
Yani T.C.’nin burjuvazisi açısından işler tıkırındadır.<br />
Sanayide kapasite kullanımı % 80 civarındadır.<br />
Ve sanayi yüksek oranda büyümenin esas yükünü<br />
taşır durumdadır. Bankalar ve tekeller en karlı dönemlerinden<br />
birini yaşamaktadırlar.<br />
Ya işçiler, köylüler, emekçiler ne durumda?<br />
İşler onlar açısından böyledir, fakat işçiler-emekçiler<br />
açısından böyle değildir. Büyüyen zenginlik pastasından<br />
aslan payını, her zaman olduğu gibi burjuvazi, en<br />
başta işbirlikçi, tekelci burjuvazi almaktadır. İşçilereköylülere-emekçilere<br />
artan zenginlikten düşen, relatif<br />
yoksullaşmadır. Onların, aslında onların büyüttüğü<br />
zenginlik pastasından aldıkları pay oran olarak küçülmektedir.<br />
Bütün sömürücü toplumlar için geçerli<br />
olan bu gelişme, T.C. somutunda milyonlarca emekçi<br />
açısından yoksulluk, bir çok halde açlık sınırında<br />
yaşamak, yaşamaya çalışmak anlamına gelmektedir.<br />
25
gündem<br />
26<br />
Bugün Türkiye’de 3 milyonu aşkın kişi asgari ücretle<br />
çalışıyor. Sendikalar 4 kişilik ailenin açlık sınırını<br />
934 Lira olarak hesaplıyorlar. Asgari ücret ise 629<br />
Lira. 3,5 milyonun üzerinde emekçi istatistiklerde<br />
ücretsiz aile işçisi olarak, yani boğaz tokluğuna, ücret<br />
almadan çalışan olarak görünüyor. Yani durum burjuvazi<br />
için gayet iyi görünürken, milyonlarca emekçi<br />
açısından gayet kötüdür. Sorun şu ki, emekçilerin<br />
somut durumu açısından AKP hükümeti dönemi<br />
öncekilere göre kötüler içinde daha az kötü biçiminde<br />
ifade edilebilecek bir durumdur. Bu bağlamda<br />
2009 yılında yayınlanan TÜİK “Yoksulluk Çalışması<br />
2009”, Türkiye’deki yaygın yoksulluk olgusunu tespit<br />
ederken, aynı zamanda AKP hükümeti döneminde<br />
en yoksullar açısından belli biraz düzelme olduğunu<br />
da gösteriyor. Raporun özeti şöyle:<br />
Yoksulluk sınırı yöntemlerine göre fert<br />
yoksulluk oranları<br />
(Bkz. Sayfa 27’deki Tablo)<br />
TÜİK Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumu olarak<br />
açlık ve yoksulluk sınırını örneğin sendikalardan<br />
çok daha düşük seviyede hesaplıyor. Fakat bu sınır<br />
nasıl hesaplanırsa hesaplansın mutlak yoksullaşmada<br />
belirli bir gerileme olduğu, buna karşı “harcama<br />
esaslı göreli yoksulluk”ta bir artış olduğu görülmektedir.<br />
Bunun yanında kırda yoksulluk durumunun,<br />
kentlerden daha kötü olduğu da görülmektedir. En<br />
yoksulların durumunda mutlak yoksulluğun gerilemesi<br />
AKP’ni bu kesimin çoğunluğunda da ehven-i<br />
şer yapmaktadır.<br />
Gerçek devrimci bir alternatifin geniş emekçi yığınlar<br />
açısında elle tutulur bir umut olarak görünmediği<br />
bir dönemde, ehven-i şer tercih nedeni olmaktadır.<br />
AKP’nin seçim galibiyetlerinin temelinde bu<br />
ekonomik durum yatıyor. Kuşkusuz emekçilerin küçümsenmeyecek<br />
kesiminde var olan ve AKP’nin gayet<br />
iyi kullandığı Kemalist vesayet rejimine duyulan<br />
tepki de rol oynuyor, fakat belirleyici olanın ekonomi<br />
olduğu bilinmelidir.<br />
Siyasi bütün analizlerde ve bunlara dayalı olarak<br />
geliştirilen tüm siyasetlerde, temelin yukarıdaki somut<br />
gerçekler olması gerektiğinin bilincinde olunması<br />
hayati önemdedir.<br />
Şimdi önümüzde 6 ay sürecek sıkı bir seçim kampanyası<br />
var. Ve AKP hükümeti bu seçimlere<br />
yukarıdaki ekonomik tablo temelinde giriyor.<br />
Bu ekonomik tablo ona büyük avantajlar sağlayan,<br />
AKP’nin uyguladığı ekonomik istikrar programında<br />
çok büyük sapmalar oldukça büyük “seçim hediyeleri”<br />
dağıtabileceği bir tablodur.<br />
Referandum sonrasında iktidar dalaşında<br />
kartlar yeniden arılıyor!<br />
12 Eylül 2010 Referandumu KK/Türkiye’de egemen<br />
sınıfların iki kanadı arasındaki iktidar dalaşı açısından<br />
büyük önem taşıyordu.<br />
12 Eylül 2010 Referandumunun konusu görünürde<br />
ve resmen AKP’nin meclisteki çoğunluğu ile gerçekleştirdiği<br />
Anayasa değişiklikleri idi. 1982 Anayasası<br />
üzerinde 26 ( Parti yasaklanmasını neredeyse imkansız<br />
kılan 27. değişiklik bilindiği gibi, 330 oy altında<br />
kaldığından –yani AKP Meclis Grubu bu noktada<br />
fire verdiğinden- yasalaşmadı ve Referanduma götürme<br />
imkanı da kalktı.) değişikliği içeren, Anayasa değişikliği<br />
ile ilgili yasa Anayasa gereği halk oylamasına<br />
sunuldu.<br />
Anayasa değişikliği yasası üzerindeki son rötuşlar<br />
Referandum öncesinde, CHP’nin iptal talebi ve umuduyla<br />
başvurduğu Anayasa Mahkemesi tarafından<br />
yapıldı. Anayasa Mahkemesi’ndeki Kemalist siyaset<br />
mühendisleri,CHP’nin iptal talebini reddederken,<br />
CHP’nin YARSAV ile birlikte hazırladığı bir konuda<br />
onların istediği doğrultuda “düzeltme” yaptı. HSYK<br />
için yapılacak seçimlerde kullanılacak yöntem konusunda<br />
yasada yazılan ve her oy kullananın ancak tek<br />
kişiye oy verebilmesini öngören yöntem Anayasanın<br />
‘seçimlerde eşitlik ilkesi’ne aykırı görülerek yeniden<br />
yazıldı! Anayasa Mahkemesi yasa koyucu olarak davranarak<br />
güya eşitlik ilkesine uygun olan liste seçimini<br />
HSYK için yapılacak seçimlerde kullanılacak<br />
yöntem olarak belirledi. (Aslında yapılan ilginç bir<br />
siyaset mühendisliği idi. Ama bunun temelinde yatan<br />
hesabın yanlış olduğu daha sonra pratikte görüldü.<br />
Buna aşağıda yeniden döneceğiz.)<br />
Halk oylamasına sunulan görünürde ve resmen<br />
Anayasa değişikliği hakkında yasa idi, fakat gerçekte<br />
Referandum AKP hükümetine, AKP‘ye evet mi, hayır<br />
mı? Referandumuna dönüştü.<br />
Bu dönüşmede baş rolü aslında CHP ve MHP oynadılar.<br />
Bu iki parti bütün Referandum kampanyasını<br />
AKP’nin icraatlarına ve AKP’ne hayır deme<br />
çağrısı üzerine kurdular. Öyle ki, CHP’nin yeni başkanı<br />
Referandum kampanyasında gittiği her yerde,<br />
halkın derdi ne ise, onu adlandırıyor ve bu sorunun<br />
nedeninin AKP hükümeti olduğunu söylüyor, sorunun<br />
çözümü isteniyorsa AKP’ne hayır denmesi,
Gıda yoksulluğu<br />
(açlık)<br />
Yoksulluk<br />
(gıda+gıda dışı)<br />
Kişi başı günlük 1<br />
$’ın altı (1)<br />
Kişi başı günlük<br />
2,15 $’ın altı (1)<br />
Kişi başı günlük 4,3<br />
$’ın altı (1)<br />
Harcama esaslı<br />
göreli yoksulluk (2)<br />
Gıda yoksulluğu<br />
(açlık)<br />
Yoksulluk<br />
(gıda+gıda dışı)<br />
Kişi başı günlük 1<br />
$’ın altı (1)<br />
Kişi başı günlük<br />
2,15 $’ın altı (1)<br />
Kişi başı günlük 4,3<br />
$’ın altı (1)<br />
Harcama esaslı<br />
göreli yoksulluk (2)<br />
Gıda yoksulluğu<br />
(açlık)<br />
Yoksulluk<br />
(gıda+gıda dışı)<br />
Kişi başı günlük 1<br />
$’ın altı (1)<br />
Kişi başı günlük<br />
2,15 $’ın altı (1)<br />
Kişi başı günlük 4,3<br />
$’ın altı (1)<br />
Harcama esaslı<br />
göreli yoksulluk (2)<br />
Yoksulluk sınırı yöntemlerine göre fert yoksulluk oranları<br />
2002 2003 2004 2005 2006 2007(*) 2008 2009<br />
TÜRKİYE<br />
1,35 1,29 1,29 0,87 0,74 0,48 0,54 0,48<br />
26,96 28,12 25,60 20,50 17,81 17,79 17,11 18,08<br />
0,20 0,01 0,02 0,01 - - - -<br />
3,04 2,39 2,49 1,55 1,41 0,52 0,47 0,22<br />
30,30 23,75 20,89 16,36 13,33 8,41 6,83 4,35<br />
14,74 15,51 14,18 16,16 14,50 14,70 15,06 15,12<br />
KENT<br />
KIR<br />
0,92 0,74 0,62 0,64 0,04 0,07 0,25 0,06<br />
21,95 22,30 16,57 12,83 9,31 10,36 9,38 8,86<br />
0,03 0,01 0,01 - - - - -<br />
2,37 1,54 1,23 0,97 0,24 0,09 0,19 0,04<br />
24,62 18,31 13,51 10,05 6,13 4,40 3,07 0,96<br />
11,33 11,26 8,34 9,89 6,97 8,38 8,01 6,59<br />
2,01 2,15 2,36 1,24 1,91 1,41 1,18 1,42<br />
34,48 37,13 39,97 32,95 31,98 34,80 34,62 38,69<br />
0,46 0,01 0,02 0,04 - - - -<br />
4,06 3,71 4,51 2,49 3,36 1,49 1,11 0,63<br />
38,82 32,18 32,62 26,59 25,35 17,59 15,33 11,92<br />
19,86 22,08 23,48 26,35 27,06 29,16 31,00 34,20<br />
(1) Satınalma gücü paritesine (SGP) göre hesaplama yapılmıştır. 2009 yılı için 1 $’ın SGP’ne göre karşılığı<br />
olarak 0,917 TL kullanılmıştır.<br />
(2) Eşdeğer fert başına tüketim harcaması medyan değerinin %50’si esas alınmıştır.<br />
(*) Yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir.<br />
gündem<br />
2009 Yoksulluk Çalışması Sonuçları, TÜİK<br />
27
gündem<br />
28<br />
Referandumda hayır oyu kullanılması gerektiğini<br />
söylüyordu. MHP, AKP’nin açılım siyaseti ile ülkeyi<br />
bölünmeye götürdüğünü söylüyor, bu engellenmek<br />
isteniyorsa Referandumda hayır denmesi çağrısı<br />
yapıyordu. Referandumda evet oylarının AKP<br />
oylarından yüksek çıkacağının belli olduğu, (Referandumda<br />
hayır oyları sonuçta evetten fazla olduğu<br />
şartlarda da, evet oylarının AKP oylarından fazla<br />
olacağı açıktı.) bu anlamda AKP’nin her halükarda<br />
kazanacağı baştan belli olan bir Referandumda, hayır<br />
oylarının AKP’ye hayır /evet oylarının da AKP’ye<br />
evet anlamına geleceği üzerine kurulu bir muhalefet<br />
stratejisi siyaseten aptalca bir strateji idi. Fakat CHP<br />
ve MHP, yığınlar içinde AKP’nin iktidar yıpranmasının<br />
boyutlarını olduğundan fazla gördüklerinden,<br />
kendilerini buna inandırdıklarından olsa gerek, Referandumdan<br />
hayırın daha fazla çıkabileceği hesabıyla<br />
girdiler Referanduma. Kendilerine yakın “Araştırma<br />
Şirketleri”nin yaptığı ve hayır ve evetleri baş başa<br />
giden gösteren “Kamuoyu yoklamaları” da onları bu<br />
stratejilerinde destekledi. AKP Referandum kampanyasında<br />
yer yer Referandumun bir genel seçim<br />
vb. olmadığını vurgulamasına ve kampanya boyunca<br />
Anayasa değişikliklerinin “ileri demokrasi” yönünde<br />
atılan adımlar olduğunun propagandasını yapmasına<br />
rağmen, bu anlamda Anayasa değişikliklerinin içeriği<br />
üzerine yoğunlaşmasına rağmen, aslında Referandumun<br />
AKP’ne evet mi /hayır mı referandumuna dönüştürülmesinden<br />
çok daha rahatsız olmadı. Tersine<br />
bu onun da işine geldi. AKP bunun dışında Referandum<br />
kampanyasında, diğer partilerin tabanından da<br />
oy alabilmek amacıyla demagojik bir şekilde, 12 Eylül<br />
ile hesaplaşma temasını işledi. 12 Eylül Anayasasının<br />
temeline bu Anayasa değişiklikleri ile dokunulmadığı<br />
halde, geçici 15. maddeyi kaldıran değişiklik<br />
abartılarak, AKP 12 Eylül’e hayır diyen herkesi evet<br />
oyu vermeye çağırdı. Başbakan kampanyayı mecliste<br />
AKP grubunda yaptığı teatral/dramatik ağlamalı/<br />
ağlatmalı 12 Eylül’ün astığı değişik görüş ve örgütlerden<br />
kimi gençleri anan bir konuşmayla başlattı!<br />
Referandum kampanyası sırasında, burjuvazinin<br />
muhalefet örgütleri açısından AKP iktidarının<br />
T.C’nin sonu anlamına geldiği, onun mutlaka iktidardan<br />
uzaklaştırılması gerektiği konusunda getirilen<br />
gerekçelendirmelerde de bir değişiklik olduğu<br />
açıkça görüldü. Artık AKP iktidarı “şeriat” öcüsünün,<br />
T.C’nin devrilip yerine şeriatla yönetilen bir<br />
devletin kurulmasının yolu olarak gösterilmekten<br />
önemli ölçüde vazgeçilmiş, şeriat öcüsü rafa kaldırılmıştı.<br />
Şimdi AKP iktidarı “tek parti rejimine”, “tek<br />
adam diktatörlüğüne”, “faşizme”, “seçilmiş krallığa”<br />
geçişin iktidarı olarak gösterilmeye başlanmıştı. Bunun<br />
engellenmesi için de AKP’ne dur denmesi, Referandumda<br />
mutlaka hayır denmesi gerekli idi. Referandum<br />
Türkiye Cumhuriyeti’ni tek parti/tek adam<br />
diktatörlüğünden, faşizmden kurtarmak için hayati<br />
öneme sahipti. Referandum kampanyası döneminde<br />
bu tezleri açıklayan senaryolar medyada geniş bir<br />
biçimde yayınlandı. Kampanyanın başlangıcında yayınlanan<br />
ve AKP iktidarını teşhir eden iki kitap, Haliçte<br />
Yaşayan Simonlar (Hanefi Avcı) ve “Takunyalı<br />
Führer “(Ergün Poyraz) en çok satan kitaplar listesinin<br />
başında ilk iki sırayı kaptılar!<br />
Sonunda YSK, 12 Eylül 2010’da yapılan Referandumun<br />
resmi sonuçlarını 22. 9. 2010 tarihinde şöyle<br />
açıkladı:<br />
Kayıtlı Seçmen sayısı * : 52.051.828<br />
Halk oylamasında oy kullananların sayısı:<br />
38.369.099<br />
Halk oylamasına katılma oranı : %<br />
73.71<br />
Geçerli oy toplamı : 37.644.037<br />
EVET oyları toplamı : 21.787.244<br />
EVET oyları oranı : % 57.88<br />
HAYIR oyları toplamı : 15.856.793<br />
HAYIR oyları oranı : % 42.12<br />
(* Türkiye’de kayıtlı olan seçmen sayısı 49.495.493<br />
+ yurtdışında kayıtlı olan seçmen sayısı 2. 556.335)<br />
Sonuçlardan kimi sonuçlar<br />
*Bu Referandum sonuçları AKP açısından bir kez<br />
daha oy kullanan seçmen bazında AKP’ye güçlü bir<br />
desteğin sürdüğünün yeni bir kanıtı idi. Tek başına<br />
AKP, onun egemen burjuvazi saflarındaki siyasi rakiplerine<br />
karşı geçerli oy kullanan seçmen bazında,<br />
6 milyona yakın fark atıyordu. AKP Referandumun<br />
tartışmasız galibi idi. Bu sonuçla AKP bütün meşruiyet<br />
tartışmalarına nokta koyuyor ve iktidar yürüyüşünde,<br />
devlet iktidarının önemli alanlarını hala elinde<br />
tutan Kemalist bürokratik burjuva kanada karşı<br />
elini olağanüstü güçlendirmiş oluyordu.<br />
* Referanduma sunulan Anayasa değişiklik paketinde<br />
yer alan, Anayasa Mahkemesi’nin ve Hakimler<br />
ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeniden düzenlenmesini<br />
içeren değişiklikler, egemen sınıfların iki kanadı<br />
arasındaki iktidar mücadelesinde belirleyici önemde<br />
idiler. Çünkü bu değişiklikler yargıyı, en başta yüksek<br />
yargıyı AKP’ne karşı muhalif direniş kaleleri ol-
maktan çıkaracak düzenlemelerin yolunu açıyordu.<br />
AKP’nin iktidar yürüyüşünde son dönemde en büyük<br />
engeller durumuna gelen yüksek yargı (Danıştay/<br />
Yargıtay/Anayasa Mahkemesi) bağlamında, Referandum<br />
sonucu, AKP’ne seçmen çoğunluğu tarafından<br />
istediği yetkinin verilmesi anlamına geliyordu.<br />
*CHP ve MHP açısından Referandum gerçekte ağır<br />
bir yenilgi anlamına geliyordu. Onlar buna rağmen<br />
“Ama % 42’de hiç küçümsenmeyecek bir sonuçtur,<br />
Referandum toplumun nerdeyse ortasından ikiye<br />
bölündüğünü ve aslında Türkiye’nin en ileri bölgeleri<br />
olan kıyı şeridinin AKP’ye karşı olduğunu göstermektedir.”<br />
içerikli avunmalarla, yenilgiyi aslında<br />
galibiyet olarak göstermeye çalıştılar.<br />
*Seçimlerin AKP dışındaki galibi DTP oldu. Reformist,<br />
Kürt milliyetçisi bir parti olan DTP, Abdullah<br />
Öcalan’ın pazarlık gücünü arttırmak için başlangıçta<br />
açık tavır takınmadığı Referandum taktiği konusunda<br />
önce yalpaladı. Tartışmalarda partinin küçümsenmeyecek<br />
bir bölümü belli şartlara bağlanan evet<br />
tavrını savundu. Sonunda A.Öcalan “boykot” tavrı<br />
takındıktan sonra, güçlü bir boykot kampanyası yürüttü.<br />
DTP’nin boykot kampanyası, onun için özellikle<br />
ve öncelikle Kuzey Kürdistan’da kendi gücünün<br />
sınanması ve ispatı için bir araçtı. Bu güçlü boykot<br />
kampanyası sonucu Kuzey Kürdistan’ın 5 ilinde Referanduma<br />
katılmama oranı % 50’nin üzerine çıktı.<br />
Bu iller ve Referanduma katılmama oranı şöyle:<br />
İl adı Referanduma katılmama oranı:<br />
Hakkari % 91,5<br />
Şırnak % 78<br />
Diyarbakır % 66<br />
Artvin %60<br />
Mardin % 58<br />
Bunun dışında Ağrı’da, Antep’te, Iğdır’da, Urfa’da,<br />
Siirt’te Referanduma katılmama oranı Türkiye ortalamasının<br />
üzerinde idi.<br />
Bu sonuçlar bir kez daha PKK’siz bir çözüm olmadığı,<br />
olamayacağı, DTP’nin de legal planda KK’da<br />
halkın desteğine sahip bir siyasi güç olduğu, DTP<br />
çözüm içine çekilmeden, bir çözümün mümkün olmayacağı<br />
anlamına geliyor.<br />
*Fakat diğer yandan Kuzey Kürdistan’daki seçim<br />
sonuçları aynı zamanda AKP’nin Kuzey Kürdistan<br />
genelinde de birinci parti olduğunu da, AKP’nin “Biz<br />
tek Türkiye partisiyiz” tespitininin de boş olmadığını<br />
da gösteriyor.<br />
* Bu Referandumda doğru tavır olan boykot tavrı,<br />
hemen tüm devrimci solun ortak tavrı oldu. Fakat<br />
DTP + bütün devrimci sol boykot tavrı takınmış<br />
olmasına rağmen, % 74 katılım, T.C. çapında % 26<br />
oranında bir boykot anlamına geliyor. BDP’nin %<br />
6-7 arasında oyu olduğu bilindiğinde + Türkiye’de<br />
seçimlere en yüksek normal katılım oranının % 80<br />
altında olduğu bilindiğinde, aslında devrimci solun<br />
kitleler içinde etkisinin hala seçmen bazında yok denecek<br />
kadar az olduğunu bu referandum sonuçları da<br />
gösterdi. Bu zaaf sonucu, Kuzey Kürdistan’da başarılı<br />
olan boykotun, Türkiye geneli ele alındığında başarısız<br />
olduğu da tespit edilmek zorundadır.<br />
* Referandumda reformist ve legalist sol kesin<br />
hatlarla ikiye bölündü. Bu kesimin büyük bölümü<br />
AKP’ne karşı mücadele adına hayır kampanyasının<br />
militan parçacıkları olarak CHP ve MHP’nin kuyruğunda<br />
saf tutarken; bu kesimin “liberal” takılan,<br />
küçük fakat medyada etkin kesimi de, demokrasinin<br />
sınırlarını genişletme adına “ yetmez ama evet” kampanyası<br />
ile AKP’nin kuyruğunda yerini aldı. Referandum<br />
bu bakımdan, devrimci sol ile, reformist solu<br />
birbirinden ayıran bir turnusol kağıdı işlevi gördü.<br />
AKP’nin iktidar yürüyüşünde yeni<br />
hamleler, kazanılan yeni mevziler:<br />
Referandumdan zaferle çıkan AKP, arkasına aldığını<br />
bir kez daha ispatladığı seçmen desteğine dayanarak<br />
iktidar yürüyüşünde yeni hamleler yaptı, yeni mevziler<br />
kazandı. Yerleşik bürokratik iktidar odaklarından<br />
AKP’ne muhalefetin yükseldiği iki temel odak<br />
ordu ve yüksek yargıdır. Bu iki kurum bağlamında<br />
AKP’nin siyaseti bellidir: Orduyu Türkiye siyasetinin<br />
belirleyici gücü olmaktan çıkarıp, sivil idarenin<br />
denetiminde esas işi T.C. burjuvazisinin çıkarlarını<br />
korumak için savaş yürütmek olan bir kurum haline<br />
getirmek. Bunun için orduda daha fazla profesyonelleşme.<br />
Yüksek yargı açısından da, onu Kemalist<br />
muhalefet odağı olmaktan çıkarma, yasa yapan değil,<br />
yasaları istediği gibi yorumlayan değil, yasa koyucunun<br />
iradesi doğrultusunda iş yapan bir kurum haline<br />
getirmek. Bu bağlamda hem Ordu/AKP; hem yüksek<br />
yargı/AKP çatışmasında Referandum ertesi çok<br />
önemli gelişmeler oldu.<br />
Ordu/AKP: Çelişmeli/Çatışmalı zoraki<br />
Birlik…<br />
YAŞ Krizi:<br />
Bütün Cumhuriyet tarihi boyunca iktidarın merkezini<br />
oluşturan ve kendisini Kemalist Cumhuriyetin<br />
gündem<br />
29
gündem<br />
30<br />
koruyucusu, kollayıcısı olarak gören ordu ile, iktidarı<br />
ele geçirmeye çalışan AKP arasındaki birlik hep<br />
çelişmeli, çatışmalı, iki taraf açısından da kerhen sürdürülen<br />
bir birlik olageldi. Bu çelişmeli birlikte son<br />
dönemdeki en önemli çatışmalardan biri Referandumun<br />
hemen öncesinde, Ağustos ayı başında Yüksek<br />
Askeri Şura’da yaşandı.<br />
YAŞ’ın hemen öncesinde, tatbikat semineri adı altında<br />
hükümete karşı askeri darbe planlama suçlamasını<br />
konu alan “Balyoz Davası” savcısı daha önce<br />
ifadeye çağrıldıkları halde gelmeyen 102 muvazzaf<br />
Subay hakkında “yakalama kararı” çıkardı. Bunlardan<br />
13’ü General/Amiral rütbesinde idiler ve YAŞ’ta<br />
önemli bölümünün terfileri gündemde idi. Haklarında<br />
“yakalama” kararı çıkarılmış olan muvazzaf<br />
subaylar yakalama kararına itirazda bulundular. YAŞ<br />
bu itiraz karara bağlanmadan toplandı.<br />
YAŞ toplantısının ikinci gününde, Ergenekon soruşturmasını<br />
yürüten Cumhuriyet Savcısı Zekeriya<br />
Öz, Genelkurmay Başkanlığı 1’inci Bilgi Destek Şube<br />
Müdürlüğü tarafından hazırlandığı ve dönemin Genelkurmay<br />
2’nci Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız’ın<br />
imzasını taşıdığı öne sürülen ‘internet andıcı’na ilişkin<br />
soruşturma kapsamında 19 kişiyi ifadeye çağırdı.<br />
İfadeye çağrılanlar arasında YAŞ’ın asker kanadı<br />
tarafından YAŞ’ta Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na<br />
atanması planlanan ve istenen 1’inci Ordu Komutanı<br />
Hasan Iğsız ile Balyoz Davası sanığı olan ve hakkında<br />
yakalama emri bulunan Kuzey Deniz Saha Komutanı<br />
Mehmet Otuzbiroğlu ve İrtica ile Mücadele davasının<br />
tutuklu sanığı Albay Dursun Çiçek de vardı. Aynı<br />
gün söz konusu soruşturma kapsamında 5 ayrı adreste<br />
arama yapıldı.<br />
Diğer yandan YAŞ toplantısına Erzurum Özel Yetkili<br />
Ağır Ceza Mahkemesi’nin ‘terör örgütü üyeliği’<br />
suçlaması ile açtığı davanın bir numaralı sanığı 3.<br />
Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk de kurul<br />
üyesi olarak katıldı. YAŞ tahininde ilk kez yargılaması<br />
süren bir komutanın YAŞ’a katılıyordu! Bunda,<br />
‘Berk hakkındaki iddiaların 61 sayfalık iddianamede<br />
yalnızca bir sayfa tuttuğunu, hakkındaki üç iddiayı<br />
inceleyip yanlış olduğu kanaatine vardıklarını’ söyleyen<br />
Orgeneral Başbuğ’un tavrı belirleyici etkendi.<br />
Yani Genel Kurmay Başkanı yargıda olan bir dava<br />
konusunda yargısını vermiş; sivil yargı konusunda<br />
ordunun tavrını belirlemişti.<br />
Bu yılki YAŞ bu ortamda toplandı.<br />
Bugüne kadar yapılan YAŞ toplantılarındaki “teamül”,<br />
her ne kadar kağıt üzerinde yasal olarak Genel<br />
Kurmay Başkanı Bakanlar Kurulu kararı, Kuvvet<br />
Komutanları ve general/amiral rütbesinde olanlar<br />
Savunma Bakanı- Başbakan-Cumhurbaşkanı imzasıyla<br />
üçlü kararname ile atanıyorsa da, askeriyedeki<br />
görev değişikliklerine sivil kanadın karışmaması,<br />
kendini komutanların büyük çoğunlukta olduğu<br />
YAŞ’ta ordunun “önerileri”ni onaylamakla sınırlaması<br />
idi. AKP hükümeti döneminde belli atamalara<br />
“şerh” konsa da, sonuçta istenen imzalar atılıyordu.<br />
Bu seferki YAŞ’ta bu gelenek bozuldu. Asker kanatla,<br />
hükümet kanadı açıkça karşı karşıya geldi.<br />
Birinci konu, haklarında “yakalama kararı” çıkarılmış<br />
olan muvazzaf subayların durumlarının ne olacağı<br />
konusu idi. Burada askeri kanat, suçlanıp ifadeye<br />
gelmeleri için “yakalama kararı” çıkarılmış olanların<br />
“Masumiyet Karinesi” (Suçlanan, hakkında dava açılan<br />
bir kişi, hüküm giyene kadar masum kabul edilir)<br />
gereği suçlama yokmuş gibi işlem görmelerinden<br />
yana tavır takınırken, hükümet kanadı suçlamaların<br />
ağırlığını göz önünde bulundurarak bu kişilerin terfi<br />
sırası gelmiş olanların terfilerinin –davalar sonuçlanan<br />
dek- durdurulmasını istedi. Özellikle General<br />
ve Amiral rütbesinde olanların terfisi konusunda iki<br />
tarafta tavrında ısrar etti. Sonunda üçlü kararname<br />
gereken terfilerde hükümet ve Cumhurbaşkanı, haklarında<br />
yakalama kararı çıkarılmış olanların terfilerinde,<br />
imzayı reddettiler. Böylece ‘Balyoz’ Davası<br />
kapsamında haklarında yakalama kararı çıkartılan<br />
102 isim arasında yer alan ve terfileri gündemde olan<br />
11 general ve amiralin de terfileri yapılmadı. Bunlar<br />
aynı rütbeyle andaki görevlerinden başka görevlere<br />
vekaleten atandılar. Bu Türkiye tarihi açısından bir<br />
ilkti ve bir anlamda sivil otoritenin kendine tanınan<br />
yasal hakları kullanarak, ordunun yönetici kademesinin<br />
dizayn edilmesinde artık YAŞ’ta askerler ne derse<br />
o olur geleneğinin bozulması idi.<br />
İkinci konu, yaş haddinden emekli olacak olan genel<br />
Kurmay Başkanı Başbuğ’un yerine kimin geleceği;<br />
yine boşalacak olan Kara Kuvvetleri Kumandanlığı’na<br />
kimin getirileceği konusuydu. Özellikle KKK konusunda<br />
Asker ve sivil kanat kapıştı. Asker kanadı Org.<br />
Hasan Iğsız’ın bu göreve getirilmesini talep etti. Iğsız,<br />
Kemalist darbecilerin AKP hükümetini devirme<br />
planı olan ”İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın hazırlanması<br />
talimatını veren kişi olmakla suçlanıyordu.<br />
Bu YAŞ’ta KKK’na atanması halinde, bir dahaki<br />
YAŞ’ta Genel Kurmay Başkanlığı’na atanmasının da<br />
yolu açılmış olacaktı. Hükümet kanadı Hasan Iğsız’ın<br />
KKK’na atanmasına kesinlikle karşı çıktı. Karşılıklı
estleşmeler oldu. Asker kanadın “Tüm Komite kademesinin<br />
istifası” restine, hükümet kanadı gerekirse<br />
hiçbir atama yapmadan, boşalan bütün kademelerdeki<br />
görevleri, yapmaya hazır subayların vekaletle<br />
yürütmesi resti ile karşılık verdi. Bu restleşmeler sonucu<br />
YAŞ 4 Ağustos’ta yeni Genel Kurmay Başkanı<br />
ve Yeni KKK atanmadan kapandı. Sonra yürüyen<br />
sıkı pazarlıklar temelinde 9 Ağustos’ta Genel Kurmay<br />
Başkanlığına Org. Işık Koşaner; KKK’na da Org. Erdal<br />
Ceylanoğlu atandı.<br />
Yani bu konuda da sonuçta Asker kanadın isteği<br />
gerçekleşmedi. Iğsız KKK olamadı. Genel Kurmay<br />
Başkanlığı yolu da kapandı. Bu noktada da bu gelişmelerin<br />
verdiği mesaj netti:<br />
AKP hükümette kaldığı sürece, Cumhurbaşkanlığı<br />
da AKP tarafından belirlendiği sürece, bundan böyle<br />
TSK komuta kademesinin şekillenmesinde siviller<br />
kendilerine kanunun verdiği yetkiyi kullanacaklardı.<br />
Ve sonrası …<br />
Ancak karşılıklı tavizlerle aşılmış görünen YAŞ krizi<br />
burada bitmedi. Balyoz soruşturmasında isimleri<br />
geçtiği için sivil kanadın terfilerine imza koymadığı,<br />
bu yüzden de terfileri işleme konmayan ve başka görevlere<br />
atanan Generallerden üçü - Tümgeneral Halil<br />
Helvacıoğlu, Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral<br />
Abdullah Gavremoğlu- 24 Ağustos’ta “Bir üst rütbeye<br />
terfi ettirilmeme işleminin iptali” için yürütmeyi<br />
durdurma istemli olarak dava açtılar. Bu davada<br />
AYİM 27 Eylül 2010 tarihinde “bir üst rütbeye terfi<br />
ettirilmeme işleminde” yürütmenin durdurulması<br />
kararı verdi.<br />
Savunma, İçişleri Bakanlıkları ve Başbakanlığın<br />
AİYM’nin bu kararına itirazları AYİM tarafından<br />
iki kez geri çevrildi. Bu gelişmeler sivillerin onay yetkisinde<br />
olan YAŞ karalarında, bu yetkinin Yüksek<br />
Askeri Yargı tarafından yok sayılması anlamına geliyordu.<br />
Bu gelişmeler ertesinde 22 Kasım’da İçişleri Bakanı<br />
Beşir Atalay yasanın ilgili bakanlara verdiği<br />
yetkiye dayanarak Jandarma Tümgeneral Halil<br />
Helvacıoğlu’nu açığa aldı. Milli Savunma Bakanı<br />
Vecdi Gönül de bunun hemen ertesinde Tümgeneral<br />
Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu’nun<br />
da açığa alındığını açıkladı.<br />
Adı geçen Generaller ve Amiral yürütmeyi durdurma<br />
istemli olarak, açığa çıkarılma işleminin iptali<br />
için 23 Kasım 2010 tarihinde Askerî Yüksek İdare<br />
Mahkemesi (AYİM)’ne dava açtılar.<br />
AYİM açığa almada yürütmeyi durdurmadı. İptal<br />
konusunda kararını ise henüz vermedi.<br />
Yani hükümet ile ordu arasında bu konudaki horoz<br />
dövüşü sürüyor.<br />
Aslında bunlar bugüne kadar yaşanmayan yeni durumlar.<br />
Gelişme çok net olarak ülkede bugüne kadar<br />
sorgulanmayan bir iktidar biçimlenmesi olduğunu,<br />
bunda ordunun kendi özel yargısıyla merkezde durduğunu,<br />
Türkiye’de yargıda da iki başlılık olduğunu<br />
ve Askeri hukukun, hükümetin de, yasaların üzerinde<br />
olduğunu gösteriyor. Şimdi bunun sorgulandığı sivil<br />
otoritenin yasalarla kendisine tanınmış gibi görünen<br />
kimi yetki ve hakları kullanmaya kalktığı yerde,<br />
Askeri Yargı “sivil otorite”ye sınırlarını gösteriyor.<br />
Fakat AKP Referandum sonuçlarından aldığı güçle<br />
bu konuda çatışmayı sürdürecek, sorunu yasa değişiklikleri<br />
vb. ile aşmaya çalışacak gibi görünüyor. Bunun<br />
olmadığı yerde, AKP bu gelişmeyi yeni bir Anayasa<br />
yapmanın gerekliliği için yeni bir gerekçe olarak<br />
seçim kampanyasında kullanacaktır.<br />
AKP / Yüksek Yargı çatışmasında yeni<br />
gelişmeler:<br />
Referandumda kabul edilen Anayasa değişikliklerinde<br />
egemen sınıfların iktidar dalaşı açısından en<br />
önemli maddeler kuşkusuz Anayasa Mahkemesi’nin<br />
ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı<br />
ve işleyişi ile ilgili değişikliklerdi. Bunların kabulü<br />
halinde yüksek yargıda kendi kendini hep yeniden<br />
üreten ideolojik Kemalist iktidarın süreç içinde yıkılması<br />
gündeme gelecekti. Bu yüzden Anayasa değişiklikleri<br />
konusunda burjuva muhalefetin üzerinde<br />
ve yüksek yargının en fazla yoğunlaştığı konu bunlar<br />
oldu. Sonuçta halk oylamasında bu maddelere de<br />
onay çıktı. Bu AKP’nin yüksek yargıyı kendine karşı<br />
en önemli muhalefet odağı olmaktan çıkarma, böylece<br />
iktidar yürüyüşünde çok önemli bir engeli aşma<br />
konusunda ona büyük avantaj sağladı. AKP şimdi bu<br />
avantajı kullanıyor.<br />
Anayasa Mahkemesinde durum:<br />
Anayasa Mahkemesi’nde Anayasa değişikliği öncesinde<br />
11 asil, 4 yedek üyeden oluşuyordu. Bu üyelerin<br />
büyük çoğunluğu 10. Cumhurbaşkanı Sezer tarafından<br />
atanmıştı. Bu yüzden AKP, iktidarda kalması ve<br />
Cumhurbaşkanlığını da elinde tutması şartlarında<br />
da Anayasa Mahkemesi asil üye çoğunluğuna sahip<br />
olabilmek için epey beklemek, ayrıca bundan da<br />
önemlisi bir süre daha Anayasa Mahkemesi asil üye-<br />
gündem<br />
31
gündem<br />
32<br />
lerinin 2/3 çoğunluğu da AKP karşıtı idiler. Yapılan<br />
Anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesinin Üye<br />
sayısı 17 üyeye çıkarıldı. Bununla daha ilk anda 2/3<br />
çoğunluk kalkıyor –dolayısı ile AKP’nin Anayasa<br />
Mahkemesi tarafından yasaklanması olasılığı önlenmiş<br />
oluyordu.<br />
Anayasa değişikliği sonrasında yapılan yeni atamalarla<br />
Anayasa mahkemesinin şu andaki durumu<br />
şöyle: (Anayasa Mahkemesi’nin nasıl işleyeceği konusunda<br />
yasa henüz çıkmadığı için, Anayasa Mahkemesi<br />
anda işlemleri durdurmuş durumda)<br />
Başkan: Haşim Kılıç (Özal seçti). 2015’te emekli.<br />
Başkan Vekili: Osman Alifeyyaz Paksüt (Sezer seçti)<br />
2018’de emekli<br />
Üyeler:<br />
Fulya Kantarcıoğlu: (Demirel seçti) 2015’te emekli.<br />
Serdar Özgüldür: (Sezer seçti) 2020’de emekli<br />
Serruh Kaleli: (Sezer seçti) 2019’da emekli<br />
Ahmet Akyalçın: (Sezer seçti) 2014’te emekli<br />
Mehmet Erten: (Sezer seçti) 2014’te emekli<br />
Zehra Perktaş: (Sezer seçti) 2014’te emekli<br />
Şevket Apalak: (Sezer seçti) Kasım 2010’da emekli<br />
oldu. Yeri henüz doldurulmadı.<br />
Engin Yıldırım: (Gül seçti) 2031’de emekli<br />
Nuri Necipoğlu: (Gül seçti) 2018’de emekli<br />
Fettah Oto: (Sezer seçti) (Yedek üye) Aralıkta emekli<br />
oldu. Yeri henüz doldurulmadı .)<br />
Recep Kömürcü: (Gül seçti) (Yedek üye) 2020’de<br />
emekli<br />
Alpaslan Altan: (Gül seçti) (Yedek üye’ydi, şimdi<br />
asil üye ) 2033’te emekli<br />
Burhan Üstün: (Gül seçti) (Yedek üyeydi, şimdi asil<br />
üye ) 2021’de emekli.<br />
Referandum ertesi…<br />
Celal Mümtaz Akıncı: Türkiye Büyük Millet Meclisi<br />
Genel Kurulunda 13.10.2010 tarihinde yapılan seçim<br />
sonucunda, Baro Başkanları arasından Anayasa<br />
Mahkemesi üyeliğine seçildi.<br />
Hicabi Dursun: Sayıştay’ın gösterdiği üç aday arasından,<br />
6.10.2010 tarihinde Türkiye Büyük Millet<br />
Meclisi Genel Kurulu’nun kararı sonucunda Anayasa<br />
Mahkemesi üyeliğine seçildi.<br />
Görüldüğü gibi 17 kişilik yeni Anayasa<br />
Mahkemesi’nin bileşiminde açık anti AKP’ci kesimin<br />
sayısı (Şevket Apalak ve Fettah Oto’nun da emekli<br />
olması ile) 7’ye düşmüş durumdadır. Bunlardan üçü<br />
de 2014’de emekli olacaktır. Bu haliyle AYM’nin AKP<br />
hükümetine karşı bir muhalefet odağı olma durumu<br />
ortadan kalkmıştır.<br />
HSYK’ da durum:<br />
Anayasa değişikliği Referandumla kabul edilmeden<br />
önceki durumda, 7 kişilik HSYK’da ideolojik Kemalist<br />
kesim 5 üyeyle mutlak çoğunluğa sahipti. Yasaya<br />
göre kurul içinde yer alan ve kurulun başkanı olan<br />
Adalet Bakanı, kurul toplantılarına katılmayarak,<br />
kimi kararların çıkmasını önlemeye çalışıyordu,<br />
fakat sonuç olarak HSYK, AKP hükümetine karşı<br />
yargıdaki en başta da yüksek yargıda Kemalist çoğunluğun<br />
elde tutulmasının garantisi olarak işlev<br />
görüyordu. Yapılan Anayasa değişikliği ile yüksek<br />
yargının, HSYK’nin üyelerini seçmesi, HSYK’nn da<br />
yüksek yargıyı belirlemesi biçimindeki kapalı devre<br />
kırılmak isteniyordu. Yüksek Seçim Kurulu’nun,<br />
24 Eylül’de Anayasa değişiklikleri ile ilgili kanunun<br />
yürürlüğe girdiğini ilan etmesiyle birlikte, yeni<br />
HSYK için (Değişikliğe göre 7 üye, 21 üyeye çıkarıldı;<br />
bunların on tanesinin “adli ve idari yargı hakim ve<br />
savcılarının tümünün katıldığı seçimle belirlenecekti)<br />
seçim takvimi işlemeye başladı. 17 Ekim’de yapılan<br />
seçimler öncesinde, 11 Ekim’de geçen dönem<br />
HSYK’nda yer alan 5 yargı üyesinden dördü - Ali<br />
Suat Ertosun- dışındakiler hükümeti protesto ederek<br />
istifa ettiklerini açıkladılar.<br />
Aslında YARSAV etrafında birleşen Kemalist kesimin<br />
beklentisi YARSAV listesinin en fazla oyu toplaması<br />
idi. Böylece Anayasa Mahkemesi’nin YAR-<br />
SAV ve CHP’nin talebi doğrultusunda aldığı bir<br />
karar sonucu liste seçimi yapıldığı için, seçilecek 10<br />
kişinin onu da YARSAV listesinden seçilmiş olacak,<br />
HSYK’da Kemalist yüksek yargı bürokrasisinin egemenliği<br />
sürecekti. Hesap bu idi. Fakat evdeki bu hesap<br />
çarşıya uymadı.<br />
17 Ekimde yapılan seçimlerde sonuz şöyle çıktı:<br />
Adli yargıda, geçerli oy kullanan toplam hakim ve<br />
savcı sayısı: 10.022<br />
YARSAV’cıların içinde, en çok oy alan Abbas<br />
Özden’in ulaştığı sayı: 2.346<br />
Yani YARSAV’cıların hakim ve savcılar içindeki<br />
oranı, CHP’nin genel seçimlerde aldığı oyun birebir<br />
aynısı: % 23.5!<br />
İdari yargıda geçerli oy kullanan hakim ve savcı sayısı:<br />
1.261. İdari yargıda aday olan YARSAV’cılardan<br />
en fazla tercih edilen Abidin Çelik’in oyu: 273<br />
Yani idari yargıda da YARSAV’cıların ulaştığı oran<br />
sadece % 22!<br />
Alandaki tüm hakim ve savcılar arasında –yani
yargının alt ve orta kademelerinde- ideolojik Kemalist<br />
çizgideki hakim ve savcıların oranı % 22-23 civarında.<br />
Yüksek yargıda ise buna ters bir durum söz konusu:<br />
Yüksek yargıdan seçilen 9 HSYK üyesinden 7’si<br />
YARSAV üyesi .<br />
Yargıtay ve Danıştay’da görev yapan hakimlerin de<br />
büyük çoğunluğu YARSAV üyesi.<br />
Yeni oluşturulan HSYK’nin 21 üyesi şunlar:<br />
Sadullah ERGİN: Adalet Bakanı - HSYK Başkanı<br />
Ahmet HAMSİCİ: BAŞKAN VEKİLİ<br />
Üyeler: Ali Suat ERTOSUN, Ahmet KARAYİĞİT,<br />
Zeynep Nilgün HACIMAHMUTOĞLU, Zeynep<br />
KAVLAK ,Ahmet KAHRAMAN, Prof.Dr. Ahmet<br />
GÖKCEN, Ziya ÖZCAN ,Nesibe ÖZER, Hüseyin<br />
SERTER, Ömer KÖROĞLU, Av. Ali AYDIN, Ahmet<br />
KAYA, Birol ERDEM, İsmail AYDIN, İbrahim<br />
OKUR, Prof.Dr. Bülent ÇİÇEKLİ, Av. Rasim AYTİN,<br />
Resül YILDIRIM, Dr. Teoman GÖKÇE, Ahmet BER-<br />
BEROĞLU.<br />
HSYK’nin bu bileşimi HSYK’nin esas olarak AKP<br />
hükümeti ile “uyum içinde” çalışacağı anlamına geliyor.<br />
Bunun da anlamı, AKP iktidarının sürmesi<br />
halinde, süreç içinde yüksek yargıdaki “son kaleler “<br />
görünümündeki Danıştay ve Yargıtay’ın da ideolojik<br />
Kemalistlerin denetiminden çıkarılıp, AKP denetimine<br />
alınmasıdır.<br />
Seçimlerden hiç beklemediği açık ara bir yenilgiyle<br />
çıkan, bir anlamda kendi kazdıkları kuyuya<br />
düşerek, adli ve idari yargı hakim ve savcılarının<br />
yaptığı seçimlerden tek bir aday bile çıkaramayan<br />
ideolojik Kemalist kesim, seçimler ertesinde beklenen<br />
mızıkçılığına ve yakınmalara başladı. Seçimlere<br />
Adalet Bakanlığı’nın doğrudan müdahil olduğunu,<br />
seçimlerin eşitlik ilkesine uymadığını vs. anlattılar.<br />
Kanadoğlu YSK’ya seçimleri iptal etmesi çağrısı<br />
yaptı. Fakat bunlar da sonucu değiştirmedi. Anayasa<br />
Mahkemesi’nde yapılan yanlış hesap, HSYK’nın<br />
Kemalistler açısından kaybedilmesi biçiminde geri<br />
döndü.<br />
Bütün bunlar AKP’nin tam iktidar yürüyüşünde,<br />
Referandumun ona büyük avantajlar sağladığı ve<br />
onun bu avantajları kullanarak yeni mevziler kazandığı<br />
anlamına geliyor.<br />
Üniversite ve Yüksek Okullarda türban<br />
sorunu “çözüldü”<br />
Referandum sırasında CHP’nin yeni başkanı Kılıçdaroğlu<br />
Radikal gazetesine verdiği bir demeçte kendilerinin<br />
üniversite ve yüksek okullarda türban serbestisinden<br />
yana oldukları anlamına gelen laflar etti.<br />
Bu laflar sonradan düzeltilmeye çalışılsa da, Türban<br />
sorunu böylece CHP tarafından Referandum sürecinde<br />
tartışmaya sokulmuş oldu. Fırsatı kaçırmayan<br />
AKP, Referandumun hemen ertesinde CHP ve MHP<br />
ile birlikte türban sorununu çözmek için yasal düzenlemeler<br />
yapmayı önerdi. Tabii gösteri ve türban<br />
sorununu diğer partilere kaptırmamak için yapılan<br />
bu öneri havada kaldı. Fakat türban sorununun böyle<br />
CHP tarafından gündeme getirilmiş olması ve bu<br />
alanda neredeyse bütün partiler çözümden yanaymış<br />
gibi bir havanın ortaya çıkmış olması, YÖK Başkanı<br />
Y. Özcan tarafından değerlendirildi. YÖK Başkanı<br />
Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Öğrenci Seçme ve Yerleştirme<br />
Merkezi’nce bundan sonra yapılacak sınavlara<br />
başörtüsü ile girilebileceğini açıkladı.Ayrıca üniversite<br />
ve yüksek okullara türbanla girilmesinin önünde<br />
yasal bir engel olmadığını açıklayarak, bu konunun<br />
tek tek üniversite ve yüksek okul yönetimlerinin konusu<br />
olduğunu belirtti. Bu açıklamalar ertesinde bir<br />
çok üniversite ve yüksek okula türbanlılar da gidip<br />
gelmeye başladılar. YÖK başkanı bu gelişmeler üzerine<br />
“Türban sorunu çözülmüştür.” açıklamasını yaptı.<br />
Tabii ki beklenen yerlerden beklenen tepkileri de aldı.<br />
Yargıtay Başsavcılığı’ndan yapılan yazılı bir açıklamada<br />
Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcı<br />
olduğu ifade edilerek, laiklik ilkesinin Anayasanın<br />
temel ilkelerinden biri olduğu vurgulandı. Açıklamada,<br />
‘’Yasama ve yürütme yargı kararlarına uymak<br />
zorunda. AİHM kararına göre türban yasağı zorunlu<br />
tedbirdir. Gerek iç hukuk, gerekse uluslararası hukuk<br />
boyutuyla değerlendirildiğinde türbanın koruma<br />
görmediği ve laiklik ilkesiyle bağdaşmadığı görülmektedir.<br />
Siyasilerin beyanları politik çıkara dayanmaktadır’’<br />
denildi.<br />
Yargıtay’a Başsavcısı’nın daha önce AKP hakkında<br />
açtığı kapatma davasında AKP’nin “laikliğe karşı eylemlerin<br />
merkezi” olduğu tezini gerekçelendirirken<br />
dayandığı en önemli kanıtlardan biri, bilindiği gibi,<br />
AKP’nin MHP ile işbirliği içinde yaptığı ve üniversite<br />
ve yüksek okullarda türban serbestisinin önünü<br />
açan Anayasa değişikliği idi. Şimdi de aynı sopa sallanıyordu.<br />
Fakat bu kez artık bir yandan CHP’nin<br />
Referandumda “türbanı biz çözeriz” sözü ile kendini<br />
bağladığı, diğer yandan da Anayasa Mahkemesi’nde<br />
Kemalist 2/3 çoğunluğun tarihe karışmış olduğu bir<br />
ortam vardı. Bu ortamda artık Yargıtay Başsavcısının<br />
bu yollu tehditlerinin fazla ciddiye alınacak bir yanı<br />
gündem<br />
33
gündem<br />
34<br />
kalmamıştı. Nitekim verilen cevaplar da buna uygun<br />
oldu:<br />
Ak Parti’li Hüseyin Çelik’ten hemen gelen yanıt<br />
netti: ‘’Bir savcı tek başına neyin doğru olduğuna<br />
karar veremez. Kimse Meclis’in iradesini yok sayma<br />
hakkına sahip değil’’.<br />
Kısaca AKP’nin iktidar yürüyüşünde artık yargı<br />
yoluyla yasaklanma korkusu yoktu! Ve Referandum<br />
bu bağlamda dönüm noktalarından biri olmuştu!<br />
Sırada ne var?<br />
Yüksek yargının bütünüyle AKP’ne muhalefet odağı<br />
olmaktan çıkarılabilmesi için şimdi sırada Yargıtay ve<br />
Danıştay var. Yargıtay Başkanı’nın sürekli “muhalif”<br />
demeçleri Yargıtay’ı bu konuda birinci sıraya koyuyor.<br />
Aslında AKP’nin Referandum sonrasındaki gelişmelerde<br />
ele geçirmiş olduğu HSYK üzerinden orta<br />
vadede bu hedefe varması mümkün. Fakat görünen<br />
şu ki, 2011 başında başlayan bir tartışma, AKP açısından<br />
Yargıtay’ın muhalefet odağı olmaktan daha kısa<br />
sürede çıkarılması için bir fırsat olarak kullanılacak.<br />
Tartışma ‘Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMUK)<br />
sanıkların azami tutukluluk süresini belirleyen 102.<br />
Maddesinde bundan 6,5 yıl önce yapılmış değişikliğin,<br />
o dönemde yasaya yazılmış olan “yürürlüğe girme<br />
tarihi” olan 31 Aralık 2010’da yürürlüğe girmesinden<br />
kısa süre önce başladı.<br />
CMUK 102. madde tartışması<br />
Bu konuda şunların bilinmesi gereklidir:<br />
Ceza yargılamalarını düzenleyen, tutuklama sürelerini<br />
ve kriterlerini değiştiren (CMUK), Aralık<br />
2004’te kabul edilerek, 1 Haziran 2005’te yürürlüğe<br />
girdi. Daha önce tutuklulukla ilgili hiç bir süre sınırlanması<br />
yoktu. Bugün CHP tarafından şiddetle<br />
eleştirilen yasa “Adil yargılanma hakkının ihlal edilmesi”<br />
nedeniyle, Türkiye’nin AİHM’de tazminatlara<br />
mahkum edilmesi sonucu, 2004’de CHP ve AK Parti<br />
gruplarının işbirliği ile çıkarıldı! Bu değişiklik yapılırken,<br />
Yargıtay’da bekleyen binlerce dosya vardı. Bu<br />
nedenle de bir geçiş sürecine ihtiyaç vardı. Bu gerekçeyle<br />
102’inci maddenin uygulanması önce 1 Nisan<br />
2008’e kadar ertelendi. Ancak 1 Nisan 2008 yaklaştığında<br />
da Yargıtay’ın dosya yükünde bir azalma olmaması<br />
sonucu yasanın yürürlüğe girme tarihi bir kez<br />
daha, bu kez 31 Aralık 2010’a ertelendi. Yani böylece<br />
kanunun yürürlüğe girmesi toplam 5,5 yıl ertelenmiş<br />
oldu.<br />
2005’te bu yasa çıktığında Ergenekon ve bağlantılı<br />
davaların hiçbiri yoktu. Fakat 10 yıla yakın, bazen<br />
on yılı aşkın süre, henüz hüküm giymeden tutuklu<br />
olan yüzlerce insan vardı. Fakat bunların<br />
haklarını sorgulayan, savunan bir lobi, güçlü bir<br />
muhalefet yoktu. AKP’nin bu 6,5 yıllık dönemde<br />
yargı reformu bağlamında –Yargıyı muhalefet odağı<br />
olmaktan çıkarmak ve kendine bağlı bir yargı<br />
yaratmak amacıyla da- attığı her adım yüksek yargının<br />
direnişi ile karşılaştı. Danıştay’dan, Anayasa<br />
Mahkemesi’nden,Yargıtay’dan döndü. Böylece egemenler<br />
arasındaki iktidar dalaşında var olan denge<br />
durumu sonucu “Yargı Reformu” denen şey hep rafta<br />
kaldı. Eski düzen olduğu gibi sürdü. Bu arada fakat<br />
yeni bir gelişme oldu. Ergenekon ve bağlantılı soruşturmalar,<br />
davalar nedeniyle, bir zamanlar dokunulmaz<br />
olan kişi “devlet görevlileri”, AKP’ne muhalif<br />
olan ve darbe destekçisi olmakla suçlanan kimi ünlü<br />
siviller de tutuklandı. Ve bunların bir bölümünün<br />
“dava sonuçlanana kadar tahliye olma” istemleri üst<br />
üste geri çevrildi. Böylece Türkiye’nin aslında uzun<br />
zamandır kanayan bir yarası olan, olağanüstü uzun<br />
tutukluluk süreleri, Ergenekon sanıkları Tuncay Özkan,<br />
Mustafa Balbay, Mehmet Haberal gibi isimlerin<br />
uzun tutukluluk halleri nedeniyle ülke gündemine<br />
oturdu. Nasıl olurdu da böyle “saygın ve vatansever<br />
insanlar” böyle uzun süre tutuklu tutulabilirlerdi!<br />
Düne kadar uzun tutukluluk süreleri akıllarına gelmeyenler,<br />
birdenbire bunun büyük haksızlık olduğunu<br />
böylece keşfetmiş oldular. 31 Aralık 2010’da<br />
maddenin yürürlüğe giriş tarihi kapıya dayandı. 31<br />
Aralık’tan itibaren mahkemelerin yeni düzenleme<br />
uyarınca, bütün sanıkların tutukluluk durumunu<br />
yeniden değerlendirmesi gerekiyordu. Peki ama bu<br />
değerlendirme nasıl yapılacaktı? Bir tutuklu için en<br />
üst tutukluluk süresi sınırı ne idi? İşte bu noktada<br />
hukukçular, çok kötü yazılmış olan kanun metninin<br />
yorumunda ikiye ayrıldılar.<br />
Söz konusu maddede şöyle deniliyor:<br />
“Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde,<br />
tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu<br />
hallerde gerekçesi gösterilerek uzatılabilir, uzatma<br />
süresi toplam 3 yılı geçemez”. CMUK’un 252. maddesinde<br />
ise “Devletin güvenliğine karşı suçlarda, anayasal<br />
düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlarda,<br />
milli savunmaya karşı suçlarda ve devlet sırlarına<br />
karşı suçlarda tutuklama süresi iki kat uygulanacaktır”<br />
deniliyor.<br />
Bu maddenin nasıl yorumlanması gerektiği noktasında,<br />
hukukçuların bir bölümü, “en fazla iki yıl +
en fazla 3 yıl uzatma; eşittir 5 yıl hesabı yapıyorlar;<br />
bunun da “iki kat uygulanacak” hallerde 10 yıla çıkacağını<br />
savunuyorlardı. Yani bu hesaba göre Devletin<br />
güvenliğine karşı suçlarda, anayasal düzene ve bu düzenin<br />
işleyişine karşı suçlarda, milli savunmaya karşı<br />
suçlarda ve devlet sırlarına karşı suçlarda bir tutuklu<br />
hüküm giymeksizin 10 yıl tutuklu kalabilecekti. Bu<br />
“yasa metni açıktır” deyip, herhangi bir yeni yasal<br />
düzenlemeye gerek duymayan Adalet Bakanlığının,<br />
dolayısıyla AKP’nin de görüşü idi. Türkiye’de “ileri<br />
demokrasi”ye geçmekten çokça laf eden AKP’nin gerçek<br />
yüzünü görmek açısından öğretici bir tavırdır bu.<br />
AKP’nin “ileri demokrasisi”nde de, Türkiye’de herhangi<br />
bir suçla suçlanan bir kişi, hüküm giymeksizin!<br />
on yıla kadar tutuklu tutulabilir. Burada herhangi<br />
bir suçla suçlanan kişinin, o kişinin suçu ispatlanıp,<br />
hukuk devleti normlarına göre işleyen bir mahkeme<br />
tarafından mahkum edilmediği sürece masum<br />
sayılması gerektiği ilkesi ortadan kaldırılmakta, tutukluluk<br />
süresi cezaya dönüşmektedir. 10 yıla kadar<br />
sürebilecek bir tutukluluk süresi üst sınırı burjuva<br />
demokrasisi açısından bile savunulamaz uzunlukta<br />
bir süredir.<br />
Bu yoruma en fazla itiraz ilginç ve fakat anlaşılır<br />
biçimde Ergenekon avukatlarından geldi. Onların yorumuna<br />
göre “ağır ceza mahkemelerinde yargılananlar<br />
en fazla 2 yıl tutuklu kalabileceği için, bu sürenin<br />
iki katının geçerli olduğu özel yetkili mahkemelerde<br />
yargılananlar da 4 yıldan fazla cezaevinde tutulamaz.<br />
Bu da ancak zorunlu hallerde mümkündür.” Aslında<br />
işin onları ilgilendiren bir tek yanı var: Ergenekon tutukluları.<br />
10 yıl yorumu eğer geçerli olursa, o zaman<br />
“anayasal düzene karşı suç”lardan yargılanan Ergenekon<br />
tutuklularının da 10 yıla kadar hüküm giymeden<br />
hapiste tutulmamaları mümkündür. Onların<br />
itirazının temeli budur.<br />
Türkiye’de tutukluluk = Mahkumiyet!<br />
Tabii tartışmalarda 10 yılı bulabilecek toplam tutukluluk<br />
süresinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde<br />
mahkumiyete yol açıp açmayacağı konusu da gündeme<br />
geldi, ki bu yasada eğer değişiklik yapılmazsa, üst<br />
sınır makul bir seviyeye çekilmezse, AİHM’den geri<br />
döneceği neredeyse kesindir. Çünkü bu kadar uzun<br />
bir tutukluluk süresi norm dışıdır. Bu bağlamda şu<br />
uluslar arası örnekler bilgi vericidir:<br />
- Fransa’da ilkesel olarak 1 yıl olarak belirlenen<br />
maksimum tutuklu yargılanma süresi, suçun türü ve<br />
nerede işlendiğine bağlı olarak 2 yıldan 4 yıla kadar<br />
uzayabiliyor.<br />
- İngiltere’de, 56 gün olarak belirlenen gözaltı süresi<br />
özel durumlarda 112 güne kadar uzayabiliyor.<br />
- İspanya’da tutuklu yargılama süresi azami iki yıl .<br />
- Almanya ve -Belçika’da kesin bir üst sınır belirlenmemiş;<br />
fakat uygulamada bir tutuklunun – gerekçelendirilmiş<br />
çok özel durumlar dışında- bir yılı<br />
aşkın bir süre cezaevinde tutulmaması kural.<br />
Şu anda kimi ülkelerde hapiste olan insanlarda henüz<br />
hüküm giymemiş tutukluların oranı konusunda<br />
veriler de Türkiye’de tutukluluğun mahkumiyete/<br />
cezaya dönüştüğünü açıkça gösteriyor.<br />
İngiltere’deki King’s College’ın bir raporuna göre<br />
hüküm giymemiş tutukluların sayısı ve toplam tutuklulara<br />
oranı şöyle:<br />
İsrail 3516 ( %25.3)<br />
İran 25248 ( %24.8)<br />
ABD 475.692 (%21.2)<br />
Yunanistan 3.065 ( %28.6)<br />
İspanya 15.956 (%23.9)<br />
Almanya 13.168 (%17.4)<br />
Rusya 136.298 (%16.6)<br />
İngiltere 13.402 (%16.5).<br />
Türkiye’de durum ise Adalet Bakanı Sadullah<br />
Ergin’in son açıklamasına göre şöyle: Türkiye’de cezaevinde<br />
56 bin 581 hükümlü, 19 bin 419 hükmen tutuklu<br />
ve 40 bin 340 tutuklu var. Buna göre Türkiye’de<br />
tutukluların hükümlülere oranı % 57,63; hüküm<br />
giymemiş tutukluların hapiste bulunanlar içindeki<br />
% 36.55. Şu anda hapiste bulunan her üç kişiden biri<br />
mahkum değil! Bunların önemli bölümü yıllardır tutuklu!<br />
AKP hükümeti bu konuda topu yargıya atan, yasa<br />
böyle olsa bile uygulamada 10 yıllık bir “tutukluluk<br />
hali”nin olmayacağından yola çıkan bir tavır sergiliyor.<br />
Hükümetin tavrı kabaca şöyle: “Avrupa İnsan<br />
Hakları Sözleşmesi’nin “hürriyet ve güvenlik hakkı”<br />
başlıklı 5. ve adil yargılanma hakkı başlıklı 6. maddeleri<br />
kapsamında değerlendirilen uzun tutukluluk hallerinde,<br />
önemli olan tutuklu geçirilen sürenin makul<br />
olup olmadığı. Bu da somut olayın özelliklerine göre<br />
değerlendirileceğinden, tutukluluk gerekçelerinin<br />
yeterli ve geçerli olması, soruşturmayı yürütenlerin<br />
hızlı hareket etmesi halinde sözleşmeye aykırı bir durum<br />
söz konusu olmayacaktır.” Yani Türkçesi: Eğer<br />
birileri 10 yıl tutuklu kalıyorsa bunun bir tek suçlusu<br />
vardır: Yavaş işleyen, ve bu işi bile bile böyle yapan<br />
yargı! Eğer yargı hızlı çalışsa sorun olmayacaktır.<br />
gündem<br />
35
gündem<br />
36<br />
Ve Yargıtay’ın yorumu:<br />
Yasanın nasıl yorumlanacağı konusundaki tartışmaya<br />
noktayı Yargıtay 9. Dairesi 4 Ocak’ta aldığı bir kararla<br />
koydu. Aslında daha önce aldığı bir dizi kararla genel<br />
pozisyonu net olarak anti-AKP cephesinde yer alan<br />
bu dairenin bu kararı, yorum konusunda AKP’nin<br />
yorumu ile örtüştü. Yargıtay 9. Dairesi, DGM’lerin<br />
devamı olan “Özel Mahkemelerde“ görülen “anayasal<br />
düzene karşı işlenen suçlar”la ilgili davalarda azami<br />
tutukluluk süresini 10 yıl olarak belirledi.<br />
“Normal” Ağır Ceza Mahkemelerinde görülen organize<br />
suç örgütleri gibi suçları, cinayet vb. suçları<br />
konu alan davalarda ise tutukluluk süresi azami 5<br />
yıl olarak belirlendi. “Düşman Kardeşler” söz konusu<br />
olan “kişisel, bireysel demokratik haklar” olduğunda,<br />
bunları maksimum kısıtlama konusunda birleşiveriyorlardı!<br />
Tabii ki yorumda birlik olsa da amaçlar değişik.<br />
Her iki yanın da kendine göre hesapları var. Ve<br />
bu hesaplar Yargıtay’ın kararı ertesindeki gelişmeler<br />
ve yürüyen tartışmalarda açıkça ortaya çıktı:<br />
Serbest bırakılanlar ve “kamu vicdanı”<br />
Sonuç olarak Yargıtay’ın hükümetle uyum içindeki<br />
bu yorumunun sonucunda 5 yıldan fazla tutuklu<br />
olup ta, henüz hüküm giymemiş “adi suç” tutukluları<br />
ve 10 yıldan fazla tutuklu olup ta henüz hüküm<br />
giymemiş “devlete karşı suç” tutukluları serbest bırakılmaya<br />
başlandılar. 5 Mayıs’ta cinayet suçlaması ile<br />
yargılanan 37 “adi suçlu” serbest bırakıldı.<br />
Aynı gün aralarında PKK ve Hizbullah ana dava<br />
sanıklarının da bulunduğu 26 kişi tahliye edildi.<br />
Bunlar içinde Hizbullah’ın domuz bağı cinayetlerinin<br />
de dava konusu yapıldığı Diyarbakır’daki ana<br />
dava sanıkları da var.<br />
Bu gelişmeler üzerine medyada büyük bir gürültü<br />
koptu. Nasıl oluyordu da, 10’larca insanın katili<br />
olanlar serbest bırakılıyordu. MHP bu bağlamda öncelikle<br />
PKK davasından sanıkların serbest bırakılmasını<br />
“hükümetin PKK ile işbirliği”nin ispatı, “vatanı<br />
bölme girişimi” vb. değerlendirmeler temelinde gürültü<br />
kopardı. CHP ve diğer Ergenekon savunucuları<br />
ise, bu tartışmada daha önce savundukları “10 yıllık<br />
tutukluluk da olur mu”, “ bu kadar uzun tutukluluk<br />
insan haklarına, adalete vs. aykırıdır” görüşlerini<br />
unutup, 10 yıldan fazla tutuklu oldukları için yasa<br />
gereği serbest bırakılan Hizbullahçı katillerin serbest<br />
bırakılmasını “kamu vicdanı bunun kabul etmez”<br />
gerekçesiyle karşı çıktılar. Medya’da yürüyen yoğun<br />
kampanya ile “Hizbullahçı katillerin serbest bırakılması”,<br />
“ Mafyacı katillerin, uyuşturucu tüccarlarının<br />
serbest bırakılmasının yanlışlığı bilinçlere kazındı.<br />
Tartışmanın bu noktasında suçlu aranmaya başlandı.<br />
Anti AKP cephe suçlu olarak AKP’ni gösterirken;<br />
AKP cephesi de yargıyı, en başta yüksek yargıyı, orda<br />
da Yargıtay’ı suçlu olarak gösterdi.<br />
Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, Yargıtay 9. Ceza<br />
Dairesi’nin, örgütlü suçlarda tutukluluk süresinin en<br />
fazla 10 yıl olacağına ilişkin kararını değerlendirirken,<br />
“Aslında 10 yıl içinde bir davanın bitirilememesi<br />
anormal bir durum. Bunun sorumluluğu yasaları<br />
uygulamacı olan hakim ve savcılarımızda değil. Bu<br />
yasal düzenlemeyle yapılmış bir kural olduğuna göre,<br />
bu kural beğenilmiyorsa, eleştiriliyorsa yasa koyucu<br />
tarafından değiştirilebilir” dedi<br />
AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ ise, tutukluluk<br />
süreleri ile ilgili Hükümetin değil, ama<br />
Yargıtay’ın ihmali olduğu değerlendirmesinde bulunarak,<br />
Yargıtay’a çağrıda bulundu.<br />
Bozdağ, “Yargıtay isterse bir saat sonra Hizbullah<br />
sanıkları ya da başka sanıklarla ilgili dosyaları gündemine<br />
alabilir, karara bağlayabilir. Hükmü kesinleştirebilir.<br />
Bozabilir. Bu kararı nihayete erdirebilir.<br />
Buna engel hiçbir şey yoktur, Anayasal bir engel yoktur”<br />
dedi.<br />
Bozdağ konuşmasının devamında,Yargıtay’ın öncelikleri<br />
konusunda örnek verirken:<br />
“Devam eden bir soruşturma ve kovuşturma çerçevesinde<br />
Yargıtay; ‘zamanım yok’ demedi. Cihaner<br />
dosyasını ivedilikle gündemine aldı ve bir karar verdi.<br />
Dün gibi ortada. Silivri’de devam eden davaların<br />
hakim ve sanıkları ile ilgili tazminat söz konusu olduğunda<br />
Yargıtay hemen acele dosyayı aldı ve kararını<br />
verdi. Sayın Başbakan ile ilgili bir dosyayı yetkisi bile<br />
olmadan gündeme aldı ve karara bağladı. Yargıtay istediği<br />
zaman ne kadar çabuk işlediğini gösteren pek<br />
çok örneği var. Daha fazla örnek verebiliriz.” dedi.<br />
Yargıtay uygulamaları: O daire öyle, bu<br />
daire böyle:<br />
Bu bağlamda Yargıtay dairelerinin ayrı davrandıkları<br />
da ortaya çıktı:<br />
Yargıtay’da bulunan davaların bir bölümünde<br />
CMUK 102’nin yürürlüğe girmesi ertesinde aralarında<br />
cinayet, uyuşturucu kaçakçıları, Hizbullah’ın<br />
beyin takımı vb. serbest kalırken, gasp ve hırsızlık<br />
suçlarına bakan 6. Ceza Dairesi’nde tutuklu dosyalarının<br />
3 ay önceden incelendiği için CMUK’nın 102.<br />
maddesi kapsamında tek bir tahliye yapılmadığı or-
taya çıktı.<br />
6. Ceza Dairesi hırsızlık suçları, kapkaç, yankesicilik,<br />
bir örgütün faaliyeti çerçevesinde hırsızlık, gasp<br />
(yağma) suçları, suç örgütlerinin oluşturduğu korkutucu<br />
güçten yararlanarak gasp, suç eşyasının satın<br />
alınması veya kabul edilmesi, bir suçun işlenmesiyle<br />
elde edilen eşyayı satın almak suçlarının temyiz incelemesini<br />
yapıyor. Daire’nin önünde, 2009 yılından<br />
devreden 58 bin 895 dosyanın yanı sıra, 2010 içinde<br />
gelen 32 bin 90 dosyayla birlikte 90 bini aşkın dosya<br />
vardı. Daire, 2010 yılı içinde bu dosyaların 21 bin<br />
304’ü hakkında karar verdi.<br />
Daire bu iş yükü arasında CMUK’nun tutukluluk<br />
sürelerini sınırlayan maddenin 31 Aralık’ta yürürlüğe<br />
gireceğini öngörerek, yürürlüğe giriş tarihinden 3<br />
ay önce tutuklu dosyalarını öne alarak görüştü. Son<br />
3 ayda yaklaşık bin 500 tutuklu dosyası öne alındı ve<br />
dosyalar esastan görüşülerek temyiz incelemesi yapıldı.<br />
Bu süreçte daire başka dosya ele almadı.<br />
Bu incelemeler sonunda kimi dosyalarda onama,<br />
kimilerinde bozma kararı verildi. Böylece cezası onanan<br />
çete, hırsızlık ve gasp sanıklarının CMUK’nın<br />
102. maddesinde öngörülen tahliyeden yararlanmaları<br />
önlenmiş oldu. Daire, bazı dosyalarda tutuklu<br />
sanıklara verilen mahkumiyet kararlarını da bozdu.<br />
Böylece tutuklu sanıkların uzun yargılamadan kaynaklanabilecek<br />
mağduriyetlerini de gidermiş oldu.<br />
6. Daire böyle davranırken, örneğin Hizbullah davasına<br />
da bakan 9. Daire, 26 Ekim’den bu yana önünde<br />
olan Hizbullah Ana Davası’nda tebligat sorununu<br />
gerekçe göstererek Ocak ayında duruşma tarihi verdi.<br />
Duruşmanın ocak ayına verilmesi, CMUK 102’nin 31,<br />
Aralık’ta uygulamaya gireceği bilindiğinde, aynı zamanda<br />
188 cinayetten sorumlu tutulan Hizbullah’ın<br />
10 yöneticisinin Ocak ayı başında tahliyesini de kararlaştırma<br />
anlamına geliyordu.<br />
Cinayet ve yaralama suçlarına bakan Yargıtay 1.<br />
Ceza Dairesi de tutuklulara ait 3 bin dosyayı zamanında<br />
öne alarak inceleyip karara bağlamadığı için,<br />
CMUK’nın ilgili maddesinin yürürlüğe girmesinden<br />
sonra her gün ortalama 50 sanığın tahliyesine karar<br />
veriyor. Uyuşturucu satıcılarının davalarına bakan<br />
10. Ceza Dairesi de şu anda tutuklu tahliyesi ile iştigal<br />
ediyor.<br />
Yani sorun bir yanı ile zaten aşırı ölçüde personel<br />
ve maddi kaynak eksikliği olan (2011 bütçesinde<br />
Adalet Bakanlığı’na ayrılan para bütçenin % 1’i bile<br />
değil!) yargı sisteminin, kendi tercihlerinin bir sonucu<br />
aynı zamanda.<br />
Bu tartışmada şimdi “Kamu Vicdanı” egemen sınıfların<br />
iktidar dalaşında birbirlerine karşı kullandıkları<br />
bir demagoji aracı yalnızca.<br />
Anti AKP cephesi, bir yandan haklı olarak tutukluluk<br />
süresinin uzunluğundan yakınırken, diğer yandan<br />
AKP’ni katilleri serbest bırakmakla suçlayıp,<br />
“Kamu vicdanı” adına AKP’yi zayıflatmaya, vurmaya<br />
çalışıyor.<br />
Hükümet “Kamu Vicdanı”nın gelişmeler sonucu<br />
yaralandığını kabul ediyor, suçlu olarak işlerini<br />
hızlı yapmayan yargıyı ve onun içinde de Yargıtay’ı<br />
gösteriyor. Ve kendine yönelen saldırıları,Yargıtay’a<br />
yönelterek, Yargıtay’da genelde yargıda acil reform<br />
gerekliliği konusunda oluşan havayı, Yargıtay ve<br />
Danıştay’da da ideolojik Kemalist çoğunluğun tasfiyesi<br />
için fırsata dönüştürmeye çalışıyor. Hükümet<br />
bir yandan Yargıtay ve Danıştay üye sayısını ve daire<br />
sayısını arttırarak, diğer yandan istinaf mahkemelerini<br />
(bir çeşit bölgesel Yargıtayları) devreye sokarak<br />
andaki yapıyı dağıtmaya hazırlanıyor. Ve dalaş sürüyor.<br />
Son henüz açık. Fakat AKP’nin yeni bir seçim<br />
zaferi, ister doğrudan Anayasa değişikliği ile olsun,<br />
ister Anayasa değişikliği olmaksızın yargı reformu<br />
adı altında yapılacak değişikliklerle olsun, Yargıtay<br />
ve Danıştay’da da ideolojik Kemalist çoğunluğun<br />
sonunu getirecektir. Gelişme bu yöndedir. AKP bu<br />
gelişmeyi “ileri demokrasi” yönünde bir gelişme olarak<br />
yutturmaya çalışıyor. Yalan söylüyor. Yalnızca<br />
tutukluluk süresi konusunda savundukları bile onun<br />
“demokrat”lığının sınırını açıkça görmeye yeter.<br />
AKP Demokrasi’si:<br />
AKP Türkiye’yi demokratikleştirdiğini, Türkiye’nin<br />
“ileri demokrasi”ye evrimlendiğini, AKP karşıtı burjuva<br />
partiler de AKP’nin Türkiye’yi faşizme sürüklediğini<br />
iddia ediyorlar. Her iki taraf ta yalan söylüyor.<br />
Her iki tarafın söylediklerinde de bir nebze gerçeklik<br />
payı da var.<br />
AKP yalan söylüyor: Çünkü AKP’nin savunduğu<br />
ve gerçekleştirmeye savunduğu “ileri demokrasi”<br />
dediği şey, gerçekte işçiler, köylüler, emekçiler, tüm<br />
ezilenler açısından demokrasi değil. Onlar için öngörülen<br />
haksızlığa, ezilmeye, yoksulluğa, sömürüye<br />
karşı mücadele etmedikleri, seslerini çıkarmadıkları<br />
sürece “ezilme ve sömürülme özgürlüğü”, 4 yılda bir<br />
gidip kendilerini kimin ezip sömürmesi konusunda<br />
tercihlerini belirleme “demokrasisi”. Haksızlığa karşı,<br />
zulme karşı, sömürüye karşı direniş hakkını aramaya<br />
kalkanlar için özgürlük “o kadar da değil!” diye<br />
gündem<br />
37
gündem<br />
38<br />
polis saldırısıyla, biber gazıyla, copla, onların “orantısız<br />
güç kullanımı dediği” faşist şiddetle “sınırlanır”.<br />
Tekel işçileri direnişinde işçiler AKP demokrasisinin<br />
ne olduğunu gördüler. Özgür üniversite/parasız-demokratik<br />
eğitim taleplerini dile getiren, Anayasa’da<br />
yazılı “gösteri hakkı”nı kullanmak isteyen üniversite<br />
örgencileri AKP demokrasisini yaşadılar! Kuzey<br />
Kürdistan’da hemen her gün faşist devlet saldırıları<br />
olarak yaşanıyor AKP demokrasisi. AKP’nin ileri demokrasi<br />
dediği şeyde özgürlüklerin durumunu görmek<br />
için şu tabloya bakmak yeter: Tek Kürtçe gazete<br />
olan Azadiya Welat gazetesinin sahiplerinden Vedat<br />
Kurşun’a 166 yıl, Ozan Kılınç’a 30 yıl, Emine Demir’e<br />
138 yıl hapis cezası verildi. Halen süren davaları da<br />
var. Atılım Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim<br />
Çiçek ve Yayın Koordinatörü Sedat Şenoğlu, 4,5 yıldır<br />
tutuklu olarak ağırlaştırılmış müebbet istemiyle<br />
yargılanıyorlar. Halen cezaevlerinde son olarak Yürüyüş<br />
dergisine yapılan baskında gözaltına alınıp, tutuklanan<br />
4 gazeteciyle birlikte 10’u yazı işleri müdürü<br />
43 gazeteci ve yazar tutuklu bulunuyor. YDİ Çağrı’ya,<br />
Güney dergisine açılan davalar, verilen cezaları sitemizde<br />
görebilirsiniz.<br />
AKP demokrasisi, halk için gerçek demokrasi değil,<br />
tam bir ucubedir! Hakkını arayan emekçiler için<br />
faşizmdir AKP demokrasisi. Bundan başka bir şey de<br />
olamaz zaten. Emperyalizm çağında bütün çizgi boyunca<br />
gerileşmiş olan burjuvazinin demokrasisi, bu<br />
demokrasinin tüm kurumları yerleşmiş, geleneksel<br />
bir yapıya kavuşmuş olduğu, kitleler tarafından içselleştirildiği<br />
“en ileri” ülkelerinde bile faşist tedbirler<br />
almadan yapamaz. Bunu emperyalist metropollerden<br />
biliyoruz. AKP emperyalizme bağımlı, burjuva demokrasisinin<br />
bile gerçek anlamda yaşanmış olmadığı,<br />
yerleşik bir burjuva demokratik sistemden bahsedilmesi<br />
mümkün olmayan, orta derecede gelişmiş<br />
bir kapitalist ülkede işbirlikçi tekelci burjuvazinin bir<br />
partisidir. Onların “ileri demokrasi” dedikleri, en iyi<br />
halde yalnızca burjuvazi, en başta işbirlikçi tekelci<br />
burjuvazi için demokrasidir. Sermaye için özgürlük,<br />
önündeki engellerin kaldırılmasıdır bu demokrasinin<br />
işlevi. Kaldı ki Kuzey Kürdistan /Türkiye’ de,<br />
demokrasi adı altında işleyen sistem faşist bir sistem<br />
olagelmiştir, bunun gerici burjuva demokrasisine dönüştürülmesine<br />
karşı bizzat burjuvazinin bir kesiminin<br />
direnişi söz konusudur. AKP’nin demokrasisi, en<br />
ileri noktasında bile faşizme/faşist yaklaşım ve tedbirlere,<br />
yerleşik gerici burjuva demokrasisine sahip<br />
ülkelerden çok daha fazla ihtiyaç duyacaktır. Buna<br />
bir de AKP’nin önemli referanslarından biri olan<br />
İslam dininin yasakçı, tekçi, faşist yaklaşımları; devralınan<br />
Kemalist faşist mirasın “ülkesi ve vatanı ile<br />
bölünmezlik ilkesi” de eklenince ortaya çıkan AKP<br />
demokrasisinin ucubeliği iyice belirginleşmektedir.<br />
AKP iktidara yerleştikçe, onun demokrasisinin gerçek<br />
yüzü daha fazla görülecek, yaşanacaktır.<br />
Demokrasi Endeksinde Türkiye:<br />
Aslında 8 yıl AKP hükümeti ertesinde demokrasi açısından<br />
gelinen yer bağlamında, daha doğrusu bunun<br />
“batı” da nasıl göründüğü bağlamında, 2010 yılı sonunda<br />
“Economist “ isimli derginin yayınladığı “Demokrasi<br />
Endeksi” ilginç bir resim sunuyor . Söz konusu<br />
endekste toplam 167 ülke, en demokratiğinden,<br />
en az demokratiğine doğru sıralanmış. Bu sıralama<br />
yapılırken ülkelere demokrasi ile ilgili beş noktada<br />
0-10 arası notlar verilmiş. Söz konusu beş nokta ve<br />
Türkiye’nin bu 5 noktada notları şöyle:<br />
I. Seçim süreçleri ve çoğulculuk : 7.92<br />
II. Hükümet işleyişi : 7.14<br />
III.Siyasi katılım : 3.89<br />
IV. Siyasi kültür : 5.00<br />
V. Bireysel özgürlükler : 4.71<br />
Toplam ülke notu : 5.73<br />
Demokrasi Endeksi’nde ülkeler toplam ülke notu<br />
temelinde 4 Ayrı kategoriye ayrılıyor.<br />
Ülke Notu 10. 00 ile 8.00 arasında olanlar “Tam<br />
Demokrasi”<br />
Ülke Notu 7.99 ile 6.00 arasında olanlar “Özürlü<br />
Demokrasi”<br />
Ülke Notu 5.99 ile 4.00 arasında olanlar “Hibrid<br />
(yani “melez”) Demokrasi<br />
Ülke notu 4.00 altında olanlar ise “Otoriter<br />
Rejimler” kategorileri içinde ele alınıyor. Türkiye<br />
5,73 lük toplam notu ile 167 ülkelik listenin 89.<br />
sırasında “Hibrid Demokrasiler” kategorisi içinde yer<br />
alıyor. Faşizmle iç içe, daha çok hala faşist (burjuvazi<br />
faşist lafından hoşlanmadığı için “otoriter” den söz<br />
ediyor) bir demokrasi; özürlü demokrasiden daha<br />
özürlü, melez, ucube bir demokrasi AKP’nin demokrasisi.<br />
Yani kısacası, AKP’nin demokrasi söylemine batılı<br />
dostları bile inanmıyor!<br />
Fakat yalan söyleyen yalnızca AKP değil. AKP’nin<br />
burjuva muhalifleri yalan söylüyor: AKP Türkiye’yi<br />
“laik, demokratik, sosyal hukuk devleti”nden ; faşizme<br />
sürüklemiyor. (Bu arada: Şeriat’tan şimdilik vaz<br />
geçtikleri için, bunun üzerinde fazla durmuyoruz.
Her halükarda AKP’nin parti olarak, “gizli gündemi”<br />
olan şeriatçı bir parti olduğu değerlendirmesi yanlıştır.<br />
Evet Türkiye’de Şeriatçı güçler de vardır. Fakat<br />
onların partisi AKP değildir. AKP içinde gizli gündemli<br />
şeriatçılar da olabilir. Fakat partinin siyaseti<br />
bunlar tarafından belirlenmiyor. Şeriat tehlikesi bağlamında:<br />
Türkiye’de toplumun bu gelişme aşamasında,<br />
şeriat, Kurana dayalı yönetim, gerçek bir iktidar<br />
alternatifi değildir. Bir azınlık görüşüdür ve azınlık<br />
görüşü ve örgütlenmesi olarak varlığını sürdürecektir.)<br />
Sorunun böyle konması sahtekarlıktır. Çünkü<br />
Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman gerçek anlamda<br />
laik olmadı! O daha kuruluşunda, İslamın Sünni/hanefi<br />
Kemalist devlet dinini temel alan bir din devleti<br />
idi, din devletidir. Türkiye hiçbir zaman sosyal devlet<br />
olmadı. Özel sermayenin güçsüzlüğü nedeniyle, sonuçta<br />
özel sermayeli burjuvazi yaratmak programı ile<br />
biraz da zorunlu olarak yaratılan devlet işletmeleri,<br />
“sosyal”liğin değil, devlet kapitalizminin göstergesidir.<br />
Kapitalizm ve “sosyal”lik yan yana olmaz! Türkiye<br />
hiçbir zaman hukuk devleti olmadı. Hukuk adına<br />
konuşanlar, zaten özünde burjuvazinin çıkarlarına<br />
uygun olan yasaları hep kendilerinin parçası olduğu<br />
“kurulu devlet düzenini” sürdürmeye, iktidarlarını<br />
sürdürmeye yönelik biçimde yorumlayıp uyguladılar.<br />
Türkiye hep guguk devleti olageldi. Türkiye Cumhuriyeti<br />
burjuva demokrasisi anlamında bile hiçbir zaman<br />
demokratik bir ülke, bir devlet olmadı. Burjuvazinin<br />
yönetiminde açık terör -belli çok kısa dönemler<br />
dışta tutulduğunda- hep esas yöntem oldu, demokrasi<br />
adına uygulanan hep değişik tonlarda ve biçimlerde<br />
faşizm oldu. Bu yüzden, şimdi egemenler arasındaki<br />
iktidar mücadelesinde iktidardan uzaklaştırılanların<br />
“faşizme” gidiliyor yaygarası, güya demokrasiye sahip<br />
çıkmaları sahtekarlıktır.<br />
Yoktur aslında birbirlerinden farkları. Birinin ötekine<br />
göre “iyiliği” kötüler içinde anda daha az kötü<br />
olması biçiminde bir “iyiliktir”. O da an için geçerlidir.<br />
Bugün ehven-i şer olan, yarın iktidarı tam olarak<br />
eline geçirdiğinde roller değişir!<br />
Ama her iki yanın söylediklerinde de bir nebze gerçek<br />
payı da vardır. Şöyle ki:<br />
KK/T de, faşizm kapitalizmin gelişmesine, özel sermayeli<br />
burjuvazinin emperyalist sistemle daha sıkı<br />
entegrasyon taleplerine, uluslararası konjonktüre ve<br />
KK/T’de işçi emekçi hareketinin, en başta Kürt Ulusal<br />
Hareketinin gelişmesine bağlı olarak bir çözülme<br />
süreci yaşıyor. Bu çözülme sürecinde, özel sermayeli<br />
büyük burjuvazinin taleplerinin sözcülüğünü üzerlenen<br />
AKP, hükümete geldiğinden bu yana, bu sürecin<br />
en önemli siyasi aktörü olarak hareket ediyor. Yani<br />
AKP, rakibi olan egemen sınıf partileri ile karşılaştırıldığında<br />
“ehven-i şer” olan.<br />
Diğer yandan fakat AKP dalaş içinde olduğu kesimin<br />
kalelerini birer birer yıkıp, ele geçirdikçe; iktidara<br />
yerleştikçe ceberrutlaşıyor. Kazandığı her seçim<br />
ertesinde, çoğulcu değil çoğunlukçu olduğunu; çoğunluğu<br />
ele geçiren, her şeyi yapabilir, yapma hakkına<br />
sahiptir biçimindeki bir “demokrasi” yorumuna<br />
sahip olduğunu gösteriyor. AKP’nin bu gerçek yüzünün<br />
kavranması ve teşhiri, buna karşı mücadele o<br />
iktidara yerleştiği ölçüde daha fazla öne çıkmak zorundadır.<br />
AKP’ne Alternatif Arayışları ve “Yeni” CHP:<br />
Hangi saiklerle olursa olsun, darbecilere karşı yürüyen<br />
bir dizi operasyon, onların teşhirinde, olası bir<br />
askeri darbeye karşı toplumsal tepkinin gelişmesi, bu<br />
bağlamda kamuoyu oluşmasında önemli bir rol oynadı.<br />
O kadar ki, açıkça darbe savunmak bayağı güçleşti.<br />
Ergenekon’u hiçleştirmeye yönelik kimi medya<br />
kampanyalarına rağmen oldu bu. Bu kadarla da kalmadı,<br />
Ergenekon ve onunla bağlantılı bir dizi operasyon<br />
darbecilerin alt yapısına da oldukça zarar verdi.<br />
Bu dava başladığından bu yana “Faili meçhul”lerin<br />
durmuş olması bunun bir göstergesi olsa gerekir.<br />
Şimdi uluslararası konjonktürün de askeri darbeye<br />
uygun olmadığı şartlarda, AKP hükümetinin darbeyle<br />
iş başından götürülmesi olasılığı anda hemen<br />
hemen sıfırlanmış durumda. (Bu tabii darbe girişimlerinin<br />
bundan böyle hiç olamayacağı anlamına<br />
gelmiyor. ) Askeri darbe ihtimalinin ortadan kalktığı<br />
ve tehditlerin de artık pek fazla sonuç vermediği, tam<br />
tersine tepki toplayıp, AKP’nin işine yaradığının görüldüğü<br />
şartlarda (Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçimi<br />
dönemindeki 27 Nisan muhtırası ve sonrası bunun<br />
örneği), yüksek yargı bir süre neredeyse ordunun rolünü<br />
üstlendi. Şimdi yüksek yargıda, yukarıda ortaya<br />
konduğu gibi adım adım AKP’ne muhalefet odağı<br />
olmaktan çıkıyor, son kaleler kuşatılıyor. Direnişe<br />
rağmen düşürülmeleri artık çok uzun süreceğe de<br />
benzemiyor. Bu durumda yerleşik devlet iktidarını<br />
80 yılı aşkın süre dek elinde bulunduranlar açısından,<br />
bürokrat devlet burjuvazisi açısından AKP’ni<br />
“demokratik yollar” üzerinden iktidardan götürmeye<br />
çalışmaktan başka bir yol kalmıyor. Bu bağlamda<br />
tabii en büyük ümit “Ana Muhalefet Partisi”<br />
CHP’de. Fakat CHP’nin kadim ve kendi istemezse<br />
gündem<br />
39
gündem<br />
40<br />
“değişmez” Başkanı Deniz Baykal’ın önderliğindeki<br />
ve tüm siyasetini derin devlet savunuculuğu, kendi<br />
yarattığı öcü olan “Şeriat tehlikesine karşı” güya<br />
“laik” cumhuriyeti savunma stratejisi üzerine kuran<br />
CHP ile iktidara gelmek bir yana, onun yakınından<br />
bile geçmenin mümkün olmadığı da pratik içinde<br />
görüldü. AKP’nin demokratik yollarla götürülmesi<br />
için, CHP’nin AKP’nin alternatifi olabileceği yönünde<br />
ümitlerin yeşertilmesi için, CHP’ye yeni bir çeki<br />
düzen verilmesi gerekli idi. CHP’nin “yenilenmesi”,<br />
en azından yenilenmiş görüntüsü vermesi gerekli idi.<br />
Baykal operasyonu:<br />
Bunun için bir yerlerden düğmeye basıldı. İlk adımda<br />
“değişmez” görünen, CHP Kurultayından çok<br />
değil on gün önceye kadar yeniden seçileceğine kesin<br />
gözüyle bakılan CHP’nin kadim başkanı Deniz<br />
Baykal’lı, onun mutlu/namuslu/sadık bir aile babası<br />
imajını sarsacak bir video kaseti internete düşürüldü.<br />
Arkasından 10 gün içinde muazzam bir medya<br />
kampanyası ile, uzun süreden beri Doğan Medya<br />
tarafından hazırlanan, parlatılan Kemal Kılıçdaroğlu<br />
CHP başkanlığına soyunduruldu ve getirildi.<br />
Kılıçdaroğlu’nu CHP başkanlığına getiren kendi ekibi<br />
değil, en başta Doğan Medya ve bu işin Baykal’la<br />
yürümeyeceğini görüp, batan gemiyi terk eden ve<br />
Kılıçdaroğlu’nu fazla öne çıkmadan çekip çevirmeyi<br />
planlayan CHP’nin kadim genel sekreteri Önder Sav<br />
ve ekibi oldu. Kılıçdaroğlu’nu başkanlığa seçen Kurultay,<br />
80 kişilik Parti Meclisi’ne büyük çoğunlukla<br />
Sav ekibini getirdi. Bir çeşit Polit Büro olan Merkez<br />
Yürütme Kurulu’nda da Sav ekibi büyük çoğunlukta<br />
idi. Yani Kılıçdaroğlu’nun etrafı çevrili idi. Deniz<br />
Baykal’ın CHP başkanlığından götürülmesi, CHP’ye,<br />
medyanın da büyük desteği ile büyük hız kazandırır<br />
göründü. Fakat bu hız, aslında büyük ümitler bağlanan<br />
Kılıçdaroğlu’nun aslında Sav ekibinin elinde bir<br />
kukla olduğu görüşünün yaygınlaşmasıyla kesildi.<br />
Bunda Sav’ın İzmir’de yayınlanan bir gazeteye verdiği<br />
uzun mülakatta CHP de iplerin kimin elinde<br />
olduğunu oldukça somut anlatan tavrı belirleyici bir<br />
rol oynadı. Sav ekibinin çoğunlukta olduğu “yeni”<br />
CHP’de, yeni olan tek şey Baykal’ın götürülmüş olması<br />
idi. Siyasette söylemde biraz değişik şeyler söyleyen<br />
Kılıçdaroğlu bugün söylediğini ertesi gün düzeltmek<br />
zorunda kalan bir “lider” görünümünde idi.<br />
“Lider olmayan Başkan”lıktan<br />
Başta Doğan Medya olmak üzere, medyanın bir kesimi<br />
bu gelişmeden rahatsızlığını dile getirerek,<br />
Kılıçdaroğlu’na gerçek lider olma, kendi ekibini kurma,<br />
kendi ekibi ile CHP’yi yenileştirme yönünde<br />
çağrılar yapmaya, gelişmeyi bu yönde yönlendirmeye<br />
başladı. Bu arada yaklaşan referandum CHP içi kavgayı<br />
bir süre –en azından dışa karşı- erteledi. CHP, en<br />
başta da bu referandumdan zaferle çıkması halinde<br />
parti içi mücadelede büyük güç kazanacak Kılıçdaroğlu<br />
ve onunla birlikte hareket eden Gürsel Tekin<br />
ekibi büyük bir güçle Referandum kampanyasına<br />
yüklendiler. Sonucu biliyoruz. Sonuç aslında CHP<br />
için olduğu gibi, en başta da Kılıçdaroğlu ve ona<br />
umut bağlayanlar açısından büyük bir hüsran oldu.<br />
Ama ne gam. “Galip sayılır bu yolda mağlup”tu. Hem<br />
de yenilmemişti ki Kılıçdaroğlu! O Türkiye’nin aydın<br />
kesiminin, Türkiye’nin kıyılarının, Türkiye’nin<br />
% 42’sinin umudu idi! CHP’nin oyları (artık nasıl<br />
hesapsa!!!) yükselmişti!! Referandum sonuçları<br />
Kılıçdaroğlu’nun başarılı olduğunu gösteriyordu! Bir<br />
dahaki seçimlerde CHP tek başına iktidara gelecekti!<br />
vs vs… Böyle yorumladılar Referandum sonuçlarını.<br />
Böyle avuttular kendilerini ve CHP’ye umut bağlayanları.<br />
Fakat burjuvazinin CHP yenilenmeksizin,<br />
AKP’yi seçimler yoluyla götürmenin imkanı olmadığını<br />
gören kesimi açısından Referandum öncesi ve<br />
sonrasındaki CHP ile bu işin olmayacağı anlaşılmıştı.<br />
CHP’nin “yenilenme operasyonu”na kalındığı yerden<br />
devam edildi. Şimdi sıra Kılıçdaroğlu’nun etrafındaki<br />
kuşatmanın kırılmasında, Kılıçdaroğlu’nun kendi<br />
ekibi ile çalışmasının sağlanmasında idi.<br />
“Lider”liğe<br />
Devreye yüksek yargı girdi! Yargıtay Başsavcısı aslında<br />
Baykal’ın, fazla güçlenen Sav ekibinin gücünü<br />
kırmak için hazırladığı, bir önceki Kongrede kabul<br />
edilen, uygulaması bir sonraki Kongre (yani Mayıs<br />
2010’da yapılan, plan dışı olarak Kılıçdaroğlu’nun<br />
Başkan olduğu Kongre) ertesine bırakılan, uygulanacak<br />
olan “Tüzük değişikliklerinin” – ki Kongre<br />
bunun uygulanmasını yine ertelemişti- derhal uygulanmasını<br />
talep etti. Söz konusu tüzük değişiklikleri<br />
Genel Başkana, MYK’nun bütün üyelerini tayin etme<br />
hakkı veriyordu. Genel Sekreterin yetkileri kısıtlanıyor,<br />
Genel Sekreter, Genel Başkan’ın tayin edeceği ve<br />
her biri belli işlerden sorumlu Genel Başkan yardımcılarından<br />
biri haline geliyordu. Yargıtay başsavcısının<br />
bu “hukuki” görünümlü, siyasi talebi, gerçekte<br />
Kılıçdaroğlu’na yapılan “kendi ekibini kur, Sav takımını<br />
tasfiye et!” çağrısı idi. Medyanın bir kesimi,
tabii yine en başta Doğan Medya da Kılıçdaroğlu’na<br />
bilinen desteğini verdi. Kılıçdaroğlu’na yapılan “lider<br />
ol” çağrıları – yer yer de biraz umutsuz biçimde- yinelendi.<br />
Kemal Kılıçdaroğlu önce “Yüksek yargı kararı”<br />
ile dayatılan yeni MYK oluşturma işini Önder<br />
Sav ile pazarlık yaparak çözmeyi denedi. Fakat Sav<br />
ekibi azınlıkta olacağı ve Önder Sav’ın örgütsel işlerden<br />
sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olmayacağı<br />
bir iktidar paylaşımını kabul etmedi. Devreye yoğun<br />
bir biçimde, Sav takımı ile bağların atılmasını isteyen<br />
eski İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin girdi. Görünen<br />
oydu ki, burjuvazinin “yenilenmiş bir CHP ile umut<br />
bağlayan kesimi için Gürsel Tekin- Kemal Kılıçdaroğlu<br />
bu işi yapacak ekipti. Bu yönde gaz verildi.<br />
İki toplantı/iki yönetim<br />
Sonuçta CHP Genel Merkezinde, bir katta Kemal<br />
Kılıçdaroğlu’nun yüksek yargı kararına dayanarak<br />
yeni MYK’yı tayin ettiği; bir başka katta da Önder Sav<br />
ekibinin 80 kişilik Parti Meclisinden 57’nin oylarıyla<br />
diğer katta yapılan toplantıyı geçersiz ilan eden iki<br />
ayrı toplantı ile CHP deki iktidar bölünmesi açıkça<br />
belgelendi. Sav ekibi MYK konusunda bu “seçim”in<br />
geçersiz ilan edilmesi için yüksek yargıya da başvurdu.<br />
Gelen cevap olumsuz oldu. Sav’ın Parti Meclisi<br />
toplantısından sonra yaptığı basın toplantısında “Ona<br />
CHP’nin sahipsiz olmadığını ve hukuku öğreteceğiz”<br />
lafları böylece havada kaldı. Tabii parti içi mücadele<br />
bitmedi. CHP içinde en az üç ayrı fraksiyonun iktidar<br />
mücadelesi sürdü. CHP içindeki iktidar mücadelesinin<br />
bundan sonraki durağı, Kılıçdaroğlu-Tekin<br />
koalisyonunun aslında istemeden yaptığı, Sav ve Baykal<br />
ekibinin, “seçimlere hazırlıklı girmek için mutlaka<br />
olağanüstü bir genel kurul gereklidir” gerekçesiyle<br />
zorladıkları olağanüstü genel kurul oldu.<br />
Olağanüstü Kurultay<br />
Aralık ayında yapılan Genel Kurul’un gündemi<br />
80 kişilik Parti Meclisinin yenilenmesi idi. Baykal<br />
ve Sav ekiplerinin Kılıçdaroğlu için yürütülen<br />
muazzam medya kampanyasının gücü karşısında<br />
ayrı liste ile çıktıklarında kazanma şansları yoktu.<br />
Kılıçdaroğlu’nun tek liste ile çıkması ve liste seçimi<br />
yapılması halinde ise, bu listenin delinme ihtimali<br />
yoktu. Bu durumda bundan önceki bütün Kongrelerde<br />
liste seçimini savunan Baykal ve Sav, tek tek isimlere<br />
oy verilen ve en çok oy alan ilk seksen ismin seçildiği<br />
çarşaf liste ile seçim yapılmasını istediler, çarşaf<br />
listenin, liste seçimlerine göre çok daha demokratik<br />
olduğunu keşfettiler. Daha önce kendilerinin yeni<br />
CHP’sinde, liste seçimlerine son verileceğini söyleyen<br />
Kılıçdaroğlu ise, bu konuda örgüt ne isterse onu<br />
yaparız gerekçesiyle çarşaf listeye karşı çıktı. Ve güya<br />
danıştığı “örgüt liste seçiminden yana çıktı”ğı gerekçesiyle<br />
seçimlere Kılıçdaroğlu’nun güya ve güya parti<br />
birliği için dengeleri gözettiği tek başına yaptığı tek<br />
liste ile gidildi. Bu listede en düşük oyu bu listede<br />
üzeri çizilen Gürsel Tekin, ondan sonra da şimdiye<br />
kadarki CHP ile kan uyuşması zor olan Diyarbakır<br />
eski Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu aldılar. Seçimler<br />
ertesinde kadın kotası konusunda 68 kişilik listede<br />
öngörülen % 20’lik kotanın göz önünde bulundurulmadığı<br />
gerekçesiyle, listede en az oy alan son üç kişinin<br />
düşürülerek, yerine üç kadın getirilmesi talebiyle<br />
yüksek yargıya gidildi. Beklendiği gibi bu konuda da<br />
yüksek Yargı Kılıçdaroğlu’nun yüzünü kara çıkarmadı.<br />
Seçimlere yapılan itirazı reddetti.<br />
Kılıçdaroğlu/Tekin ekibi:<br />
Yeni seçilen Parti Meclisinde, geçen PM de yer<br />
alanların yarısından fazlası yok. Baykal Parti<br />
Meclisinde yok. Parti Meclisi seçiminde, CHP<br />
de çokça olduğu gibi, parti başkanı tek seçici<br />
konumunda idi. Seçilenler Kılıçdaroğlu onların<br />
seçilmesini istediği, onları listeye aldığı için<br />
seçildiler.<br />
Parti Meclisi seçiminin gerçekleştirildiği Olağanüstü<br />
Genel Kurul ertesinde yapılan ilk Parti Meclisi<br />
toplantısında CHP’nin şimdiki tüzüksel tek seçicisi<br />
Kemal Kılıçdaroğlu yeni PYK’nu açıkladı. Yeni MYK<br />
‘da yer alan isimler ve fonksiyonları şöyle:<br />
1-Örgütlenme ve Örgüt Yönetimlerinden Sorumlu<br />
Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin.<br />
2-İdari ve Mali İşlerden Sorumlu Genel Başkan<br />
Yardımcısı Hurşit Güneş.<br />
3-Seçim ve Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Başkan<br />
Yardımcısı Süheyl Batum.<br />
4-Partinin Tanıtımı ve Basın ve Propagandadan<br />
Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Erdoğan Toprak.<br />
5-Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı<br />
Volkan Canalioğlu.<br />
Meslek Kuruluşları, Sendikalar ve Diğer Sivil Toplum<br />
Kuruluşları Genel Başkan Yardımcılıkları:<br />
6-İşçi Memur Sendikaları ve Emekliler ve Emek<br />
Bürolarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı İzzet<br />
Çetin.<br />
7-İşveren Sendikaları Meslek Kuruluşları ve Diğer<br />
Sivil Toplum Kuruluşlarından Sorumlu Genel Baş-<br />
gündem<br />
41
gündem<br />
42<br />
kan Yardımcısı Umut Oran.<br />
8-Dış İlişkiler ve Yurtdışı Örgütlenmelerden Sorumlu<br />
Genel Başkan Yardımcısı Osman Korutürk.<br />
9-Kadın Örgütlenmesi ve Kadın Kollarından Sorumlu<br />
Genel Başkan Yardımcısı Gülsün Bilgehan.<br />
10-Gençlik Örgütlenmesi ve Gençlik Kollarından<br />
Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Engin Altay.<br />
11-Ekonomik ve Mali Politikalardan Sorumlu Genel<br />
Başkan Yardımcısı Faik Öztrak.<br />
12-Halkla İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı<br />
Alaattin Yüksel.<br />
13-AR-GE; Bilim Yönetim ve Kültür Platformundan<br />
Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Sencer Ayata.<br />
14-Parti İçi Eğitimden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı<br />
Sena Kaleli.<br />
15-Bilişim Teknolojilerinden Sorumlu Genel Başkan<br />
Yardımcısı Emrahan Halıcı (Ecevit kontenjanından!)<br />
16-İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı<br />
Sezgin Tanrıkulu.<br />
17-Genel Sekreter Bihlun Tamaylıgil (Baykal’a yakın)<br />
Önceki, yine Kılıçdaroğlu tarafından tartışmalı 2.<br />
kat toplantısında atanan MYK’da görev alan 7 kişi<br />
Mesut Değer, İsa Gök, Oğuz Oyan, Melda Onur, Didem<br />
Engin, Mehmet Ali Özpolat ve Mehmet Zeki<br />
Gündüz ise yeni MYK’da bulunmuyor.<br />
Yeni CHP ne kadar yeni?<br />
Bu “Yeni CHP”nin, tek seçicilik açısından, parti iç<br />
demokrasi açısından eski CHP’den ve diğer burjuva<br />
partilerinden hiçbir farkı yok. Tek farkı, ikide bir<br />
“benim adım Kemal, ben dediğimi yaparım. Size demokratik<br />
bir CHP vaat ediyorum. CHP’nin tüzüğünü<br />
değiştirip, onu demokratik yapacağız” diyen, bu<br />
Kongre’de kimi aymazlar tarafından Gandi’likten ,<br />
Che liğe terfi ettirilen, Lefteri “iyi kaleciydi” diye öven<br />
Fenerbahçe Başkanı. Bu başkanın en önemli tarafı<br />
vaatleri. Onların da bir tek açıklaması ve garantisi<br />
var: Beni seçin, nasıl yaptığımı göreceksiniz diyor.<br />
Kürt sorunu mu? Öyle bir sorun yok zaten bu başkanın<br />
lügatında. Çünkü Kürt sorunu denirse, etnik<br />
siyaset yapılmış olurmuş! Ama bu başkan başbakan<br />
olursa, Güneydoğu sorununu ekonomik kalkınmayla<br />
çözermiş! Türban sorunu mu? Öyle bir sorun zaten<br />
yokmuşmuş. Bu mesele bu başkan başbakan olursa<br />
kendi doğal mecrasında çözülürmüş! Yoksulluk mu,<br />
en yoksullara bu başkan başbakan olursa 600 lira<br />
maaş bağlarmış, sorun çözülürmüş. Kaynak mı neymiş?<br />
Bu başkanın adı Kemalmiş vs.. Bu düzeyde bir<br />
“yeni CHP” ile karşı karşıyayız. Ve bu CHP, AKP’yi<br />
seçimlerle götürmek hesapları yapan burjuva kesiminin<br />
ve de halkın küçümsenmeyecek ve fakat azınlıkta<br />
olan kesiminin esas umudu! Vah ki vah!<br />
Kılıçdaroğlu, CHP’nin ancak AKP’den oy alarak<br />
güçlenebileceğini bildiği için, söylem düzeyinde<br />
MHP ile arasında fark kalmayan CHP söylemlerinden<br />
uzaklaşarak, halka şirin gelebilecek söylemler geliştirmeye,<br />
CHP’nin değiştiği ve değişeceği mesajını<br />
vermeye çalışıyor. Yer yer AKP’nin en yetkin olduğu<br />
siyaset konularında (türban meselesi mesela) ondan<br />
daha iyi olduğu sözleri ile dikiş tutturmaya çalışıyor.<br />
Ancak CHP’nin ideolojik Kemalist dokusu nedeniyle<br />
bu yönde fazla ilerlemesinin de yolu kapalı. Bu yönde<br />
ilerlemesi halinde ise gideceği yer AKP’nin siyaseti<br />
olur. Orda ise orjinali varken taklidini kim niye seçsin?<br />
Kılıçdaroğlu’nun CHP’si yenilendiğini ilan ederek,<br />
şimdi 6 ay sonra yapılacak seçimlerde tek başına iktidar<br />
olma hedefini koyduğunu açıklıyor.<br />
Aslında CHP’nin yenilenme iddiasının emekçi yığınlar<br />
açısından ciddiye alınması için hiçbir neden<br />
yok. Yapılan Kamu oyu araştırmaları da bunu gösteriyor.<br />
Yapılan kamuoyu araştırmalarında CHP açısından<br />
en yüksek oy (ki bu CHP’nin zaten birinci parti konumunda<br />
olan yerlerde yapılan bir araştırma sonucu)<br />
% 30! AKP’nin en düşük oyu ise % 40! Kimi araştırmalar<br />
AKP’ni % 48’de gösteriyor. MHP 11-13 civarında<br />
dolanıyor. BDP’nin oyu % 6,5 civarında. SP %<br />
2, ondan kopan HAS Parti % 1 civarında, BBP % 1,<br />
DP % 2 civarında görünüyor.<br />
Yani bugünkü perspektifle: a) önümüzdeki seçimlerden<br />
de AKP’nin açık ara birinci parti çıkacağı, b)<br />
Tek başına hükümet kuracak bir çoğunluğa ulaşacağı,<br />
c) AKP açısından çıtanın Anayasayı –Referanduma<br />
götürerek- tek başına değiştirecek bir güce ulaşmak<br />
( en az 330 milletvekili) olduğu görülüyor.<br />
CHP’nin bugünkü yönetimi açısından % 30’un altında<br />
bir sonuç (ki bu bugünkü perspektifle gerçekçi<br />
görünüyor) CHP içinde intikam için fırsat bekleyen<br />
Baykalcıları ve Savcıları yeniden hareketlendirecek<br />
bir sonuç olacaktır. Kılıçdaroğlu seçime kendi ekibini<br />
kurmuş olarak girmektedir, olası bir başarısızlığın<br />
özrü olmayacaktır.<br />
Seçim Taktiği:<br />
Şimdi önümüzdeki altı ayda Türkiye’de burjuva si-
yaseti seçimlere kilitlenmiş olarak yapılacak. Atılan<br />
her adım, söylenen her söz, seçimlere dönük olacak.<br />
Egemen sınıf partileri halktan oy almak için her cambazlığı<br />
yapacaklar. Seçimler egemen sınıf partileri<br />
arasındaki iktidar mücadelesi açısından çok önemli.<br />
AKP’nin tek başına iktidar olacağı neredeyse baştan<br />
belli bu seçimde, seçimin önemi AKP çoğunluğunun<br />
Anayasayı tek başına değiştirmeye yeter bir çoğunluk<br />
olup olmayacağı noktasında düğümleniyor. Eğer<br />
AKP bu çoğunluğu sağlarsa, onun iktidar yürüyüşünde<br />
bu çok önemli yeni bir merhale olacaktır. Seçimler<br />
aynı zamanda CHP’nin bugünkü yönetiminin<br />
geleceği açısından belirleyici olacaktır. MHP’nin yeni<br />
parlamentoda temsil edilip edilmeyeceği, edilecekse<br />
kaç kişiye temsil edileceğini belirleme açısından<br />
önemlidir. Fakat bu sorulara seçim sonuçları ile verilecek<br />
cevapların hiç biri, işçiler, köylüler emekçilerin<br />
hiçbir gerçek derdinin gerçek çözümü açısından<br />
önemli değildir. İşçi sınıfı, köylüler, emekçiler açısından<br />
aslında bu seçimlerde de gerçek seçim burjuvazinin<br />
partileri içinde “kötüler arasında” bir tercih<br />
seçimidir. Burjuva demokrasisi anlamında bile anti<br />
demokratik olan % 10 barajının olduğu bu seçimde,<br />
DTP dışındaki “sol” un (o da bağımsız adaylarla seçime<br />
girdiği şartlarda) bugünkü güç dengesinde seçilme<br />
şansı yoktur. Bu anlamda devrimci sol kesim<br />
açısından seçimlere “katılma” seçim ortamından<br />
devrimci propaganda için yararlanma anlamında<br />
bir “katılma” olabilir. Seçimin gerçek anlamı “veba<br />
ile kolera arasında bir tercih olduğu için, bu seçimlerde<br />
de devrimcilerin görevi, demokrasinin göstergesi<br />
olarak sergilenen seçimlerin sahtekarlık olduğunu<br />
teşhir etmek; işçiler, köylüler ve tüm emekçileri bu<br />
sahtekarlığa ortak olmamaya çağırmaktır. Boykot genel<br />
tavır olmalıdır. Genel boykot tavrı, bugünkü şartlardaki<br />
güç dengesinde kural dışı olarak belli yerlerde<br />
devrimci gruplarla eylem birliği içinde ortaklaşılan<br />
devrimci bir program temelinde devrimci aday gösterilmesini<br />
dışlamaz.<br />
İşçi ve Emekçi Hareketi:<br />
2009/2010 yıldönümüne işçi ve emekçi hareketi, bu<br />
harekete ivme kazandırma potansiyelini içinde taşıyan<br />
önemli bir direnişle, TEKEL tütün işçilerinin direnişi<br />
ile girmişti. 4-C konusunda hak kaybına uğrayan,<br />
mağdur olan TEKEL tütün işçilerinin neredeyse<br />
tümünün desteğini alan, önemli bir bölümünün doğrudan<br />
katıldığı kitlesel bir eylemdi TEKEL direnişi.<br />
Hem Türkiye’de hem uluslararası alanda önemli bir<br />
sempati ve destek kazanan bir eylem olarak, diğer<br />
emekçi işçi ve emekçi direnişlerini de tetikleyebilecek,<br />
yükselen bir hareketin çıkış noktası olabilecek<br />
bir direnişti TEKEL direnişi. Bu direnişi sisteme karşı<br />
bir eyleme dönüştürme işini beceremedik devrimci<br />
hareket ve biz komünistler. Hareket sonuçta AKP’ne<br />
karşı hareket kısırlığında kaldı. Hareketin kendilerini<br />
aşma potansiyelini içinde taşıdığını gören sendika<br />
ağaları da, mücadeleyi “yüksek yargı” ya havale edip,<br />
hareketi sonlandırma işini başardılar. Tekel işçilerinin<br />
büyük çoğunluğu sendika ağalarının avutmasıyla,<br />
yüksek yargı hakkımızı verecektir ninnisiyle ve<br />
açlık korkusuyla 4 C’yi imzalamak zorunda kaldılar.<br />
2010 /2011 yıldönümüne bu direnişten arta kalan<br />
az sayıda Tekel işçisinin direnişi sürdüren eylemiyle<br />
girdik. Fakat artık eylemin kitleselliğinden eser yok.<br />
Ve kitleselleşme olasılığı da yok.<br />
İşçi hareketinin 2011’e girerken temel görünüşü, az<br />
sayıda, az katılımlı, ve fakat çoğu uzun süreli direniş<br />
eylemleri dışında sessizlik, hareketsizlikti. Ocak 2011<br />
başında yürüyen direniş eylemleri şunlardı:<br />
Direnişler:<br />
-Adana Numune Hastanesi taşeron işçileri direnişi –<br />
Adana<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 4 Ocak 2011<br />
Direnişteki işçi sayısı: 30<br />
Direnişin sebebi: Adana Numune Hastanesi’nde<br />
taşeron şirket tarafından ‘Geçmişe dönük tüm haklarımdan<br />
vazgeçiyorum’ yazılı kağıdı imzalamayan<br />
işçiler işten çıkarıldı ve hastane önünde 4 Ocak günü<br />
direnişe geçti.<br />
-Gemlik Nemtrans işçileri direnişi – İstanbul ve<br />
Bursa<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 27 Aralık 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 43<br />
Direnişin sebebi: İş Bankası’na bağlı Bursa’nın<br />
Gemlik İlçesi’ndeki Serbest Bölge’de bulunan Nemtrans<br />
işçileri Nakliyat-İş’e üye oldukları için işten çıkarıldı<br />
ve işlerine sendikalı olarak geri dönmek için<br />
direnişe geçti.<br />
-Berikap işçileri direnişi – Kocaeli Darıca<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 25 Aralık 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 4<br />
Direnişin sebebi: Kocaeli’nin Darıca İlçesi’nde bulunan,<br />
Almanya merkezli çok uluslu bir firma olan<br />
Berikap Kapak San. Ltd. Şti’de 4 işçi, Petrol-İş üyesi<br />
olduğu için işten çıkarıldıktan sonra 25 Aralık günü<br />
direnişe geçti.<br />
gündem<br />
43
gündem<br />
44<br />
-Sa-Ba işçileri direnişi – İstanbul (Tuzla)<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 22 Aralık 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 104<br />
Direnişin sebebi: İstanbul Tuzla’da bulunan Sa-Ba<br />
fabrikasında, Petrol-İş üyesi olduğu için işten çıkarılan<br />
104 işçinin direnişi sürüyor.<br />
-Buca Belediyesi taşeron işçileri direnişi – İzmir<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 25 Kasım 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 7<br />
Direnişin sebebi: Buca Belediyesi’nde taşeron şirkette<br />
çalışırken iş güvencesi istediği için işten çıkarılan<br />
işçiler belediye önünde çadır açarak direnişe<br />
geçti.<br />
-Polyplex işçileri direnişi – Tekirdağ - Çorlu<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 23 Kasım 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 5<br />
Direnişin sebebi: Tekirdağ’ın Çorlu İlçesi’ndeki Avrupa<br />
Serbest Bölgesi’nde bulunan fabrikada, Petrol-İş<br />
üyesi olduğu için işten çıkarılan işçiler direnişe geçti.<br />
-Eruslu Sağlık Ürünleri işçileri direnişi - Antep<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 4 Kasım 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 4<br />
Direnişin sebebi: Antep Başpınar Organize Sanayi<br />
Bölgesi’nde, Sleepy ve Babyfit markalarıyla çocuk<br />
bezi üreten, 220 işçinin çalıştığı Eruslu Sağlık Ürünleri<br />
San. ve Tic. A.Ş. işçiler, Petrol-İş’e üye olduğu için<br />
işten çıkarılan 4 arkadaşları için 4 Kasım günü direnişe<br />
geçti.<br />
-Akdeniz Çivi işçileri direnişi – Mersin<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 27 Ekim 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 14<br />
Direnişin sebebi: Mersin’de bulunan Akdeniz Çivi<br />
fabrikasında işveren, sendikalı oldukları için Birleşik<br />
Metal-İş üyesi 14 işçinin işine son verdi. İşçiler, hem<br />
ödenmeyen ücretlerini ve fazla mesai ücretlerini almak<br />
hem de işlerine geri dönmek için fabrika önünde<br />
direnişe geçti.<br />
-İkinci Tekel direnişi – İstanbul<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 4 Ekim 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 25<br />
Direnişin sebebi: Anayasa Mahkemesi’nin kararını<br />
bekleyen ve sendikaları Tek Gıda-İş’ten bir açıklama<br />
bekleyen Tekel işçileri 4 Ekim günü, İstanbul 4. Levent’teki<br />
Tek Gıda-İş’in Genel Merkezi önünde direnişe<br />
geçti.<br />
-Anakonda işçileri direnişi – Kırklareli (Lüleburgaz)<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 27 Eylül 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 6<br />
Direnişin sebebi: Kırklareli Lüleburgaz’da kurulu<br />
bulunan İtalyan sermayeli Anakonda Isıtıcı ve Pişirici<br />
Cihazlar San. ve Tic. A.Ş’de, 6 işçi Birleşik Metal-İş’e<br />
üye oldukları için işten çıkarıldıktan sonra 27 Eylül<br />
günü fabrika önünde işlerine sendikalı olarak dönebilmek<br />
için direnişe geçti.<br />
-Mutaş işçileri direnişi – Kocaeli (Gebze)<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 26 Ağustos 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 7<br />
Direnişin sebebi: Kocaeli’nin Gebze ilçesi çıkışı E-5<br />
karayolu üzerinde kurulu Mutaş Demir Çelik Sanayi<br />
ve Ticaret AŞ’de Birleşik Metal-İş üyesi oldukları için<br />
işten çıkarılan işçiler, sendikalı olarak işlerine geri<br />
dönmek için direnişe geçti.<br />
-Rimaks Kot işçileri direnişi – Bartın<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 15 ağustos 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 51<br />
Direnişin sebebi: Bartın’daki Rimaks Kot<br />
Fabrikası’nda sendikalı oldukları için 9 ve 11 Ağustos<br />
günlerinde işten çıkarılan işçiler direnişe geçti. İşçiler<br />
fabrika içinde başlattıkları eylemlerini kent merkezine<br />
taşıdılar. İşçiler sendikalı olarak işlerine geri<br />
için direniyor.<br />
-Rimaks Kot işçileri direnişi – İstanbul (Tuzla)<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 15 ağustos 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 64<br />
Direnişin sebebi: Tuzla Organize Deri Sanayi bölgesinde<br />
bulunan Rimaks Kot Fabrikası’nda sendikalı<br />
oldukları için 9 ve 11 Ağustos günlerinde işten çıkarılan<br />
işçiler, işlerine sendikalı olarak geri dönmek için<br />
15 Ağustos’ta fabrika önünde çadır kurup direnişe<br />
geçti.<br />
-Betesan işçisi Zeynel Kızılaslan’ın direnişi - İstanbul<br />
(Tuzla)<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 10 Ağustos 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 1<br />
Direnişin sebebi: Tuzla’da tersaneler bölgesinde<br />
bulunan BETESAN Elektrik’te çalışan ve Tersane<br />
İşçileri Birliği Derneği Başkanı olan Zeynel Kızılaslan,<br />
örgütlenme çalışması yaptığı için 6 Ağustos’ta<br />
işten çıkarıldı. Kızılaslan, işe geri alınmak için 10<br />
Ağustos’tan itibaren fabrikanın önünde direnişini<br />
sürdürüyor.<br />
-İZGAZ işçileri direnişi - Kocaeli<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 3 Ağustos 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 11<br />
Direnişin sebebi: İzmit Gaz Dağıtım Şirketi’nde<br />
(İZGAZ) 11 sayaç okuma işçisi, “çalıştıkları birime<br />
ihtiyaç duyulmaması” gerekçesiyle 2 Ağustos günü
işten çıkarıldı. İşçiler işlerine geri dönmek için 3<br />
Ağustos günü Sabri Yalım Parkı’nda çadır açarak direnişe<br />
geçti.<br />
-Mas Daf Makine işçileri direnişi – Düzce<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 2 Ağustos 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 22<br />
Direnişin sebebi: Düzce 1. Organize Sanayi<br />
Bölgesi’nde kurulu Mas Daf Makine Sanayi’de Birleşik<br />
Metal-İş’e üye olduğu için işten çıkarılan işçiler,<br />
işlerine sendikalı olarak geri dönmek için direnişe<br />
geçti.<br />
-II. Çel-Mer direnişi – Gebze (Kocaeli)<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 17 Temmuz 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 63<br />
Direnişin sebebi: Kocaeli’nin Gebze ilçesinde Şekerpınar<br />
Mahallesi’nde bulunan Çel-Mer Çelik’te<br />
patron, sendikalı oldukları gerekçesiyle 23 işçiyi işten<br />
çıkardı. İşçiler sendikalı bir şekilde işlerine dönmek<br />
için direnişe geçti.<br />
-Bizimköy engelli işçilerin direnişi – Kocaeli<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 10 Temmuz 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 20<br />
Direnişin sebebi: Kocaeli’ndeki Bizimköy Engelli<br />
Üretim Merkezi’nde haklarını talep ettikleri için işten<br />
çıkarılan engelli işçiler, sosyal haklarıyla birlikte<br />
işe geri dönmek için direnişe geçti.<br />
-Samka Metal işçileri direnişi- İstanbul<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 12 Mayıs 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 14<br />
Direnişin sebebi: İstanbul’un Pendik İlçesi Kurtköy<br />
bölgesinde bulunan Samka Metal fabrikasında Birleşik<br />
Metal-İş’te örgütlendikleri için işten çıkarılan<br />
işçiler 12 Mayıs günü fabrika önünde direnişe geçti.<br />
-UPS işçileri direnişi - İstanbul<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 3 Mayıs 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 160<br />
Direnişin sebebi: UPS’de TÜMTİS üyesi oldukları<br />
için işten çıkarılan işçiler 3 Mayıs günü İstanbul<br />
Mahmutbey’deki aktarma merkezi önünde direnişe<br />
geçti.<br />
-Procast Metal işçileri direnişi- İstanbul<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 29 Nisan 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 12<br />
Direnişin sebebi: Tuzla Vernikçiler ve Organize<br />
Sanayi Bölgesi’nde kurulu Procast Metal Sanayi ve<br />
Ticaret Limited Şirketi’nde Birleşik Metal-İş üyesi oldukları<br />
için işten çıkarılan 12 işçi fabrika önündeki<br />
direnişe geçti.<br />
-Elkim Metal işçileri direnişi – Düzce<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 8 Nisan 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 14<br />
Direnişin sebebi: Düzce 2. Organize Sanayi<br />
Bölgesi’nde kurulu Elkim Metal Fabrikası’nda Birleşik<br />
Metal-İş’e üye olduğu için işten çıkarılan işçiler,<br />
işlerine geri dönmek için direnişe geçti.<br />
-Toros Devlet Hastanesi taşeron sağlık emekçileri<br />
direnişi - Mersin<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 31 Mart 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 16<br />
Direnişin sebebi: Mersin Toros Devlet Hastanesi’nde<br />
1 yıl önce, 40 yaşını doldurduğu için işten çıkarılan<br />
ve hukuk mücadelesini kazanarak iki ay önce işlerine<br />
dönen Dev Sağlık-İş üyesi sağlık işçileri çalıştıkları<br />
iki aylık sürenin ücretleri dahi ödenmeden tekrar<br />
işten çıkarıldı. Bunun üzerine işçiler 31 Mart günü,<br />
yargı kararlarına uyulana ve gasp edilen hakları geri<br />
verilene kadar direnişe geçti.<br />
-İSKİ işçileri direnişi - İstanbul<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 15 Mart 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 150<br />
Direnişin sebebi: İSKİ’nin sayaç okuma, barkod,<br />
açma-kesme, ihbar, sayaç değiştirme işlerini yapan<br />
Karel, Sistem ve Elsan taşeron şirketlerinde çalışan<br />
işçiler, 15 Mart’ta işlerine son verilmesinin ardından<br />
direnişe geçtiler.<br />
-Samatya Hastanesi inşaat işçileri direnişi - İstanbul<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 14 Şubat 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 80<br />
Direnişin sebebi: Samatya Hastanesi’nin inşaatında<br />
çalışan işçiler, bünyesinde çalıştıkları RT taşeron şirketinden<br />
maaşlarını alamadıkları için 14 Şubat’ta iş<br />
durdurma eylemine başladılar.<br />
-Atv Sabah işçileri grevi - İstanbul (Yeniden başladı)<br />
Grevin başlangıç tarihi: 13 Şubat 2009, 4 Mart<br />
2010’da yeniden başladı<br />
Grevdeki işçi sayısı: 10<br />
Grevin sebebi: Turkuvaz Medya’da (Atv-Sabah) çalışan<br />
Türk-İş’e bağlı Türkiye Gazeteciler Sendikası’na<br />
üye işçiler Toplu İş Sözleşmesi için greve çıktı.<br />
-Akkardan işçileri Kocaeli/Gebze<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 12 Şubat 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 108<br />
Direnişin sebebi: Kocaeli’nin Gebze ilçesinde otomotiv<br />
yan sanayi malları üreten Akkardan fabrikasında<br />
çalışan Birleşik Metal-İş üyesi 108 işçi kriz sebebiyle<br />
işten çıkartıldı. İşçiler işlerini geri almak için<br />
gündem<br />
45
gündem<br />
46<br />
fabrika önünde direnişe geçti.<br />
-Eko Depar Metal işçileri direnişi - İzmir<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 26 Ocak 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 14<br />
Direnişin sebebi: İzmir Kemalpaşa’da bulunan Eko<br />
Endüstri Ltd. Şti ve Depar Yedek Parça Sanayi Ltd.<br />
Şti.’de çalışan işçiler Birleşik Metal-İş’e üye oldukları<br />
için işten çıkartıldı. İşten çıkartılan 14 işçi 26 Ocak<br />
günü direnişe geçti.<br />
-İtfaiye işçileri direnişi - İstanbul<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 1 Ocak 2010<br />
Direnişteki işçi sayısı: 68<br />
Direnişin sebebi: 1 Ocak 2010 günüyle birlikte<br />
iş sözleşmeleri sona eren İstanbul Büyükşehir<br />
Belediyesi’nde çalışan itfaiye işçileri güvencesiz çalıştırmanın<br />
dayatıldığı yeni şirketle sözleşme imzalamadı<br />
ve Saraçhane Parkı’nda çadır kurarak direnişe<br />
geçti.<br />
-Nema Tekstil işçileri direnişi – Düzce<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 4 Kasım 2009<br />
Direnişteki işçi sayısı: 32<br />
Direnişin sebebi: Düzce’de yüzde 90 Alman Winkelmann<br />
Kombi ortaklı Nema Makine Tekstil San. Ve<br />
Tic. Ltd. Şti. işyerinde çalışan 32 işçi Birleşik Metal-İş<br />
sendikasına üye oldukları için işten çıkartıldı. İşten<br />
çıkartılan işçiler 4 Kasım günü direnişe geçti.<br />
-Mutaf Ambar işçileri direnişi - Balıkesir<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 31 Ağustos 2009<br />
Direnişteki işçi sayısı: 10<br />
Direnişin sebebi: Balıkesir Mutaf Ambar’da sendikalı<br />
oldukları için işten atıan 10 işçi aileleriyle birlikte<br />
direnişe geçti.<br />
-Ayzi Moda işçileri direnişi - İstanbul<br />
Direnişin başlangıç tarihi: 20 Ağustos 2009<br />
Direnişteki işçi sayısı: 75<br />
Direnişin sebebi: İstanbul İkitelli’de bulunan Ayzi<br />
Moda patronu, Ocak ayından bu yana asgari geçim<br />
indirimlerini ve son 3 aydır maaş ödemelerini yapmadığı<br />
işçileri kriz bahanesiyle işten çıkarttı. Bunun<br />
üzerine işçiler direnişe geçti.<br />
-Entes Elektronik işçisi Gülistan Kobatan’ın direnişi<br />
- İstanbul Direnişin başlangıç tarihi: 14 Mayıs 2009<br />
Direnişteki işçi sayısı: 1<br />
Direnişin sebebi: Gülistan Kobatan işe geri alınmak<br />
için direnişe geçti. Kobatan kriz gerekçesiyle 13 Mayıs<br />
2009’da işten çıkartılmıştı. (Direniş eylemleri listesi<br />
için Kaynak: Sendika Org./Grev Gözcüsü)<br />
Zor ve fakat doğru olan:<br />
Yani Ocak 2011 başında, geçmişi üç ay olan toplam<br />
211 işçinin katıldığı, toplam 8 işyeri kapısında –çevresinde<br />
direniş eylemi vardı. Bu direniş eylemlerinin<br />
çoğu sendikalı oldukları gerekçesiyle işten çıkarılan<br />
işçilerin eylemleri idi.<br />
Süren diğer direniş eylemlerinin çoğunda başlangıçta<br />
direnişte olan işçilerin önemli bölümü direnişi<br />
bırakmıştı; kararlı olan az sayıda işçinin eylemi olarak<br />
sürüyordu bu direnişler. Başlangıç sayıları itibarıyla<br />
süren diğer direnişlerdeki toplam katılım da 600<br />
civarında idi.<br />
Ocak 2011 itibarıyla KK/T de grev eylemi yoktu.<br />
Ancak Birleşik Metal İş, MESS ile sürdürdüğü TİS<br />
görüşmelerinde, Türk Metal ve Çelik İş tarafından<br />
imzalanan anlaşmayı ve kendisine de dayatılan anlaşmayı<br />
reddetmişti. Yani gelişme içinde Birleşik Metal<br />
İş’in greve gitme olasılığı oluşmuştu.<br />
İşçi eylemlerinde durum bu iken, emekçi sınıfların<br />
diğer kesimlerinde de kayda değer bir hareketlilik<br />
yok.<br />
Son dönemde öğrencilerin belirli bir kesiminde bir<br />
hareketlenme var. Polis bu hareketlenmeyi başlangıcında<br />
ezmek için öğrenci eylemlerine karşı acımasızca<br />
saldırıyor. Hükümet yandaşı medya da bu hareketleri<br />
bir yandan küçümseyerek, diğer yandan büyük bir<br />
komplonun parçası olarak göstererek etkisizleştirmeye<br />
çalışıyor. Fakat görünen bu alanda hareketliliğin<br />
gelişeceği. Burada esas sorun, bu hareketin ufkunun<br />
anti-AKP mücadele sınırları ile daraltılmamasının<br />
sağlanmasıdır.<br />
Bir bütün olarak ele alındığında, sistem muhalifi<br />
emekçi hareketi hala çok zayıftır. Bu hareketin merkezinde<br />
durması gereken işçi hareketinin boyutları<br />
da, işçilere yönelen saldırıların boyutları ve direniş,<br />
mücadele nedenleri göz önünde alındığında, olması<br />
gerektiğinden çok geridir. Bunda yoğun işsizlik baskısı,<br />
işçilerin işini kaybetme korkusu yanında sarı ve<br />
reformist sendikaların her mücadeleyi satan, işçilere<br />
hiçbir güven vermeyen tavırları da önemli rol oynamaktadır.<br />
Bunun sonucu sendikal örgütlenme bağlamında<br />
da işçi sınıfının örgütlülük seviyesinin geri<br />
olmasıdır.<br />
İşçi sınıfı içinde Komünist ve devrimci örgütlenme<br />
çok zayıftır. Geneli itibarıyla ele alındığında<br />
sosyalizm/komünizm işçiler-emekçiler arasında bir<br />
çözüm, bir alternatif olarak görülme durumunda değildir.<br />
Burjuvazi muazzam propaganda imkanlarını<br />
kullanarak, sosyalizm/Komünizmi –revizyonistlerin<br />
de yardımıyla- 1950’ler ikinci yarısı sonrasının
sosyal faşist rejimleri ile eşitlemeyi başarmıştır. Diğer<br />
yandan yine revizyonistlerin yardımıyla geliştirilen<br />
yoğun anti Stalinist –anti komünist kampanya<br />
da emekçi yığınların bilincini karartmada başarılı<br />
biçimde kullanılmıştır. Bu arada sol adına, devrimcilik<br />
adına T/KK solunda yaygın olan küçük burjuva<br />
devrimciliğinin teori /pratik uyumsuzluğu da,<br />
sol içi, solu emekçilerden koparan şiddet eylemleri;<br />
devrimcilik adına halka yönelen kimi eylemler de<br />
işçileri devrimci/komünist örgütlülüğe karşı ihtiyatlı<br />
ve uzak tutmaktadır. Genelde “Sol” a yaygın bir<br />
güvensizlik vardır ve bunun sonucu örgütsüzlük olmaktadır.<br />
Bütün bunların bilincinde, işçi hareketinin<br />
yeniden yükseleceği dönemlere hazırlıklı girebilmek<br />
için işçiler arasında, işletmelerde örgütlenmeyi güçlendirmek,<br />
işçi sınıfının Bolşevik Partisini sabırlı,<br />
sistemli bir faaliyetle işletme/fabrika örgütleri temeline<br />
oturtmak komünistlerin esas görevidir. Bu zor ve<br />
fakat doğru olandır. Zor olanı başarmanın yolu, işçi<br />
sınıfının güvenini kazanmaktan geçmektedir. Bunun<br />
için teori ve pratik uyumluluğu ve hata yapıldığında<br />
bunu açık özeleştiri ile aşmak, ilkeli ve fakat somutun<br />
somut tahliline dayanan esnek bir siyaset mutlak gerekliliklerdir.<br />
Kürt Ulusal Hareketi:<br />
Ülkelerimizde toplumsal/sınıfsal hareket bağlamında<br />
on yıllardan beri olduğu gibi 2011’e girerken de en<br />
kitlesel ve en dinamik hareket Kürt Ulusal Hareketi.<br />
Hareket siyasi önderliği ve siyasi yönelimi açısından<br />
reformist burjuva hareketidir, sınıfsal tabanı itibarı<br />
ile ise köylü hareketidir. Bu açıdan yaklaşıldığında<br />
ulusal talepler temelinde gelişen köylü hareketi, KK/T<br />
deki sınıf hareketinin en kitlesel en dinamik bölümü<br />
görünümdedir. T.C. devleti şimdi 26 yılı aşkın süredir<br />
yürüttüğü bir yok etme savaşı ile bu hareketin<br />
öncü ve silahlı gücü konumundaki örgütü, PKK’ni<br />
yok ederek, bu hareketi ezmeye çalıştı. Fakat en yoğun<br />
faşist yöntemlerle yürütülen savaşta bu amaca<br />
varılamadı. Özel sermayeli işbirlikçi tekelci Türk büyük<br />
burjuvazisinin belirleyici kesimi, süreç içinde,<br />
başlangıçta adı bile anılmayan “Kürt sorunu” nun<br />
varlığını kabul etmek zorunda kaldığı gibi, bu “sorunun”<br />
salt askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini de<br />
gördü ve savunmaya başladı. Batılı emperyalistler, en<br />
başta da ABD emperyalizmi, sorunun salt askeri yöntemlerle<br />
çözülemeyeceğini telkin ediyorlardı. AKP<br />
hükümeti bu siyaset değişikliği talebine “Açılım”<br />
siyaseti adı altında cevap verdi. Bu siyaset PKK’ni savaşan<br />
silahlı bir örgüt olmaktan çıkarma, haklarında<br />
arama kararı olmayanları “düz ovada siyasete” katarak,<br />
PKK’ni “dağdan indirme”yi, yani PKK’yi PKK<br />
olarak tasfiyeyi temel alan bir siyasetti. PKK silahlı<br />
güç olarak tasfiye edilirken, bir başka isimle sivil siyasetin<br />
bir aktörü olarak sorunun çözümü içine çekilecekti.<br />
“Açılım siyaseti” en ileri noktasında, T.C.’nin<br />
“ülkesi ve milleti ile bölünmezliği”ni temel alan, Türk<br />
olmayan milliyetlere “Türk” kavramı ile eşitlenen<br />
“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” üst kimliği altında,<br />
kendi alt kimliklerini kullanma “hakkı!!!”nı<br />
tanıyan, Kürtçe’nin ve Türkiye’de konuşulan Türkçe<br />
dışındaki diğer ana dillerin serbestçe konuşulmasını<br />
reddetmeyen ve fakat devlet dilinin Türkçe olmasını<br />
sorgulatmayan, yerel yönetimlere daha fazla yetki veren<br />
bir idari reformla sorunu çözmeyi öngören bir siyasetti.<br />
Bu siyasetin uygulanmasında örneğin TRT 24<br />
saat Kürtçe yayına başladı. Bu siyasetin uygulanması<br />
için bir ilk adım olarak içinde PKK gerillalarının<br />
ve Güney Kürdistan’da Mahmur mülteci kampına<br />
göç etmek zorunda kalmış olan Kürt göçmenlerden<br />
bir gurup insanın yer aldığı 36 kişilik bir kafilenin<br />
Türkiye’ye tutuklanmadan girmesine izin verildi. Ve<br />
fakat daha bu ilk adım PKK ile savaşın bitirilerek çözülmesinden<br />
yana olmayan kesimlerin büyük tepkisi<br />
ile karşılandı. Bunda Kürt halkının barışa duyduğu<br />
özlemi dile getiren gösterili karşılaması bahane olarak<br />
kullanıldı. AKP’nin “Açılım” siyaseti bir süre rafa<br />
kalktı. Sınırdan geçerken tutuklanmayan PKK gerillaları<br />
ve Mahmurdan gelen bir bölüm Kürt hakkında,<br />
daha sonra tutuklama kararı çıkarıldı.<br />
Referandum sonrası: “Açılım” yeniden…<br />
Referandum bir yanı ile AKP’nin açılım siyaseti<br />
konusunda da bir referandumdu. MHP’nin bütün<br />
Referandum Kampanyası boyunca AKP’ne en çok<br />
yüklendiği konu bu idi. Referandum’da BDP’ye sayılması<br />
gereken boykot oyları yanında evet oylarının<br />
en yüksek oranda çıktığı iller Kürdistan illeri oldu.<br />
Bu AKP’ne açılım siyasetini kaldırıldığı raftan indirmeye<br />
yönelik bir çağrı idi aynı zamanda.<br />
Bu arada 2010’da İmralı’nın denetimi de sivil yönetimin,<br />
Adalet Bakanlığı’nın eline geçmiş, PKK’nin<br />
siyasetinin belirleyici unsuru A. Öcalan ile sivil yönetimin<br />
doğrudan pazarlıklarının yolu açılmıştı.<br />
Referandum, PKK ve BDP çözüme bir türlü katılmaksızın<br />
çözüm olamayacağını, PKK ve DTP’nin<br />
Kuzey Kürdistan’da, ama sadece orada değil, genel<br />
olarak Kürtler içinde önemli bir tabanı olduğu ve<br />
gündem<br />
47
gündem<br />
48<br />
Kürtler içinde en önemli siyasi aktörler olduklarını<br />
bir kez daha ispatladı. Referandum sonrasında AKP<br />
hükümeti, sadece “yandaş medya”da değil, medyanın<br />
büyük çoğunluğunda kabul edilen bu gerçek karşısında,<br />
açılım siyasetini yeniden canlandırmakta da aktifleşti.<br />
AKP yandaşı medyada daha önce kesinlikle<br />
devlet tabusu olan “PKK ile doğrudan pazarlık” hatta<br />
“A. Öcalan’la doğrudan pazarlık” konuları açıktan<br />
tartışılmaya başlandı. A. Öcalan’ın devletin kendisi<br />
ile çeşitli kereler görüştüğü yönündeki açıklamaları<br />
artık yalanlanmamaya başlandı. AKP hükümetinin<br />
bu bağlamda takındığı tavır “kendilerinin doğrudan<br />
görüşmediği, fakat devletin görevlilerinin görüşüyor<br />
olabileceği” biçiminde oldu.<br />
Referandum ertesinde görünen o ki, 31 Ekimde süresi<br />
dolacak “eylemsizlik süreci”nin uzatılması için<br />
sıkı pazarlıklar yürüdü.<br />
Bu dönemde yapılan görüşmeleri A. Öcalan, görüşme<br />
notlarında “diyalogdan müzakereye geçiş süreci”<br />
olarak değerlendirdi. Bunun sonucunda İmralı’dan<br />
Kandil’e giden bir tavrın değerlendirilmesi temelinde<br />
PKK’nin (KCK) nin tavır takınması gündemdeydi.<br />
PKK’nin 31 Ekimde süresi dolan “eylemsizlik kararı”<br />
bağlamında tavır takınacakları gün Taksim’de,<br />
daha sonra Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) adına<br />
üzerlenilen bir bombalı intihar/saldırı eylemi oldu.<br />
Bu eylem objektif olarak uzatılması beklenen “eylemsizlik”<br />
veya “tek taraflı” ateşkese de karşı yapılmış,<br />
savaşı kışkırtan bir eylemdi. BDP, PKK ve A. Öcalan<br />
bu eylemi kınadılar. İlk kez bir TAK eylemi bu güçler<br />
tarafından açıkça red ve mahkum ediliyordu. PKK,<br />
KCK adına Behdinan’dan yapılan açıklamada aynen<br />
şöyle diyordu:<br />
„Mücadelemiz önemli ve tarihi bir sürece girmiş<br />
bulunmaktadır. Önderliğimizin çağrısı üzerine geliştirilen<br />
eylemsizlik sürecinin zamanı dün 31 Ekim<br />
günü itibariyle bitmiştir. Hareketimizin yönetimi<br />
Önderliğimizin yeni çağrısı temelinde yoğun bir<br />
tartışma sürecini tamamlayarak bundan sonraki dönem<br />
için önemli ve tarihi bir adım atmanın hazırlığı<br />
içindeyken dün İstanbul Taksim’de bir intihar eylemi<br />
gerçekleşmiştir. Hareketimizin eylemsizlik sürecini<br />
uzatma kararını aldığı, barış ve demokratik çözüm<br />
için tarihi bir adıma hazırlandığı günde bizim böyle<br />
bir eylemi düzenlememizin mümkünatı yoktur. Ne<br />
Hareketimizin yönetimi ne de bize bağlı herhangi bir<br />
birimin böyle bir eylem ve planlaması asla söz konusu<br />
değildir. Bu gerçeğe rağmen ima yoluyla da olsa bazı<br />
kesimlerin Hareketimizi işaret etmesi gerçekleri yansıtmamaktadır<br />
ve doğru değildir. Bu eylemle hiçbir<br />
biçimde herhangi bir ilgimiz yoktur. Kaldı ki, sivil<br />
insanların zarar görebileceği böylesi eylem biçimleri<br />
Hareketimizin tarzı olamaz. Kamuoyuna ve demokratik<br />
kesimlere duyurulur.”<br />
Bu tavrın hemen ertesinde, KCK adına, 1 Kasım’da<br />
Behdinan’dan yapılan açıklamada ise Eylemsizlik sürecinin<br />
seçimlere kadar uzatıldığı şöyle duyuruldu:<br />
“Eylemsizlik süresi boyunca yaşanan tüm gelişmeleri<br />
değerlendiren Önderliğimiz ve Hareketimiz, -her<br />
ne kadar AKP hükümeti ciddi ve olumlu bir karşılık<br />
vermemiş olsa da- sorunun giderek gündeme oturması,<br />
kamuoyunda tartışılması ve bazı çevreler ile devlet<br />
içindeki bir kesimin diyalog ve çözüm eğiliminde<br />
olması olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmiştir.<br />
Önderliğimiz bu eğilimi cesaretlendirmek, güç vermek,<br />
hükümette ve parlamentoda çözüm zihniyetini<br />
geliştirmek için eylemsizlik sürecini uzatmaya dönük<br />
Hareketimize kapsamlı bir mesaj iletmiştir.<br />
Yönetimimiz bunu değerlendirerek Önderliğimizin<br />
görüş ve perspektiflerini yerinde bulmuştur...<br />
2011 genel seçimlerine kadar eylemsizliğin sürdürülmesine<br />
karar vermiştir.”<br />
Çözüm için Tek adres:<br />
A. Öcalan’ın direktifi ile “eylemsizlik süreci”nin seçimler<br />
ertesine kadar uzatılması; ve A. Öcalan’ın görüşme<br />
sürecini “müzakare sürecine geçişin başlangıcı”<br />
vb. biçiminde değerlendirmeleri, BDP saflarında<br />
siyaset yapan ve süren savaşın sonlandırılmasını isteyenler<br />
tarafından artık silahlı mücadelenin sonu<br />
geldi, işlevi tamamlandı biçiminde yorumlandı. Bu<br />
yorumu yapanlardan biri Amed Belediye Başkanı<br />
Osman Baydemir oldu. Osman Baydemir 1 Kasım<br />
günü kendisini makamında ziyaret eden Kanada’nın<br />
Ankara Büyükelçisi Bailey’e, 21’inci yüzyılda silahın<br />
rolünü tamamladığını, sorunların çözümünde silahın<br />
bir araç olma özelliğini yetirdiğini belirterek şöyle<br />
dedi:<br />
“Bütün sorunların çözüm yöntemi sadece diyalog,<br />
müzakere ve istişare olmalıdır. Kürt sorunu özelinde<br />
şiddet ve silahın yani askeri operasyon ve silahlı<br />
eylemin Kürt sorununun çözümünü tam tersine<br />
zorlaştırıyor. Dolayısıyla bizim temel önceliğimiz,<br />
temel duruşumuz, silahların bir an önce susmasıdır.<br />
Silahların bir daha konuşmaması için diyalog ve istişarenin<br />
başlamasıdır. Hepimize düşen silahların<br />
nasıl çözüm yöntemi dışına çıkarabilmenin üzerinde<br />
yoğunlaşmamız ve onun üzerinde formüller üretmek
olmalıdır. Hem hükümetin, hem devlet kurumlarının<br />
aynı zamanda uluslararası kurumların silahın<br />
yöntem dışına çıkarılması için cesaretlendirici, teşvik<br />
edici, motive edici çaba içerisinde olması lazım.”<br />
A.Öcalan, bir diplomatla diplomasi diliyle yapılan<br />
bu konuşmaya çok öfkelendi. Bunun nedeni de bellidir.<br />
A Öcalan için, kendi dışında bir çözüm mümkün<br />
değildir. Eğer çözüm olacaksa, buna A. Öcalan’la<br />
devlet pazarlıkları temelinde karar verilecektir. Kararın<br />
tek adresi odur. PKK silahlı güç olarak var olduğu<br />
sürece, ve PKK için A.Öcalan’ın direktifleri belirleyici<br />
olduğu sürece –ki durum budur- gerçekten de<br />
çözümün tek adresi, silahlı mücadelenin ne olacağı<br />
konusunda, savaşın sürmesi veya durması konusunda<br />
karar verici merci A.Öcalan’dır. Bu durum devletin<br />
elinde tutsak olan A. Öcalan’ın yaşamı için de tek güvencedir.<br />
Silahlı mücadelenin “miyadını doldurmuş”<br />
olması, “çözüm yöntemininin sadece diyalog, müzakere<br />
ve istişare “ olması halinde, çözüm için Abdullah<br />
Öcalan’a ihtiyaç kalmaz. Yani bu anlamda “silahlı<br />
mücadele zamanını doldurdu” biçiminde değerlendirmeler,<br />
çözümde BDP gibi legal siyasi aktörleri öne<br />
çıkaran, fakat PKK ve en başta da tabii A.Öcalan’ın<br />
önemini azaltan değerlendirmelerdir. Abdullah Öcalan,<br />
Baydemir’in bu konuşması ertesinde yapılan ilk<br />
avukat görüşmesinde, Baydemir ve onun gibi düşünenleri<br />
şöyle hizaya çekti:<br />
“Fakat bakıyorum bazen öyle şeyler oluyor ki, çok<br />
şaşırıyorum, öfkeleniyorum. İşte basından izledim,<br />
bazıları çıkıp sorumsuzca ‘silahlı mücadele miadını<br />
doldurmuştur’ diyor. Buna kendileri nasıl karar verirler,<br />
bu hakkı nasıl kendilerinde buluyorlar? Silahlı<br />
güçlerin pozisyonu ve geleceği hakkında Kandil bile<br />
tek başına karar veremezken, bunları nasıl söyleyebiliyorlar?<br />
Açık söylüyorum Kandil bile bu konuda tek<br />
başına yetkili değil. Bu sorunu Kandil bile çözemezken<br />
onlar nasıl çözecekler? Bunları dile getirenler, silahlı<br />
güçlerle bir ilişkileri yok ki nasıl onlar hakkında<br />
söz söylesinler! Herkes kendi işine bakmalı, herkes<br />
sorumlu olduğu konularla ilgilenmeli, kafa yormalı,<br />
söz söylemelidir. Bazıları bırakmış kendi asıl işlerini<br />
silahlı güçlerin durumunu konuşuyor, bu konu onlara<br />
düşmez. Bunları anlamıyorum, niye kendi işlerini<br />
yapmıyorlar, niye kendi işi olmayan konulara giriyorlar?<br />
Anlamıyorlar mı? Şöyle bir düşünüyorum da herkes<br />
işin içinde görünüyor ancak Kürtlerin geleceği,<br />
özgürlüğü hakkında kafa yoran, üreten yok. Burada<br />
yanlış anlaşılmasın, binlerce, on binlerce arkadaşımızın<br />
emeği, katkısı var ama yeterli değil. Yeni savunmalarımda<br />
bu konuyu işledim, nasıl başladığımı,<br />
nasıl bugüne getirdiğimi edebi bir dille anlatıyorum.<br />
Ama siyasi mücadele yürütenlerin çoğu fiziken varlar<br />
ancak bu konularda kafa yormuyorsunuz. Herkes<br />
hala bana yaslanmış, her şeyi benden bekliyorlar. Ben<br />
bu yüzden uyuyamıyorum burada, kafa yoruyorum.<br />
Ama onlar kendi yapması gereken işleri dururken,<br />
bunu doğru dürüst yapmazken kalkıp kendilerini<br />
aşan, dünyanın, ABD’nin Avrupa’nın bile çözemediği<br />
silahlı güçler konusunda ahkam kesiyorlar. Çözebilseydi<br />
ABD ve Avrupa bu konuyu çözerdi ama<br />
onları bile aşan bir konu olduğunu gördüler. ABD’si<br />
Avrupa’sı bile artık bu konuda beni tek etkili-yetkili<br />
kişi olarak görürken bunların yaptıkları açıklamalara<br />
bakın! Çevik Bir bile burada benimle görüşürken “sen<br />
dağa çıkardın sen dağdan indireceksin” demişti. Tabi<br />
burada yarı tehdit de vardı, tehdit olabilir de olmayabilir<br />
de. Önemli olan bir gerçeği tespit etmesiydi. Burada<br />
yaptığım bu süreçteki görüşmelerde heyettekiler<br />
bile ancak silahlı güçler sorununu benim çözebileceğimi<br />
belirttiler. Bu gerçekleri herkes görürken, bizimkiler<br />
niye göremiyorlar? Kalkıp silahlı güçler miadını<br />
doldurmuş diyorlar, AKP seni bırakır mı? Hem parası,<br />
hem olanakları, hem gücü var, senin neyin var, yer<br />
yutar seni. Bunu nasıl görmüyorsunuz? Şimdiki gibi<br />
rahat siyaset yapabilecek misiniz, devlet seni yaşatır<br />
mı, neyin karşılığında silahlar bırakılsın diyorsunuz?<br />
İşte basit gibi gelebilir ama Diyarbakır’da TOKİ inşaat<br />
çukurunda iki çocuk boğulmuş, bu ölümleri engellemek<br />
için ne yapıldı, iki kepçe toprak atılsa içine, o<br />
çukur kapatılsa bu ölümler olmayacak.”<br />
A. Öcalan’ın Baydemir’i doğrudan karşısına alan<br />
bu tavrı, Baydemir ve BDP içinde Baydemir gibi düşünenler<br />
tarafından “Herkesin eleştiri hakkı vardır.<br />
Büyütülecek bir şey yoktur” şeklinde bir tavırla geçiştirildi.<br />
Daha sonraki gelişme içinde, görüşmelerin kesilmesine<br />
kızdığı anlaşılan A. Öcalan, kendisinin çözüm<br />
için tek adres olduğunu bir kez daha gösterdi. Kasım<br />
sonunda yapılan Avukat görüşmesinde A.Öcalan<br />
“eylemsizlik” sürecinin Mart’ta bitebileceğini, “daha<br />
kötü bir sürecin başlayabileceğini” söyledi. Notlarda<br />
söylenenler şöyle idi:<br />
“Burada son bir aydır herhangi bir görüşme olmuyor<br />
ama bu ileride olmayacağı anlamına da gelmez.<br />
Buradaki görüşmeler müzakere değil hatta diyalog<br />
da değil aslında ben bir aracıyım, arabulucuyum burada.<br />
Ben devlet ile PKK arasında aracıyım. Çünkü<br />
henüz müzakerelere geçmedik. Müzakereye geçilse<br />
gündem<br />
49
gündem<br />
50<br />
maddeler üzerinde tartışılır. Fakat henüz üzerinde<br />
somut konuştuğumuz bir madde yok çünkü Hükümet<br />
henüz karar vermemiş. Müzakereye geçilse bu<br />
görüşmeler nasıl sonuçlanır bilemiyorum.<br />
1 Mart’a kadar bir sonuç çıkması lazım. 1 Mart iyi<br />
bir tarihtir, güzel-uygun-bir tarihtir. Bu tarihe kadar<br />
bu görüşmeler bir sonuç verirse, anlamlı bir barış,<br />
onurlu bir barışla sonuçlanır. Ben buna kutsal barış,<br />
büyük barış derim. Ya da bu görüşmelerden bir şey<br />
çıkmaz, daha kötü bir süreç başlayabilir. 1 Mart’a kadar<br />
görüşmelerden anlamlı bir barış çıkmazsa ben bu<br />
aracılıktan çekilirim, çekilmekten ziyade “yapamadım,<br />
başarısız oldum, devlet de, hükümet de çözüme<br />
gelmedi, artık daha fazla aracı olamam” diyeceğim.<br />
Karışmayacağım onlara. Verdiğim tarih 1 Mart. Sıfıra<br />
doğru geri sayım başladı.”<br />
Bunun üzerine KCK’dan da sürecin 1 Mart’ta yeniden<br />
değerlendirileceği yönlü açıklamalar geldi. Bu aslında<br />
seçime savaşsız bir ortamda girmeyi planlayan<br />
AKP açısından hiç istenmeyen bir gelişme idi.<br />
Daha sonra 7 Aralık görüşmesinde, A.Öcalan “Mart<br />
ayına kadar” sözlerinin yanlış anlaşıldığını açıkladı,<br />
ve Gülen Cemaatine uzlaşma mesajları gönderdi. Bu<br />
bağlamda notlara yansıyanlar şöyle idi.<br />
“Zaman Gazetesi’nden Hüseyin Gülerce’nin bazı<br />
değerlendirmeleri olmuş. Bu vesile ile ben de kendi<br />
cemaatlerine ilişkin şunları belirtmek istiyorum.<br />
Tabi biz hiçbir zaman kendilerinin varlığını inkar<br />
etmedik, onlardan da bizi inkar etmemelerini bekleriz.<br />
Hem kendileri hem biz, gerek Türkiye’de gerek<br />
Ortadoğu’da önemli aktörleriz. Kendileri Türkiye’nin<br />
hatta Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde rol alabilirler,<br />
önemli bir güçleri var. Ben, kendilerini bir tarikat-cemaat<br />
olarak görmüyorum. Hatta tek başına<br />
ne bir tarikat ne de bir cemaattir. Biraz sivil toplum<br />
örgütü hatta bir siyasi parti işlevine sahip olduğunu<br />
düşünüyorum. Rolü önemlidir. Bana göre daha çok<br />
Türkiye ve Ortadoğu’da bir sivil toplum örgütüdür.<br />
Sivil toplum örgütleri gibi toplumun demokratikleşmesinde,<br />
aydınlatılmasında herhangi bir siyasi çıkar<br />
beklemeden rol alabilirler. Hatta Ortadoğu’nun bir<br />
siyasi partisi gibiler. Ben böyle görüyorum kendilerini.<br />
Oldukça dinamik güçleri var, biz de dinamik<br />
bir gücüz. Bu iki dinamik gücün karşılıklı anlayış<br />
göstermesi ve dayanışma halinde olması durumunda<br />
Türkiye’de birçok temel sorun çözülecektir. Bu dayanışma<br />
sadece Türkiye’yi değil Ortadoğu’yu da etkileyecektir.<br />
Burada önemli olan bazı temel kavramların<br />
tanımını iyi yapmaktır. Örneğin ben, kendilerinin<br />
Türklük ve islamiyet konusundaki görüşlerini biliyorum,<br />
bu görüşleri önemli buluyorum. Burada<br />
belki uzun uzadıya açamayacağım ancak bu konuda<br />
araştırmalarım ve derinleşmem var. Son yazdığım<br />
savunmamda da bu konulara oldukça değiniyorum.<br />
Türkiye’de statükonun aşılması ve demokratikleşme<br />
süreci için herkes birlikte çalışabilir. Bu konularda<br />
ortak zemin demokrasi olmalıdır.”<br />
A. Öcalan görüşme notlarında ayrıca gerillanın<br />
dikkat etmesi gereken hususları sayarken şu değerlendirmeleri<br />
yapıyordu:<br />
“En önemli husus, çatışmasızlık ortamının korunmasıdır.<br />
Gerilla, çatışmasızlık pozisyonunu-konumunu<br />
iyi sağlamalıdır. Zorunlu ihtiyaçlar dışında, hayati<br />
şeyler olmadıkça çatışma riski doğuracak alanlara<br />
girmemelidirler. Çatışma riski taşıyan ortamlardan<br />
uzak durmalıdır. İşte Hakkari’deki yaşanan çatışmalar<br />
gibi olmamalıdır. Biliniyor orada bir imam öldürüldü,<br />
sonra 9 gerilla katledildi, daha sonra da 9 köylü<br />
katledildi. Çatışmasızlık posizyonuna uyulmazsa bu<br />
tür olaylar tekrar yaşanabilir.”<br />
Abdullah Öcalan’ın bu açıklamaları ertesinde KCK<br />
adına benzer açıklamalar yapıldı. Bir kez daha çözüm<br />
için tek ve gerçek adresin kim olduğu, siyasetin kim<br />
tarafından belirlendiği ortaya konmuştu. Öcalan’ın,<br />
PKK açısından düne kadar en önemli düşmanlardan<br />
biri olarak görülen Gülen cemaatine uzattığı barış<br />
eli de, yine kendini çözümün esas adresi gösteren ve<br />
olası bir çatışmayı önlemeye yönelik bir çağrıydı. Görüşmeyi/pazarlıkları<br />
yürütenlere verilen mesaj açıktı<br />
: “Ben buradayım, örgüt benim dediğimi yapıyor, savaşın<br />
sürmesini engelleyecek tek güç benim.”<br />
KCK Operasyonları<br />
AKP hükümeti bir yandan “Açılım” siyasetini yeniden<br />
canlandırıp, savaşı sonlandırmaya yönelik adımlar<br />
atarken, diğer yandan bundan bir buçuk yıl önce<br />
başlatılmış olan ve esasta hemen tümü legal planda<br />
siyaset yapan Kürt siyasetçileri, Belediye Başkanlarını,<br />
BDP üyelerini hedef alan KCK Operasyonları da<br />
bütün hızıyla sürüyor. Gün geçmiyor ki, KCK operasyonu<br />
adı altında birileri göz altına alınmasın. Şu anda<br />
1500’e yakın KCK tutuklusu var. İlk tutuklananlara<br />
karşı davalar başladı. Davalarda tutuklular sorguda<br />
kimlik tespitinde kendi ana dillerinde cevaplar verdiler.<br />
Cevapları Mahkeme tutanaklarına “bilinmeyen<br />
bir dilde konuştukları için anlaşılamadı” biçiminde<br />
geçirildi. Savunma aşamasında savunmalarını Kürtçe<br />
yapacaklarını açıkladılar. Mahkemeler ( biri dışın-
da ) Kürtçe savunma hakkını reddetti. Bu kararı alan<br />
mahkeme heyetini konusunda reddi hakim talebi de<br />
reddedildi. Gelişme kararların savunmalar alınmadan<br />
verilmesi yönünde. Yani Kürtlere en doğal insan<br />
hakkı olan anadillerinde konuşma hakkının devlet<br />
katında, resmi dairelerde olmayacağı açıkça gösteriliyor.<br />
KCK operasyonları ve davalarındaki tavırlar<br />
aslında Kürt yığınlara “size legal çalışma hakkı yok,<br />
açıkça anti PKK tavrı takınmazsanız, sizi terörist ilan<br />
eder yargılar, yasaklarız; size ana dilinizde konuşma<br />
hakkı yalnızca evinizde, sokakta, kahvede var! Devlet<br />
daireleri, resmi dairelerde Kürtçe konuşmak yok, yasak”<br />
mesajlarını veriyor. Bu tavırlar ve mesajlar objektif<br />
olarak AKP’nin açılım siyasetine tersmiş gibi<br />
görünen, Kürt gençlerine tek yol olarak dağ yolunu<br />
gösteren, savaşı kışkırtan tavırlar ve mesajlar. Fakat<br />
meselenin bir başka yanı var: Türk hakim sınıfları,<br />
çok uzun süreden beri, Kürt hareketi içinde PKK ve<br />
A. Öcalan’sız bir çözüm imkanı ve böyle bir çözüm<br />
için muhataplar arıyor. BDP içinde izlenecek taktik<br />
konusunda belli görüş ayrılıklarının olduğu, BDP<br />
içinde bir kesimin her şeyin Öcalan tarafından belirlenmesinden<br />
rahatsızlık duyduğu da aşikar. Bir kesim<br />
gelinen yerde silahlı mücadelenin miadını doldurduğunu<br />
ve aslında çözüme giden yolda engel konumuna<br />
bile geldiğini düşünüyor. Yer yer bu görüşler dillendiriliyor<br />
da. KCK operasyonu, bu bağlamda AKP’nin de<br />
onayıyla KCK içindeki “radikal” silahlı mücadeleyi<br />
bugün de mücadelenin en önemli ayağı olarak gören,<br />
kıblesi A. Öcalan olan kesimi tasfiye yoluyla, “ılımlı”<br />
kanadı güçlendirmeye yönelik bir operasyon olabilir.<br />
AKP’nin bu operasyona açıkça karşı çıkmaması,<br />
hükümet olarak açıkça sahiplenmesi, BDP’ye yapılan<br />
“kendinizi PKK’dan ayırın”, “PKK’yi terörist örgüt<br />
olarak kınayın” baskısı, KCK operasyonunun böyle<br />
olduğunu gösteriyor.<br />
Son dönemde BDP ve legal planda bir cephe örgütü<br />
konumundaki Demokratik Toplum Kongresi iki<br />
önemli konuda çözüm yönünde inisiyatif alan ve bütün<br />
siyasi aktörleri tavır takınmaya zorlayan somut<br />
adımlar attılar.<br />
Anadil /iki dilli belediyecilik…<br />
Atılan adımlardan biri anadil kampanyasının,<br />
BDP’nin belediyeyi elinde bulundurduğu seçilmiş<br />
kentler ve beldelerde fiilen iki dilde belediyecilik biçimine<br />
büründürülmesi. Belediyeler şimdi belirli<br />
kent ve beldelerde iki dilde hizmet sunuyor. Bu gayet<br />
doğal, şimdiye kadar çoktan gerçekleştirilmiş olması<br />
gereken, aslında geç bile kalınmış bir gelişme.<br />
Nüfusunun büyük çoğunluğu Kürt olan ve Kürtçe<br />
konuşan bir alanda, belediye hizmetlerinin bugüne<br />
kadar Kürtçe sunulmamış olması aslında sorgulanması<br />
gereken şey. Şimdi fiilen bu anormallik ortadan<br />
kaldırılıyor. Bu en tabii bir insan hakkının fiilen kullanılmasından<br />
başka bir şey değildir. Bu fiili durum<br />
yaratma, gerçekte Türkiye toplumunun demokratikleştirilmesi<br />
yönünde atılmış somut bir adımdır. Aynı<br />
şekilde anadilde savunma hakkının savunulması ve<br />
fiilen kullanılması, nüfusun önemli bir bölümünün<br />
Kürt olduğu bir ülkede Kürtçenin, Türk dili yanında<br />
bütün devlet dairelerinde kullanılması talepleri, ana<br />
dilde eğitim talepleri de bütünüyle haklı, demokratik<br />
taleplerdir. Bu taleplere gerçekten demokrasi isteyen<br />
herkesin sahip çıkması gerekir. Hal böyle iken, bu<br />
talepler, egemen sınıfların siyasi aktörleri tarafından,<br />
tabii en başta ırkçı-Türkçü bölünme paranoyasını<br />
körükleyen MHP ve CHP tarafından bir düşmanlık<br />
kampanyası ile karşılandı. Ordu da devreye girip,<br />
Genel Kurmay Başkanlığı adına T.C.’de devlet dilinin<br />
“Türkçe” olduğunu hatırlattı! Şöyle dendi Genel<br />
Kurmay’ın yeni muhtırasında:<br />
“Büyük Önder Atatürk’ün Türk ulusuna armağan<br />
ettiği en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti; halk<br />
egemenliğine dayalı, kuruluş felsefesinin temelinde,<br />
“Üniter devlet” ve “Ulus devlet” olgusunun yer aldığı,<br />
demokratik bir yapı ve sağlam hukuki temeller üzerinde<br />
yükselerek bugünlere ulaşmıştır.<br />
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değiştirilmeyecek<br />
hükümleri arasında yer alan 3’üncü maddesi;<br />
“Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir<br />
bütündür. Dili Türkçedir.” hükmünü amirdir.<br />
Dil, kültür ve ülkü birliği, bir millet olmanın başta<br />
gelen vazgeçilmezleridir. Dil birliğinin olmaması durumunda<br />
bunun sonuçlarının neler olacağı, tarihteki<br />
birçok acı örnekleriyle gözler önündedir.<br />
Son günlerde “Dilimiz” üzerinde kamuoyunun<br />
gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, cumhuriyetimizin<br />
temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek<br />
bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı<br />
endişeyle izlenmektedir.<br />
Türk Silahlı Kuvvetleri; Devletin, Anayasamızda<br />
yer alan, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü,<br />
ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi<br />
koruma görevi kapsamında; Ulus devlet,<br />
üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman<br />
taraf olmuş ve olmaya devam edecektir.”<br />
Meclis başkanı, AKP nin değişik sözcüleri, Cukm-<br />
gündem<br />
51
gündem<br />
52<br />
hurbaşkanı ,en sonunda CHP ve MHP tarafından<br />
suskunlukla suçlanan RT Erdoğan’ da Anayasa ‘nın<br />
değiştirilmesi bile teklif edilemez ırkçı maddesi<br />
“TC: dveltinin dili Türkçedir” maddesine sarıldılar.<br />
Anayasa’nın bu değiştirilmesi bile teklif edilemez<br />
maddesi, aslında KK/T gerçekliğine ters, bir milyonlarca<br />
insanın ulusal dilini, kimliğini yok sayan ırkçı<br />
bir maddedir. Şimdiye kadar süngü zoruyla ayakta<br />
tutulan bu madde, artık Fiili olarak toplum yaşamında<br />
geçerliliğini yitirmiş bir maddedir. Bu tartışma<br />
fakat Türkiye’de ulusal sorun söz konusu olduğunda,<br />
bütün egemen sınıf partilerinin aynı öze sahip olduklarını,<br />
hepsinin ırkçı olduğunu bir kez daha göstermiştir.<br />
Demokratik Toplum Kongresi ve Özerklik<br />
Tartışmaları:<br />
Demokratik Toplum Kongresinin, kimi Türkiyeli aydınların<br />
da katılımı Aralık ayında yaptığı Çalıştay’da<br />
bir “Özerklik Bildirgesi” dağıtıldı. Çalıştay ertesinde<br />
BDP Çalıştay’da dağıtılan ‘Türkiye’nin Demokratikleşmesi<br />
ve Kürt Sorununda Çözüme Dair Siyasi Tutum<br />
Belgesi” başlıklı bildirgeye sahip çıkarak, bunu<br />
yayınladı.<br />
Bu bildirge üzerine burjuva medyada kıyamet<br />
koptu. Medyanın büyük çoğunluğunda bu bildirge<br />
BDP’nin gerçek ayrılıkçı görüşlerini ortaya koyduğu,<br />
PKK yanlısı bölücü ve terörist olduğunu gösteren bir<br />
belge olarak değerlendirildi. Savcılar göreve çağrıldı.<br />
Aslında bu çağrıya hiç gerek yoktu, Çünkü bildirgenin<br />
yararlandığını ertesi günü kötü ünlü Cumhuriyet<br />
Başsavcısı yayınladığı basın bildirisinde BDP hakkında<br />
soruşturma başlatıldığını bildiriyordu! BDP başı<br />
üzerinde kapatma davası kılıcı sallanmaya başlanıyordu.<br />
Neydi bu belgede istenen “Demokratik Özerklik”?<br />
İçi açıldığında istenen ise, Avrupa’da örneğin<br />
Almanya’da olduğu biçimiyle bir eyaletler örgütlenmesi<br />
ve yerel yönetimlere geniş yetkiler.<br />
Gözleri “bölünme paranoyası” yüzünden her türlü<br />
ezber bozan gerçeğe kapalı olanlar açısından bu talepler<br />
ülke bütünlüğünü bozmaya yönelik, ayrılıkçı<br />
taleplerdi. Gerçekte ise bu talepler Kürt sorunu denen<br />
sorunun, burjuvazinin iktidarına ve TC devletinin<br />
toprak bütünlüğüne dokunulmaksızın, yani düzen<br />
içi çözümü için ortaya konmuş reformist taleplerdi.<br />
Ama bunlar bile çok geldi Türk burjuvazisinin önemli<br />
bölümüne! Pavlof’un köpeklerinin şartlı refleksi<br />
gibi öfkeli tepkiler yağdı BDP’ne ve DTK’ne. AKP<br />
Genel Başkan yardımcısı Ömer Çelik, aslında çözüm<br />
konusunda inisiyatif alan ve reformist bir çözümün<br />
ana hatlarını formüle eden BDP’nin tavrını “Türkiye’deki<br />
gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık<br />
toplum arayışlarına suikast teşebbüsü “ olarak değerlendirdi.<br />
Tepkiler o kadar yoğundu ki, BDP “biz bunları<br />
yalnızca tartışmak için öne sürdük” biçiminde,<br />
bunları yalnızca bir tartışma belgesi olarak savunabildi.<br />
A. Öcalan da sorunun böyle ve bu zamanlama ile<br />
konmasını yanlış bulduğunu belirten bir açıklama<br />
yaptı. Ocak başındaki yılın ilk avukat görüşmesinde<br />
bu konuda söyledikleri şöyle:<br />
“Kongre de, Parti de Demokratik Özerkliği çok dar<br />
ve basit ele almışlar. Onlardan beklenen bir taslak<br />
veya kırmızı bir kitap ortaya koymaları değildir. Bu<br />
projeyi daha iyi sunabilirlerdi” “Mesela Demokratik<br />
Özerkliğin tüm Türkiye’nin projesi olduğunu yeterince<br />
açıklayabilirlerdi. Öncelikle Türklerle nasıl bir<br />
demokratik bütünleşme sağlayabileceğini açıklayabilirlerdi.<br />
Türkiye’deki milliyetçi kesimin ne kadar güçlü<br />
olduğunu, dirençli olduğunu bilmeleri gerekirdi.<br />
DTK’nın basit ve dar şekilde Demokratik Özerkliği<br />
kırmızı kitapçık şeklinde ele alması tehlikeli olabilir.<br />
Bu tarz, yarar yerine zarar da verebilir. Onlar çözüm<br />
projelerini ortaya koydular, buna karşı Türkiye’deki<br />
milliyetçi güçler ayağa kalktılar. Onların sinir uçlarına<br />
dokunmuş deniliyor. Her iki taraf da sertleşerek<br />
çatışmaya gidebilirler, ben de her zaman olmayabilirim.<br />
Ben burada bunun önünü almaya çalışıyorum”<br />
Öcalan bu şekilde bir kere daha kendisi olmazsa,<br />
kendisinin yanlış anlaşılması temelinde, kötü işler<br />
olabileceğini vurgulayarak, bölünmeyi önleyecek çözüm<br />
için tek adresin kendisi olduğuna, onsuz olmayacağına<br />
işaret ediyor! Onun temel derdi de bu!<br />
Aslında Kürt ulusal sorununun sistem için reformist<br />
tüm çözüm önerileri, bunların gerçekleşmesi<br />
halinde de, gerçek çözüm olmayacaktır.<br />
Gerçek çözüm, bütün ulusların kendi kaderlerini<br />
tayin, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını kayıtsız koşulsuz<br />
tanıyan, büktün milliyetlere tam hak eşitliğinin,<br />
eşitler arasında gönüllü birliğin temelini oluşturacağı<br />
Demokratik Halk Devletindedir. Görev bunun<br />
için çalışmaktır.<br />
11 Ocak 2011 ✓
Katledilişinin 4. yıldönümünde de<br />
Hrantız, Ermeniyiz!<br />
✌<br />
halkların kardeşliği için<br />
Savunmada aynı terane bolca döndürülüyor yine: ‘Koruma istememiş’miş. Siz<br />
dalga geçmeye devam edin. Tehditçisine ‘beni koru’ demek babamızın meşrebine<br />
uygun değildir. Lafı dolandırmayalım, bu ülkede söz konusu kuvvetler halka<br />
hiçbir zaman ayrı olmamıştır. Onlar kendine ayrıdır. ‘Devlet’ diyorsak, ‘devlet’<br />
ne demekse onu söylüyoruz. Yasamayı, yürütmeyi, yargıyı alın, bunlara bir de<br />
‘devlet güdümlü medya’ ve ‘devlet güdümlü sivil toplum kuruluşları’nı ekleyin,<br />
bütün bunları alıp boynumuza beşi bir yerde yapan egemen ideolojiyi de<br />
unutmayın. Devlet budur. Katil de budur. (…)<br />
19<br />
Ocak 2011 tarihinde Hrant’ın katledilişinin<br />
üzerinden dört sene geçmiş olacak. Bu<br />
süreçte, Hrant’ın dostları, arkadaşları hem O’nu kaybetmenin<br />
acısını, O’nun eksikliğini yaşarken, hem<br />
de devletin resmi yetkililerinin, mahkemelerinin,<br />
kısacası tüm kurumlarıyla devletin, Hrant’ın gerçek<br />
katillerini gizlemede başvurduğu sayısız önlemin şahidi<br />
oldu.<br />
Detaylarda yaşanan kimi yeniliklerin ötesinde,<br />
devletin tavrında özde hiçbir şey değişmedi. İki-üç<br />
sene önce yazdığımız yazıları kimi tarihleri değiştirerek<br />
yeniden yayınlamamız durumunda bile, takınılan<br />
tavırlar güncelliğini korumaktadır. Öyle ki bazı<br />
şeyleri aynı kelimelerle, formülasyonlarla yinelememiz<br />
gerekiyor.<br />
Örneğin Av. Engin Cinmen’in dediği gibi: “Şüpheliler<br />
açıkça korunup kollanıyorlar. Bunda bir kasıt<br />
vardır ve sorumlusu bugünkü siyasi iktidardır…”<br />
(Hürriyet, 20 Ocak 2009) biçimindeki tespitler, bu<br />
sistemde köklü bir değişiklik olmadığı sürece güncelliğini<br />
ve geçerliliğini korumaktadır.<br />
Kısacası yinelenecek olan temel noktalardan biri,<br />
Hrant’ın katledilmesinin üzerinden neredeyse dört<br />
sene geçmiş olmasına rağmen, bu süreçte yaşananların,<br />
Hrant’ın gerçek katillerinin, sorumlu ve suçlularının<br />
gizlenmekte olduğunu, çok önemli değişiklikler<br />
olmazsa -olması da büyük bir sürpriz<br />
olur- gizleneceğini ortaya koyduğu gerçekliğidir. Bu<br />
noktada Hrant’ın katledilmesiyle ilgili davanın ve<br />
bu süreçte mahkemenin tavırlarındaki gelişmelere<br />
bakmadan önce Arat Dink’in, Türkiye Cumhuriyeti<br />
devletinin AİHM karşısındaki savunması hakkında<br />
yazdığı yazının kimi bölümlerini aktaralım.<br />
“Devlet ve katiller arasındaki benzerlik, savunmalarındaki<br />
benzerlikten ibaret değildir. Savunmaların<br />
benzerliği, aralarındaki benzerliğin sebebi değil tam<br />
tersine sonucudur. Dahası aralarındaki ilişki benzerlikten<br />
çok aynılıkla açıklanabilir.<br />
Bu açıdan bakıldığında, devletin AİHM savunmasında<br />
şaşırtıcı bir şey yok. (…) Cinayetin hazırlık<br />
sürecindeki tutumu aymazlık idiyse bunu cinayetten<br />
sonraki süreçteki tutumuyla gidermeye çalışabilirdi.<br />
Sorumluların ortaya çıkarılıp yargılanması bir tarafa,<br />
ödüllendirilenlerini de gördük. Hasbelkader ortaya<br />
çıkmış olanları, yargılamamanın kendisi de bir<br />
ödüllendirmedir zaten. (…)<br />
Geçmişle yüzleşmekte zorsunanlar, bugünle yüzleşmeyi<br />
deneyebilirler. Bu cinayetteki devletin sorumluluğu<br />
yargılanmadan, ‘muasır medeniyet seviyesi’<br />
bir ham hayal olarak kalır. Evet, öylesine belleğimize<br />
işlendi ki bu vecizeler, dil oynamadan edemiyor.<br />
‘Öteki’nden boşalacak o zehirli kanın yerini ‘kendi’yle<br />
53
✌ barışarak doldurmanın Nazilikle benzerliğini açıklamak,<br />
bu yorumda imzası bulunan Hükümete düşer.<br />
Babamı tehdit eden vali yardımcısından boşalacak<br />
yeri, devletin güzide bünyesinde mevcut olan bir diğeriyle<br />
doldurmaya, o kadar zaman neyin engel olduğunu<br />
açıklamak da…<br />
Savunmada aynı terane bolca döndürülüyor yine:<br />
‘Koruma istememiş’miş. Siz dalga geçmeye devam<br />
edin. Tehditçisine ‘beni koru’ demek babamızın meşrebine<br />
uygun değildir. Lafı dolandırmayalım, bu ülkede<br />
söz konusu kuvvetler halka hiçbir zaman ayrı<br />
olmamıştır. Onlar kendine ayrıdır. ‘Devlet’ diyorsak,<br />
‘devlet’ ne demekse onu söylüyoruz. Yasamayı, yürütmeyi,<br />
yargıyı alın, bunlara bir de ‘devlet güdümlü<br />
medya’ ve ‘devlet güdümlü sivil toplum kuruluşları’nı<br />
ekleyin, bütün bunları alıp boynumuza beşi bir yerde<br />
yapan egemen ideolojiyi de unutmayın. Devlet budur.<br />
Katil de budur. (…)<br />
Rahip Santoro cinayetine bakıyoruz, öldürüldüğü<br />
güne kadar devletin emniyet teşkilatı<br />
‘pontusçuluk’tan dinlemeye almış. Malatya’daki<br />
‘misyoner cinayetleri’ne bakıyorsun, dava dosyasının<br />
yarısı maktuller hakkında devletin topladığı bilgilere<br />
ayrılmış. Babam hakkında fişler tutulmuş. Bunları<br />
bilmek için bu belgelere ihtiyacımız var mıydı? Misyonerlik<br />
faaliyetleri ve azınlıklar bu devletin güvenlik<br />
konsepti içinde birer tehdit kaynağı olarak ele alınmıyor<br />
mu? Geçmişe dönüp faili sözde meçhul cinayetlerin<br />
bütün kurbanlarına bakalım mı, ortak noktaları<br />
ne diye? Kürtlere yapılanlara bakalım mı? Yoksa birilerinin<br />
hidayete erip ‘devlet itirafçısı’ olmalarını mı<br />
bekleyelim?<br />
Bize tek araç ‘söz’ kaldı. Sözümüze de göz diktiler.<br />
Diyorlar ki ‘Devlete katil deme”. Olur. Seri Katil.” (bianet,<br />
20 Ağustos 2010)<br />
Arat Dink’in bu tavrı, sorunu, püf noktalarına değinerek<br />
özlü biçimde ifade eden bir tavırdır. Hrant’ın<br />
katledilmesi meselesinde devletin sorumluluğunu,<br />
konumunu, tetikçilere ve zanlılara karşı tavrını doğru<br />
biçimde ortaya koymaktadır. Arat’ın dediği gibi<br />
AİHM karşısındaki savunmada “Devlet kendisine<br />
yakışanı yapmıştır”.<br />
halkların kardeşliği için<br />
54<br />
2010 Yılında Dava Sürecinde Öne Çıkan<br />
Kimi Gelişmeler<br />
Hrant’ın katledilmesiyle ilgili dava, İstanbul 14.<br />
Ağır Ceza Mahkemesi’nde sürüyor. 8 Şubat 2010 tarihindeki<br />
12. duruşmada öne çıkan durumu şu haberde<br />
okuyabiliriz:<br />
“Dink cinayeti davasının 12. duruşmasında gizli<br />
tanığın dinlenmesi beklenirken ve sanıkların tamamına<br />
yakını duruşmada hazır edilirken saat 15.00<br />
sularında gizli tanığın duruşmaya getirilmediği öğrenildi.<br />
Polis, gizli tanığı getirmek için talimat almadığını<br />
açıklarken mahkeme başkanı Erkan Canak,<br />
‘Bana gizli tanık geldi diye not geldi ama gelmemiş.<br />
Gizli tanık evde polis bekliyor. Polis burada gizli tanığı<br />
bekliyor. Ben ne yapayım?’ sözleriyle şaşkınlığını<br />
bildiriyordu.” (bianet, 10 Şubat 2010)<br />
Aynı mahkeme başkanı, mahkemeden bir gün sonra<br />
ise şunları söylemektedir:<br />
“Gizli tanık Türkçeyi tam bilmiyormuş. Polis gizli<br />
tanığın Türkçeyi tam konuşamadığını söyledi. Tercüman<br />
da bulunmadığı için gizli tanığı çağırmadım.<br />
Tercüman hazır olsaydı polis gizli tanığı getirecekti.<br />
Bir dahaki oturumda hazır edilmesini ve tercüman<br />
da istenmesini kararlaştırdık” (aynı yerden)<br />
Evet bunları yorumlamaya gerek bile yok. Mahkeme<br />
başkanı bir gün arayla iki ayrı tavır takınıyor. Biri<br />
diğerini dıştalıyor ama burası Türkiye!<br />
Sözkonusu “gizli” tanığın mahkemeye getirilmediği<br />
günlerde Milliyet gazetesinden Nedim Şener’in<br />
haberine göre Ogün Samast olay yerinde yalnız değildi.<br />
Yasin Hayal ile ağabeyi Osman Hayal de Hrant’ın<br />
katledilmesinde doğrudan yer almışlardı. Osman<br />
Hayal gözcülük yaparken Yasin Hayal, Ogün Samast<br />
ile birlikte Hrant’ı katletmişlerdi.<br />
10 Mayıs 2010 tarihinde yapılan 13. duruşmada<br />
sözkonusu “gizli tanık” mahkeme başkanının ifadesine<br />
uygun olarak mahkemeye getirilmişti. Nedim<br />
Şener’in haberinin uydurma olmadığı da “gizli<br />
tanık”ın ifadesinde ortaya çıkmıştı. Buna göre “gizli<br />
tanık” “olay yerinde 4-5 kişi” görmüştü. Yasin Hayal<br />
ve Ogün Samast birlikte Hrant’a ateş etmişti. Osman<br />
Hayal’in de orada olduğunu ifade etmiş ve teşhis tutanaklarında<br />
bunları teşhis de etmiştir. Buna rağmen<br />
ama Osman Hayal tutuklanmadı.<br />
Tersine, bu sözkonusu 13. duruşmada tutuklu sanıklardan<br />
ikisi, Ersin Yolcu ve Ahmet İskender tahliye<br />
edildiler. Böylece davada tutuklu kalanların sayısı<br />
üçe inmişti.<br />
Bu gelişmenin dışında tanık olarak dinlenen Erhan<br />
Özen, Hürriyet gazetesinin haberine göre de “İstanbul<br />
Jandarma Merkez Komutanlığı’ndan para alıyorum<br />
ve JİTEM’e çalışıyorum” diye ifade vermiştir.<br />
İstanbul İl Jandarma Merkez Komutanlığı’nın bu ifadeyi<br />
yalanladığı yönlü bilgi ise bir sonraki duruşmada<br />
kamuoyuna yansıtıldı.
Katillerin, sorumlu ve suçluların, tetikçilerin ödüllendirilmeleri,<br />
sözkonusu olanların mahkemede<br />
dinlenmelerinin reddedilmesiyle, bilgilerin Hrant’ın<br />
davasının avukatlarına verilmemesiyle vb. vb. biçimlerde<br />
de sürdürülmektedir.<br />
Örneğin İstanbul Vali Yardımcısı Mustafa Güran,<br />
Dink ailesi avukatlarına, Başbakanlık Teftiş Kurulu<br />
müfettişlerinin Hrant Dink cinayetiyle ilgili raporun<br />
eklerinin kopyasını vermeyi reddetmiştir. Bunun<br />
üzerine avukatlar Güran’ı mahkemeye verdi. Buna<br />
benzer durumlar sayısız kez yaşandı. Bilgi ve belgelerin<br />
yok edildiği, gizlendiği, ya da avukatların davayı<br />
✌<br />
halkların kardeşliği için<br />
takibinin zorlaştırıldığı durumlar saymakla bitmez.<br />
Kimi polislere ve jandarmalara yönelik soruşturmalar<br />
ise esasında işin makyajı olarak ele alınmaktadır.<br />
Gerçek sorumlu ve suçlular gizlenirken, kimi kurbanlar<br />
piyasaya sunularak ve bunu da esasında “görev<br />
ihmali” olarak gösterip onları da sonuçta ya suçsuz<br />
gösterip tahliye ederek, ya da cuzi bir cezaya mahkum<br />
ederek davanın üzerini örtmeye çalışmaktadırlar.<br />
Davanın 14. duruşması 12 Temmuz’daydı. Bu duruşmada<br />
tanık olarak ifadesi alınan kişi Cavit Kılıç<br />
idi. Kılıç, Şişli Şafak Sokak’ta Kritik Kafe adındaki<br />
kafeyi çalıştıran ve Hrant’ın katledildiği dönemde<br />
Feriköy Polis Merkezi’nde görevli olan polistir.<br />
Ogün Samast, Hrant’ın katledilmesinden önce uğradığı<br />
ve internette suçortaklarıyla yazıştığı kafedir,<br />
Kritik Kafe. Cinayet sonrasında Samast’ın kaçtığı<br />
sokak da Kritik Kafe’nin bulunduğu Şafak Sokak’tı.<br />
14. duruşmada Av. Fethiye Çetin’in “Emniyet ifadenizde<br />
Samast’ın kaçarken söylediği söz yok. Neden<br />
söylemediniz?” sorusuna Kılıç’ın verdiği cevap “Ne<br />
söyleyip söylemediğimi hatırlamıyorum” biçimindedir.<br />
Bu ifadesini hatırlamayan Kılıç, Ogün Samast’ın<br />
Kritik Kafe’ye “…olaydan önce 09.30-10.00 civarında<br />
geldi. Dükkan, gazeteye 50 metre mesafedeydi. Üzerinde<br />
beyaz şapka ve mont vardı. 5 numaralı masada<br />
oturdu. Yaklaşık 2,5 saat birileriyle yazıştı. Yazışırken<br />
heyecanlı olduğunu gördüm. Çok hızlı yazıyordu…”<br />
vb. vb. (Hürriyet, 13 Temmuz 2010) diye ifade verebiliyordu!<br />
Hürriyet gazetesinin 13 Temmuz tarihli bu nüshasında<br />
İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın bu konudaki<br />
tavrının haberi de yayınlandı. Sözkonusu habere göre<br />
Atalay “Dink cinayeti”ni “ihmaller zinciri” olarak<br />
değerlendiriyordu. Hürriyet gazetesinin aktarımına<br />
göre Atalay şunları söyledi: “‘Kardeşim Hrant Dink<br />
olayıyla ilgili nerede ne var hepsini bir çıkarın’ de-<br />
55
halkların kardeşliği için<br />
✌ dim. Kimse benden bir şey istememişti o zaman. Sanıldığı<br />
kadar etkili şeyler çıkmadı. Hani çıkanın örtbas<br />
edilmesi durumu yok. Pek çok ihmal zincirinin<br />
olduğu söylenebilir. Nitekim onlar zaten dosyanın<br />
içinde. Bu araştırmalardan kasti, planlı bir şey çıkaramıyorsunuz.<br />
Yoksa bizler hiç affeder miyiz? Bir iki<br />
ihmal görüntüsü çıkardık, yargıya verdik.” (Hürriyet,<br />
13 Temmuz 2010)<br />
İçişleri Bakanı Atalay’ın bu tavrı tam da hükümetin<br />
devleti ve kendisini nasıl temize çıkarmaya çalıştığını<br />
ortaya koymaktadır. Bakan ortaya çıkanların neler<br />
olduğunu anlatmıyor. Sadece “Sanıldığı kadar etkili<br />
şeyler çıkmadı” diyor. Bir de “Hani çıkanın örtbas<br />
edilmesi durumu yok” diyor. Bakan Atalay haklı! Ortaya<br />
çıkanın örtbas edilmesi durumu yok. Zanlıların<br />
ödüllendirilmesi var! Daha da önemlisi, ortaya çıkmaması<br />
için devlet yetkililerinin, kurumlarının çok<br />
iyi örgütlü bir çalışması var. Öyle ki ortaya fazla bir<br />
şey çıkarılamıyor! Örtbas etmenin birinci ve en garantili<br />
yolu yöntemi de, gerçeklerin en başında ortaya<br />
çıkmasının engellenmesidir. Devletin ve yetkililerin<br />
yaptığı da budur. İçişleri Bakanı Atalay da bunun bir<br />
parçasıdır.<br />
Sorun “ihmal” sorunu değil. Evet “kasti, planlı bir<br />
şey”dir. Hrant’ın kardeşi Hosrof Dink’in dediği gibi<br />
“ihmal değil iştirak var”!<br />
14. ile 15. duruşma arasındaki dönemde, Hrant davası<br />
konusundaki gündemde öne çıkan konu, AİHM<br />
kararı ile TC’nin hükümetinin ve yetkililerinin kendilerini<br />
savunma konusuydu.<br />
Yukarıda Arat Dink’in hükümetin ve devletin bu<br />
konudaki tavrı hakkında yazdığı yazıdan parçalar<br />
aktardık. Bu bağlamda yazıyı uzatmamak için söylenmesi<br />
gereken bir şey, faşist bir iktidarın, devlet<br />
yapısının Hrant’ı suçlayarak kendisini savunması ve<br />
buna bir neonazi’nin Almanya’da yargılanmasını örnek<br />
vermesinin ve “koruma istemediği”ni açıklamasının<br />
tam da bu devlete yakışır bir tavır olduğudur.<br />
Hükümetin kimi yetkilileri gelen tepkiler karşısında<br />
sözkonusu savunmayı “içine sindiremediklerini”<br />
ifade etseler de, gerçeklik ortadan kalkmamaktadır.<br />
Bu konuda sahtekârlığın sınırsızlığı “normal insanın”<br />
görebileceğinden çok daha büyüktür! Neyse<br />
ki, Türkiye’de de “normal olmayan insanların”, bu<br />
sahtekârlığı görenlerin sayısı giderek çoğalıyor!<br />
AİHM karşısında yaptığı savunmanın tepkilerinin<br />
yoğunlaştığı bu dönemde Cumhurbaşkanı Gül, 16<br />
Ağustos tarihinde Azerbaycan’a yapacağı ziyaret öncesinde<br />
“Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alın-<br />
56<br />
madığı için hayatını kaybetti.” tespitinde bulundu.<br />
Bu tavır bir yandan AİHM’ye karşı savunmaya yönelen<br />
tepkileri dindirmek için ricat iken, aynı zamanda<br />
devletin cumhur’u tarafından bir itiraftı. Gereken<br />
önlemler alınmamıştı! İyi de kim ve niçin bu önlemleri<br />
almamıştı? Suçlu kim? Niye açığa çıkarılmıyor ve<br />
yargılanmıyor?<br />
AİHM, oybirliğiyle Türkiye Cumhuriyeti devletini<br />
yaşam hakkını ihlal ettiği, mahkemelere etkin başvuru<br />
hakkını kısıtladığı ve ifade özgürlüğü hakkını çiğnediği<br />
gerekçesiyle, toplam 133 bin 595 avro tazminat<br />
ödemeye mahkum etti.<br />
TC Dışişleri Bakanlığı ise yaptığı açıklamada karara<br />
itiraz edilmeyeceğini açıkladı.<br />
AİHM kararıyla ilgili savunma ve tartışmaların öne<br />
çıktığı bir ortamda Başbakan Erdoğan, Hrant’ın katledilmesinde<br />
“MİT mensuplarının ihmali olup olmadığını<br />
soruşturmak için izin isteyen İstanbul Cumhuriyet<br />
Başsavcılığı’na olumsuz yanıt verdi.” (bianet,<br />
23 Ağustos 2010) “Ellerinde bilgi, belge yok”muş?<br />
AİHM’nin verdiği kararın mahkeme duruşmasına<br />
da yansıyabileceği umut edilmişti. Fakat 25 Ekim’de<br />
yapılan 15. duruşmada bunun eseri yoktu. 15. duruşmada<br />
verilen karar, Ogün Samast’ın, cinayet işlendiği<br />
tarihte 18 yaşından küçük olması nedeniyle ve<br />
22 Temmuz’da yürürlüğe giren “Terörle Mücadele<br />
Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına<br />
Dair Kanun” kapsamında Çocuk Mahkemesi’nde<br />
yargılanması kararıydı. Böylece Samast İstanbul Sultanahmet<br />
Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanacak?<br />
Hürriyet gazetesi bile bu kararın haberini<br />
“Kurşun taş oldu” manşetiyle verdi.<br />
Samast’ın dosyasının ayrılarak ele alınması kararına<br />
karşı Dink ailesi avukatları itirazda bulundu ve<br />
Samast’ın dosyasının davanın diğer sanıklarının dosyasıyla<br />
birleştirilmesi talebinde bulunuldu.<br />
Davanın 16. duruşması 7 Şubat 2011 tarihinde yapılacak.<br />
Yeni bir gelişmeyle karşılaşıp karşılaşmayacağımızı<br />
birlikte göreceğiz.<br />
Katledilişinin dördüncü yıldönümünde de Hrant’ı<br />
anıyor ve Hrant’ın arkadaşları, dostları olarak Hrant’a<br />
sahip çıkmanın, onun mücadelesini sürdürmenin en<br />
doğru yolunun halkların kardeşliği için mücadele<br />
olduğunun bilincinde olduğumuzu ve buna uygun<br />
davrandığımızı, davranacağımızı bir kez daha ilan<br />
ediyoruz.<br />
25 Aralık 2010 ✓
KESK’te taciz üzerine...<br />
yeni kadın dünyası<br />
Kadına yönelik cinsel tacizin sadece erkek egemen anlayışın<br />
üreticileri olarak bilinen kesimler içerisinde değil, ne yazık<br />
ki muhalif sol kesim içerisinde de azımsanmayacak ölçüde<br />
yaşandığını kamuoyuna yansıyan örneklerden biliyoruz. Fakat<br />
buna karşı doğru dürüst bir mücadelenin yürütülmediği, çoğu<br />
zaman görmezden gelindiği, üzeri örtülmeye çalışıldığı da<br />
bilinen bir gerçek.<br />
Cinsel taciz, kadına yönelik şiddet biçimleri içerisinde<br />
belki en çok yaşanan fakat bir o kadar<br />
da saklı kalan şiddet biçimidir. Bunun en önemli<br />
sebeplerinden biri yaşanan tacizin çoğunlukla ispat<br />
edilememesidir. Üçüncü kişinin görmediği bir taciz<br />
olayını açığa çıkarmak, kabul ettirmek neredeyse imkansızdır.<br />
Bugüne kadar taciz edenlerin hiç biri tacizde<br />
bulunduklarını kabul etmemişlerdir. Böyle olduğu<br />
için de ne zaman bir taciz olayı gündeme gelse<br />
hemen komplo teorileri üretilmeye başlanır.<br />
Kadına yönelik cinsel tacizin sadece erkek egemen<br />
anlayışın üreticileri olarak bilinen kesimler içerisinde<br />
değil, ne yazık ki muhalif sol kesim içerisinde<br />
de azımsanmayacak ölçüde yaşandığını kamuoyuna<br />
yansıyan örneklerden biliyoruz. Fakat buna karşı<br />
doğru dürüst bir mücadelenin yürütülmediği, çoğu<br />
zaman görmezden gelindiği, üzeri örtülmeye çalışıldığı<br />
da bilinen bir gerçek.<br />
KESK’teki taciz olayı bir kez daha muhalif kesim<br />
içerisinde kadına yönelik cinsel taciz tartışmasını<br />
57
yeni kadın dünyası<br />
58<br />
gündeme getirdi. KESK’teki taciz olayı ile ilgili kamuoyuna<br />
yansıyanlar şöyle:<br />
KESK’teki bir kadın çalışan, KESK Genel Sekreteri<br />
Emirali Şimşek tarafından tacize uğradığı iddiasıyla<br />
Ankara Cumhuriyet Savcılığına başvuruyor. Verdiği<br />
dilekçede taciz olayının yurtdışında bir görevde iken<br />
başladığını, iki kez de KESK binasında fiziksel taciz<br />
olarak devam ettiğini söylüyor. Mağdur kadın, tacizin<br />
devam etmesi üzerine Sami Evren’e giderek durumu<br />
anlatıyor. Sami Evren de Şimşek’ten kadından<br />
özür dilemesi ve gereğini yapmasını istiyor. Şimşek’in<br />
bunu kabul etmemesi üzerine bir süre bekleyen kadın,<br />
KESK MYK’ya bir dilekçe vererek yaşadığı taciz<br />
olayını aktarıyor ve Şimşek’in disipline sevk edilmesini<br />
istiyor fakat Şimşek dilekçenin işleme konulamayacağını<br />
söylüyor.<br />
KESK Merkez Yönetim Kurulu, iddiaların soruşturulmaması<br />
yönünde çoğunluk kararı alırken KESK<br />
Genel Merkez Kadın Sekreterliğide Şimşek’in yanında<br />
yer alıp yaşananları “taciz” değil “rızaya dayalı”<br />
olarak değerlendiriyor.<br />
KESK içinde sonuç alamayan kadın bunun üzerine<br />
savcılığa suç duyurusunda bulunuyor. Ancak mağdur<br />
kadının bir süre sonra tanımadığı iki erkek tarafından<br />
suç duyurusu dilekçesini geri çekmesi için<br />
tehdit edildiği kamuoyuna yansıyan bilgiler arasında.<br />
Tehdidin ardından mağdur kadın suç duyurusu dilekçesini<br />
geri çekiyor ve KESK’teki görevinden istifa<br />
ediyor.<br />
KESK’teki bu taciz olayı Emirali Şimşek’i destekleyenler<br />
tarafından ‘komplo’, ‘siyasi hesaplaşma’ olarak<br />
değerlendirildi. Kamuoyuna, KESK Kadın Kolları<br />
Sekreteri Songül Morsümbül’ünde içinde yer aldığı<br />
ve BDP’ye yakın oldukları söylenen kesim Şimşek’i<br />
desteklerken Emek ve Demokrasi Partisi’ne (EDP)<br />
yakın olan Sami Evren arasındaki bir hesaplaşma olduğu<br />
yansıdı.<br />
Sami Evren ise taciz olayından dolayı Şimşek’in istifa<br />
etmemesi üzerine 29 Kasım’da KESK Genel Başkanlığından<br />
istifa ettiğini açıkladı.<br />
Sami Evren, istifasının gerekçesini şu şekilde açıkladı:<br />
‘’Bir süredir kamuoyunda ‘KESK’te taciz’ başlığı altında<br />
dile getirilen iddialar KESK’in uğrunda mücadele<br />
ettiği değerlerle asla bağdaşmayacak bir durum<br />
yaratmaktadır. KESK’in yarattığı ve sahiplendiği değerler<br />
bütün içinde bu tip iddialar karşısında kadının<br />
beyanını esas alan çözümler üretilmesi hem kadın<br />
mücadelelerinin birikiminin hem de KESK’in kongre<br />
kararlarının gereğidir.<br />
Bu iddialar KESK MYK’sına ulaştığı günden bu<br />
yana sorunun, kadın mücadelesinin birikimleri ve<br />
KESK’in kararları doğrultusunda çözülmesi için çaba<br />
sarf ettik. Taciz iddiasının muhatabı olan KESK Genel<br />
Sekreterinin istifasını da içeren önerimiz KESK<br />
MYK’sında karşılık bulmadı ve MYK’nın geri kalan<br />
kısmı tarafından reddedildi. MYK içinde karşılaştığımız<br />
bu direnç nedeniyle KESK’e ve mücadele değerlerimize<br />
yakışan bir çözüm üretemedik. Bu çözümsüzlük<br />
KESK’in yani Türkiye’de toplumsal muhalefetin<br />
en önemli bileşenlerinden birinin Türkiye’nin geçtiği<br />
bu kritik aşamada hareketsiz kalmasına neden oldu.’’<br />
Evren, açıklamasının devamında ‘’Bu tutumumuz,<br />
bedellerle yarattığımız KESK değerlerinin yaşam<br />
bulması için, örgütsel ve ahlaki sorumluluğumuzun<br />
zorunlu sonucudur’’ ifadeleri kullanılıyor.<br />
Evren’le birlikte KESK Hukuk, TİS ve Uluslararası<br />
İlişkiler Sekreteri Adnan Gölpunar da aynı gerekçelerle<br />
istifa etti.<br />
Sami Evren’in, biraz gecikmiş de olsa yukarıdaki<br />
gerekçelerle attığı adımı olumlu değerlendirdiğimizi<br />
belirtmek istiyoruz.<br />
Kadına yönelik tacizde Sami Evren’in de belirttiği<br />
gibi ‘kadının beyanı esastır’ ilkesinden yola çıkılmak<br />
zorundadır. Türkiye gibi erkek egemen ideolojinin<br />
hakim olduğu toplumlarda tacize uğrayan kadınların<br />
cesaretlerini toplayıp bunu açıklamasının ne denli<br />
zor olduğu, cinsel tacize uğrayan kadının bunu genelde<br />
sakladığı açıkladığında ise çoğunlukla kimseyi<br />
inandıramadığı bir gerçek. En önemlisi ise “dişi köpek<br />
kuyruk sallamazsa” atasözünden de anlaşılacağı<br />
gibi suçun kadında arandığını bildiğimizde bu yaklaşım<br />
daha da önem kazanmaktadır. Olabilir ki herhangi<br />
bir taciz iddiasında gerçekten de bir komplo vs.<br />
sözkonusudur. Ve öyle bir durumda tacizde bulunmadığı<br />
halde tacizle suçlanan kişiye haksızlık yapılmış<br />
olabilir. Fakat bu istisnai durumlar genel durumu<br />
değiştirmiyor. Ve kadının beyanının esas alınmaması<br />
gerektiği anlamına gelmiyor. Bu konuda kadının beyanını<br />
esas almamak, hatta başka hesaplar nedeniyle<br />
komploculuk vs. ile suçlamak, yapılan tacizin suç ortaklığını<br />
yapmaktan başka bir anlama gelmez.<br />
Kadına yönelik her türlü ayrımcılığa, şiddete, taciz<br />
ve tecavüze karşı tutarlı bir mücadele yürütülmek<br />
isteniyorsa ve bu konuda bir şeylerin olumlu yönde<br />
değiştirilmesi isteniyorsa sergilenmesi gereken doğru<br />
tavır bu olmalıdır.<br />
30 Aralık 2010 ✓
Sendikalar ve kadınlar!<br />
Toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi sendikalarda<br />
da erkek egemenliği büyük bir ölçüde<br />
kendini gösteriyor. Cinsiyetçilik ve eşitsizlik; evde,<br />
sokakta, okulda, iş yaşamında, “demokrasi” mücadelesi<br />
veren sendikalarda bir olgu haline dönüşmüş<br />
durumda. Hâlbuki sendikalar emek mücadelesi veren,<br />
ezilen sınıfın hak alma mücadelesine aracılık ve<br />
öncülük eden kurumlardır. Ya da en azından böyle<br />
olduklarını iddia ederler…<br />
Bunun için sendikalar, erkeklerden daha fazla sömürüye<br />
ve baskıya maruz kalan, çalışan ve işsiz kadınların<br />
haklarını arama mücadelesinde de öncülük<br />
etme görevine sahiptir. Ancak ne yazık ki sendikalar<br />
bu konuda sınıfta kalıyorlar.<br />
Sendikalar dünyanın her yerinde erkek<br />
egemen örgütler!<br />
Sendikalardaki erkek egemen zihniyet kadınlara<br />
öncülük etmek bir yana, zaman zaman mücadelelerinin<br />
önünde engel olabiliyor. Yönetici, yönetim kurulu<br />
üyeleri, işyeri temsilcileri ağırlıklı olarak erkeklerden<br />
oluşuyor. Zaten sayıları bir avuç olan sendika<br />
üyesi kadın, yönetici konumuna gelemiyor; çünkü<br />
sendikalar erkek egemen ideolojiyi, anlayışı sorgulamıyorlar.<br />
Kadınlar ise hakları için örgütlendikleri<br />
sendikalarda cinsiyetçi tüzükler nedeniyle kendilerine<br />
yer bulamıyorlar.<br />
Sendikalardaki bu cinsiyet eşitsizliğinin ve kadınların<br />
örgütlülüğünün yetersiz oluşunun bir tek nedeni<br />
yok! Kadınların istihdam edilmemesi, örgütlenmemelerinin<br />
önünde önemli sebeplerden birisidir.<br />
Sendikalar erkek egemen ideolojiyi sorgulamadıkları<br />
için kadınların neden daha az örgütlü olduğunu da<br />
merak etmiyor, sorgulamıyorlar. Çalışamayan kadın<br />
nasıl sendikalı olabilir? Türkiye kadın istihdam<br />
oranının en düşük olduğu 10 ülkeden bir tanesi ve<br />
kadınlara çalışma alanlarının önemli bir kısmı açık<br />
değil! Çalışan 6 milyon kadının yarıya yakını ücretsiz<br />
aile işçisi! Böylesi kötü bir olgunun olduğu yerde<br />
ve bu olgunun kadınların sendikal örgütlülüğünün<br />
önünde engel olduğu bilindiği koşullarda sendikaların<br />
bununla mücadele etme görevi vardır.<br />
Sendikalarda erkek egemen sistemin hâkim olduğunu<br />
görmek için yönetimlerine bakmak yeterlidir.<br />
Yönetimlerinin neredeyse tamamı erkeklerden oluşuyor.<br />
Denetim ve disiplin kademeleri erkeklerden<br />
oluşuyor. Kadınlar karar mekanizmasında yer alamıyor.<br />
Kadınlar adına toplu sözleşme masasına oturanlar<br />
da erkekler oluyor. Bu nedenle büyük bir dengesizlik<br />
yaşanıyor.<br />
Bu dengesizlik rakamlarla incelendiğinde gerçekler<br />
çok daha çarpıcı hale geliyor. Tüm memur sendikaları<br />
üyeleri arasında kadınların oranı yüzde 20’yi<br />
geçmiyor. Bu oran işçi sendikalarında yüzde 5’i bile<br />
bulmuyor. Bu rakamlar hakları için sendikalarda<br />
örgütlenen kadınların sayısının ne kadar yetersiz olduğunu<br />
gösteriyor. 100’e yakın sendika başkanının<br />
yüzde 10’u dahi kadın değil. 2009 yılında yapılan bir<br />
araştırmaya göre DİSK, Hak İş ve Türk İş gibi büyük<br />
konfederasyonlarının genel başkanları, merkez yönetim,<br />
disiplin ve denetleme kurulu üyelikleri arasında<br />
kadın bulmak mümkün değil.<br />
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2008 verilerine<br />
göre; toplam 28 işkolunda örgütlü bulunan 94<br />
sendikanın genel başkanlarının 87’si erkek iken yalnızca<br />
7 sendikanın genel başkanı kadın ve bu oran<br />
yüzde 7’ye bile tekabül etmiyor. Yine sendikaların<br />
493 kişilik merkez yönetim kurulu üyeleri arasındaki<br />
kadın sayısı 35 ve oranı sadece yüzde 7’dir. 282 kişilik<br />
denetim kurulu üyeleri arasındaki kadın sayısı 28<br />
yani sadece yüzde 9,9’dur. 333 kişilik disiplin kurulu<br />
üyeleri arasındaki kadın sayısı ise sadece 40 ve bu<br />
oran yüzde 12’ yi geçmiyor.<br />
İşçi sendikaları ile memur sendikalarının kadın<br />
temsiliyeti açısından birbirlerinden farklı olduğu göz<br />
ardı edilemeyecek bir olgudur. Fakat bu fark memur<br />
sendikalarını aklayacak durumda değil. Çünkü işçi<br />
konfederasyonlarında durum bu kadar kötü iken<br />
kamu sendikaları konfederasyonlarında da durum<br />
pek iç açıcı değil. Kamuda örgütlü bulunan kamu<br />
emekçileri sendikalarının bağlı olduğu toplam 7 konfederasyon<br />
arasında en yüksek üye sayısına KESK,<br />
Türkiye Kamu Sen, ve Memur Sen sahip. Bu kuruluşlardaki<br />
kadınların yönetim bazındaki katılımlarında<br />
en yüksek oran KESK’tedir.<br />
Kadınların kamu sendikalarındaki tablosu şöyledir;<br />
KESK’e bağlı sendikaların yönetim kurullarının<br />
yeni kadın dünyası<br />
59
yeni kadın dünyası<br />
60<br />
yüzde 17,3’ü, Kamu Sen’e bağlı bulunanların yüzde<br />
4,2’si Memur Sen’e bağlı bulunanların ise yalnızca<br />
2,5’i kadındır. Kamu sendikaları konfederasyonları<br />
arasında 11 hizmet kolunda örgütlü bulunan toplam<br />
64 sendikanın 58’inin başkanı erkek, sadece 6’sı kadındır.<br />
Birleşik Metal-İş de bu konuda diğer sendikaları hiç<br />
aratmıyor. BM-İş’de tablo şöyle: 5 Kişilik Merkez Yönetim<br />
kurulu, 8 kişilik Merkez Disiplin ve Denetim<br />
kurulu içinde kadın sayısı sıfır! 56 kişilik Şube Yönetim<br />
Kurulu arasında kadın sayısı yine sıfırdır! 681 kadın<br />
üyenin bulunduğu fabrikalarda kadın işyeri temsilci<br />
sayısı yalnızca 4’tür. Bu tablodan da anlaşılacağı<br />
gibi sendika üyelerinin en az üçte biri kadınlardan<br />
oluşmasına rağmen karar ve yönetim organlarında<br />
belirgin bir erkek egemenliği sürmektedir.<br />
Kapitalist sistemden beslenen ve onun yasalarına<br />
göre şekillenen sendikalarda kadınlara yer olmaması<br />
aslında çok şaşılacak bir durum değildir. Kadın işçiler<br />
bu durumdan rahatsız olmaz ve mücadele geliştirmezlerse<br />
bu günden daha iyi bir yere gelinemeyeceği<br />
de bilinmelidir. Aynı zamanda kadınlar temsil yetkisi<br />
kazanmadıkça taleplerini de gündeme sokamayacaklardır.<br />
Bunun için atılması gereken öncelikli adımlar<br />
şunlardır;<br />
1- Kadın işçiler örgütlü mücadeleyi geliştirmelidir.<br />
2- Kadın temsiliyeti önündeki engellerin kaldırılması<br />
için sendikaların tüzüklerinin değişmesi ve<br />
mutlaka kota uygulaması gereklidir.<br />
3- Bütün konfederasyon ve bağlı sendikaların kendi<br />
bünyelerinde kadın komisyonları ve daireleri oluşturulmalıdır.<br />
Ancak, tüzük değişiklikleri, Kadın Komisyonları<br />
veya Kadın Daireleri kurmak yeterli değildir. Tüm<br />
değişikliklerin pratikte yaşam bulması ve amacına<br />
uygun hale getirilmesi gerekiyor. Örneğin, çok az<br />
da olsa kadın işçilerin lehine olan tüzük yada delege<br />
yönetmeliklerinde, hali hazırda bulunan kadın<br />
kotası uygulamalarının ne kadar bilindiği ve kullanıldığı<br />
tartışılır. Kadınların lehine olan bu maddelerin<br />
ne anlama geldiği ortaya konulmalı, açığa<br />
kavuşturulmalı ve pratikte uygulanmalıdır. Örneğin,<br />
DİSK’in kadın komisyonu, Türk-iş’in kadın<br />
bürosu, Hak-iş’in kadın temsilciliği var fakat bunlar<br />
çoğunlukla erkeklerin idare ettiği bölümlerdir.<br />
Bu örneklerden anlaşılacağı gibi komisyon ya da<br />
bürolar kurmak işin yalnızca bir parçasıdır. Bu komisyonların<br />
nasıl işleyeceği en az kurulması kadar<br />
önemli olan bir meseledir. Kadın işçilerin örgütlülüğünü<br />
yükselterek, hali hazırda var olan komisyon<br />
ve büroları erkek egemen kıskaçtan kurtarmalıyız.<br />
Komisyonları ve büroları bu temelde<br />
örgütlemeliyiz. Cinsiyetçi bakış açısını reddeden,<br />
sınıfsal mücadele geliştiren bir sendikal hareket<br />
yaratamadığımız sürece, kadın işçi ve emekçilerin<br />
ikincil konumlarında ciddi bir iyileştirme yaratamayız.<br />
Söz ve karar mekanizmalarında erkeklerle<br />
eşit bir biçimde yer alabilmek, toplu sözleşmelerde<br />
kadınların ihtiyaç ve taleplerini dâhil etmek ve bu<br />
müzakerelerde söz sahibi olmak için mücadelemizi<br />
geliştirmek ve güçlendirmekten başka şansımız<br />
yoktur.<br />
Yaşasın işçi kadınların örgütlü mücadelesi!<br />
YDİ Çağrı okuru bir kadın işçi<br />
31 Aralık 2010 ✓
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel<br />
başvuru hakkı üzerine<br />
güncel<br />
12<br />
Eylül 2010 tarihinde bir referandum yapıldı.<br />
12 Eylül’de yapılan referandumda, Anayasa<br />
Mahkemesi’nin üzerini çizdiği kimi cümlelerle<br />
son biçimine bürünen, 1982 Anayasası’nın bazı maddelerinde<br />
değişiklikleri öngören yasa, “Anayasa Değişiklikleri<br />
Paketi” halk oyuna sunuldu. Halk oyuna<br />
sunulan „Anayasa Değişiklikleri Paketi“ %58 oyla<br />
kabul edildi. 1982 Anayasası’nın kimi maddelerinde<br />
değişiklikler yapıldı. Yapılan değişikliklerden bir tanesi<br />
de Anayasa Mahkemesi ile ilgili olan 146., 147.,<br />
148. ve <strong>149</strong>. maddeler idi. Anayasa Mahkemesi’nin<br />
asil üye sayısı 11’den 17’e çıkarıldı. Mahkeme üyeliğine<br />
seçilenler 12 yıl süreyle görev yapacaklar. Yapılan<br />
en önemli değişikliklerden bir tanesi de Anayasa<br />
Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınmış<br />
olmasıdır. Bu yazımızda bireysel başvuru hakkının<br />
ne anlama geldiği ve örtünün altında saklı tutulan<br />
esas sorunu irdelemeye çalışacağız.<br />
12 Eylül askeri faşist darbesi devlet şiddetini kurumsallaştırdı.<br />
Devlet şiddeti kural haline geldi. 12<br />
Eylül 1980 askeri faşist darbesinden itibaren uzun<br />
yıllar boyunca bütün ülke bir işkencehaneye çevrildi.<br />
Okullar, askeri birlikler, fabrika binaları, depolar<br />
ve polis merkezleri işkencehane olarak kullanıldı. 12<br />
Eylül 1980 ve sonraki yıllarda 1 milyonun üzerinde<br />
insan gözaltına alındı. Bu dönemde yargılananların<br />
sayısı 200 bini buldu. Askeri mahkemelerde yargılanan<br />
bu kişilerin 98 bin 404’ü örgüt üyesi olmakla<br />
suçlandı. 71 bin kişi hakkında ünlü 141. ve 142. maddelerden<br />
dava açıldı. 12 Eylül dönemi boyunca askeri<br />
mahkemelerde 61 bin 220 kişi yargılanıp hüküm<br />
giydi. 50 kişi idam edildi. Yargısız infazlar artmaya<br />
başladı. Kimin ne kadar düşünebileceğine, ne kadar<br />
konuşabileceğine iktidar sahiplerinin karar verdiği,<br />
mutlak bir diktatörlük rejimi kuruldu. Bu diktatörlük<br />
rejimine karşı mücadele kesintiye uğramadan sürdürüldü.<br />
Hukuksal alanda önemli gelişmeler yaşandı.<br />
1987 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel<br />
başvuru hakkı tanındı. 1989 yılından itibaren<br />
AİHM’nin tam yargı yetkisi kabul edildi. Anayasanın<br />
90. maddesi değiştirildi. 90 madde, AİHM kararları<br />
ile yasalar arasında bir çelişki varsa AİHM kararlarının<br />
esas alınmasını öngörüyor. Başka bir deyişle,<br />
Türkiye’de AİHM kararları yasalardan önce geliyor.<br />
Türkiye insan haklarına ne kadar saygı gösteriyor?<br />
İnsan hakları alanındaki temel sorunlar ne? Bu soruların<br />
yanıtlarını AİHM Türkiye kararlarında, İnsan<br />
Hakları Örgütleri raporlarında ve Avrupa Komisyonu<br />
izleme raporlarında bulabiliriz. Türkiye, Rusya’dan<br />
sonra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde en çok<br />
61
güncel<br />
62<br />
aleyhinde bireysel başvuru bulunan devlettir. AİHM<br />
Ocak 2010 yılında faaliyet raporunu açıkladı. Rapora<br />
göre 2010 Ocak ayı itibari ile mahkemenin önünde<br />
bulunan 119 bin 300 dosyanın 13 bin 100 adedini<br />
Türkiye aleyhine yapılan başvurular oluşturuyor.<br />
Buna göre mahkemenin baktığı her 9 davadan biri<br />
Türkiye ile ilgili. AİHM’in verdiği toplam 12 bin 198<br />
ihlâl kararının ise 2 bin 295’i Türkiye’ye ait. Bu kararların<br />
büyük kısmını da “adil yargılanma hakkı” ihlâli<br />
oluşturuyor. AİHM’in verilerine göre mahkemenin<br />
önünde karar aşamasında şu ana kadar toplam 119<br />
bin 300 dosya bekliyor. Bu dosyaların 33 bin 550’si ile<br />
Rusya birinci sırada. Türkiye ise 13 bin 100 dosya ile<br />
ikinci sırada bulunuyor. AİHM’in, ülkelere göre ihlâl<br />
istatistiklerine göre AİHM’e yapılan 12 bin 198 ihlâl<br />
başvurusunun 2 bin 295’i Türkiye’den yapılan başvurular<br />
oluşturuyor. Yani Türkiye Avrupa Konseyi’ne<br />
üye olan ülkeler içinde mahkûmiyet alan birinci ülke<br />
konumunda bulunuyor. İkinci sırada ise 2 bin 23 dosya<br />
ile İtalya geliyor. Dünyanın en küçük ülkelerinden<br />
olan Monako’dan ise sadece 1 ihlâl başvurusu dikkat<br />
çekiyor.<br />
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru için<br />
yargı harcı ödemek gerekmiyor.<br />
Vekâletname için notere başvurmak gerekmemektedir.<br />
Notere vekâletname için masraf yapılmamaktadır.<br />
Yalnız posta gideri ile başvuruyu yapmak ve<br />
sonraki masraflar için AİHM’den adli yardım almak<br />
mümkündür. AİHM, parası olanların başvurduğu<br />
bir Avrupa Mahkemesi değildir. Toplumun en ezilmiş,<br />
horlanmış, en çaresiz bırakılmış kesimlerinin<br />
burjuva hukukunu ürettiği, çoğalttığı bir alandır<br />
AİHM. Bu, topluma da soluk aldıran, dönüştüren,<br />
değiştiren, umut olan bir alandır. Türkiye toplumunun<br />
önemli bir kesimi hakkını AİHM’de aramayı az<br />
çok öğrenmiştir.<br />
AKP Hükümeti, Türkiye aleyhinde en çok başvuru<br />
yapılan ikinci ülke olma konumundan rahatsızdır.<br />
AKP Hükümeti, ihlâl sıralamasında Türkiye’nin<br />
birinci ülke olmasına son vermek istemektedir. AKP<br />
Hükümeti, Türkiye‘nin itibarının zedelenmesini önlemeye<br />
karar vermiştir!<br />
Hükümet, haksızlıkları, hukuksuzlukları önleyerek,<br />
adaleti her alanda tecelli ettirerek, olumsuz idari<br />
pratikleri yok ederek başvuru sayısını düşürmeyi hedeflememektedir.<br />
AİHM’e bireysel başvurulara fiilen<br />
set çekilerek, başvuru sayısından doğan rahatsızlık<br />
giderilmek istenmektedir. Halk oylamasına sunulan<br />
ve kabul edilen Anayasanın 148. maddesi bireylere<br />
de Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkı tanımaktadır.<br />
Bireylere Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkının<br />
tanınması ne anlama gelmektedir? Bireylerin<br />
de, Anayasa’ya aykırı gördükleri yasaları, doğrudan<br />
doğruya Anayasa Mahkemesi’ne dava edebilecekleri<br />
gibi bir yanılsama doğmaktadır. Oysa böyle bir hak<br />
tanınmamaktadır.<br />
Mevcut Anayasada, Anayasa Mahkemesi’nin üç<br />
görevi vardır. Birincisi, kanunların ve kanun hükmünde<br />
kararnamelerin ve TBMM İç Tüzüğü’nün<br />
Anayasaya uygunluğunu denetlemek. İkincisi, siyasi<br />
partilerin anayasal çerçevede faal olmalarını denetlemek,<br />
üçüncüsü,<br />
Yüce Divan sıfatı ile cumhurbaşkanını, bakanlar<br />
kurulu üyelerini, yüksek yargı organı mensuplarını<br />
görevleri ile ilgili suçlardan yargılamak.<br />
Mevcut Anayasa’nın 148.maddesine göre cumhurbaşkanı<br />
ve TBMM üyelerinin beşte birinin başvurusu<br />
ile yasaların Anayasa’ya aykırılığı denetlenebilmektedir.<br />
Vatandaşın doğrudan başvuru hakkı yoktur.Vatandaş,<br />
ancak görülmekte olan bir hukuk veya ceza<br />
davasında kendisinin o davaya taraf olması şartıyla,<br />
uygulanması ihtimal dahilinde olan bir kanun maddesinin<br />
anayasaya aykırılığını mahkeme nezdinde<br />
ileri sürebilir, mahkeme bu anayasaya aykırılık iddiasını<br />
ciddi görür ise, konuyu Anayasa Mahkemesi’nin<br />
değerlendirmesine sunar. Halk oylamasına sunulan<br />
ve kabul edilen yeni 148. maddede bu konuda hiçbir<br />
değişiklik, yenilik mevcut değildir.<br />
Halk oylamasına sunulan ve kabul edilen 148.<br />
madde bambaşka bir alanda vatandaşa Anayasa<br />
Mahkemesi’ne başvuru yolu açmaktadır. 148. madde<br />
Anayasa Mahkemesi’ne yepyeni görevler yüklemektedir.<br />
AİHM’e başvurulmadan önce, Anayasa<br />
Mahkemesi’ne başvurma zorunluluğu vardır. Halk<br />
oylamasında kabul edilen Anayasanın 148. maddesinde,<br />
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının<br />
zorunlu olduğu yönünde bir vurgulama yoktur.<br />
Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargılama<br />
kuralları bilindiğinde, AİHM’e başvurmadan<br />
önce Anayasa Mahkemesi’ne başvurmanın bir zorunluluk<br />
olduğu ortaya çıkmaktadır.<br />
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bireysel başvurunun<br />
ön incelemeden geçirilip, kayda alınabilmesi<br />
için iki koşul aramaktadır. İç hukukta mevcut olan<br />
bütün başvuru yollarının tüketilmesi. İç hukukta<br />
bütün başvuru yolları tüketildikten sonra, altı aylık<br />
sürenin geçirilmemesi. Altı aylık bir sürenin aşılması<br />
koşullarında, AİHM’e başvuru imkânı ortadan
Anayasa Mahkemesi’nin bugüne kadar<br />
bildiğimiz görevleri çerçevesinde, yasaların<br />
Anayasa’ya uygunluğu denetiminde<br />
bireylere yeni bir hak tanınıyor değildir. Bu<br />
bir yanılsamadır. Avrupa İnsan Hakları<br />
Mahkemesi’ne gitmeden önce Anayasa<br />
Mahkemesi’ne başvurma mecburiyeti<br />
getirilmektedir.Bu mecburiyet Anayasanın<br />
148.maddesinde yazılı değildir. Bu mecburiyet<br />
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden<br />
kaynaklanmaktadır. Burada amaçlananın<br />
da AİHM’ne başvuru sayısını düşürmek<br />
olduğu açıkca ifade edilmektedir. Henüz<br />
hiçbir altyapısı oluşturulmamış, Anayasa<br />
Mahkemesi yargısı labirentinden çıkarak<br />
AİHM’ne ulaşmak kolay olmayacaktır.<br />
kalkmaktadır. Mevcut Anayasanın 148.maddesine<br />
eklenen 3.fıkra ile „Herkes, Anayasa’da güvence altına<br />
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa<br />
İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin<br />
kamu gücü tarafından ihlâl edildiği iddiasıyla<br />
Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek<br />
için olağan kanun yollarının tüketilmiş<br />
olması şarttır“ ifadesi gelmektedir.<br />
Yapılan değişiklikte ‘başvurabilir’ denilmekte,<br />
vatandaş mecbur kılınmamaktadır. Ancak, bu koşullarda,<br />
AİHM’den önce Anayasa Mahkemesi’ne<br />
başvurma zorunluluğu Avrupa İnsan Hakları<br />
Sözleşmesi’nden kaynaklanmaktadır. Bireysel başvuruların<br />
ön incelemeden geçebilmesi için gereken<br />
iki koşuldan biri, iç hukuk yollarının bütünüyle tüketilmiş<br />
olması, başvuracak başkaca yolun kalmamış<br />
olmasıdır. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru<br />
yolu açıldığına göre bu yol da tüketilmeden AİHM’e<br />
başvurmak mümkün olamayacaktır.<br />
Şimdiye kadar kural olarak Türkiye’de bir ceza davası<br />
4 ile 6 yıl arasında sonuçlanabiliyordu. Yargıtay’ın<br />
verdiği kararın kesinleşmesiyle birlikte iç hukuk yolları<br />
tükeniyordu. Yargıtay kararından sonra AİHM’e<br />
başvurulabiliniyordu. Yeni Anayasa değişikliği ile bu<br />
artık mümkün değil. Yargıtay kararından sonra Anayasa<br />
Mahkemesi’ne başvurmak gerekiyor.<br />
Önünde mevcut uzmanlık gerektiren davaları dört,<br />
beş yıl gibi sürelerle ancak karara bağlayabilen, karar<br />
verdikten sonra da gerekçeli kararın yazımı aylar<br />
alan bir Anayasa Mahkemesi var. Bundan sonra,<br />
yaşam hakkının ihlâli, haksız gözaltına alınma, haksız<br />
tutuklanma, tutukluluk süresinin uzun sürmesi,<br />
yargılamaların makûl sürede sonra erdirilmemesi,<br />
yargılamada hakkaniyete uygun davranılmaması,<br />
tarafsız veya bağımsız yargılama hakkından yararlandırılmama,<br />
işkence görme, özel hayatın dokunulmazlığının<br />
ortadan kaldırılması, telefon dinleme, görüntü<br />
ve sesi kayda alma vb. hak ihlâlleri, düşünce ve<br />
örgütlenme özgürlüğünün engellenmesi, masuniyet<br />
karinesine aykırı olarak kesin bir mahkûmiyet kararı<br />
olmaksızın teşhir edilme, sendika hakkını lâyıkı ile<br />
kullanamama, ayrımcılığa tâbi olma, inançları sebebi<br />
ile özgürlüğünü yaşayamama gibi pek çok alanda,<br />
vatandaşın AİHM’e gitmeden önceki mecburi durağı<br />
Anayasa Mahkemesi olacaktır.<br />
Anayasa Mahkemesi’nin bugüne kadar bildiğimiz<br />
görevleri çerçevesinde, yasaların Anayasa’ya uygunluğu<br />
denetiminde bireylere yeni bir hak tanınıyor<br />
değildir. Bu bir yanılsamadır. Avrupa İnsan Hakları<br />
Mahkemesi’ne gitmeden önce Anayasa Mahkemesi’ne<br />
başvurma mecburiyeti getirilmektedir.Bu mecburiyet<br />
Anayasanın 148.maddesinde yazılı değildir. Bu mecburiyet<br />
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden kaynaklanmaktadır.<br />
Burada amaçlananın da AİHM’ne<br />
başvuru sayısını düşürmek olduğu açıkca ifade edilmektedir.<br />
Henüz hiçbir altyapısı oluşturulmamış,<br />
Anayasa Mahkemesi yargısı labirentinden çıkarak<br />
AİHM’ne ulaşmak kolay olmayacaktır.<br />
Görünürde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru<br />
yolunun açılması iyi olarak görülebilinir. Burjuva<br />
hukukunun egemen olduğu bir ülkede, Anayasa<br />
Mahkemesi’ne bireysel olarak başvurmak, hak arama<br />
mücadelesinde önemli bir adımdır. Hukukun siyasileştiği,<br />
devleti koruma, kollama misyonunu üzerlendiği<br />
bir ülkede, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel<br />
başvuru hakkının getirilmesinin bir önemi yoktur.<br />
Yazının akışı içerisinde açıklamaya çalıştığımız gibi,<br />
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının<br />
tanınması ile AİHM’e gidecek başvuruların önü kesilmek<br />
istenmektedir. Egemen sınıfların esas derdi;<br />
Türkiye’nin AİHM nezdinde zedelenen imajının düzeltilmesi<br />
ve en fazla mahkûmiyet verilen bir ülke konumundan<br />
çıkarılmasıdır.<br />
12 Aralık 2010 ✓<br />
güncel<br />
63
güncel<br />
ICOR Kuruluş Kararı<br />
Değişik Devrimci Akımlardan Örgütlerin Devrimci Enternasyonal Koordinasyon Örgütü, ICOR kuruldu:<br />
2010 yılı Ekim ayı başında enternasyonal alanda değişik devrimci akımlardan örgütlerin eylem birliğini sağlamak<br />
ve eylem birliği içinde daha ileri bir ideolojik birliğin ön şartlarını yaratmak amacıyla bir işbirliği ve koordinasyon<br />
örgütü kuruldu. 3 yılı aşkın bir hazırlık süreci ve Afrika’da, Latin Amerika’da, Asya’da ve Avrupa’da<br />
yapılan ön hazırlık Konferansları ertesinde yapılan I. Dünya (Kuruluş) Konferansında Kuruluş Bildirgesi ve<br />
Tüzük karara bağlandı ve Enternasyonal Koordinasyon Komitesi seçildi.<br />
Kuruluş bildirgesi ve Tüzük, büyük çoğunluğu Kuruluş Kongresine de katılmış olan 41 Örgüt tarafından imzalandı<br />
Bu sayımızda ICOR’un iki temel belgesini, kuruluş kararı ve tüzüğünü yayınlıyoruz.<br />
4 Ocak 2011 ✓<br />
64<br />
6 Ekim 2010<br />
“Devrimci Parti ve Örgütlerin Koordinasyonu ve<br />
İşbirliği” inisiyatifinin düzenlediği Dünya Konferansı,<br />
kendisini uluslararası bir örgüt olarak kurma kararı<br />
aldı. Örgütün adı “Devrimci Parti ve Örgütlerin<br />
Enternasyonal Koordinasyonu”dur. (ICOR)<br />
I.<br />
ICOR’un kuruluşu şu anlayışa dayanmaktadır: Yüksek<br />
derecede örgütlü ve dünya çapında bağlara sahip<br />
uluslararası mali sermayenin ve onun emperyalist<br />
dünya sisteminin karşısına yeni bir şey koymanın<br />
zamanı gelmiştir -Bu, enternasyonal devrimci işçi<br />
hareketinin ve geniş kitlelerin ülke sınırlarını aşan işbirliğinin<br />
ve pratik eylemin koordinasyonunun yeni<br />
bir basamağını oluşturan örgütlülüğüdür.<br />
Yeni sömürgecilik sistemiyle birlikte emperyalizm,<br />
yalnızca, insanlığın varlığını dramatik bir biçimde<br />
tehdit eden gelişmeye eğilimli bir krizle var olabilir.<br />
Bu kendini 2008’deki dünya ekonomik -ve finanskrizinde,<br />
kapitalist sistemin üretim ve yeniden üretimdeki<br />
yapısal krizlerinde, borçlanma krizlerinde,<br />
evrensel çevre krizinde, proletarya ve geniş yığınlar<br />
içinde ailenin büyüyen çözülüşünde, siyasi krizlerde<br />
ve aynı zamanda büyüyen uluslararası savaş tehlikesinde,<br />
yükselen emperyalist saldırılarda ve emperyalizmin<br />
gericilik ve faşizme doğru genel eğiliminde<br />
göstermektedir.<br />
Kapitalizmin dünya işçi sınıfına ve geniş yığınlara<br />
sunacağı bir gelecek yoktur. Bu yüzden ICOR dünyanın<br />
bütün kadın-erkek devrimcilerini Lenin’in şu<br />
sözleri doğrultusunda birleşmeye çağırır: “İşçiler eğer<br />
birbirinden kopuksa hiçtir. İşçiler birleştiğinde her<br />
şeydir.” (Lenin, 1913, “İşçilerin Birliği Üzerine”)<br />
ICOR enternasyonal olarak örgütlenmiş devrimci<br />
işçi hareketinin kazanımlarına sahip çıkar. Bunlar<br />
içinde 1871 Paris Komünü’nün büyük devrimci eylemi,<br />
1917’deki muzaffer Rus Ekim Devrimi, 1945-<br />
1949 Çin Devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında<br />
eski sömürge sisteminin parçalanması için yürütülen<br />
devrimci kurtuluş mücadeleleri ve sosyalist kampın<br />
oluşması vardır.<br />
ICOR I., II., III. Enternasyonal tarihi örneklerinde<br />
somutlaşan enternasyonal örgütlenme biçimlerinin<br />
zengin deneyimlerine dayanır. O birliğin biçimi konusunda<br />
bugünün verilerini, gerekliliklerini ve imkanlarını<br />
dikkate alır. O böylece Karl Marx’ın, “Bütün<br />
ülkelerin işçileri birleşin!” ve Lenin’in, “Bütün<br />
ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!” büyük<br />
sloganlarını hayata geçirir.<br />
1956’da Sovyetler Birliği KP’nin 20. Parti<br />
Kongresi’nde egemen olan revizyonist ihanet dünya<br />
komünist ve işçi hareketini bugüne kadarki en ağır<br />
yenilgiye uğrattı ve ardında görülmemiş boyutlarda<br />
bir parçalanmışlık bıraktı. Kapitalizmin restorasyonu<br />
dev bir antikomünizm ve karşıdevrim dalgasına<br />
yol açtı.<br />
Enternasyonal komünist ve işçi hareketi içinde ortaya<br />
çıkan sekter ve anarşist eğilimler de bu harekete<br />
yer yer büyük zarar verdi. Fakat enternasyonal devrimci<br />
hareketin yeniden yükselmesinin önündeki<br />
esas tehlike, işçi ve halk hareketi üzerinde revizyonizmin<br />
ve reformizmin etkisiydi, etkisidir.<br />
1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle<br />
modern revizyonizm merkezini kaybetti. Emperyalist<br />
burjuvazi bu çöküşü dünya çapında anti-
Sömürü ve baskıdan kurtulmuş bir topluma duyulan özlem ve<br />
bu yöndeki arayışlar, toplumu dönüştürücü, emperyalist dünya<br />
sistemin temel kötülüklerini aşacak bir güç haline gelmelidir.<br />
ICOR, emperyalist sistemin istikrarsızlığını, emperyalizme karşı ve<br />
sosyalizm için devrimci kurtuluş mücadelesini daha de geliştirerek<br />
cevaplama pratik ihtiyacından doğmuştur.<br />
güncel<br />
komünist saldırısı için bir avantaj haline getirebildi.<br />
Sovyetler Birliği şahsında revizyonist kalenin zayıflaması,<br />
sosyalizm doğrultusunda dünya çapında yeni<br />
bir mücadele atılımı için de aynı zamanda önemli bir<br />
faktördür.<br />
Sayıları milyarlarla ifade edilen dünya çapındaki<br />
proletarya, eğer geniş yığınlarla ittifak içinde enternasyonal<br />
olarak örgütlenir, kurtuluşu için mücadeleyi<br />
eline alır ve halkların ulusal ve sosyal kurtuluş<br />
mücadelelerinde yol gösterici rolünü oynarsa, emperyalizme<br />
karşı onu alt edecek güçtür.<br />
II.<br />
Emperyalizmin yüksek derecede gelişmiş ve uluslararası<br />
alanda birbirine bağlanmış üretici güçleri ile<br />
vardığı bugünkü seviyesinde, sosyalizm için maddi<br />
temeller daha şimdiden geniş çapta olgunlaşmıştır.<br />
Dünya mali sermayesinin diktatörlüğü şartlarında<br />
korkunç yıkıcı güçler de aynı zamanda etkindir:<br />
* Emperyalizm tarafından ezilen ve sömürülen ülkelerde<br />
kitlelerin yoksullaşması, ülke zenginliklerinin<br />
talanı, her türlü devrimci atılıma karşı askeri tehdit,<br />
çevre tahribatı, açlık ve sürgün derinleşmektedir.<br />
* Yüksek derecede gelişmiş kapitalist ülkelerde bile<br />
büyük boyutlara yükseltilen sömürü, kitlelerin artan<br />
yoksulluğu ve burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin<br />
devlet aygıtlarının faşistleştirilmesine kadar varan<br />
tırpanlanmasıyla el ele yürümektedir.<br />
* Emperyalist burjuvazi sürekli olarak ulus devletlerin<br />
bağımsızlığını ve toprak birliğini tehdit etmektedir.<br />
Bu, emperyalist devletlerin dış siyasetinin askerileşmesini<br />
beraberinde getirmekte, bu askerileşme<br />
de kabaca BM misyonu ve insani yardım sahtekârlığı<br />
maskesi ile örtülmeye çalışılmaktadır.<br />
* Emperyalistler, en başta da emperyalist büyük<br />
güçler arasındaki rekabet sürekli olarak bir dünya savaşı<br />
tehlikesini besliyor ve dünyanın yeniden paylaşılması<br />
mücadelesi bölgesel savaşlara yol açıyor.<br />
* Kapitalist üretim tarzı bugün dünyayı kısa vadede<br />
bütün insan yaşamını imkansız hale getirebilecek evrensel<br />
çevre felaketi ile yüz yüze getirmektedir.<br />
* Emperyalizm çocukların ve gençlerin geleceğini<br />
çalmakta ve emekçi kadın yığınları çifte sömürü ve<br />
baskı şartlarında zincirlenmektedir. Emperyalizm tarafından<br />
ezilen ülkelerdeki kadınlar ayrıca, ulusal ve<br />
dinsel ayrımcılığın da hedefi olmaktadır.<br />
Sömürü ve baskıdan kurtulmuş bir topluma duyulan<br />
özlem ve bu yöndeki arayışlar, toplumu dönüştürücü,<br />
emperyalist dünya sistemin temel kötülüklerini<br />
aşacak bir güç haline gelmelidir.<br />
ICOR, emperyalist sistemin istikrarsızlığını, emperyalizme<br />
karşı ve sosyalizm için devrimci kurtuluş<br />
mücadelesini daha de geliştirerek cevaplama pratik<br />
ihtiyacından doğmuştur.<br />
Tek tek ülkelerde devrimci örgüt ve partilerin inşası<br />
ve güçlendirilmesi, emperyalizmin yıkılması ve sosyalizmin<br />
inşası mücadelesinin yeniden yükseltilmesi<br />
için belirleyici unsurdur. Bunun için kitlelerin ortak<br />
mücadelesinde ulusal, bölgesel ve enternasyonal alanda<br />
değişik platformların ve örgüt biçimlerinin yaratılması<br />
gerekir.<br />
Tarihsel meydan okuma dünya çapında yürüyen<br />
mücadelelerin ülke sınırlarını aşan bir işbirliğini, koordinasyonunu<br />
ve devrimcileştirilmesini bugün her<br />
zamankinden daha fazla gerekli kılmaktadır.<br />
III.<br />
Şunları göz önünde bulundurarak:<br />
* Birçok parti ve örgütte, yapıcı ve eşit haklar temelinde<br />
işbirliğine duyulan istek gelişti;<br />
* Kitlelerin ve sanayi proletaryasının çekirdeğinin<br />
ülke sınırlarını aşan, henüz başlangıç aşamasındaki<br />
65
güncel<br />
66<br />
mücadelelerinde uluslara bölünmüşlüğün aşılması<br />
gerektiği bilinci gelişiyor;<br />
* Bir dizi enternasyonal devrimci örgüt biçimleri<br />
(konferanslar, forumlar, platformlar vb) daha şimdiden<br />
ortaya çıkmış durumdadır;<br />
* “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” ve “Bütün ülkelerin<br />
işçileri ve ezilen halklar birleşin!” sloganları ancak<br />
enternasyonal örgüt biçimleri aracılığıyla hayata<br />
geçirilebilir;<br />
* Tek tek ülkelerde ve örgütlerde farklı toplumsal<br />
şartlar ve sınıf mücadelesinin farklı gelenekleri vardır;<br />
* Her ülkenin devriminin hazırlığının ve yürütülmesinin<br />
sorumluluğu o ülkenin işçi sınıfı -ve kitle<br />
hareketinin- partisinin omuzlarındadır;<br />
* Dünya devrimcileri arasında daha birçok ideolojik-siyasi<br />
ayrılık vardır;<br />
* Ortak, örgütlü devrimci eylem bütün ayrılıkların<br />
aşılmasını bekleyemez;<br />
ICOR kendisini, enternasyonal devrimci işçi hareketinin<br />
dayanışmacı birliğini geliştirmeye bir katkı<br />
olarak kavrar.<br />
Berrak bir ideolojik asgari müşterek temelinde o,<br />
devrimci eylem birliğini, içeriksel temellerin daha<br />
derinleştirilmesi amacıyla yürütülecek canlı bir tartışma<br />
ve netleşme süreciyle sağlamaya çalışır.<br />
Kuruluş Konferansı ICOR’un bütün devrimci parti<br />
ve örgütlere ve diğer enternasyonal birliklere karşı tutarlı<br />
olarak açık kapı siyaseti izleyeceğini açıklar.<br />
Onun esas işi sınıf mücadelesinin ve pratik dayanışmanın<br />
örgütlenmesinde işbirliği ve koordinasyonun<br />
sağlanmasıdır.<br />
O, dünyada diğer ilerici enternasyonalist örgüt biçimleriyle<br />
sıkı işbirliğinden ve ortak çalışmadan yanadır<br />
ve kendini hiçbir biçimde bu örgütlerle rekabet<br />
içinde görmemektedir. O bütün dünyada proleter ve<br />
devrimci parti ve örgütlerin yeni nitel birliğini oluşturmakta<br />
ve bunu güçlendirmektedir.<br />
IV.<br />
Emperyalist dünya sisteminin aşılması ve sosyalist<br />
toplumsal sistemin egemen kılınması stratejik hedefinde<br />
birliğe sahip olan Kuruluş Konferansı, karşılıklı<br />
ortak çalışmanın temel ideolojik-siyasi temelleri olarak<br />
şunları kararlaştırır:<br />
* Kapitalizm/emperyalizmin toplumsal ilişkilerinin<br />
devrimci altüst oluşunun gerekliliğinin kabulü;<br />
sosyalist toplum hedefinin amaçlanması; kitleler için<br />
demokrasi, insanlığın sömürü ve baskıdan kurtuluş<br />
mücadelesinin can düşmanlarının ezilmesi olarak<br />
proletarya diktatörlüğünün kuruluşunun gerekliliğinin<br />
savunulması.<br />
* Revizyonizmle, Troçkizmle ve anarşizmle araya<br />
berrak ayrım çizgilerinin çekilmesi; antikomünizmin<br />
her türüne, burjuvazinin “Stalinizm” ve “Maoizm”<br />
adını taktığı şeye ve proletarya diktatörlüğüne<br />
yönelen her düşmanca saldırı ve burjuva kışkırtmalarına<br />
karşı tavır.<br />
V.<br />
Kuruluş Konferansı özerk, bağımsız, kendi sorumluluğuna<br />
sahip parti ve örgütler arasında konsensusa<br />
(oydaşma) dayalı işbirliği ve koordinasyon ilkesini<br />
benimser.<br />
Temel belgelerin karara bağlanmasında konferans,<br />
kararları oydaşma temelinde almayı hedefler. İlkesel<br />
ideolojik sorunlar ve temel siyasi sorunlar oylama<br />
ile karara bağlanamaz. Ancak pratik gereklilik olan<br />
kararlar ve kuruluş belgeleri, ideolojik-siyasi görüş<br />
ayrılıklarının varlığının bilincinde olarak, yeterli bir<br />
tartışma ertesinde çoğunlukla karara bağlanabilir.<br />
Bunlar için oyların en az yüzde 80’i gereklidir. Bütün<br />
günlük siyasi kararlar basit çoğunlukla alınabilir.<br />
Oyların eşit olması halinde sunulan karar tasarısı<br />
reddedilmiş sayılır.<br />
Her örgüt, hangi projeyi ve hangi etkinlikleri destekleyeceğine<br />
kendisi karar verir. Bu, güvenilirlik ilkesiyle<br />
el ele yürür. Her örgüt, üzerine aldığı görevleri<br />
hakkıyla yerine getirme sorumluluğu ve yükümlülüğünü<br />
taşır.<br />
Çalışmanın ağırlık noktası, sınıf mücadelesinde ve<br />
tek tek ülkelerde devrimci parti inşasında karşılıklı<br />
destek ve işbirliğindedir.<br />
ICOR dünya çapında, kıtasal ve bölgesel olarak, birlikte<br />
tespit edilmiş görevlerde ve tek tek süreli projelerde<br />
ortak çalışmayı gerçekleştirir.<br />
Çeşitli süreç ve eylemliliklerin uyumlu hale getirilmesinin<br />
koordinasyonunu ve belirlenmiş ortak proje<br />
ve mücadele görevlerinde işbirliğini gerçekleştirir.<br />
ICOR üye örgütler arasında karşılıklı saygı ve birbirinin<br />
bağımsızlığını tanıma zemini üzerinde yükselir<br />
ve örgütlerin iç örgütsel meselelerine karışmamayı<br />
ilke edinir.<br />
Görüş geliştirme, sahiplenme ve ortak pratiğe geçirmede<br />
proleter tartışma kültürünü geliştirmeyi ilke<br />
edinir.<br />
Bütün ülkelerin işçileri birleşin!<br />
Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!
Devrimci Parti ve Örgütlerin<br />
Enternasyonal Koordinasyonu (ICOR)<br />
TÜZÜĞÜ<br />
güncel<br />
Temel Belgelerin karara bağlanmasında konferans kararlarını konsensus<br />
(oydaşma) temelinde almaya çaba sarfeder. İlkesel ideolojik sorunlar ve<br />
temel siyasi sorunlar çoğunluk kararıyla sonuçlandırılamaz. Ancak ideolojiksiyasi<br />
ayrılıkların bilincinde olarak pratik sorunlarda, kuruluş belgelerinde<br />
gerekli olan hallerde derinlemesine yürütülen tartışma ertesinde çoğunluk<br />
kararı alınabilir. Burada da konferans katılımcılarının en az yüzde 80’nin<br />
oyu gereklidir. Bütün güncel siyasi sorunlardaki kararlar için basit çoğunluk<br />
yeterlidir. Eşit oy durumunda tasarı reddedilmiş sayılır.<br />
I. Ön açıklama:<br />
“<br />
Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!” Karl Marx ve<br />
Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’nun sonunda<br />
yaptıkları bu etkin çağrı bütün dünyada devrimci<br />
işçi sınıfının devrimci kurtuluş mücadelesinin<br />
yol gösterici ilkesiydi.<br />
Emperyalist dünya sisteminin gelişmesi aşırı derecede<br />
çelişmelidir.<br />
Bir yanda bütün zamanların en büyük zenginliği<br />
biriktirilmişken ve bütün insanlığın refah, sağlık ve<br />
barış içinde yaşamasını mümkün kılacak potansiyel<br />
olgunlaşmışken, diğer yanda dünyada açlık ve kitlesel<br />
yoksulluk bugüne kadar görülmemiş boyutlara<br />
varmıştır. İşçi sınıfının dünya çapında büyümesi ve<br />
emek üretkenliğindeki artış, köylülüğün kitlesel olarak<br />
yıkımı, kitlesel işsizlik ve eksik istihdamla elele<br />
yürümektedir. Bilimsel-teknik ilerleme doğa ile insanın<br />
birlikteliğini çoktandır mümkün kılmasına<br />
rağmen, insanın varlık temelleri iklimdeki dramatik<br />
değişiklik tarafından tehdit edilmektedir.<br />
Gelişmiş sosyalist ilişkiler için maddi hazırlık hiçbir<br />
dönemde bugünkü kadar olgunlaşmamıştı, fakat<br />
aynı zamanda emperyalist dünya sisteminin krizli<br />
varlığı, eğilim olarak insani varoluş biçimini soru işareti<br />
haline getiriyor. Her şeyi mahvedecek bir emperyalist<br />
savaş tehlikesi on yıllardır insanlığın sırtında<br />
yük, evrensel çevre krizi insan varlığının temellerini<br />
tehdit ediyor, dünya çapında emekçi yığınlar arasında<br />
ailenin çözülüşü artıyor, bununla birlikte yaşam<br />
şartlarında, özellikle de kadın ve çocukların yaşam<br />
şartlarında yoğun kötüleşmeler yaşanıyor. Milyarlarca<br />
insanın aşırı sömürüsü 2008’de bütün dünyayı<br />
sarsan dünya ekonomik ve mali krizini doğurdu.<br />
Bütün bunlar kapitalizmin yerine, üretici güçlerin<br />
insanlığın yararına kullanılabileceği yeni bir düzen’in<br />
geçirilmesini haykırıyor. Dünyanın emekçi yığınları<br />
kapitalist barbarlık içinde kaybolmak istemiyor! Mali<br />
sermayenin insana değer vermeyen politikası, insanlığın<br />
sömürüsüz, zulümsüz, yoksulluğun ve çevre<br />
yıkımının olmadığı, savaşsız ve gençliğe perspektif<br />
sunan bir toplum için devrimci atılımını tetikliyor.<br />
İşçi hareketi, sosyalist kampın revizyonizm yüzünden<br />
çökmesiyle tarihinin en ağır yenilgisini aldı. Bu<br />
yenilgi, uluslararası devrimci hareketi, daha önce görülmemiş<br />
boyutlarda bir bozgun atmosferine soktu;<br />
devrimci hareket saflarında tasfiyeciliğin, bölünme<br />
ve parçalanmanın artmasına yol açtı.<br />
Bütün bunlara rağmen birçok devrimci parti ve<br />
örgüt devrimci parti inşasında ısrar etti ve ulusal ve<br />
67
güncel<br />
sosyal kurtuluş mücadelesini sürdürdü. Yeni devrimci<br />
ve Marksist-Leninist parti ve örgütlerin inşasında,<br />
onların sınıf mücadelelerine katılması ve önderlik<br />
etme konusunda yetkinleşmesinde ve başlayan enternasyonal<br />
işbirliğinde çok yönlü sonuçlar çıkarıldı,<br />
deneyimler kazanıldı.<br />
Böylece enternasyonal devrimci ve işçi hareketinin<br />
ülke sınırlarını aşan bir işbirliği ve emperyalizme<br />
karşı enternasyonal birleşik bir cephenin yeni bir aşaması<br />
için zaman olgunlaştı.<br />
Bizim, dünya devrimcilerinin sınıf mücadelesinde<br />
enternasyonal işbirliği ve koordinasyonu için yeni bir<br />
örgüt biçimine ihtiyacımız var.<br />
ICOR’un Kuruluş Konferansı dünyanın ilk sosyalist<br />
devletinin dahi önderi Lenin’in proleter enternasyonalizminin<br />
ancak gerekli örgüt biçimleri sayesinde<br />
gerçekleşebileceği şeklindeki görüşünü izliyor:<br />
“Sermaye enternasyonal bir güçtür. Onu yenebilmek<br />
için işçilerin enternasyonal ittifakına, onların enternasyonal<br />
kardeşçe birleşmesine ihtiyaç vardır.”(Lenin<br />
Eserler, Alm. c. 30, s. 282-283, “Denikin’e karşı kazanılan<br />
zafer dolayısıyla Ukrayna işçi ve köylülerine<br />
mektup’tan)<br />
ICOR, aralarında büyüklük, pratik örgütsel ve siyasal<br />
deneyim, tarihsel ideolojik kökler, sosyo-ekonomik<br />
şartlar ve stratejik görevler açısından aralarında<br />
büyük farklılıklar bulunan devrimci parti ve örgütleri<br />
eşit haklar temelinde birleştirir. Ortak mücadelede<br />
örgütler karşılıklı saygı temelinde birlikte çalışır ve<br />
birbirinden öğrenirler.<br />
Amaçlarına ulaşabilmek için ICOR Kuruluş Konferansı<br />
şu TÜZÜK’ü karara bağlar:<br />
I. İsim:<br />
International Coordination of Revolutionary Parties<br />
and Organizations (ICOR)<br />
Devrimci Parti ve Örgütlerin Enternasyonal Koordinasyonu<br />
(ICOR)<br />
II. Yapı<br />
1. ICOR’un en yüksek organı, ICOR üyesi tüm parti<br />
ve örgütlerin temsilcilerinin Dünya Konferansı’dır.<br />
Dünya Konferansı üç yılda bir toplanır. Oylamalarda<br />
her üye örgüt bir oya sahiptir.<br />
Konferans’tan en geç üç ay önce her üye örgüte<br />
çağrı yapılmış olduğu şartlarda, üye örgütlerin yüzde<br />
50’den fazlası konferansta temsil ediliyorsa, konferans<br />
karar alma hakkına sahiptir. Her örgüt bir oy<br />
kullanma hakkına sahiptir. Eğer özel şartlar ve haklı<br />
gerekçeler nedeniyle konferansa yüzde 50’nin üzerinde<br />
üye örgütün katılması sağlanamıyorsa, üye örgütlerin<br />
yüzde 50’sinden fazlasının resmi onayı gereklidir.<br />
Karar alınabilmesi için mutlak asgari katılım üye<br />
örgütlerin 1/3’ünden fazlası olmak zorundadır. Ayrıca<br />
her kıtadan en az iki delegasyonun katılımı şarttır.<br />
2. Dünya Konferansı konferansın başlangıcında ilk<br />
önce Konferansın gündemini ve işleyiş kurallarını<br />
karara bağlar. Konferans, konferansta seçilen bir divan<br />
tarafından yönetilir. Dünya Konferansı çok taraflı<br />
olarak hazırlanır, finanse edilir ve gerçekleştirilir<br />
Dünya Konferansı, eşit haklar ve ortak kararlaştırılan<br />
konferans işleyiş kurallarına uyulması yükümlülüğü<br />
temelinde gerçekleşir.<br />
Konferans dili İngilizce’dir. Konferans, olanakları<br />
ölçüsünde diğer dillere tercüme işini örgütler.<br />
Dünya Konferansı, iki konferans arasında ICOR<br />
çalışmalarını koordine etme görevine sahip Uluslararası<br />
Koordinasyon Komitesi (ICC) ile bir Mali Denetçi<br />
seçer.<br />
Temel Belgelerin karara bağlanmasında konferans<br />
kararlarını konsensus (oydaşma) temelinde almaya<br />
çaba sarfeder. İlkesel ideolojik sorunlar ve temel siyasi<br />
sorunlar çoğunluk kararıyla sonuçlandırılamaz.<br />
Ancak ideolojik-siyasi ayrılıkların bilincinde olarak<br />
pratik sorunlarda, kuruluş belgelerinde gerekli olan<br />
hallerde derinlemesine yürütülen tartışma ertesinde<br />
çoğunluk kararı alınabilir. Burada da konferans katılımcılarının<br />
en az yüzde 80’nin oyu gereklidir. Bütün<br />
güncel siyasi sorunlardaki kararlar için basit çoğunluk<br />
yeterlidir. Eşit oy durumunda tasarı reddedilmiş<br />
sayılır.<br />
ICOR üyesi her örgüt ve parti, ortak projelerin karara<br />
bağlanması ve uygulanmasında özerk ve bağımsızdır.<br />
Sınıf mücadelesine dair görevlerin gerçekleştirilmesinde<br />
sorumluluk kendisine aittir; ancak verdiği<br />
sözleri yerine getirmekle yükümlüdür.<br />
68<br />
A. Dünya Konferansı<br />
B. Kıtasal Konferans<br />
ICOR’un ortak çalışmasının başlangıcında Afrika,<br />
Amerika, Asya (Avustralya/Okyanusya dahil) ve<br />
Avrupa’da yapılan Kıtasal Konferanslar bulunmalıdır.<br />
Bu konferanslardaki oylamalarda her örgüt bir oy<br />
hakkına sahiptir.
Her kıta ICC içinde en az bir<br />
temsilciyle temsil edilmelidir.<br />
Kıtasal Konferanslar ICC’ye<br />
birer temsilci gönderir, bunların<br />
temsilciliği mensup oldukları parti<br />
veya örgüt tarafından onaylanmış<br />
olmalıdır. Kıtasal konferanslar<br />
ayrıca bir de yedek temsilci<br />
belirler, bunlar da mensubu<br />
oldukları parti veya örgütün<br />
onayını almış olmalıdır.<br />
Konferans dilini her kıtasal konferans kendisi belirler.<br />
Her kıtasal konferans Kıtasal Koordinasyon<br />
Komitesi’ni (CCC) ve bir mali denetçi seçer.<br />
Bunun dışında dünya konferansının ilgili kuralları<br />
geçerlidir.<br />
C. Bölgesel konferans<br />
ICOR’un faaliyetinin ve üye sayısının artmasına<br />
bağlı olarak kıtaların uygun bulunan bölgelere ayrılması<br />
gerçekleştirilecektir. Her kıtanın kaç bölgeye<br />
ayrılacağı konusunda ICOR’un en yüksek organında<br />
birlik sağlanmalıdır.<br />
D. Enternasyonal Koordinasyon Komitesi (ICC)<br />
Enternasyonal Koordinasyon Komitesi (ICC), Dünya<br />
Konferansları arasındaki sürede ICOR üyesi örgütlerin<br />
faaliyetlerinin koordinasyonunun merkezidir ve<br />
kamuoyu önünde ICOR’u temsil eder.<br />
ICC eşit hak ve yükümlülüklere sahip en az yedi,<br />
en fazla dokuz üyeden oluşur. Bu üyeler üyesi oldukları<br />
parti ve örgütler tarafından Dünya Konferansı’na<br />
önerilir ve onun tarafından seçilir. Seçilmiş ICC üyelerinin<br />
mensubu olduğu parti ve örgütler, ICC üyelerinin<br />
görevlerini yerine getirebilmesi için kolektif<br />
sorumluluk üstlenirler.<br />
Bir ICC üyesinin vekaleten temsili mümkündür.<br />
Ayrıca her üye örgüt, ICC’deki temsilcisini önemli<br />
nedenlerden dolayı geri çağırıp yerine bir başkasını<br />
gönderebilir. Bu yeni temsilci de aynı örgüte mensup<br />
olmak zorundadır ve gönderen parti veya örgüt yönetiminin<br />
yazılı ve açık görevlendirme ve onayına sahip<br />
olmalıdır.<br />
Her kıta ICC içinde en az bir temsilciyle temsil edilmelidir.<br />
Kıtasal Konferanslar ICC’ye birer temsilci<br />
gönderir, bunların temsilciliği mensup oldukları parti<br />
veya örgüt tarafından onaylanmış olmalıdır. Kıtasal<br />
konferanslar ayrıca bir de yedek temsilci belirler,<br />
bunlar da mensubu oldukları parti veya örgütün onayını<br />
almış olmalıdır.<br />
ICC Dünya Konferansı’nın verdiği görevler doğrultusunda,<br />
onun kararlarını hayat geçirmek için çalışır.<br />
ICC, temel ilkeler ve siyasi temel konularda karar<br />
alamaz. ICOR üyelerinin ortak çalışmasının koordinasyonu<br />
bağlamında ICC, üye örgütlerin pratik<br />
faaliyetleri için açıklamalar ve öneriler hazırlama ve<br />
gerektiğinde bunları danışma yöntemiyle karara bağlama<br />
yükümlülüğüne sahiptir.<br />
ICC düzenli toplantılar yapar ve yılda en az bir kere<br />
bir araya gelir. Toplantılar hakkında onaylanmış tutanak<br />
tutulur.<br />
ICC toplantılarında Üyelerin en az yarısı mevcutsa<br />
karar alma yetkisi vardır.<br />
ICC kendi toplantılarına ICOR üyesi örgütlerden<br />
temsilciler çağırabilir. Bunların ICC’de oy hakkı yoktur.<br />
ICC, Dünya Konferansı’nda çalışmaları hakkında<br />
yazılı rapor sunar.<br />
Mali sorumlu, Dünya Konferansı’nda bir mali rapor<br />
sunar. Mali denetçi de rapor sunar.<br />
ICC kendi içinden bir Genel Koordinatör, bir Genel<br />
Koordinatör Yardımcısı ve bir Mali Sorumlu seçer.<br />
Bunlar ICOR sekretaryasını oluşturur.<br />
Genel koordinatör ve Yardımcısı ICOR’un baş temsilcileridir<br />
ve ICOR’un Dünya Konferansı kararlarına<br />
bağlıdırlar.<br />
E. Kıtasal Koordinasyon Komitesi (CCC)<br />
ICC’ne ilişkin kurallar Kıtasal Koordinasyon Komitesi<br />
(CCC) için de geçerlidir.<br />
Kıtasal Koordinasyon Komitesi üye sayısı, ilgili kıtanın<br />
Kıta Konferansı’nda kararlaştırılır.<br />
ICC kendi içinden bir Kıta Koordinatörü, bir Kıta<br />
Koordinatör Yardımcısı ve bir Mali sorumlu seçer,<br />
güncel<br />
69
güncel<br />
70<br />
bunlar ICC Sekretaryasını oluşturur.<br />
Kıta Koordinatörü, onun gelememesi halinde yardımcısı<br />
ICC toplantılarına davet edilir.<br />
F. Bölgesel Koordinasyon Komitesi (RCC)<br />
ICC’ne ilişkin kurallar Bölgesel Koordinasyon Komiteleri<br />
için de geçerlidir.<br />
Bölgesel Koordinasyon Komitesi üye sayısı ilgili<br />
Bölgesel Konferans tarafından kararlaştırılır.<br />
Bölgesel Koordinasyon Komitesi kendi içinden bir<br />
Bölgesel Koordinatör, bir Bölgesel Koordinatör Yardımcısı<br />
ve bir Mali Sorumlu seçer, bunlar ICC Sekretaryasını<br />
oluşturur.<br />
Bölgesel Koordinatör, onun gelememesi halinde<br />
Bölgesel Koordinatör Yardımcısı ICC toplantılarına<br />
davet edilir.<br />
III.<br />
ICOR üyeliği hakkında<br />
A. Genel<br />
1. ICOR’un üye yapısı, dünyanın çeşitli ülkelerinden,<br />
bağımsız ve sorumlu parti ve örgütlerden oluşur.<br />
2. ICOR üyeliğinin ön koşulu Dünya Konferansı’nın<br />
ilkelerinin ve temel kararlarının kabulüdür.<br />
3. Dünya Konferansı’nın ilkelerinin ve temel kararlarının<br />
kabulü ve hayata geçirilmesi konusunda yükümlülük<br />
üstlenilmesi ilgili üye örgütün kendisince<br />
belirlenir ve ICOR’a üye alımını gerçekleştiren karar<br />
alıcı toplantıda onaylanır. ICOR üye örgüt hakkında<br />
bir ideolojik-siyasi nitelendirmede bulunmaz.<br />
4. ICOR’a üyelik, ICOR Dünya Konferansı’nda<br />
mevcut delegelerin yüzde 80’lik bir çoğunluğuyla kararlaştırılan<br />
bir üye alım usulüne göre gerçekleşir.<br />
5. ICOR’a üyelik, üye örgütlere eşit hak ve yükümlülükler<br />
getirir.<br />
6. ICOR’un bağımsız ve kendi sorumluluğunu taşıyan<br />
üyelerinin anlaşarak gerçekleştirdikleri koordinasyon<br />
ve işbirliği ilkesi, ICOR’un ortak örgütsel<br />
ilkesidir.<br />
7. Ortak görevler, görevin kapsamına göre (Dünya,<br />
Kıta, Bölge) ICOR’un ilgili kurumlarında tartışılır ve<br />
belirlenir.<br />
B. Üyelik için temeller<br />
1. ICOR’da üyelik için ortak zemin, her üye örgütün<br />
devrimci karakteridir.<br />
2. Bu, ICOR’un niteliğiyle herhangi bir uzlaşmaz<br />
Üyelik sorumlu Bölgesel Konferans<br />
tarafından, o henüz kurulmamışsa<br />
Kıtasal Konferans tarafından<br />
oydaşma temelinde gerçekleştirilir.<br />
Üyelikle ilgili olarak sorumlu<br />
Koordinasyon Komitesi Bölgesel<br />
ya da Kıtasal Koordinasyon üyesi<br />
örgütlerle bir danışma süreci<br />
başlatır. Bu süreçte uyuşma<br />
sağlanamazsa bir sonraki Bölgesel ya<br />
da Kıtasal Konferans en az yüzde 80<br />
çoğunlukla karar alabilir.<br />
çelişkisi olmadığı sürece, her üye örgütün değişik ideolojik-siyasi<br />
görüşlerini ve temellerini içerir.<br />
3. ICOR’a üye örgütlerin ortak stratejik hedefleri,<br />
emperyalist-kapitalist dünya sistemini aşmak ve sosyalist<br />
toplumsal ilişkileri hayata geçirmektir.<br />
4. ICOR’un ortak stratejik hedefine varmak için,<br />
her ülkede ve her üye örgüt tarafından, sadece o ülkedeki<br />
ilgili üye örgütün belirleyebileceği farklı strateji<br />
ve taktikler izlenebilir.<br />
5. ICOR üyeliğinin temel şartı;<br />
• Her ülkede ezilen ve sömürülen kitleler içinde ve<br />
kitlelerle birlikte gerçek devrimci çalışmadır.<br />
• Militan sınıf politikasıdır ve egemen tekeller ve<br />
kuklalarıyla sınıf işbirliğinin reddidir.<br />
• Toplumsal ilişkilerin köklü bir devrimci değişiminin<br />
ve biçimi ne olursa olsun, proletarya diktatörlüğünün<br />
kurulması gerekliliğinin tanınmasıdır.<br />
• Antikomünizmin sözde “Stalinizm” ya da<br />
“Maoizm”le proletarya diktatörlüğüne karşı burjuvazinin<br />
düşmanca karalama kampanyaları gibi çeşitli<br />
biçimlerdeki saldırılarına olduğu kadar revizyonizmle,<br />
troçkizmle ve anarşizmle de araya kesin<br />
ayrım çizgileri çekmektir.<br />
• Sınıf mücadelesinde üye örgütlerin uluslararası<br />
koordinasyonu ve işbirliğinin teorisi ve pratiği için<br />
ortak zemin proletarya enternasyonalizminin tanınması<br />
ve hayata geçirilmesidir.
C. Üye Örgütlerin Hakları ve Yükümlülükleri<br />
1. Her üye örgüt şu haklara sahiptir:<br />
• Enternasyonal, kıtasal, bölgesel düzeyde karşılıklı<br />
koordinasyon ve işbirliğine katılmak ve aktif rol oynamak,<br />
• Konferans ve etkinliklere katılmak, ICOR’un ortak<br />
faaliyetlerinde yer almak ve bunlara ilişkin önerilerde<br />
bulunmak,<br />
• Sorumlu organları seçmek ve onlara seçilmek.<br />
• Delege dağılımına göre seçme hakkı sayesinde karar<br />
alıcı konferanslara katılmak;<br />
• Diğer bir üye örgütün içişlerine herhangi bir müdahale<br />
anlamına gelmemek kaydıyla, özel bir biçimde<br />
birlikte çalışmak, objektif biçimde tartışmak ya da<br />
tavsiyelerde bulunmak için ICOR’un tüm diğer üye<br />
örgütleriyle doğrudan ilişkiye geçmek,<br />
• ICOR çoğunluğunun görüşüne gereken saygıyı<br />
göstermek kaydıyla karşı çıktığı sorunları onaylamaktan<br />
kaçınmak ve gerekirse ortak alınan kararın<br />
kendi ülkesinde uygulanmasına karşı bağımsızca karar<br />
vermek,<br />
• Diğer örgütlerle ICOR dışında da ittifaklar kurmak,<br />
ya da ICOR’un açıkça karşısında olmadığı sürece<br />
başka birliklere de katılmak.<br />
• Belirlenmiş kurallar doğrultusunda ortak yayınlara<br />
katılmak.<br />
2. Her üye örgüt şu yükümlülüklere sahiptir:<br />
• Ortak politik platform temelinde, ICOR’un tüm<br />
temel konularda ideolojik-politik birliğinin adım<br />
adım ilerletilmesi için aktif biçimde seferber olmak<br />
ve bununla ilgili girişimleri desteklemek,<br />
• Kendi imkanları doğrultusunda sağlam bir dayanışma<br />
ve karşılıklı pratik yardım,<br />
• Üye örgütler arasında proleter bir tartışma kültürü,<br />
• Karşılıklı saygı, bağımsızlığın korunması, herhangi<br />
bir üye örgütün içişlerine müdahale etmemek<br />
ve eşitlik,<br />
• Ortak varılan anlaşmaları uygulama konusunda<br />
güvenilirlik,<br />
• ICOR’un kendisini finanse etmesine olanakları<br />
ölçüsünde katkı sunmak.<br />
IV. Üyeliğe alma ve Üyelikten çıkarma usulü<br />
1. ICOR’a üyelik kural olarak konsensus (oydaşma)<br />
temelinde olur.<br />
Üyeliğe itirazlar ICOR’un görevlerini etkilemeyen<br />
ikili görüş ayrılıkları temelinde vb. değil, ICOR ilkeleri<br />
temelinde olmak zorundadır.<br />
2. Üyelik için başvuran parti veya örgüt ICOR’un<br />
ilkelerini desteklediğini yazılı olarak bildirmeli ve<br />
kendisini ICOR’a tanıtmalıdır.<br />
3. Üyelik sorumlu Bölgesel Konferans tarafından,<br />
o henüz kurulmamışsa Kıtasal Konferans tarafından<br />
oydaşma temelinde gerçekleştirilir. Üyelikle ilgili olarak<br />
sorumlu Koordinasyon Komitesi Bölgesel ya da<br />
Kıtasal Koordinasyon üyesi örgütlerle bir danışma<br />
süreci başlatır. Bu süreçte uyuşma sağlanamazsa bir<br />
sonraki Bölgesel ya da Kıtasal Konferans en az yüzde<br />
80 çoğunlukla karar alabilir.<br />
4. ICOR’dan istifa, yetkili organlar tarafından<br />
onaylanmış yazılı bir açıklamayla gerçekleştirilir.<br />
5. Bir üye örgütün üyelikten çıkarılması için bir<br />
veya birkaç örgütün başvurusu gerekir. Başvuru,<br />
nedenleriyle birlikte yazılı sunulmalıdır. Üyelikten<br />
düşürme için, oy hakkına sahip üye örgütlerin yüzde<br />
80’inin onayı gereklidir.<br />
V. Maliye<br />
1. ICOR mali açıdan bağımsızdır. Ortak faaliyetlerini<br />
kendisi finanse eder. Faaliyetleri için kitlelere<br />
olan güveni temelinde mali kaynaklar yaratır.<br />
2. Mali bağımsızlık aynı biçimde, ICOR üyesi parti<br />
ve örgütler arasındaki ilişkilerde de geçerlidir.<br />
3. Her üye örgüt kendi imkanları doğrultusunda,<br />
ICOR’un örgütleme yapısına ve çalışmalarına mali<br />
katkıda bulunma yükümlülüğüne sahiptir. Bu, karşılıklı<br />
dayanışmacı desteği de içerir.<br />
4. Bu amaçla her üye örgüt, kendisinin belirleyeceği<br />
miktarda bir yıllık aidatı ICOR’a ödeyecektir.<br />
5. Her üye örgüt, ICOR’u mali açıdan güçlendirmek<br />
için inisiyatif geliştirecektir. Bunun bir parçası bağışlar<br />
ve bağış kampanyaları, eşya bağışı biçiminde<br />
katkılar, devrimci yayınların satışından elde edilen<br />
gelirler ve benzer olanaklardır.<br />
6. ICOR’un mali araçları, ilgili Koordinasyon Komiteleri<br />
tarafından idare edilir. Bu amaçla Kıta Koordinasyon<br />
Komiteleri, Bölgesel Koordinasyon Komiteleri<br />
ve dünya çapındaki Uluslararası Koordinasyon<br />
Komitesi kendi içlerinden birer mali sorumlu seçerler.<br />
Bölgesel Konferanslar, Kıtasal Konferanslar, Dünya<br />
Konferansı da Mali denetçi seçer. ✓<br />
Ocak 2011 ✓<br />
güncel<br />
71
panorama<br />
PANORAMA<br />
72<br />
Başkanlık<br />
seçimini Lula’nın<br />
adayı kazandı!<br />
- BREZİLYA -<br />
“Sıfır açlık” sloganı Dilma’nın<br />
da sosyal alandaki sloganlarının<br />
başında geliyor. Bu bakımdan<br />
devletin nakit para desteği projeleri<br />
bu dönemde de sürecektir. Fakat<br />
ne yoksulluğun gerçek anlamda<br />
sonlandırılması, ne de yıllarca<br />
Brezilya’da gündemde olan toprak/<br />
tarım reformu sorununun gerçekte<br />
çözülmesi mümkündür.<br />
Brezilya’da 3 Ekim 2010 tarihinde, başkanlık,<br />
parlamento, senato, eyalet valiliği (eyalet başbakanlığı)<br />
ve eyalet parlamentosu seçimleri yapıldı.<br />
Uluslararası siyaset bağlamında kuşkusuz ki öne çıkan<br />
seçim, başkanlık seçimiydi.<br />
Andaki Başkan Lula’nın, Anayasa’nın, bir kişi ancak<br />
iki kere ardarda başkanlık yapabilir maddesi<br />
uyarınca üçüncü kez seçimlerde aday olamayacağı<br />
önceden bilindiğinden, Lula, Dilma Rousseff’i, kendi<br />
partisinin (İşçi Partisi) adayı olarak öngördüğünü<br />
daha 2009 yılında açıklamıştı ve seçimlere kadar da<br />
Dilma’nın propagandası yapıldı.<br />
İşçi Partisi adayı Dilma’nın esas rakibi olarak görülen<br />
aday ise Brezilya Sosyal Demokrat Partisi adayı<br />
Jose Serra idi. Serra 2002 yılı seçimlerinde Lula’ya da<br />
rakip olmuş ama ikinci tur seçimde, seçimi kaybetmişti.<br />
O dönemde seçimi kaybetmesinin esas nedeni<br />
Serra’nın açıkça IMF ve Dünya Bankası yanlısı siyasetiydi.<br />
Seçimlerden önce Lula’ya “solcu”, IMF ve Dünya<br />
Bankası’nın dayatmalarına karşı olan ve anti ABD<br />
siyaset yürütecek diye bakılıyordu. Bu yaklaşımın<br />
gerçekçi olmadığı, Lula’nın kendisinden önceki Başkan<br />
Cordoso’nun özellikle ekonomide ve kimi sosyal<br />
alanlardaki siyasetinin temeline dokunmadığı,<br />
dokunmayacağı kısa sürede açığa çıktı. Sonuçta, Siemens<br />
tekelinin Brezilya CEO’larından ve Lula’ya<br />
ekonomik danışmanlık da yapan Adilson Primo’nun<br />
deyimine göre, Lula’nın mali ve ekonomideki “en büyük<br />
kazanımı (katkısı BN.) onun temel kurallara dokunmamasıdır.”<br />
Lula’nın yabancı sermayeyi ülkeye çekme siyasetini<br />
sürdürmesi, uluslararası ilişkilerde, dünyanın paylaşımı<br />
için dalaşta pastadan pay alma yarışı ve Latin<br />
Amerika’nın anda önde gelen büyük gücü olması vb.<br />
siyaset ve uygulamaları, kitlelere yönelik kimi “açlıktan<br />
öldürmeyen” sosyal projeleri uygulaması ile<br />
birleştirmesinin sonucunda –geniş emekçi kitlelerin<br />
sorunlarını temelde çözmese de ve hâlâ onmilyonlarca<br />
insan açlık sınırında yaşama durumunda olsa da–,<br />
kitleler içinde Lula’ya sempati kazandırmıştır. Yasal<br />
olarak seçimlere katılma olanağının olması durumunda,<br />
Lula’yı seçecek olanların oranı %80 civarında<br />
gösterilmektedir.<br />
Lula’nın bu popülerliği burjuvazinin değişik kesimleri<br />
açısından da gözönüne alınan bir olgudur.<br />
Bu yüzden de, seçimlerdeki propaganda da başkanlık<br />
adayları arasında yarışacak olan iki asıl rakibin –<br />
Dilma ve Jose’nin– siyasetlerine yön veren de, kimin<br />
Lula’nın yürüttüğü siyaseti daha iyi sürdüreceği düşüncesiydi.<br />
Bu konuda da esas farklılık, Brezilya’nın<br />
ekonomik ve sosyal gelişmesinin esas belirleyicisi-
nin kim olduğu sorusuna verilen cevaptı. Jose Serra<br />
takımına göre, Brezilya’nın bu günkü duruma gelmesinin<br />
temelini Lula öncesindeki Başkan Cardoso<br />
atmıştı. Lula yanlısı takımın –Dilma’nın– tavrı da<br />
bunun esasında Lula tarafından gerçekleştirildiğiydi.<br />
Bu yüzden de seçimlere damgasını vuran esas tavır:<br />
“Lula’nın siyasetini sürdüreceğiz” biçimindeydi. Soruna<br />
egemenlerin çıkarları açısından bakıldığında bu<br />
iki takımın propagandasının olgunun yarısı olduğu<br />
söylenmelidir. Cardoso’nun yürüttüğü siyaset -özellikle<br />
de ekonomide, Lula’nın da esas olarak yürüttüğü<br />
siyaset olmuştur. Lula, Cardoso dönemindeki mali ve<br />
ekonomik alanda “temel kurallara dokun”saydı durum<br />
değişirdi. Ama dokunmadı. Lula da Cardoso<br />
gibi kapitalistlerin, tekellerin çıkarlarına göre siyaset<br />
panorama<br />
yürüttü.<br />
Cardoso ile Lula’nın özde aynı sınıfların temsilciliğini<br />
yapması, aynı olması, seçimlerde Dilma ile Jose<br />
arasında, kimin “Lula’nın mirasının sürdürücüsü”<br />
olacağı, yani andaki siyaseti kimin daha iyi uygulayacağı<br />
konusunda yürüyen yarışın da temeli ve açıklamasıdır.<br />
Dilma ve Jose dışındaki başkanlık adayları içinde,<br />
Lula’nın hükümetinde çevre bakanlığı yapan, ama<br />
2008 yılında, özellikle çevreyi koruma konusunda<br />
hükümetin siyasetiyle çeliştiğinden, hem bakanlıktan<br />
hem de İşçi Partisi’nden istifa edip Yeşiller<br />
Partisi’ne geçen Marina Silva öne çıkıyordu. Silva’nın<br />
%10 civarında oy alacağı yönünde tahminlerde bulunuluyordu.<br />
Ama Lula’nın adayı Dilma’nın seçimleri<br />
kazanacağı yönlü tahminler ağır basıyordu.<br />
Sonuçta, seçim propagandasında pek farklılık olmasa<br />
da, Dilma ile Jose arasındaki seçimin işçiler,<br />
emekçiler açısından özde bir şey değiştirmese de,<br />
kimilerine göre Dilma’nın seçilmesinin “kötünün<br />
iyisi” olacağı, kimileri de en azından ABD emperyalizminin<br />
düdüğünü, onun istediği gibi öttürmeyeceği<br />
kişinin seçilmesinin ehven-i şer olduğunu savundu.<br />
Kitlelerin büyük bölümü Lula’dan memnun değildi,<br />
hayal kırıklığına uğramıştı. Ama buna rağmen<br />
Lula’yı seçmeye hazırdı… Aç insanlar, kendilerine<br />
bir dilim ekmek bile vermeyenlerle onlara bir ekmek<br />
veren arasında seçim yapma durumunda kaldığında,<br />
onlara bir ekmek vereni seçeceği gibi bir durum sözkonusudur.<br />
Seçimlere böylesi bir hava içinde gidildi.<br />
Parlamento, senatonun üçte ikisinin seçimi temelinde<br />
senato, yerel parlamento ve eyalet valiliği (başbakanlığı)<br />
seçimlerinde İşçi Partisi ve ittifakı (bu ittifakta<br />
birkaç parti var) çoğunluğu elde etti.<br />
Başkanlık seçimlerinde ise 3 Ekim 2010 tarihindeki<br />
oylamada, Dilma kullanılan ve geçerli olan oyların<br />
%46,91’ini, Jose oyların %32,61’sini ve Silva ise beklentileri<br />
aşarak oyların %19,33’ünü aldı. Bu sonuca<br />
göre %50’den fazla oy alan yoktu ve ilk iki aday seçimin<br />
ikinci turunda yarışacaktı.<br />
Genel bir resim edinebilmek için şu bilgileri de eklemek<br />
gerekiyor: Brezilya’da sandığa çağrılan seçmen<br />
sayısı 135.804.433’tü. Seçim sandığına hiç gitmeyen-<br />
73
panorama<br />
74<br />
lerle, seçim sandığına gidip değişik biçimlerde sonuçta<br />
geçersiz oy kullananların sayısı ise 34.214.280 olarak<br />
açıklandı. Buna göre oy kullanmayan ve geçersiz<br />
oy kullananlar (%25,2) ikinci güç idi. Geçerli oylara<br />
göre değil de seçmen sayısına göre hesaplandığında<br />
Dilma %35,1, Jose %24,4 ve Silva ise %14,5 civarında<br />
oy almışlardır.<br />
Seçimlerin ikinci turu 31 Ekim 2010 tarihinde yapıldı.<br />
İkinci tur seçimin öncesinde merak edilen esas<br />
konu, %19,33 oy oranı ile sürpriz yapan Yeşiller Partisi<br />
adayı Silva’nın oylarının kime gideceğiydi. Yeşiller<br />
Partisi ve Silva seçmenlerine şu ya da bu adayı seçin<br />
çağrısını yapmayacağını açıkladı. Açıkça Dilma’yı seçin<br />
denmedi, tersine adaylardan çevreyi koruma konusunda<br />
siyasetlerini açıklamaları talep edildi. Aynı<br />
zamanda da Jose Serra’nın seçilmesinin daha kötü<br />
olduğu gibi tavırlar takındılar. 31 Ekim’de seçime gidilirken<br />
tahminlerin ağırlığı Dilma’nın herhalükarda<br />
seçimi kazanacağı yönündeydi.<br />
31 Ekim’de yapılan seçimlerde Dilma, geçerli oyların<br />
%56,05’ini alarak seçimi kazandı. Jose oyların<br />
%43,95’ini aldı. Bu sefer seçimlere katılmayanların ve<br />
geçersiz oy kullananların oranı %26,7 olarak verildi.<br />
Seçmen sayısı baz alındığında Dilma %41,1 oy oranıyla<br />
seçilmiş oldu.<br />
Bu sonuçla Brezilya’da ilk kez bir kadın başkanlığa<br />
seçiliyordu. Ve bu olgu, seçimlerin getirdiği esas farklılıktır,<br />
yeniliktir. 8 yıldır Lula tarafından sürdürülen<br />
siyaset, dört sene de Dilma tarafından sürdürülecektir.<br />
Eğer Lula’nın popülerliği ayakta kalabilirse, bakarsınız<br />
dört sene sonraki seçimlerde Lula başkanlık<br />
seçimlerinde yine aday olarak görünebilir…<br />
Dilma’nın seçilmesi hakkındaki haberler arasında,<br />
onun “eski bir marksist”, “bir gerilla” olduğu yönlü<br />
haberler de yer aldı. Dilma’nın geçmişi, “solcu”<br />
bir başkanın seçildiği yönlü propagandalara da temel<br />
teşkil etti. Hürriyet gazetesi Dilma’yı “Botokslu<br />
Marksist” olarak adlandırdı. Bunun arkasında yatan<br />
olgu ise Dilma’nın Brezilya’da askeri diktatörlüğe<br />
karşı mücadele etmiş olması ile, başkanlık seçimlerinden<br />
önce birkaç kez “estetik ameliyat” yapmasıdır.<br />
Basına yansıdığı kadarıyla Dilma, askeri diktatörlük<br />
tarafından tutuklanıp, işkencelere maruz bırakılmıştır.<br />
Ama kendisinin deyimiyle şehir gerillası<br />
içinde yer aldığı dönemde de şiddet eylemlerine katılmamıştır.<br />
O dönemde ne kadar marksist olduğunu<br />
ya da olmadığını araştırmadık. Ama bizim için belirleyici<br />
olan, bir insanın anda ne savunduğudur, hangi<br />
sınıfın, sınıfların çıkarlarını savunduğudur. Bugünkü<br />
siyasetine baktığımızda, Dilma’nın Marksizm ile<br />
uzaktan yakından hiç bir alakasının olmadığını söyleyebilecek<br />
durumdayız. Bu durumda, en iyi halde,<br />
nasıl ki Lula işçi kökenli biri olarak sınıfına ihanet<br />
etmiş ve Brezilya’nın egemenlerine, kapitalist sisteme<br />
hizmet ettiyse, Dilma da burjuvazinin iktidarına,<br />
onun sistemine hizmet eden, edecek olan biridir.<br />
Dilma’nın Lula yönetiminde enerji bakanlığı, ya<br />
da başbakanlıkla eş düzeyde ele alınan bakanlıkları<br />
koordine etme görevinde özellikle Brezilya’nın büyük<br />
burjuvazisine –aynı zamanda devlet kapitalizmine–<br />
hizmette kusur etmediği zaten belgelenmiştir.<br />
1 Ocak 2011 tarihinde Dilma başkanlık görevini<br />
Lula’dan devralıp koltuğuna oturacak. Brezilya’nın<br />
işçilerini, emekçilerini, kısacası yoksullarını bekleyen<br />
şey nedir? Ya da soruyu başka biçimde sorarsak, Lula<br />
döneminden sonra Dilma’nın başkanlığı döneminde<br />
esas kazanacak olanlar kimlerdir?<br />
Aslında bu sorunun cevabı Lula’nın başkanlığı döneminde<br />
esas kazananların kimler olduğu konusunda<br />
verilen cevapta saklıdır. Yazımızı uzatmamak için<br />
kısaca söylersek: Brezilya’da Lula yönetimi sürecinin<br />
kazananları kapitalistler, tekeller, genel söylenirse sömürücüler<br />
olmuştur. Cardoso döneminde başlatılan<br />
ve Lula döneminde genişletilen “sosyal yardım” projeleriyle<br />
yoksulların, açların sayısı düşürülse de, üzerinde<br />
oynanmış rakamlarla bile hâlâ nüfusun %26’sı<br />
“yoksulluk sınırı altında”dır. Ki, bu rakamlar gerçekten<br />
yoksulluğun, açlığın düzeyini ortaya koymuyor.<br />
Örneğin aile başı ayda 30 ABD doları ödendiğinde,<br />
ya da son yıllarda bunun aile başı 80 Avro’ya çıkarılması,<br />
milyonlarca insanın açlıktan ölmesini engellemektedir.<br />
Ama bununla sözkonusu ailelerin yoksullar<br />
sınıflandırılmasından çıkarılması ise büyük bir<br />
sahtekârlıktır.<br />
“Sıfır açlık” sloganı Dilma’nın da sosyal alandaki<br />
sloganlarının başında geliyor. Bu bakımdan devletin<br />
nakit para desteği projeleri bu dönemde de sürecektir.<br />
Fakat ne yoksulluğun gerçek anlamda sonlandırılması,<br />
ne de yıllarca Brezilya’da gündemde olan toprak/<br />
tarım reformu sorununun gerçekte çözülmesi mümkündür.<br />
Bunların ötesinde Lula dönemindeki siyasetlerin<br />
beraberinde getirdiği çelişkilerin, çözülmeyip bekleyen<br />
sorunların varlığı da bilindiğinde, Dilma’nın işinin<br />
Lula’nınkinden daha zor olduğunu tespit etmek<br />
için kahin olmaya gerek yoktur.<br />
24 Aralık 2010 ✓
Boş bir “BM İklim Konferansı”<br />
daha…<br />
yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />
BM’nin “İklim Çerçeve Anlaşması” olarak da adlandırılan<br />
ve Mart 1994’te yürürlüğe giren anlaşmanın<br />
eki olarak gündeme gelen –ve bu konuda<br />
uluslararası düzeyde şimdiye kadar bağlayıcı olan tek<br />
anlaşma olan– Kyoto Protokolü’nün geçerlilik sürecinin<br />
2012 yılı sonunda sona ereceği zaten biliniyordu.<br />
Tam da bundan dolayı 2007 yılında Bali’de yapılan<br />
konferanstan itibaren Kyoto Protokolü’nün sürdürücüsü<br />
olacak bir anlaşmanın karara bağlanması için<br />
görüşmeler, pazarlıklar sürdü. Bu plana göre 2009<br />
yılı sonunda Kopenhag’da yapılacak konferansta<br />
yeni bir anlaşmanın karara bağlanması gerekiyordu.<br />
Konferansa büyük umutlar bağlandı, ama fiyaskoyla<br />
sonuçlandı… Kopenhag konferansına bağlanan<br />
umutların büyüklüğü, hayalw kırıklığına uğramada<br />
da, Cancun/ Meksika’daki konferanstan beklentilerin<br />
çok düşük düzeyde ele alınmasında da belirleyici<br />
rol oynadı.<br />
Dergimizin 140. sayısında, 24 Aralık 2009 tarihli<br />
yazımızda sözkonusu konferansla ilgili tavır takınırken<br />
şunları da tespit etmiştik:<br />
“Aslında herhangi bir sürpriz olmazsa, 2010 yılı<br />
Aralık ayına kadar emperyalist güçlerin kendi aralarındaki<br />
çelişkiler gibi yoksul, bağımlı ülkelerin<br />
emperyalist güçlerle çelişkilerinin ortadan kaldırılıp<br />
anlaşma sağlanması zor görünüyor. Yine de belli olmaz!”<br />
(sayfa 29)<br />
Gelişmeler sürpriz yaşanmadığını, anlaşmanın<br />
gerçekleşmediğini gösterdi. 2009 yılı Aralık ayından<br />
2010 yılı Aralık ayına kadar geçen bir yıllık süreçte<br />
Cancun/ Meksika’daki iklim konferansına hazırlık<br />
için birçok toplantı, görüşme yapıldı.<br />
BM İklim Sekretaryası’nın bulunduğu Almanya’nın<br />
Bonn kentinde, 9-11 Nisan, 31 Mayıs-12 Haziran ve<br />
2-6 Ağustos, Çin’in Tianjin kentinde 4-10 Ekim tarihlerinde<br />
yapılan toplantılara ek olarak Ekim ayı sonu<br />
Kasım ayı başlarında Mexiko-City’de (Meksika) siyasi<br />
düzeyde hazırlık için yaklaşık 60 devletin temsilcisinin<br />
katıldığı toplantı yapıldı. Sonuçta 29 Kasım-10<br />
Aralık tarihleri için örgütlenen İklim Konferansı’na<br />
sunulan taslak bir anlaşma bile ortaya konulamadı.<br />
Konferans öncesinde yapılan propaganda, esas ola-<br />
75
yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />
76<br />
rak zaten herhangi bir anlaşmanın sağlanamayacağı,<br />
bunun beklenmemesi gerektiği; eğer BM görüşmeler<br />
süreci devam ederse ve 2011 yılında Güney Afrika’nın<br />
Durban kentinde yapılacak olan konferansa bir temel<br />
sağlanırsa, Cancun konferansının başarılı geçmiş<br />
olacağı yönündeydi. Kopenhag konferansının tersine<br />
beklentilerin çok alt düzeyde tutulduğu, Cancun’a bir<br />
ara istasyon olarak bakıldığı bir atmosferle konferansa<br />
gidildi.<br />
Konferans 29 Kasım’da başladı ve uzatmalı olarak<br />
11 Aralık’ta sona erdi. Peki iklimi koruma, dünyamızı<br />
kurtarma açısından konferanstan somut bir karar<br />
çıktı mı? Gelişmelere ve alınan kararlara bakmadan,<br />
hemen bu soruya cevap verelim: Hayır! Konferanstan<br />
iklimi koruma, dünyamızı kurtarma yönünde hiç bir<br />
somut karar çıkmadı! “Umutlar” 2011 yılındaki Durban<br />
konferansına ertelendi… ve emperyalistlerden<br />
iklimin korunmasını bekleme konumunda olanların<br />
umutları, kelimenin gerçek anlamında sürünüyor!<br />
Çelişmeler, gelişmeler…<br />
Gelişmelerin ve alınan kararların daha iyi anlaşılması<br />
için şu noktanın bilince çıkarılması gerekiyor. BM<br />
İklim Konferansları’nda görüşmeler ve pazarlıklar iki<br />
ayrı rayda yürütülüyor. Birincisi, BM İklim Çerçeve<br />
Anlaşması’nı imzalayan ülkeleri, ikincisi ise Kyoto<br />
Protokolü’nü onaylayan ülkeleri kapsamaktadır.<br />
Çelişmeler daha önceki süreçte de bilindiği gibi çok<br />
yönlü. Gelişmelere, görüşmelere damgasını vuran ise<br />
emperyalist güçlerin çıkarlarıdır. Emperyalist güçler<br />
arasında atmosfere en fazla zehirli gazlar salan iki güç<br />
ABD ve Çin emperyalistleridir. ABD emperyalizmi<br />
Kyoto Protokolü’nü onaylamayı reddetmiş, reddetmektedir.<br />
Kyoto Protokolü’ne göre Çin sanayi ülkeleri<br />
arasında sayılmadığından, Çin, Kyoto Protokolü’nün<br />
öngördüğü yükümlülüklere bağlı değildir.<br />
Kyoto Protokolü’nü imzalayan kimi sanayi ülkeleri<br />
ise, –bunlar esasta AB içindeki Almanya gibi ve Japonya,<br />
Rusya, Kanada gibi emperyalist ülkeler– başta<br />
ABD ve Çin’in aynı zamanda Hindistan ve Brezilya<br />
gibi ülkelerin de içinde yer almadığı; herkesin yükümlülük<br />
bağlamında kendi konumuna göre çıkarlarını<br />
korumadığı bir durumda anda geçerli olan Kyoto<br />
Protokolü’nün uzatılmasından yana değiller.<br />
Bu güçler arasında gündemde olan somut çelişkiler,<br />
hem Kopenhag’da hem de Cancun’da yeni bir<br />
anlaşmanın sağlanamamasının da temelidir. Kuşkusuz<br />
yukarıda da vurguladığımız gibi çelişkiler çok<br />
yönlüdür. Kalkınmamış, kalkınmakta olan ülkelere,<br />
-siz bunu bağımlı, yoksul ülkelere diye de okuyabilirsiniz-<br />
yönelik tutumlar, yardım adına yaptırımlar<br />
vb. vb. konularda da temel çelişkiler mevcuttur. Esas<br />
mesele bağımlı, yoksul ülkelerin gelişmeleri belirleme<br />
gücüne sahip olamamalarıdır.<br />
Somut olarak bu çelişmelerin Cancun Konferansı’na<br />
yansımaları ise özetle şöyledir: ABD ve Kyoto<br />
Protokolü’nü imzalayan sanayi ülkeleri -başta da Japonya,<br />
Rusya, Almanya, Kanada- özellikle Çin’in ve<br />
ama Hindistan’ın da içinde olmadığı bir anlaşmaya<br />
yaklaşmayacaklarını ilan ettiler. Çin 2009 yılında yenilenebilir<br />
enerji kaynaklarına hem AB’den, hem de<br />
ABD’den daha fazla yatırım gerçekleştirdiğini, zehirli<br />
gaz salınımını azaltma önlemlerine başvurduğunu,<br />
2020 yılına kadar da atmosfere salınan karbondioksit<br />
oranında %40-45 azaltmaya hazır olduğunu, bunun<br />
ama gönüllü bir temelde yapılmasından yana olduğunu;<br />
bu yüzden de kendisini bağlayacak bir Kyoto<br />
Protokolü’nü, ya da başka bir anlaşmayı kabul etmeyeceğini<br />
açıkladı.<br />
Çin’in çözüm önerisi üç basamaklı bir uzlaşmaya<br />
yönelikti. Birincisi, Kyoto Protokolü’nün imzalayıcıları<br />
olan sanayi ülkeleri için ikinci yükümlülük dönemi;<br />
ikincisi tüm sanayi ülkeleri için, yani ABD için de<br />
bağlayıcı hedefleri olan yeni bir anlaşmanın yapılması;<br />
üçüncüsü ise gelişmekte olan ülkeler için gönüllü<br />
yükümlülüklerin kabulü.<br />
Japonya Kyoto Protokolü’nün devamı olacak bir<br />
anlaşmayı kabul etmeyeceğini açıkladı ve Rusya ile<br />
Kanada da bu tavrı destekledi. Japonya ayrıca emisyon<br />
hakkı mekanizmasına atom santrallerinin de<br />
katılmasından yana. Yani şu ya da bu ülke, bağımlı<br />
ülkelerde atom santralleri inşa etmeyi finanse ederse,<br />
o ülkede güya zehirli gazların atmosfere salınmasını<br />
azalttığı için, bu “azaltılmış emisyonu” kendi hanesine<br />
yazacak ve örneğin Japonya’daki emisyon salınımını<br />
düşük gösterecektir.<br />
Öne çıkan bu tavırlar içinde örneğin AB’nin ABD ve<br />
Çin’in de yükümlü kılındığı bir Kyoto Protokolü’nün<br />
devamına evet demeye hazır olduğu gibi tavırlar da<br />
vardı.<br />
Bu çelişkilerin öne çıktığı koşullarda, hemen herkesin<br />
beklentisi konferansın herhangi bir uzlaşmaya<br />
varılamadan sona ereceği, böylece BM görüşmeler<br />
sürecinin de kapanacağı yönündeydi.<br />
Konferansa başkanlık yapan Meksika Dışişleri Bakanı<br />
Patricia Espinosa, herhangi bir anlaşmaya varılmadan<br />
biteceği düşünülen konferansın sonuna doğru<br />
hazırladığı iki ayrı taslağı, biri konferansa katılan tüm
ülkelerin temsilcilerine, diğeri de Kyoto Protokolü’nü<br />
onaylayan ülkelerin temsilcilerine sundu.<br />
Bu taslaklar üzerine yürütülen tartışmalar sonucunda,<br />
konferansta uzatmaların oynandığı görüşmelerle<br />
uzlaşma sağlandı. İki ayrı rayda yürütülen<br />
pazarlıklarla çıkan sonuç esasında Kopenhag’daki<br />
konferansta üzerinde anlaşılan “Kopenhag Mutabakatı”,<br />
asgari uzlaşının Cancun’da onaylanmasıydı…<br />
Bu uzlaşmanın ertesinde burjuva basını, konferans<br />
öncesinde beklentilerin düşüklüğünü unutturarak<br />
sonucun başarı olduğundan dem vurdu. Kuşkusuz<br />
ki beklentinin neredeyse sıfır olduğu yerde, çıkan<br />
uzlaşma da doğal olarak başarı diye değerlendirilir.<br />
Önemli olan, başarı olarak gösterilenin ne olduğunun<br />
bilinmesidir. Bu da iklimin değil, ama onlara<br />
göre BM görüşme sürecinin kurtarılmasıdır!<br />
Konferansa temsilcileri katılan ülke sayısı 194 olarak<br />
verildi. BM’nin kendi kurallarına göre üzerinde<br />
anlaşıldığı söylenen konular oybirliğini gerektirir.<br />
Oysa Bolivya konferansın Başkanı Espinosa’nın sunduğu<br />
karar taslaklarını onaylamadı. Bu durumda geçersiz<br />
sayılması gereken taslaklar, konferans Başkanı<br />
Espinosa’nın “Bolivya temsilcisinin görüşleri ayrıca<br />
tutanağa geçecektir”, ya da “uzlaşı oybirliği demek<br />
değildir” yönlü açıklamalarıyla, BM oylamaları konusunda<br />
yeni bir durumu gündeme getirmiştir.<br />
ABD emperyalizminin temsilcisinin Espinosa’ya<br />
“bugün aldığınız tüm kararları destekliyoruz” açıklamasıyla<br />
destek sunması gibi Çin ve Japonya gibi devletlerin<br />
desteklemesi de, üzerinde anlaşılan metnin<br />
nemenem bir şey olduğuna işaret etmektedir. Sonuçta<br />
Bolivya dışında tüm katılan ülkelerin temsilcileri<br />
sözkonusu taslaklardan birini, Kyoto Protokolü’nü<br />
imzalayanlar da ikisini kabul etmiştir.<br />
Hemen herkes kendilerinin çıkarlarının şu ya da bu<br />
oranda gözönüne alındığını, sonucun, üzerinde yeni<br />
bir anlaşmanın yükselebileceği bir temel, yeni bir<br />
adım olduğu yönlü açıklamalarda bulundular.<br />
Kyoto Protokolü imzalayıcısı ülkeler ve bu ülkeler<br />
içinde de sanayi ülkeleri olanlar için istenen, bunların<br />
2020 yılına kadar CO2-emisyonlarını, 1990 yılı baz<br />
alınarak %25-40 arasında azaltmalarıdır.<br />
Bolivya dışında hepsinin kabul ettiği noktalar ise<br />
kısaca şunlardır.<br />
Küresel sıcaklık artışının en fazla 2 derece ısınması<br />
gerektiği ve 2013-2015 yılları arasında bunun gözden<br />
geçirilmesi ve bu gözden geçirmenin ısınmayı 1.5 derece<br />
oranına düşürülmesi opsiyonunu içermesi.<br />
Zehirli gazların emisyonu konusunda oranların<br />
azaltılması gerektiği kabul görülmüş, ama somut hedeflerin<br />
gelecek sene Durban’da yapılacak konferansta<br />
belirlenmesi gerektiği tespit edilmiştir.<br />
“Yeşil İklim Fonu” olarak ifade edilen bir fonun oluşturulacağı<br />
tespit edilmiştir. Bu esasında Kopenhag’da<br />
tespit edilen gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere<br />
finansal kaynak, teknoloji ve kapasite geliştirme<br />
desteği olarak düşünülenin yeni bir baskısıdır. Sözü<br />
verilen paraların gerçekte hizmete sunulmadığı, yardım<br />
denen şeyin esasında kredi, borç verme olduğu<br />
da bu arada açığa çıkmış ve bağımlı, yoksul ülkelerin<br />
tepkisine yol açmıştır.<br />
Ormanların korunması meselesinde de istenen anlaşma<br />
sağlanamamış ama diğer noktalarda olduğu<br />
gibi kimseyi bağlamayan, soyut istekler üzerinde anlaşılmıştır.<br />
Özellikle Latin Amerika ülkelerinin onayı<br />
için de İndigen halkların istek ve çıkarları da gözönüne<br />
alınacaktır biçiminde tespit sözkonusu tasarıda<br />
yer almıştır.<br />
Tüm bunlar arasında esas belirleyici “karar”, bunların<br />
hiçbirinin bağlayıcı, yükümlülük içeren kararlar<br />
olmamasıdır.<br />
Esas sonuç, Cancun’daki uzlaşma temelinde<br />
Durban’a hazırlanmak. 28 Kasım-9 Aralık 2011 tarihleri<br />
arasında yapılması planlanan konferansta<br />
yeni bir anlaşmanın sonuçlandırılması istenmektedir.<br />
Fakat, gelişmeler daha şimdiden, en iyi halde asgari<br />
hedef olarak öngörülen emisyonların azaltılması<br />
hedeflerinin belirlenmesi konusunda uzlaşacaklarına<br />
işaret etmektedir. Kuşkusuz ki, tüm belirleyici konumda<br />
olan emperyalistlerin çıkarlarına uygun, uzlaşma<br />
sağlanan bir anlaşma da mümkündür. Böylesi<br />
bir anlaşmanın ama, gerçekte doğayı, çevreyi, ya da<br />
iklimi koruma konusunda köklü bir değişiklik, yenilik<br />
getirmeyeceği de şimdiden bilinçlere çıkarılmalıdır.<br />
Daha şimdiden belirli olan, ister Kyoto<br />
Protokolü’nün uzatılması, isterse de yeni bir anlaşmanın<br />
kabulü durumunda da, 2012 yılında Kyoto<br />
Protokolü’nün süresinin bitmesiyle yeni anlaşmanın<br />
yürürlüğe girmesi sürecinde boşluk olacağıdır. Bunun<br />
için de “Plan B” üzerine tartışmalar yürütülmektedir.<br />
Tartışmaların hangi yönde gelişeceğini göreceğiz.<br />
Buna rağmen vurgulanması gereken gerçeklik: İklim<br />
sorununda da emperyalistlerden, onların kurum ve<br />
kuruluşlarından çözüm beklemenin abes olduğudur.<br />
24 Aralık 2010 ✓<br />
yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />
77
✉<br />
okuyucu mektubu<br />
78<br />
Mehmet Desde’nin “Bir Devlet Bir İnsan” isimli<br />
kitabı Belge Yayınlarından çıktı<br />
Gazetemiz okuyucuları, Mehmet Desde’nin öyküsünü<br />
hatırlayacaklardır. Bu gazete sayfalarında<br />
Mehmet Desde’nin yaşadıklarını ve uğradığı haksızlıkları<br />
kamuoyuna duyurduk. Ayrıca Mehmet’in yazdığı<br />
kimi yazıları ve basın açıklamalarını yayınladık.<br />
Mehmet Desde ve diğer dokuz kişinin yargılandığı<br />
davayı takip etmemizin özel bir nedeni vardı. Yeni<br />
Dünya İçin Çağrı gazetesi bu davaya bulaştırıldı. Gazetemiz<br />
“Bolşevik Parti/Kuzey Kürdistan-Türkiye”<br />
adlı bir partinin yayın organı olarak gösterildi.<br />
9 ve 10 Temmuz 2002 tarihinde İzmir ve çevresinde<br />
bir operasyon yapılır. Türkiye’de hergün polis<br />
operasyonları yapılır, yapılıyor. Bu operasyonda on<br />
kişi gözaltına alınır. Polis, kimi sanıkların evlerinde<br />
Güney ve Yeni Dünya İçin Çağrı dergilerini bulur.<br />
Polis, dergimizi<br />
“Bolşevik Parti/Kuzey Kürdistan-Türkiye” adlı<br />
örgütün “legal yayın organı” olarak gösterir. Polis<br />
savcılığa gönderdiği fezlekede “Bolşevik Parti/Kuzey<br />
Kürdistan-Türkiye örgütünün legal yayın organı<br />
olan ÇAĞRI ve GÜNEY dergilerinin muhtelif tarih<br />
ve sayıları ele geçirilmiştir.” tespitlerini yapar. Devlet<br />
Güvenlik Mahkemesi Savcısı Burhan Yıldız, polisin<br />
fezlekede yaptığı tespitleri araştırma ve inceleme gereğini<br />
duymaz. Polisin iddiaları aynen iddianameye<br />
geçirilir. Legal olarak yayınlanan, sahibi, yazı işleri<br />
müdürü ve yönetim yeri belli olan dergimiz, örgütün<br />
yayın organı olarak gösterilir! Hukuk ve Türk Milleti<br />
adına karar verdiğini iddia eden mehkeme heyeti<br />
de, polis ve savcının iddiasını mahkeme kararı haline<br />
getirir. Mahkeme heyetinde yer alan başkan Cengiz<br />
Galip Dinçer, üyeler Güngör Tosunoğlu<br />
ve Erdem Yandımata imzalı gerekçeli kararda “...<br />
Örgütün legal yayın organı olan ÇAĞRI ve GÜNEY<br />
(orijinalinde büyük yazılmış. - BN) isimli dergilerin<br />
dağıtımlarını yaparak, örgüte maddi destek sağlamak<br />
gibi faaliyetlerde bulundukları..., ...Sanık Metin<br />
Özgünay’ın ise örgütün legal yayın organı olan<br />
Çağrı isimli dergiyi satarak ... örgüte maddi destek<br />
sağladığı ve bu faaliyetinin de örgüte yardım suçunu<br />
oluşturduğu...” tespitleri yer alır. Yasal olan dergilerin<br />
satılması ve bulundurulması “örgüte yardım suçunu”<br />
oluşturuyormuş!!! Hukukun siyasetin aracı haline<br />
getirildiği bir ülkede yaşıyoruz. Hukuku katledenler<br />
hukuk yerine gugukçuluğu tercih ediyor. Dergimizin<br />
yaşaması, sosyalist düşünceleri işçilere-emekçilere<br />
taşımak hedefiyle yayınlanması, okuyucularımızın<br />
desteğine bağlıdır. Yasal olarak yayınlanan dergimizin,<br />
bir örgütün yayın organı olarak gösterilmesi,<br />
dergimizi okudukları ve evlerinde bulundurdukları<br />
için insanlara ceza verilmesi hukuk katliamıdır. Dergimiz,<br />
üzerinde estirilen tüm baskılara rağmen, işçi<br />
sınıfının ve emekçilerin sınıfsız-sömürüsüz bir toplum<br />
yaratma mücadelesinde üzerine düşen görevleri<br />
yerine getirmeye devam edecektir.<br />
Esas konumuza geri dönelim. Mehmet Desde, 1979<br />
yılından beri Almanya’da ikamet ediyordu. Alman<br />
vatandaşı idi. Almanya’da emekli olan ve vefat eden<br />
babasının cenazesini Türkiye’ye götürmek için yola<br />
çıktı. Mehmet Bakır ile beraber araba ile seyahat<br />
ederken, 9 Temmuz 2002 tarihinde İzmir Menemen<br />
Asarlık mevkiinde gözaltına alındı. Kendisine hiçbir<br />
şey söylenmeden İzmir Bozyaka Terörle Mücadele<br />
Şubesine götürüldü. Terörle Mücadele Şubesinde gözleri<br />
bağlanarak sorgu odasına alındı. Nihayet burada<br />
bir ihbar sonucu gözaltına alındığı ve hakkında tahkikat<br />
yapılacağı söylendi.<br />
13.7.2002 tarihinde, ilk kez çıkarıldığı İzmir 3. Sulh
Ceza Hakimliğindeki sorgu sırasında kendisine yapılan<br />
işkence ve kötü muameleyi anlattı. 13.7.2002 tarihinde<br />
tutuklanarak, İzmir Kırıklar F Tipi Hapishanesine<br />
konuldu. 21 Ocak 2003 tarihinde tahliye oldu<br />
ama yurtdışına çıkışı yasaklandı. Hakkında “yasadışı<br />
örgüte üye” olmaktan dava açıldı. Ancak İzmir DGM<br />
(Devlet Güvenlik Mahkemesi) 24.07.2003 tarihinde,<br />
“yasadışı örgüt kurma” iddiası ile mahkûmiyet<br />
kararı verdi. Hazırlanan iddianamede ve yargılama<br />
aşamasında “yasadışı örgüt kurma” iddiası gündeme<br />
gelmedi, getirilmedi. Buna rağmen Mahkeme Heyeti<br />
yargılama aşamasında gündeme gelmeyen ve savunması<br />
yapılmayan bir konuda karar verdi. Temyiz aşamasında<br />
dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Ceza Dairesi<br />
mahkûmiyet kararını esastan bozdu. İzmir DGM<br />
yerine kurulan 8. Ağır Ceza Mahkemesi de bu bozma<br />
kararına uyarak yeniden yargılama yaptı. Davayı<br />
açan savcı, bu defa mütalaasında önceki görüşlerini<br />
değiştirerek Mehmet Desde ve diğer sanıklar hakkında<br />
beraat talebinde bulundu. Mahkeme Heyeti<br />
gerek beraat istemli savcılık mütalaasına ve gerekse<br />
sanık vekillerinin savunmalarına itibar etmeyerek<br />
bu defa da “örgüte üye olmaktan” mahkûmiyet kararı<br />
verdi. Aynı zamanda bu kararda Mehmet Desde<br />
ve Mehmet Bakır’ın “hüküm kesinleşinceye kadar<br />
yurtdışı çıkış yasağının devamına” karar verildi.<br />
Mahkûmiyet kararının temyiz edilmesi sonucu dosya<br />
yeniden Yargıtay’a gönderildi. Yargıtay 9. Ceza<br />
Dairesi 25.12.2006 tarihinde verdiği kararla, İzmir 8.<br />
Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararı onadı. Böylece<br />
verilen mahkûmiyet kararı kesinleşmiş oldu.<br />
Mehmet Desde cezasını çekmek üzere 8 Haziran<br />
2007 tarihinde Manisa hapishanesine konuldu. 14<br />
Ağustos 2007 tarihinde isteği dışında Alanya hapishanesine<br />
gönderildi. Sekiz ay Alanya hapishanesinde<br />
kaldıktan sonra, isteği üzerine Tire Hapishanesine<br />
gönderildi. 6 Ekim 2008 tarihinde tahliye oldu. 17<br />
Ekim 2008 tarihinde Almanya’ya geri döndü.<br />
Mehmet Desde, Türkiye’de yaşadıklarının kitabını<br />
yazdı. Kitapta 6,5 yıl süren Türkiye’deki zorunlu<br />
ikamet anlatılıyor. Bu zorunlu ikametin 2.5 yılı hapishanede<br />
geçen süreyi kapsıyor. Kitap Ekim 2010 tarihinde<br />
Belge Yayınları tarafından yayınlandı. Kitap<br />
altı bölümdem oluşuyor.<br />
Birinci bölümde, gözaltına alınma, işkence süreci<br />
ve tutuklanma detaylı olarak anlatılıyor. İkinci bölümde,<br />
yargılama aşaması ve verilen hukukdışı kararlar<br />
irdeleniyor. Üçüncü bölümde, yazar kaldığı<br />
dört hapishane sürecini ve hapishane uygulamalarına<br />
geniş yer veriyor.<br />
Dördüncü bölümde, Almanya’ya geri dönüş anlatılıyor.<br />
Beşinci bölümde, verilen hukuk mücadelesinden<br />
kimi örneklere yer veriliyor. İşkence yaptıkları<br />
için dört polisin mahkemeye çıkartılması ve işkence<br />
dosyasına geniş yer veriliyor. Altıncı bölümde, yazar<br />
ne yapmalı? sorusuna yanıt arıyor. Ayrıca kitapta<br />
ekler bölümü de var. Bir çok ülkeden gönderilen dayanışma<br />
mesajlarından bir bölüm var. Kitap toplam<br />
290 sayfa. Bir mücadele öyküsünün anlatıldığı kitap<br />
okunmaya değer bir kitap. Yazıyı kitabın Ne Yapmalı<br />
bölümünden bir alıntı ile bitirelim.<br />
“Bu bağlamda şu soruya cevap arıyorum: NE YAP-<br />
MALI? İşkencenin kapalı kapılar ardında ve yaşamın<br />
her alanında uygulanmaya devam ettiği bir gerçektir.<br />
Bu kapıların anahtarı, işkenceye uğramış, tanık<br />
olmuş ya da kendilerine işkence vakaları anlatılmış<br />
kişilerin ellerinin altındadır. Anahtar bilgidir. Eğer<br />
bilgi anahtarsa, işkence gören insanların suç duyurularında<br />
bulunmaları, yaşadıklarını kaleme almaları<br />
ve insan hakları kuruluşlarına başvurmaları gerekir.<br />
İşkencenin ortadan kaldırılması, yükseltilecek mücadeleye<br />
bağlıdır.<br />
İzmir “Terörle Mücadele Şubesi”nde, işkence yapan<br />
ekibin şefi bana şunu söylüyordu: “Burada alacağın<br />
darbeleri hiçbir zaman unutmayacaksın”, “burada<br />
alacağın darbelerin izlerini yaşamın boyunca üzerinde<br />
taşıyacaksın”! İşkenceci başı bu sözleri bilinçli<br />
olarak söylüyordu. İşkence yapanlar, işkencenin yol<br />
açacağı sonuçları bilerek konuşuyorlardı.<br />
İşkence mağduru yaşamı boyunca işkenceyi her<br />
zaman hatırlayacaktır. Ama işkencenin yol açtığı<br />
tahribatları aşmak tamamen kişiye bağlıdır. İşkence<br />
mağdurlarına destek sunan birçok kurum vardır. Bu<br />
kurumlara başvurmak ve psikolojık destek almak gerekiyor.<br />
İşkencenin yol açtığı tahribatların ömür boyu<br />
süreceği söylemi doğru değildir. İşkence, yaşamın<br />
bir parçası olarak hatırlanacak ve unutulmayacaktır.<br />
Ama işkencenin yol açtığı sarsıntılardan kurtulmak<br />
mümkündür. Önemli olan işkence kurbanının buna<br />
inanması ve mücadelesidir.<br />
İşkencenin yol açtığı travma ile yüzleşmek gerekir.<br />
Travma ile yüzleşmekten kaçınmak daha kötü sonuçlara<br />
yol açacaktır. Kaçınma, travmadan kısa süreli<br />
uzaklaşma yoludur. Ancak uzun vadede travmanın<br />
üstesinden gelmede uygun bir yöntem değildir.<br />
Kendi düşünce ve duygularımızın bastırılması daha<br />
kötü sonuçların ortaya çıkmasına yol açar. Travmatik<br />
olayla ilgili düşünceler, onları bastırmaya çalıştıkça<br />
✉<br />
okuyucu mektubu<br />
79
✉<br />
okuyucu mektubu<br />
80<br />
daha sık ve yoğun biçimde ortaya çıkar. Bu anlamda<br />
duygu ve düşüncelerin bastırılması yerine, yüzleşme,<br />
tanımlama ve kurtulmak için mücadele etmek gerekir.<br />
Polis, Jandarma karakollarında, emniyet müdürlüklerinde<br />
veya herhangi bir yerde işkence ve kötü<br />
muameleye maruz kaldıysanız, yapacağınız ilk iş<br />
doktora gitmek ve rapor almaktır. Eğer gittiğiniz veya<br />
çıkarıldığınız doktordan işkence ya da kötü muameleye<br />
ilişkin bir rapor alamadıysanız, rapor almak ve<br />
işkenceciler hakkında suç duyurusunda bulunmak<br />
için insan hakları kurumlarına başvurabilirsiniz.<br />
İşkence ya da kötü muamelenin yol açtığı fiziksel ve<br />
ruhsal sorunların tedavisi için Türkiye İnsan Hakları<br />
Vakfı’na başvurabilirsiniz.<br />
Toplum yaşamını düzenlemek için, devlet tarafından<br />
yaptırıma bağlanmış kurallar var. Bunun adına<br />
hukuk da diyebilirsiniz. Hukuk, insanların uyması<br />
gereken kurallar bütünüdür. Fakat hukukun öngördüğü<br />
düzen, fiilen gerçekleşen bir düzen değildir.<br />
Hukuk, toplum içinde insanların gerçekten nasıl<br />
davrandıklarını değil, nasıl davranmaları gerektiğini<br />
gösterir. Her sınıfın kendine özgü bir hukuk anlayışı<br />
vardır. Hukuk özü bakımından bir üst yapı kurumudur.<br />
Hukuk, toplumun temel ve yapısal özelliklerine<br />
göre biçimlenir. Bu bağlamda ekonomik yapının,<br />
hukuk düzeni üzerindeki etkisi büyük önem taşır.<br />
Bu nedenle kâr amacı ile üretim yapılan kapitalist<br />
sistemde, hukuk kapitalist ekonomik temeli koruma<br />
yükümlülüğüne sahiptir.<br />
Bir ülkenin yasama organı tarafından yazılı hukuk<br />
kuralları oluşturulur. Kuşkusuz hukuk üzerine çok<br />
şey yazılabilinir. Türkiye’deki hukuk sistemi üzerine<br />
kitabın akışı içerisinde yer yer değinmeye çalıştım.<br />
Türkiye’de hukuk yargıcın yaptığıdır! Hukuk, yargıcın<br />
nasıl karar vereceğini tahmin etmektir. Yasaları<br />
koruma ve kollama görevi kolluk güçlerine verilmiştir!<br />
Kolluk güçleri hak arama mücadelesi yürüten insanları<br />
copluyor, üzerlerine biber gazı sıkıyor. İnsanlar<br />
keyfi olarak gözaltına alınıyor vb. Kolluk güçleri<br />
güya “yasadışı” davrananlara karşı mücadele ediyor!<br />
O halde kolluk güçleri yasaları uygulamakla yükümlü<br />
değil mi? Kolluk güçleri, andaki mevcut yasal düzenlemelere<br />
göre hareket etmiyor. Türkiye’de kolluk<br />
güçlerinin yaptığı hukukdışı uygulamaları anlatmaya<br />
sayfalar yetmiyor.<br />
Bu bağlamda NE YAPILMALI sorusu ortaya çıkıyor.<br />
Her birey önce hakkını aramayı öğrenmelidir.<br />
Toplumu oluşturan tüm bireyler öncelikle demokrasiyi<br />
içselleştirmeli ve hak arama mücadelesini vermelidir.<br />
Türkiye’de hak arama mücadelesi bağlamında<br />
iki temel yanlış öne çıkmaktadır:<br />
• 1- “Nasıl olsa bir sonuç çıkmaz”!<br />
• 2- “Hakkımı aramaya kalkarsam, yakınlarım baskıya<br />
maruz kalır! Bu yüzden geri durmak gerekir”!<br />
Bu her iki düşünce de temelden yanlıştır. Hak arama<br />
bilinci gelişmezse, hukuksuz uygulamalar devam<br />
edecektir. Hak arama bilinci, toplumsal ilerleme ve<br />
gerçek demokrasiye duyulan ihtiyacın bir sonucudur.<br />
Kuşkusuz hak arama mücadelesini yürütenlere karşı<br />
kolluk güçleri baskı uygulamaya çalışmaktadır. Ama<br />
herşeye rağmen, Türkiye’de yaşanan hukuksuzlukları<br />
ve adil olmayan yargılamaları anlatmak gerekiyor.<br />
Öncelikle her bireyin hak arama mücadelesinin<br />
önemini kavraması gerekir. Türkiye’de kolluk güçleri<br />
yasaları korumakla yükümlü olduklarını söylüyorlar.<br />
Yasaları korumakla yükümlü olanlar, yasaları uygulamıyor.<br />
İşkenceye, hukuksuzluğa ve her türlü baskıya<br />
karşı tek bir çözüm yolu vardır. O da mücadele ve<br />
yalnızca mücadeledir. Mücadele edilmeden ve bedel<br />
ödenmeden kazanımlar elde edilemiyor. Mücadele<br />
etmek için de önce haklarımızı bilmemiz gerekir. İşkence<br />
ve her türlü hukuksuzluğun geriletilmesi yürütülecek<br />
mücadeleye bağlıdır.<br />
İnsan onurlu ve kutsal bir varlık olarak kabul edilmektedir.<br />
21. yüzyılda insan haklarının en üst düzeyde<br />
korunması, insan onuruna gereken değerin<br />
verilmesi büyük önem arz etmektedir. Bu husus ise,<br />
adaletin herkesin güven duyabileceği bir şekilde gerçekleştirilmesi<br />
ile mümkün olabilir. İnsan hakları ayrım<br />
gözetilmeksizin sahip olunan hakların tümünü<br />
kapsar. Bu nedenle ve tek cümle ile işkence suçu insanlığa<br />
karşı işlenen bir insanlık suçudur. Anılan bu<br />
suç bu niteliği itibarıyla da evrensel bir çok sözleşmeye<br />
konu olmuştur. Gerçek anlamda hukukun yerleşmesi,<br />
işkencenin ortadan kaldırılması vb. yalnızca ve<br />
yalnızca yürütülecek mücadeleye bağlıdır. İnsanlar,<br />
linç politikalarına, baskı ve işkencelere, hapishanelerdeki<br />
baskılara, ırkçılığa, faili meçhullere, töre cinayetlerine,<br />
kadına karşı şiddete, aile içi şiddete, baskı<br />
ve sömürüye karşı durduğu oranda hak arama bilinci<br />
gelişmiş demektir. Ne yazık ki, bedel ödenmeden,<br />
acılar yaşanmadan, mücadele etmeden, karanlıklar<br />
aydınlanmıyor. Görev karanlıkları aydınlatmak için<br />
mücadele yürütmektedir.” (191-194)<br />
Aralık 2010 ✓
“Görülmüştür Mahpus Resimleri Sergisi”<br />
10<br />
Aralık 2010 günü, saat 17.00’de “Görülmüştür<br />
Mahpus Resimleri Sergisi”, İçel Sanat<br />
Kulübü (İSK) Teoman Ünüsan Salonu’nda açıldı.<br />
Yazar Adil Okay’ın öncülüğünde, İnsan Hakları<br />
Derneği ve Akdeniz Belediyesi Kent Konseyi işbirliği<br />
ile gerçekleşen sergiye duyarlı kişi ve kurumlar yoğun<br />
ilgi gösterdi. Serginin açılış konuşmasını Yazar Adil<br />
Okay gerçekleştirdi. Konuşmasında özellikle ağır<br />
hasta tutsaklardan örnekler veren Okay, “Amacımız<br />
cezaevlerinde yaşanan sorunları dışarıya yansıtmak.<br />
İçeride çok fazla sorun var. Devletin himayesindeki<br />
insanlar çok zor koşullar altında yaşıyorlar” dedi.<br />
Sergide emeği geçenlere de değinen Okay, “Kolektif<br />
bir çalışma sonucu yaptığımız bu çalışmada gönüllü<br />
olarak çalışan arkadaşlarımız oldu, emeği geçenlere<br />
teşekkür ediyorum” dedi. Okay’ın ardından Akdeniz<br />
Belediyesi Başkanı M. Fazıl Türk’de kısa bir konuşma<br />
yaptı. Konuşmasında kendisinin de bir dönem Diyarbakır<br />
Cezaevi’nde kaldığını ifade eden Türk, cezaevlerinde<br />
yaşanan hak ihlallerine dikkat çekti.<br />
Bir hafta açık kalan sergiye ilgi oldukça yoğundu.<br />
Sergi, 17 Aralık Cuma günü Milletvekili Akın Birdal,<br />
Akdeniz Belediye Başkanı M. Fazıl Türk, Yazar Faik<br />
Bulut, Yazar Adil Okay, İHD Mersin Şube başkanı Ali<br />
Tanrıverdi ve çok sayıda davetlinin katıldığı bir kokteyli<br />
ile sona erdi.<br />
Kapanış kokteylinde bir konuşma yapan Milletvekili<br />
Akın Birdal, Türkiye’de bireysel hak ve özgürlüklere<br />
tam anlamıyla ulaşılamadığını, bu nedenle<br />
de ‘İnsan Hakları Haftası’nın bir bayram havasında<br />
kutlanamadığını belirtti. Anadil hakkının insanın<br />
olmazsa olmazı ve doğuştan gelen bir hak olarak öne<br />
çıktığını vurgulayan Birdal, ‘Lozan Antlaşması’nın<br />
39. maddesi 6. fıkrasında ‘Anadil’in bir hak olduğunun<br />
kabul edildiğini, Türkiye’nin de söz konusu antlaşmaya<br />
taraf olan ülkeler arasında yer aldığını hatırlattı.<br />
Şair-Yazar Adil Okay ise, sergiyi açmalarının amacının,<br />
cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerine dikkat<br />
çekmek olduğunu söyledi. Okay, Türkiye’nin değişik<br />
cezaevlerinden yaklaşık 100 siyasi tutuklunun<br />
100 resim yapıp sergiye gönderdiğini belirten, Okay,<br />
“Amacımız, cezaevlerindeki insanların birer rakam<br />
veya istatistik olmadığını, cezaevlerinde yaşanan sorunları<br />
dışarıya yansıtmak. İçeride çok fazla sorun<br />
var. Devletin himayesindeki insanlar çok zor koşullar<br />
altında yaşıyorlar. Örneğin Mersin Cezaevi’nin kapasitesi<br />
800 kişilik, fakat şu anda bin 300 insan kalıyor.<br />
İnsanlar adeta üst üste yatıyor. 15 günde bir sıcak su<br />
alabiliyorlar, keyfi tecrit cezaları veriliyor. Cezaevlerinde<br />
hüküm giymeden yıllarca tutuklu kalan, ağır<br />
hasta oldukları halde tahliye edilmeyen yüzlerce insan<br />
var” dedi.<br />
Sergide siyasi düşüncelerinden dolayı mahkum<br />
edilen insan hakları aktivisti Avukat Ali Bozan ve Yazar-Şair<br />
Adil Okay’a birer plaket verildi. Ali Bozan’ın<br />
plaketini eşi Filiz Soylu Bozan aldı.<br />
19.12.2010<br />
YDİ Çağrı/Mersin ✓<br />
✉<br />
okuyucu mektubu<br />
81
✉<br />
okuyucu mektubu<br />
82<br />
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht<br />
Mücadelemizde Yaşıyor, Yaşayacak<br />
Rosa ve Karl 15 Ocak 1919 yılında Alman militarist<br />
güçleri tarafından tutuklandılar. Aynı günün<br />
akşamı başları dipçikle ezilerek katledildiler. Alman<br />
Komünist Partisi’nin kurucuları Rosa’nın cesedi<br />
Landwehr kanalına atıldı, Liebknecht ise kafasından<br />
kurşunlanarak öldürüldü.<br />
Ceset sömürücüleri, Rosa ve Karl’ın savunduğu<br />
komünist görüşleri bir tarafa bırakarak, onlara sahip<br />
çıkma görüntüsüne bürünmektedir. Lenin’in<br />
deyimi ile Rosa kimi hatalarına rağmen bir kartaldı.<br />
Rosa ve Karl’ı anmak onların görüşlerinden öğrenmektir.<br />
Rosa ve Karl komünistti. Onlar, kapitalist<br />
sisteme karşı proletarya önderliğinde bir devrimi savunuyorlardı.<br />
Rosa ve Karl komünistlere aittir. Rosa<br />
Luxemburg’un teorik ve siyasi görüşlerinde esas olan<br />
doğruları vurgularken, yanlışlarını da eleştirmekten<br />
çekinmeme yöntemini uygulamak tek doğru bilimsel<br />
tavırdır.<br />
Her yıl Rosa ve Karl’ın ölüm yıldönümlerinde<br />
Berlin’de gelenekselleşen konferans ve yürüyüş yapılmaktadır.<br />
Her yıl binlerce insan bir araya gelmekte,<br />
Rosa ve Karl’ı anmaktadır. Bu yıl Rosa Luxemburg<br />
Konferansı öncesinde bir komünizm öcüsü tartışması<br />
yaşandı. Karl Marks ve Friedrich Engels’in<br />
“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” diye başladıkları<br />
Komünist Manifesto’da bahsedilen “hayaletin” Junge<br />
Welt (Genç Dünya) gazetesinde adının anılması<br />
Almanya’da yaygaranın koparılmasına neden oldu.<br />
Bu yıl yapılan 16. Uluslararası Rosa Luxemburg Konferansında<br />
“Komünizme nereden gidilir? Sol reformizm<br />
mi yoksa devrimci strateji mi? Kapitalizmden<br />
çıkış yolları” başlıklı bir panel planlanmıştı. Bu panelin<br />
konuşmacılarından biride Sol Parti eş başkanı<br />
Gesine Lötzsch’tu. Bu panele hazırlık amacıyla, DIE<br />
LINKE (Sol Parti) eş başkanı Gesine Lötzsch’un Junge<br />
Welt gazetesinde bir makalesi yayınlandı. Lötzsch,<br />
Rosa Luxemburg’un “devrimci reelpolitika” ve özgürlük<br />
anlayışına atıfta bulunarak bu soruya yanıt<br />
vermeye çalışıyordu! Yazı aslında gerçek anlamda<br />
komünizmden, ona gidişte zorunlu olan proletarya<br />
diktatörlüğünden kendisini net olarak ayıran reformizmi<br />
savunan bir yazı idi. Lötzsch,“Komunizme<br />
giden binlerce yolun” olduğunu savunarak, solun,<br />
kapitalizmin ve militarizmin aşılması amacıyla, hem<br />
“isçilerin ve halkın büyük çoğunluğunun sorunlarının<br />
çözümü, hem de mülkiyet ve iktidar ilişkilerinin<br />
yapısal değişimi için” gündelik soruları yanıtlayarak,<br />
“radikal reelpolitika” yapılması gerektiğini vurguluyordu!<br />
Ama “Komünizm” kelimesini kullanıyor olması<br />
ve eski RAF üyesi Inge Viett ile aynı panelde yer<br />
alacak olması, CDU’lusundan SPD’lisine ve hemen<br />
hemen bütün burjuva medyasına kadar geniş bir cephenin<br />
Sol Parti’ye “terorizmle ortaklıkları var”, “yeniden<br />
milyonlarca insanın kanına girmek istiyorlar”<br />
türünden suçlama yöneltmesine ve neoliberallerin<br />
histeri nöbetine tutulmalarına neden oldu. CSU Genel<br />
Başkanı Horst Seehofer ise daha da ileri giderek,<br />
Sol Parti’nin yasaklanmasını talep etti. Alman medyası<br />
ve burjuvazisi sahte komünizm savunucularına<br />
bile tahammül edemediğini bir kez daha gösterdi.<br />
Yaygın medya ve burjuvazi, sanki kapitalizm tanrı<br />
vergisiymiş, yaşam kapitalizme ebedilik yasası tanımış<br />
gibi, alternatiflerin telaffuz edilmesinden dahi<br />
rahatsız oluyordu. Ama diğer taraftan Bavyera Merkez<br />
Bankası’nın adının Hypo Alpe Adria’nın iflasındaki<br />
reel kriminel tavrından, uluslararası mali piyasa<br />
spekülatörlerinin küresel çapta yol açtıkları yıkımdan<br />
veya kapitalizmin neden olduğu ekolojik-sosyalekonomik<br />
felaketlerden hiç mi hiç rahatsız değiller.<br />
Sol Parti ve onun eş başkanının savunduğu görüşlerin<br />
bilimsel komünizmle hiç bir ilgisi yoktur. Sol<br />
Parti eş başkanı Gesine Lötzsch yazdığı makalede,<br />
Rosa Luxemburg’un görüşlerini revizyondan geçirmekte<br />
ve güya komünizme gidişin bir çok yolu olduğunu<br />
savunmaktadır! Komünizme varmanın nasıl<br />
olması gerektiği ML’nin klasikleri tarafından ortaya<br />
konulmuştur. Öncelikle mevcut sistem proletarya önderliğinde<br />
yıkılacak ve sosyalist toplumu inşa etmek<br />
için proletarya diktatörlüğü kurulacaktır. Nihai hedef<br />
sınıfsız, sömürüsüz ve devletin olmadığı komünizme<br />
varmaktır.<br />
Gerçek komünistler, komünizme, insanlığın kurtuluş<br />
idealine, sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz topluma<br />
giden yolu biliyorlar. Bu topluma nasıl varılacağı<br />
bellidir. Komünizme gidişin nasıl olması gerektiğini<br />
tartışanlar, komünist mücadelenin önünde engeldirler<br />
Evet, gerçek komünistler, Rosa’nın dediği gibi<br />
“iktidarı, bütün pozisyonlarına sahip olana ve onları<br />
dişlerimiz ve tırnaklarımızla savunacağımız zamana<br />
kadar kendimizi burjuva devletinin içine bastırarak,<br />
bir defalık değil, sürekli olarak ele geçirmeyi” hedeflemektedir.<br />
Rosa Luxemburg Konferansı<br />
Sol Parti’ye karşı yürütülen karalama kampanyasının<br />
gölgesi altında 8 Ocak 2011 tarihinde, 16. Rosa<br />
Luxemburg konferansı yapıldı. Konferansa, önceki<br />
yıllara oranla büyük bir katılım vardı. Basının verdiği<br />
bilgiye göre, konferansa 2500 kişi katılmıştı. Konferansa,<br />
yazılı ve görsel medyanın yoğun ilgisi vardı.<br />
140 basın mensubu konferansı izlemek için başvuru<br />
yapmıştı. Konferansın gündemi oldukça yoğundu.<br />
Bir çok panel planlanmıştı ve konferansın uluslarara-
sı katılımcıları vardı.<br />
Konferans saat 11’de başladı. İlk konuşmacı Moshe<br />
Zuckermann idi. Zuckermann, İsrail, Filistin sorununu<br />
anlattı. Brian Campfield, Kuzey İrlanda ve<br />
ülkesindeki gelişmeler hakkında bir sunum yaptı.<br />
Oyuncu Rolf Becker, 29 yıldır ölüm hücresinde idam<br />
edilmeyi bekleyen Mumia Abu-Jamal hakkında bilgiler<br />
verdi. Yunanistan Komünist Partisi MK üyesi<br />
Christos Katsotis, ülkesindeki gelişmeler ve şimdiye<br />
kadar yapılan yedi genel grev eylemlerini anlattı.<br />
Macaristan Sol Yeşil Hareketinin üyesi Gaspar Miklos<br />
Tamas, “komünizme giden yol” ve Almanya’da<br />
yürütülen tartışmalar üzerine konuştu. Amerika’da<br />
12 yıldan bu yana “ajan” oldukları iddiası ile beş<br />
Kübalı hapiste bulunuyor. Bu beş tutukludan sadece<br />
bir tanesine “cinayet planlaması suçlaması” yöneltiliyor.<br />
Amerika’da hapiste tutulan Rene Gonzales<br />
Sehwerert’in annesi Irma Sehwerert Mileham, oğlunun<br />
durumu hakkında bilgi verdi ve hapiste oğlunu<br />
ziyaret esnasında yaşadığı zorlukları anlattı. Mumia<br />
Abu-Jamal’ın eski avukatı Robert R. Bryan, siyasi<br />
mahkumlar üzerine bir sunum yaptı. Dünya çapında<br />
20 bin mahkum ölüm cezasının infaz edilmesini<br />
bekliyor. Sadece Amerika’da ölüm hücrelerinde idam<br />
edilmeyi bekleyen 3200 mahkum var. Kolombiya Komünist<br />
Partisi MK üyesi Carlos Lozano, ülkesindeki<br />
gelişmeler hakkında bilgi verdi.<br />
Herkes merakla saat 18.00’de başlayacak paneli<br />
bekliyordu. Panelin konusu “komünizme nereden<br />
gidilir”di. Daha önce açıklanan programa göre Sol<br />
Parti eş başkanı Gesine Lötzsch’da podyumda yer<br />
alacak ve sorulacak sorulara cevap verecekti. Ama<br />
beklenen olmadı. Gesine Lötzsch, yürütülen karalama<br />
kampanyası ve parti içinden gelen tepkiler sonucu<br />
konuşmasını yaptı ve konferanstan ayrıldı. Lötzsch,<br />
Junge Welt gazetesinde çıkan makalesini savunurken,<br />
partinin eski lideri Oskar Lafontain’in hedeflerinin<br />
“demokratik sosyalizm” olduğunu savunduğuna dikkat<br />
çekti. Lötzsch, konuşmasına kim olduğunu belirterek<br />
başladı. Mayıs 2010 yılında yapılan parti kongresinde<br />
%92 oyla parti başkanlığına seçildiğini, uzun<br />
süreli işsizlerin yardım paralarını kısıtlayan “Hartz<br />
IV” adlı yasaya karşı çıkan, NATO’yu reddeden ve<br />
dünya barışının sağlanması için çalışan tek parti<br />
olduklarını belirtti. Yazdığı makalenin “Stalin’in<br />
komünist rejiminde öldürülen binlerce mağdur” ile<br />
bağdaştırılmasının doğru olmadığını ve Stalin döneminde<br />
yapılan uygulamalara karşı mücadele ettiklerini<br />
anlattı. Burjuvazi istediğini almış, Gesine<br />
Lötzsch beklenen Anti-Stalinist yeminleri etmişti.<br />
Gesine Lotzsch’un konuşmasının ardından moderatörlüğünü<br />
Sol Parti milletvekili Ulla Jelpke’nin<br />
yaptığı panel başladı. Podyumda sadece kadınlar yer<br />
alıyordu. Katılımcılar şunlardı: İnge Viett (Eski Alman<br />
Kızıl ordusu üyesi, Radikal Sol), Katrin Dornheim<br />
(Demiryolu Sendikası işyeri temsilcisi), Bettina<br />
Jürgensen (Alman Komünist Partisi Genel Sekreteri),<br />
Claudia Spatz (Faşizme Karşı Hareket Berlin). Her<br />
konuşmacı “Komünizme Giden yol” üzerine görüşlerini<br />
anlattı. Konuşmalardan sonra moderatörün sorduğu<br />
sorulara katılımcılar cevap verdi.<br />
Bir çok grup yayın masası açmıştı. Bolşevik İnisiyatif<br />
Almanya (Herşeye Rağmen) yayın masası<br />
açan gruplar arasındaydı. Bolşevik İnisiyatif (Herşeye<br />
Rağmen) taraftarları, en son çıkan Herşeye Rağmen<br />
sayı 56’nın satışını yaptılar ve bildiri dağıttılar.<br />
Komak-ML Avusturya ve Bolşevik İnisiyatif Almanya<br />
“Rosa ve Karl’dan Öğrenelim” başlıklı bir bildiri<br />
çıkarmışlardı. Bildiride, Rosa ve Karl’dan öğrenilmesi<br />
gerektiği, onların komünist olduğu, kapitalist<br />
sisteme karşı proletarya devrimini savunduklarına<br />
vurgu yapılıyordu. Emperyalizmin açlık, kriz, ırkçılık,<br />
savaş, halkları katletme ve barbarlık olduğu belirtildikten<br />
sonra, krizin ancak bir devrimle ortadan<br />
kalkacağı, emperyalizmin alternatifinin sosyalizm<br />
olduğu vurgusu yapılıyordu. Konferansta yapılan ajitasyon<br />
propaganda faaliyetinde, Rosa ve Karl’dan nasıl<br />
öğrenilmesi gerektiğini, doğru bir şekilde anlatan<br />
iki grup Bolşevik İnisiyatif Almanya ve Komak-ML<br />
Avusturya idi.<br />
Rosa ve Karl Yürüyüşü<br />
Rosa ve Karl yürüyüşü 9 Ocak Pazar günü Frankfurter<br />
Tor metro durağında saat 10.00’da başladı.<br />
Yürüyüş, Sol Parti, MLPD (Almanya Marksist Leninist<br />
Partisi), Alman Komünist Partisi’nin de içinde<br />
yer aldığı birçok parti ve kurum tarafından organize<br />
edilmişti. Yürüyüşün en önünde “Luxemburg, Liebknecht,<br />
Lenin Kimse Unutulmadı Ayağa Kalk ve Karşı<br />
Koy” pankartı taşındı. Yürüyüşte, sık sık “Rosalar<br />
Yaşıyor”, “Kahrolsun Faşizm” ve “Yaşasın Halkların<br />
Kardeşliği” gibi sloganlar atıldı. Bolşevik İnisiyatif ve<br />
Komak-ML taraftarları “Baş Düşman Kendi Ülkendedir”<br />
yazılı bir pankart arkasında bir kortej oluşturarak<br />
yürüyüşe katıldı. Konferansta olduğu gibi,<br />
yürüyüşte de gazete satışı ve bildiri dağıtımı yapıldı.<br />
Yürüyüşte her zamanki gibi anti faşist gruplar, attıkları<br />
sloganlar ve görünüşleriyle dikkatleri üzerlerine<br />
çektiler. Grup ile polis arasında zaman zaman arbede<br />
yaşanırken, bir kişi de göz altına alındı. Türkiyeli devrimci<br />
hareketlerin de katıldığı yürüyüşe, İran, Küba,<br />
Filistin, Bask ve Meksika başta olmak üzere birçok ülkeden<br />
sol örgütler katıldı. Yürüyüş, Richten Berg mezarlığındaki<br />
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’ın<br />
mezarlarının ziyaret edilmesiyle son buldu. Yürüyüş,<br />
Rosa ve Karl’ın mezarının başında Bolşevik İnisiyatif<br />
Almanya taraftarları, Komak-ML Avusturya’dan arkadaşlar,<br />
MLKP ve TİKB taraftarları ile birlikte Enternasyonal<br />
Marşı söylenerek bitirildi. Rosa ve Karl<br />
yas tutularak anılamaz, anılmamalıdır. Dün olduğu<br />
gibi, bugün de onların komünist görüşleri bize yol<br />
gösteriyor, göstermeye devam edecek.<br />
13 Ocak 2011<br />
Berlin’den YDİ Çağrı Okuru<br />
✉<br />
okuyucu mektubu<br />
83