08.05.2014 Views

Sayı 149 - YDİ Çağrı

Sayı 149 - YDİ Çağrı

Sayı 149 - YDİ Çağrı

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Katledilişinin<br />

Karkerên jin û mêr!<br />

Ji xeynî zencîrên we tiştekî<br />

we yê wendakirinê tune!<br />

Hûn dikanin cîhanekê<br />

nu wergirin!<br />

İKİ AYLIK<br />

SİYASİ / TEORİK<br />

GAZETE<br />

4. Yıldönümünde de<br />

Kadın ve erkek işçiler!<br />

Zincirlerinizden başka<br />

kaybedecek birşeyiniz yok!<br />

Kazanacağınız<br />

yeni bir dünya var!<br />

OCAK/ŞUBAT 2011/01 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X<strong>149</strong><br />

Hepimiz Hrantız,<br />

Ermeniyiz!<br />

▶KESK’te taciz üzerine...<br />

▶Sendikalar ve Kadınlar!<br />

▶ICOR Kuruluş Kararı<br />

▶Boş bir “BM İklim<br />

Konferansı” daha…<br />

▶Mehmet<br />

Desde’nin<br />

“Bir Devlet Bir İnsan”<br />

isimli kitabı Belge<br />

Yayınlarından çıktı<br />

PANORAMA<br />

Brezilya: Başkanlık seçimini Lula’nın<br />

adayı kazandı!


• editörden - içindekiler<br />

Değerli okuyucu,<br />

yeni bir yılın ilk sayısıyla tekrar merhaba.<br />

Öncelikle bu sayımızı elimizde olmayan nedenlerden<br />

dolayı gecikmiş olarak sizlere ulaştırmak zorunda<br />

kaldığımız için özür dileriz.<br />

Bu sayımızı bu kez ağırlıklı olarak dünyada ve<br />

Türkiye’de son dönemde yaşanan ekonomik ve siyasi<br />

gelişmelerin etraflı bir şekilde irdelendiği yazılara<br />

ayırdık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.<br />

Ocak ayı Hrant Dink’in katledildiği aydır. Hrant<br />

Dink’in katledilişinin üzerinden dört yıl geçmiş<br />

olmasına rağmen hala katilleri doğru dürüst<br />

yargılanmadı. Gerçek failler ortada yok. Halkların<br />

Kardeşliği sayfalarında “Hrantız, Ermeniyiz”<br />

başlığıyla Hrant’ın dava sürecini irdeleyen bir<br />

yazıya yer verdik.<br />

Kadın sayfalarımızda KESK’teki taciz olayı ve<br />

ardından yaşanan gelişmeleri ele aldık. Kadına<br />

yönelik cinsel taciz sorununda “Kadının Beyanı<br />

Esastır” ilkesinden ne anladığımızı ortaya<br />

koymaya çalıştık. Kadın sayfalarımızın bir diğer<br />

makalesi ise sendikalarda kadınların temsiliyetini<br />

irdeleyen bir çalışma. İşçi bir kadın okurumuzun<br />

bizlere ulaştırdığı yazıdan da görülebileceği gibi<br />

kadınlar bir çok alanda olduğu gibi sendikalarda<br />

da yok denecek kadar azlar. Yazı aynı zamanda<br />

sendikalarda kadınların örgütlülüğünü arttırmak<br />

EDİTÖRDEN<br />

için başka şeylerin yanısıra ne gibi önlemlerin<br />

alınabileceği konusunu ele alıyor.<br />

Güncel bölümde Anayasa mahkemesine bireysel<br />

başvurunun ne anlama geldiğini değrlendiren bir<br />

yazı var.<br />

Dünyanın değişik ülkelerinden çeşitli devrimci<br />

kurumun bir araya gelerek oluşturdukları Devrimci<br />

Parti ve Örgütlerin Enternasyonal Koordinasyonu<br />

(ICOR) kuruldu. ICOR devrimci hareketin<br />

uluslararası birliğinin yaratılmasının ilk adımı<br />

açısından oldukça değerli bir oluşum.<br />

Bu sayımızda ICOR’un kuruluş kararlarını ve<br />

tüzüğünü yayınlıyoruz.<br />

Panorama sayfalarımızda Brezilya’daki başkanlık<br />

seçimlerine, çevre sayfalarımızda ise BM’nin İklim<br />

Konferansını ele alan makalelere yer verdik.<br />

Okur sayfalarında, okurumuz Mehmet Desde’nin<br />

yaşadığı hukuksuzluğu anlattığı “Bir Devlet Bir<br />

İnsan” adlı kitabının tanıtımını bulacakınız. Son<br />

olarak Mrsin’den bir resim sergisi üzerine bir<br />

okurumuzun bize ulaştırdığı bir tanıtım yazısı var.<br />

Bir dahaki sayıda buluşmak üzere...<br />

Yeni Dünya İçin Çağrı<br />

Ocak 2011<br />

İÇİNDEKİLER<br />

GÜNDEM<br />

Ekonomik ve Siyasi Gelişmeler ve Biz…......................3<br />

Kriz ve T.C. Ekonomisi. ....................................23<br />

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />

Hrantız, Ermeniyiz!. ......................................53<br />

YENİ KADIN DÜNYASI<br />

KESK’te taciz üzerine.... ...................................57<br />

Sendikalar ve kadınlar!. ...................................59<br />

GÜNCEL<br />

Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı üzerine. .......61<br />

ICOR Kuruluş Kararı. ......................................64<br />

Devrimci Parti ve Örgütlerin Enternasyonal Koordinasyonu<br />

(ICOR) TÜZÜĞÜ...........................................67<br />

PANORAMA<br />

Başkanlık seçimini Lula’nın adayı kazandı! ..................72<br />

YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />

Boş bir “BM İklim Konferansı” daha… ......................75<br />

OKUR MEKTUBU<br />

Mehmet Desde’nin “Bir Devlet Bir İnsan” isimli.kitabı Belge<br />

Yayınlarından çıktı .......................................78<br />

“Görülmüştür Mahpus Resimleri Sergisi”.....................81<br />

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht<br />

Mücadelemizde Yaşıyor, Yaşayacak .........................82<br />

2<br />

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9<br />

Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: <strong>149</strong>· Ocak/Şubat 2011 • ISSN 1301-<br />

692X<strong>149</strong>• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı<br />

- İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org


2011 başında Ekonomik ve Siyasi<br />

Gelişmeler ve Biz…<br />

gündem<br />

YENİ KRİZ DEVRESİ…<br />

Dünya ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında,<br />

2007’nin üçüncü çeyreğinden itibaren yeni bir KRİZ<br />

DEVRESİ’ne girmişti.<br />

Dünya Ekonomisi IMF hesaplamalarına göre 2004<br />

yılında (bir yıl önceye göre) % 5,3; 2005 yılında%4,9;<br />

2006 yılında % 5,4’lük büyüme ile 1970-2000 arası<br />

ortalama büyüme hızı olan % 3,5’un oldukça üzerinde<br />

yüksek bir büyüme yaşıyordu. (bkz. Fischer Weltalmanach<br />

2008, s 624)<br />

2007 yılının ilk iki çeyreğinde de % 5 üzerinde<br />

bir büyüklükte süren bu yüksek büyüme (bkz. Kieler<br />

Diskussionssetraege 443-444, Haziran 2007, s.5)<br />

2007’nin üçüncü çeyreğinden başlayarak hız kesti.<br />

Hala görece olarak yüksek bir büyüme oranı söz<br />

konusu idi. Fakat artık büyüme oranı % 4’e doğru<br />

geriliyordu. Dördüncü çeyrekte de bu büyüme oranındaki<br />

düşüş eğilimi sürdü.<br />

1998-2007 yılları arasında Dünya Gerçek Yurt İçi<br />

Ürün (Yurt İçi Hasıla/YİH)<br />

Economies) (Almanca kaynaklarda bunlara “Sanayi<br />

Ülkeleri” deniyor) kategorisi içinde ele alınan<br />

ülkelerde, en başta da dünya ekonomisi içinde hala<br />

en büyük ağırlığa sahip olan ABD’de* büyüme hızı<br />

2006’da % 2,2, 2007’de % 1, 4 ile ortalamanın çok<br />

altında idi. (isw report nr.76. s 3) 2007’nin birinci<br />

yarısında ABD’de patlayan düşük faizli ve geri dönüşü<br />

garantisiz emlak kredisi kaynaklı kriz (Bu krize<br />

“İpotek”, -“subprime”-, ”mortgage” krizi adları da<br />

veriliyor değişik kaynaklarda) devletin devreye girip<br />

banka çöküşlerini engellemesi ile aşıldı görülmesine<br />

rağmen, gerçekte aşılmamış, finans alanında şişen,<br />

şişmeye devam eden spekülasyon balonlarının patlaması<br />

yalnızca ertelenmişti. ABD’de hızla gerileyen<br />

büyüme oranı, kaçınılmaz olarak dünya ekonomisine<br />

olumsuz yansıyordu.<br />

*(ABD IMF 2010 verilerine göre, dünya ekonomisinde<br />

GSYİH bakımından % 20,5 ağırlığa sahipti;<br />

yani 2010’da hala dünyadaki tüm ürünün<br />

(sanayi+tarım+hizmetler) 5’te biri yalnız başına ABD<br />

tarafından üretiliyor. ABD<br />

bunu dünya nüfusu içindeki<br />

% 4,6’lık nüfus payı ile<br />

gerçekleştiriyor. ABD’nin<br />

ağırlığı giderek azalmasına<br />

rağmen, o hala ekonomi<br />

açısından dünyanın en büyük<br />

gücü konumunda. (Bkz.<br />

“World Economic Outlook,<br />

IMF April 2010 s 148) )<br />

Dünya Ekonomisinde<br />

değişik ülke gruplarının<br />

GSYİH+ Meta ve Hizmet İhracatı+<br />

ve Nüfus’a göre ağırlıkları…<br />

2009<br />

(Kaynak: OECD, 2007 tahmini rakamları, grafikteki<br />

her çubuk bir çeyreği simgelemektedir)<br />

İstatistiklerde “Gelişmiş Ekonomiler” (Advanced<br />

(Bkz.: Tablo 1 ve Tablo 2,<br />

s.4)<br />

Dünya Ekonomisinde ekonomik gelişmenin, büyümenin<br />

yükü “yükselen ve gelişmekte olan ekonomi-<br />

3


TABLO -1<br />

gündem<br />

Ülkeler Sayısı GSYİH Mal ve Hizmet İhracatı Nüfus<br />

GEk. Dünya GEk. Dünya GEk. Dünya<br />

Gelişmiş Ekonomiler 33 100 53,9 100 65,9 100 15<br />

ABD 38,0 20,5 15,0 9,9 30,4 4,6<br />

Avro Ülkeleri 16 28.2 15.2 43.7 28.8 32.3 4.8<br />

Almanya 7.5 4.0 13.0 8.6 8.1 1.2<br />

Fransa 5.6 3.0 6.0 4.0 6.2 0.9<br />

İtalya 4.7 2.5 4.9 3.2 5.9 0.9<br />

İspanya 3.6 2.0 3.4 2.2 4.5 0.7<br />

Japonya 11.1 6.0 6.5 4.3 12.6 1.9<br />

İngiltere 5.8 3.1 5.9 3.9 6.1 0.9<br />

Kanada 3.4 1.8 3.7 2.4 3.3 0.5<br />

Diğer gelişmiş Ekonomiler 13 13.5 7.3 25.3 16.7 15.3 2.3<br />

Toplam<br />

Büyük Gelişmiş Eko.ler (G7) 7 76.1 41.0 55.0 36.3 72.6 10.9<br />

Yeni Endüst. Asya Ekono. 4 6.9 3.7 13.8 9.1 8.3 1.2<br />

TABLO -2<br />

Yükselen ve gelişmekte olan ülkeler<br />

Ülke<br />

sayısı<br />

Y ve G<br />

Ülk<br />

GSYİH<br />

Dünya<br />

Mal ve Hizmet<br />

İhracatı<br />

Y ve G<br />

Ülk<br />

Dünya<br />

Y ve G<br />

Ülk<br />

Nüfus<br />

YÜ.ve GE EK. <strong>149</strong> 100.0 46.1 100.0 34.1 100.0 85<br />

Bölgesel Gruplar<br />

Merkezi ve Doğu Avrupa 14 7.5 3.5 10.8 3.7 3.1 2.6<br />

BDT 13 9.3 4.3 9.9 3.4 4.9 4.2<br />

Rusya 6.6 3.0 6.4 2.2 2.5 2.1<br />

Dünya<br />

Gelişmekte Olan Asya 26 48.9 22.5 42.4 14.4 61.8 52.5<br />

Çin 27.2 12.5 24.8 8.5 23.3 19.8<br />

Hindistan 11.0 5.1 4.6 1.6 21.0 17.8<br />

Ç ve H. dışı 24 10.7 5.0 13.0 4.4 17.5 14.9<br />

Ortadoğu ve Kuzey Afrika 20 10.7 5.0 16.9 5.8 7.0 6.0<br />

Sub Sahra Afrikası 44 5.1 2.4 5.1 1.8 13.4 11.4<br />

Nijerya ve G.Afrika dışı 42 2.6 1.2 2.8 1.0 9.9 8.4<br />

Batı Yarı Küre 32 18.4 8.5 14.9 5.1 9.8 8.3<br />

Brezilya 6.2 2.9 3.4 1.2 3.3 2.8<br />

Meksika 4.5 2.1 4.6 1.6 1.9 1.6<br />

Y ve G Ülk = Yükselen ve Gelişmekte Olan Ekonomiler<br />

4<br />

(World Economic Outlook: Rebalancing Growth, IMF/April 2010, s 148)


nin ilk aşamasının bütün tipik özellikleri dünyanın<br />

hemen hemen tüm ülkelerinde –kiminde birkaç ay<br />

önce veya sonra, kiminde daha sert, kiminde daha<br />

yumuşak- yaşanmaya başlamıştı. Emekçiler bunu en<br />

fazla artan işsizlik, gerçek ücret düşüşleri, yoksulluğun<br />

artması biçiminde yaşıyorlardı. Bunun yanında<br />

orta ve küçük boyutlu işletmelerde iflaslar artmaya<br />

başlamış; pazarlarda alış-veriş, tüketim yavaşlamıştı.<br />

Ciddi burjuva iktisat enstitüleri yanında, IMF ve<br />

Dünya Bankası gibi emperyalist dünya ekonomisine<br />

yön veren finans kurumları bu gelişmeyi tespit<br />

ediyorlardı. Örneğin Almanya’nın ciddi iktisat enstitülerinden<br />

biri olan Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü<br />

2008 İlkbahar analizlerinde “ Dünya Konjonktüründe<br />

Soğuma” tespitini yapıyor; 2008 yazında “ Dünya<br />

ekonomisinin genişlemesinde açıkça görülen yavaşlama”<br />

dan söz ediyor, 2008 sonbaharında ise “Dünya<br />

ekonomisi inişte” tespitini yapıyordu. (Bkz.: http://<br />

gündem<br />

ler” (emerging and developing economies) (Almanca<br />

kaynaklarda bunlara “Schwellenlaender: Eşik Ülkeler<br />

adı veriliyor) tarafından taşınıyordu. Örneğin 2007<br />

yılında “gelişmiş ekonomiler”in tümünde büyüme<br />

oranı ortalama toplam % 2,5 iken, bu oran “yükselen<br />

ve gelişmekte olan ekonomiler”in tümünde ortalama<br />

% 7,8 di. Hongkong’la birlikte Çin’in 2007 büyüme<br />

oranı %11,9’du, Hindistan’ınki % 9,2 idi. (Bkz. İnstitut<br />

für Weltwirtschaft Kiel, Gemeinschaftsdiagnose<br />

Frühjahr 2008, s 13, Tabelle 1.1)<br />

Sonuçta yükselen ve gelişmekte olan ekonomilerdeki<br />

dinamizm ve yüksek büyüme oranları sayesinde<br />

2007 yılında dünya ekonomisi, IMF hesaplarına<br />

göre bir yıl önceye göre % 4,9 büyüdü. (Bkz. Fischer<br />

Weltalmanach 2009, s.626) Bu son otuz yılın ortalamasının<br />

1,4 puan üzerinde bir büyüme idi ve fakat<br />

büyüme hızındaki genel ve öncelikle de gelişmiş endüstri<br />

ülkelerinde, emperyalist merkezlerdeki gerileme<br />

dünya ekonomisinde 2007 üçüncü çeyreğinden<br />

başlayarak yeni bir EKONOMİK KRİZ DEVRESİ’ne<br />

girildiğini gösteriyordu. Söz konusu olan kapitalizmin<br />

ayrılmaz yol arkadaşı olan tipik devrevi aşırı<br />

üretim krizi idi. (Bkz. Politik Ekonomi Ders Kitabı,<br />

cilt 1, Bölüm XVI, İnter yayınları s 294-307) Pazara<br />

sürülen metalar yeterince alıcı bulamıyor, sermayenin<br />

dolaşımı ve dönüşümü tıkanıyordu. (Bkz. Politik<br />

Ekonomi Ders Kitabı, cilt 1, Bölüm X, İnter yayınları<br />

s 206-216) Kapitalizmin devrevi ekonomik Krizleri-<br />

www.ifw-kiel.de/wirtschaftspolitik/konjunkturprognosen/archiv/2010).Veriler<br />

2007 üçüncü çeyreğinden<br />

itibaren başlayan – dünya ekonomisindeki büyüme<br />

hızının düşmesi anlamında- gerilemenin 2008’in ilk<br />

iki çeyreğinde de sürdüğünü, devrevi krizde , kriz<br />

(bunalım) evresinden, depresyon evresine doğru<br />

ilerlendiğini gösteriyordu.<br />

VE MALİ KRİZ …<br />

Devrevi ekonomik kriz böyle sürerken, bu krizin or-<br />

5


gündem<br />

6<br />

tasında krizin gidişatını etkileyen bir mali kriz patladı.<br />

Mali krizin patlaması kaçınılmazdı. Bugünkü<br />

mali krizlerin temeli, üretim alanındaki muazzam<br />

emek üretkenliği sonucu yaratılan ve üretim alanı<br />

dışında kullanılan muazzam zenginlik, üretim alanı<br />

dışında “yatırılan” ve üretim alanı dışında spekülasyonla<br />

“çoğalan” para sermayedir. Spekülasyonla<br />

çoğalan para sermaye fiktif sermayedir. Üretim alanında<br />

onun tam karşılığı yoktur. Kapitalistlerin ve<br />

kapitalist finans kuruluşlarının elinde birikmiş, çıkış<br />

noktasında üretimden kaynaklanan ve üretimde kullanılmayan<br />

muazzam bir zenginlik birikmiştir. Bu<br />

zenginlik spekülasyon alanı üretim alanından daha<br />

“karlı” olduğu için o alana akmakta, burada çoğalmakta,<br />

böylece fiktif kapital şişmektedir. Spekülasyon<br />

alanında “kazanılan” üretim alanından kopmuş<br />

fiktif sermayedir. Bu bağlamda şu veriler bu sermayenin<br />

büyüklüğü hakkında bilgi vericidir:<br />

-“Boston Consulting Group” isimli yöneticilik danışmanı<br />

firma “Global zenginlik” adı altında bankalar,<br />

fonlar, sigorta şirketleri ve diğer mali kuruluşlar<br />

tarafından işletilen -siz bunu spekülasyon alanında<br />

kullanılan şeklinde de okuyabilirsiniz- “Dünya<br />

çapında özel servet” konusunda araştırma yapıyor.<br />

Onun verilerine göre 1999 yılında toplam 71,5 trilyon<br />

dolar olan bu tip özel servet, 2007’de 105 trilyon dolar<br />

olmuştu. Aynı rakamı 2006 yılı için Alman Merkez<br />

Bankası 130 trilyon dolar olarak veriyordu! BCG’nin<br />

hesaplarına göre spekülasyon alanından kullanılan<br />

özel servet 8 yıl içinde % 50 artmıştı.<br />

(Bkz.:http://www.bcg.com/expertise_impact/publications/AllPublications.aspx?practiceArea=Globaliz<br />

ation)<br />

- MeryllLynch/Cap Gemini isimli “mali hizmet şirketi”<br />

her yıl “Dünya Servet Raporu” yayınlıyor. Bu<br />

raporda yıllık gelirleri en az 1 milyon dolar olanlar,<br />

-dolar milyonerleri- “Yüksek Net Gelirli Bireyler”<br />

(HNWİ) olarak sayılıyor. Bu kesimin –ki bunların<br />

sayısı 2007’de 10 Milyon olarak veriliyordu, yani 6<br />

milyarın binde 1,6‘sı kadar- kişisel servetinin miktarı<br />

1997’de 19,1 trilyon dolardan, 2007’de 40,7 trilyon<br />

dolara yükselmişti. 10 yıl içinde “Yüksek Net Gelirli<br />

Bireyler”in elinde toplanan servet iki katına çıkmıştı.<br />

2007 yılında dünya nüfusunun binde 1,6’sı, dünyadaki<br />

tüm parasal zenginliğin % 40’na sahipti. (Bkz.<br />

World Wealth Report, 2008. s.2 ; www.capgemini.<br />

com.)<br />

- “İnternational Financial Services” adlı mali hizmet<br />

şirketi “kurumsal yatırımcılar” – emekli sandığı<br />

fonları, yatırım fonları ve sigortalar- ın kullandığı<br />

parasal kaynağın büyüklüğü hakkında rapor yayınlıyor.<br />

Bu kuruluşun raporlarına göre “yatırımcı<br />

kuruluşlar”ın elinde biriken para 1995’de 21 trilyon<br />

dolarken; 2005 yılında 56 trilyon dolara yükselmişti.<br />

(Emeklilik kasalarında 21 trilyon dolar, sigortalarda<br />

17 trilyon dolar, yatırım fonlarında 18 trilyon dolar.)<br />

Bu paralar esasta “yatırılarak” çoğalıyor ve yatırılarak<br />

daha da çoğalmayı bekliyordu! (Bkz. İFC, Fund<br />

Management, city business series.2006)<br />

Bugün dünyada dolaşımda bulunan para sermayenin<br />

% 85 kadarı “uzman” “yatırımcılar” tarafından<br />

(Bunlar borsa işletmecileri, “Yatırımcı Bankacılar”<br />

vb. adlarla ortaya çıkıyorlar. Aslında eğitimli kumarbaz<br />

olarak adlandırılmaları daha doğru olur) yüksek<br />

gelir (faiz-kar payı vb.) karşılığı “işletiliyor”. Dünya<br />

mali piyasasında durum kabaca böyledir.<br />

BORSALAR<br />

İşletilen önce “normal” borsalardaki temeli “Anonim<br />

Şirketlerin” satışa sunduğu ve sahibine şirketin<br />

kazanç dağıtımından pay almaya (dividend/temettü<br />

) hak kazandıran hisse senetleridir. Bu tip sermayeye<br />

Marksist ekonomide “fiktif (varsayımsal) sermaye”<br />

denir. (Bkz. Politik Ekonomi Ders Kitabı, cilt 1,<br />

Bölüm XII, Anonim Şirketler. Fiktif Sermaye, İnter<br />

yayınları s 244-246) Fakat fiktif sermaye yalnızca<br />

borsalarda alınıp satılan şirket hisse senetleri (tahvil<br />

de denir. Devletin çıkardığı tahviller de vardır. Bunlar<br />

oldukça düşük faizli ve fakat devlet garantisi olan<br />

“değerli kağıt”lardır. Devletin gelir sağlama yollarından<br />

biridir devlet tahvilleri.) bile olsa, eğer spekülasyon<br />

sonucu tahvillerin değeri ortalama kar oranının<br />

üzerinde artarsa, mali kriz kaçınılmaz olur, çünkü<br />

tahvillerden edilen aşırı karın maddi üretimde karşılığı<br />

yoktur. Diyelim ki bütün dünya borsalarında var<br />

olan, alınıp satılan tahvillerin ortalama “karı” % 10<br />

olsun. Buna karşı bütün dünyada üretimde yatırılan<br />

sermayenin ortalama kar oranı % 5 olsun. O zaman<br />

borsalarda fiktif sermaye üzerinden kazanılan karın<br />

yarısının maddi karşılığı yoktur. Olmadığı için de<br />

günün birinde borsaların çökmesi, fiktif sermayenin<br />

gelirinin ortalama kar oranına inmesi kaçınılmazdır.<br />

Yalnızca “normal” borsalarda işlem gören işletmelerin<br />

borsa değerlerinin son yıllarda nasıl geliştiğine<br />

bakılsa bile bütün dünya ekonomisini derinden sarsacak<br />

bir mali krizin kaçınılmaz olduğunu görmek<br />

mümkündü. Şöyle ki:<br />

2003 yılı sonunda dünya borsalarında işlem gören


şirket hisse senetlerinin toplam değeri 31 trilyon dolar<br />

civarında idi. O dönemde bile bu değer, hisse senetlerin<br />

üzerindeki yazılı değerin, karşılığı olan gerçek<br />

değerin 6 trilyon dolar üzerinde idi. 2003-2007<br />

arasında borsalarda kaçınılmaz olan günlük dalgalanmalar<br />

dışta tutulduğunda şirketlerin “borsa değeri”<br />

sürekli yükseldi. 2007’nin 8. ayında dünya borsaları<br />

en yüksek seviyesine ulaştı: Yaklaşık 63,5 trilyon<br />

dolar! Yani borsalarda işlem gören, alınıp-satılan<br />

şirket hisse senetleri, onların sahiplerine 4 yıl içinde<br />

değerini ikiye katlayarak, yüzde yüzün üzerinde<br />

kar sağlamıştı. Aynı dönemde dünya GSYİH’sı yılda<br />

ortalama % 5,1, kümülatif olarak yaklaşık % 25 civarında<br />

büyümüştü. Yani artan borsa değerinin 4’te<br />

üçünün maddi karşılığı yoktu. Borsa spekülatörleri<br />

maddi karşılığı olmayan para kazanıyorlar, bu parayı<br />

yeni “daha karlı” spekülasyonlara yönlendiriyorlardı.<br />

Ve TÜREV ticareti…<br />

Arka planında üretim yapan anonim şirketlerin hisse<br />

senetleri olan “normal” borsa spekülasyonu dışında<br />

son on yıllarda gelişen, borsa dışı ve borsalardan da<br />

çok daha karlı yeni spekülasyon alanları oluştu. Bu<br />

alan “türev” (Derivat) satışı alanı. Örneğin bir banka<br />

bir kişiye veya şirkete belli bir faiz karşılığı kredi<br />

veriyor. Bir sigorta şirketi Bankanın verdiği krediyi<br />

belirli bir ücret karşılığı sigorta ediyor. Bu Kredinin<br />

sigorta poliçesi kredinin türevi oluyor. Sonra sigorta<br />

şirketi bu poliçeyi bir başka bankaya veya mali kuruluşa<br />

satıyor. O da o poliçeyi sigorta ettiriyor. Türevin<br />

türevi! Çark dönüyor. Varsayımsal sermaye, varsayımsal<br />

olarak çoğalıyor. Ne zamana kadar? Verilen<br />

kredi geri döndüğü sürece sorun yok. Dönmezse iskambilden<br />

kule çöküyor.<br />

Borsa dışı işlem gören mali türevlerin (Finans Derivatları)<br />

nominal değeri 2000 yılında 100 trilyon<br />

dolardı. 2007 Aralığında bu değer 596 trilyon dolara<br />

yükselmişti! 2007 yılının toplam dünya YİH’nın<br />

değeri dolar cinsinden 54 trilyon 312 milyar dolardı.<br />

(Bkz. Der Spiegel 40/2008 , s 28) Yani dünyada bir<br />

yılda üretilen bütün mal (meta) ve hizmetlerin değerinin<br />

11 katı bir değer, borsa dışı spekülasyon alanında<br />

kullanılıyordu. Kumarbaz soyguncular dünya<br />

ekonomisini belirliyor, inanılmaz büyüklükte karlar<br />

elde ediyor, krizsiz, sürekli büyüyen kapitalizm masalları<br />

anlatıyorlardı. Bu “saadet zinciri” sisteminin<br />

sürebilmesi için mali “yatırımcıların” hep alıp-satacakları<br />

yeni mali araçlara ve bu sistemin kesintisiz<br />

süreceğine dair imana sahip yeni kaynaklara ihtiyacı<br />

vardı. Ekonomiden biraz anlayan herkes için bunun<br />

böyle süremeyeceği, aşırı ölçüde şişen spekülasyon<br />

balonunun büyük bir gürültüyle patlayacağı kesindi.<br />

Ekonomi Yönetiminde belirleyici konumlarda olan<br />

kimi burjuva iktisatçıları da “uyarılar”da bulunuyorlar,<br />

spekülasyon balonunun patlaması durumunda<br />

piyasalarda büyük değer kayıplarının yaşanacağını<br />

belirtiyorlardı.<br />

Neler dediler?<br />

Bunların adeta geliyorum diyen mali krizdeki olası<br />

değer kaybı tahminleri, krizdeki gerçek değer kaybı<br />

büyüklükleri ile karşılaştırıldığında, bu burjuva ekonomi<br />

uzmanlarının aslında ne kadar ve ne uzmanı<br />

oldukları görme açısından ilginçtir. Aşağıda bu uzmanların<br />

değişik tarihlerde yaptığı değer kaybı tahminlerini<br />

aktarıyoruz:<br />

(Bkz. Sayfa 8’deki Tablo)<br />

Ne oldu?<br />

ABD’de 2007’nin başından itibaren kendini his ettirmeye<br />

başlayan “İpotek/mortgage” krizinden birçok<br />

banka etkilendi. Birçok küçük banka çöktü. İnşaat<br />

alanında en büyük yatırımcı konumunda olan Fannie<br />

Mae ve Freddie Mac bankalarının verdikleri krediler<br />

karşılığı ipotek hacmi 5,4 trilyon dolardı. Kredilerin<br />

geri dönmemesi sonucu bu bankalar ödeme zorlukları<br />

ile karşı karşıya kaldılar. İflasın kıyısına vardılar.<br />

Kredileri sigortalayan dünyanın en büyük sigorta şirketi<br />

konumundaki AİG’de ödeme zorluğu çekmeye<br />

başladı. Bu bankların iflası, ardından AIG’nin iflasını<br />

beraberinde getirecek, bütün dünyada iştirakleri<br />

olan bu bankaların çökmesi dünyayı bir finans krizi<br />

ile karşı karşıya bırakacaktı. ABD hükümeti devreye<br />

girdi ve bu iki bankanın bütün sorumluluklarını<br />

üzerlendi. Bunun dışında yine zor durumda olan<br />

Bear Stearns isimli bankaya devlet desteği verildi.<br />

Bu bankaların borcu “devletleştirme” yoluyla bütün<br />

emekçilerin, bu arada aslında gerçek değeri kağıt<br />

üzerindeki değerinden çok düşük olan ABD devlet<br />

tahvillerini satın alma yoluyla, ABD devletinin açıklarını<br />

da finanse eden Çin, Japonya gibi devletlerin<br />

emekçilerinin da sırtına yüklendi. Böylece daha 2007<br />

başlarında emperyalist dünyayı tehdit eden genel bir<br />

finans krizi “aşılmış” oldu. Fakat bu sadece görüntüde<br />

böyle idi. Gerçekte olan ise finans krizinin -ilk büyük<br />

finans kuruluşu iflas edene dek- ertelenmesiydi. Erteleme<br />

1,5 yıl sürdü. Fannie Mae ve Freddie Mac ile birlikte<br />

ABD’nin en büyük “yatırım bankaları” arasında<br />

gündem<br />

7


gündem<br />

Adı ve fonksiyonu Tahmin tarihi Olası kayıp miktarı tahmini<br />

Ben Bernanke, ABD Merkez<br />

Bankası Başkanı (İngilterede<br />

Guardian gazetesinde)<br />

Goldman Sachs, ABD’de en<br />

büyük “Yatırımcı Banka”lardan<br />

biri ve uluslararası alanda Kredi<br />

Verilebirlik notu (Kredi reytingi)<br />

veren kurum<br />

27 Eylül 2007 100 Milyar Dolar<br />

Kasım 2007 400 Milyar Dolar<br />

Ben Bernanke Ocak 2008 500 Milyar Dolar<br />

G7 Merkez Bankası Yöneticileri<br />

Toplantısı Sonuç Bildirgesi<br />

Standart&Poor’s Uluslar arası<br />

alanda Kredi Verilebilirlik notu<br />

veren Kurum<br />

Şubat 2008<br />

Eylül 2008<br />

400 Milyar Dolar<br />

500 Milyar Dolar<br />

Strauss Kahn, IMF Başkanı Eylül 2008 1,3 Trilyon Dolar<br />

(Bkz.: Der Spiegel. 40/2008, Der Preis der Überheblichkeit)<br />

8<br />

yer alan ve mortgage krizi sırasında 3,3 milyar dolar<br />

“zarar” eden Lehman Brothers, nasıl olsa devlet iflasa<br />

izin vermez hesabıyla 2008 nisanında 4 milyar dolar<br />

çapında bir sermaye artırımına -siz bunu yüksek faizle<br />

borçlanmaya diye okuyun- ardından da Haziran<br />

2008’de 5 Milyar dolarlık yeni bir sermaye artırımına<br />

gitti. Fakat Fannie Mae ve Freddie Mac gibi<br />

çok büyük bankaların çökme aşamasına ve “devlet”<br />

eliyle ayakta durur hale gelmiş olması “piyasa”larda<br />

güven bunalımını beraberinde getirmişti. Spekülasyon<br />

işlerinin yürümesi için sürekli akan taze paraya<br />

ihtiyacı olan Lehman Brothers bağlamında bu güven<br />

kaybı kaynakların kuruması ve alacaklıların da ana<br />

paralarını hemen geri istemeleri sonucunu doğurdu.<br />

3 ay içinde toplam 9 milyar hacminde –yüksek<br />

faizli- borçlanma da, piyasalarda LB’nin sonu olarak<br />

yorumlandı. LB’nin satışını yaptığı derivatlar panik<br />

satışlarıyla elden çıkarılmaya, LB’nin kağıt üzerindeki<br />

değerleri hızla erimeye başladı. Bir zamanlar<br />

elindeki gerçek sermayenin 50 mislini piyasada kullanan<br />

LB iflas noktasına doğru hızla ilerlemeye başladı.<br />

10 Eylül’de LB sözcüleri 2008 üçüncü çeyreği<br />

için bilanço beklentilerini açıkladılar: 3,9 milyar<br />

dolar zarar! Richard Fuld, LB’nin “yatırımcılara”<br />

yılda % 30’a yakın kar vadeden ve bir süre de ödeyen<br />

“mucize yaratıcısı bankacı” ( Ünlü finans dergilerinde<br />

böyle tanıtılıyordu Fuld) şefi, bu krizi LB’nin<br />

yatırım bölümünün hisselerinin çoğunluğunu satışa<br />

çıkararak, LB’nin elindeki –aslında değeri iyice düşmüş-<br />

bir dizi emlakı satışa çıkararak ve dağıtılan<br />

kar payını neredeyse sıfırlayarak aşma planları ile<br />

hükümetin kapısına dikildi. Beklediği hükümetin/<br />

devletin LB’nin borçları bağlamında devlet garantisi<br />

vererek piyasada sarsılan güveni yeniden sağlaması,<br />

LB’a destek vermesi idi. Hükümetle LB arasında sıkı<br />

pazarlıklar yürüdü. Sonuçta hükümet LB somutunda<br />

desteği reddetti. Bunda daha önceki banka kurtarma<br />

operasyonuna yönelik yoğun eleştiriler yanında, hükümetin<br />

Maliye Bakanı Henry Paulson’un<br />

Goldman Sachs’ın Yönetim Kurulu Başkanlığı’ndan<br />

gelmiş olması, yani bankalar arası rekabet de kuşkusuz<br />

önemli bir rol oynadı. 15 Eylül’de LB resmen iflasını<br />

ilan etti.<br />

LB’nin iflası dünya piyasalarına bomba gibi düştü.<br />

Dünyanın hemen her ülkesinde LB’nin bağlantıları,<br />

“ticaret ilişkileri” vardı. Piyasalarda hem borsalarda,<br />

hem borsa dışı türev ticareti alanında panik başladı.<br />

2007’in 8 ayında 63,5 trilyonluk zirveyi gördükten<br />

sonra düşmeye başlayan borsa değerleri, bütün 2008<br />

boyunca küçük iniş çıkışlara rağmen sürekli düşme<br />

eğilimi içine girdi. 2007 Ağustosu ile 10 Ekim arasında<br />

ABD Tahvil Borsası Dow Jones endeksi değer kaybı<br />

% 40; Japonya Nikkei Endeks’deki değer kaybı %<br />

55 di. ABD’de banka ve sigorta şirketleri tahvillerinin<br />

değer kaybı % 60’a varıyordu. Avrupa borsalarında<br />

aynı dönemde genel kayıp % 45’e varmıştı. Çin Tahvil<br />

Borsası’nın değer kaybı aynı dönemde % 70’ti. İstanbul<br />

Menkul Kıymetler Borsası’nda işlem gören tahvil


değeri 31 Aralık 2007’de 287 Milyar dolar tutarken,<br />

aynı değer 10 Ekim 2008’de 135 Milyar dolara düşmüştü.<br />

Moskova borsası değer düşüşü 2008 Ekim ayı<br />

başında %73’e varmıştı. Moskova borsası Ekim ayı<br />

başında bir süreliğine bütün işlemleri durdurmuştu!<br />

Eylül 2008 Eylül’ü ertesindeki panik satışları ile<br />

2008 Aralığı ortasında bütün dünyada borsa değerleri<br />

27 trilyonla en düşük noktaya vardı. 16 ayda<br />

dünya borsalarında buharlaşıp uçan, kaybolan fiktif<br />

sermaye 36.5 trilyon dolardı. Bu dönemde borsaların<br />

değer kaybı oran olarak % 57,5 di. (Bkz.: http://www.<br />

bloomberg.com/).<br />

Borsalarda hal böyleyken türev ticareti alanında<br />

“kaybolan” fiktif sermayenin boyutları borsalarda<br />

kaybolandan da yüksekti. Karda ve zararda kapıyı<br />

milyarlarla açanlar açısından kayıplar hacim açısından<br />

büyük olsa da, onlar için büyük kayıplar varlık<br />

sorunu olmuyor. 8 yıl boyunca üst üste milyarlarca<br />

dolar fiktif sermaye kazanan, onun bir bölümünü<br />

kaybetse de varlığını sürdürebiliyor. İflas konumuna<br />

gelen firmaların yönetici takımı milyonlarca dolarlık<br />

tazminatla gidiyorlar. Oralarda esas zarar gören işsiz<br />

kalan alt kesim çalışanları oluyor. Fakat elinde biriktirdiği<br />

küçük tasarruflarını az zamanda çok kazanma<br />

hayaliyle “yatırım”cı uzman ve şirketlere verenler açısından<br />

kayıp, belki bütün hayatı boyunca biriktirdiğinin<br />

sıfırlanması anlamına geliyor.<br />

EMPERYALİST KRİZ YÖNETİMİ<br />

LB’ın çöküşüne izin verilmesi ile balonun patlaması<br />

emperyalist ekonomi “bilimcileri”nin beklemediği<br />

büyüklükte depreme yol açtı. Bütün dünya finans sistemi<br />

–eğer devletler tarafından çok yoğun müdahale<br />

gelmezse- çöküşe doğru gidiyordu. Üretim alanında<br />

faaliyet gösteren bütün büyük tekellerin sermayelerinin<br />

küçümsenmeyecek bir bölümünü finans sektöründeki<br />

spekülatif ticarette kullandıkları bilindiğinde,<br />

finans alanındaki krizin zaten devrevi kriz içinde<br />

bulunan üretim alanını (burjuva ekonomistleri buna<br />

“real ekonomi” adını veriyor. Bu isimlendirme bir<br />

yandan bir gerçeği işaret ederken, diğer yandan fiktif<br />

sermaye alanının temelinin de reel ekonomi olduğunu<br />

gözlerden gizleyen bir işlev görüyor) “real<br />

ekonomi”yi olumsuz olarak etkilemesi kaçınılmazdı.<br />

Nitekim öyle de oldu. Dünyanın dev şirketleri –örneğin<br />

ABD’de General Motors- finans krizinden 6<br />

ay kadar sonra iflas noktasına geldiler. Avrupa Birliği<br />

ülkelerinde 2008 ilkbaharı ile 2009 ilkbaharı arasında<br />

endüstri üretimi % 20 geriledi.<br />

IMF 2009 Nisan’ında yaptığı hesaplamalarda<br />

2007’nin 8. ayı ile 2009 Nisan’ına kadar olan dönemde<br />

dünya ekonomisindeki toplam değer kaybını<br />

4,054 trilyon olarak veriyordu. Bu kriz patlamadan<br />

kısa süre önce verilen en yüksek rakam olan 1,3<br />

trilyonun üç mislinden fazlaydı. Bu 4,054 trilyon<br />

dolarlık kaybın 2,7 trilyonunu “zehirli” (geri dönüşü<br />

olmayan “kokmuş” krediler, sigorta poliçeleri,<br />

değeri neredeyse sıfıra düşmüş tahviller vb. Bunlar<br />

Bankalarda “Bad Bank”-Kötü Banka adı altında paketleniyor,<br />

kurtarma planları çerçevesinde devletler<br />

bunları satın alıyordu!) ABD “değerli kağıtları”; 1,2<br />

trilyonunu Avrupa’daki zehirli değerli kağıtlar oluşturuyordu.<br />

Japonya 150 milyar dolarlık “zehirli” değerli<br />

kağıtla relatif “iyi” durumda bulunuyordu! 4,054<br />

trilyonluk değer IMF ye göre kaybolup gitmişti. Bu<br />

Türkiye’nin 2009 GSYİH‘nın yaklaşık 5,8 katı bir<br />

büyüklüktür. Fakat kayıp konusunda yapılan hesaplar<br />

burada durmadı. Aynı IMF çok değil 5 ay sonra,<br />

Ağustos 2009’da kayıp hesaplarını düzeltti! Ağustos<br />

2009’da IMF uluslararası ekonomik kriz sonucu kayıp<br />

değerin 11,9 trilyon dolar olduğunu açıkladı! Yani<br />

Nisan’da açıklananın neredeyse üç katı! Devletlerin<br />

“kurtarma programları” ile devreye girdiği ortamda,<br />

bu programlardan yararlanmak için de uluslararası<br />

finans kuruluşları ve tekeller gerçeğe yakın bilançolarını<br />

açıkladıklarında kayıp şişiyordu. Hangi rakam<br />

baz alınırsa alınsın değer kayıplarının, yaşamını aldığı<br />

açlık ücreti ile sürdürmeye çalışan milyarlarca<br />

emekçinin hayal bile edemeyeceği olağanüstü boyutlarda<br />

olduğu açıktır. LB’ın iflası ile artık gizlenemez<br />

ve ertelenemez hale gelen finans krizi emperyalist<br />

dünyanın ikinci dünya savaşı sonrasında yaşadığı<br />

krizlerin en derini idi. Bu kriz kayıp değer hacmi temel<br />

alındığında, 1929 krizinden de büyük bir krizdi.<br />

Bütün dünya finans sistemi çökme tehdidi ile karşı<br />

karşıya idi. Bu ortamda emperyalist dünyanın yaşadığı<br />

en büyük kapsamlı “kriz yönetimi” devreye<br />

girdi. Emperyalist dünyanın efendileri birbiri ardına<br />

yaptıkları toplantılarda “ulusal” kriz yönetim tedbirlerini<br />

uluslararası alanda uyumlu hale getirmenin<br />

yollarını aradılar. 23 Eylül’de G7 zirvesinde ABD’nin<br />

AB’nden talep ettiği “Avrupa Birliği genelini kapsayan<br />

bir ıslahat planı” İngiltere dışındaki devletler tarafından<br />

reddedilmişti. Bundan çok değil 20 gün sonra 12<br />

Ekim’de Paris’te AB ülkeleri Maliye Bakanları toplantısında<br />

20 gün önce reddedilen kabul edildi. Ardından<br />

G 20 toplantısında bu kez emperyalist büyük<br />

güçler dışındaki devletler de ortak “kurtarma planı”<br />

gündem<br />

9


gündem<br />

10<br />

içine çekildi. Tabii ki emperyalist güçler arasındaki<br />

çelişmeler “kriz yönetimi” sorununda da sürüyor, her<br />

emperyalist güç krizi kendisi için fırsat olarak da<br />

kullanmaya çalışıyordu. Ancak hepsinin ortak bir<br />

çıkarı vardı: Dünya Finans sisteminin çöküşünün<br />

durdurulması. Bunun için zorunlu karşılıklı tavizler<br />

verildi. Ve sonuçta bir temel noktada anlaşıldı: Bütün<br />

devletler bu olağanüstü dönemde sistemin çökmesini<br />

engellemek için “sistem için önemli” banka ve işletmelerin<br />

çöküşünü önleyecek tedbirler alacaklardı.<br />

En uç noktasında bu tedbirler söz konusu bankaların<br />

ve işletmelerin –geçici olarak, yeniden kara geçene<br />

kadar- devletleştirilmesine kadar gidebilecekti. Banka<br />

sisteminin yeniden işleyebilmesi için bankalara<br />

gerekli krediler verilecek, bunun yanında bankalar<br />

arasındaki alışverişlerde devlet bir çeşit garantör olarak<br />

devreye girecekti. Geri dönmeyen kredileri devlet<br />

ödeyecekti. Bankaların ve diğer finans kuruluşlarının<br />

elinde birikmiş, değeri neredeyse sıfırlanmış<br />

“değerli kağıtlar” bir paket olarak şimdilik devletler<br />

tarafından satın alınıp devreden çıkarılacaktı. Yani<br />

Türkçesi: Bankaların ve tekellerin zararı devletler<br />

tarafından karşılanacaktı. Emperyalist devlet açıkça<br />

finans kapitalin devleti olarak devreye giriyor, çöken<br />

bankalara para akıtıyor, bankaların finans kuruluşlarının,<br />

tekellerin zararını toplumsallaştırıyordu.<br />

Emperyalist devletlerin üzerinde anlaştıkları kriz yönetim<br />

programı, sistemi kurtarma programı buydu.<br />

Bu Programın uygulanmasında tek tek kimi devletlerin<br />

Ekim ve Kasım 2008’de, bankalara ilk anda<br />

kredi olarak, kredi garantisi olarak, doğrudan destek<br />

olarak, borçlarını üzerlenme olarak vs. vereceğini<br />

açıkladığı miktarlar şöyle idi:<br />

Almanya: 500 milyar Avro, Fransa: 360 milyar<br />

Avro, İspanya: 200 milyar Avro, Avusturya 100 milyar<br />

Avro, Diğer Avro Bölgesi ülkeleri : Toplam 140<br />

milyar Avro.<br />

Böylece Avro Bölgesi genelinde 1,3 trilyon Avro.<br />

İngiltere: 640 milyar Avro, Rusya: 150 milyar Avro,<br />

ABD: 800 Milyar dolar Banka sistemi için ayrıca +<br />

200 Milyar dolar tüketim kredisi.<br />

AB ülkeleri bunun dışında bankalardaki mevduat<br />

hesaplarında 50.000 Avroya kadar olan miktarı devlet<br />

garantisi altına aldığını açıkladılar.<br />

Çin HC aynı dönemde 460 Milyar Avro tutarında<br />

bir banka destek programı açıkladı.<br />

Yalnızca bu rakamlar bile bir yandan krizin derinliğini,<br />

diğer yandan emperyalist dünyanın çöküşü<br />

önlemek için geliştirdiği “Ekonomi Yönetimi” programının<br />

boyutlarını göstermeye yeter.<br />

Çin dışındaki devletlerin tümü açısından bu program<br />

devletlerin borçlanarak, bankaların açıklarını<br />

kapama programıydı.<br />

Bu program halkı, emekçi yığınları kandırmak,<br />

emekçiler için hayatı zorlaştıran krize duyulan öfkenin<br />

kapitalist sisteme karşı öfkeye dönüşmesini<br />

engellemek için, “aç gözlü bankerler” ve “borsa spekülatörlerine”<br />

karşı yapılan propaganda konuşmaları<br />

eşliğinde sunuldu. Halka bütün kötülüğün üç beş<br />

tane aç gözlü, kural tanımaz spekülatörde olduğu,<br />

sistemin kabahati olmadığı anlatıldı. Artık bankaların<br />

ve borsaların sıkı denetim altına alacağı sözleriyle<br />

tamamlandı banka kurtarma programları. Üç beş<br />

banker ve spekülatör günah keçisi yapılıp, hatta tek<br />

başına elli milyar doları iç eden sistem temize çıkarılmaya<br />

çalışıldı.<br />

Bu büyük krizin “yönetimi”nde şunlar da görüldü:<br />

-“Gelişmekte olan ekonomilerin” en başta BRHC’in<br />

(Brezilya/Rusya/Hindistan/Çin) dünya ekonomisindeki<br />

ve siyasetindeki ağırlığı arttı. Bugün hala dünyanın<br />

efendisi konumundaki ve fakat gerileyen G7’ler<br />

kriz döneminde, G 20’yi devreye sokup, sorumluluğu<br />

onlara da paylaştırma ihtiyacı duydular. Bu tabii onların<br />

örneğin IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası<br />

emperyalist mali kuruluşlarda temsiliyetlerinin<br />

arttırılması pahasına -onlara belirli tavizler verilereksağlandı.<br />

- Dünya ekonomisinde ve siyasetinde Çin’in gücü<br />

giderek artıyor. Bütün kriz dönemini % 9’a yakın ortalama<br />

büyüme ile kapatan Çin krizden en az etkilenen<br />

ülke olarak, krizden dünya ekonomisinde ağırlığını<br />

artırarak çıktı.<br />

- Kriz Yönetiminde emperyalist büyük güçler ve<br />

yanlarına aldıkları diğerleri, hep birlikte kararlar almaya<br />

çalıştılar. Fakat – mali sistemi çöküşten kurtarmak<br />

için acil devlet desteği- gibi çok kaba konularda<br />

anlaşmalarına rağmen, “ulusal çıkarlar” anlaşmada<br />

fazla ilerlemeyi engelledi. Bir kez daha “ulusal devlet<br />

miyadını doldurdu” vb. tezlerinin yanlışlığı kanıtlandı.<br />

Mali Krizin Derinleştirdiği Ekonomik<br />

Krizde Depresyon Evresi:<br />

Mali Kriz 2007 üçüncü çeyreğinde zaten başlamış<br />

olan aşırı üretim krizinin yeni devresinde, krizi çok<br />

hızla derinleştiren bir rol oynadı. Bu yeni kriz devresinde<br />

, bunalım (kriz) evresinin kısa sürmesi, büyük<br />

bir hızla depresyon evresine geçilmesi, büyük bir


hızla ve ikinci dünya savaşından bu yana görülmemiş<br />

bir derinlikte dibe vurulmasını tetikledi. Burjuva<br />

iktisatçıları bıktırıcı bir ısrarla var olan krizin aşırı<br />

üretim krizi değil, birkaç sorumsuz spekülatörün<br />

marifeti sonucu nasılsa çıkan mali krizin “real ekonomiye”<br />

etki yapmasıyla oluşan bir kriz olduğu görüşlerini<br />

yaygınlaştırdılar. Onlara göre zaten devrevi<br />

aşırı üretim krizi diye bir şey yoktu. Kapitalizm aslında<br />

krizsiz büyüme ekonomisiydi. Arada bir nasılsa<br />

işte şimdi olduğu gibi aşırı açgözlü spekülatörlerin<br />

marifeti sonucu gidip duvara tosluyor ve sonra pazar<br />

yine kriz sonuçlarını temizliyordu vs. Gerçek hayat<br />

ise bu teorilerin büyük bir yalan olduğunu devrevi<br />

olarak yalanlıyor, en son bu krizde yalanladı, gelecekte<br />

de kapitalizmin varlığını ve egemenliğini sürdürmesi<br />

şartlarında yalanlayacak! Kapitalizmin temel<br />

dürtüsü kar, en kısa sürede en fazla kardır. Hal böyle<br />

olduğu ve kapitalist ekonomi bütün olarak ele alındığında<br />

plansız-kaotik, tek tek kapitalistler ve kapitalist<br />

gruplar arasında rekabete dayalı bir ekonomik sistem<br />

olduğu için, yatırım alanı arayan sermaye üretimde<br />

her zaman daha az karlı alanlardan daha fazla karlı<br />

alanlara kayar. (Sermayenin üretime geri dönmeyen,<br />

lüks tüketimde de “tüketilmeyen” büyük kısmı<br />

da gördüğümüz gibi spekülasyon alanında işletilir.<br />

Orda da tabii maksimum kar gözetilir. En fazla faiz/<br />

kar payı vs. veren “yatırımcı şirketlere” yönelir para.<br />

Bu şirketlerin/bankaların değeri astronomik biçimde<br />

yükselir.) Bir süre sonra bu en karlı alanda yatırılan<br />

sermaye –üretilen mal- pazarın kaldıramayacağı<br />

“aşırı”lıkta bir boyuta ulaşır, üretilen mal satılamaz<br />

duruma gelir. Sermaye dolaşımı/dönüşümü kesintiye<br />

uğrar. Devrevi aşırı üretim krizi başlar! Bu kapitalist<br />

ekonominin değişmez yasası, belli aralıklarla çıkan<br />

devrevi aşırı üretim krizleri kapitalizmin ayrılmaz<br />

yol arkadaşlarıdırlar.<br />

2008 mali krizinin “real ekonomi” alanındaki gerçek<br />

devrevi krize etkisi 2008’de henüz yıkıcı boyutlarda<br />

değildi. 2008’in son çeyreğindeki sert düşüş<br />

biçimindeki büyük gerilemeler, ilk üç çeyrekteki ‘büyümede<br />

relatif düşük gerileme’nin dengelemesi sonucu<br />

fazla hissedilmedi.<br />

2007’de, bir yıl önceye göre % 4,9 büyüyen dünya<br />

ekonomisinde gerileme sürdü. 2002’den sonra ilk<br />

kez orta vadeli ortalama büyüme hızı olan % 3,5’un<br />

altına düştü. 2008’de dünya ekonomisinin büyümesi<br />

% 3 oldu. Bu büyümede esas pay yine yüksek<br />

büyüme hızlarını –biraz gerileme ile de olsa –sürdüren<br />

Çin, Hindistan gibi “yükselen ve gelişmekte<br />

olan ekonomiler”e aitti. Gelişmiş endüstri ülkelerinde<br />

büyüme rakamları % 1 civarında oynuyordu.<br />

(Bkz.: Fischers Weltalmanach2011; s 630) Yani<br />

kriz bu kez öncelikli olarak emperyalist merkezler<br />

kaynaklı idi, kendini bu merkezlerde bütün ağırlığı<br />

ile hissettiriyordu. “Gelişmiş Endüstri Ülkelerinde”<br />

(Siz emperyalist merkezler olarak da okuyabilirsiniz<br />

ekonomik küçülmeye doğru evrimlenen ekonomi<br />

olgusu ve bunun sürme eğilimi, burjuva ekonomistlerini<br />

bile “resesyon”dan ya da en azından “resesyon<br />

tehlikesi”nden (onlar işçilerin – emekçilerin bilincini<br />

karartmak, kendi görüşlerine “bilimsel” gizemli bir<br />

hava katmak için bir sürü değişik kavramlar icat ediyor,<br />

bu kavramlar üzerine teoriler kuruyorlar. Onların<br />

“resesyon”, “stagnasyon”, “stagflasyon” vb. isimlerle<br />

ifade ettikleri gerçekte Marksist devrevi kriz<br />

teorisinde, devrenin “depresyon” aşaması olarak adlandırılan<br />

aşamasıdır.) söz ettirmeye başladı. Kiel’deki<br />

Dünya Ekonomisi Enstitüsü’nün çıkardığı “Kiel<br />

Tartışma Katkıları” adlı derginin Aralık 2008’deki<br />

sayısındaki baş yazı “Dünya konjonktürü aşağıya<br />

gidiyor” başlığını taşıyordu. Aynı sayıda Almanya<br />

ekonomisini değerlendiren yazının başlığı ise “Alman<br />

ekonomisi ağır bir resesyon içinde” idi. “Dünya<br />

Konjonktürü aşağıya gidiyor” başlıklı yazıda gelişmiş<br />

endüstri ülkelerinin bütünü ele alındığında % -<br />

1,8 bir küçülmenin beklendiği, bunun “İkinci Dünya<br />

Savaşı sonrasındaki en büyük resesyon olduğu tespiti<br />

yapılıyordu. Ek olarak mali kriz bağlamında alınan<br />

olağanüstü destek tedbirlerinin de aşağıya gidişi durdurmadığı<br />

tespit ediliyordu.<br />

2009 yılı ekonomik büyümede öncelikle gelişmiş<br />

endüstri ülkelerinde kelimenin gerçek anlamında<br />

dibe vurulduğu yıl oldu. Özellikle ilk üç çeyrekte<br />

bir çok ülkede, en başta da “gelişmiş endüstri<br />

ülkeleri”nde ekonomi ikinci dünya savaşından bu<br />

yana görülmemiş boyutlarda küçüldü.<br />

“Kiel Tartışma Katkıları”nın 461-462 sayılı 2009<br />

ilkbahar sayısında yapılan genel değerlendirme<br />

“Dünya ekonomisi aşağıya doğru anaforda” şeklinde<br />

idi. Yapılan genel değerlendirmede şunlar söyleniyordu:<br />

“ Dünya Ekonomisi 2008/2009 kışında tarihi boyutlarlarda<br />

bir iniş yaşıyor. Üretim şimdi hemen<br />

hemen her yerde güçlü bir biçimde geriliyor. Geçen<br />

yılın başında yalnızca ABD ile sınırlı görünen konjonktürel<br />

zayıflama, 2008 in ilkbahar ve yazında sürerek<br />

diğer endüstri ülkelerinde de inişi beraberinde<br />

getirdi. Nihayet yılın son aylarında üretim sonbahara<br />

gündem<br />

11


gündem<br />

12<br />

kadar istikrarlı ve sağlam görünen eşik ülkelerinde<br />

de inişe geçti. Dünya gerçek YİH’sı yılın son çeyreğinde<br />

geçen yılın aynı dönemine göre %1 büyüdü. Bu<br />

1982 yılından bu yana en düşük büyüme oranıdır. Bu<br />

yılın başında da iniş eğilimi sürmektedir.” (agy. S 4)<br />

“Kiel Tartışma Katkıları” 466-467 sayılı Yaz 2009<br />

sayısında genel değerlendirme “Dünya ekonomisi:<br />

Üretimde dibe varıldı” başlığını taşıyordu. Veriler<br />

bütün “gelişmiş endüstri ülkelerinde” sert düşüşlerle<br />

ekonomik küçülme yaşandığını gösteriyordu. Üçüncü<br />

çeyrekte de küçülme hız keserek de olsa sürdü.<br />

2009 yılı içlerinde General Motors gibi “dev”lerin<br />

de bulunduğu bir dizi tekelin neredeyse iflas konumuna<br />

geldiği, ancak devletlerin doğrudan desteği<br />

( bir çok ülkede “kısa çalışma” adı altında işçi ücretlerinin<br />

büyük bölümü devlet tarafından ödendi;<br />

tekellerin borçlarını devlet üzerlendi vs.) ile çöküşten<br />

kurtarıldığı yıl olarak tarihe geçti. Endüstride dünya<br />

çapında kapasite kullanımı % 20 geriledi. Bazı ülkelerde<br />

% 50’lere kadar düştü.<br />

Sonuçta (IMF Nisan 2010 rakamlarına göre) 2009<br />

yılı genelinde Almanya’da ekonomi % 4,97 oranında,<br />

İngiltere’de %4,2, AB genelinde %4,8, Japonya’da<br />

-5,20% oranında, ABD ‘de % 2,44 oranında küçüldü.<br />

Dünya çapında ekonomi ise İkinci Dünya<br />

Savaşı’ndan bu yana ilk kez küçüldü. 2009 yılındaki<br />

büyüme -0,60 oldu.(bkz. World Economic Outlook<br />

Database, April 2010 ,IMF) Dünya ekonomisindeki<br />

küçülmenin boyutunun daha yüksek olmasını engelleyen<br />

Çin (+8,74%), Hindistan (+5,67%) gibi ülkelerde<br />

yüksek büyüme oranının –belli bir gerileme olsa<br />

da- sürmesiydi.<br />

2007 üçüncü çeyreğinden itibaren girilen devrevi<br />

aşırı üretim krizi, 2008 Eylül’ünde patlayan ve dünya<br />

ekonomisinde hacim olarak yaşanan en büyük mali<br />

krizle birleşince, kriz devresinin buhran aşamasından,<br />

bir yıl içinde, çok hızlı, ani düşüş biçiminde<br />

depresyon evresine girildi. Ve depresyonda dünya<br />

ekonomisi ikinci dünya savaşı ertesinde ilk kez küçüldü.<br />

2008’in dördüncü çeyreği, 2009’un ilk iki çeyreği<br />

dünya ekonomisinin küçüldüğü dibe vurduğu<br />

dönemler oldu. Bu dönem aynı zamanda devletlerin<br />

devreye girerek, bir yandan faizleri neredeyse sıfırlamaları<br />

ve piyasaya para akışını hızlandırmaları ; otomobil<br />

sektöründe olduğu gibi yeni araba satışlarında<br />

alıcıya doğrudan teşvik vererek özel tüketimi arttırıcı<br />

tedbirler almaları, diğer yandan “zor durumda”<br />

olan tekellere doğrudan ve dolaylı destek vermeleri<br />

dönemi oldu. Bütün bunlar tabii devletleri yeni borç<br />

yükü altına sokan gelişmelerdi.<br />

Devrevi ekonomik krizde canlanma<br />

evresi…<br />

Alınan ekonomik tedbirler, açılan trilyonluk destek/<br />

yardım/kurtarma paketleri 2009 yılının üçüncü çeyreğinden<br />

başlayarak etkisini gösterdi. 2009’un dördüncü<br />

çeyreğinden bu yana dünya ekonomisi yeniden<br />

büyümeye başladı.<br />

Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü’nün IMF/Dünya<br />

Bankası /Almanya Dİ Kurumu ve OECD verilerini<br />

temel alıp kendi yaptığı hesaplamalara göre 2009’un<br />

üçüncü çeyreğinde % 2’ye yakın; 2009’un birinci ve<br />

ikinci çeyreğinde ise % 5’in üzerinde bir büyüme<br />

oranı söz konusu. 2010’un üçüncü çeyreğinde büyüme<br />

hızında bir gerileme yaşanıyor, %’4 ün altına<br />

iniyor büyüme hızı. Bunun korunması şartlarında<br />

2010 yılında dünya ekonomisinde, 2009’a göre % 4-5<br />

arasında bir büyüme yaşanmış olacaktır. Bu 2009<br />

üçüncü çeyreğinden itibaren içinde bulunulan kriz<br />

devresinde canlanma aşamasına girilmiş olduğunu,<br />

anda krizin canlanma evresi içinde olduğumuzu gösteriyor.<br />

Dünya ekonomisi GSYİH büyüme oranları<br />

2000 % 4,8<br />

2001 % 2,3<br />

2002 % 3,0<br />

2003 % 3,9<br />

2004 % 5,3<br />

2005 % 4,9<br />

2006 % 5,4<br />

2007 % 4,9<br />

2008 % 3,0<br />

2009 % -0,60<br />

2010 % tahmini 4,5<br />

2010 yılı bütünü için beklenen % 4-5 arası büyüme<br />

bağlamında bilinmesi gereken, bu büyümenin 2009<br />

yılındaki % - 0,60’lık bir küçülmeyi çıkış ve başlangıç<br />

noktası alan ve bu büyüklüğe göre hesaplanan bir<br />

büyüme olduğudur. Yani dünya ekonomisi henüz bu<br />

kriz dönemi öncesindeki zirvedeki büyüklüğüne varmamıştır.<br />

Buraya varıldığında zaten devrenin kalkınma<br />

aşaması başlayacaktır. Şimdilik gelişme -büyüme<br />

hızının düştüğü göz önüne alındığında- canlanma<br />

evresinin uzaması yönündedir. Bu arada dalgalanmalı<br />

bir gelişme ile, 2012’de canlanma evresinden<br />

kalkınma evresine geçiş normal gelişme olacaktır.<br />

Fakat canlanma evresinin kalkınma evresine varmadan<br />

kesilmesi de, hiç de küçük olmayan bir olasılıktır.


Çünkü bu devrede depresyon evresinden bir yıldan<br />

az sürede çıkılması yukarıda ortaya konulduğu gibi<br />

devletlerin ekonomiye doğrudan yoğun müdahaleleri<br />

ve devletlerin aşırı borçlanması sayesinde olmuştur.<br />

Canlanma aşırı devlet borçları ile “satın alınmıştır.”<br />

Temeli aşırı devlet borcu balonudur.<br />

Şişen borç balonları…<br />

Dünya ekonomisinde yaşanmış olan hacim açısından<br />

en büyük mali kriz aşırı “devlet borçlanmaları” ile<br />

görünürde aşıldı. Benzer bir biçimde devrevi krizde<br />

dipten çıkılması, depresyon aşamasının oldukça kısa<br />

sürmesi de, real ekonomi alanına yine devlet borçlanmaları<br />

temelinde yapılan müdahalelerle sağlandı.<br />

Şimdi dünya ekonomisi aşırı şişen bir devlet borçları<br />

balonu üzerinde hareket ediyor.<br />

Ekonomide üretilenin 1/3 ne eşit bir borç döndürülebilir,<br />

kabul edilebilir bir borçtur. Bunun üstündeki<br />

bir borçlanma borçlananı borç verene bağlar, batırır.<br />

Devletler söz konusu olduğunda üretilen GSYİH’dır.<br />

Devletler açısından borç GSYİH’nın 1/3 ünün üzerine<br />

çıktığında, borç tehlikeli büyüklüğe gelmiştir.<br />

Şimdi devletlerin borç durumlarına baktığımızda<br />

şişen balonun boyutları net olarak görülüyor.<br />

Dünyanın en büyük ekonomisi konumundaki<br />

ABD, aynı zamanda dünyanın en büyük borçlu ekonomisi.<br />

30 Eylül 2010 tarihinde ABD’nin devlet borcu<br />

13,5 trilyon dolardı. 2008-2010 arasında ortalama<br />

borç artış oranı % 15 civarında idi. İki yılda alınan<br />

yeni borç 3,53 trilyon dolardı. ABD’nin devlet borcu<br />

ABD’nin GSYİH’nın yaklaşık % 95’ne eşitti!<br />

Yani esasında ABD ekonomisi borçlarını ödeyemeyecek<br />

durumda olan, aşırı borçlu bir ekonomi idi.<br />

Fakat borç batağı içindeki tek ekonomi ABD ekonomisi<br />

değildi.<br />

Örneğin Avrupa Birliği Maastricht Kriterleri denen<br />

AB üyeliği için ekonomik kriter olarak tespit<br />

ettiği büyüklüklerde devlet borcunun üst sınırını<br />

GSYİH’nın % 60’ı olarak tespit etmişti. Devlet borcu<br />

GSYİH’nın % 60’ın üzerinde olan bir devlet buna<br />

göre AB üyesi olamaz. Üye ise üyelikten çıkarılması<br />

gerekir! 31.12.2009 itibarıyla devlet borcu GSYİH’<br />

nın üzerinde olan AB üyesi devletler ve borçlarının<br />

GSYİH’ya oranları şöyle idi:<br />

Belçika: % 96,7, F.Almanya: %73,2, İrlanda: % 64,0,<br />

Yunanistan: % 115,1, Fransa: %77,6%, İtalya: % 115,8,<br />

Macaristan: %78,3, Malta: % 69,1, Hollanda: % 60,9,<br />

Avusturya: %66,5, Portekiz: %76,8, İngiltere: % 68,1<br />

İspanya’nın devlet borçları aynı tarihte % 60’ın altında<br />

(53,2%) idi. Yani durumu bu bağlamda yukarıda<br />

sayılan ülkelerden daha iyi idi; fakat devrevi ekonomik<br />

krizin en sert vurduğu, Avrupa’da üretimin en<br />

fazla gerilediği ülke konumunda idi, devlet borcunun<br />

artma hızı da yüksekti.<br />

Yüksek devlet borçları bağlamında bilinmesi gereken<br />

şudur: Devlet borcunun yüksek olması ekonomisi<br />

zayıf olan, askeri olarak güçlü olmayan küçük<br />

devletler açısından tam bir felaket, ekonomik iflas,<br />

dışa bağımlılığın artması, en uç noktada ekonominin<br />

yönetiminin başka devletlerin, uluslararası mali kuruluşların<br />

eline geçmesi anlamına gelir. Devlet borcunun<br />

yüksekliği ABD gibi büyük emperyalist güçler<br />

açısından böyle sonuçlara yol açmaz. Onlar bu büyük<br />

borçların yükünü hem kendi ülkelerinde, hem de bütün<br />

dünyada işçi sınıfının ve emekçi halkların sırtına<br />

yıkabilecek güce sahiptirler.<br />

AB somutunda emperyalist büyük güçlerle, orta<br />

derecede gelişmiş, bağımlı ekonomiler arasındaki<br />

fark çok net olarak görüldü. Borç bağlamında dört<br />

devletin baş harflerinden üretilen PIGS (İngilizcede<br />

pigs domuzlar anlamına geliyor… Mahallenin<br />

düzenini bozan kötü/çamura batmış kirli çocukları)<br />

adı altında Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve İspanya<br />

hedef tahtasına kondular. Bunların ayağını<br />

yorganına göre uzatmadığı, kendi imkanlarının çok<br />

üzerinde bir hayat seviyesinde yaşadıkları, AB’nin<br />

ekonomik istikrarını sorumsuz, har vurup harman<br />

savuran politikalarla tehlikeye attıkları, iflasa doğru<br />

sürüklendikleri vs. anlatıldı burjuva medyada.<br />

Yukarıdaki rakamlar “domuzlar” içinde sayılanlardan<br />

İspanya’nın borç bağlamında Maastricht kriterlerine<br />

uygun bir konumda olduğunu, Almanya’dan,<br />

Fransa’dan, İngiltere’den çok daha iyi konumda olduğunu<br />

gösteriyor. İrlanda’da % 64’lük borç oranıyla<br />

bu emperyalist büyük güçlerden daha iyi durumda<br />

idi. Portekiz’in devlet borcu seviyesi bu emperyalist<br />

büyük güçlerin borç seviyesinin çok üstünde değildi.<br />

Yalnızca Yunanistan % 115’lik borç oranıyla söz<br />

konusu emperyalist büyük güçlerden kötü durumda<br />

idi. Borç konusunda PIGS denenlerin en azından ikisinden<br />

daha kötü durumda olanlar, kendinden iyi<br />

durumda olanları kınıyor, onlardan siyaset değişikliği,<br />

daha doğrusu AB merkezinde, IMF ile işbirliği<br />

içinde hazırlanan ve söz konusu ülke ekonomilerinin<br />

yönetimlerini AB merkezine (Siz Almanya ve Fransa<br />

olarak okuyun) ve IMF’ye bırakmaları talep ediliyordu.<br />

Birinci sırada % 115 borçla iflas durumuna gelmiş<br />

olan Yunanistan ekonomisi- 350 milyar avroyu<br />

gündem<br />

13


gündem<br />

14<br />

aşan ve Dünya piyasasındaki faiz oranının nerdeyse<br />

iki misli faiz oranlı kredi ile- teslim alındı. Bunun<br />

yanında AB’nde iflas durumuna gelen ülkelerin iflasını<br />

önlemek iddiasıyla 750 Milyar Avroluk bir fon<br />

yaratıldı. Aslında dert Avrupa Para Birimi Avro’nun<br />

istikrarını sağlamak. Yani sonuçta AB içindeki emperyalist<br />

büyük güçlerin kendi kendilerini koruma<br />

şemsiyesi bu 750 milyarlık fon. Bu fonun 250 milyar<br />

Avrosu IMF tarafından sağlanıyor. 60 Milyar Avro<br />

AB’nin genel bütçesinden geliyor. 122,8 milyar Avrosu<br />

Almanya’dan, 92,3 milyar Avro’su Fransa’dan geliyor.<br />

81 Milyar Avro İtalya, 53,9 milyar İspanya tarafından<br />

taahhüt ediliyor. Diğer 11 Avro bölgesi ülkesi<br />

de geri kalan meblağı GSYİH oranlarına göre paylarla<br />

karşılıyorlar. 2010 yazında Pigs’in g’si Yunanistan<br />

ekonomisi teslim alındıktan sonra, sıra İrlanda’ya<br />

geldi. Onunla ilgili teslim alma işlemi de Kasım 2010<br />

da tamamlandı. Şimdi sırada Portekiz ve eğer güçleri<br />

yeterse İspanya var.<br />

Yani şişen borç balonu emperyalist büyük güçler<br />

açısından relatif küçük, bağımlı ekonomilerin bağımlılığını<br />

arttırmak, onları disipline etmek için kullanılıyor.<br />

Fakat bir bütün olarak şişen borç balonu inmiyor.<br />

Bu balon geçici tedbirlerle ve devlet gelirlerini<br />

arttırma, giderlerini azaltma yoluyla –ki bunu hepsi<br />

bir yandan emekçilerin vergi yükünü arttırarak, diğer<br />

yandan özelleştirme, taşeronlaştırma, sosyal hizmetlerde<br />

kısıtlama yollarıyla yapıyorlar- indirilemeyecek<br />

kadar şişmiş durumda. Balonu patlatmamak<br />

için devlet iflaslarının önlenmesi lazım. Fakat bu<br />

önleme tedbirlerine tabii ki kendi çıkarları doğrultusunda<br />

katkıda bulunanların bizzat kendileri yüksek<br />

derecede borçlu. Yani devlet iflaslarının önlenmesi<br />

borç balonunun altındaki ateşi söndürmüyor, balonun<br />

şişmesini durdurmuyor. Balon büyüyor. Eninde<br />

sonunda bir yerden – devlet iflası biçiminde- patlaması<br />

kaçınılmaz. Bu tabii kapitalizmin sonu olmaz,<br />

fakat emperyalist dünyada güç dengelerinde sarsıntıya<br />

yol açar. Ve real ekonomide de çok önemli olumsuz<br />

etkileri olur.<br />

Kriz: Fırsatlar<br />

Devrevi ekonomik krizler toplumun bütün kesimleri<br />

açısından fırsatlar ve tehlikeleri beraberinde getirir.<br />

Bizi öncelikle ilgilendiren işçi-emekçi sınıflar açısından<br />

fırsat ve tehlikelerdir. Bu bağlamda şimdi yaşadığımız<br />

boyutlardaki krizin yarattığı fırsatlar ve tehlikeler<br />

de büyük.<br />

Kriz dönemleri emekçiler açısından kayıp dönemleridir.<br />

İşsizliğin artışı, çalışanlar açısından gerçek<br />

ücret düşüşleri, yoksulluğun artması, kazanılmış<br />

hakların tırpanlanması kriz dönemlerinin sürekli<br />

yol arkadaşlarıdır. Kriz ne kadar derin olursa, kayıplar<br />

da o kadar büyük olur. Şimdiki kriz devresinde<br />

bunu yaşadık, yaşıyoruz. Krizin şimdi içinde bulunduğumuz<br />

canlanma ve devamında gelmesi muhtemel<br />

kalkınma aşamasında burjuvazi bütün ülkelerde krizin<br />

yükünü işçi emekçilerin sırtına yıkmaya devam<br />

edecek, yaşanan büyük kriz işçi sınıfı ve emekçilerin<br />

kayıplarının mümkün olan en üst seviyede sürdürülmesine<br />

çalışacaktır.<br />

Mali krizi aşmak için seçilen yol olan aşırı devlet<br />

borçlanmasının yükü işçi ve emekçilerin sırtına bindirilmeye<br />

çalışılacaktır. Dolaylı dolaysız vergiler artacak;<br />

gerçek ücret düşüşleri devam edecek, işsizlik<br />

fazla gerilemeyecektir. Demokratik haklar, ekonomik<br />

kazanımlar tırpanlanmaya devam edilecektir.<br />

Bütün bunlar “krizden çıkmak” için çabalar olarak<br />

sunuluyor, sunulacaktır. Fakat bu krizde bir şey<br />

bir kez daha çok iyi görülmüştür: Devletler burjuvazinin<br />

devletleridir. İşçilerin ücretleri düşürülürken,<br />

sosyal haklar kısıtlanırken bankalar ve tekellere milyarlarca,<br />

trilyonlarca devlet yardımı akıtılmaktadır.<br />

Bankalara, tekellere trilyonlar aktarılırken, işçiler<br />

ve emekçilerden elindeki de alınmaktadır. Bu gayet<br />

açık yapılmaktadır. Bunun görüldüğü yerde itirazlar,<br />

buna karşı mücadeleler de kaçınılmaz olarak gündeme<br />

gelmektedir. İşçi ve emekçi hareketinde henüz<br />

sistemi gerçek anlamda tehdit eden devrimci bir içerikle<br />

olmasa da, ve burjuvazi düzen sendikalarının<br />

ve reformist örgütlerin de sayesinde hareketi var<br />

olan hükümetlere karşı protesto çerçevesi içinde tutmayı<br />

başarsa da, gözle görülür bir canlanma vardır.<br />

Avrupa’da, Fransa’da, Yunanistan’da birkaç ay içinde<br />

Genel grev olarak adlandırılan onlarca kitlesel<br />

eylem olmuştur. Almanya’da burjuvazinin kitlelerin<br />

taleplerini dikkate almayan kararlarına karşı, krizin<br />

yükünün emekçilere bindirilmesine karşı, atom santrallerinin<br />

çalıştırılma döneminin uzatılmasına karşı<br />

kitlesel eylemler gelişmektedir. Hareketlenme yalnızca<br />

Avrupa ile sınırlı değil, hemen her ülkede işçi<br />

emekçi hareketinde belirli bir canlanmayı gözlemek<br />

mümkün.<br />

Mali krizle tamamlanan ve derinleşen devrevi kriz<br />

burjuvazinin “krizsiz kapitalizm” yalanlarını yerle<br />

bir etti. Bunun yanında burjuvazinin kriz yönetimi<br />

adına yaptıkları da kapitalizmin gerçek niteliğinin<br />

teşhiri açısından büyük malzeme yaratmış durum-


gündem<br />

da. Şimdi işçi ve emekçi yığınlar içinde antikapitalist/<br />

sosyalist/komünist propagandanın son kriz verileri<br />

temelinde daha anlaşılır biçimde yapılmasının imkanları<br />

var. İşçi ve emekçilerin bu kriz içinde bizzat<br />

kendi hayatlarında edindikleri tecrübeler, burjuvazinin<br />

yalanlarının gösterilmesi için daha elverişli bir<br />

zemin oluşturuyor. Kriz bu yüzden aslında işçi sınıfı<br />

içinde Komünist Partisi inşası çalışmasında yeni ve<br />

büyük fırsatlar yarattı, yaratıyor. Bunları kullanmayı<br />

becermemiz lazım.<br />

Ve Tehlikeler: Faşizm…<br />

Fakat kriz yalnızca Sosyalist/Komünist faaliyetler<br />

açısından fırsatlar yaratmıyor. Burjuvazinin en gerici,<br />

en şoven, en saldırgan kesimlerinin, birçok halde<br />

“Nasyonal Sosyalizm” adı altında pazarlanan faşist<br />

siyasetleri, açık faşist partiler de kriz dönemlerinde<br />

daha fazla taraftar toplayabiliyor. Şu anda faşizm<br />

emperyalist merkezlerde finans kapitalin iktidarını<br />

sürdürmek için gerekli değilse de, (Çünkü onların iktidarı<br />

anda işçi ve emekçi hareketi tarafından gerçek<br />

anlamda tehdit altında değil) faşist iktidar opsiyonu<br />

da hep elde tutuluyor. Burjuva devletler – en demokratik<br />

ülkelerinde bile- bir yandan krizi de bahane<br />

ederek burjuva demokratik hakları tırpanlarken, diğer<br />

yandan sivil faşist güçlerin, partilerin, örgütlerin<br />

gelişmesine göz yumuyor, kimi yerde doğrudan<br />

destekliyor. Bu bağlamda iki yıl önce ilginç bir olay<br />

yaşandı Almanya’da. Alman Federal Meclisi, Alman<br />

Eyaletler Meclisi ve Alman Hükümeti ortak bir iddianame<br />

ile NPD adlı açık faşist partinin yasaklanması<br />

talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular. Delilleri<br />

değerlendiren Anayasa Mahkemesi davayı kabul<br />

etmedi. Çünkü delillerin değerlendirilmesi sırasında<br />

NPD denen örgütün yönetici kademesinin üçte birinin<br />

devlet tarafından görevlendirilmiş ajanlar olduğu<br />

ortaya çıktı. NPD denen örgüt aslında devlet<br />

tarafından yönetiliyordu! Batılı emperyalist ülkelerde<br />

Anti İslamizm ve öncelikle İslam ülkelerinden gelen<br />

göçmenlere karşı kışkırtmaları merkeze koyan açık<br />

ırkçı propagandalar geniş biçimde yaygınlaştırılıyor<br />

ve taban buluyor. Kimi açık faşist örgütler yabancı/<br />

göçmen düşmanlığı merkezli bir propagandayla parlamentolarında<br />

temsil edilecek, kimi hallerde evet<br />

hükümet kurulmasında belirleyici rol oynayacak kadar<br />

oy alabiliyorlar.<br />

Faşizmin siyasi iktidarda en ilerlemiş olduğu ülke<br />

Macaristan. Burada Parlamentoda 2/3 çoğunluğa<br />

sahip olan ve bu çoğunluğa dayanarak açık faşist<br />

görüşleri Anayasaya yerleştiren aşırı sağcı bir parti<br />

hükümette. Ondan daha da faşist, açıkça Nazizm<br />

propagandası yapan Jobik Partisi ise son seçimlerde<br />

% 16,7 oranında oy aldı.<br />

Fakat faşizm demokrasi açısından relatif geri olan<br />

doğuda gelişmiyor yalnızca. Bir zamanlar demokrasinin<br />

örnek ülkeleri olarak adlandırılan, hatta “üçün-<br />

15


gündem<br />

16<br />

cü yol” ülkeleri vb. olarak yutturulan, “sosyal pazar<br />

ekonomisinin”, “sosyal devlet”in örnekleri olarak<br />

gösterilen Kuzey Avrupa ülkelerinin hepsinde açık<br />

faşist partiler parlamentoda temsil edilecek oy oranına<br />

varmış durumda. İsveç’te en son seçimlerde<br />

birbiri ile faşizm konusunda yarışan iki parti birlikte<br />

% 20’nin üzerinde oy aldı. Hollanda’da ve partisinin<br />

kurucusu, yöneticisi ve tek üyesi olan Geert<br />

Wilders’in parti olmayan partisi bugün Hollanda’da<br />

hükümet kurulmasında kilit rolü oynayan güce sahip.<br />

İsviçre’de ırkçılık ve faşizm doğrudan demokrasi<br />

temelinde geliştiriliyor. Minare yasağı ve “hüküm<br />

giymiş göçmenlerin cezasını çektikten sonra otomatikman<br />

sınır dışı edilmesi” için yapılan referandumlarda<br />

çoğunluk bu ırkçı taleplere destek verdi.<br />

Anglo-Sakson tipi demokrasinin örnek ülkesi<br />

ABD’de “Tea Party (Çay Partisi) Hareketi” adı altında,<br />

cumhuriyetçi parti açısından bile “aşırı sağ”<br />

olarak değerlendirilen, yer yer açık ırkçı, militan ve<br />

salakça antikomünist (o kadar ki, Obama’yı bile komünist<br />

görüyorlar) ortaya çıkan bir hareket seçimlerde<br />

önemli oranda oy alabiliyor vs.<br />

Batı’daki faşist gelişmede, egemen burjuvazi kitleleri<br />

kandırabilmek için en önemli ideolojik araçlardan<br />

biri olarak “terörizme” karşı mücadeleyi ve<br />

aynı anlamda islamofobiyi kullanıyor. Anti İslam<br />

kışkırtmalarla emekçiler “batının Yahudi-Hıristiyan<br />

değerleri”ni korumaya çağırılıyor. Bu bizim önümüze<br />

ideolojik mücadele görevi olarak bir yandan bir din<br />

ideolojisi olarak İslama karşı mücadeleyi, diğer yandan<br />

fakat İslam ile “batının Yahudi-Hıristiyan” değerleri<br />

arasında ilkesel bir fark varmış gibi gösteren<br />

ve onların tersine İslamı terörizmle özdeşleştiren İslamofobiye<br />

karşı mücadeleyi koyuyor. Yoktur birbirlerinden<br />

farkları. Ve İslamofobi batının emperyalist<br />

egemenleri tarafından kendi emekçilerini ırkçı kışkırtma<br />

temelinde sınıf kardeşlerine düşman etmenin<br />

ve kendi kuyruğuna takmanın bir aracıdır.<br />

Gelişen faşizm tehlikesi karşısında görev bütün<br />

antifaşist güçlerle eylem birliği içinde faşist güçlere<br />

karşı mücadele etmektir. Anti faşist mücadelede Komünistler<br />

açısından belirleyici önemde olan şey, bu<br />

mücadele içine komünist düşünceleri taşımaktır. Bu<br />

en başta faşizmin burjuvazinin iktidar biçimlerinden<br />

biri olduğu, emperyalizm çağında burjuvazinin en<br />

demokratiğinin bile faşist tedbirler almadan yapamayacağı<br />

düşüncesinin taşınması demektir. Burjuva demokrasisinin<br />

hüküm sürdüğü ülkelerde faşizm bizzat<br />

devlet eliyle geliştirilmektedir. Sivil faşist güçler,<br />

hareketlere karşı mücadele edilirken, bunların devlet<br />

ile olan bağları sürekli teşhir edilmeli, ortaya konmalıdır.<br />

Kapitalizm var olduğu sürece, egemen olduğu<br />

sürece, faşizm tehlikesi hep olacaktır. Faşizmin gerisinde<br />

duran sermayenin egemenliğidir. Gerçek antifaşist<br />

mücadele bu yüzden faşizme karşı mücadeleyi<br />

kapitalizme karşı mücadeleyle birleştiren mücadeledir.<br />

Antifaşist mücadelede bu düşüncelerin yaygınlaştırılması,<br />

işçi ve emekçilerin bu yönde eğitilmesi<br />

bizim için hayati önemdedir. Bundan hiçbir şart altında<br />

vaz geçilemez.<br />

Savaş tehlikesi büyüyor…<br />

Savaş emperyalizm açısından krizden çıkmanın bir<br />

yoludur. Savaş bir yandan içte (cephe gerisinin sağlam<br />

olması, işçi ve emekçilerin “yurtseverlik”, “vatanseverlik”<br />

ideolojisi temelinde burjuvazisinin kuyruğunda<br />

savaşa coşkuyla katılması durumunda) savaş<br />

sanayinin tam kapasite çalışması temelinde, sanayi<br />

üretiminin arttırılması yoluyla krizden çıkmanın<br />

bir aracıdır. Savaş diğer yandan dışta bir emperyalistlerle<br />

rekabette pazar ve hammadde kaynaklarının<br />

elde tutulması ve diğerlerinin aleyhine genişletilmesi<br />

yoluyla, diğer ülke emekçilerinden elde edilen ekstra<br />

karlarla krizden çıkmanın bir yoldur. Bunun ön şartı<br />

tabii savaşta başarı, savaşta kazanmadır. Tersi bir<br />

durumda kaybedilen savaş, çöküşün yolunu açabilir.<br />

Bu yüzden bütün emperyalist güçler dişine tırnağına<br />

silahlıdır, savaşa hazırlıklıdır, bugün hazır olmayan<br />

yarın için hazırlanır. Kriz nasıl kapitalizmin ayrılmaz<br />

yol arkadaşı ise, gerici-emperyalist savaşlar da<br />

sistemin ayrılmaz yol arkadaşlarıdır. Kapitalizmin<br />

eşitsiz gelişme yasası sonucu, emperyalist dünyada<br />

var olan güç dengeleri değişir. Güç dengelerinin değişmesi<br />

bu değişen güç dengelerine göre emperyalist<br />

dünyanın yeniden paylaşılmasını gündeme getirir.<br />

1990’lı yılların başında Rus Sosyal Emperyalizminin<br />

ve Soysal Emperyalist kampın çökmesinden sonra<br />

yeniden kurulan güç dengesi yerini, bir yandan AB<br />

somutunda Almanya/Fransa bloğunun kurulması,<br />

diğer yandan Rusya’nın 2000’li yıllarda yeniden kendini<br />

toparlaması, her şeyden önce de Çin’in 30 yılı<br />

aşkın süredir kesintisiz süren yüksek ekonomik kalkınması<br />

sonucu bugün yeniden paylaşımı gerektiren<br />

yeni bir güç denge dağılımına bıraktı. ABD hala tek<br />

başına dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü<br />

durumunda. Ama ekonomik olarak gücü azalan konumda.<br />

Buna karşı hem AB, hem Çin ekonomik olarak<br />

gücü artan konumdalar. Rusya’da 1990’daki çö-


küşü gerisinde bırakmış durumda. Yeniden paylaşım<br />

dalaşı bütün şiddetiyle sürüyor aslında. Fakat henüz<br />

esasta ABD’nin askeri güç üstünlüğü sürdüğü için<br />

aslında daha fazla pay alması gerekenler; ABD den<br />

bu payı savaş yoluyla talep etmeye hazır olmadıkları<br />

için, emperyalistler arası bir dünya savaşı bugün<br />

gündemde değil. Emperyalist ve gerici savaşlar şimdilik<br />

hala emperyalist büyük güçlerin çıkarlarının<br />

çatıştığı bölgesel savaşlar biçiminde yürüyor. Irak’ta<br />

ve Afganistan’da yürüyen emperyalist işgal savaşları<br />

böyle savaşlardır. Afrika’da yürüyen, en son Fildişi<br />

Sahili’nde bizzat BM güçlerinin taraf olarak katıldığı<br />

savaşlar böyle savaşlardır. Fakat eninde sonunda emperyalistlerin<br />

doğrudan çatışacağı bir savaş ta –eğer<br />

bu devrimlerle önlenemezse, ki gelişme bunun çok<br />

zor olduğunu gösteriyor- gündeme gelecektir. Ve bütün<br />

emperyalistler, en başta da emperyalist büyük<br />

güçler harıl harıl buna hazırlanıyor. Bunun en son<br />

örnekleri, yapılan son NATO zirvesi, Çin’in Pasifikte<br />

ABD egemenliğine darbe vurabilecek bir askeri teknolojiyi<br />

geliştirmiş olması vb. dir.<br />

Şimdi kuruluşu döneminde ABD önderliğinde antikomünist<br />

saldırı savaşları için örgütlenen NATO,<br />

gelinen yerde bir yandan AB ile ABD’nin kendi aralarındaki<br />

askeri bir pakt olarak ve Rusya’ya ittifak öneren,<br />

esasta batılı emperyalistlere kafa tutmaya kalkan<br />

bütün güçlere – orta vadede gelişmesinden korku duyulan<br />

Çin’e- yönelik bir dünya jandarması haline getiren<br />

bir strateji temelinde yeniden örgütleniyor. Son<br />

NATO zirvesinde alınan kararların anlamı bu.<br />

Anda yukarıda belirttiğimiz gibi bir dünya savaşı<br />

gündemde değil. Çünkü ABD dışındaki güçler henüz<br />

ABD’nin egemenliğini savaş yoluyla sorgulayacak<br />

hazırlıkta değil. Ancak olası bölgesel savaşlardan bir<br />

dünya savaşına gelişme potansiyelini içinde taşıyan<br />

çatışma alanları var. Bunların en başında Ortadoğu<br />

geliyor. Ortadoğu’da İran’a bir ABD veya bir İsrail<br />

saldırısı gündemden düşmüş değil. İsrail İran’ın<br />

atom silahı imal edecek durumda olduğu kanısında<br />

olduğu an, ABD doğrudan destek vermese de, tek<br />

başına İran’a saldırır. İsrail tabii ki İran’ı işgal edecek<br />

filan değildir. Fakat İran’ı bombalamaya, hatta<br />

atom silahıyla saldırmaya gücü yeter. Böyle bir saldırı<br />

İran’ın İsrail’e karşı saldırısı ile karşılanır. ABD’nin<br />

devreye girmesi bu durumda kaçınılmazdır. Böyle bir<br />

İsrail-İran savaşı Ortadoğu’da genişleme potansiyelini<br />

içinde taşıyan bir bölgesel savaştır. Ve aslında önümüzdeki<br />

3-5 yıl içinde olasıdır.<br />

İkinci önemli güncel çatışma alanı Güney/Kuzey<br />

Kore’dir. 2010 sonunda bu iki güç yine askeri olarak<br />

karşı karşıya gelmiştir. Hem Kuzey, hem Güney Kore<br />

atom silahına sahiptir. Önümüzdeki dönemde de<br />

bu alanda yeni çatışmalar olasıdır. Orta vadede Çin<br />

HC’nin Tayvan’ı “anavatana” katmak istemesi de kaçınılmazdır.<br />

Ve bunun Hong Kong ve Makao’nun a<br />

anavatana katılmasından daha değişik olma olasılığı<br />

da yüksektir. Çünkü Tayvan ile ABD arasında karşılıklı!<br />

askeri destek paktı vardır. Bunlardan birine<br />

yönelen saldırı, diğeri tarafından savaş nedenidir. Pasifikte<br />

sınırlar sorgulanmaya başlandığında Japonya/<br />

Çin, Rusya/Japonya arasında “çözülmemiş” sınır sorunlarının<br />

gündeme gelmesi de olasıdır. Bütün bunlar<br />

bu alandaki olası bölgesel savaşların da genişleme<br />

ve bir dünya savaşına evrimlenme potansiyelini içinde<br />

taşıdığını göstermektedir.<br />

Komünistlerin emperyalist savaşlar ve savaş tehlikesi<br />

karşısında tavrı bellidir:<br />

Savaşa gerçekten karşı olan kapitalist sistemi yıkma<br />

mücadelesini yükseltmelidir. Çünkü emperyalist<br />

savaşların kaynağı kapitalist sistemin kendisidir. Kapitalist<br />

sistem var olduğu sürece kalıcı barış mümkün<br />

değildir.<br />

Biz kuşkusuz somut belirli bir savaşı engellemek<br />

için, (örneğin Irak’a ve Afganistan’a yönelik emperyalist<br />

işgal savaşlarında olduğu gibi) savaşa karşı mücadeleyi,<br />

kapitalizme karşı mücadele olarak yürütmeyen<br />

pasifist, reformist güçlerle de yan yana geliriz.<br />

Ancak bu ortak mücadelede kendi görüşlerimizi en<br />

geniş biçimde yaygınlaştırmaktan bir an vaz geçmeyiz.<br />

Biz emperyalist gerici savaşlarda “kendi<br />

burjuvazimiz”in yenilgisi için devrimci bozgunculuk<br />

siyaseti izleriz.<br />

WİKİLEAKS OLAYI<br />

“Wikileaks” isimli internet Sitesi, 28 Kasım 2010’da<br />

Wikileaks’in 28 Kasım 2010’da ABD Dışişleri<br />

Bakanlığı’nın değişik ülkelerdeki diplomatlarla yaptığı<br />

yazışmaları içeren 842 belge yayınladı. Sitede<br />

daha önce belgelerin tümünün 2521.287 adet olduğu<br />

ve bunların parça parça yayınlanacağı duyurulmuştu.<br />

Site elinde bu belgelerin varlığını daha önce duyurmuş,<br />

ABD yönetimine bu belgelerin yayınlanmasında<br />

ortaya çıkabilecek can güvenliği ile sorunları ortadan<br />

kaldırmak için işbirliği önermiş, bu önerisi “suç işleyen<br />

korsanlarla işbirliği olmaz” gerekçesiyle reddedilmişti.<br />

Belgeler Wikipedia sitesinde yayınlanmaya<br />

başlanmadan önce, beş ülkede çok okunan ve burju-<br />

gündem<br />

17


gündem<br />

va medya içinde “ciddi-güvenilir ” kategorisinde değerlendirilen<br />

beş basın organına (ABD de New York<br />

Times, İngiltere’de Guardian, Fransa’da Le Monde,<br />

Almanya’da der Spiegel, İspanya’da El Pais) gönderilmiş,<br />

bunlar süzgeçten geçirdikleri belgeler temelinde<br />

diziler yayınlamaya başlamıştı. 29 Kasım’da şimdi<br />

doğrudan belgelerin yayınlanmaya başlanmış olması<br />

ve gerisinin geleceğinin de duyurulmuş olması büyük<br />

gürültü kopardı. Wikileaks sitesi bir anda dünyanın<br />

en çok ziyaret edilen, en önemli sitesi haline geldi.<br />

Başta belgelerin kaynağı olan ABD yönetimi olmak<br />

üzere, bütün egemenler için Wikileaks derhal sesi<br />

kesilmesi gereken, “teröristlere yardım eden”, “insan<br />

hayatını tehlikeye atan”, “hedef gösteren”, “bilgilenme<br />

özgürlüğü adı altında sistemi yıkmak isteyen”<br />

düşman ilan edildi. Daha doğrusu bu düşman ilanı<br />

daha önce yapılmıştı, şimdi artık iyice güçlendirildi.<br />

Wikileaks ne?<br />

Wiki internet dünyasında, herkesin var olan bilgiye<br />

sızan, kamuoyunu ilgilendirdiği halde hükümetler ve<br />

büyük irketler tarafından gizli tutulan bilgi ve belgeleri<br />

yayınlayarak, kamuoyunu bilgilendirme amacına<br />

sahip bir internet sitesi.<br />

Wikileaks’e gelen bilgi ve belgelerin kaynaklarının<br />

gizlenmesi ve bunların –doğruluğu kontrol edildikten<br />

sonra- sansürsüz yayınlanması Wikileaks’in çalışma<br />

ilkesi. Yani eğer herhangi bir kişi bastırılmış,<br />

gizlenen bir gerçeği kamuoyuyla paylaşmak istiyorsa,<br />

Wikileaks bunun için doğru adres. Herkes Wikileaks<br />

sitesine yayınlanmasını istediği belgeyi anonim olarak<br />

yükleme imkanına sahip. Yüklenen adres, tarih<br />

vb. de Wikileaks çalışanları tarafından peşi izlenemez<br />

biçimde siliniyor. Tek posta adresi, Melbourne<br />

Üniversitesi’nde bir posta kutusu.<br />

Wikileaks kim?<br />

18<br />

girip, kendi ismiyle düzeltme yapmasını mümkün kılan<br />

siteler için kullanılan “ön isim”. Bu bağlamda en<br />

çok girilen, kullanılan, en çok bilinen Wiki sitesi, sürekli<br />

gelişen internet ansiklopedisi Wikipedia. Leak<br />

İngilizce, “Delik”, “Sızıntı” anlamlarına geliyor. Wikileak<br />

çeşitli hükümetlerden ve büyük şirketlerden<br />

Wikileaks, sitede verilen bilgiye göre 2006 yılında<br />

Çinli muhaliflerin yanı sıra ABD, Tayvan, Avrupa,<br />

Avustralya ve Güney Afrikalı gazeteciler, matematikçiler<br />

ve şirket teknoloğları tarafından kurulan bir<br />

site. Kurucuların kim olduğu açıklanmıyor. Yalınızca<br />

Avustralyalı gazeteci ve internet aktivisti Julian Assange<br />

ve kendini Daniel Schmitt olarak tanıtan bir<br />

Alman Wikileaks’ın sözcüsü olarak tanınıyorlar.<br />

Wikileaks’in 800-1000 arası ücretsiz, gönüllü, ano-


nim olarak çalışan elemanı var. Bu gönüllüler birbirlerini<br />

İnternet üzerinde şifrelenmiş chat yoluyla<br />

tanıyorlar.<br />

Wikileaks’i kim nasıl finanse ediyor?<br />

Wikileaks çalışanları esas olarak ücretsiz-gönüllü çalıştıklarından,<br />

Wikileaks’ın esas giderlerini İnternet<br />

hizmetini sunan şirkete (Server) ve bürokratik işler<br />

için yapılan harcamalar, son dönemde giderek artan<br />

seyahat masrafları oluşturuyor. Son dönemde artan<br />

davalar da – şimdiye dek hiçbir kaybedilmemiş- avukat<br />

giderleri de, avukatlar gönüllülerden oluştuğu<br />

için ve diğer dava giderleri değişik haber ajansları,<br />

gazeteler vb. tarafından karşılandığı için şimdiye dek<br />

gider oluşturmuyor. 2010 yılından başlayarak 7 Wikileaks<br />

çalışanına maaş ödenmeye başlanmış. Greenpeace<br />

profesyonellere ödenen maaş (5500 Euro) örnek<br />

alınmış. Sitede verilen bilgiye göre şimdi yıllık<br />

600.000 ABD doları gider var. Bu özel kişilerden ve<br />

STK’larından gelen bağışlarla karşılanıyor. Wikileaks<br />

şirketlerden ve hükümetlerden, bunlarla bağıntılı örgütlerden<br />

bağış kabul etmiyor! 2009 yılı sonunda iflas<br />

noktasına gelen Wikileaks 2010 yılında başındaki<br />

bağış kampanyasının başarısı sonucu devam ediyor.<br />

2010 yılındaki faaliyetleri sonucu Wikileaks’a bağışlar<br />

masrafların çok üzerinde. Şu anda maddi sıkıntısı<br />

yok. Ancak bağış işlerinin yürüdüğü banka ve mali<br />

kuruluşlar devletlerin baskısı sonucu Wikileaks’la<br />

yaptıkları anlaşmadan çekildiklerini açıkladıklarında<br />

sorun çıktı. Söz konusu bankalar ve kuruluşlar<br />

wikileaks’i destekleyen internet eylemcileri tarafından<br />

kilitlenip işlemez hale getirilence, tükürdüklerini<br />

yalamak zorunda kaldılar.<br />

Wikileaks eylemcilerinin amacı ne?<br />

Wikileaks sözcüsü J.Assange amaçlarını “ gizli bilgileri<br />

ulaşılabilir hale getirerek toplumda olumlu gelişmelere<br />

yol açmak” olarak adlandırıyor. Assange<br />

toplumdaki olumlu gelişmelerin temelinin “bilgi”<br />

olduğunu savunuyor. Yüksek Fizik eğitimi görmüş<br />

olan Assange WikiLeaks’te yaptıkları işin gazetecilik<br />

olduğunu savunuyor. Guardian’da yayınlanan bir<br />

söyleşisinde bu konuda şöyle diyor : “ Gazetecilik bir<br />

bilim gibi olmalıdır. Olgu iddia ve bilgileri mümkün<br />

olduğunca kontrol edilebilir olmalıdır. Gazeteciler<br />

mesleklerinin inandırıcılığını korumak istiyorlarsa<br />

bu yönde yürümelidirler. Okurlarına karşı daha fazla<br />

saygı göstermelidirler.”<br />

Wikileaks’in tarafsızlık ilkesi<br />

Wikileaks kendi sitesinde tarafsız olduğunu açıklıyor.<br />

Bunun içeriğini gelen bilgi ve belgeleri –yorum<br />

ve değerlendirme yapmaksızın, pozisyon almaksızın<br />

– olduğu gibi yayınlamak olarak dolduruyor. Ancak<br />

bu konuda Wikileaks’in Irak’ta bir helikopterdeki<br />

Amerikan askerlerinin silahsız sivillere ateş açtığını<br />

gösteren videonun sitede “ Kollateral Katiller” başlığı<br />

ile gösterilmesi ABD hükümeti ve medyasının önemli<br />

bölümü tarafından “ABD düşmanı” olarak ilan edilmesi<br />

için yetti. Afganistan’daki savaşla ilgili Wikileaks<br />

sitesinde yayınlanan belgelerde isimlerin silinmemiş<br />

olması üzerine de, Wikileaks’a karşı, Wikileaks’ın<br />

“teröristlere hedef gösterdiği” şeklinde bir kampanya<br />

yürütüldü. Görünen odur ki, bu kampanya etkisini<br />

göstermiştir. Şimdi Wikileaks yayınlama pratiğinde<br />

hiç sansürsüz yayınlamadan vaz geçmiş durumda.<br />

Eline geçen belgeler bağlamında hükümetleri uyarıyor.<br />

Güvenlik açısından ismi silinmesi gerekenleri<br />

silmeleri için çağrı yapıyor vs. Son yayınlanan belgelerde<br />

de kimi isimler silinmiş durumda. Ve örneğin<br />

Türkiye ile ilgili belgelerden biliyoruz ki, sorun yalnızca<br />

güvenlik sorunu değil! Wikileaks şimdiki yayınlama<br />

pratiği ile, başlangıçta içini doldurduğu biçimdeki<br />

tarafsızlık ilkesinden uzaklaşmış durumda.<br />

Wikileaks şimdiye kadar neleri açıkladı?<br />

Wikileaks’in adı kamuoyunda genişçe ilk kez 2007’de<br />

Kenya eski devlet başkanı Daniel Arap Moi’un ailesi<br />

ve çevresinin karıştığı milyarlık rüşvet olayının belgelerinin<br />

yayınlanması ile duyuldu.<br />

2008’de Julius Baer Bank&Trust adlı şirket’i, Scientology<br />

Kilisesini teşhir eden iç yazışmalar yayınlandı.<br />

Ardından İngiltere’deki faşist parti, Biritanya<br />

Milliyetçi Partisi’nin üye listesi yayınlandı.<br />

2009 yılında Wikileaks Kauphting Bank’ın bir iç<br />

belgesini yayınladı. Ardından Fildişi Sahili kıyılarında<br />

batırılan zehirli çöpleri konu alan –gizli- Minton<br />

Raporu yayınlandı. ABD ile AB arasında imzalanan<br />

ve Avrupa’daki banka hesaplarını ABD’nin kontrolüne<br />

açan gizli anlaşma da Wikileaks’te yayınlanarak<br />

gizliliğini yitirdi. Bu epey gürültü kopardı. 2009’da<br />

bunun dışında Wikileaks’te yayınlanan belgeler içinde<br />

öne çıkanlar şunlar: ABD’de 11 Eylül 2001’e ait<br />

(ikiz kulelere saldırı günü) tüm telsiz konuşmaları;<br />

East Anglia Üniversitesi İklim Araştırma bölümü<br />

profesörlerinin e mail yazışmaları; Toll Collect’in<br />

gizli anlaşmaları ve Afganistan’da Kunduz bölgesinde<br />

iki petrol tankeri ve çevresindeki yüzlerce insanın<br />

gündem<br />

19


gündem<br />

20<br />

bombalanması ile ilgili belgeler. Bu belgeler söz konusu<br />

subayın ve Genel Kurmay Başkanının istifasına,<br />

Savunma Bakanı’nın değiştirilmesine yol açtı!<br />

2010 yılında Wikileaks CIA’nin Almanya ve<br />

Fransa’da çalışma stratejilerini konu alan bir iç<br />

belge yayınladı. Almanya açısından önemli olan<br />

Loveparade’in planlama belgelerini yayınladı. (<br />

2010’daki Love Parade, onlarca insanın ezilerek öldüğü<br />

bir faciayla sonlanmıştı. Belgeler hazırlık aşamasında<br />

her türlü güvenlik tedbirinin reddedildiğini<br />

gösteriyordu.) 12 Haziran 2007’de sitede yayınlanan<br />

bir video aynı gün bütün dünyada birinci haber oldu.<br />

Video Irak’ta bir Amerikan helikopterinin silahsız<br />

sivil insanlara (ki bu saldırıda bir gazeteci de ölmüş<br />

ve gazetecinin ölümü “terörist”lere mal edilmişti!)<br />

ateş açmalarını, bu arada kendi aralarında nasıl sakalaştıklarını<br />

vs. gösteriyordu. Wikileaks 26 Temmuz<br />

2010’da Amerikan Ordusu’nun 2004-2009 yılları arasında<br />

Afganistan savaşında tutmuş olduğu 92.000’i<br />

aşkın belgeyi içeren “Savaş Günlüğü”nün önemli bölümünü<br />

yayınladı. Paralel olarak The Guardian, The<br />

New York Times ve Der Spiegel bu belgeler temelinde<br />

dizi yayın yaptılar. Bireysel olayları da kapsayan günlükler,<br />

sivil kayıplar hakkında ayrıntılı bilgiler içermekteydi.<br />

ABD’nin ve batılı emperyalistlerin işgal ve<br />

savaşının gerçek yüzünü belgeliyordu. Bradley Manning<br />

adlı er, belgeleri sızdıran kişi olduğu suçlaması<br />

ile görev yaptığı Kuveyt’teki Camp Arfijan üssünde<br />

tutuklandı. Hala tutuklu. Vatan hainliği ile suçlanarak<br />

yargılanıyor. 2010’da ayrıca Irak savaşından da<br />

–ünlenen video dışında- bir dizi belge yayınlandı.<br />

Tabii en fazla gürültü koparan ve başta ABD olmak<br />

üzere devletlerin Wikileaks’a karşı yoğun saldırılarına<br />

yol açan yayınlama 28 Kasım’daki “cablegate” olarak<br />

adlandırılan Amerikan diplomat yazışmalarının<br />

yayınlanması oldu.<br />

Neden bu kadar gürültü ve panik?<br />

Wikileaks burjuvazinin üzerini örtmek istediği kimi<br />

pisliklerinin belgelerini yayınlayarak aslında “araştırmacı<br />

gazeteciliğin” yapması gereken işi yapıyor.<br />

Wikileaks internet çağında burjuvazinin pisliklerinin<br />

üzerinin örtülmesinin geçmişe oranla iyice zorlaştığını<br />

gösteriyor. Wikileaks kurucuları ve çalışanları<br />

kuşkusuz kapitalist sisteme kökten karşı değiller.<br />

Dertleri kapitalist sistemin yıkılması, sosyalist komünist<br />

bir topluma yürünmesi vs. değil. Onların karşı<br />

olduğu bilgilerin gizlenmesi. Onlar istenirse “bilgi<br />

özgürlüğü savaşçıları”. Fakat özgür bilgi egemenlerin,<br />

burjuvazinin hiç mi hiç işlerine gelmiyor. Wikileaks’a<br />

karşı, onun dışarıdaki yüzü J.Assange karşı yönelen<br />

öfkeli saldırılar bunun açık kanıtı. Kızdıkları kadar<br />

da var. Çünkü belli bilgiler üzerindeki gizlilik ve tekel,<br />

onların iktidarlarının önemli bir aracı. Kuşkusuz<br />

bilginin gizliliğinin kalkması, bilgiye ulaşmanın demokratikleşmesi,<br />

vatandaşın gözünde devletlerin şeffaflaşması<br />

(Burjuva devletler “Şeffaf vatandaşlar” istiyor.<br />

Bireyin devlete karşı hiçbir gizinin kalmaması<br />

için her şeyi yapıyor. Fakat vatandaş karşısında devlet<br />

kapalı kutu. Filtresiz bilgi yok. Kontrol imkanı yok.)<br />

onların sonu değildir. –Kaldı ki burjuva devletlerinin<br />

tam bir şeffaflaşması hiçbir zaman da olmayacaktır.-<br />

Fakat onların işlerini zorlaştırmakta, burjuvazinin<br />

iktidarının pis yüzünün görülmesini sağlamakta,<br />

burjuva devlete güveni sarsmaktadır. Bu anlamda<br />

yıkıcı bir eylemdir Wikileaks’ın yaptığı. Aslında susturulmalıdır.<br />

Ancak internet çağında bu artık mümkün<br />

değil. Wikileaks’e hizmet sunan server baskı ile,<br />

para ile satın alınarak hizmet vermesi engellenebilir.<br />

(Denendi). İnternet ortamında saldırılarla Wikileaks<br />

sitesi çökertilebilir.(Denendi, deneniyor.) Siteye ulaşım<br />

örneğin Çin’de olduğu gibi merkezi olarak engellenmeye<br />

çalışılabilir. Fakat şimdi Wikileaks sitesini<br />

olduğu gibi kopyalamış olan on binlerce internet eylemcisi<br />

var. Yani bir değil, binlerce Wikileaks sitesi<br />

var. Biri kapandı mı diğeri devreye girer, giriyor. Egemenlere<br />

geriye ne kalıyor? Wikileaks’ı yapanları yok<br />

etmek. Burada da zorluk şu: İnternet ortamı bu işi<br />

yapanların çok önemli bölümünün kişi olarak tanınmasını<br />

engelliyor, anonimite sağlıyor. Öne çıkan kişi<br />

Assange bağlamında yaptıklarını, onu bir seks davası<br />

ile bağıntılı olarak tutuklayıp, tecavüzcü olarak<br />

damgalayıp, onun şahsında bütün hareketi teşhir etmeye<br />

çalıştıklarını görüyoruz. Tanıdıkları her Wikileaks’cinin<br />

üzerine benzer yöntemlerle gideceklerdir.<br />

Neyse ki tanımadıkları, tanıyamayacakları onbinlercesi<br />

sıradadır.<br />

Sahte kadın hakkı savunucuları<br />

Burada geçerken şunu ekleyelim: Assange şahsında<br />

Wikileak belgelerinin değerini düşürmek için piyasalanan<br />

tecavüz davasında, bizim genel yaklaşımımız<br />

bellidir. Biz kadının beyanının esas alınmasından<br />

yanayız. Bu bağlamda çıkan haberler şikayette<br />

bulunan iki kadının tecavüzden söz etmediğini ve<br />

fakat burjuva medyadaki Assange –ve onun üzerinden<br />

Wikileaks tabii- resminin adi bir tecavüzcü resmi<br />

olduğunu - gösteriyor. Bundan bağımsız olarak


fakat, şu kesindir ki, bu davada burjuvazinin gerçek<br />

derdi ve niyeti tecavüze uğrayan kadınların hakkını<br />

savunmak, tecavüzcüyü cezalandırmak değildir.<br />

Burada kadın hakkı, susturulmak istenen bir hasmın<br />

susturulması için kullanılan bir araçtır sadece.<br />

Burada burjuvazinin güya kadın hakkına sahip çıkar<br />

görünmesi tam bir sahtekarlıktır. Aynen Afganistan’daki<br />

işgalin gerekçelerinden biri olarak “kadınların<br />

hakları ve özgürlüklerinin savunulması” nın öne<br />

sürülmesinde olduğu gibi büyük bir sahtekarlıktır<br />

bu.<br />

“Delik”li ABD!<br />

Wikileaks’ın yayınlamaya başladığı diplomat yazışmaları<br />

neleri gösteriyor ve etkisi ne?<br />

- En başta ABD Dış İşleri Bakanlığı’na ait 250’i<br />

aşkın belgenin Wikileaks’e ulaşmış olması başlı başına<br />

bir olaydır. Hala bir dizi ML olma iddiasında<br />

grup için dünyanın “Süper Güç” ü olan ABD devletinin<br />

bir bölümü “çok gizli” ibaresini taşıyan belgesini<br />

bile koruyamayacak durumdadır. ABD devleti<br />

“delik”lerinden önemli “sızıntılar” olan bir devlettir.<br />

Bu bütün dünyada ABD hayranlarını çok üzen, ABD<br />

emperyalizmini rezil eden, ona olan –tabii eğer varsa-<br />

güveni ciddi şekilde sarsan, ona zarar veren bir<br />

olaydır.<br />

Komplo teorileri<br />

Bu bağlamda kimi komplo teorisi meraklıları, bu<br />

belgelerin ABD yönetimi tarafından bilinçli olarak,<br />

seçilerek sızdırıldığını ciddi bir biçimde savunuyorlar.<br />

Bunlara göre bu belgeler değişik ülkelerdeki belirli<br />

siyasetçileri teşhir etmek ve oralardaki siyaseti<br />

yönlendirmek için “sızdırılmıştır”. Bunu savunanların<br />

dünyasında aslında ABD her şeye kadirdir! Her<br />

şeyi belirler. Böyle bir devletin arşivinden bu bilgiler<br />

ve belgeler, eğer o devlet istemezse, çıkmaz! Bu gibi<br />

komplo teorisyenleri için örneğin 11 Eylül’de CİA<br />

operasyonudur vs. Hayat bu kadar düz değil! ABD<br />

her şeye kadir değil. Burjuva devletler göründükleri<br />

kadar güçlü ve yenilmez değiller! Bu tip komplo teorisyenlerine<br />

sorulacak soru şudur: Bu belgelerin ortaya<br />

çıkması en fazla kime zarar verdi? O kadar çok<br />

güvendiğiniz ABD emperyalizmine değil mi?<br />

Bir başka tip komplo teorisyeni var. Bunlar iflah<br />

olmaz antisemit (Yahudi düşmanı) bir dünya görüşüne<br />

sahipler. Bu dünya görüşünde dünyayı Yahudiler<br />

yönetiyor. Dünyanın en büyük gücü konumundaki<br />

ABD de her şeyi “Yahudi Lobisi” belirliyor. Bunlara<br />

göre şimdi yayınlanan belgeleri Wikileaks’e “sızdıran”<br />

bu Yahudi lobisidir. (Bazıları İsrail gizli servisi<br />

Mossad’dır diyor) . Bunun nerden çıkardınız diye sorarsanız<br />

cevapları da hazırdır: “Görmüyor musunuz?<br />

Belgelerde İsrail’e karşı olarak kullanılabilecek tek<br />

söz var mı? Ama İsrail düşmanlarını birbirine düşürecek<br />

bir sürü şey var. Örneğin Suudi Arabistan Prensi,<br />

ABD diplomatına İran’ın bombalanmasına sempati<br />

ile baktığını söylüyor vs.” 250 bin belgenin henüz<br />

çok küçük bir bölümünün yayınlandığını İsrail konusunda<br />

nelerin olup olmadığını bilmediğimizi bir<br />

kenara koyalım. Var sayalım ki, bu belgelerde ABD<br />

ile İsrail’deki diplomatların arasındaki haberleşmede<br />

İsrail’e karşı kullanılabilecek malzeme olmasın.<br />

Bu neyin ispatıdır? Böyle bir malzemenin olmadığı<br />

dışında hiçbir şeyin. Üst tarafı falcılıktır. Antisemit<br />

sayıklamadır. İlginç olan T.C. hükümetinin kimi<br />

üyelerinin, başta başbakan, bu tip bir komplo teorisyeni<br />

görüşe yakın açıklamalar yapmış olmasıdır. Onu<br />

da İslamcı antisemitizmlerine yormak gerek.<br />

Burjuva gizli diplomasisi: İki Yüzlülük<br />

Wikileaks’te yayınlanan ABD diplomasi belgeleri,<br />

ABD diplomatlarının ABD’nin “dost” ve “müttefik”<br />

olan devletlerde de, bu devletlerin siyasetine<br />

Washington’un direktifleri ve çıkarları doğrultusunda<br />

yön vermeye çalışan casuslar olduğunu gösteriyor.<br />

Onlar bulundukları ülke içinde kendilerine bilgi, belge<br />

ve dedikodu taşıyan ne kadarının gönüllü, ne kadarının<br />

paralı ajan oldukları belli olmayan bir “Ajanlar<br />

Ağı”nın yöneticileri olarak iş görüyorlar. Birincisi<br />

bu. Bunda bir yenilik yok. Aslında bütün burjuva<br />

ülkelerin yurtdışı temsilciliklerinin görevi; bulunduğu<br />

yerde “Ajanlık”, kendi ülkesinin çıkarları doğrultusunda<br />

çalışmaktır. Yeni değil. Fakat şimdi çok net<br />

olarak belgeleniyor. Bu tabii ki ABD’ye ve genelde de<br />

burjuva diplomasisine güveni sarsıyor, zarar veriyor.<br />

Belgeler ikinci olarak, ABD diplomatlarının bulundukları<br />

ülkelerin bir çok yöneticisi hakkında kendi<br />

merkezlerine ilettikleri raporlarında gayet aşağılayıcı,<br />

küçümseyici değerlendirmeler yaptıklarını gösteriyor.<br />

Bir meyhane toplantısında dedikodu yapar gibi<br />

değerlendirmeler bunlar. Teflon Merkel, Egoman Sarkozy,<br />

ne yapacağı belli olmaz ihtiyar zampara Berlusconi<br />

vs. Yanlış mı değil! Ve bunlar aslında bu dost ve<br />

müttefikler hakkında gerçekten düşünülenler. Sorun<br />

şu ki, bunlar arkadan ve siyaseti belirlemede temel<br />

alınacak olan resmi devlet belgelerinde söyleniyor!<br />

Ne öğreniyoruz: Burjuva diplomasisi iki yüzlülüktür,<br />

gündem<br />

21


gündem<br />

sahtekarlıktır. Bunlar gerçek düşündüklerini insanların<br />

yüzüne söylemez, arkalarından atar tutarlar. Yeni<br />

mi bu? Değil. Yalnızca Amerikan diplomasisinin sorunu<br />

mu? Hayır. Buna rağmen şimdi belgeli olarak<br />

ortadadır. Başta ABD diplomasisi olmak üzere Burjuva<br />

diplomasisi bu belgelerin yayınlanması ile teşhir<br />

olmuş, ağır yara almıştır. ABD açısından, ABD dışişleri,<br />

haklarında negatif değerlendirmeler olan bütün<br />

ülkeler ve diplomatlarına karşı özür dileme pozisyonuna<br />

itilmiş, kötü duruma düşmüştür.<br />

Burjuva siyasetinin acınacak hali<br />

Yayınlanmış olan belgelerin gösterdiği – bunu Türkiye<br />

ile ilgili olarak yayınlanmış az sayıda belgeden<br />

çıkarak, en azından Türkiye bağlamında somut söyleyebilecek<br />

durumdayız- burjuva siyasetinin nasıl salakça<br />

inşa edildiği, onun hali pür melalidir. Neden?<br />

Bir ülkenin değerlendirilmesinde, o ülke bağlamında<br />

izlenecek siyasetin belirlenmesinde tayin edici rol<br />

oynayan belgeler olan diplomat raporları şunlardan<br />

muzdariptir:<br />

- Raporlar onları ileten diplomatın siyasi görüşleri<br />

doğrultusunda “subjektif” tir.<br />

(Türkiye bağlamında raporların yayınlandığı dönemde<br />

Türkiye’de görev yapmış her Büyükelçi, kendi<br />

siyasi görüşleri doğrultusunda rapor vermiştir. Bu<br />

en açık biçimde Neo- Con Edelman’ın raporlarında<br />

görülebilir)<br />

- Birçok halde açıkça dedikodular, bunların dedikodu<br />

olduğu belirtilmeksizin “bilgi” olarak iletilmektedir.<br />

(Medya’da manşetlere çıkan “Erdoğan’ın İsviçre’de<br />

8 Hesabı var”mış bilgisi bu kategoridendir.)<br />

- Raporlarda dayanılan “kaynak”lar da, bir çok halde,<br />

kendi siyasi görüşleri doğrultusunda dedikodu<br />

ve değerlendirmeleri, objektif bilgi gibi sunmakta,<br />

bunlar filtrelenmeden raporlara girmektedir.<br />

Sonuç: ABD dış siyaseti bu gibi bilgi ve değerlendirmeler<br />

temelinde şekillenmektedir.<br />

Şimdi örneğin nasıl oldu da, ABD örneğin Irak’ta<br />

giriştiği savaşı 1,5 iki ayda bitireceği, Irak’ta Saddam’ı<br />

devirdiğinde kurtarıcı olarak karşılanacağı hesabını<br />

yapabildi sorusunun cevabını vermek kolaylaşıyor.<br />

Şimdi ABD’nin örneğin nasıl olup ta, Afganistan<br />

konusunda bu kadar yanlış bir hesap yapabildiği sorusunun<br />

cevabını bulmak kolaylaşıyor.<br />

Şimdi örneğin nasıl olup ta ABD’nin yıllardan beri<br />

yakalamak için peşine düştüğü Osama Bin Laden’i<br />

bir zamanlar “özgürlük savaşçısı” olarak besleyip büyüttüğü<br />

sorusunun ve buna benzer bir dizi sorunun<br />

cevabını vermek kolaylaşıyor.<br />

ABD’nin dış politikası –tabii yalnızca dış politikası<br />

değil, genelde politikası; ve tabii yalnızca ABD’nin<br />

değil, genelde burjuvazinin, sömürücülerin egemen<br />

olduğu bütün ülkelerde politika- sübjektif ve yanlış<br />

değerlendirmeler ve bilgi kabul edilen dedikodular<br />

temelinde şekillenmektedir. Bu politikalarda “başarı”<br />

tesadüftür.<br />

Wikileaks bu belgeleri yayınlamakla, dünyayı değiştirmek<br />

için yola çıkanlara büyük malzeme sağlamıştır.<br />

Onu yapanlara bu anlamda teşekkür borçluyuz.<br />

Şimdi bu malzemenin devamını merakla bekliyoruz.<br />

12 Ocak 2011 ✓<br />

22


Kriz ve T.C. Ekonomisi<br />

gündem<br />

Bütün dünyayı sarsan mali krizle tamamlanan,<br />

devrevi aşırı üretim krizi ülkelerimizde de etkin<br />

bir biçimde yaşandı.<br />

Bir önceki kriz devresinde, 2002’nin ikinci çeyreğinde<br />

başlayan canlanma evresi 2003’de % 4,5 büyüme<br />

ile sürmüştü.Devrenin devamında 2004 de %9,6,<br />

2005 de % 8,5, 2006 da % 7,5’luk büyüme ile üç<br />

yıllık bir kalkınma aşaması yaşandı. 2007’nin birinci<br />

çeyreğinde de % 7,6’lık ortalamanın üzerinde bir büyüme<br />

ile kalkınma aşaması sürdü.<br />

2007’nin ikinci çeyreğinden itibaren büyüme hızı,<br />

hızla düşmeye başladı.<br />

Büyüme hızının 2007’de üç aylık dönemler (çeyrekler)<br />

itibarıyla izlediği seyir şöyle:<br />

Dönem<br />

Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Sonuçları 2007<br />

Cari<br />

fiyatlarla<br />

GSYH<br />

(Milyon<br />

YTL)<br />

Gelişme<br />

hızı<br />

Sabit<br />

fiyatlarla<br />

GSYH<br />

% (Milyon<br />

YTL)<br />

Gelişme<br />

hızı<br />

I 188 681 17.9 22 738 7.6<br />

II 210 476 14.6 24 618 4.0<br />

III 236 000 10.6 27 818 3.4<br />

IV 221 230 9.9 25 872 3.4<br />

2007<br />

Yıllık<br />

856 387 12.9 101 046 4.5<br />

(TÜİK Haber Bülteni, Sayı 208, 30 Haziran 2008)<br />

Görüldüğü gibi 2006’daki % 7,5’luk büyüme % 3<br />

lük bir gerileme ile yerini 2007 de toplam % 4,5’luk<br />

bir büyümeye bıraktı. 2007’nin ikinci çeyreğinde başlayan<br />

his edilir gerileme ondan sonraki iki çeyrekte<br />

de sürdü. Bu Türkiye ekonomisinin 2007 ikinci çeyreğinden<br />

başlayarak yeni bir kriz devresine girdiği<br />

anlamına geliyordu.<br />

Bu ‘büyümenin gerileme eğilimi’ 2008 yılında da,<br />

üç aylık dönemler açısından dalgalanmalı olarak<br />

sürdü. 2008’in dördüncü çeyreğinde ekonomi büyümedi,<br />

% - 7’lik bir oranla küçüldü. Bu uluslararası<br />

mali krizin Türkiye’deki devrevi krize yansıması idi.<br />

Ekonomide 2002’nin dördüncü çeyreğinden bu yana<br />

ilk kez, hem de çok sert düşüşlü bir gerileme yaşanıyordu.<br />

2008 yılı için üç aylık dönemlerle ele alınan<br />

GSYİH sonuçları bu gelişmeyi net olarak<br />

belgeliyor: (Bkz. Aşağıdaki Tablo)<br />

% Mali kriz Türkiye ekonomisine bir çok<br />

başka ülkede olduğu gibi banka iflasları vb.<br />

biçiminde yansımamıştı. Bu bağlamda hükümetle/muhalefet<br />

arasında yaşanan “teğet<br />

geçti”mi, geçmedi mi tartışması hatırlansın.<br />

Başta R.T.Erdoğan olmak üzere hükümet<br />

sözcüleri ısrarla “Krizin Türkiye’yi teğet geçeceği<br />

ve geçtiği” tezini işliyorlar, muhalefet<br />

sözcüleri de Türkiye’nin krizi en derin biçimde<br />

yaşadığını iddia ediyorlardı. Aslında<br />

her iki yan da değişik bağlamlarda yalan söylüyordu.<br />

Cari fiyatlarla<br />

GSYH<br />

Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Sonuçları 2008<br />

Gelişme<br />

hızı<br />

Cari fiyatlarla<br />

GSYH<br />

Gelişme hızı<br />

Sabit fiyatlarla<br />

GSYH<br />

Gelişme<br />

hızı<br />

Dönem (Milyon TL) % (Milyon $) % (Milyon TL) %<br />

I* 215 606 14.7 179 819 35.1 24 446 7.0<br />

II* 239 363 17.8 188 940 24.6 25 226 2.6<br />

III* 262 392 13.0 216 667 20.7 28 010 0.9<br />

IV* 233 173 6.1 156 668 -15.1 24 240 -7.0<br />

2008 Yıllık* 950 534 12.7 742 094 14.4 101 922 0.7<br />

(TÜİK Haber bülteni, Sayı:55,31 Mart 2010)<br />

23


gündem<br />

Hükümet mali kriz bağlamında ele alındığında “teget<br />

geçti” derken bir bakıma haklıydı. Mali kriz tek başına<br />

ele alındığında, Türkiye’de, bir dizi ülkede olduğu<br />

gibi banka iflaslarına yol açmamıştı. 2001’deki banka<br />

çöküşleri sonunda yapılan yasal değişiklikler ile<br />

banka sistemi yeniden yapılandırılmıştı. Bu yeni yapı<br />

yeni mali krizde dayanıklı çıktı. Hükümetin küçük<br />

mevduatlara hükümet/devlet garantisi veren tavrı sonucu,<br />

mali sektörde olası bir paniğin de önüne geçildi.<br />

Bu açıdan bakıldığında bütün dünyayı sarsan,<br />

uluslararası piyasalarda çöküşlere yol açan mali kriz<br />

“Türkiye’yi teğet geçti.” Muhalefet<br />

“en derin kriz” söylemiyle<br />

bu gerçeği gözlerden<br />

gizlediği noktada yalan söylüyordu.<br />

Diğer yandan fakat<br />

tabii ki uluslararası alandaki<br />

mali krizle birleşen ekonomik<br />

kriz, Türkiye’de de<br />

etkisini gösterdi. Hükümet<br />

de tam da bu etki yaşanmamış<br />

gibi gösterdiği noktada<br />

açıkça yalan söylüyordu. Bu<br />

etki kendini devrevi aşırı üretim krizinde düşüşün<br />

“normal” gelişme dönemlerinden çok daha sert olması<br />

biçiminde ve kriz devresinin depresyon evresine<br />

kriz başladıktan bir buçuk yıl sonra , yani oldukça<br />

erken girilmesi biçiminde gösterdi. Ve Türkiye ekonomisi<br />

bu kriz devresinde dibe vururken, 2009 birinci<br />

çeyreğinde % -14,6 küçülerek ikinci dünya savaşından<br />

sonra tarihinin en yüksek daralmasını yaşadı.<br />

Ekonomide küçülme, küçülmenin boyutları gerileyerek<br />

2009’un ikinci (-7,6) ve üçüncü (-2,7) çeyreğinde<br />

de sürdü. 2009’un dördüncü çeyreğinden itibaren<br />

İşler onlar açısından böyledir,<br />

fakat işçiler-emekçiler açısından<br />

böyle değildir. Büyüyen zenginlik<br />

pastasından aslan payını, her zaman<br />

olduğu gibi burjuvazi, en başta<br />

işbirlikçi, tekelci burjuvazi almaktadır.<br />

ekonomi yeniden büyümeye başladı. Fakat 2009 yılı<br />

sonuçta % -4,7’lik küçülme ile kapandı. Yıl bazında<br />

ele alındığında 2001’deki % - 5,7’lik küçülme ertesinde<br />

ekonomi 2009’da ilk kez yeniden daraldı. 2009<br />

GSYİH sonuçlarında bu gelişme görülüyor:<br />

(Bkz. Aşağıdaki Tablo)<br />

Bu kuru rakamların işçiler ve emekçiler acısından<br />

anlamı, krizin yükünün onların sırtına bindirilmesi,<br />

artan işsizlik, artan yoksulluk, halen bir işte ücretli<br />

olarak çalışabilenler için, karşılıksız daha fazla<br />

çalışma, sömürünün yoğunlaşması, gerçek ücretlerin<br />

düşüşü, köylüler açısından<br />

küçük ve orta köylülüğün<br />

tasfiyesinin hızlanmasıdır.<br />

Devrevi Krizde<br />

Canlanma Evresi:<br />

Burjuvazi için işler<br />

tıkırında…<br />

2009’un 4. çeyreğinde başlayan<br />

yeniden büyüme olgusu,<br />

izleyen 2010’nun I.,<br />

II, ve III. üç aylık dönemlerinde<br />

de sürdü. Bu büyümenin geçici bir dalgalanma<br />

değil, bir eğilim olduğunu gösteriyor ve içinde<br />

bulunduğumuz 2007’nin ikinci çeyreğinde başlamış<br />

olan kriz devresinde, 2009‘un dördüncü çeyreğinde<br />

canlanma evresine girilmiş olduğu anlamına geliyor.<br />

Türkiye ekonomisinin 2010’nun ilk iki çeyreğindeki<br />

büyüme oranları (% 11,8 ve % 10.2) gerek Türkiye,<br />

gerekse dünya ekonomisi açısından ortalamanın çok<br />

üzerinde idi. Canlanma evresindeki bu büyüme, III.<br />

Çeyrekte % 5,5’luk büyüme ile hız keserek sürdü.<br />

Yine de ilk iki çeyrekteki yüksek büyüme oranları so-<br />

Cari fiyatlarla<br />

GSYH<br />

Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Sonuçları 2009<br />

Gelişme<br />

hızı<br />

Cari fiyatlarla<br />

GSYH<br />

Gelişme<br />

hızı<br />

Sabit<br />

fiyatlarla<br />

GSYH<br />

Gelişme hızı<br />

Dönem (Milyon TL) % (Milyon $) % (Milyon TL) %<br />

I 208 546 -3.3 126 331 -29.7 20 885 -14.6<br />

II 229 326 -4.2 145 939 -22.8 23 298 -7.6<br />

III 262 456 0.0 174 443 -19.5 27 265 -2.7<br />

IV 252 307 8.2 170 041 8.5 25 696 6.0<br />

2009<br />

Yıllık<br />

952 635 0.2 616 753 -16.9 97 144 -4.7<br />

24<br />

(TÜİK Haben Bülteni, Sayı:206, 10 Aralık 2010)


nucu, ilk 9 ay için büyüme oranı % 8,9. Son çeyrekte<br />

de büyümenin biraz gerileyerek sürmesinin normal<br />

olduğu koşullarda, % 8’e yakın bir oranda büyüme<br />

sağlanmış olacaktır.<br />

Aşağıdaki 2010 yılının ilk üç çeyreğinde GSYİH<br />

gelişme seyrini gösteren tablo bunu ortaya koymaktadır:<br />

göre 2010 sonunda yüzde 3.3, IMF’ye göre yüzde 3.7<br />

büyüyeceğiz” demeyi tercih etti.<br />

Herhalde bu kriz devresinde, uluslararası mali krizin<br />

etkilemesi sonucu çok kısa sürede girilen depresyondan,<br />

canlanma evresine yine kısa sürede geçildi<br />

ve canlanma da ekonomi aktörlerinin beklentisinden<br />

daha boyutlu yaşandı. Kuşkusuz 2010 için şim-<br />

gündem<br />

Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Sonuçları 2010’nun ilk üç dönemi<br />

Cari fiyatlarla<br />

GSYH<br />

Gelişme<br />

hızı<br />

Cari fiyatlarla<br />

GSYH<br />

Gelişme<br />

hızı<br />

Sabit<br />

fiyatlarla<br />

GSYH<br />

Gelişme<br />

hızı<br />

Dönem (Milyon TL) % (Milyon $) % (Milyon TL) %<br />

I* 241 829 16.0 160 304 26.9 23 357 11.8<br />

II* 268 274 17.0 174 562 19.6 25 679 10.2<br />

III 298 089 13.6 197 113 13.0 28 762 5.5<br />

2010 9 aylık 808 192 15.4 531 979 19.1 77 799 8.9<br />

(TÜİK Haber Bülteni, Sayı:206, 10 Aralık 2010)<br />

Bu temelde 2010 için beklenen % 8’e yakın büyüme<br />

oranı, 2009 sonu, 2010 başında bütün dünya ve ülkedeki<br />

–hükümet dahil- ekonomi aktörlerinin beklentisinin<br />

üzerinde bir orandır. Bu bağlamda örneğin<br />

OECD’nin Türkiye için 2010 büyüme öngörüsü % 3,7<br />

idi. Dünya Bankası %3,3, IMF % 3,7’lik bir büyüme<br />

bekliyordu. Türkiye’deki ekonomi aktörleri de bunu<br />

baz aldılar. Hükümet orta vadede ortalama büyüme<br />

hedefi olarak koyduğu % 6,8 den küçük, fakat uluslararası<br />

rakamlardan biraz büyük bir büyümeyi “inşallah”<br />

öngörüyordu! Türkiye’nin en önemli ekonomi<br />

aktörlerinden TÜSİAD 21 Kasım 2009 tarihinde<br />

2010 yılı için “Türkiye 2010 sonunda yüzde 2.7 olarak<br />

büyüyecek” diyordu. TÜSİAD bu tahminine gerekçe<br />

olarak “Çünkü krizden çıkış çok yavaş olacak” değerlendirmesini<br />

getiriyordu.<br />

Aynı TÜSİAD 14 Ekim 2010 tarihinde resmî bir<br />

açıklama ile 2010 beklentisini yüzde 7’ye çıkardı.<br />

2009 Kasım’ında “Türkiye krizden çok yavaş çıkacak”<br />

diyen TÜSİAD, bir yıl sonra yayımladığı raporda<br />

bu sefer, “Türkiye beklentilerin üzerinde bir performans<br />

sergiliyor” demek zorunda kaldı.<br />

Hükümete TÜSİAD’dan daha yakın görünen<br />

MÜSİAD‘ta 2010 yılı başında yaptığı öngörüde 2010<br />

yılı sonu için büyüme tahminini yüzde 4-5 aralığında<br />

olarak veriyordu.<br />

TİSK ise büyüme öngörüsü bağlamında Dünya<br />

Bankası ve IMF’e atıfta bulunarak “Dünya Bankası’na<br />

di beklenen % 8‘e yakın büyüme, bir yıl öncesinin %<br />

-4,7’lik küçülmeyi çıkış ve referans noktası olarak<br />

alan, bir yıl önceye göre olan bir büyümedir. Bu büyüme<br />

ile henüz 2007 birinci çeyreğindeki, yeni kriz<br />

devresi öncesindeki seviyeye bile varılmamıştır. Ancak<br />

eğilim, eğer bu arada örneğin uluslararası alanda<br />

patlaması muhtemel yeni bir mali krizin etkileri ile<br />

kırılmaya uğramazsa, 2011’de bu seviyenin yakalanması,<br />

kriz devresinde kalkınma aşamasına girilmesi<br />

yönündedir.<br />

Yani T.C.’nin burjuvazisi açısından işler tıkırındadır.<br />

Sanayide kapasite kullanımı % 80 civarındadır.<br />

Ve sanayi yüksek oranda büyümenin esas yükünü<br />

taşır durumdadır. Bankalar ve tekeller en karlı dönemlerinden<br />

birini yaşamaktadırlar.<br />

Ya işçiler, köylüler, emekçiler ne durumda?<br />

İşler onlar açısından böyledir, fakat işçiler-emekçiler<br />

açısından böyle değildir. Büyüyen zenginlik pastasından<br />

aslan payını, her zaman olduğu gibi burjuvazi, en<br />

başta işbirlikçi, tekelci burjuvazi almaktadır. İşçilereköylülere-emekçilere<br />

artan zenginlikten düşen, relatif<br />

yoksullaşmadır. Onların, aslında onların büyüttüğü<br />

zenginlik pastasından aldıkları pay oran olarak küçülmektedir.<br />

Bütün sömürücü toplumlar için geçerli<br />

olan bu gelişme, T.C. somutunda milyonlarca emekçi<br />

açısından yoksulluk, bir çok halde açlık sınırında<br />

yaşamak, yaşamaya çalışmak anlamına gelmektedir.<br />

25


gündem<br />

26<br />

Bugün Türkiye’de 3 milyonu aşkın kişi asgari ücretle<br />

çalışıyor. Sendikalar 4 kişilik ailenin açlık sınırını<br />

934 Lira olarak hesaplıyorlar. Asgari ücret ise 629<br />

Lira. 3,5 milyonun üzerinde emekçi istatistiklerde<br />

ücretsiz aile işçisi olarak, yani boğaz tokluğuna, ücret<br />

almadan çalışan olarak görünüyor. Yani durum burjuvazi<br />

için gayet iyi görünürken, milyonlarca emekçi<br />

açısından gayet kötüdür. Sorun şu ki, emekçilerin<br />

somut durumu açısından AKP hükümeti dönemi<br />

öncekilere göre kötüler içinde daha az kötü biçiminde<br />

ifade edilebilecek bir durumdur. Bu bağlamda<br />

2009 yılında yayınlanan TÜİK “Yoksulluk Çalışması<br />

2009”, Türkiye’deki yaygın yoksulluk olgusunu tespit<br />

ederken, aynı zamanda AKP hükümeti döneminde<br />

en yoksullar açısından belli biraz düzelme olduğunu<br />

da gösteriyor. Raporun özeti şöyle:<br />

Yoksulluk sınırı yöntemlerine göre fert<br />

yoksulluk oranları<br />

(Bkz. Sayfa 27’deki Tablo)<br />

TÜİK Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumu olarak<br />

açlık ve yoksulluk sınırını örneğin sendikalardan<br />

çok daha düşük seviyede hesaplıyor. Fakat bu sınır<br />

nasıl hesaplanırsa hesaplansın mutlak yoksullaşmada<br />

belirli bir gerileme olduğu, buna karşı “harcama<br />

esaslı göreli yoksulluk”ta bir artış olduğu görülmektedir.<br />

Bunun yanında kırda yoksulluk durumunun,<br />

kentlerden daha kötü olduğu da görülmektedir. En<br />

yoksulların durumunda mutlak yoksulluğun gerilemesi<br />

AKP’ni bu kesimin çoğunluğunda da ehven-i<br />

şer yapmaktadır.<br />

Gerçek devrimci bir alternatifin geniş emekçi yığınlar<br />

açısında elle tutulur bir umut olarak görünmediği<br />

bir dönemde, ehven-i şer tercih nedeni olmaktadır.<br />

AKP’nin seçim galibiyetlerinin temelinde bu<br />

ekonomik durum yatıyor. Kuşkusuz emekçilerin küçümsenmeyecek<br />

kesiminde var olan ve AKP’nin gayet<br />

iyi kullandığı Kemalist vesayet rejimine duyulan<br />

tepki de rol oynuyor, fakat belirleyici olanın ekonomi<br />

olduğu bilinmelidir.<br />

Siyasi bütün analizlerde ve bunlara dayalı olarak<br />

geliştirilen tüm siyasetlerde, temelin yukarıdaki somut<br />

gerçekler olması gerektiğinin bilincinde olunması<br />

hayati önemdedir.<br />

Şimdi önümüzde 6 ay sürecek sıkı bir seçim kampanyası<br />

var. Ve AKP hükümeti bu seçimlere<br />

yukarıdaki ekonomik tablo temelinde giriyor.<br />

Bu ekonomik tablo ona büyük avantajlar sağlayan,<br />

AKP’nin uyguladığı ekonomik istikrar programında<br />

çok büyük sapmalar oldukça büyük “seçim hediyeleri”<br />

dağıtabileceği bir tablodur.<br />

Referandum sonrasında iktidar dalaşında<br />

kartlar yeniden arılıyor!<br />

12 Eylül 2010 Referandumu KK/Türkiye’de egemen<br />

sınıfların iki kanadı arasındaki iktidar dalaşı açısından<br />

büyük önem taşıyordu.<br />

12 Eylül 2010 Referandumunun konusu görünürde<br />

ve resmen AKP’nin meclisteki çoğunluğu ile gerçekleştirdiği<br />

Anayasa değişiklikleri idi. 1982 Anayasası<br />

üzerinde 26 ( Parti yasaklanmasını neredeyse imkansız<br />

kılan 27. değişiklik bilindiği gibi, 330 oy altında<br />

kaldığından –yani AKP Meclis Grubu bu noktada<br />

fire verdiğinden- yasalaşmadı ve Referanduma götürme<br />

imkanı da kalktı.) değişikliği içeren, Anayasa değişikliği<br />

ile ilgili yasa Anayasa gereği halk oylamasına<br />

sunuldu.<br />

Anayasa değişikliği yasası üzerindeki son rötuşlar<br />

Referandum öncesinde, CHP’nin iptal talebi ve umuduyla<br />

başvurduğu Anayasa Mahkemesi tarafından<br />

yapıldı. Anayasa Mahkemesi’ndeki Kemalist siyaset<br />

mühendisleri,CHP’nin iptal talebini reddederken,<br />

CHP’nin YARSAV ile birlikte hazırladığı bir konuda<br />

onların istediği doğrultuda “düzeltme” yaptı. HSYK<br />

için yapılacak seçimlerde kullanılacak yöntem konusunda<br />

yasada yazılan ve her oy kullananın ancak tek<br />

kişiye oy verebilmesini öngören yöntem Anayasanın<br />

‘seçimlerde eşitlik ilkesi’ne aykırı görülerek yeniden<br />

yazıldı! Anayasa Mahkemesi yasa koyucu olarak davranarak<br />

güya eşitlik ilkesine uygun olan liste seçimini<br />

HSYK için yapılacak seçimlerde kullanılacak<br />

yöntem olarak belirledi. (Aslında yapılan ilginç bir<br />

siyaset mühendisliği idi. Ama bunun temelinde yatan<br />

hesabın yanlış olduğu daha sonra pratikte görüldü.<br />

Buna aşağıda yeniden döneceğiz.)<br />

Halk oylamasına sunulan görünürde ve resmen<br />

Anayasa değişikliği hakkında yasa idi, fakat gerçekte<br />

Referandum AKP hükümetine, AKP‘ye evet mi, hayır<br />

mı? Referandumuna dönüştü.<br />

Bu dönüşmede baş rolü aslında CHP ve MHP oynadılar.<br />

Bu iki parti bütün Referandum kampanyasını<br />

AKP’nin icraatlarına ve AKP’ne hayır deme<br />

çağrısı üzerine kurdular. Öyle ki, CHP’nin yeni başkanı<br />

Referandum kampanyasında gittiği her yerde,<br />

halkın derdi ne ise, onu adlandırıyor ve bu sorunun<br />

nedeninin AKP hükümeti olduğunu söylüyor, sorunun<br />

çözümü isteniyorsa AKP’ne hayır denmesi,


Gıda yoksulluğu<br />

(açlık)<br />

Yoksulluk<br />

(gıda+gıda dışı)<br />

Kişi başı günlük 1<br />

$’ın altı (1)<br />

Kişi başı günlük<br />

2,15 $’ın altı (1)<br />

Kişi başı günlük 4,3<br />

$’ın altı (1)<br />

Harcama esaslı<br />

göreli yoksulluk (2)<br />

Gıda yoksulluğu<br />

(açlık)<br />

Yoksulluk<br />

(gıda+gıda dışı)<br />

Kişi başı günlük 1<br />

$’ın altı (1)<br />

Kişi başı günlük<br />

2,15 $’ın altı (1)<br />

Kişi başı günlük 4,3<br />

$’ın altı (1)<br />

Harcama esaslı<br />

göreli yoksulluk (2)<br />

Gıda yoksulluğu<br />

(açlık)<br />

Yoksulluk<br />

(gıda+gıda dışı)<br />

Kişi başı günlük 1<br />

$’ın altı (1)<br />

Kişi başı günlük<br />

2,15 $’ın altı (1)<br />

Kişi başı günlük 4,3<br />

$’ın altı (1)<br />

Harcama esaslı<br />

göreli yoksulluk (2)<br />

Yoksulluk sınırı yöntemlerine göre fert yoksulluk oranları<br />

2002 2003 2004 2005 2006 2007(*) 2008 2009<br />

TÜRKİYE<br />

1,35 1,29 1,29 0,87 0,74 0,48 0,54 0,48<br />

26,96 28,12 25,60 20,50 17,81 17,79 17,11 18,08<br />

0,20 0,01 0,02 0,01 - - - -<br />

3,04 2,39 2,49 1,55 1,41 0,52 0,47 0,22<br />

30,30 23,75 20,89 16,36 13,33 8,41 6,83 4,35<br />

14,74 15,51 14,18 16,16 14,50 14,70 15,06 15,12<br />

KENT<br />

KIR<br />

0,92 0,74 0,62 0,64 0,04 0,07 0,25 0,06<br />

21,95 22,30 16,57 12,83 9,31 10,36 9,38 8,86<br />

0,03 0,01 0,01 - - - - -<br />

2,37 1,54 1,23 0,97 0,24 0,09 0,19 0,04<br />

24,62 18,31 13,51 10,05 6,13 4,40 3,07 0,96<br />

11,33 11,26 8,34 9,89 6,97 8,38 8,01 6,59<br />

2,01 2,15 2,36 1,24 1,91 1,41 1,18 1,42<br />

34,48 37,13 39,97 32,95 31,98 34,80 34,62 38,69<br />

0,46 0,01 0,02 0,04 - - - -<br />

4,06 3,71 4,51 2,49 3,36 1,49 1,11 0,63<br />

38,82 32,18 32,62 26,59 25,35 17,59 15,33 11,92<br />

19,86 22,08 23,48 26,35 27,06 29,16 31,00 34,20<br />

(1) Satınalma gücü paritesine (SGP) göre hesaplama yapılmıştır. 2009 yılı için 1 $’ın SGP’ne göre karşılığı<br />

olarak 0,917 TL kullanılmıştır.<br />

(2) Eşdeğer fert başına tüketim harcaması medyan değerinin %50’si esas alınmıştır.<br />

(*) Yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir.<br />

gündem<br />

2009 Yoksulluk Çalışması Sonuçları, TÜİK<br />

27


gündem<br />

28<br />

Referandumda hayır oyu kullanılması gerektiğini<br />

söylüyordu. MHP, AKP’nin açılım siyaseti ile ülkeyi<br />

bölünmeye götürdüğünü söylüyor, bu engellenmek<br />

isteniyorsa Referandumda hayır denmesi çağrısı<br />

yapıyordu. Referandumda evet oylarının AKP<br />

oylarından yüksek çıkacağının belli olduğu, (Referandumda<br />

hayır oyları sonuçta evetten fazla olduğu<br />

şartlarda da, evet oylarının AKP oylarından fazla<br />

olacağı açıktı.) bu anlamda AKP’nin her halükarda<br />

kazanacağı baştan belli olan bir Referandumda, hayır<br />

oylarının AKP’ye hayır /evet oylarının da AKP’ye<br />

evet anlamına geleceği üzerine kurulu bir muhalefet<br />

stratejisi siyaseten aptalca bir strateji idi. Fakat CHP<br />

ve MHP, yığınlar içinde AKP’nin iktidar yıpranmasının<br />

boyutlarını olduğundan fazla gördüklerinden,<br />

kendilerini buna inandırdıklarından olsa gerek, Referandumdan<br />

hayırın daha fazla çıkabileceği hesabıyla<br />

girdiler Referanduma. Kendilerine yakın “Araştırma<br />

Şirketleri”nin yaptığı ve hayır ve evetleri baş başa<br />

giden gösteren “Kamuoyu yoklamaları” da onları bu<br />

stratejilerinde destekledi. AKP Referandum kampanyasında<br />

yer yer Referandumun bir genel seçim<br />

vb. olmadığını vurgulamasına ve kampanya boyunca<br />

Anayasa değişikliklerinin “ileri demokrasi” yönünde<br />

atılan adımlar olduğunun propagandasını yapmasına<br />

rağmen, bu anlamda Anayasa değişikliklerinin içeriği<br />

üzerine yoğunlaşmasına rağmen, aslında Referandumun<br />

AKP’ne evet mi /hayır mı referandumuna dönüştürülmesinden<br />

çok daha rahatsız olmadı. Tersine<br />

bu onun da işine geldi. AKP bunun dışında Referandum<br />

kampanyasında, diğer partilerin tabanından da<br />

oy alabilmek amacıyla demagojik bir şekilde, 12 Eylül<br />

ile hesaplaşma temasını işledi. 12 Eylül Anayasasının<br />

temeline bu Anayasa değişiklikleri ile dokunulmadığı<br />

halde, geçici 15. maddeyi kaldıran değişiklik<br />

abartılarak, AKP 12 Eylül’e hayır diyen herkesi evet<br />

oyu vermeye çağırdı. Başbakan kampanyayı mecliste<br />

AKP grubunda yaptığı teatral/dramatik ağlamalı/<br />

ağlatmalı 12 Eylül’ün astığı değişik görüş ve örgütlerden<br />

kimi gençleri anan bir konuşmayla başlattı!<br />

Referandum kampanyası sırasında, burjuvazinin<br />

muhalefet örgütleri açısından AKP iktidarının<br />

T.C’nin sonu anlamına geldiği, onun mutlaka iktidardan<br />

uzaklaştırılması gerektiği konusunda getirilen<br />

gerekçelendirmelerde de bir değişiklik olduğu<br />

açıkça görüldü. Artık AKP iktidarı “şeriat” öcüsünün,<br />

T.C’nin devrilip yerine şeriatla yönetilen bir<br />

devletin kurulmasının yolu olarak gösterilmekten<br />

önemli ölçüde vazgeçilmiş, şeriat öcüsü rafa kaldırılmıştı.<br />

Şimdi AKP iktidarı “tek parti rejimine”, “tek<br />

adam diktatörlüğüne”, “faşizme”, “seçilmiş krallığa”<br />

geçişin iktidarı olarak gösterilmeye başlanmıştı. Bunun<br />

engellenmesi için de AKP’ne dur denmesi, Referandumda<br />

mutlaka hayır denmesi gerekli idi. Referandum<br />

Türkiye Cumhuriyeti’ni tek parti/tek adam<br />

diktatörlüğünden, faşizmden kurtarmak için hayati<br />

öneme sahipti. Referandum kampanyası döneminde<br />

bu tezleri açıklayan senaryolar medyada geniş bir<br />

biçimde yayınlandı. Kampanyanın başlangıcında yayınlanan<br />

ve AKP iktidarını teşhir eden iki kitap, Haliçte<br />

Yaşayan Simonlar (Hanefi Avcı) ve “Takunyalı<br />

Führer “(Ergün Poyraz) en çok satan kitaplar listesinin<br />

başında ilk iki sırayı kaptılar!<br />

Sonunda YSK, 12 Eylül 2010’da yapılan Referandumun<br />

resmi sonuçlarını 22. 9. 2010 tarihinde şöyle<br />

açıkladı:<br />

Kayıtlı Seçmen sayısı * : 52.051.828<br />

Halk oylamasında oy kullananların sayısı:<br />

38.369.099<br />

Halk oylamasına katılma oranı : %<br />

73.71<br />

Geçerli oy toplamı : 37.644.037<br />

EVET oyları toplamı : 21.787.244<br />

EVET oyları oranı : % 57.88<br />

HAYIR oyları toplamı : 15.856.793<br />

HAYIR oyları oranı : % 42.12<br />

(* Türkiye’de kayıtlı olan seçmen sayısı 49.495.493<br />

+ yurtdışında kayıtlı olan seçmen sayısı 2. 556.335)<br />

Sonuçlardan kimi sonuçlar<br />

*Bu Referandum sonuçları AKP açısından bir kez<br />

daha oy kullanan seçmen bazında AKP’ye güçlü bir<br />

desteğin sürdüğünün yeni bir kanıtı idi. Tek başına<br />

AKP, onun egemen burjuvazi saflarındaki siyasi rakiplerine<br />

karşı geçerli oy kullanan seçmen bazında,<br />

6 milyona yakın fark atıyordu. AKP Referandumun<br />

tartışmasız galibi idi. Bu sonuçla AKP bütün meşruiyet<br />

tartışmalarına nokta koyuyor ve iktidar yürüyüşünde,<br />

devlet iktidarının önemli alanlarını hala elinde<br />

tutan Kemalist bürokratik burjuva kanada karşı<br />

elini olağanüstü güçlendirmiş oluyordu.<br />

* Referanduma sunulan Anayasa değişiklik paketinde<br />

yer alan, Anayasa Mahkemesi’nin ve Hakimler<br />

ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeniden düzenlenmesini<br />

içeren değişiklikler, egemen sınıfların iki kanadı<br />

arasındaki iktidar mücadelesinde belirleyici önemde<br />

idiler. Çünkü bu değişiklikler yargıyı, en başta yüksek<br />

yargıyı AKP’ne karşı muhalif direniş kaleleri ol-


maktan çıkaracak düzenlemelerin yolunu açıyordu.<br />

AKP’nin iktidar yürüyüşünde son dönemde en büyük<br />

engeller durumuna gelen yüksek yargı (Danıştay/<br />

Yargıtay/Anayasa Mahkemesi) bağlamında, Referandum<br />

sonucu, AKP’ne seçmen çoğunluğu tarafından<br />

istediği yetkinin verilmesi anlamına geliyordu.<br />

*CHP ve MHP açısından Referandum gerçekte ağır<br />

bir yenilgi anlamına geliyordu. Onlar buna rağmen<br />

“Ama % 42’de hiç küçümsenmeyecek bir sonuçtur,<br />

Referandum toplumun nerdeyse ortasından ikiye<br />

bölündüğünü ve aslında Türkiye’nin en ileri bölgeleri<br />

olan kıyı şeridinin AKP’ye karşı olduğunu göstermektedir.”<br />

içerikli avunmalarla, yenilgiyi aslında<br />

galibiyet olarak göstermeye çalıştılar.<br />

*Seçimlerin AKP dışındaki galibi DTP oldu. Reformist,<br />

Kürt milliyetçisi bir parti olan DTP, Abdullah<br />

Öcalan’ın pazarlık gücünü arttırmak için başlangıçta<br />

açık tavır takınmadığı Referandum taktiği konusunda<br />

önce yalpaladı. Tartışmalarda partinin küçümsenmeyecek<br />

bir bölümü belli şartlara bağlanan evet<br />

tavrını savundu. Sonunda A.Öcalan “boykot” tavrı<br />

takındıktan sonra, güçlü bir boykot kampanyası yürüttü.<br />

DTP’nin boykot kampanyası, onun için özellikle<br />

ve öncelikle Kuzey Kürdistan’da kendi gücünün<br />

sınanması ve ispatı için bir araçtı. Bu güçlü boykot<br />

kampanyası sonucu Kuzey Kürdistan’ın 5 ilinde Referanduma<br />

katılmama oranı % 50’nin üzerine çıktı.<br />

Bu iller ve Referanduma katılmama oranı şöyle:<br />

İl adı Referanduma katılmama oranı:<br />

Hakkari % 91,5<br />

Şırnak % 78<br />

Diyarbakır % 66<br />

Artvin %60<br />

Mardin % 58<br />

Bunun dışında Ağrı’da, Antep’te, Iğdır’da, Urfa’da,<br />

Siirt’te Referanduma katılmama oranı Türkiye ortalamasının<br />

üzerinde idi.<br />

Bu sonuçlar bir kez daha PKK’siz bir çözüm olmadığı,<br />

olamayacağı, DTP’nin de legal planda KK’da<br />

halkın desteğine sahip bir siyasi güç olduğu, DTP<br />

çözüm içine çekilmeden, bir çözümün mümkün olmayacağı<br />

anlamına geliyor.<br />

*Fakat diğer yandan Kuzey Kürdistan’daki seçim<br />

sonuçları aynı zamanda AKP’nin Kuzey Kürdistan<br />

genelinde de birinci parti olduğunu da, AKP’nin “Biz<br />

tek Türkiye partisiyiz” tespitininin de boş olmadığını<br />

da gösteriyor.<br />

* Bu Referandumda doğru tavır olan boykot tavrı,<br />

hemen tüm devrimci solun ortak tavrı oldu. Fakat<br />

DTP + bütün devrimci sol boykot tavrı takınmış<br />

olmasına rağmen, % 74 katılım, T.C. çapında % 26<br />

oranında bir boykot anlamına geliyor. BDP’nin %<br />

6-7 arasında oyu olduğu bilindiğinde + Türkiye’de<br />

seçimlere en yüksek normal katılım oranının % 80<br />

altında olduğu bilindiğinde, aslında devrimci solun<br />

kitleler içinde etkisinin hala seçmen bazında yok denecek<br />

kadar az olduğunu bu referandum sonuçları da<br />

gösterdi. Bu zaaf sonucu, Kuzey Kürdistan’da başarılı<br />

olan boykotun, Türkiye geneli ele alındığında başarısız<br />

olduğu da tespit edilmek zorundadır.<br />

* Referandumda reformist ve legalist sol kesin<br />

hatlarla ikiye bölündü. Bu kesimin büyük bölümü<br />

AKP’ne karşı mücadele adına hayır kampanyasının<br />

militan parçacıkları olarak CHP ve MHP’nin kuyruğunda<br />

saf tutarken; bu kesimin “liberal” takılan,<br />

küçük fakat medyada etkin kesimi de, demokrasinin<br />

sınırlarını genişletme adına “ yetmez ama evet” kampanyası<br />

ile AKP’nin kuyruğunda yerini aldı. Referandum<br />

bu bakımdan, devrimci sol ile, reformist solu<br />

birbirinden ayıran bir turnusol kağıdı işlevi gördü.<br />

AKP’nin iktidar yürüyüşünde yeni<br />

hamleler, kazanılan yeni mevziler:<br />

Referandumdan zaferle çıkan AKP, arkasına aldığını<br />

bir kez daha ispatladığı seçmen desteğine dayanarak<br />

iktidar yürüyüşünde yeni hamleler yaptı, yeni mevziler<br />

kazandı. Yerleşik bürokratik iktidar odaklarından<br />

AKP’ne muhalefetin yükseldiği iki temel odak<br />

ordu ve yüksek yargıdır. Bu iki kurum bağlamında<br />

AKP’nin siyaseti bellidir: Orduyu Türkiye siyasetinin<br />

belirleyici gücü olmaktan çıkarıp, sivil idarenin<br />

denetiminde esas işi T.C. burjuvazisinin çıkarlarını<br />

korumak için savaş yürütmek olan bir kurum haline<br />

getirmek. Bunun için orduda daha fazla profesyonelleşme.<br />

Yüksek yargı açısından da, onu Kemalist<br />

muhalefet odağı olmaktan çıkarma, yasa yapan değil,<br />

yasaları istediği gibi yorumlayan değil, yasa koyucunun<br />

iradesi doğrultusunda iş yapan bir kurum haline<br />

getirmek. Bu bağlamda hem Ordu/AKP; hem yüksek<br />

yargı/AKP çatışmasında Referandum ertesi çok<br />

önemli gelişmeler oldu.<br />

Ordu/AKP: Çelişmeli/Çatışmalı zoraki<br />

Birlik…<br />

YAŞ Krizi:<br />

Bütün Cumhuriyet tarihi boyunca iktidarın merkezini<br />

oluşturan ve kendisini Kemalist Cumhuriyetin<br />

gündem<br />

29


gündem<br />

30<br />

koruyucusu, kollayıcısı olarak gören ordu ile, iktidarı<br />

ele geçirmeye çalışan AKP arasındaki birlik hep<br />

çelişmeli, çatışmalı, iki taraf açısından da kerhen sürdürülen<br />

bir birlik olageldi. Bu çelişmeli birlikte son<br />

dönemdeki en önemli çatışmalardan biri Referandumun<br />

hemen öncesinde, Ağustos ayı başında Yüksek<br />

Askeri Şura’da yaşandı.<br />

YAŞ’ın hemen öncesinde, tatbikat semineri adı altında<br />

hükümete karşı askeri darbe planlama suçlamasını<br />

konu alan “Balyoz Davası” savcısı daha önce<br />

ifadeye çağrıldıkları halde gelmeyen 102 muvazzaf<br />

Subay hakkında “yakalama kararı” çıkardı. Bunlardan<br />

13’ü General/Amiral rütbesinde idiler ve YAŞ’ta<br />

önemli bölümünün terfileri gündemde idi. Haklarında<br />

“yakalama” kararı çıkarılmış olan muvazzaf<br />

subaylar yakalama kararına itirazda bulundular. YAŞ<br />

bu itiraz karara bağlanmadan toplandı.<br />

YAŞ toplantısının ikinci gününde, Ergenekon soruşturmasını<br />

yürüten Cumhuriyet Savcısı Zekeriya<br />

Öz, Genelkurmay Başkanlığı 1’inci Bilgi Destek Şube<br />

Müdürlüğü tarafından hazırlandığı ve dönemin Genelkurmay<br />

2’nci Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız’ın<br />

imzasını taşıdığı öne sürülen ‘internet andıcı’na ilişkin<br />

soruşturma kapsamında 19 kişiyi ifadeye çağırdı.<br />

İfadeye çağrılanlar arasında YAŞ’ın asker kanadı<br />

tarafından YAŞ’ta Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na<br />

atanması planlanan ve istenen 1’inci Ordu Komutanı<br />

Hasan Iğsız ile Balyoz Davası sanığı olan ve hakkında<br />

yakalama emri bulunan Kuzey Deniz Saha Komutanı<br />

Mehmet Otuzbiroğlu ve İrtica ile Mücadele davasının<br />

tutuklu sanığı Albay Dursun Çiçek de vardı. Aynı<br />

gün söz konusu soruşturma kapsamında 5 ayrı adreste<br />

arama yapıldı.<br />

Diğer yandan YAŞ toplantısına Erzurum Özel Yetkili<br />

Ağır Ceza Mahkemesi’nin ‘terör örgütü üyeliği’<br />

suçlaması ile açtığı davanın bir numaralı sanığı 3.<br />

Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk de kurul<br />

üyesi olarak katıldı. YAŞ tahininde ilk kez yargılaması<br />

süren bir komutanın YAŞ’a katılıyordu! Bunda,<br />

‘Berk hakkındaki iddiaların 61 sayfalık iddianamede<br />

yalnızca bir sayfa tuttuğunu, hakkındaki üç iddiayı<br />

inceleyip yanlış olduğu kanaatine vardıklarını’ söyleyen<br />

Orgeneral Başbuğ’un tavrı belirleyici etkendi.<br />

Yani Genel Kurmay Başkanı yargıda olan bir dava<br />

konusunda yargısını vermiş; sivil yargı konusunda<br />

ordunun tavrını belirlemişti.<br />

Bu yılki YAŞ bu ortamda toplandı.<br />

Bugüne kadar yapılan YAŞ toplantılarındaki “teamül”,<br />

her ne kadar kağıt üzerinde yasal olarak Genel<br />

Kurmay Başkanı Bakanlar Kurulu kararı, Kuvvet<br />

Komutanları ve general/amiral rütbesinde olanlar<br />

Savunma Bakanı- Başbakan-Cumhurbaşkanı imzasıyla<br />

üçlü kararname ile atanıyorsa da, askeriyedeki<br />

görev değişikliklerine sivil kanadın karışmaması,<br />

kendini komutanların büyük çoğunlukta olduğu<br />

YAŞ’ta ordunun “önerileri”ni onaylamakla sınırlaması<br />

idi. AKP hükümeti döneminde belli atamalara<br />

“şerh” konsa da, sonuçta istenen imzalar atılıyordu.<br />

Bu seferki YAŞ’ta bu gelenek bozuldu. Asker kanatla,<br />

hükümet kanadı açıkça karşı karşıya geldi.<br />

Birinci konu, haklarında “yakalama kararı” çıkarılmış<br />

olan muvazzaf subayların durumlarının ne olacağı<br />

konusu idi. Burada askeri kanat, suçlanıp ifadeye<br />

gelmeleri için “yakalama kararı” çıkarılmış olanların<br />

“Masumiyet Karinesi” (Suçlanan, hakkında dava açılan<br />

bir kişi, hüküm giyene kadar masum kabul edilir)<br />

gereği suçlama yokmuş gibi işlem görmelerinden<br />

yana tavır takınırken, hükümet kanadı suçlamaların<br />

ağırlığını göz önünde bulundurarak bu kişilerin terfi<br />

sırası gelmiş olanların terfilerinin –davalar sonuçlanan<br />

dek- durdurulmasını istedi. Özellikle General<br />

ve Amiral rütbesinde olanların terfisi konusunda iki<br />

tarafta tavrında ısrar etti. Sonunda üçlü kararname<br />

gereken terfilerde hükümet ve Cumhurbaşkanı, haklarında<br />

yakalama kararı çıkarılmış olanların terfilerinde,<br />

imzayı reddettiler. Böylece ‘Balyoz’ Davası<br />

kapsamında haklarında yakalama kararı çıkartılan<br />

102 isim arasında yer alan ve terfileri gündemde olan<br />

11 general ve amiralin de terfileri yapılmadı. Bunlar<br />

aynı rütbeyle andaki görevlerinden başka görevlere<br />

vekaleten atandılar. Bu Türkiye tarihi açısından bir<br />

ilkti ve bir anlamda sivil otoritenin kendine tanınan<br />

yasal hakları kullanarak, ordunun yönetici kademesinin<br />

dizayn edilmesinde artık YAŞ’ta askerler ne derse<br />

o olur geleneğinin bozulması idi.<br />

İkinci konu, yaş haddinden emekli olacak olan genel<br />

Kurmay Başkanı Başbuğ’un yerine kimin geleceği;<br />

yine boşalacak olan Kara Kuvvetleri Kumandanlığı’na<br />

kimin getirileceği konusuydu. Özellikle KKK konusunda<br />

Asker ve sivil kanat kapıştı. Asker kanadı Org.<br />

Hasan Iğsız’ın bu göreve getirilmesini talep etti. Iğsız,<br />

Kemalist darbecilerin AKP hükümetini devirme<br />

planı olan ”İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın hazırlanması<br />

talimatını veren kişi olmakla suçlanıyordu.<br />

Bu YAŞ’ta KKK’na atanması halinde, bir dahaki<br />

YAŞ’ta Genel Kurmay Başkanlığı’na atanmasının da<br />

yolu açılmış olacaktı. Hükümet kanadı Hasan Iğsız’ın<br />

KKK’na atanmasına kesinlikle karşı çıktı. Karşılıklı


estleşmeler oldu. Asker kanadın “Tüm Komite kademesinin<br />

istifası” restine, hükümet kanadı gerekirse<br />

hiçbir atama yapmadan, boşalan bütün kademelerdeki<br />

görevleri, yapmaya hazır subayların vekaletle<br />

yürütmesi resti ile karşılık verdi. Bu restleşmeler sonucu<br />

YAŞ 4 Ağustos’ta yeni Genel Kurmay Başkanı<br />

ve Yeni KKK atanmadan kapandı. Sonra yürüyen<br />

sıkı pazarlıklar temelinde 9 Ağustos’ta Genel Kurmay<br />

Başkanlığına Org. Işık Koşaner; KKK’na da Org. Erdal<br />

Ceylanoğlu atandı.<br />

Yani bu konuda da sonuçta Asker kanadın isteği<br />

gerçekleşmedi. Iğsız KKK olamadı. Genel Kurmay<br />

Başkanlığı yolu da kapandı. Bu noktada da bu gelişmelerin<br />

verdiği mesaj netti:<br />

AKP hükümette kaldığı sürece, Cumhurbaşkanlığı<br />

da AKP tarafından belirlendiği sürece, bundan böyle<br />

TSK komuta kademesinin şekillenmesinde siviller<br />

kendilerine kanunun verdiği yetkiyi kullanacaklardı.<br />

Ve sonrası …<br />

Ancak karşılıklı tavizlerle aşılmış görünen YAŞ krizi<br />

burada bitmedi. Balyoz soruşturmasında isimleri<br />

geçtiği için sivil kanadın terfilerine imza koymadığı,<br />

bu yüzden de terfileri işleme konmayan ve başka görevlere<br />

atanan Generallerden üçü - Tümgeneral Halil<br />

Helvacıoğlu, Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral<br />

Abdullah Gavremoğlu- 24 Ağustos’ta “Bir üst rütbeye<br />

terfi ettirilmeme işleminin iptali” için yürütmeyi<br />

durdurma istemli olarak dava açtılar. Bu davada<br />

AYİM 27 Eylül 2010 tarihinde “bir üst rütbeye terfi<br />

ettirilmeme işleminde” yürütmenin durdurulması<br />

kararı verdi.<br />

Savunma, İçişleri Bakanlıkları ve Başbakanlığın<br />

AİYM’nin bu kararına itirazları AYİM tarafından<br />

iki kez geri çevrildi. Bu gelişmeler sivillerin onay yetkisinde<br />

olan YAŞ karalarında, bu yetkinin Yüksek<br />

Askeri Yargı tarafından yok sayılması anlamına geliyordu.<br />

Bu gelişmeler ertesinde 22 Kasım’da İçişleri Bakanı<br />

Beşir Atalay yasanın ilgili bakanlara verdiği<br />

yetkiye dayanarak Jandarma Tümgeneral Halil<br />

Helvacıoğlu’nu açığa aldı. Milli Savunma Bakanı<br />

Vecdi Gönül de bunun hemen ertesinde Tümgeneral<br />

Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu’nun<br />

da açığa alındığını açıkladı.<br />

Adı geçen Generaller ve Amiral yürütmeyi durdurma<br />

istemli olarak, açığa çıkarılma işleminin iptali<br />

için 23 Kasım 2010 tarihinde Askerî Yüksek İdare<br />

Mahkemesi (AYİM)’ne dava açtılar.<br />

AYİM açığa almada yürütmeyi durdurmadı. İptal<br />

konusunda kararını ise henüz vermedi.<br />

Yani hükümet ile ordu arasında bu konudaki horoz<br />

dövüşü sürüyor.<br />

Aslında bunlar bugüne kadar yaşanmayan yeni durumlar.<br />

Gelişme çok net olarak ülkede bugüne kadar<br />

sorgulanmayan bir iktidar biçimlenmesi olduğunu,<br />

bunda ordunun kendi özel yargısıyla merkezde durduğunu,<br />

Türkiye’de yargıda da iki başlılık olduğunu<br />

ve Askeri hukukun, hükümetin de, yasaların üzerinde<br />

olduğunu gösteriyor. Şimdi bunun sorgulandığı sivil<br />

otoritenin yasalarla kendisine tanınmış gibi görünen<br />

kimi yetki ve hakları kullanmaya kalktığı yerde,<br />

Askeri Yargı “sivil otorite”ye sınırlarını gösteriyor.<br />

Fakat AKP Referandum sonuçlarından aldığı güçle<br />

bu konuda çatışmayı sürdürecek, sorunu yasa değişiklikleri<br />

vb. ile aşmaya çalışacak gibi görünüyor. Bunun<br />

olmadığı yerde, AKP bu gelişmeyi yeni bir Anayasa<br />

yapmanın gerekliliği için yeni bir gerekçe olarak<br />

seçim kampanyasında kullanacaktır.<br />

AKP / Yüksek Yargı çatışmasında yeni<br />

gelişmeler:<br />

Referandumda kabul edilen Anayasa değişikliklerinde<br />

egemen sınıfların iktidar dalaşı açısından en<br />

önemli maddeler kuşkusuz Anayasa Mahkemesi’nin<br />

ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı<br />

ve işleyişi ile ilgili değişikliklerdi. Bunların kabulü<br />

halinde yüksek yargıda kendi kendini hep yeniden<br />

üreten ideolojik Kemalist iktidarın süreç içinde yıkılması<br />

gündeme gelecekti. Bu yüzden Anayasa değişiklikleri<br />

konusunda burjuva muhalefetin üzerinde<br />

ve yüksek yargının en fazla yoğunlaştığı konu bunlar<br />

oldu. Sonuçta halk oylamasında bu maddelere de<br />

onay çıktı. Bu AKP’nin yüksek yargıyı kendine karşı<br />

en önemli muhalefet odağı olmaktan çıkarma, böylece<br />

iktidar yürüyüşünde çok önemli bir engeli aşma<br />

konusunda ona büyük avantaj sağladı. AKP şimdi bu<br />

avantajı kullanıyor.<br />

Anayasa Mahkemesinde durum:<br />

Anayasa Mahkemesi’nde Anayasa değişikliği öncesinde<br />

11 asil, 4 yedek üyeden oluşuyordu. Bu üyelerin<br />

büyük çoğunluğu 10. Cumhurbaşkanı Sezer tarafından<br />

atanmıştı. Bu yüzden AKP, iktidarda kalması ve<br />

Cumhurbaşkanlığını da elinde tutması şartlarında<br />

da Anayasa Mahkemesi asil üye çoğunluğuna sahip<br />

olabilmek için epey beklemek, ayrıca bundan da<br />

önemlisi bir süre daha Anayasa Mahkemesi asil üye-<br />

gündem<br />

31


gündem<br />

32<br />

lerinin 2/3 çoğunluğu da AKP karşıtı idiler. Yapılan<br />

Anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesinin Üye<br />

sayısı 17 üyeye çıkarıldı. Bununla daha ilk anda 2/3<br />

çoğunluk kalkıyor –dolayısı ile AKP’nin Anayasa<br />

Mahkemesi tarafından yasaklanması olasılığı önlenmiş<br />

oluyordu.<br />

Anayasa değişikliği sonrasında yapılan yeni atamalarla<br />

Anayasa mahkemesinin şu andaki durumu<br />

şöyle: (Anayasa Mahkemesi’nin nasıl işleyeceği konusunda<br />

yasa henüz çıkmadığı için, Anayasa Mahkemesi<br />

anda işlemleri durdurmuş durumda)<br />

Başkan: Haşim Kılıç (Özal seçti). 2015’te emekli.<br />

Başkan Vekili: Osman Alifeyyaz Paksüt (Sezer seçti)<br />

2018’de emekli<br />

Üyeler:<br />

Fulya Kantarcıoğlu: (Demirel seçti) 2015’te emekli.<br />

Serdar Özgüldür: (Sezer seçti) 2020’de emekli<br />

Serruh Kaleli: (Sezer seçti) 2019’da emekli<br />

Ahmet Akyalçın: (Sezer seçti) 2014’te emekli<br />

Mehmet Erten: (Sezer seçti) 2014’te emekli<br />

Zehra Perktaş: (Sezer seçti) 2014’te emekli<br />

Şevket Apalak: (Sezer seçti) Kasım 2010’da emekli<br />

oldu. Yeri henüz doldurulmadı.<br />

Engin Yıldırım: (Gül seçti) 2031’de emekli<br />

Nuri Necipoğlu: (Gül seçti) 2018’de emekli<br />

Fettah Oto: (Sezer seçti) (Yedek üye) Aralıkta emekli<br />

oldu. Yeri henüz doldurulmadı .)<br />

Recep Kömürcü: (Gül seçti) (Yedek üye) 2020’de<br />

emekli<br />

Alpaslan Altan: (Gül seçti) (Yedek üye’ydi, şimdi<br />

asil üye ) 2033’te emekli<br />

Burhan Üstün: (Gül seçti) (Yedek üyeydi, şimdi asil<br />

üye ) 2021’de emekli.<br />

Referandum ertesi…<br />

Celal Mümtaz Akıncı: Türkiye Büyük Millet Meclisi<br />

Genel Kurulunda 13.10.2010 tarihinde yapılan seçim<br />

sonucunda, Baro Başkanları arasından Anayasa<br />

Mahkemesi üyeliğine seçildi.<br />

Hicabi Dursun: Sayıştay’ın gösterdiği üç aday arasından,<br />

6.10.2010 tarihinde Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi Genel Kurulu’nun kararı sonucunda Anayasa<br />

Mahkemesi üyeliğine seçildi.<br />

Görüldüğü gibi 17 kişilik yeni Anayasa<br />

Mahkemesi’nin bileşiminde açık anti AKP’ci kesimin<br />

sayısı (Şevket Apalak ve Fettah Oto’nun da emekli<br />

olması ile) 7’ye düşmüş durumdadır. Bunlardan üçü<br />

de 2014’de emekli olacaktır. Bu haliyle AYM’nin AKP<br />

hükümetine karşı bir muhalefet odağı olma durumu<br />

ortadan kalkmıştır.<br />

HSYK’ da durum:<br />

Anayasa değişikliği Referandumla kabul edilmeden<br />

önceki durumda, 7 kişilik HSYK’da ideolojik Kemalist<br />

kesim 5 üyeyle mutlak çoğunluğa sahipti. Yasaya<br />

göre kurul içinde yer alan ve kurulun başkanı olan<br />

Adalet Bakanı, kurul toplantılarına katılmayarak,<br />

kimi kararların çıkmasını önlemeye çalışıyordu,<br />

fakat sonuç olarak HSYK, AKP hükümetine karşı<br />

yargıdaki en başta da yüksek yargıda Kemalist çoğunluğun<br />

elde tutulmasının garantisi olarak işlev<br />

görüyordu. Yapılan Anayasa değişikliği ile yüksek<br />

yargının, HSYK’nin üyelerini seçmesi, HSYK’nn da<br />

yüksek yargıyı belirlemesi biçimindeki kapalı devre<br />

kırılmak isteniyordu. Yüksek Seçim Kurulu’nun,<br />

24 Eylül’de Anayasa değişiklikleri ile ilgili kanunun<br />

yürürlüğe girdiğini ilan etmesiyle birlikte, yeni<br />

HSYK için (Değişikliğe göre 7 üye, 21 üyeye çıkarıldı;<br />

bunların on tanesinin “adli ve idari yargı hakim ve<br />

savcılarının tümünün katıldığı seçimle belirlenecekti)<br />

seçim takvimi işlemeye başladı. 17 Ekim’de yapılan<br />

seçimler öncesinde, 11 Ekim’de geçen dönem<br />

HSYK’nda yer alan 5 yargı üyesinden dördü - Ali<br />

Suat Ertosun- dışındakiler hükümeti protesto ederek<br />

istifa ettiklerini açıkladılar.<br />

Aslında YARSAV etrafında birleşen Kemalist kesimin<br />

beklentisi YARSAV listesinin en fazla oyu toplaması<br />

idi. Böylece Anayasa Mahkemesi’nin YAR-<br />

SAV ve CHP’nin talebi doğrultusunda aldığı bir<br />

karar sonucu liste seçimi yapıldığı için, seçilecek 10<br />

kişinin onu da YARSAV listesinden seçilmiş olacak,<br />

HSYK’da Kemalist yüksek yargı bürokrasisinin egemenliği<br />

sürecekti. Hesap bu idi. Fakat evdeki bu hesap<br />

çarşıya uymadı.<br />

17 Ekimde yapılan seçimlerde sonuz şöyle çıktı:<br />

Adli yargıda, geçerli oy kullanan toplam hakim ve<br />

savcı sayısı: 10.022<br />

YARSAV’cıların içinde, en çok oy alan Abbas<br />

Özden’in ulaştığı sayı: 2.346<br />

Yani YARSAV’cıların hakim ve savcılar içindeki<br />

oranı, CHP’nin genel seçimlerde aldığı oyun birebir<br />

aynısı: % 23.5!<br />

İdari yargıda geçerli oy kullanan hakim ve savcı sayısı:<br />

1.261. İdari yargıda aday olan YARSAV’cılardan<br />

en fazla tercih edilen Abidin Çelik’in oyu: 273<br />

Yani idari yargıda da YARSAV’cıların ulaştığı oran<br />

sadece % 22!<br />

Alandaki tüm hakim ve savcılar arasında –yani


yargının alt ve orta kademelerinde- ideolojik Kemalist<br />

çizgideki hakim ve savcıların oranı % 22-23 civarında.<br />

Yüksek yargıda ise buna ters bir durum söz konusu:<br />

Yüksek yargıdan seçilen 9 HSYK üyesinden 7’si<br />

YARSAV üyesi .<br />

Yargıtay ve Danıştay’da görev yapan hakimlerin de<br />

büyük çoğunluğu YARSAV üyesi.<br />

Yeni oluşturulan HSYK’nin 21 üyesi şunlar:<br />

Sadullah ERGİN: Adalet Bakanı - HSYK Başkanı<br />

Ahmet HAMSİCİ: BAŞKAN VEKİLİ<br />

Üyeler: Ali Suat ERTOSUN, Ahmet KARAYİĞİT,<br />

Zeynep Nilgün HACIMAHMUTOĞLU, Zeynep<br />

KAVLAK ,Ahmet KAHRAMAN, Prof.Dr. Ahmet<br />

GÖKCEN, Ziya ÖZCAN ,Nesibe ÖZER, Hüseyin<br />

SERTER, Ömer KÖROĞLU, Av. Ali AYDIN, Ahmet<br />

KAYA, Birol ERDEM, İsmail AYDIN, İbrahim<br />

OKUR, Prof.Dr. Bülent ÇİÇEKLİ, Av. Rasim AYTİN,<br />

Resül YILDIRIM, Dr. Teoman GÖKÇE, Ahmet BER-<br />

BEROĞLU.<br />

HSYK’nin bu bileşimi HSYK’nin esas olarak AKP<br />

hükümeti ile “uyum içinde” çalışacağı anlamına geliyor.<br />

Bunun da anlamı, AKP iktidarının sürmesi<br />

halinde, süreç içinde yüksek yargıdaki “son kaleler “<br />

görünümündeki Danıştay ve Yargıtay’ın da ideolojik<br />

Kemalistlerin denetiminden çıkarılıp, AKP denetimine<br />

alınmasıdır.<br />

Seçimlerden hiç beklemediği açık ara bir yenilgiyle<br />

çıkan, bir anlamda kendi kazdıkları kuyuya<br />

düşerek, adli ve idari yargı hakim ve savcılarının<br />

yaptığı seçimlerden tek bir aday bile çıkaramayan<br />

ideolojik Kemalist kesim, seçimler ertesinde beklenen<br />

mızıkçılığına ve yakınmalara başladı. Seçimlere<br />

Adalet Bakanlığı’nın doğrudan müdahil olduğunu,<br />

seçimlerin eşitlik ilkesine uymadığını vs. anlattılar.<br />

Kanadoğlu YSK’ya seçimleri iptal etmesi çağrısı<br />

yaptı. Fakat bunlar da sonucu değiştirmedi. Anayasa<br />

Mahkemesi’nde yapılan yanlış hesap, HSYK’nın<br />

Kemalistler açısından kaybedilmesi biçiminde geri<br />

döndü.<br />

Bütün bunlar AKP’nin tam iktidar yürüyüşünde,<br />

Referandumun ona büyük avantajlar sağladığı ve<br />

onun bu avantajları kullanarak yeni mevziler kazandığı<br />

anlamına geliyor.<br />

Üniversite ve Yüksek Okullarda türban<br />

sorunu “çözüldü”<br />

Referandum sırasında CHP’nin yeni başkanı Kılıçdaroğlu<br />

Radikal gazetesine verdiği bir demeçte kendilerinin<br />

üniversite ve yüksek okullarda türban serbestisinden<br />

yana oldukları anlamına gelen laflar etti.<br />

Bu laflar sonradan düzeltilmeye çalışılsa da, Türban<br />

sorunu böylece CHP tarafından Referandum sürecinde<br />

tartışmaya sokulmuş oldu. Fırsatı kaçırmayan<br />

AKP, Referandumun hemen ertesinde CHP ve MHP<br />

ile birlikte türban sorununu çözmek için yasal düzenlemeler<br />

yapmayı önerdi. Tabii gösteri ve türban<br />

sorununu diğer partilere kaptırmamak için yapılan<br />

bu öneri havada kaldı. Fakat türban sorununun böyle<br />

CHP tarafından gündeme getirilmiş olması ve bu<br />

alanda neredeyse bütün partiler çözümden yanaymış<br />

gibi bir havanın ortaya çıkmış olması, YÖK Başkanı<br />

Y. Özcan tarafından değerlendirildi. YÖK Başkanı<br />

Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Öğrenci Seçme ve Yerleştirme<br />

Merkezi’nce bundan sonra yapılacak sınavlara<br />

başörtüsü ile girilebileceğini açıkladı.Ayrıca üniversite<br />

ve yüksek okullara türbanla girilmesinin önünde<br />

yasal bir engel olmadığını açıklayarak, bu konunun<br />

tek tek üniversite ve yüksek okul yönetimlerinin konusu<br />

olduğunu belirtti. Bu açıklamalar ertesinde bir<br />

çok üniversite ve yüksek okula türbanlılar da gidip<br />

gelmeye başladılar. YÖK başkanı bu gelişmeler üzerine<br />

“Türban sorunu çözülmüştür.” açıklamasını yaptı.<br />

Tabii ki beklenen yerlerden beklenen tepkileri de aldı.<br />

Yargıtay Başsavcılığı’ndan yapılan yazılı bir açıklamada<br />

Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcı<br />

olduğu ifade edilerek, laiklik ilkesinin Anayasanın<br />

temel ilkelerinden biri olduğu vurgulandı. Açıklamada,<br />

‘’Yasama ve yürütme yargı kararlarına uymak<br />

zorunda. AİHM kararına göre türban yasağı zorunlu<br />

tedbirdir. Gerek iç hukuk, gerekse uluslararası hukuk<br />

boyutuyla değerlendirildiğinde türbanın koruma<br />

görmediği ve laiklik ilkesiyle bağdaşmadığı görülmektedir.<br />

Siyasilerin beyanları politik çıkara dayanmaktadır’’<br />

denildi.<br />

Yargıtay’a Başsavcısı’nın daha önce AKP hakkında<br />

açtığı kapatma davasında AKP’nin “laikliğe karşı eylemlerin<br />

merkezi” olduğu tezini gerekçelendirirken<br />

dayandığı en önemli kanıtlardan biri, bilindiği gibi,<br />

AKP’nin MHP ile işbirliği içinde yaptığı ve üniversite<br />

ve yüksek okullarda türban serbestisinin önünü<br />

açan Anayasa değişikliği idi. Şimdi de aynı sopa sallanıyordu.<br />

Fakat bu kez artık bir yandan CHP’nin<br />

Referandumda “türbanı biz çözeriz” sözü ile kendini<br />

bağladığı, diğer yandan da Anayasa Mahkemesi’nde<br />

Kemalist 2/3 çoğunluğun tarihe karışmış olduğu bir<br />

ortam vardı. Bu ortamda artık Yargıtay Başsavcısının<br />

bu yollu tehditlerinin fazla ciddiye alınacak bir yanı<br />

gündem<br />

33


gündem<br />

34<br />

kalmamıştı. Nitekim verilen cevaplar da buna uygun<br />

oldu:<br />

Ak Parti’li Hüseyin Çelik’ten hemen gelen yanıt<br />

netti: ‘’Bir savcı tek başına neyin doğru olduğuna<br />

karar veremez. Kimse Meclis’in iradesini yok sayma<br />

hakkına sahip değil’’.<br />

Kısaca AKP’nin iktidar yürüyüşünde artık yargı<br />

yoluyla yasaklanma korkusu yoktu! Ve Referandum<br />

bu bağlamda dönüm noktalarından biri olmuştu!<br />

Sırada ne var?<br />

Yüksek yargının bütünüyle AKP’ne muhalefet odağı<br />

olmaktan çıkarılabilmesi için şimdi sırada Yargıtay ve<br />

Danıştay var. Yargıtay Başkanı’nın sürekli “muhalif”<br />

demeçleri Yargıtay’ı bu konuda birinci sıraya koyuyor.<br />

Aslında AKP’nin Referandum sonrasındaki gelişmelerde<br />

ele geçirmiş olduğu HSYK üzerinden orta<br />

vadede bu hedefe varması mümkün. Fakat görünen<br />

şu ki, 2011 başında başlayan bir tartışma, AKP açısından<br />

Yargıtay’ın muhalefet odağı olmaktan daha kısa<br />

sürede çıkarılması için bir fırsat olarak kullanılacak.<br />

Tartışma ‘Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMUK)<br />

sanıkların azami tutukluluk süresini belirleyen 102.<br />

Maddesinde bundan 6,5 yıl önce yapılmış değişikliğin,<br />

o dönemde yasaya yazılmış olan “yürürlüğe girme<br />

tarihi” olan 31 Aralık 2010’da yürürlüğe girmesinden<br />

kısa süre önce başladı.<br />

CMUK 102. madde tartışması<br />

Bu konuda şunların bilinmesi gereklidir:<br />

Ceza yargılamalarını düzenleyen, tutuklama sürelerini<br />

ve kriterlerini değiştiren (CMUK), Aralık<br />

2004’te kabul edilerek, 1 Haziran 2005’te yürürlüğe<br />

girdi. Daha önce tutuklulukla ilgili hiç bir süre sınırlanması<br />

yoktu. Bugün CHP tarafından şiddetle<br />

eleştirilen yasa “Adil yargılanma hakkının ihlal edilmesi”<br />

nedeniyle, Türkiye’nin AİHM’de tazminatlara<br />

mahkum edilmesi sonucu, 2004’de CHP ve AK Parti<br />

gruplarının işbirliği ile çıkarıldı! Bu değişiklik yapılırken,<br />

Yargıtay’da bekleyen binlerce dosya vardı. Bu<br />

nedenle de bir geçiş sürecine ihtiyaç vardı. Bu gerekçeyle<br />

102’inci maddenin uygulanması önce 1 Nisan<br />

2008’e kadar ertelendi. Ancak 1 Nisan 2008 yaklaştığında<br />

da Yargıtay’ın dosya yükünde bir azalma olmaması<br />

sonucu yasanın yürürlüğe girme tarihi bir kez<br />

daha, bu kez 31 Aralık 2010’a ertelendi. Yani böylece<br />

kanunun yürürlüğe girmesi toplam 5,5 yıl ertelenmiş<br />

oldu.<br />

2005’te bu yasa çıktığında Ergenekon ve bağlantılı<br />

davaların hiçbiri yoktu. Fakat 10 yıla yakın, bazen<br />

on yılı aşkın süre, henüz hüküm giymeden tutuklu<br />

olan yüzlerce insan vardı. Fakat bunların<br />

haklarını sorgulayan, savunan bir lobi, güçlü bir<br />

muhalefet yoktu. AKP’nin bu 6,5 yıllık dönemde<br />

yargı reformu bağlamında –Yargıyı muhalefet odağı<br />

olmaktan çıkarmak ve kendine bağlı bir yargı<br />

yaratmak amacıyla da- attığı her adım yüksek yargının<br />

direnişi ile karşılaştı. Danıştay’dan, Anayasa<br />

Mahkemesi’nden,Yargıtay’dan döndü. Böylece egemenler<br />

arasındaki iktidar dalaşında var olan denge<br />

durumu sonucu “Yargı Reformu” denen şey hep rafta<br />

kaldı. Eski düzen olduğu gibi sürdü. Bu arada fakat<br />

yeni bir gelişme oldu. Ergenekon ve bağlantılı soruşturmalar,<br />

davalar nedeniyle, bir zamanlar dokunulmaz<br />

olan kişi “devlet görevlileri”, AKP’ne muhalif<br />

olan ve darbe destekçisi olmakla suçlanan kimi ünlü<br />

siviller de tutuklandı. Ve bunların bir bölümünün<br />

“dava sonuçlanana kadar tahliye olma” istemleri üst<br />

üste geri çevrildi. Böylece Türkiye’nin aslında uzun<br />

zamandır kanayan bir yarası olan, olağanüstü uzun<br />

tutukluluk süreleri, Ergenekon sanıkları Tuncay Özkan,<br />

Mustafa Balbay, Mehmet Haberal gibi isimlerin<br />

uzun tutukluluk halleri nedeniyle ülke gündemine<br />

oturdu. Nasıl olurdu da böyle “saygın ve vatansever<br />

insanlar” böyle uzun süre tutuklu tutulabilirlerdi!<br />

Düne kadar uzun tutukluluk süreleri akıllarına gelmeyenler,<br />

birdenbire bunun büyük haksızlık olduğunu<br />

böylece keşfetmiş oldular. 31 Aralık 2010’da<br />

maddenin yürürlüğe giriş tarihi kapıya dayandı. 31<br />

Aralık’tan itibaren mahkemelerin yeni düzenleme<br />

uyarınca, bütün sanıkların tutukluluk durumunu<br />

yeniden değerlendirmesi gerekiyordu. Peki ama bu<br />

değerlendirme nasıl yapılacaktı? Bir tutuklu için en<br />

üst tutukluluk süresi sınırı ne idi? İşte bu noktada<br />

hukukçular, çok kötü yazılmış olan kanun metninin<br />

yorumunda ikiye ayrıldılar.<br />

Söz konusu maddede şöyle deniliyor:<br />

“Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde,<br />

tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu<br />

hallerde gerekçesi gösterilerek uzatılabilir, uzatma<br />

süresi toplam 3 yılı geçemez”. CMUK’un 252. maddesinde<br />

ise “Devletin güvenliğine karşı suçlarda, anayasal<br />

düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlarda,<br />

milli savunmaya karşı suçlarda ve devlet sırlarına<br />

karşı suçlarda tutuklama süresi iki kat uygulanacaktır”<br />

deniliyor.<br />

Bu maddenin nasıl yorumlanması gerektiği noktasında,<br />

hukukçuların bir bölümü, “en fazla iki yıl +


en fazla 3 yıl uzatma; eşittir 5 yıl hesabı yapıyorlar;<br />

bunun da “iki kat uygulanacak” hallerde 10 yıla çıkacağını<br />

savunuyorlardı. Yani bu hesaba göre Devletin<br />

güvenliğine karşı suçlarda, anayasal düzene ve bu düzenin<br />

işleyişine karşı suçlarda, milli savunmaya karşı<br />

suçlarda ve devlet sırlarına karşı suçlarda bir tutuklu<br />

hüküm giymeksizin 10 yıl tutuklu kalabilecekti. Bu<br />

“yasa metni açıktır” deyip, herhangi bir yeni yasal<br />

düzenlemeye gerek duymayan Adalet Bakanlığının,<br />

dolayısıyla AKP’nin de görüşü idi. Türkiye’de “ileri<br />

demokrasi”ye geçmekten çokça laf eden AKP’nin gerçek<br />

yüzünü görmek açısından öğretici bir tavırdır bu.<br />

AKP’nin “ileri demokrasisi”nde de, Türkiye’de herhangi<br />

bir suçla suçlanan bir kişi, hüküm giymeksizin!<br />

on yıla kadar tutuklu tutulabilir. Burada herhangi<br />

bir suçla suçlanan kişinin, o kişinin suçu ispatlanıp,<br />

hukuk devleti normlarına göre işleyen bir mahkeme<br />

tarafından mahkum edilmediği sürece masum<br />

sayılması gerektiği ilkesi ortadan kaldırılmakta, tutukluluk<br />

süresi cezaya dönüşmektedir. 10 yıla kadar<br />

sürebilecek bir tutukluluk süresi üst sınırı burjuva<br />

demokrasisi açısından bile savunulamaz uzunlukta<br />

bir süredir.<br />

Bu yoruma en fazla itiraz ilginç ve fakat anlaşılır<br />

biçimde Ergenekon avukatlarından geldi. Onların yorumuna<br />

göre “ağır ceza mahkemelerinde yargılananlar<br />

en fazla 2 yıl tutuklu kalabileceği için, bu sürenin<br />

iki katının geçerli olduğu özel yetkili mahkemelerde<br />

yargılananlar da 4 yıldan fazla cezaevinde tutulamaz.<br />

Bu da ancak zorunlu hallerde mümkündür.” Aslında<br />

işin onları ilgilendiren bir tek yanı var: Ergenekon tutukluları.<br />

10 yıl yorumu eğer geçerli olursa, o zaman<br />

“anayasal düzene karşı suç”lardan yargılanan Ergenekon<br />

tutuklularının da 10 yıla kadar hüküm giymeden<br />

hapiste tutulmamaları mümkündür. Onların<br />

itirazının temeli budur.<br />

Türkiye’de tutukluluk = Mahkumiyet!<br />

Tabii tartışmalarda 10 yılı bulabilecek toplam tutukluluk<br />

süresinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde<br />

mahkumiyete yol açıp açmayacağı konusu da gündeme<br />

geldi, ki bu yasada eğer değişiklik yapılmazsa, üst<br />

sınır makul bir seviyeye çekilmezse, AİHM’den geri<br />

döneceği neredeyse kesindir. Çünkü bu kadar uzun<br />

bir tutukluluk süresi norm dışıdır. Bu bağlamda şu<br />

uluslar arası örnekler bilgi vericidir:<br />

- Fransa’da ilkesel olarak 1 yıl olarak belirlenen<br />

maksimum tutuklu yargılanma süresi, suçun türü ve<br />

nerede işlendiğine bağlı olarak 2 yıldan 4 yıla kadar<br />

uzayabiliyor.<br />

- İngiltere’de, 56 gün olarak belirlenen gözaltı süresi<br />

özel durumlarda 112 güne kadar uzayabiliyor.<br />

- İspanya’da tutuklu yargılama süresi azami iki yıl .<br />

- Almanya ve -Belçika’da kesin bir üst sınır belirlenmemiş;<br />

fakat uygulamada bir tutuklunun – gerekçelendirilmiş<br />

çok özel durumlar dışında- bir yılı<br />

aşkın bir süre cezaevinde tutulmaması kural.<br />

Şu anda kimi ülkelerde hapiste olan insanlarda henüz<br />

hüküm giymemiş tutukluların oranı konusunda<br />

veriler de Türkiye’de tutukluluğun mahkumiyete/<br />

cezaya dönüştüğünü açıkça gösteriyor.<br />

İngiltere’deki King’s College’ın bir raporuna göre<br />

hüküm giymemiş tutukluların sayısı ve toplam tutuklulara<br />

oranı şöyle:<br />

İsrail 3516 ( %25.3)<br />

İran 25248 ( %24.8)<br />

ABD 475.692 (%21.2)<br />

Yunanistan 3.065 ( %28.6)<br />

İspanya 15.956 (%23.9)<br />

Almanya 13.168 (%17.4)<br />

Rusya 136.298 (%16.6)<br />

İngiltere 13.402 (%16.5).<br />

Türkiye’de durum ise Adalet Bakanı Sadullah<br />

Ergin’in son açıklamasına göre şöyle: Türkiye’de cezaevinde<br />

56 bin 581 hükümlü, 19 bin 419 hükmen tutuklu<br />

ve 40 bin 340 tutuklu var. Buna göre Türkiye’de<br />

tutukluların hükümlülere oranı % 57,63; hüküm<br />

giymemiş tutukluların hapiste bulunanlar içindeki<br />

% 36.55. Şu anda hapiste bulunan her üç kişiden biri<br />

mahkum değil! Bunların önemli bölümü yıllardır tutuklu!<br />

AKP hükümeti bu konuda topu yargıya atan, yasa<br />

böyle olsa bile uygulamada 10 yıllık bir “tutukluluk<br />

hali”nin olmayacağından yola çıkan bir tavır sergiliyor.<br />

Hükümetin tavrı kabaca şöyle: “Avrupa İnsan<br />

Hakları Sözleşmesi’nin “hürriyet ve güvenlik hakkı”<br />

başlıklı 5. ve adil yargılanma hakkı başlıklı 6. maddeleri<br />

kapsamında değerlendirilen uzun tutukluluk hallerinde,<br />

önemli olan tutuklu geçirilen sürenin makul<br />

olup olmadığı. Bu da somut olayın özelliklerine göre<br />

değerlendirileceğinden, tutukluluk gerekçelerinin<br />

yeterli ve geçerli olması, soruşturmayı yürütenlerin<br />

hızlı hareket etmesi halinde sözleşmeye aykırı bir durum<br />

söz konusu olmayacaktır.” Yani Türkçesi: Eğer<br />

birileri 10 yıl tutuklu kalıyorsa bunun bir tek suçlusu<br />

vardır: Yavaş işleyen, ve bu işi bile bile böyle yapan<br />

yargı! Eğer yargı hızlı çalışsa sorun olmayacaktır.<br />

gündem<br />

35


gündem<br />

36<br />

Ve Yargıtay’ın yorumu:<br />

Yasanın nasıl yorumlanacağı konusundaki tartışmaya<br />

noktayı Yargıtay 9. Dairesi 4 Ocak’ta aldığı bir kararla<br />

koydu. Aslında daha önce aldığı bir dizi kararla genel<br />

pozisyonu net olarak anti-AKP cephesinde yer alan<br />

bu dairenin bu kararı, yorum konusunda AKP’nin<br />

yorumu ile örtüştü. Yargıtay 9. Dairesi, DGM’lerin<br />

devamı olan “Özel Mahkemelerde“ görülen “anayasal<br />

düzene karşı işlenen suçlar”la ilgili davalarda azami<br />

tutukluluk süresini 10 yıl olarak belirledi.<br />

“Normal” Ağır Ceza Mahkemelerinde görülen organize<br />

suç örgütleri gibi suçları, cinayet vb. suçları<br />

konu alan davalarda ise tutukluluk süresi azami 5<br />

yıl olarak belirlendi. “Düşman Kardeşler” söz konusu<br />

olan “kişisel, bireysel demokratik haklar” olduğunda,<br />

bunları maksimum kısıtlama konusunda birleşiveriyorlardı!<br />

Tabii ki yorumda birlik olsa da amaçlar değişik.<br />

Her iki yanın da kendine göre hesapları var. Ve<br />

bu hesaplar Yargıtay’ın kararı ertesindeki gelişmeler<br />

ve yürüyen tartışmalarda açıkça ortaya çıktı:<br />

Serbest bırakılanlar ve “kamu vicdanı”<br />

Sonuç olarak Yargıtay’ın hükümetle uyum içindeki<br />

bu yorumunun sonucunda 5 yıldan fazla tutuklu<br />

olup ta, henüz hüküm giymemiş “adi suç” tutukluları<br />

ve 10 yıldan fazla tutuklu olup ta henüz hüküm<br />

giymemiş “devlete karşı suç” tutukluları serbest bırakılmaya<br />

başlandılar. 5 Mayıs’ta cinayet suçlaması ile<br />

yargılanan 37 “adi suçlu” serbest bırakıldı.<br />

Aynı gün aralarında PKK ve Hizbullah ana dava<br />

sanıklarının da bulunduğu 26 kişi tahliye edildi.<br />

Bunlar içinde Hizbullah’ın domuz bağı cinayetlerinin<br />

de dava konusu yapıldığı Diyarbakır’daki ana<br />

dava sanıkları da var.<br />

Bu gelişmeler üzerine medyada büyük bir gürültü<br />

koptu. Nasıl oluyordu da, 10’larca insanın katili<br />

olanlar serbest bırakılıyordu. MHP bu bağlamda öncelikle<br />

PKK davasından sanıkların serbest bırakılmasını<br />

“hükümetin PKK ile işbirliği”nin ispatı, “vatanı<br />

bölme girişimi” vb. değerlendirmeler temelinde gürültü<br />

kopardı. CHP ve diğer Ergenekon savunucuları<br />

ise, bu tartışmada daha önce savundukları “10 yıllık<br />

tutukluluk da olur mu”, “ bu kadar uzun tutukluluk<br />

insan haklarına, adalete vs. aykırıdır” görüşlerini<br />

unutup, 10 yıldan fazla tutuklu oldukları için yasa<br />

gereği serbest bırakılan Hizbullahçı katillerin serbest<br />

bırakılmasını “kamu vicdanı bunun kabul etmez”<br />

gerekçesiyle karşı çıktılar. Medya’da yürüyen yoğun<br />

kampanya ile “Hizbullahçı katillerin serbest bırakılması”,<br />

“ Mafyacı katillerin, uyuşturucu tüccarlarının<br />

serbest bırakılmasının yanlışlığı bilinçlere kazındı.<br />

Tartışmanın bu noktasında suçlu aranmaya başlandı.<br />

Anti AKP cephe suçlu olarak AKP’ni gösterirken;<br />

AKP cephesi de yargıyı, en başta yüksek yargıyı, orda<br />

da Yargıtay’ı suçlu olarak gösterdi.<br />

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, Yargıtay 9. Ceza<br />

Dairesi’nin, örgütlü suçlarda tutukluluk süresinin en<br />

fazla 10 yıl olacağına ilişkin kararını değerlendirirken,<br />

“Aslında 10 yıl içinde bir davanın bitirilememesi<br />

anormal bir durum. Bunun sorumluluğu yasaları<br />

uygulamacı olan hakim ve savcılarımızda değil. Bu<br />

yasal düzenlemeyle yapılmış bir kural olduğuna göre,<br />

bu kural beğenilmiyorsa, eleştiriliyorsa yasa koyucu<br />

tarafından değiştirilebilir” dedi<br />

AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ ise, tutukluluk<br />

süreleri ile ilgili Hükümetin değil, ama<br />

Yargıtay’ın ihmali olduğu değerlendirmesinde bulunarak,<br />

Yargıtay’a çağrıda bulundu.<br />

Bozdağ, “Yargıtay isterse bir saat sonra Hizbullah<br />

sanıkları ya da başka sanıklarla ilgili dosyaları gündemine<br />

alabilir, karara bağlayabilir. Hükmü kesinleştirebilir.<br />

Bozabilir. Bu kararı nihayete erdirebilir.<br />

Buna engel hiçbir şey yoktur, Anayasal bir engel yoktur”<br />

dedi.<br />

Bozdağ konuşmasının devamında,Yargıtay’ın öncelikleri<br />

konusunda örnek verirken:<br />

“Devam eden bir soruşturma ve kovuşturma çerçevesinde<br />

Yargıtay; ‘zamanım yok’ demedi. Cihaner<br />

dosyasını ivedilikle gündemine aldı ve bir karar verdi.<br />

Dün gibi ortada. Silivri’de devam eden davaların<br />

hakim ve sanıkları ile ilgili tazminat söz konusu olduğunda<br />

Yargıtay hemen acele dosyayı aldı ve kararını<br />

verdi. Sayın Başbakan ile ilgili bir dosyayı yetkisi bile<br />

olmadan gündeme aldı ve karara bağladı. Yargıtay istediği<br />

zaman ne kadar çabuk işlediğini gösteren pek<br />

çok örneği var. Daha fazla örnek verebiliriz.” dedi.<br />

Yargıtay uygulamaları: O daire öyle, bu<br />

daire böyle:<br />

Bu bağlamda Yargıtay dairelerinin ayrı davrandıkları<br />

da ortaya çıktı:<br />

Yargıtay’da bulunan davaların bir bölümünde<br />

CMUK 102’nin yürürlüğe girmesi ertesinde aralarında<br />

cinayet, uyuşturucu kaçakçıları, Hizbullah’ın<br />

beyin takımı vb. serbest kalırken, gasp ve hırsızlık<br />

suçlarına bakan 6. Ceza Dairesi’nde tutuklu dosyalarının<br />

3 ay önceden incelendiği için CMUK’nın 102.<br />

maddesi kapsamında tek bir tahliye yapılmadığı or-


taya çıktı.<br />

6. Ceza Dairesi hırsızlık suçları, kapkaç, yankesicilik,<br />

bir örgütün faaliyeti çerçevesinde hırsızlık, gasp<br />

(yağma) suçları, suç örgütlerinin oluşturduğu korkutucu<br />

güçten yararlanarak gasp, suç eşyasının satın<br />

alınması veya kabul edilmesi, bir suçun işlenmesiyle<br />

elde edilen eşyayı satın almak suçlarının temyiz incelemesini<br />

yapıyor. Daire’nin önünde, 2009 yılından<br />

devreden 58 bin 895 dosyanın yanı sıra, 2010 içinde<br />

gelen 32 bin 90 dosyayla birlikte 90 bini aşkın dosya<br />

vardı. Daire, 2010 yılı içinde bu dosyaların 21 bin<br />

304’ü hakkında karar verdi.<br />

Daire bu iş yükü arasında CMUK’nun tutukluluk<br />

sürelerini sınırlayan maddenin 31 Aralık’ta yürürlüğe<br />

gireceğini öngörerek, yürürlüğe giriş tarihinden 3<br />

ay önce tutuklu dosyalarını öne alarak görüştü. Son<br />

3 ayda yaklaşık bin 500 tutuklu dosyası öne alındı ve<br />

dosyalar esastan görüşülerek temyiz incelemesi yapıldı.<br />

Bu süreçte daire başka dosya ele almadı.<br />

Bu incelemeler sonunda kimi dosyalarda onama,<br />

kimilerinde bozma kararı verildi. Böylece cezası onanan<br />

çete, hırsızlık ve gasp sanıklarının CMUK’nın<br />

102. maddesinde öngörülen tahliyeden yararlanmaları<br />

önlenmiş oldu. Daire, bazı dosyalarda tutuklu<br />

sanıklara verilen mahkumiyet kararlarını da bozdu.<br />

Böylece tutuklu sanıkların uzun yargılamadan kaynaklanabilecek<br />

mağduriyetlerini de gidermiş oldu.<br />

6. Daire böyle davranırken, örneğin Hizbullah davasına<br />

da bakan 9. Daire, 26 Ekim’den bu yana önünde<br />

olan Hizbullah Ana Davası’nda tebligat sorununu<br />

gerekçe göstererek Ocak ayında duruşma tarihi verdi.<br />

Duruşmanın ocak ayına verilmesi, CMUK 102’nin 31,<br />

Aralık’ta uygulamaya gireceği bilindiğinde, aynı zamanda<br />

188 cinayetten sorumlu tutulan Hizbullah’ın<br />

10 yöneticisinin Ocak ayı başında tahliyesini de kararlaştırma<br />

anlamına geliyordu.<br />

Cinayet ve yaralama suçlarına bakan Yargıtay 1.<br />

Ceza Dairesi de tutuklulara ait 3 bin dosyayı zamanında<br />

öne alarak inceleyip karara bağlamadığı için,<br />

CMUK’nın ilgili maddesinin yürürlüğe girmesinden<br />

sonra her gün ortalama 50 sanığın tahliyesine karar<br />

veriyor. Uyuşturucu satıcılarının davalarına bakan<br />

10. Ceza Dairesi de şu anda tutuklu tahliyesi ile iştigal<br />

ediyor.<br />

Yani sorun bir yanı ile zaten aşırı ölçüde personel<br />

ve maddi kaynak eksikliği olan (2011 bütçesinde<br />

Adalet Bakanlığı’na ayrılan para bütçenin % 1’i bile<br />

değil!) yargı sisteminin, kendi tercihlerinin bir sonucu<br />

aynı zamanda.<br />

Bu tartışmada şimdi “Kamu Vicdanı” egemen sınıfların<br />

iktidar dalaşında birbirlerine karşı kullandıkları<br />

bir demagoji aracı yalnızca.<br />

Anti AKP cephesi, bir yandan haklı olarak tutukluluk<br />

süresinin uzunluğundan yakınırken, diğer yandan<br />

AKP’ni katilleri serbest bırakmakla suçlayıp,<br />

“Kamu vicdanı” adına AKP’yi zayıflatmaya, vurmaya<br />

çalışıyor.<br />

Hükümet “Kamu Vicdanı”nın gelişmeler sonucu<br />

yaralandığını kabul ediyor, suçlu olarak işlerini<br />

hızlı yapmayan yargıyı ve onun içinde de Yargıtay’ı<br />

gösteriyor. Ve kendine yönelen saldırıları,Yargıtay’a<br />

yönelterek, Yargıtay’da genelde yargıda acil reform<br />

gerekliliği konusunda oluşan havayı, Yargıtay ve<br />

Danıştay’da da ideolojik Kemalist çoğunluğun tasfiyesi<br />

için fırsata dönüştürmeye çalışıyor. Hükümet<br />

bir yandan Yargıtay ve Danıştay üye sayısını ve daire<br />

sayısını arttırarak, diğer yandan istinaf mahkemelerini<br />

(bir çeşit bölgesel Yargıtayları) devreye sokarak<br />

andaki yapıyı dağıtmaya hazırlanıyor. Ve dalaş sürüyor.<br />

Son henüz açık. Fakat AKP’nin yeni bir seçim<br />

zaferi, ister doğrudan Anayasa değişikliği ile olsun,<br />

ister Anayasa değişikliği olmaksızın yargı reformu<br />

adı altında yapılacak değişikliklerle olsun, Yargıtay<br />

ve Danıştay’da da ideolojik Kemalist çoğunluğun<br />

sonunu getirecektir. Gelişme bu yöndedir. AKP bu<br />

gelişmeyi “ileri demokrasi” yönünde bir gelişme olarak<br />

yutturmaya çalışıyor. Yalan söylüyor. Yalnızca<br />

tutukluluk süresi konusunda savundukları bile onun<br />

“demokrat”lığının sınırını açıkça görmeye yeter.<br />

AKP Demokrasi’si:<br />

AKP Türkiye’yi demokratikleştirdiğini, Türkiye’nin<br />

“ileri demokrasi”ye evrimlendiğini, AKP karşıtı burjuva<br />

partiler de AKP’nin Türkiye’yi faşizme sürüklediğini<br />

iddia ediyorlar. Her iki taraf ta yalan söylüyor.<br />

Her iki tarafın söylediklerinde de bir nebze gerçeklik<br />

payı da var.<br />

AKP yalan söylüyor: Çünkü AKP’nin savunduğu<br />

ve gerçekleştirmeye savunduğu “ileri demokrasi”<br />

dediği şey, gerçekte işçiler, köylüler, emekçiler, tüm<br />

ezilenler açısından demokrasi değil. Onlar için öngörülen<br />

haksızlığa, ezilmeye, yoksulluğa, sömürüye<br />

karşı mücadele etmedikleri, seslerini çıkarmadıkları<br />

sürece “ezilme ve sömürülme özgürlüğü”, 4 yılda bir<br />

gidip kendilerini kimin ezip sömürmesi konusunda<br />

tercihlerini belirleme “demokrasisi”. Haksızlığa karşı,<br />

zulme karşı, sömürüye karşı direniş hakkını aramaya<br />

kalkanlar için özgürlük “o kadar da değil!” diye<br />

gündem<br />

37


gündem<br />

38<br />

polis saldırısıyla, biber gazıyla, copla, onların “orantısız<br />

güç kullanımı dediği” faşist şiddetle “sınırlanır”.<br />

Tekel işçileri direnişinde işçiler AKP demokrasisinin<br />

ne olduğunu gördüler. Özgür üniversite/parasız-demokratik<br />

eğitim taleplerini dile getiren, Anayasa’da<br />

yazılı “gösteri hakkı”nı kullanmak isteyen üniversite<br />

örgencileri AKP demokrasisini yaşadılar! Kuzey<br />

Kürdistan’da hemen her gün faşist devlet saldırıları<br />

olarak yaşanıyor AKP demokrasisi. AKP’nin ileri demokrasi<br />

dediği şeyde özgürlüklerin durumunu görmek<br />

için şu tabloya bakmak yeter: Tek Kürtçe gazete<br />

olan Azadiya Welat gazetesinin sahiplerinden Vedat<br />

Kurşun’a 166 yıl, Ozan Kılınç’a 30 yıl, Emine Demir’e<br />

138 yıl hapis cezası verildi. Halen süren davaları da<br />

var. Atılım Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim<br />

Çiçek ve Yayın Koordinatörü Sedat Şenoğlu, 4,5 yıldır<br />

tutuklu olarak ağırlaştırılmış müebbet istemiyle<br />

yargılanıyorlar. Halen cezaevlerinde son olarak Yürüyüş<br />

dergisine yapılan baskında gözaltına alınıp, tutuklanan<br />

4 gazeteciyle birlikte 10’u yazı işleri müdürü<br />

43 gazeteci ve yazar tutuklu bulunuyor. YDİ Çağrı’ya,<br />

Güney dergisine açılan davalar, verilen cezaları sitemizde<br />

görebilirsiniz.<br />

AKP demokrasisi, halk için gerçek demokrasi değil,<br />

tam bir ucubedir! Hakkını arayan emekçiler için<br />

faşizmdir AKP demokrasisi. Bundan başka bir şey de<br />

olamaz zaten. Emperyalizm çağında bütün çizgi boyunca<br />

gerileşmiş olan burjuvazinin demokrasisi, bu<br />

demokrasinin tüm kurumları yerleşmiş, geleneksel<br />

bir yapıya kavuşmuş olduğu, kitleler tarafından içselleştirildiği<br />

“en ileri” ülkelerinde bile faşist tedbirler<br />

almadan yapamaz. Bunu emperyalist metropollerden<br />

biliyoruz. AKP emperyalizme bağımlı, burjuva demokrasisinin<br />

bile gerçek anlamda yaşanmış olmadığı,<br />

yerleşik bir burjuva demokratik sistemden bahsedilmesi<br />

mümkün olmayan, orta derecede gelişmiş<br />

bir kapitalist ülkede işbirlikçi tekelci burjuvazinin bir<br />

partisidir. Onların “ileri demokrasi” dedikleri, en iyi<br />

halde yalnızca burjuvazi, en başta işbirlikçi tekelci<br />

burjuvazi için demokrasidir. Sermaye için özgürlük,<br />

önündeki engellerin kaldırılmasıdır bu demokrasinin<br />

işlevi. Kaldı ki Kuzey Kürdistan /Türkiye’ de,<br />

demokrasi adı altında işleyen sistem faşist bir sistem<br />

olagelmiştir, bunun gerici burjuva demokrasisine dönüştürülmesine<br />

karşı bizzat burjuvazinin bir kesiminin<br />

direnişi söz konusudur. AKP’nin demokrasisi, en<br />

ileri noktasında bile faşizme/faşist yaklaşım ve tedbirlere,<br />

yerleşik gerici burjuva demokrasisine sahip<br />

ülkelerden çok daha fazla ihtiyaç duyacaktır. Buna<br />

bir de AKP’nin önemli referanslarından biri olan<br />

İslam dininin yasakçı, tekçi, faşist yaklaşımları; devralınan<br />

Kemalist faşist mirasın “ülkesi ve vatanı ile<br />

bölünmezlik ilkesi” de eklenince ortaya çıkan AKP<br />

demokrasisinin ucubeliği iyice belirginleşmektedir.<br />

AKP iktidara yerleştikçe, onun demokrasisinin gerçek<br />

yüzü daha fazla görülecek, yaşanacaktır.<br />

Demokrasi Endeksinde Türkiye:<br />

Aslında 8 yıl AKP hükümeti ertesinde demokrasi açısından<br />

gelinen yer bağlamında, daha doğrusu bunun<br />

“batı” da nasıl göründüğü bağlamında, 2010 yılı sonunda<br />

“Economist “ isimli derginin yayınladığı “Demokrasi<br />

Endeksi” ilginç bir resim sunuyor . Söz konusu<br />

endekste toplam 167 ülke, en demokratiğinden,<br />

en az demokratiğine doğru sıralanmış. Bu sıralama<br />

yapılırken ülkelere demokrasi ile ilgili beş noktada<br />

0-10 arası notlar verilmiş. Söz konusu beş nokta ve<br />

Türkiye’nin bu 5 noktada notları şöyle:<br />

I. Seçim süreçleri ve çoğulculuk : 7.92<br />

II. Hükümet işleyişi : 7.14<br />

III.Siyasi katılım : 3.89<br />

IV. Siyasi kültür : 5.00<br />

V. Bireysel özgürlükler : 4.71<br />

Toplam ülke notu : 5.73<br />

Demokrasi Endeksi’nde ülkeler toplam ülke notu<br />

temelinde 4 Ayrı kategoriye ayrılıyor.<br />

Ülke Notu 10. 00 ile 8.00 arasında olanlar “Tam<br />

Demokrasi”<br />

Ülke Notu 7.99 ile 6.00 arasında olanlar “Özürlü<br />

Demokrasi”<br />

Ülke Notu 5.99 ile 4.00 arasında olanlar “Hibrid<br />

(yani “melez”) Demokrasi<br />

Ülke notu 4.00 altında olanlar ise “Otoriter<br />

Rejimler” kategorileri içinde ele alınıyor. Türkiye<br />

5,73 lük toplam notu ile 167 ülkelik listenin 89.<br />

sırasında “Hibrid Demokrasiler” kategorisi içinde yer<br />

alıyor. Faşizmle iç içe, daha çok hala faşist (burjuvazi<br />

faşist lafından hoşlanmadığı için “otoriter” den söz<br />

ediyor) bir demokrasi; özürlü demokrasiden daha<br />

özürlü, melez, ucube bir demokrasi AKP’nin demokrasisi.<br />

Yani kısacası, AKP’nin demokrasi söylemine batılı<br />

dostları bile inanmıyor!<br />

Fakat yalan söyleyen yalnızca AKP değil. AKP’nin<br />

burjuva muhalifleri yalan söylüyor: AKP Türkiye’yi<br />

“laik, demokratik, sosyal hukuk devleti”nden ; faşizme<br />

sürüklemiyor. (Bu arada: Şeriat’tan şimdilik vaz<br />

geçtikleri için, bunun üzerinde fazla durmuyoruz.


Her halükarda AKP’nin parti olarak, “gizli gündemi”<br />

olan şeriatçı bir parti olduğu değerlendirmesi yanlıştır.<br />

Evet Türkiye’de Şeriatçı güçler de vardır. Fakat<br />

onların partisi AKP değildir. AKP içinde gizli gündemli<br />

şeriatçılar da olabilir. Fakat partinin siyaseti<br />

bunlar tarafından belirlenmiyor. Şeriat tehlikesi bağlamında:<br />

Türkiye’de toplumun bu gelişme aşamasında,<br />

şeriat, Kurana dayalı yönetim, gerçek bir iktidar<br />

alternatifi değildir. Bir azınlık görüşüdür ve azınlık<br />

görüşü ve örgütlenmesi olarak varlığını sürdürecektir.)<br />

Sorunun böyle konması sahtekarlıktır. Çünkü<br />

Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman gerçek anlamda<br />

laik olmadı! O daha kuruluşunda, İslamın Sünni/hanefi<br />

Kemalist devlet dinini temel alan bir din devleti<br />

idi, din devletidir. Türkiye hiçbir zaman sosyal devlet<br />

olmadı. Özel sermayenin güçsüzlüğü nedeniyle, sonuçta<br />

özel sermayeli burjuvazi yaratmak programı ile<br />

biraz da zorunlu olarak yaratılan devlet işletmeleri,<br />

“sosyal”liğin değil, devlet kapitalizminin göstergesidir.<br />

Kapitalizm ve “sosyal”lik yan yana olmaz! Türkiye<br />

hiçbir zaman hukuk devleti olmadı. Hukuk adına<br />

konuşanlar, zaten özünde burjuvazinin çıkarlarına<br />

uygun olan yasaları hep kendilerinin parçası olduğu<br />

“kurulu devlet düzenini” sürdürmeye, iktidarlarını<br />

sürdürmeye yönelik biçimde yorumlayıp uyguladılar.<br />

Türkiye hep guguk devleti olageldi. Türkiye Cumhuriyeti<br />

burjuva demokrasisi anlamında bile hiçbir zaman<br />

demokratik bir ülke, bir devlet olmadı. Burjuvazinin<br />

yönetiminde açık terör -belli çok kısa dönemler<br />

dışta tutulduğunda- hep esas yöntem oldu, demokrasi<br />

adına uygulanan hep değişik tonlarda ve biçimlerde<br />

faşizm oldu. Bu yüzden, şimdi egemenler arasındaki<br />

iktidar mücadelesinde iktidardan uzaklaştırılanların<br />

“faşizme” gidiliyor yaygarası, güya demokrasiye sahip<br />

çıkmaları sahtekarlıktır.<br />

Yoktur aslında birbirlerinden farkları. Birinin ötekine<br />

göre “iyiliği” kötüler içinde anda daha az kötü<br />

olması biçiminde bir “iyiliktir”. O da an için geçerlidir.<br />

Bugün ehven-i şer olan, yarın iktidarı tam olarak<br />

eline geçirdiğinde roller değişir!<br />

Ama her iki yanın söylediklerinde de bir nebze gerçek<br />

payı da vardır. Şöyle ki:<br />

KK/T de, faşizm kapitalizmin gelişmesine, özel sermayeli<br />

burjuvazinin emperyalist sistemle daha sıkı<br />

entegrasyon taleplerine, uluslararası konjonktüre ve<br />

KK/T’de işçi emekçi hareketinin, en başta Kürt Ulusal<br />

Hareketinin gelişmesine bağlı olarak bir çözülme<br />

süreci yaşıyor. Bu çözülme sürecinde, özel sermayeli<br />

büyük burjuvazinin taleplerinin sözcülüğünü üzerlenen<br />

AKP, hükümete geldiğinden bu yana, bu sürecin<br />

en önemli siyasi aktörü olarak hareket ediyor. Yani<br />

AKP, rakibi olan egemen sınıf partileri ile karşılaştırıldığında<br />

“ehven-i şer” olan.<br />

Diğer yandan fakat AKP dalaş içinde olduğu kesimin<br />

kalelerini birer birer yıkıp, ele geçirdikçe; iktidara<br />

yerleştikçe ceberrutlaşıyor. Kazandığı her seçim<br />

ertesinde, çoğulcu değil çoğunlukçu olduğunu; çoğunluğu<br />

ele geçiren, her şeyi yapabilir, yapma hakkına<br />

sahiptir biçimindeki bir “demokrasi” yorumuna<br />

sahip olduğunu gösteriyor. AKP’nin bu gerçek yüzünün<br />

kavranması ve teşhiri, buna karşı mücadele o<br />

iktidara yerleştiği ölçüde daha fazla öne çıkmak zorundadır.<br />

AKP’ne Alternatif Arayışları ve “Yeni” CHP:<br />

Hangi saiklerle olursa olsun, darbecilere karşı yürüyen<br />

bir dizi operasyon, onların teşhirinde, olası bir<br />

askeri darbeye karşı toplumsal tepkinin gelişmesi, bu<br />

bağlamda kamuoyu oluşmasında önemli bir rol oynadı.<br />

O kadar ki, açıkça darbe savunmak bayağı güçleşti.<br />

Ergenekon’u hiçleştirmeye yönelik kimi medya<br />

kampanyalarına rağmen oldu bu. Bu kadarla da kalmadı,<br />

Ergenekon ve onunla bağlantılı bir dizi operasyon<br />

darbecilerin alt yapısına da oldukça zarar verdi.<br />

Bu dava başladığından bu yana “Faili meçhul”lerin<br />

durmuş olması bunun bir göstergesi olsa gerekir.<br />

Şimdi uluslararası konjonktürün de askeri darbeye<br />

uygun olmadığı şartlarda, AKP hükümetinin darbeyle<br />

iş başından götürülmesi olasılığı anda hemen<br />

hemen sıfırlanmış durumda. (Bu tabii darbe girişimlerinin<br />

bundan böyle hiç olamayacağı anlamına<br />

gelmiyor. ) Askeri darbe ihtimalinin ortadan kalktığı<br />

ve tehditlerin de artık pek fazla sonuç vermediği, tam<br />

tersine tepki toplayıp, AKP’nin işine yaradığının görüldüğü<br />

şartlarda (Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçimi<br />

dönemindeki 27 Nisan muhtırası ve sonrası bunun<br />

örneği), yüksek yargı bir süre neredeyse ordunun rolünü<br />

üstlendi. Şimdi yüksek yargıda, yukarıda ortaya<br />

konduğu gibi adım adım AKP’ne muhalefet odağı<br />

olmaktan çıkıyor, son kaleler kuşatılıyor. Direnişe<br />

rağmen düşürülmeleri artık çok uzun süreceğe de<br />

benzemiyor. Bu durumda yerleşik devlet iktidarını<br />

80 yılı aşkın süre dek elinde bulunduranlar açısından,<br />

bürokrat devlet burjuvazisi açısından AKP’ni<br />

“demokratik yollar” üzerinden iktidardan götürmeye<br />

çalışmaktan başka bir yol kalmıyor. Bu bağlamda<br />

tabii en büyük ümit “Ana Muhalefet Partisi”<br />

CHP’de. Fakat CHP’nin kadim ve kendi istemezse<br />

gündem<br />

39


gündem<br />

40<br />

“değişmez” Başkanı Deniz Baykal’ın önderliğindeki<br />

ve tüm siyasetini derin devlet savunuculuğu, kendi<br />

yarattığı öcü olan “Şeriat tehlikesine karşı” güya<br />

“laik” cumhuriyeti savunma stratejisi üzerine kuran<br />

CHP ile iktidara gelmek bir yana, onun yakınından<br />

bile geçmenin mümkün olmadığı da pratik içinde<br />

görüldü. AKP’nin demokratik yollarla götürülmesi<br />

için, CHP’nin AKP’nin alternatifi olabileceği yönünde<br />

ümitlerin yeşertilmesi için, CHP’ye yeni bir çeki<br />

düzen verilmesi gerekli idi. CHP’nin “yenilenmesi”,<br />

en azından yenilenmiş görüntüsü vermesi gerekli idi.<br />

Baykal operasyonu:<br />

Bunun için bir yerlerden düğmeye basıldı. İlk adımda<br />

“değişmez” görünen, CHP Kurultayından çok<br />

değil on gün önceye kadar yeniden seçileceğine kesin<br />

gözüyle bakılan CHP’nin kadim başkanı Deniz<br />

Baykal’lı, onun mutlu/namuslu/sadık bir aile babası<br />

imajını sarsacak bir video kaseti internete düşürüldü.<br />

Arkasından 10 gün içinde muazzam bir medya<br />

kampanyası ile, uzun süreden beri Doğan Medya<br />

tarafından hazırlanan, parlatılan Kemal Kılıçdaroğlu<br />

CHP başkanlığına soyunduruldu ve getirildi.<br />

Kılıçdaroğlu’nu CHP başkanlığına getiren kendi ekibi<br />

değil, en başta Doğan Medya ve bu işin Baykal’la<br />

yürümeyeceğini görüp, batan gemiyi terk eden ve<br />

Kılıçdaroğlu’nu fazla öne çıkmadan çekip çevirmeyi<br />

planlayan CHP’nin kadim genel sekreteri Önder Sav<br />

ve ekibi oldu. Kılıçdaroğlu’nu başkanlığa seçen Kurultay,<br />

80 kişilik Parti Meclisi’ne büyük çoğunlukla<br />

Sav ekibini getirdi. Bir çeşit Polit Büro olan Merkez<br />

Yürütme Kurulu’nda da Sav ekibi büyük çoğunlukta<br />

idi. Yani Kılıçdaroğlu’nun etrafı çevrili idi. Deniz<br />

Baykal’ın CHP başkanlığından götürülmesi, CHP’ye,<br />

medyanın da büyük desteği ile büyük hız kazandırır<br />

göründü. Fakat bu hız, aslında büyük ümitler bağlanan<br />

Kılıçdaroğlu’nun aslında Sav ekibinin elinde bir<br />

kukla olduğu görüşünün yaygınlaşmasıyla kesildi.<br />

Bunda Sav’ın İzmir’de yayınlanan bir gazeteye verdiği<br />

uzun mülakatta CHP de iplerin kimin elinde<br />

olduğunu oldukça somut anlatan tavrı belirleyici bir<br />

rol oynadı. Sav ekibinin çoğunlukta olduğu “yeni”<br />

CHP’de, yeni olan tek şey Baykal’ın götürülmüş olması<br />

idi. Siyasette söylemde biraz değişik şeyler söyleyen<br />

Kılıçdaroğlu bugün söylediğini ertesi gün düzeltmek<br />

zorunda kalan bir “lider” görünümünde idi.<br />

“Lider olmayan Başkan”lıktan<br />

Başta Doğan Medya olmak üzere, medyanın bir kesimi<br />

bu gelişmeden rahatsızlığını dile getirerek,<br />

Kılıçdaroğlu’na gerçek lider olma, kendi ekibini kurma,<br />

kendi ekibi ile CHP’yi yenileştirme yönünde<br />

çağrılar yapmaya, gelişmeyi bu yönde yönlendirmeye<br />

başladı. Bu arada yaklaşan referandum CHP içi kavgayı<br />

bir süre –en azından dışa karşı- erteledi. CHP, en<br />

başta da bu referandumdan zaferle çıkması halinde<br />

parti içi mücadelede büyük güç kazanacak Kılıçdaroğlu<br />

ve onunla birlikte hareket eden Gürsel Tekin<br />

ekibi büyük bir güçle Referandum kampanyasına<br />

yüklendiler. Sonucu biliyoruz. Sonuç aslında CHP<br />

için olduğu gibi, en başta da Kılıçdaroğlu ve ona<br />

umut bağlayanlar açısından büyük bir hüsran oldu.<br />

Ama ne gam. “Galip sayılır bu yolda mağlup”tu. Hem<br />

de yenilmemişti ki Kılıçdaroğlu! O Türkiye’nin aydın<br />

kesiminin, Türkiye’nin kıyılarının, Türkiye’nin<br />

% 42’sinin umudu idi! CHP’nin oyları (artık nasıl<br />

hesapsa!!!) yükselmişti!! Referandum sonuçları<br />

Kılıçdaroğlu’nun başarılı olduğunu gösteriyordu! Bir<br />

dahaki seçimlerde CHP tek başına iktidara gelecekti!<br />

vs vs… Böyle yorumladılar Referandum sonuçlarını.<br />

Böyle avuttular kendilerini ve CHP’ye umut bağlayanları.<br />

Fakat burjuvazinin CHP yenilenmeksizin,<br />

AKP’yi seçimler yoluyla götürmenin imkanı olmadığını<br />

gören kesimi açısından Referandum öncesi ve<br />

sonrasındaki CHP ile bu işin olmayacağı anlaşılmıştı.<br />

CHP’nin “yenilenme operasyonu”na kalındığı yerden<br />

devam edildi. Şimdi sıra Kılıçdaroğlu’nun etrafındaki<br />

kuşatmanın kırılmasında, Kılıçdaroğlu’nun kendi<br />

ekibi ile çalışmasının sağlanmasında idi.<br />

“Lider”liğe<br />

Devreye yüksek yargı girdi! Yargıtay Başsavcısı aslında<br />

Baykal’ın, fazla güçlenen Sav ekibinin gücünü<br />

kırmak için hazırladığı, bir önceki Kongrede kabul<br />

edilen, uygulaması bir sonraki Kongre (yani Mayıs<br />

2010’da yapılan, plan dışı olarak Kılıçdaroğlu’nun<br />

Başkan olduğu Kongre) ertesine bırakılan, uygulanacak<br />

olan “Tüzük değişikliklerinin” – ki Kongre<br />

bunun uygulanmasını yine ertelemişti- derhal uygulanmasını<br />

talep etti. Söz konusu tüzük değişiklikleri<br />

Genel Başkana, MYK’nun bütün üyelerini tayin etme<br />

hakkı veriyordu. Genel Sekreterin yetkileri kısıtlanıyor,<br />

Genel Sekreter, Genel Başkan’ın tayin edeceği ve<br />

her biri belli işlerden sorumlu Genel Başkan yardımcılarından<br />

biri haline geliyordu. Yargıtay başsavcısının<br />

bu “hukuki” görünümlü, siyasi talebi, gerçekte<br />

Kılıçdaroğlu’na yapılan “kendi ekibini kur, Sav takımını<br />

tasfiye et!” çağrısı idi. Medyanın bir kesimi,


tabii yine en başta Doğan Medya da Kılıçdaroğlu’na<br />

bilinen desteğini verdi. Kılıçdaroğlu’na yapılan “lider<br />

ol” çağrıları – yer yer de biraz umutsuz biçimde- yinelendi.<br />

Kemal Kılıçdaroğlu önce “Yüksek yargı kararı”<br />

ile dayatılan yeni MYK oluşturma işini Önder<br />

Sav ile pazarlık yaparak çözmeyi denedi. Fakat Sav<br />

ekibi azınlıkta olacağı ve Önder Sav’ın örgütsel işlerden<br />

sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olmayacağı<br />

bir iktidar paylaşımını kabul etmedi. Devreye yoğun<br />

bir biçimde, Sav takımı ile bağların atılmasını isteyen<br />

eski İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin girdi. Görünen<br />

oydu ki, burjuvazinin “yenilenmiş bir CHP ile umut<br />

bağlayan kesimi için Gürsel Tekin- Kemal Kılıçdaroğlu<br />

bu işi yapacak ekipti. Bu yönde gaz verildi.<br />

İki toplantı/iki yönetim<br />

Sonuçta CHP Genel Merkezinde, bir katta Kemal<br />

Kılıçdaroğlu’nun yüksek yargı kararına dayanarak<br />

yeni MYK’yı tayin ettiği; bir başka katta da Önder Sav<br />

ekibinin 80 kişilik Parti Meclisinden 57’nin oylarıyla<br />

diğer katta yapılan toplantıyı geçersiz ilan eden iki<br />

ayrı toplantı ile CHP deki iktidar bölünmesi açıkça<br />

belgelendi. Sav ekibi MYK konusunda bu “seçim”in<br />

geçersiz ilan edilmesi için yüksek yargıya da başvurdu.<br />

Gelen cevap olumsuz oldu. Sav’ın Parti Meclisi<br />

toplantısından sonra yaptığı basın toplantısında “Ona<br />

CHP’nin sahipsiz olmadığını ve hukuku öğreteceğiz”<br />

lafları böylece havada kaldı. Tabii parti içi mücadele<br />

bitmedi. CHP içinde en az üç ayrı fraksiyonun iktidar<br />

mücadelesi sürdü. CHP içindeki iktidar mücadelesinin<br />

bundan sonraki durağı, Kılıçdaroğlu-Tekin<br />

koalisyonunun aslında istemeden yaptığı, Sav ve Baykal<br />

ekibinin, “seçimlere hazırlıklı girmek için mutlaka<br />

olağanüstü bir genel kurul gereklidir” gerekçesiyle<br />

zorladıkları olağanüstü genel kurul oldu.<br />

Olağanüstü Kurultay<br />

Aralık ayında yapılan Genel Kurul’un gündemi<br />

80 kişilik Parti Meclisinin yenilenmesi idi. Baykal<br />

ve Sav ekiplerinin Kılıçdaroğlu için yürütülen<br />

muazzam medya kampanyasının gücü karşısında<br />

ayrı liste ile çıktıklarında kazanma şansları yoktu.<br />

Kılıçdaroğlu’nun tek liste ile çıkması ve liste seçimi<br />

yapılması halinde ise, bu listenin delinme ihtimali<br />

yoktu. Bu durumda bundan önceki bütün Kongrelerde<br />

liste seçimini savunan Baykal ve Sav, tek tek isimlere<br />

oy verilen ve en çok oy alan ilk seksen ismin seçildiği<br />

çarşaf liste ile seçim yapılmasını istediler, çarşaf<br />

listenin, liste seçimlerine göre çok daha demokratik<br />

olduğunu keşfettiler. Daha önce kendilerinin yeni<br />

CHP’sinde, liste seçimlerine son verileceğini söyleyen<br />

Kılıçdaroğlu ise, bu konuda örgüt ne isterse onu<br />

yaparız gerekçesiyle çarşaf listeye karşı çıktı. Ve güya<br />

danıştığı “örgüt liste seçiminden yana çıktı”ğı gerekçesiyle<br />

seçimlere Kılıçdaroğlu’nun güya ve güya parti<br />

birliği için dengeleri gözettiği tek başına yaptığı tek<br />

liste ile gidildi. Bu listede en düşük oyu bu listede<br />

üzeri çizilen Gürsel Tekin, ondan sonra da şimdiye<br />

kadarki CHP ile kan uyuşması zor olan Diyarbakır<br />

eski Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu aldılar. Seçimler<br />

ertesinde kadın kotası konusunda 68 kişilik listede<br />

öngörülen % 20’lik kotanın göz önünde bulundurulmadığı<br />

gerekçesiyle, listede en az oy alan son üç kişinin<br />

düşürülerek, yerine üç kadın getirilmesi talebiyle<br />

yüksek yargıya gidildi. Beklendiği gibi bu konuda da<br />

yüksek Yargı Kılıçdaroğlu’nun yüzünü kara çıkarmadı.<br />

Seçimlere yapılan itirazı reddetti.<br />

Kılıçdaroğlu/Tekin ekibi:<br />

Yeni seçilen Parti Meclisinde, geçen PM de yer<br />

alanların yarısından fazlası yok. Baykal Parti<br />

Meclisinde yok. Parti Meclisi seçiminde, CHP<br />

de çokça olduğu gibi, parti başkanı tek seçici<br />

konumunda idi. Seçilenler Kılıçdaroğlu onların<br />

seçilmesini istediği, onları listeye aldığı için<br />

seçildiler.<br />

Parti Meclisi seçiminin gerçekleştirildiği Olağanüstü<br />

Genel Kurul ertesinde yapılan ilk Parti Meclisi<br />

toplantısında CHP’nin şimdiki tüzüksel tek seçicisi<br />

Kemal Kılıçdaroğlu yeni PYK’nu açıkladı. Yeni MYK<br />

‘da yer alan isimler ve fonksiyonları şöyle:<br />

1-Örgütlenme ve Örgüt Yönetimlerinden Sorumlu<br />

Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin.<br />

2-İdari ve Mali İşlerden Sorumlu Genel Başkan<br />

Yardımcısı Hurşit Güneş.<br />

3-Seçim ve Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Başkan<br />

Yardımcısı Süheyl Batum.<br />

4-Partinin Tanıtımı ve Basın ve Propagandadan<br />

Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Erdoğan Toprak.<br />

5-Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı<br />

Volkan Canalioğlu.<br />

Meslek Kuruluşları, Sendikalar ve Diğer Sivil Toplum<br />

Kuruluşları Genel Başkan Yardımcılıkları:<br />

6-İşçi Memur Sendikaları ve Emekliler ve Emek<br />

Bürolarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı İzzet<br />

Çetin.<br />

7-İşveren Sendikaları Meslek Kuruluşları ve Diğer<br />

Sivil Toplum Kuruluşlarından Sorumlu Genel Baş-<br />

gündem<br />

41


gündem<br />

42<br />

kan Yardımcısı Umut Oran.<br />

8-Dış İlişkiler ve Yurtdışı Örgütlenmelerden Sorumlu<br />

Genel Başkan Yardımcısı Osman Korutürk.<br />

9-Kadın Örgütlenmesi ve Kadın Kollarından Sorumlu<br />

Genel Başkan Yardımcısı Gülsün Bilgehan.<br />

10-Gençlik Örgütlenmesi ve Gençlik Kollarından<br />

Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Engin Altay.<br />

11-Ekonomik ve Mali Politikalardan Sorumlu Genel<br />

Başkan Yardımcısı Faik Öztrak.<br />

12-Halkla İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı<br />

Alaattin Yüksel.<br />

13-AR-GE; Bilim Yönetim ve Kültür Platformundan<br />

Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Sencer Ayata.<br />

14-Parti İçi Eğitimden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı<br />

Sena Kaleli.<br />

15-Bilişim Teknolojilerinden Sorumlu Genel Başkan<br />

Yardımcısı Emrahan Halıcı (Ecevit kontenjanından!)<br />

16-İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı<br />

Sezgin Tanrıkulu.<br />

17-Genel Sekreter Bihlun Tamaylıgil (Baykal’a yakın)<br />

Önceki, yine Kılıçdaroğlu tarafından tartışmalı 2.<br />

kat toplantısında atanan MYK’da görev alan 7 kişi<br />

Mesut Değer, İsa Gök, Oğuz Oyan, Melda Onur, Didem<br />

Engin, Mehmet Ali Özpolat ve Mehmet Zeki<br />

Gündüz ise yeni MYK’da bulunmuyor.<br />

Yeni CHP ne kadar yeni?<br />

Bu “Yeni CHP”nin, tek seçicilik açısından, parti iç<br />

demokrasi açısından eski CHP’den ve diğer burjuva<br />

partilerinden hiçbir farkı yok. Tek farkı, ikide bir<br />

“benim adım Kemal, ben dediğimi yaparım. Size demokratik<br />

bir CHP vaat ediyorum. CHP’nin tüzüğünü<br />

değiştirip, onu demokratik yapacağız” diyen, bu<br />

Kongre’de kimi aymazlar tarafından Gandi’likten ,<br />

Che liğe terfi ettirilen, Lefteri “iyi kaleciydi” diye öven<br />

Fenerbahçe Başkanı. Bu başkanın en önemli tarafı<br />

vaatleri. Onların da bir tek açıklaması ve garantisi<br />

var: Beni seçin, nasıl yaptığımı göreceksiniz diyor.<br />

Kürt sorunu mu? Öyle bir sorun yok zaten bu başkanın<br />

lügatında. Çünkü Kürt sorunu denirse, etnik<br />

siyaset yapılmış olurmuş! Ama bu başkan başbakan<br />

olursa, Güneydoğu sorununu ekonomik kalkınmayla<br />

çözermiş! Türban sorunu mu? Öyle bir sorun zaten<br />

yokmuşmuş. Bu mesele bu başkan başbakan olursa<br />

kendi doğal mecrasında çözülürmüş! Yoksulluk mu,<br />

en yoksullara bu başkan başbakan olursa 600 lira<br />

maaş bağlarmış, sorun çözülürmüş. Kaynak mı neymiş?<br />

Bu başkanın adı Kemalmiş vs.. Bu düzeyde bir<br />

“yeni CHP” ile karşı karşıyayız. Ve bu CHP, AKP’yi<br />

seçimlerle götürmek hesapları yapan burjuva kesiminin<br />

ve de halkın küçümsenmeyecek ve fakat azınlıkta<br />

olan kesiminin esas umudu! Vah ki vah!<br />

Kılıçdaroğlu, CHP’nin ancak AKP’den oy alarak<br />

güçlenebileceğini bildiği için, söylem düzeyinde<br />

MHP ile arasında fark kalmayan CHP söylemlerinden<br />

uzaklaşarak, halka şirin gelebilecek söylemler geliştirmeye,<br />

CHP’nin değiştiği ve değişeceği mesajını<br />

vermeye çalışıyor. Yer yer AKP’nin en yetkin olduğu<br />

siyaset konularında (türban meselesi mesela) ondan<br />

daha iyi olduğu sözleri ile dikiş tutturmaya çalışıyor.<br />

Ancak CHP’nin ideolojik Kemalist dokusu nedeniyle<br />

bu yönde fazla ilerlemesinin de yolu kapalı. Bu yönde<br />

ilerlemesi halinde ise gideceği yer AKP’nin siyaseti<br />

olur. Orda ise orjinali varken taklidini kim niye seçsin?<br />

Kılıçdaroğlu’nun CHP’si yenilendiğini ilan ederek,<br />

şimdi 6 ay sonra yapılacak seçimlerde tek başına iktidar<br />

olma hedefini koyduğunu açıklıyor.<br />

Aslında CHP’nin yenilenme iddiasının emekçi yığınlar<br />

açısından ciddiye alınması için hiçbir neden<br />

yok. Yapılan Kamu oyu araştırmaları da bunu gösteriyor.<br />

Yapılan kamuoyu araştırmalarında CHP açısından<br />

en yüksek oy (ki bu CHP’nin zaten birinci parti konumunda<br />

olan yerlerde yapılan bir araştırma sonucu)<br />

% 30! AKP’nin en düşük oyu ise % 40! Kimi araştırmalar<br />

AKP’ni % 48’de gösteriyor. MHP 11-13 civarında<br />

dolanıyor. BDP’nin oyu % 6,5 civarında. SP %<br />

2, ondan kopan HAS Parti % 1 civarında, BBP % 1,<br />

DP % 2 civarında görünüyor.<br />

Yani bugünkü perspektifle: a) önümüzdeki seçimlerden<br />

de AKP’nin açık ara birinci parti çıkacağı, b)<br />

Tek başına hükümet kuracak bir çoğunluğa ulaşacağı,<br />

c) AKP açısından çıtanın Anayasayı –Referanduma<br />

götürerek- tek başına değiştirecek bir güce ulaşmak<br />

( en az 330 milletvekili) olduğu görülüyor.<br />

CHP’nin bugünkü yönetimi açısından % 30’un altında<br />

bir sonuç (ki bu bugünkü perspektifle gerçekçi<br />

görünüyor) CHP içinde intikam için fırsat bekleyen<br />

Baykalcıları ve Savcıları yeniden hareketlendirecek<br />

bir sonuç olacaktır. Kılıçdaroğlu seçime kendi ekibini<br />

kurmuş olarak girmektedir, olası bir başarısızlığın<br />

özrü olmayacaktır.<br />

Seçim Taktiği:<br />

Şimdi önümüzdeki altı ayda Türkiye’de burjuva si-


yaseti seçimlere kilitlenmiş olarak yapılacak. Atılan<br />

her adım, söylenen her söz, seçimlere dönük olacak.<br />

Egemen sınıf partileri halktan oy almak için her cambazlığı<br />

yapacaklar. Seçimler egemen sınıf partileri<br />

arasındaki iktidar mücadelesi açısından çok önemli.<br />

AKP’nin tek başına iktidar olacağı neredeyse baştan<br />

belli bu seçimde, seçimin önemi AKP çoğunluğunun<br />

Anayasayı tek başına değiştirmeye yeter bir çoğunluk<br />

olup olmayacağı noktasında düğümleniyor. Eğer<br />

AKP bu çoğunluğu sağlarsa, onun iktidar yürüyüşünde<br />

bu çok önemli yeni bir merhale olacaktır. Seçimler<br />

aynı zamanda CHP’nin bugünkü yönetiminin<br />

geleceği açısından belirleyici olacaktır. MHP’nin yeni<br />

parlamentoda temsil edilip edilmeyeceği, edilecekse<br />

kaç kişiye temsil edileceğini belirleme açısından<br />

önemlidir. Fakat bu sorulara seçim sonuçları ile verilecek<br />

cevapların hiç biri, işçiler, köylüler emekçilerin<br />

hiçbir gerçek derdinin gerçek çözümü açısından<br />

önemli değildir. İşçi sınıfı, köylüler, emekçiler açısından<br />

aslında bu seçimlerde de gerçek seçim burjuvazinin<br />

partileri içinde “kötüler arasında” bir tercih<br />

seçimidir. Burjuva demokrasisi anlamında bile anti<br />

demokratik olan % 10 barajının olduğu bu seçimde,<br />

DTP dışındaki “sol” un (o da bağımsız adaylarla seçime<br />

girdiği şartlarda) bugünkü güç dengesinde seçilme<br />

şansı yoktur. Bu anlamda devrimci sol kesim<br />

açısından seçimlere “katılma” seçim ortamından<br />

devrimci propaganda için yararlanma anlamında<br />

bir “katılma” olabilir. Seçimin gerçek anlamı “veba<br />

ile kolera arasında bir tercih olduğu için, bu seçimlerde<br />

de devrimcilerin görevi, demokrasinin göstergesi<br />

olarak sergilenen seçimlerin sahtekarlık olduğunu<br />

teşhir etmek; işçiler, köylüler ve tüm emekçileri bu<br />

sahtekarlığa ortak olmamaya çağırmaktır. Boykot genel<br />

tavır olmalıdır. Genel boykot tavrı, bugünkü şartlardaki<br />

güç dengesinde kural dışı olarak belli yerlerde<br />

devrimci gruplarla eylem birliği içinde ortaklaşılan<br />

devrimci bir program temelinde devrimci aday gösterilmesini<br />

dışlamaz.<br />

İşçi ve Emekçi Hareketi:<br />

2009/2010 yıldönümüne işçi ve emekçi hareketi, bu<br />

harekete ivme kazandırma potansiyelini içinde taşıyan<br />

önemli bir direnişle, TEKEL tütün işçilerinin direnişi<br />

ile girmişti. 4-C konusunda hak kaybına uğrayan,<br />

mağdur olan TEKEL tütün işçilerinin neredeyse<br />

tümünün desteğini alan, önemli bir bölümünün doğrudan<br />

katıldığı kitlesel bir eylemdi TEKEL direnişi.<br />

Hem Türkiye’de hem uluslararası alanda önemli bir<br />

sempati ve destek kazanan bir eylem olarak, diğer<br />

emekçi işçi ve emekçi direnişlerini de tetikleyebilecek,<br />

yükselen bir hareketin çıkış noktası olabilecek<br />

bir direnişti TEKEL direnişi. Bu direnişi sisteme karşı<br />

bir eyleme dönüştürme işini beceremedik devrimci<br />

hareket ve biz komünistler. Hareket sonuçta AKP’ne<br />

karşı hareket kısırlığında kaldı. Hareketin kendilerini<br />

aşma potansiyelini içinde taşıdığını gören sendika<br />

ağaları da, mücadeleyi “yüksek yargı” ya havale edip,<br />

hareketi sonlandırma işini başardılar. Tekel işçilerinin<br />

büyük çoğunluğu sendika ağalarının avutmasıyla,<br />

yüksek yargı hakkımızı verecektir ninnisiyle ve<br />

açlık korkusuyla 4 C’yi imzalamak zorunda kaldılar.<br />

2010 /2011 yıldönümüne bu direnişten arta kalan<br />

az sayıda Tekel işçisinin direnişi sürdüren eylemiyle<br />

girdik. Fakat artık eylemin kitleselliğinden eser yok.<br />

Ve kitleselleşme olasılığı da yok.<br />

İşçi hareketinin 2011’e girerken temel görünüşü, az<br />

sayıda, az katılımlı, ve fakat çoğu uzun süreli direniş<br />

eylemleri dışında sessizlik, hareketsizlikti. Ocak 2011<br />

başında yürüyen direniş eylemleri şunlardı:<br />

Direnişler:<br />

-Adana Numune Hastanesi taşeron işçileri direnişi –<br />

Adana<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 4 Ocak 2011<br />

Direnişteki işçi sayısı: 30<br />

Direnişin sebebi: Adana Numune Hastanesi’nde<br />

taşeron şirket tarafından ‘Geçmişe dönük tüm haklarımdan<br />

vazgeçiyorum’ yazılı kağıdı imzalamayan<br />

işçiler işten çıkarıldı ve hastane önünde 4 Ocak günü<br />

direnişe geçti.<br />

-Gemlik Nemtrans işçileri direnişi – İstanbul ve<br />

Bursa<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 27 Aralık 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 43<br />

Direnişin sebebi: İş Bankası’na bağlı Bursa’nın<br />

Gemlik İlçesi’ndeki Serbest Bölge’de bulunan Nemtrans<br />

işçileri Nakliyat-İş’e üye oldukları için işten çıkarıldı<br />

ve işlerine sendikalı olarak geri dönmek için<br />

direnişe geçti.<br />

-Berikap işçileri direnişi – Kocaeli Darıca<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 25 Aralık 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 4<br />

Direnişin sebebi: Kocaeli’nin Darıca İlçesi’nde bulunan,<br />

Almanya merkezli çok uluslu bir firma olan<br />

Berikap Kapak San. Ltd. Şti’de 4 işçi, Petrol-İş üyesi<br />

olduğu için işten çıkarıldıktan sonra 25 Aralık günü<br />

direnişe geçti.<br />

gündem<br />

43


gündem<br />

44<br />

-Sa-Ba işçileri direnişi – İstanbul (Tuzla)<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 22 Aralık 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 104<br />

Direnişin sebebi: İstanbul Tuzla’da bulunan Sa-Ba<br />

fabrikasında, Petrol-İş üyesi olduğu için işten çıkarılan<br />

104 işçinin direnişi sürüyor.<br />

-Buca Belediyesi taşeron işçileri direnişi – İzmir<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 25 Kasım 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 7<br />

Direnişin sebebi: Buca Belediyesi’nde taşeron şirkette<br />

çalışırken iş güvencesi istediği için işten çıkarılan<br />

işçiler belediye önünde çadır açarak direnişe<br />

geçti.<br />

-Polyplex işçileri direnişi – Tekirdağ - Çorlu<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 23 Kasım 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 5<br />

Direnişin sebebi: Tekirdağ’ın Çorlu İlçesi’ndeki Avrupa<br />

Serbest Bölgesi’nde bulunan fabrikada, Petrol-İş<br />

üyesi olduğu için işten çıkarılan işçiler direnişe geçti.<br />

-Eruslu Sağlık Ürünleri işçileri direnişi - Antep<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 4 Kasım 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 4<br />

Direnişin sebebi: Antep Başpınar Organize Sanayi<br />

Bölgesi’nde, Sleepy ve Babyfit markalarıyla çocuk<br />

bezi üreten, 220 işçinin çalıştığı Eruslu Sağlık Ürünleri<br />

San. ve Tic. A.Ş. işçiler, Petrol-İş’e üye olduğu için<br />

işten çıkarılan 4 arkadaşları için 4 Kasım günü direnişe<br />

geçti.<br />

-Akdeniz Çivi işçileri direnişi – Mersin<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 27 Ekim 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 14<br />

Direnişin sebebi: Mersin’de bulunan Akdeniz Çivi<br />

fabrikasında işveren, sendikalı oldukları için Birleşik<br />

Metal-İş üyesi 14 işçinin işine son verdi. İşçiler, hem<br />

ödenmeyen ücretlerini ve fazla mesai ücretlerini almak<br />

hem de işlerine geri dönmek için fabrika önünde<br />

direnişe geçti.<br />

-İkinci Tekel direnişi – İstanbul<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 4 Ekim 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 25<br />

Direnişin sebebi: Anayasa Mahkemesi’nin kararını<br />

bekleyen ve sendikaları Tek Gıda-İş’ten bir açıklama<br />

bekleyen Tekel işçileri 4 Ekim günü, İstanbul 4. Levent’teki<br />

Tek Gıda-İş’in Genel Merkezi önünde direnişe<br />

geçti.<br />

-Anakonda işçileri direnişi – Kırklareli (Lüleburgaz)<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 27 Eylül 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 6<br />

Direnişin sebebi: Kırklareli Lüleburgaz’da kurulu<br />

bulunan İtalyan sermayeli Anakonda Isıtıcı ve Pişirici<br />

Cihazlar San. ve Tic. A.Ş’de, 6 işçi Birleşik Metal-İş’e<br />

üye oldukları için işten çıkarıldıktan sonra 27 Eylül<br />

günü fabrika önünde işlerine sendikalı olarak dönebilmek<br />

için direnişe geçti.<br />

-Mutaş işçileri direnişi – Kocaeli (Gebze)<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 26 Ağustos 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 7<br />

Direnişin sebebi: Kocaeli’nin Gebze ilçesi çıkışı E-5<br />

karayolu üzerinde kurulu Mutaş Demir Çelik Sanayi<br />

ve Ticaret AŞ’de Birleşik Metal-İş üyesi oldukları için<br />

işten çıkarılan işçiler, sendikalı olarak işlerine geri<br />

dönmek için direnişe geçti.<br />

-Rimaks Kot işçileri direnişi – Bartın<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 15 ağustos 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 51<br />

Direnişin sebebi: Bartın’daki Rimaks Kot<br />

Fabrikası’nda sendikalı oldukları için 9 ve 11 Ağustos<br />

günlerinde işten çıkarılan işçiler direnişe geçti. İşçiler<br />

fabrika içinde başlattıkları eylemlerini kent merkezine<br />

taşıdılar. İşçiler sendikalı olarak işlerine geri<br />

için direniyor.<br />

-Rimaks Kot işçileri direnişi – İstanbul (Tuzla)<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 15 ağustos 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 64<br />

Direnişin sebebi: Tuzla Organize Deri Sanayi bölgesinde<br />

bulunan Rimaks Kot Fabrikası’nda sendikalı<br />

oldukları için 9 ve 11 Ağustos günlerinde işten çıkarılan<br />

işçiler, işlerine sendikalı olarak geri dönmek için<br />

15 Ağustos’ta fabrika önünde çadır kurup direnişe<br />

geçti.<br />

-Betesan işçisi Zeynel Kızılaslan’ın direnişi - İstanbul<br />

(Tuzla)<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 10 Ağustos 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 1<br />

Direnişin sebebi: Tuzla’da tersaneler bölgesinde<br />

bulunan BETESAN Elektrik’te çalışan ve Tersane<br />

İşçileri Birliği Derneği Başkanı olan Zeynel Kızılaslan,<br />

örgütlenme çalışması yaptığı için 6 Ağustos’ta<br />

işten çıkarıldı. Kızılaslan, işe geri alınmak için 10<br />

Ağustos’tan itibaren fabrikanın önünde direnişini<br />

sürdürüyor.<br />

-İZGAZ işçileri direnişi - Kocaeli<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 3 Ağustos 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 11<br />

Direnişin sebebi: İzmit Gaz Dağıtım Şirketi’nde<br />

(İZGAZ) 11 sayaç okuma işçisi, “çalıştıkları birime<br />

ihtiyaç duyulmaması” gerekçesiyle 2 Ağustos günü


işten çıkarıldı. İşçiler işlerine geri dönmek için 3<br />

Ağustos günü Sabri Yalım Parkı’nda çadır açarak direnişe<br />

geçti.<br />

-Mas Daf Makine işçileri direnişi – Düzce<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 2 Ağustos 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 22<br />

Direnişin sebebi: Düzce 1. Organize Sanayi<br />

Bölgesi’nde kurulu Mas Daf Makine Sanayi’de Birleşik<br />

Metal-İş’e üye olduğu için işten çıkarılan işçiler,<br />

işlerine sendikalı olarak geri dönmek için direnişe<br />

geçti.<br />

-II. Çel-Mer direnişi – Gebze (Kocaeli)<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 17 Temmuz 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 63<br />

Direnişin sebebi: Kocaeli’nin Gebze ilçesinde Şekerpınar<br />

Mahallesi’nde bulunan Çel-Mer Çelik’te<br />

patron, sendikalı oldukları gerekçesiyle 23 işçiyi işten<br />

çıkardı. İşçiler sendikalı bir şekilde işlerine dönmek<br />

için direnişe geçti.<br />

-Bizimköy engelli işçilerin direnişi – Kocaeli<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 10 Temmuz 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 20<br />

Direnişin sebebi: Kocaeli’ndeki Bizimköy Engelli<br />

Üretim Merkezi’nde haklarını talep ettikleri için işten<br />

çıkarılan engelli işçiler, sosyal haklarıyla birlikte<br />

işe geri dönmek için direnişe geçti.<br />

-Samka Metal işçileri direnişi- İstanbul<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 12 Mayıs 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 14<br />

Direnişin sebebi: İstanbul’un Pendik İlçesi Kurtköy<br />

bölgesinde bulunan Samka Metal fabrikasında Birleşik<br />

Metal-İş’te örgütlendikleri için işten çıkarılan<br />

işçiler 12 Mayıs günü fabrika önünde direnişe geçti.<br />

-UPS işçileri direnişi - İstanbul<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 3 Mayıs 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 160<br />

Direnişin sebebi: UPS’de TÜMTİS üyesi oldukları<br />

için işten çıkarılan işçiler 3 Mayıs günü İstanbul<br />

Mahmutbey’deki aktarma merkezi önünde direnişe<br />

geçti.<br />

-Procast Metal işçileri direnişi- İstanbul<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 29 Nisan 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 12<br />

Direnişin sebebi: Tuzla Vernikçiler ve Organize<br />

Sanayi Bölgesi’nde kurulu Procast Metal Sanayi ve<br />

Ticaret Limited Şirketi’nde Birleşik Metal-İş üyesi oldukları<br />

için işten çıkarılan 12 işçi fabrika önündeki<br />

direnişe geçti.<br />

-Elkim Metal işçileri direnişi – Düzce<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 8 Nisan 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 14<br />

Direnişin sebebi: Düzce 2. Organize Sanayi<br />

Bölgesi’nde kurulu Elkim Metal Fabrikası’nda Birleşik<br />

Metal-İş’e üye olduğu için işten çıkarılan işçiler,<br />

işlerine geri dönmek için direnişe geçti.<br />

-Toros Devlet Hastanesi taşeron sağlık emekçileri<br />

direnişi - Mersin<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 31 Mart 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 16<br />

Direnişin sebebi: Mersin Toros Devlet Hastanesi’nde<br />

1 yıl önce, 40 yaşını doldurduğu için işten çıkarılan<br />

ve hukuk mücadelesini kazanarak iki ay önce işlerine<br />

dönen Dev Sağlık-İş üyesi sağlık işçileri çalıştıkları<br />

iki aylık sürenin ücretleri dahi ödenmeden tekrar<br />

işten çıkarıldı. Bunun üzerine işçiler 31 Mart günü,<br />

yargı kararlarına uyulana ve gasp edilen hakları geri<br />

verilene kadar direnişe geçti.<br />

-İSKİ işçileri direnişi - İstanbul<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 15 Mart 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 150<br />

Direnişin sebebi: İSKİ’nin sayaç okuma, barkod,<br />

açma-kesme, ihbar, sayaç değiştirme işlerini yapan<br />

Karel, Sistem ve Elsan taşeron şirketlerinde çalışan<br />

işçiler, 15 Mart’ta işlerine son verilmesinin ardından<br />

direnişe geçtiler.<br />

-Samatya Hastanesi inşaat işçileri direnişi - İstanbul<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 14 Şubat 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 80<br />

Direnişin sebebi: Samatya Hastanesi’nin inşaatında<br />

çalışan işçiler, bünyesinde çalıştıkları RT taşeron şirketinden<br />

maaşlarını alamadıkları için 14 Şubat’ta iş<br />

durdurma eylemine başladılar.<br />

-Atv Sabah işçileri grevi - İstanbul (Yeniden başladı)<br />

Grevin başlangıç tarihi: 13 Şubat 2009, 4 Mart<br />

2010’da yeniden başladı<br />

Grevdeki işçi sayısı: 10<br />

Grevin sebebi: Turkuvaz Medya’da (Atv-Sabah) çalışan<br />

Türk-İş’e bağlı Türkiye Gazeteciler Sendikası’na<br />

üye işçiler Toplu İş Sözleşmesi için greve çıktı.<br />

-Akkardan işçileri Kocaeli/Gebze<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 12 Şubat 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 108<br />

Direnişin sebebi: Kocaeli’nin Gebze ilçesinde otomotiv<br />

yan sanayi malları üreten Akkardan fabrikasında<br />

çalışan Birleşik Metal-İş üyesi 108 işçi kriz sebebiyle<br />

işten çıkartıldı. İşçiler işlerini geri almak için<br />

gündem<br />

45


gündem<br />

46<br />

fabrika önünde direnişe geçti.<br />

-Eko Depar Metal işçileri direnişi - İzmir<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 26 Ocak 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 14<br />

Direnişin sebebi: İzmir Kemalpaşa’da bulunan Eko<br />

Endüstri Ltd. Şti ve Depar Yedek Parça Sanayi Ltd.<br />

Şti.’de çalışan işçiler Birleşik Metal-İş’e üye oldukları<br />

için işten çıkartıldı. İşten çıkartılan 14 işçi 26 Ocak<br />

günü direnişe geçti.<br />

-İtfaiye işçileri direnişi - İstanbul<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 1 Ocak 2010<br />

Direnişteki işçi sayısı: 68<br />

Direnişin sebebi: 1 Ocak 2010 günüyle birlikte<br />

iş sözleşmeleri sona eren İstanbul Büyükşehir<br />

Belediyesi’nde çalışan itfaiye işçileri güvencesiz çalıştırmanın<br />

dayatıldığı yeni şirketle sözleşme imzalamadı<br />

ve Saraçhane Parkı’nda çadır kurarak direnişe<br />

geçti.<br />

-Nema Tekstil işçileri direnişi – Düzce<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 4 Kasım 2009<br />

Direnişteki işçi sayısı: 32<br />

Direnişin sebebi: Düzce’de yüzde 90 Alman Winkelmann<br />

Kombi ortaklı Nema Makine Tekstil San. Ve<br />

Tic. Ltd. Şti. işyerinde çalışan 32 işçi Birleşik Metal-İş<br />

sendikasına üye oldukları için işten çıkartıldı. İşten<br />

çıkartılan işçiler 4 Kasım günü direnişe geçti.<br />

-Mutaf Ambar işçileri direnişi - Balıkesir<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 31 Ağustos 2009<br />

Direnişteki işçi sayısı: 10<br />

Direnişin sebebi: Balıkesir Mutaf Ambar’da sendikalı<br />

oldukları için işten atıan 10 işçi aileleriyle birlikte<br />

direnişe geçti.<br />

-Ayzi Moda işçileri direnişi - İstanbul<br />

Direnişin başlangıç tarihi: 20 Ağustos 2009<br />

Direnişteki işçi sayısı: 75<br />

Direnişin sebebi: İstanbul İkitelli’de bulunan Ayzi<br />

Moda patronu, Ocak ayından bu yana asgari geçim<br />

indirimlerini ve son 3 aydır maaş ödemelerini yapmadığı<br />

işçileri kriz bahanesiyle işten çıkarttı. Bunun<br />

üzerine işçiler direnişe geçti.<br />

-Entes Elektronik işçisi Gülistan Kobatan’ın direnişi<br />

- İstanbul Direnişin başlangıç tarihi: 14 Mayıs 2009<br />

Direnişteki işçi sayısı: 1<br />

Direnişin sebebi: Gülistan Kobatan işe geri alınmak<br />

için direnişe geçti. Kobatan kriz gerekçesiyle 13 Mayıs<br />

2009’da işten çıkartılmıştı. (Direniş eylemleri listesi<br />

için Kaynak: Sendika Org./Grev Gözcüsü)<br />

Zor ve fakat doğru olan:<br />

Yani Ocak 2011 başında, geçmişi üç ay olan toplam<br />

211 işçinin katıldığı, toplam 8 işyeri kapısında –çevresinde<br />

direniş eylemi vardı. Bu direniş eylemlerinin<br />

çoğu sendikalı oldukları gerekçesiyle işten çıkarılan<br />

işçilerin eylemleri idi.<br />

Süren diğer direniş eylemlerinin çoğunda başlangıçta<br />

direnişte olan işçilerin önemli bölümü direnişi<br />

bırakmıştı; kararlı olan az sayıda işçinin eylemi olarak<br />

sürüyordu bu direnişler. Başlangıç sayıları itibarıyla<br />

süren diğer direnişlerdeki toplam katılım da 600<br />

civarında idi.<br />

Ocak 2011 itibarıyla KK/T de grev eylemi yoktu.<br />

Ancak Birleşik Metal İş, MESS ile sürdürdüğü TİS<br />

görüşmelerinde, Türk Metal ve Çelik İş tarafından<br />

imzalanan anlaşmayı ve kendisine de dayatılan anlaşmayı<br />

reddetmişti. Yani gelişme içinde Birleşik Metal<br />

İş’in greve gitme olasılığı oluşmuştu.<br />

İşçi eylemlerinde durum bu iken, emekçi sınıfların<br />

diğer kesimlerinde de kayda değer bir hareketlilik<br />

yok.<br />

Son dönemde öğrencilerin belirli bir kesiminde bir<br />

hareketlenme var. Polis bu hareketlenmeyi başlangıcında<br />

ezmek için öğrenci eylemlerine karşı acımasızca<br />

saldırıyor. Hükümet yandaşı medya da bu hareketleri<br />

bir yandan küçümseyerek, diğer yandan büyük bir<br />

komplonun parçası olarak göstererek etkisizleştirmeye<br />

çalışıyor. Fakat görünen bu alanda hareketliliğin<br />

gelişeceği. Burada esas sorun, bu hareketin ufkunun<br />

anti-AKP mücadele sınırları ile daraltılmamasının<br />

sağlanmasıdır.<br />

Bir bütün olarak ele alındığında, sistem muhalifi<br />

emekçi hareketi hala çok zayıftır. Bu hareketin merkezinde<br />

durması gereken işçi hareketinin boyutları<br />

da, işçilere yönelen saldırıların boyutları ve direniş,<br />

mücadele nedenleri göz önünde alındığında, olması<br />

gerektiğinden çok geridir. Bunda yoğun işsizlik baskısı,<br />

işçilerin işini kaybetme korkusu yanında sarı ve<br />

reformist sendikaların her mücadeleyi satan, işçilere<br />

hiçbir güven vermeyen tavırları da önemli rol oynamaktadır.<br />

Bunun sonucu sendikal örgütlenme bağlamında<br />

da işçi sınıfının örgütlülük seviyesinin geri<br />

olmasıdır.<br />

İşçi sınıfı içinde Komünist ve devrimci örgütlenme<br />

çok zayıftır. Geneli itibarıyla ele alındığında<br />

sosyalizm/komünizm işçiler-emekçiler arasında bir<br />

çözüm, bir alternatif olarak görülme durumunda değildir.<br />

Burjuvazi muazzam propaganda imkanlarını<br />

kullanarak, sosyalizm/Komünizmi –revizyonistlerin<br />

de yardımıyla- 1950’ler ikinci yarısı sonrasının


sosyal faşist rejimleri ile eşitlemeyi başarmıştır. Diğer<br />

yandan yine revizyonistlerin yardımıyla geliştirilen<br />

yoğun anti Stalinist –anti komünist kampanya<br />

da emekçi yığınların bilincini karartmada başarılı<br />

biçimde kullanılmıştır. Bu arada sol adına, devrimcilik<br />

adına T/KK solunda yaygın olan küçük burjuva<br />

devrimciliğinin teori /pratik uyumsuzluğu da,<br />

sol içi, solu emekçilerden koparan şiddet eylemleri;<br />

devrimcilik adına halka yönelen kimi eylemler de<br />

işçileri devrimci/komünist örgütlülüğe karşı ihtiyatlı<br />

ve uzak tutmaktadır. Genelde “Sol” a yaygın bir<br />

güvensizlik vardır ve bunun sonucu örgütsüzlük olmaktadır.<br />

Bütün bunların bilincinde, işçi hareketinin<br />

yeniden yükseleceği dönemlere hazırlıklı girebilmek<br />

için işçiler arasında, işletmelerde örgütlenmeyi güçlendirmek,<br />

işçi sınıfının Bolşevik Partisini sabırlı,<br />

sistemli bir faaliyetle işletme/fabrika örgütleri temeline<br />

oturtmak komünistlerin esas görevidir. Bu zor ve<br />

fakat doğru olandır. Zor olanı başarmanın yolu, işçi<br />

sınıfının güvenini kazanmaktan geçmektedir. Bunun<br />

için teori ve pratik uyumluluğu ve hata yapıldığında<br />

bunu açık özeleştiri ile aşmak, ilkeli ve fakat somutun<br />

somut tahliline dayanan esnek bir siyaset mutlak gerekliliklerdir.<br />

Kürt Ulusal Hareketi:<br />

Ülkelerimizde toplumsal/sınıfsal hareket bağlamında<br />

on yıllardan beri olduğu gibi 2011’e girerken de en<br />

kitlesel ve en dinamik hareket Kürt Ulusal Hareketi.<br />

Hareket siyasi önderliği ve siyasi yönelimi açısından<br />

reformist burjuva hareketidir, sınıfsal tabanı itibarı<br />

ile ise köylü hareketidir. Bu açıdan yaklaşıldığında<br />

ulusal talepler temelinde gelişen köylü hareketi, KK/T<br />

deki sınıf hareketinin en kitlesel en dinamik bölümü<br />

görünümdedir. T.C. devleti şimdi 26 yılı aşkın süredir<br />

yürüttüğü bir yok etme savaşı ile bu hareketin<br />

öncü ve silahlı gücü konumundaki örgütü, PKK’ni<br />

yok ederek, bu hareketi ezmeye çalıştı. Fakat en yoğun<br />

faşist yöntemlerle yürütülen savaşta bu amaca<br />

varılamadı. Özel sermayeli işbirlikçi tekelci Türk büyük<br />

burjuvazisinin belirleyici kesimi, süreç içinde,<br />

başlangıçta adı bile anılmayan “Kürt sorunu” nun<br />

varlığını kabul etmek zorunda kaldığı gibi, bu “sorunun”<br />

salt askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini de<br />

gördü ve savunmaya başladı. Batılı emperyalistler, en<br />

başta da ABD emperyalizmi, sorunun salt askeri yöntemlerle<br />

çözülemeyeceğini telkin ediyorlardı. AKP<br />

hükümeti bu siyaset değişikliği talebine “Açılım”<br />

siyaseti adı altında cevap verdi. Bu siyaset PKK’ni savaşan<br />

silahlı bir örgüt olmaktan çıkarma, haklarında<br />

arama kararı olmayanları “düz ovada siyasete” katarak,<br />

PKK’ni “dağdan indirme”yi, yani PKK’yi PKK<br />

olarak tasfiyeyi temel alan bir siyasetti. PKK silahlı<br />

güç olarak tasfiye edilirken, bir başka isimle sivil siyasetin<br />

bir aktörü olarak sorunun çözümü içine çekilecekti.<br />

“Açılım siyaseti” en ileri noktasında, T.C.’nin<br />

“ülkesi ve milleti ile bölünmezliği”ni temel alan, Türk<br />

olmayan milliyetlere “Türk” kavramı ile eşitlenen<br />

“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” üst kimliği altında,<br />

kendi alt kimliklerini kullanma “hakkı!!!”nı<br />

tanıyan, Kürtçe’nin ve Türkiye’de konuşulan Türkçe<br />

dışındaki diğer ana dillerin serbestçe konuşulmasını<br />

reddetmeyen ve fakat devlet dilinin Türkçe olmasını<br />

sorgulatmayan, yerel yönetimlere daha fazla yetki veren<br />

bir idari reformla sorunu çözmeyi öngören bir siyasetti.<br />

Bu siyasetin uygulanmasında örneğin TRT 24<br />

saat Kürtçe yayına başladı. Bu siyasetin uygulanması<br />

için bir ilk adım olarak içinde PKK gerillalarının<br />

ve Güney Kürdistan’da Mahmur mülteci kampına<br />

göç etmek zorunda kalmış olan Kürt göçmenlerden<br />

bir gurup insanın yer aldığı 36 kişilik bir kafilenin<br />

Türkiye’ye tutuklanmadan girmesine izin verildi. Ve<br />

fakat daha bu ilk adım PKK ile savaşın bitirilerek çözülmesinden<br />

yana olmayan kesimlerin büyük tepkisi<br />

ile karşılandı. Bunda Kürt halkının barışa duyduğu<br />

özlemi dile getiren gösterili karşılaması bahane olarak<br />

kullanıldı. AKP’nin “Açılım” siyaseti bir süre rafa<br />

kalktı. Sınırdan geçerken tutuklanmayan PKK gerillaları<br />

ve Mahmurdan gelen bir bölüm Kürt hakkında,<br />

daha sonra tutuklama kararı çıkarıldı.<br />

Referandum sonrası: “Açılım” yeniden…<br />

Referandum bir yanı ile AKP’nin açılım siyaseti<br />

konusunda da bir referandumdu. MHP’nin bütün<br />

Referandum Kampanyası boyunca AKP’ne en çok<br />

yüklendiği konu bu idi. Referandum’da BDP’ye sayılması<br />

gereken boykot oyları yanında evet oylarının<br />

en yüksek oranda çıktığı iller Kürdistan illeri oldu.<br />

Bu AKP’ne açılım siyasetini kaldırıldığı raftan indirmeye<br />

yönelik bir çağrı idi aynı zamanda.<br />

Bu arada 2010’da İmralı’nın denetimi de sivil yönetimin,<br />

Adalet Bakanlığı’nın eline geçmiş, PKK’nin<br />

siyasetinin belirleyici unsuru A. Öcalan ile sivil yönetimin<br />

doğrudan pazarlıklarının yolu açılmıştı.<br />

Referandum, PKK ve BDP çözüme bir türlü katılmaksızın<br />

çözüm olamayacağını, PKK ve DTP’nin<br />

Kuzey Kürdistan’da, ama sadece orada değil, genel<br />

olarak Kürtler içinde önemli bir tabanı olduğu ve<br />

gündem<br />

47


gündem<br />

48<br />

Kürtler içinde en önemli siyasi aktörler olduklarını<br />

bir kez daha ispatladı. Referandum sonrasında AKP<br />

hükümeti, sadece “yandaş medya”da değil, medyanın<br />

büyük çoğunluğunda kabul edilen bu gerçek karşısında,<br />

açılım siyasetini yeniden canlandırmakta da aktifleşti.<br />

AKP yandaşı medyada daha önce kesinlikle<br />

devlet tabusu olan “PKK ile doğrudan pazarlık” hatta<br />

“A. Öcalan’la doğrudan pazarlık” konuları açıktan<br />

tartışılmaya başlandı. A. Öcalan’ın devletin kendisi<br />

ile çeşitli kereler görüştüğü yönündeki açıklamaları<br />

artık yalanlanmamaya başlandı. AKP hükümetinin<br />

bu bağlamda takındığı tavır “kendilerinin doğrudan<br />

görüşmediği, fakat devletin görevlilerinin görüşüyor<br />

olabileceği” biçiminde oldu.<br />

Referandum ertesinde görünen o ki, 31 Ekimde süresi<br />

dolacak “eylemsizlik süreci”nin uzatılması için<br />

sıkı pazarlıklar yürüdü.<br />

Bu dönemde yapılan görüşmeleri A. Öcalan, görüşme<br />

notlarında “diyalogdan müzakereye geçiş süreci”<br />

olarak değerlendirdi. Bunun sonucunda İmralı’dan<br />

Kandil’e giden bir tavrın değerlendirilmesi temelinde<br />

PKK’nin (KCK) nin tavır takınması gündemdeydi.<br />

PKK’nin 31 Ekimde süresi dolan “eylemsizlik kararı”<br />

bağlamında tavır takınacakları gün Taksim’de,<br />

daha sonra Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) adına<br />

üzerlenilen bir bombalı intihar/saldırı eylemi oldu.<br />

Bu eylem objektif olarak uzatılması beklenen “eylemsizlik”<br />

veya “tek taraflı” ateşkese de karşı yapılmış,<br />

savaşı kışkırtan bir eylemdi. BDP, PKK ve A. Öcalan<br />

bu eylemi kınadılar. İlk kez bir TAK eylemi bu güçler<br />

tarafından açıkça red ve mahkum ediliyordu. PKK,<br />

KCK adına Behdinan’dan yapılan açıklamada aynen<br />

şöyle diyordu:<br />

„Mücadelemiz önemli ve tarihi bir sürece girmiş<br />

bulunmaktadır. Önderliğimizin çağrısı üzerine geliştirilen<br />

eylemsizlik sürecinin zamanı dün 31 Ekim<br />

günü itibariyle bitmiştir. Hareketimizin yönetimi<br />

Önderliğimizin yeni çağrısı temelinde yoğun bir<br />

tartışma sürecini tamamlayarak bundan sonraki dönem<br />

için önemli ve tarihi bir adım atmanın hazırlığı<br />

içindeyken dün İstanbul Taksim’de bir intihar eylemi<br />

gerçekleşmiştir. Hareketimizin eylemsizlik sürecini<br />

uzatma kararını aldığı, barış ve demokratik çözüm<br />

için tarihi bir adıma hazırlandığı günde bizim böyle<br />

bir eylemi düzenlememizin mümkünatı yoktur. Ne<br />

Hareketimizin yönetimi ne de bize bağlı herhangi bir<br />

birimin böyle bir eylem ve planlaması asla söz konusu<br />

değildir. Bu gerçeğe rağmen ima yoluyla da olsa bazı<br />

kesimlerin Hareketimizi işaret etmesi gerçekleri yansıtmamaktadır<br />

ve doğru değildir. Bu eylemle hiçbir<br />

biçimde herhangi bir ilgimiz yoktur. Kaldı ki, sivil<br />

insanların zarar görebileceği böylesi eylem biçimleri<br />

Hareketimizin tarzı olamaz. Kamuoyuna ve demokratik<br />

kesimlere duyurulur.”<br />

Bu tavrın hemen ertesinde, KCK adına, 1 Kasım’da<br />

Behdinan’dan yapılan açıklamada ise Eylemsizlik sürecinin<br />

seçimlere kadar uzatıldığı şöyle duyuruldu:<br />

“Eylemsizlik süresi boyunca yaşanan tüm gelişmeleri<br />

değerlendiren Önderliğimiz ve Hareketimiz, -her<br />

ne kadar AKP hükümeti ciddi ve olumlu bir karşılık<br />

vermemiş olsa da- sorunun giderek gündeme oturması,<br />

kamuoyunda tartışılması ve bazı çevreler ile devlet<br />

içindeki bir kesimin diyalog ve çözüm eğiliminde<br />

olması olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmiştir.<br />

Önderliğimiz bu eğilimi cesaretlendirmek, güç vermek,<br />

hükümette ve parlamentoda çözüm zihniyetini<br />

geliştirmek için eylemsizlik sürecini uzatmaya dönük<br />

Hareketimize kapsamlı bir mesaj iletmiştir.<br />

Yönetimimiz bunu değerlendirerek Önderliğimizin<br />

görüş ve perspektiflerini yerinde bulmuştur...<br />

2011 genel seçimlerine kadar eylemsizliğin sürdürülmesine<br />

karar vermiştir.”<br />

Çözüm için Tek adres:<br />

A. Öcalan’ın direktifi ile “eylemsizlik süreci”nin seçimler<br />

ertesine kadar uzatılması; ve A. Öcalan’ın görüşme<br />

sürecini “müzakare sürecine geçişin başlangıcı”<br />

vb. biçiminde değerlendirmeleri, BDP saflarında<br />

siyaset yapan ve süren savaşın sonlandırılmasını isteyenler<br />

tarafından artık silahlı mücadelenin sonu<br />

geldi, işlevi tamamlandı biçiminde yorumlandı. Bu<br />

yorumu yapanlardan biri Amed Belediye Başkanı<br />

Osman Baydemir oldu. Osman Baydemir 1 Kasım<br />

günü kendisini makamında ziyaret eden Kanada’nın<br />

Ankara Büyükelçisi Bailey’e, 21’inci yüzyılda silahın<br />

rolünü tamamladığını, sorunların çözümünde silahın<br />

bir araç olma özelliğini yetirdiğini belirterek şöyle<br />

dedi:<br />

“Bütün sorunların çözüm yöntemi sadece diyalog,<br />

müzakere ve istişare olmalıdır. Kürt sorunu özelinde<br />

şiddet ve silahın yani askeri operasyon ve silahlı<br />

eylemin Kürt sorununun çözümünü tam tersine<br />

zorlaştırıyor. Dolayısıyla bizim temel önceliğimiz,<br />

temel duruşumuz, silahların bir an önce susmasıdır.<br />

Silahların bir daha konuşmaması için diyalog ve istişarenin<br />

başlamasıdır. Hepimize düşen silahların<br />

nasıl çözüm yöntemi dışına çıkarabilmenin üzerinde<br />

yoğunlaşmamız ve onun üzerinde formüller üretmek


olmalıdır. Hem hükümetin, hem devlet kurumlarının<br />

aynı zamanda uluslararası kurumların silahın<br />

yöntem dışına çıkarılması için cesaretlendirici, teşvik<br />

edici, motive edici çaba içerisinde olması lazım.”<br />

A.Öcalan, bir diplomatla diplomasi diliyle yapılan<br />

bu konuşmaya çok öfkelendi. Bunun nedeni de bellidir.<br />

A Öcalan için, kendi dışında bir çözüm mümkün<br />

değildir. Eğer çözüm olacaksa, buna A. Öcalan’la<br />

devlet pazarlıkları temelinde karar verilecektir. Kararın<br />

tek adresi odur. PKK silahlı güç olarak var olduğu<br />

sürece, ve PKK için A.Öcalan’ın direktifleri belirleyici<br />

olduğu sürece –ki durum budur- gerçekten de<br />

çözümün tek adresi, silahlı mücadelenin ne olacağı<br />

konusunda, savaşın sürmesi veya durması konusunda<br />

karar verici merci A.Öcalan’dır. Bu durum devletin<br />

elinde tutsak olan A. Öcalan’ın yaşamı için de tek güvencedir.<br />

Silahlı mücadelenin “miyadını doldurmuş”<br />

olması, “çözüm yöntemininin sadece diyalog, müzakere<br />

ve istişare “ olması halinde, çözüm için Abdullah<br />

Öcalan’a ihtiyaç kalmaz. Yani bu anlamda “silahlı<br />

mücadele zamanını doldurdu” biçiminde değerlendirmeler,<br />

çözümde BDP gibi legal siyasi aktörleri öne<br />

çıkaran, fakat PKK ve en başta da tabii A.Öcalan’ın<br />

önemini azaltan değerlendirmelerdir. Abdullah Öcalan,<br />

Baydemir’in bu konuşması ertesinde yapılan ilk<br />

avukat görüşmesinde, Baydemir ve onun gibi düşünenleri<br />

şöyle hizaya çekti:<br />

“Fakat bakıyorum bazen öyle şeyler oluyor ki, çok<br />

şaşırıyorum, öfkeleniyorum. İşte basından izledim,<br />

bazıları çıkıp sorumsuzca ‘silahlı mücadele miadını<br />

doldurmuştur’ diyor. Buna kendileri nasıl karar verirler,<br />

bu hakkı nasıl kendilerinde buluyorlar? Silahlı<br />

güçlerin pozisyonu ve geleceği hakkında Kandil bile<br />

tek başına karar veremezken, bunları nasıl söyleyebiliyorlar?<br />

Açık söylüyorum Kandil bile bu konuda tek<br />

başına yetkili değil. Bu sorunu Kandil bile çözemezken<br />

onlar nasıl çözecekler? Bunları dile getirenler, silahlı<br />

güçlerle bir ilişkileri yok ki nasıl onlar hakkında<br />

söz söylesinler! Herkes kendi işine bakmalı, herkes<br />

sorumlu olduğu konularla ilgilenmeli, kafa yormalı,<br />

söz söylemelidir. Bazıları bırakmış kendi asıl işlerini<br />

silahlı güçlerin durumunu konuşuyor, bu konu onlara<br />

düşmez. Bunları anlamıyorum, niye kendi işlerini<br />

yapmıyorlar, niye kendi işi olmayan konulara giriyorlar?<br />

Anlamıyorlar mı? Şöyle bir düşünüyorum da herkes<br />

işin içinde görünüyor ancak Kürtlerin geleceği,<br />

özgürlüğü hakkında kafa yoran, üreten yok. Burada<br />

yanlış anlaşılmasın, binlerce, on binlerce arkadaşımızın<br />

emeği, katkısı var ama yeterli değil. Yeni savunmalarımda<br />

bu konuyu işledim, nasıl başladığımı,<br />

nasıl bugüne getirdiğimi edebi bir dille anlatıyorum.<br />

Ama siyasi mücadele yürütenlerin çoğu fiziken varlar<br />

ancak bu konularda kafa yormuyorsunuz. Herkes<br />

hala bana yaslanmış, her şeyi benden bekliyorlar. Ben<br />

bu yüzden uyuyamıyorum burada, kafa yoruyorum.<br />

Ama onlar kendi yapması gereken işleri dururken,<br />

bunu doğru dürüst yapmazken kalkıp kendilerini<br />

aşan, dünyanın, ABD’nin Avrupa’nın bile çözemediği<br />

silahlı güçler konusunda ahkam kesiyorlar. Çözebilseydi<br />

ABD ve Avrupa bu konuyu çözerdi ama<br />

onları bile aşan bir konu olduğunu gördüler. ABD’si<br />

Avrupa’sı bile artık bu konuda beni tek etkili-yetkili<br />

kişi olarak görürken bunların yaptıkları açıklamalara<br />

bakın! Çevik Bir bile burada benimle görüşürken “sen<br />

dağa çıkardın sen dağdan indireceksin” demişti. Tabi<br />

burada yarı tehdit de vardı, tehdit olabilir de olmayabilir<br />

de. Önemli olan bir gerçeği tespit etmesiydi. Burada<br />

yaptığım bu süreçteki görüşmelerde heyettekiler<br />

bile ancak silahlı güçler sorununu benim çözebileceğimi<br />

belirttiler. Bu gerçekleri herkes görürken, bizimkiler<br />

niye göremiyorlar? Kalkıp silahlı güçler miadını<br />

doldurmuş diyorlar, AKP seni bırakır mı? Hem parası,<br />

hem olanakları, hem gücü var, senin neyin var, yer<br />

yutar seni. Bunu nasıl görmüyorsunuz? Şimdiki gibi<br />

rahat siyaset yapabilecek misiniz, devlet seni yaşatır<br />

mı, neyin karşılığında silahlar bırakılsın diyorsunuz?<br />

İşte basit gibi gelebilir ama Diyarbakır’da TOKİ inşaat<br />

çukurunda iki çocuk boğulmuş, bu ölümleri engellemek<br />

için ne yapıldı, iki kepçe toprak atılsa içine, o<br />

çukur kapatılsa bu ölümler olmayacak.”<br />

A. Öcalan’ın Baydemir’i doğrudan karşısına alan<br />

bu tavrı, Baydemir ve BDP içinde Baydemir gibi düşünenler<br />

tarafından “Herkesin eleştiri hakkı vardır.<br />

Büyütülecek bir şey yoktur” şeklinde bir tavırla geçiştirildi.<br />

Daha sonraki gelişme içinde, görüşmelerin kesilmesine<br />

kızdığı anlaşılan A. Öcalan, kendisinin çözüm<br />

için tek adres olduğunu bir kez daha gösterdi. Kasım<br />

sonunda yapılan Avukat görüşmesinde A.Öcalan<br />

“eylemsizlik” sürecinin Mart’ta bitebileceğini, “daha<br />

kötü bir sürecin başlayabileceğini” söyledi. Notlarda<br />

söylenenler şöyle idi:<br />

“Burada son bir aydır herhangi bir görüşme olmuyor<br />

ama bu ileride olmayacağı anlamına da gelmez.<br />

Buradaki görüşmeler müzakere değil hatta diyalog<br />

da değil aslında ben bir aracıyım, arabulucuyum burada.<br />

Ben devlet ile PKK arasında aracıyım. Çünkü<br />

henüz müzakerelere geçmedik. Müzakereye geçilse<br />

gündem<br />

49


gündem<br />

50<br />

maddeler üzerinde tartışılır. Fakat henüz üzerinde<br />

somut konuştuğumuz bir madde yok çünkü Hükümet<br />

henüz karar vermemiş. Müzakereye geçilse bu<br />

görüşmeler nasıl sonuçlanır bilemiyorum.<br />

1 Mart’a kadar bir sonuç çıkması lazım. 1 Mart iyi<br />

bir tarihtir, güzel-uygun-bir tarihtir. Bu tarihe kadar<br />

bu görüşmeler bir sonuç verirse, anlamlı bir barış,<br />

onurlu bir barışla sonuçlanır. Ben buna kutsal barış,<br />

büyük barış derim. Ya da bu görüşmelerden bir şey<br />

çıkmaz, daha kötü bir süreç başlayabilir. 1 Mart’a kadar<br />

görüşmelerden anlamlı bir barış çıkmazsa ben bu<br />

aracılıktan çekilirim, çekilmekten ziyade “yapamadım,<br />

başarısız oldum, devlet de, hükümet de çözüme<br />

gelmedi, artık daha fazla aracı olamam” diyeceğim.<br />

Karışmayacağım onlara. Verdiğim tarih 1 Mart. Sıfıra<br />

doğru geri sayım başladı.”<br />

Bunun üzerine KCK’dan da sürecin 1 Mart’ta yeniden<br />

değerlendirileceği yönlü açıklamalar geldi. Bu aslında<br />

seçime savaşsız bir ortamda girmeyi planlayan<br />

AKP açısından hiç istenmeyen bir gelişme idi.<br />

Daha sonra 7 Aralık görüşmesinde, A.Öcalan “Mart<br />

ayına kadar” sözlerinin yanlış anlaşıldığını açıkladı,<br />

ve Gülen Cemaatine uzlaşma mesajları gönderdi. Bu<br />

bağlamda notlara yansıyanlar şöyle idi.<br />

“Zaman Gazetesi’nden Hüseyin Gülerce’nin bazı<br />

değerlendirmeleri olmuş. Bu vesile ile ben de kendi<br />

cemaatlerine ilişkin şunları belirtmek istiyorum.<br />

Tabi biz hiçbir zaman kendilerinin varlığını inkar<br />

etmedik, onlardan da bizi inkar etmemelerini bekleriz.<br />

Hem kendileri hem biz, gerek Türkiye’de gerek<br />

Ortadoğu’da önemli aktörleriz. Kendileri Türkiye’nin<br />

hatta Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde rol alabilirler,<br />

önemli bir güçleri var. Ben, kendilerini bir tarikat-cemaat<br />

olarak görmüyorum. Hatta tek başına<br />

ne bir tarikat ne de bir cemaattir. Biraz sivil toplum<br />

örgütü hatta bir siyasi parti işlevine sahip olduğunu<br />

düşünüyorum. Rolü önemlidir. Bana göre daha çok<br />

Türkiye ve Ortadoğu’da bir sivil toplum örgütüdür.<br />

Sivil toplum örgütleri gibi toplumun demokratikleşmesinde,<br />

aydınlatılmasında herhangi bir siyasi çıkar<br />

beklemeden rol alabilirler. Hatta Ortadoğu’nun bir<br />

siyasi partisi gibiler. Ben böyle görüyorum kendilerini.<br />

Oldukça dinamik güçleri var, biz de dinamik<br />

bir gücüz. Bu iki dinamik gücün karşılıklı anlayış<br />

göstermesi ve dayanışma halinde olması durumunda<br />

Türkiye’de birçok temel sorun çözülecektir. Bu dayanışma<br />

sadece Türkiye’yi değil Ortadoğu’yu da etkileyecektir.<br />

Burada önemli olan bazı temel kavramların<br />

tanımını iyi yapmaktır. Örneğin ben, kendilerinin<br />

Türklük ve islamiyet konusundaki görüşlerini biliyorum,<br />

bu görüşleri önemli buluyorum. Burada<br />

belki uzun uzadıya açamayacağım ancak bu konuda<br />

araştırmalarım ve derinleşmem var. Son yazdığım<br />

savunmamda da bu konulara oldukça değiniyorum.<br />

Türkiye’de statükonun aşılması ve demokratikleşme<br />

süreci için herkes birlikte çalışabilir. Bu konularda<br />

ortak zemin demokrasi olmalıdır.”<br />

A. Öcalan görüşme notlarında ayrıca gerillanın<br />

dikkat etmesi gereken hususları sayarken şu değerlendirmeleri<br />

yapıyordu:<br />

“En önemli husus, çatışmasızlık ortamının korunmasıdır.<br />

Gerilla, çatışmasızlık pozisyonunu-konumunu<br />

iyi sağlamalıdır. Zorunlu ihtiyaçlar dışında, hayati<br />

şeyler olmadıkça çatışma riski doğuracak alanlara<br />

girmemelidirler. Çatışma riski taşıyan ortamlardan<br />

uzak durmalıdır. İşte Hakkari’deki yaşanan çatışmalar<br />

gibi olmamalıdır. Biliniyor orada bir imam öldürüldü,<br />

sonra 9 gerilla katledildi, daha sonra da 9 köylü<br />

katledildi. Çatışmasızlık posizyonuna uyulmazsa bu<br />

tür olaylar tekrar yaşanabilir.”<br />

Abdullah Öcalan’ın bu açıklamaları ertesinde KCK<br />

adına benzer açıklamalar yapıldı. Bir kez daha çözüm<br />

için tek ve gerçek adresin kim olduğu, siyasetin kim<br />

tarafından belirlendiği ortaya konmuştu. Öcalan’ın,<br />

PKK açısından düne kadar en önemli düşmanlardan<br />

biri olarak görülen Gülen cemaatine uzattığı barış<br />

eli de, yine kendini çözümün esas adresi gösteren ve<br />

olası bir çatışmayı önlemeye yönelik bir çağrıydı. Görüşmeyi/pazarlıkları<br />

yürütenlere verilen mesaj açıktı<br />

: “Ben buradayım, örgüt benim dediğimi yapıyor, savaşın<br />

sürmesini engelleyecek tek güç benim.”<br />

KCK Operasyonları<br />

AKP hükümeti bir yandan “Açılım” siyasetini yeniden<br />

canlandırıp, savaşı sonlandırmaya yönelik adımlar<br />

atarken, diğer yandan bundan bir buçuk yıl önce<br />

başlatılmış olan ve esasta hemen tümü legal planda<br />

siyaset yapan Kürt siyasetçileri, Belediye Başkanlarını,<br />

BDP üyelerini hedef alan KCK Operasyonları da<br />

bütün hızıyla sürüyor. Gün geçmiyor ki, KCK operasyonu<br />

adı altında birileri göz altına alınmasın. Şu anda<br />

1500’e yakın KCK tutuklusu var. İlk tutuklananlara<br />

karşı davalar başladı. Davalarda tutuklular sorguda<br />

kimlik tespitinde kendi ana dillerinde cevaplar verdiler.<br />

Cevapları Mahkeme tutanaklarına “bilinmeyen<br />

bir dilde konuştukları için anlaşılamadı” biçiminde<br />

geçirildi. Savunma aşamasında savunmalarını Kürtçe<br />

yapacaklarını açıkladılar. Mahkemeler ( biri dışın-


da ) Kürtçe savunma hakkını reddetti. Bu kararı alan<br />

mahkeme heyetini konusunda reddi hakim talebi de<br />

reddedildi. Gelişme kararların savunmalar alınmadan<br />

verilmesi yönünde. Yani Kürtlere en doğal insan<br />

hakkı olan anadillerinde konuşma hakkının devlet<br />

katında, resmi dairelerde olmayacağı açıkça gösteriliyor.<br />

KCK operasyonları ve davalarındaki tavırlar<br />

aslında Kürt yığınlara “size legal çalışma hakkı yok,<br />

açıkça anti PKK tavrı takınmazsanız, sizi terörist ilan<br />

eder yargılar, yasaklarız; size ana dilinizde konuşma<br />

hakkı yalnızca evinizde, sokakta, kahvede var! Devlet<br />

daireleri, resmi dairelerde Kürtçe konuşmak yok, yasak”<br />

mesajlarını veriyor. Bu tavırlar ve mesajlar objektif<br />

olarak AKP’nin açılım siyasetine tersmiş gibi<br />

görünen, Kürt gençlerine tek yol olarak dağ yolunu<br />

gösteren, savaşı kışkırtan tavırlar ve mesajlar. Fakat<br />

meselenin bir başka yanı var: Türk hakim sınıfları,<br />

çok uzun süreden beri, Kürt hareketi içinde PKK ve<br />

A. Öcalan’sız bir çözüm imkanı ve böyle bir çözüm<br />

için muhataplar arıyor. BDP içinde izlenecek taktik<br />

konusunda belli görüş ayrılıklarının olduğu, BDP<br />

içinde bir kesimin her şeyin Öcalan tarafından belirlenmesinden<br />

rahatsızlık duyduğu da aşikar. Bir kesim<br />

gelinen yerde silahlı mücadelenin miadını doldurduğunu<br />

ve aslında çözüme giden yolda engel konumuna<br />

bile geldiğini düşünüyor. Yer yer bu görüşler dillendiriliyor<br />

da. KCK operasyonu, bu bağlamda AKP’nin de<br />

onayıyla KCK içindeki “radikal” silahlı mücadeleyi<br />

bugün de mücadelenin en önemli ayağı olarak gören,<br />

kıblesi A. Öcalan olan kesimi tasfiye yoluyla, “ılımlı”<br />

kanadı güçlendirmeye yönelik bir operasyon olabilir.<br />

AKP’nin bu operasyona açıkça karşı çıkmaması,<br />

hükümet olarak açıkça sahiplenmesi, BDP’ye yapılan<br />

“kendinizi PKK’dan ayırın”, “PKK’yi terörist örgüt<br />

olarak kınayın” baskısı, KCK operasyonunun böyle<br />

olduğunu gösteriyor.<br />

Son dönemde BDP ve legal planda bir cephe örgütü<br />

konumundaki Demokratik Toplum Kongresi iki<br />

önemli konuda çözüm yönünde inisiyatif alan ve bütün<br />

siyasi aktörleri tavır takınmaya zorlayan somut<br />

adımlar attılar.<br />

Anadil /iki dilli belediyecilik…<br />

Atılan adımlardan biri anadil kampanyasının,<br />

BDP’nin belediyeyi elinde bulundurduğu seçilmiş<br />

kentler ve beldelerde fiilen iki dilde belediyecilik biçimine<br />

büründürülmesi. Belediyeler şimdi belirli<br />

kent ve beldelerde iki dilde hizmet sunuyor. Bu gayet<br />

doğal, şimdiye kadar çoktan gerçekleştirilmiş olması<br />

gereken, aslında geç bile kalınmış bir gelişme.<br />

Nüfusunun büyük çoğunluğu Kürt olan ve Kürtçe<br />

konuşan bir alanda, belediye hizmetlerinin bugüne<br />

kadar Kürtçe sunulmamış olması aslında sorgulanması<br />

gereken şey. Şimdi fiilen bu anormallik ortadan<br />

kaldırılıyor. Bu en tabii bir insan hakkının fiilen kullanılmasından<br />

başka bir şey değildir. Bu fiili durum<br />

yaratma, gerçekte Türkiye toplumunun demokratikleştirilmesi<br />

yönünde atılmış somut bir adımdır. Aynı<br />

şekilde anadilde savunma hakkının savunulması ve<br />

fiilen kullanılması, nüfusun önemli bir bölümünün<br />

Kürt olduğu bir ülkede Kürtçenin, Türk dili yanında<br />

bütün devlet dairelerinde kullanılması talepleri, ana<br />

dilde eğitim talepleri de bütünüyle haklı, demokratik<br />

taleplerdir. Bu taleplere gerçekten demokrasi isteyen<br />

herkesin sahip çıkması gerekir. Hal böyle iken, bu<br />

talepler, egemen sınıfların siyasi aktörleri tarafından,<br />

tabii en başta ırkçı-Türkçü bölünme paranoyasını<br />

körükleyen MHP ve CHP tarafından bir düşmanlık<br />

kampanyası ile karşılandı. Ordu da devreye girip,<br />

Genel Kurmay Başkanlığı adına T.C.’de devlet dilinin<br />

“Türkçe” olduğunu hatırlattı! Şöyle dendi Genel<br />

Kurmay’ın yeni muhtırasında:<br />

“Büyük Önder Atatürk’ün Türk ulusuna armağan<br />

ettiği en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti; halk<br />

egemenliğine dayalı, kuruluş felsefesinin temelinde,<br />

“Üniter devlet” ve “Ulus devlet” olgusunun yer aldığı,<br />

demokratik bir yapı ve sağlam hukuki temeller üzerinde<br />

yükselerek bugünlere ulaşmıştır.<br />

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değiştirilmeyecek<br />

hükümleri arasında yer alan 3’üncü maddesi;<br />

“Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir<br />

bütündür. Dili Türkçedir.” hükmünü amirdir.<br />

Dil, kültür ve ülkü birliği, bir millet olmanın başta<br />

gelen vazgeçilmezleridir. Dil birliğinin olmaması durumunda<br />

bunun sonuçlarının neler olacağı, tarihteki<br />

birçok acı örnekleriyle gözler önündedir.<br />

Son günlerde “Dilimiz” üzerinde kamuoyunun<br />

gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, cumhuriyetimizin<br />

temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek<br />

bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı<br />

endişeyle izlenmektedir.<br />

Türk Silahlı Kuvvetleri; Devletin, Anayasamızda<br />

yer alan, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü,<br />

ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi<br />

koruma görevi kapsamında; Ulus devlet,<br />

üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman<br />

taraf olmuş ve olmaya devam edecektir.”<br />

Meclis başkanı, AKP nin değişik sözcüleri, Cukm-<br />

gündem<br />

51


gündem<br />

52<br />

hurbaşkanı ,en sonunda CHP ve MHP tarafından<br />

suskunlukla suçlanan RT Erdoğan’ da Anayasa ‘nın<br />

değiştirilmesi bile teklif edilemez ırkçı maddesi<br />

“TC: dveltinin dili Türkçedir” maddesine sarıldılar.<br />

Anayasa’nın bu değiştirilmesi bile teklif edilemez<br />

maddesi, aslında KK/T gerçekliğine ters, bir milyonlarca<br />

insanın ulusal dilini, kimliğini yok sayan ırkçı<br />

bir maddedir. Şimdiye kadar süngü zoruyla ayakta<br />

tutulan bu madde, artık Fiili olarak toplum yaşamında<br />

geçerliliğini yitirmiş bir maddedir. Bu tartışma<br />

fakat Türkiye’de ulusal sorun söz konusu olduğunda,<br />

bütün egemen sınıf partilerinin aynı öze sahip olduklarını,<br />

hepsinin ırkçı olduğunu bir kez daha göstermiştir.<br />

Demokratik Toplum Kongresi ve Özerklik<br />

Tartışmaları:<br />

Demokratik Toplum Kongresinin, kimi Türkiyeli aydınların<br />

da katılımı Aralık ayında yaptığı Çalıştay’da<br />

bir “Özerklik Bildirgesi” dağıtıldı. Çalıştay ertesinde<br />

BDP Çalıştay’da dağıtılan ‘Türkiye’nin Demokratikleşmesi<br />

ve Kürt Sorununda Çözüme Dair Siyasi Tutum<br />

Belgesi” başlıklı bildirgeye sahip çıkarak, bunu<br />

yayınladı.<br />

Bu bildirge üzerine burjuva medyada kıyamet<br />

koptu. Medyanın büyük çoğunluğunda bu bildirge<br />

BDP’nin gerçek ayrılıkçı görüşlerini ortaya koyduğu,<br />

PKK yanlısı bölücü ve terörist olduğunu gösteren bir<br />

belge olarak değerlendirildi. Savcılar göreve çağrıldı.<br />

Aslında bu çağrıya hiç gerek yoktu, Çünkü bildirgenin<br />

yararlandığını ertesi günü kötü ünlü Cumhuriyet<br />

Başsavcısı yayınladığı basın bildirisinde BDP hakkında<br />

soruşturma başlatıldığını bildiriyordu! BDP başı<br />

üzerinde kapatma davası kılıcı sallanmaya başlanıyordu.<br />

Neydi bu belgede istenen “Demokratik Özerklik”?<br />

İçi açıldığında istenen ise, Avrupa’da örneğin<br />

Almanya’da olduğu biçimiyle bir eyaletler örgütlenmesi<br />

ve yerel yönetimlere geniş yetkiler.<br />

Gözleri “bölünme paranoyası” yüzünden her türlü<br />

ezber bozan gerçeğe kapalı olanlar açısından bu talepler<br />

ülke bütünlüğünü bozmaya yönelik, ayrılıkçı<br />

taleplerdi. Gerçekte ise bu talepler Kürt sorunu denen<br />

sorunun, burjuvazinin iktidarına ve TC devletinin<br />

toprak bütünlüğüne dokunulmaksızın, yani düzen<br />

içi çözümü için ortaya konmuş reformist taleplerdi.<br />

Ama bunlar bile çok geldi Türk burjuvazisinin önemli<br />

bölümüne! Pavlof’un köpeklerinin şartlı refleksi<br />

gibi öfkeli tepkiler yağdı BDP’ne ve DTK’ne. AKP<br />

Genel Başkan yardımcısı Ömer Çelik, aslında çözüm<br />

konusunda inisiyatif alan ve reformist bir çözümün<br />

ana hatlarını formüle eden BDP’nin tavrını “Türkiye’deki<br />

gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık<br />

toplum arayışlarına suikast teşebbüsü “ olarak değerlendirdi.<br />

Tepkiler o kadar yoğundu ki, BDP “biz bunları<br />

yalnızca tartışmak için öne sürdük” biçiminde,<br />

bunları yalnızca bir tartışma belgesi olarak savunabildi.<br />

A. Öcalan da sorunun böyle ve bu zamanlama ile<br />

konmasını yanlış bulduğunu belirten bir açıklama<br />

yaptı. Ocak başındaki yılın ilk avukat görüşmesinde<br />

bu konuda söyledikleri şöyle:<br />

“Kongre de, Parti de Demokratik Özerkliği çok dar<br />

ve basit ele almışlar. Onlardan beklenen bir taslak<br />

veya kırmızı bir kitap ortaya koymaları değildir. Bu<br />

projeyi daha iyi sunabilirlerdi” “Mesela Demokratik<br />

Özerkliğin tüm Türkiye’nin projesi olduğunu yeterince<br />

açıklayabilirlerdi. Öncelikle Türklerle nasıl bir<br />

demokratik bütünleşme sağlayabileceğini açıklayabilirlerdi.<br />

Türkiye’deki milliyetçi kesimin ne kadar güçlü<br />

olduğunu, dirençli olduğunu bilmeleri gerekirdi.<br />

DTK’nın basit ve dar şekilde Demokratik Özerkliği<br />

kırmızı kitapçık şeklinde ele alması tehlikeli olabilir.<br />

Bu tarz, yarar yerine zarar da verebilir. Onlar çözüm<br />

projelerini ortaya koydular, buna karşı Türkiye’deki<br />

milliyetçi güçler ayağa kalktılar. Onların sinir uçlarına<br />

dokunmuş deniliyor. Her iki taraf da sertleşerek<br />

çatışmaya gidebilirler, ben de her zaman olmayabilirim.<br />

Ben burada bunun önünü almaya çalışıyorum”<br />

Öcalan bu şekilde bir kere daha kendisi olmazsa,<br />

kendisinin yanlış anlaşılması temelinde, kötü işler<br />

olabileceğini vurgulayarak, bölünmeyi önleyecek çözüm<br />

için tek adresin kendisi olduğuna, onsuz olmayacağına<br />

işaret ediyor! Onun temel derdi de bu!<br />

Aslında Kürt ulusal sorununun sistem için reformist<br />

tüm çözüm önerileri, bunların gerçekleşmesi<br />

halinde de, gerçek çözüm olmayacaktır.<br />

Gerçek çözüm, bütün ulusların kendi kaderlerini<br />

tayin, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını kayıtsız koşulsuz<br />

tanıyan, büktün milliyetlere tam hak eşitliğinin,<br />

eşitler arasında gönüllü birliğin temelini oluşturacağı<br />

Demokratik Halk Devletindedir. Görev bunun<br />

için çalışmaktır.<br />

11 Ocak 2011 ✓


Katledilişinin 4. yıldönümünde de<br />

Hrantız, Ermeniyiz!<br />

✌<br />

halkların kardeşliği için<br />

Savunmada aynı terane bolca döndürülüyor yine: ‘Koruma istememiş’miş. Siz<br />

dalga geçmeye devam edin. Tehditçisine ‘beni koru’ demek babamızın meşrebine<br />

uygun değildir. Lafı dolandırmayalım, bu ülkede söz konusu kuvvetler halka<br />

hiçbir zaman ayrı olmamıştır. Onlar kendine ayrıdır. ‘Devlet’ diyorsak, ‘devlet’<br />

ne demekse onu söylüyoruz. Yasamayı, yürütmeyi, yargıyı alın, bunlara bir de<br />

‘devlet güdümlü medya’ ve ‘devlet güdümlü sivil toplum kuruluşları’nı ekleyin,<br />

bütün bunları alıp boynumuza beşi bir yerde yapan egemen ideolojiyi de<br />

unutmayın. Devlet budur. Katil de budur. (…)<br />

19<br />

Ocak 2011 tarihinde Hrant’ın katledilişinin<br />

üzerinden dört sene geçmiş olacak. Bu<br />

süreçte, Hrant’ın dostları, arkadaşları hem O’nu kaybetmenin<br />

acısını, O’nun eksikliğini yaşarken, hem<br />

de devletin resmi yetkililerinin, mahkemelerinin,<br />

kısacası tüm kurumlarıyla devletin, Hrant’ın gerçek<br />

katillerini gizlemede başvurduğu sayısız önlemin şahidi<br />

oldu.<br />

Detaylarda yaşanan kimi yeniliklerin ötesinde,<br />

devletin tavrında özde hiçbir şey değişmedi. İki-üç<br />

sene önce yazdığımız yazıları kimi tarihleri değiştirerek<br />

yeniden yayınlamamız durumunda bile, takınılan<br />

tavırlar güncelliğini korumaktadır. Öyle ki bazı<br />

şeyleri aynı kelimelerle, formülasyonlarla yinelememiz<br />

gerekiyor.<br />

Örneğin Av. Engin Cinmen’in dediği gibi: “Şüpheliler<br />

açıkça korunup kollanıyorlar. Bunda bir kasıt<br />

vardır ve sorumlusu bugünkü siyasi iktidardır…”<br />

(Hürriyet, 20 Ocak 2009) biçimindeki tespitler, bu<br />

sistemde köklü bir değişiklik olmadığı sürece güncelliğini<br />

ve geçerliliğini korumaktadır.<br />

Kısacası yinelenecek olan temel noktalardan biri,<br />

Hrant’ın katledilmesinin üzerinden neredeyse dört<br />

sene geçmiş olmasına rağmen, bu süreçte yaşananların,<br />

Hrant’ın gerçek katillerinin, sorumlu ve suçlularının<br />

gizlenmekte olduğunu, çok önemli değişiklikler<br />

olmazsa -olması da büyük bir sürpriz<br />

olur- gizleneceğini ortaya koyduğu gerçekliğidir. Bu<br />

noktada Hrant’ın katledilmesiyle ilgili davanın ve<br />

bu süreçte mahkemenin tavırlarındaki gelişmelere<br />

bakmadan önce Arat Dink’in, Türkiye Cumhuriyeti<br />

devletinin AİHM karşısındaki savunması hakkında<br />

yazdığı yazının kimi bölümlerini aktaralım.<br />

“Devlet ve katiller arasındaki benzerlik, savunmalarındaki<br />

benzerlikten ibaret değildir. Savunmaların<br />

benzerliği, aralarındaki benzerliğin sebebi değil tam<br />

tersine sonucudur. Dahası aralarındaki ilişki benzerlikten<br />

çok aynılıkla açıklanabilir.<br />

Bu açıdan bakıldığında, devletin AİHM savunmasında<br />

şaşırtıcı bir şey yok. (…) Cinayetin hazırlık<br />

sürecindeki tutumu aymazlık idiyse bunu cinayetten<br />

sonraki süreçteki tutumuyla gidermeye çalışabilirdi.<br />

Sorumluların ortaya çıkarılıp yargılanması bir tarafa,<br />

ödüllendirilenlerini de gördük. Hasbelkader ortaya<br />

çıkmış olanları, yargılamamanın kendisi de bir<br />

ödüllendirmedir zaten. (…)<br />

Geçmişle yüzleşmekte zorsunanlar, bugünle yüzleşmeyi<br />

deneyebilirler. Bu cinayetteki devletin sorumluluğu<br />

yargılanmadan, ‘muasır medeniyet seviyesi’<br />

bir ham hayal olarak kalır. Evet, öylesine belleğimize<br />

işlendi ki bu vecizeler, dil oynamadan edemiyor.<br />

‘Öteki’nden boşalacak o zehirli kanın yerini ‘kendi’yle<br />

53


✌ barışarak doldurmanın Nazilikle benzerliğini açıklamak,<br />

bu yorumda imzası bulunan Hükümete düşer.<br />

Babamı tehdit eden vali yardımcısından boşalacak<br />

yeri, devletin güzide bünyesinde mevcut olan bir diğeriyle<br />

doldurmaya, o kadar zaman neyin engel olduğunu<br />

açıklamak da…<br />

Savunmada aynı terane bolca döndürülüyor yine:<br />

‘Koruma istememiş’miş. Siz dalga geçmeye devam<br />

edin. Tehditçisine ‘beni koru’ demek babamızın meşrebine<br />

uygun değildir. Lafı dolandırmayalım, bu ülkede<br />

söz konusu kuvvetler halka hiçbir zaman ayrı<br />

olmamıştır. Onlar kendine ayrıdır. ‘Devlet’ diyorsak,<br />

‘devlet’ ne demekse onu söylüyoruz. Yasamayı, yürütmeyi,<br />

yargıyı alın, bunlara bir de ‘devlet güdümlü<br />

medya’ ve ‘devlet güdümlü sivil toplum kuruluşları’nı<br />

ekleyin, bütün bunları alıp boynumuza beşi bir yerde<br />

yapan egemen ideolojiyi de unutmayın. Devlet budur.<br />

Katil de budur. (…)<br />

Rahip Santoro cinayetine bakıyoruz, öldürüldüğü<br />

güne kadar devletin emniyet teşkilatı<br />

‘pontusçuluk’tan dinlemeye almış. Malatya’daki<br />

‘misyoner cinayetleri’ne bakıyorsun, dava dosyasının<br />

yarısı maktuller hakkında devletin topladığı bilgilere<br />

ayrılmış. Babam hakkında fişler tutulmuş. Bunları<br />

bilmek için bu belgelere ihtiyacımız var mıydı? Misyonerlik<br />

faaliyetleri ve azınlıklar bu devletin güvenlik<br />

konsepti içinde birer tehdit kaynağı olarak ele alınmıyor<br />

mu? Geçmişe dönüp faili sözde meçhul cinayetlerin<br />

bütün kurbanlarına bakalım mı, ortak noktaları<br />

ne diye? Kürtlere yapılanlara bakalım mı? Yoksa birilerinin<br />

hidayete erip ‘devlet itirafçısı’ olmalarını mı<br />

bekleyelim?<br />

Bize tek araç ‘söz’ kaldı. Sözümüze de göz diktiler.<br />

Diyorlar ki ‘Devlete katil deme”. Olur. Seri Katil.” (bianet,<br />

20 Ağustos 2010)<br />

Arat Dink’in bu tavrı, sorunu, püf noktalarına değinerek<br />

özlü biçimde ifade eden bir tavırdır. Hrant’ın<br />

katledilmesi meselesinde devletin sorumluluğunu,<br />

konumunu, tetikçilere ve zanlılara karşı tavrını doğru<br />

biçimde ortaya koymaktadır. Arat’ın dediği gibi<br />

AİHM karşısındaki savunmada “Devlet kendisine<br />

yakışanı yapmıştır”.<br />

halkların kardeşliği için<br />

54<br />

2010 Yılında Dava Sürecinde Öne Çıkan<br />

Kimi Gelişmeler<br />

Hrant’ın katledilmesiyle ilgili dava, İstanbul 14.<br />

Ağır Ceza Mahkemesi’nde sürüyor. 8 Şubat 2010 tarihindeki<br />

12. duruşmada öne çıkan durumu şu haberde<br />

okuyabiliriz:<br />

“Dink cinayeti davasının 12. duruşmasında gizli<br />

tanığın dinlenmesi beklenirken ve sanıkların tamamına<br />

yakını duruşmada hazır edilirken saat 15.00<br />

sularında gizli tanığın duruşmaya getirilmediği öğrenildi.<br />

Polis, gizli tanığı getirmek için talimat almadığını<br />

açıklarken mahkeme başkanı Erkan Canak,<br />

‘Bana gizli tanık geldi diye not geldi ama gelmemiş.<br />

Gizli tanık evde polis bekliyor. Polis burada gizli tanığı<br />

bekliyor. Ben ne yapayım?’ sözleriyle şaşkınlığını<br />

bildiriyordu.” (bianet, 10 Şubat 2010)<br />

Aynı mahkeme başkanı, mahkemeden bir gün sonra<br />

ise şunları söylemektedir:<br />

“Gizli tanık Türkçeyi tam bilmiyormuş. Polis gizli<br />

tanığın Türkçeyi tam konuşamadığını söyledi. Tercüman<br />

da bulunmadığı için gizli tanığı çağırmadım.<br />

Tercüman hazır olsaydı polis gizli tanığı getirecekti.<br />

Bir dahaki oturumda hazır edilmesini ve tercüman<br />

da istenmesini kararlaştırdık” (aynı yerden)<br />

Evet bunları yorumlamaya gerek bile yok. Mahkeme<br />

başkanı bir gün arayla iki ayrı tavır takınıyor. Biri<br />

diğerini dıştalıyor ama burası Türkiye!<br />

Sözkonusu “gizli” tanığın mahkemeye getirilmediği<br />

günlerde Milliyet gazetesinden Nedim Şener’in<br />

haberine göre Ogün Samast olay yerinde yalnız değildi.<br />

Yasin Hayal ile ağabeyi Osman Hayal de Hrant’ın<br />

katledilmesinde doğrudan yer almışlardı. Osman<br />

Hayal gözcülük yaparken Yasin Hayal, Ogün Samast<br />

ile birlikte Hrant’ı katletmişlerdi.<br />

10 Mayıs 2010 tarihinde yapılan 13. duruşmada<br />

sözkonusu “gizli tanık” mahkeme başkanının ifadesine<br />

uygun olarak mahkemeye getirilmişti. Nedim<br />

Şener’in haberinin uydurma olmadığı da “gizli<br />

tanık”ın ifadesinde ortaya çıkmıştı. Buna göre “gizli<br />

tanık” “olay yerinde 4-5 kişi” görmüştü. Yasin Hayal<br />

ve Ogün Samast birlikte Hrant’a ateş etmişti. Osman<br />

Hayal’in de orada olduğunu ifade etmiş ve teşhis tutanaklarında<br />

bunları teşhis de etmiştir. Buna rağmen<br />

ama Osman Hayal tutuklanmadı.<br />

Tersine, bu sözkonusu 13. duruşmada tutuklu sanıklardan<br />

ikisi, Ersin Yolcu ve Ahmet İskender tahliye<br />

edildiler. Böylece davada tutuklu kalanların sayısı<br />

üçe inmişti.<br />

Bu gelişmenin dışında tanık olarak dinlenen Erhan<br />

Özen, Hürriyet gazetesinin haberine göre de “İstanbul<br />

Jandarma Merkez Komutanlığı’ndan para alıyorum<br />

ve JİTEM’e çalışıyorum” diye ifade vermiştir.<br />

İstanbul İl Jandarma Merkez Komutanlığı’nın bu ifadeyi<br />

yalanladığı yönlü bilgi ise bir sonraki duruşmada<br />

kamuoyuna yansıtıldı.


Katillerin, sorumlu ve suçluların, tetikçilerin ödüllendirilmeleri,<br />

sözkonusu olanların mahkemede<br />

dinlenmelerinin reddedilmesiyle, bilgilerin Hrant’ın<br />

davasının avukatlarına verilmemesiyle vb. vb. biçimlerde<br />

de sürdürülmektedir.<br />

Örneğin İstanbul Vali Yardımcısı Mustafa Güran,<br />

Dink ailesi avukatlarına, Başbakanlık Teftiş Kurulu<br />

müfettişlerinin Hrant Dink cinayetiyle ilgili raporun<br />

eklerinin kopyasını vermeyi reddetmiştir. Bunun<br />

üzerine avukatlar Güran’ı mahkemeye verdi. Buna<br />

benzer durumlar sayısız kez yaşandı. Bilgi ve belgelerin<br />

yok edildiği, gizlendiği, ya da avukatların davayı<br />

✌<br />

halkların kardeşliği için<br />

takibinin zorlaştırıldığı durumlar saymakla bitmez.<br />

Kimi polislere ve jandarmalara yönelik soruşturmalar<br />

ise esasında işin makyajı olarak ele alınmaktadır.<br />

Gerçek sorumlu ve suçlular gizlenirken, kimi kurbanlar<br />

piyasaya sunularak ve bunu da esasında “görev<br />

ihmali” olarak gösterip onları da sonuçta ya suçsuz<br />

gösterip tahliye ederek, ya da cuzi bir cezaya mahkum<br />

ederek davanın üzerini örtmeye çalışmaktadırlar.<br />

Davanın 14. duruşması 12 Temmuz’daydı. Bu duruşmada<br />

tanık olarak ifadesi alınan kişi Cavit Kılıç<br />

idi. Kılıç, Şişli Şafak Sokak’ta Kritik Kafe adındaki<br />

kafeyi çalıştıran ve Hrant’ın katledildiği dönemde<br />

Feriköy Polis Merkezi’nde görevli olan polistir.<br />

Ogün Samast, Hrant’ın katledilmesinden önce uğradığı<br />

ve internette suçortaklarıyla yazıştığı kafedir,<br />

Kritik Kafe. Cinayet sonrasında Samast’ın kaçtığı<br />

sokak da Kritik Kafe’nin bulunduğu Şafak Sokak’tı.<br />

14. duruşmada Av. Fethiye Çetin’in “Emniyet ifadenizde<br />

Samast’ın kaçarken söylediği söz yok. Neden<br />

söylemediniz?” sorusuna Kılıç’ın verdiği cevap “Ne<br />

söyleyip söylemediğimi hatırlamıyorum” biçimindedir.<br />

Bu ifadesini hatırlamayan Kılıç, Ogün Samast’ın<br />

Kritik Kafe’ye “…olaydan önce 09.30-10.00 civarında<br />

geldi. Dükkan, gazeteye 50 metre mesafedeydi. Üzerinde<br />

beyaz şapka ve mont vardı. 5 numaralı masada<br />

oturdu. Yaklaşık 2,5 saat birileriyle yazıştı. Yazışırken<br />

heyecanlı olduğunu gördüm. Çok hızlı yazıyordu…”<br />

vb. vb. (Hürriyet, 13 Temmuz 2010) diye ifade verebiliyordu!<br />

Hürriyet gazetesinin 13 Temmuz tarihli bu nüshasında<br />

İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın bu konudaki<br />

tavrının haberi de yayınlandı. Sözkonusu habere göre<br />

Atalay “Dink cinayeti”ni “ihmaller zinciri” olarak<br />

değerlendiriyordu. Hürriyet gazetesinin aktarımına<br />

göre Atalay şunları söyledi: “‘Kardeşim Hrant Dink<br />

olayıyla ilgili nerede ne var hepsini bir çıkarın’ de-<br />

55


halkların kardeşliği için<br />

✌ dim. Kimse benden bir şey istememişti o zaman. Sanıldığı<br />

kadar etkili şeyler çıkmadı. Hani çıkanın örtbas<br />

edilmesi durumu yok. Pek çok ihmal zincirinin<br />

olduğu söylenebilir. Nitekim onlar zaten dosyanın<br />

içinde. Bu araştırmalardan kasti, planlı bir şey çıkaramıyorsunuz.<br />

Yoksa bizler hiç affeder miyiz? Bir iki<br />

ihmal görüntüsü çıkardık, yargıya verdik.” (Hürriyet,<br />

13 Temmuz 2010)<br />

İçişleri Bakanı Atalay’ın bu tavrı tam da hükümetin<br />

devleti ve kendisini nasıl temize çıkarmaya çalıştığını<br />

ortaya koymaktadır. Bakan ortaya çıkanların neler<br />

olduğunu anlatmıyor. Sadece “Sanıldığı kadar etkili<br />

şeyler çıkmadı” diyor. Bir de “Hani çıkanın örtbas<br />

edilmesi durumu yok” diyor. Bakan Atalay haklı! Ortaya<br />

çıkanın örtbas edilmesi durumu yok. Zanlıların<br />

ödüllendirilmesi var! Daha da önemlisi, ortaya çıkmaması<br />

için devlet yetkililerinin, kurumlarının çok<br />

iyi örgütlü bir çalışması var. Öyle ki ortaya fazla bir<br />

şey çıkarılamıyor! Örtbas etmenin birinci ve en garantili<br />

yolu yöntemi de, gerçeklerin en başında ortaya<br />

çıkmasının engellenmesidir. Devletin ve yetkililerin<br />

yaptığı da budur. İçişleri Bakanı Atalay da bunun bir<br />

parçasıdır.<br />

Sorun “ihmal” sorunu değil. Evet “kasti, planlı bir<br />

şey”dir. Hrant’ın kardeşi Hosrof Dink’in dediği gibi<br />

“ihmal değil iştirak var”!<br />

14. ile 15. duruşma arasındaki dönemde, Hrant davası<br />

konusundaki gündemde öne çıkan konu, AİHM<br />

kararı ile TC’nin hükümetinin ve yetkililerinin kendilerini<br />

savunma konusuydu.<br />

Yukarıda Arat Dink’in hükümetin ve devletin bu<br />

konudaki tavrı hakkında yazdığı yazıdan parçalar<br />

aktardık. Bu bağlamda yazıyı uzatmamak için söylenmesi<br />

gereken bir şey, faşist bir iktidarın, devlet<br />

yapısının Hrant’ı suçlayarak kendisini savunması ve<br />

buna bir neonazi’nin Almanya’da yargılanmasını örnek<br />

vermesinin ve “koruma istemediği”ni açıklamasının<br />

tam da bu devlete yakışır bir tavır olduğudur.<br />

Hükümetin kimi yetkilileri gelen tepkiler karşısında<br />

sözkonusu savunmayı “içine sindiremediklerini”<br />

ifade etseler de, gerçeklik ortadan kalkmamaktadır.<br />

Bu konuda sahtekârlığın sınırsızlığı “normal insanın”<br />

görebileceğinden çok daha büyüktür! Neyse<br />

ki, Türkiye’de de “normal olmayan insanların”, bu<br />

sahtekârlığı görenlerin sayısı giderek çoğalıyor!<br />

AİHM karşısında yaptığı savunmanın tepkilerinin<br />

yoğunlaştığı bu dönemde Cumhurbaşkanı Gül, 16<br />

Ağustos tarihinde Azerbaycan’a yapacağı ziyaret öncesinde<br />

“Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alın-<br />

56<br />

madığı için hayatını kaybetti.” tespitinde bulundu.<br />

Bu tavır bir yandan AİHM’ye karşı savunmaya yönelen<br />

tepkileri dindirmek için ricat iken, aynı zamanda<br />

devletin cumhur’u tarafından bir itiraftı. Gereken<br />

önlemler alınmamıştı! İyi de kim ve niçin bu önlemleri<br />

almamıştı? Suçlu kim? Niye açığa çıkarılmıyor ve<br />

yargılanmıyor?<br />

AİHM, oybirliğiyle Türkiye Cumhuriyeti devletini<br />

yaşam hakkını ihlal ettiği, mahkemelere etkin başvuru<br />

hakkını kısıtladığı ve ifade özgürlüğü hakkını çiğnediği<br />

gerekçesiyle, toplam 133 bin 595 avro tazminat<br />

ödemeye mahkum etti.<br />

TC Dışişleri Bakanlığı ise yaptığı açıklamada karara<br />

itiraz edilmeyeceğini açıkladı.<br />

AİHM kararıyla ilgili savunma ve tartışmaların öne<br />

çıktığı bir ortamda Başbakan Erdoğan, Hrant’ın katledilmesinde<br />

“MİT mensuplarının ihmali olup olmadığını<br />

soruşturmak için izin isteyen İstanbul Cumhuriyet<br />

Başsavcılığı’na olumsuz yanıt verdi.” (bianet,<br />

23 Ağustos 2010) “Ellerinde bilgi, belge yok”muş?<br />

AİHM’nin verdiği kararın mahkeme duruşmasına<br />

da yansıyabileceği umut edilmişti. Fakat 25 Ekim’de<br />

yapılan 15. duruşmada bunun eseri yoktu. 15. duruşmada<br />

verilen karar, Ogün Samast’ın, cinayet işlendiği<br />

tarihte 18 yaşından küçük olması nedeniyle ve<br />

22 Temmuz’da yürürlüğe giren “Terörle Mücadele<br />

Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına<br />

Dair Kanun” kapsamında Çocuk Mahkemesi’nde<br />

yargılanması kararıydı. Böylece Samast İstanbul Sultanahmet<br />

Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanacak?<br />

Hürriyet gazetesi bile bu kararın haberini<br />

“Kurşun taş oldu” manşetiyle verdi.<br />

Samast’ın dosyasının ayrılarak ele alınması kararına<br />

karşı Dink ailesi avukatları itirazda bulundu ve<br />

Samast’ın dosyasının davanın diğer sanıklarının dosyasıyla<br />

birleştirilmesi talebinde bulunuldu.<br />

Davanın 16. duruşması 7 Şubat 2011 tarihinde yapılacak.<br />

Yeni bir gelişmeyle karşılaşıp karşılaşmayacağımızı<br />

birlikte göreceğiz.<br />

Katledilişinin dördüncü yıldönümünde de Hrant’ı<br />

anıyor ve Hrant’ın arkadaşları, dostları olarak Hrant’a<br />

sahip çıkmanın, onun mücadelesini sürdürmenin en<br />

doğru yolunun halkların kardeşliği için mücadele<br />

olduğunun bilincinde olduğumuzu ve buna uygun<br />

davrandığımızı, davranacağımızı bir kez daha ilan<br />

ediyoruz.<br />

25 Aralık 2010 ✓


KESK’te taciz üzerine...<br />

yeni kadın dünyası<br />

Kadına yönelik cinsel tacizin sadece erkek egemen anlayışın<br />

üreticileri olarak bilinen kesimler içerisinde değil, ne yazık<br />

ki muhalif sol kesim içerisinde de azımsanmayacak ölçüde<br />

yaşandığını kamuoyuna yansıyan örneklerden biliyoruz. Fakat<br />

buna karşı doğru dürüst bir mücadelenin yürütülmediği, çoğu<br />

zaman görmezden gelindiği, üzeri örtülmeye çalışıldığı da<br />

bilinen bir gerçek.<br />

Cinsel taciz, kadına yönelik şiddet biçimleri içerisinde<br />

belki en çok yaşanan fakat bir o kadar<br />

da saklı kalan şiddet biçimidir. Bunun en önemli<br />

sebeplerinden biri yaşanan tacizin çoğunlukla ispat<br />

edilememesidir. Üçüncü kişinin görmediği bir taciz<br />

olayını açığa çıkarmak, kabul ettirmek neredeyse imkansızdır.<br />

Bugüne kadar taciz edenlerin hiç biri tacizde<br />

bulunduklarını kabul etmemişlerdir. Böyle olduğu<br />

için de ne zaman bir taciz olayı gündeme gelse<br />

hemen komplo teorileri üretilmeye başlanır.<br />

Kadına yönelik cinsel tacizin sadece erkek egemen<br />

anlayışın üreticileri olarak bilinen kesimler içerisinde<br />

değil, ne yazık ki muhalif sol kesim içerisinde<br />

de azımsanmayacak ölçüde yaşandığını kamuoyuna<br />

yansıyan örneklerden biliyoruz. Fakat buna karşı<br />

doğru dürüst bir mücadelenin yürütülmediği, çoğu<br />

zaman görmezden gelindiği, üzeri örtülmeye çalışıldığı<br />

da bilinen bir gerçek.<br />

KESK’teki taciz olayı bir kez daha muhalif kesim<br />

içerisinde kadına yönelik cinsel taciz tartışmasını<br />

57


yeni kadın dünyası<br />

58<br />

gündeme getirdi. KESK’teki taciz olayı ile ilgili kamuoyuna<br />

yansıyanlar şöyle:<br />

KESK’teki bir kadın çalışan, KESK Genel Sekreteri<br />

Emirali Şimşek tarafından tacize uğradığı iddiasıyla<br />

Ankara Cumhuriyet Savcılığına başvuruyor. Verdiği<br />

dilekçede taciz olayının yurtdışında bir görevde iken<br />

başladığını, iki kez de KESK binasında fiziksel taciz<br />

olarak devam ettiğini söylüyor. Mağdur kadın, tacizin<br />

devam etmesi üzerine Sami Evren’e giderek durumu<br />

anlatıyor. Sami Evren de Şimşek’ten kadından<br />

özür dilemesi ve gereğini yapmasını istiyor. Şimşek’in<br />

bunu kabul etmemesi üzerine bir süre bekleyen kadın,<br />

KESK MYK’ya bir dilekçe vererek yaşadığı taciz<br />

olayını aktarıyor ve Şimşek’in disipline sevk edilmesini<br />

istiyor fakat Şimşek dilekçenin işleme konulamayacağını<br />

söylüyor.<br />

KESK Merkez Yönetim Kurulu, iddiaların soruşturulmaması<br />

yönünde çoğunluk kararı alırken KESK<br />

Genel Merkez Kadın Sekreterliğide Şimşek’in yanında<br />

yer alıp yaşananları “taciz” değil “rızaya dayalı”<br />

olarak değerlendiriyor.<br />

KESK içinde sonuç alamayan kadın bunun üzerine<br />

savcılığa suç duyurusunda bulunuyor. Ancak mağdur<br />

kadının bir süre sonra tanımadığı iki erkek tarafından<br />

suç duyurusu dilekçesini geri çekmesi için<br />

tehdit edildiği kamuoyuna yansıyan bilgiler arasında.<br />

Tehdidin ardından mağdur kadın suç duyurusu dilekçesini<br />

geri çekiyor ve KESK’teki görevinden istifa<br />

ediyor.<br />

KESK’teki bu taciz olayı Emirali Şimşek’i destekleyenler<br />

tarafından ‘komplo’, ‘siyasi hesaplaşma’ olarak<br />

değerlendirildi. Kamuoyuna, KESK Kadın Kolları<br />

Sekreteri Songül Morsümbül’ünde içinde yer aldığı<br />

ve BDP’ye yakın oldukları söylenen kesim Şimşek’i<br />

desteklerken Emek ve Demokrasi Partisi’ne (EDP)<br />

yakın olan Sami Evren arasındaki bir hesaplaşma olduğu<br />

yansıdı.<br />

Sami Evren ise taciz olayından dolayı Şimşek’in istifa<br />

etmemesi üzerine 29 Kasım’da KESK Genel Başkanlığından<br />

istifa ettiğini açıkladı.<br />

Sami Evren, istifasının gerekçesini şu şekilde açıkladı:<br />

‘’Bir süredir kamuoyunda ‘KESK’te taciz’ başlığı altında<br />

dile getirilen iddialar KESK’in uğrunda mücadele<br />

ettiği değerlerle asla bağdaşmayacak bir durum<br />

yaratmaktadır. KESK’in yarattığı ve sahiplendiği değerler<br />

bütün içinde bu tip iddialar karşısında kadının<br />

beyanını esas alan çözümler üretilmesi hem kadın<br />

mücadelelerinin birikiminin hem de KESK’in kongre<br />

kararlarının gereğidir.<br />

Bu iddialar KESK MYK’sına ulaştığı günden bu<br />

yana sorunun, kadın mücadelesinin birikimleri ve<br />

KESK’in kararları doğrultusunda çözülmesi için çaba<br />

sarf ettik. Taciz iddiasının muhatabı olan KESK Genel<br />

Sekreterinin istifasını da içeren önerimiz KESK<br />

MYK’sında karşılık bulmadı ve MYK’nın geri kalan<br />

kısmı tarafından reddedildi. MYK içinde karşılaştığımız<br />

bu direnç nedeniyle KESK’e ve mücadele değerlerimize<br />

yakışan bir çözüm üretemedik. Bu çözümsüzlük<br />

KESK’in yani Türkiye’de toplumsal muhalefetin<br />

en önemli bileşenlerinden birinin Türkiye’nin geçtiği<br />

bu kritik aşamada hareketsiz kalmasına neden oldu.’’<br />

Evren, açıklamasının devamında ‘’Bu tutumumuz,<br />

bedellerle yarattığımız KESK değerlerinin yaşam<br />

bulması için, örgütsel ve ahlaki sorumluluğumuzun<br />

zorunlu sonucudur’’ ifadeleri kullanılıyor.<br />

Evren’le birlikte KESK Hukuk, TİS ve Uluslararası<br />

İlişkiler Sekreteri Adnan Gölpunar da aynı gerekçelerle<br />

istifa etti.<br />

Sami Evren’in, biraz gecikmiş de olsa yukarıdaki<br />

gerekçelerle attığı adımı olumlu değerlendirdiğimizi<br />

belirtmek istiyoruz.<br />

Kadına yönelik tacizde Sami Evren’in de belirttiği<br />

gibi ‘kadının beyanı esastır’ ilkesinden yola çıkılmak<br />

zorundadır. Türkiye gibi erkek egemen ideolojinin<br />

hakim olduğu toplumlarda tacize uğrayan kadınların<br />

cesaretlerini toplayıp bunu açıklamasının ne denli<br />

zor olduğu, cinsel tacize uğrayan kadının bunu genelde<br />

sakladığı açıkladığında ise çoğunlukla kimseyi<br />

inandıramadığı bir gerçek. En önemlisi ise “dişi köpek<br />

kuyruk sallamazsa” atasözünden de anlaşılacağı<br />

gibi suçun kadında arandığını bildiğimizde bu yaklaşım<br />

daha da önem kazanmaktadır. Olabilir ki herhangi<br />

bir taciz iddiasında gerçekten de bir komplo vs.<br />

sözkonusudur. Ve öyle bir durumda tacizde bulunmadığı<br />

halde tacizle suçlanan kişiye haksızlık yapılmış<br />

olabilir. Fakat bu istisnai durumlar genel durumu<br />

değiştirmiyor. Ve kadının beyanının esas alınmaması<br />

gerektiği anlamına gelmiyor. Bu konuda kadının beyanını<br />

esas almamak, hatta başka hesaplar nedeniyle<br />

komploculuk vs. ile suçlamak, yapılan tacizin suç ortaklığını<br />

yapmaktan başka bir anlama gelmez.<br />

Kadına yönelik her türlü ayrımcılığa, şiddete, taciz<br />

ve tecavüze karşı tutarlı bir mücadele yürütülmek<br />

isteniyorsa ve bu konuda bir şeylerin olumlu yönde<br />

değiştirilmesi isteniyorsa sergilenmesi gereken doğru<br />

tavır bu olmalıdır.<br />

30 Aralık 2010 ✓


Sendikalar ve kadınlar!<br />

Toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi sendikalarda<br />

da erkek egemenliği büyük bir ölçüde<br />

kendini gösteriyor. Cinsiyetçilik ve eşitsizlik; evde,<br />

sokakta, okulda, iş yaşamında, “demokrasi” mücadelesi<br />

veren sendikalarda bir olgu haline dönüşmüş<br />

durumda. Hâlbuki sendikalar emek mücadelesi veren,<br />

ezilen sınıfın hak alma mücadelesine aracılık ve<br />

öncülük eden kurumlardır. Ya da en azından böyle<br />

olduklarını iddia ederler…<br />

Bunun için sendikalar, erkeklerden daha fazla sömürüye<br />

ve baskıya maruz kalan, çalışan ve işsiz kadınların<br />

haklarını arama mücadelesinde de öncülük<br />

etme görevine sahiptir. Ancak ne yazık ki sendikalar<br />

bu konuda sınıfta kalıyorlar.<br />

Sendikalar dünyanın her yerinde erkek<br />

egemen örgütler!<br />

Sendikalardaki erkek egemen zihniyet kadınlara<br />

öncülük etmek bir yana, zaman zaman mücadelelerinin<br />

önünde engel olabiliyor. Yönetici, yönetim kurulu<br />

üyeleri, işyeri temsilcileri ağırlıklı olarak erkeklerden<br />

oluşuyor. Zaten sayıları bir avuç olan sendika<br />

üyesi kadın, yönetici konumuna gelemiyor; çünkü<br />

sendikalar erkek egemen ideolojiyi, anlayışı sorgulamıyorlar.<br />

Kadınlar ise hakları için örgütlendikleri<br />

sendikalarda cinsiyetçi tüzükler nedeniyle kendilerine<br />

yer bulamıyorlar.<br />

Sendikalardaki bu cinsiyet eşitsizliğinin ve kadınların<br />

örgütlülüğünün yetersiz oluşunun bir tek nedeni<br />

yok! Kadınların istihdam edilmemesi, örgütlenmemelerinin<br />

önünde önemli sebeplerden birisidir.<br />

Sendikalar erkek egemen ideolojiyi sorgulamadıkları<br />

için kadınların neden daha az örgütlü olduğunu da<br />

merak etmiyor, sorgulamıyorlar. Çalışamayan kadın<br />

nasıl sendikalı olabilir? Türkiye kadın istihdam<br />

oranının en düşük olduğu 10 ülkeden bir tanesi ve<br />

kadınlara çalışma alanlarının önemli bir kısmı açık<br />

değil! Çalışan 6 milyon kadının yarıya yakını ücretsiz<br />

aile işçisi! Böylesi kötü bir olgunun olduğu yerde<br />

ve bu olgunun kadınların sendikal örgütlülüğünün<br />

önünde engel olduğu bilindiği koşullarda sendikaların<br />

bununla mücadele etme görevi vardır.<br />

Sendikalarda erkek egemen sistemin hâkim olduğunu<br />

görmek için yönetimlerine bakmak yeterlidir.<br />

Yönetimlerinin neredeyse tamamı erkeklerden oluşuyor.<br />

Denetim ve disiplin kademeleri erkeklerden<br />

oluşuyor. Kadınlar karar mekanizmasında yer alamıyor.<br />

Kadınlar adına toplu sözleşme masasına oturanlar<br />

da erkekler oluyor. Bu nedenle büyük bir dengesizlik<br />

yaşanıyor.<br />

Bu dengesizlik rakamlarla incelendiğinde gerçekler<br />

çok daha çarpıcı hale geliyor. Tüm memur sendikaları<br />

üyeleri arasında kadınların oranı yüzde 20’yi<br />

geçmiyor. Bu oran işçi sendikalarında yüzde 5’i bile<br />

bulmuyor. Bu rakamlar hakları için sendikalarda<br />

örgütlenen kadınların sayısının ne kadar yetersiz olduğunu<br />

gösteriyor. 100’e yakın sendika başkanının<br />

yüzde 10’u dahi kadın değil. 2009 yılında yapılan bir<br />

araştırmaya göre DİSK, Hak İş ve Türk İş gibi büyük<br />

konfederasyonlarının genel başkanları, merkez yönetim,<br />

disiplin ve denetleme kurulu üyelikleri arasında<br />

kadın bulmak mümkün değil.<br />

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2008 verilerine<br />

göre; toplam 28 işkolunda örgütlü bulunan 94<br />

sendikanın genel başkanlarının 87’si erkek iken yalnızca<br />

7 sendikanın genel başkanı kadın ve bu oran<br />

yüzde 7’ye bile tekabül etmiyor. Yine sendikaların<br />

493 kişilik merkez yönetim kurulu üyeleri arasındaki<br />

kadın sayısı 35 ve oranı sadece yüzde 7’dir. 282 kişilik<br />

denetim kurulu üyeleri arasındaki kadın sayısı 28<br />

yani sadece yüzde 9,9’dur. 333 kişilik disiplin kurulu<br />

üyeleri arasındaki kadın sayısı ise sadece 40 ve bu<br />

oran yüzde 12’ yi geçmiyor.<br />

İşçi sendikaları ile memur sendikalarının kadın<br />

temsiliyeti açısından birbirlerinden farklı olduğu göz<br />

ardı edilemeyecek bir olgudur. Fakat bu fark memur<br />

sendikalarını aklayacak durumda değil. Çünkü işçi<br />

konfederasyonlarında durum bu kadar kötü iken<br />

kamu sendikaları konfederasyonlarında da durum<br />

pek iç açıcı değil. Kamuda örgütlü bulunan kamu<br />

emekçileri sendikalarının bağlı olduğu toplam 7 konfederasyon<br />

arasında en yüksek üye sayısına KESK,<br />

Türkiye Kamu Sen, ve Memur Sen sahip. Bu kuruluşlardaki<br />

kadınların yönetim bazındaki katılımlarında<br />

en yüksek oran KESK’tedir.<br />

Kadınların kamu sendikalarındaki tablosu şöyledir;<br />

KESK’e bağlı sendikaların yönetim kurullarının<br />

yeni kadın dünyası<br />

59


yeni kadın dünyası<br />

60<br />

yüzde 17,3’ü, Kamu Sen’e bağlı bulunanların yüzde<br />

4,2’si Memur Sen’e bağlı bulunanların ise yalnızca<br />

2,5’i kadındır. Kamu sendikaları konfederasyonları<br />

arasında 11 hizmet kolunda örgütlü bulunan toplam<br />

64 sendikanın 58’inin başkanı erkek, sadece 6’sı kadındır.<br />

Birleşik Metal-İş de bu konuda diğer sendikaları hiç<br />

aratmıyor. BM-İş’de tablo şöyle: 5 Kişilik Merkez Yönetim<br />

kurulu, 8 kişilik Merkez Disiplin ve Denetim<br />

kurulu içinde kadın sayısı sıfır! 56 kişilik Şube Yönetim<br />

Kurulu arasında kadın sayısı yine sıfırdır! 681 kadın<br />

üyenin bulunduğu fabrikalarda kadın işyeri temsilci<br />

sayısı yalnızca 4’tür. Bu tablodan da anlaşılacağı<br />

gibi sendika üyelerinin en az üçte biri kadınlardan<br />

oluşmasına rağmen karar ve yönetim organlarında<br />

belirgin bir erkek egemenliği sürmektedir.<br />

Kapitalist sistemden beslenen ve onun yasalarına<br />

göre şekillenen sendikalarda kadınlara yer olmaması<br />

aslında çok şaşılacak bir durum değildir. Kadın işçiler<br />

bu durumdan rahatsız olmaz ve mücadele geliştirmezlerse<br />

bu günden daha iyi bir yere gelinemeyeceği<br />

de bilinmelidir. Aynı zamanda kadınlar temsil yetkisi<br />

kazanmadıkça taleplerini de gündeme sokamayacaklardır.<br />

Bunun için atılması gereken öncelikli adımlar<br />

şunlardır;<br />

1- Kadın işçiler örgütlü mücadeleyi geliştirmelidir.<br />

2- Kadın temsiliyeti önündeki engellerin kaldırılması<br />

için sendikaların tüzüklerinin değişmesi ve<br />

mutlaka kota uygulaması gereklidir.<br />

3- Bütün konfederasyon ve bağlı sendikaların kendi<br />

bünyelerinde kadın komisyonları ve daireleri oluşturulmalıdır.<br />

Ancak, tüzük değişiklikleri, Kadın Komisyonları<br />

veya Kadın Daireleri kurmak yeterli değildir. Tüm<br />

değişikliklerin pratikte yaşam bulması ve amacına<br />

uygun hale getirilmesi gerekiyor. Örneğin, çok az<br />

da olsa kadın işçilerin lehine olan tüzük yada delege<br />

yönetmeliklerinde, hali hazırda bulunan kadın<br />

kotası uygulamalarının ne kadar bilindiği ve kullanıldığı<br />

tartışılır. Kadınların lehine olan bu maddelerin<br />

ne anlama geldiği ortaya konulmalı, açığa<br />

kavuşturulmalı ve pratikte uygulanmalıdır. Örneğin,<br />

DİSK’in kadın komisyonu, Türk-iş’in kadın<br />

bürosu, Hak-iş’in kadın temsilciliği var fakat bunlar<br />

çoğunlukla erkeklerin idare ettiği bölümlerdir.<br />

Bu örneklerden anlaşılacağı gibi komisyon ya da<br />

bürolar kurmak işin yalnızca bir parçasıdır. Bu komisyonların<br />

nasıl işleyeceği en az kurulması kadar<br />

önemli olan bir meseledir. Kadın işçilerin örgütlülüğünü<br />

yükselterek, hali hazırda var olan komisyon<br />

ve büroları erkek egemen kıskaçtan kurtarmalıyız.<br />

Komisyonları ve büroları bu temelde<br />

örgütlemeliyiz. Cinsiyetçi bakış açısını reddeden,<br />

sınıfsal mücadele geliştiren bir sendikal hareket<br />

yaratamadığımız sürece, kadın işçi ve emekçilerin<br />

ikincil konumlarında ciddi bir iyileştirme yaratamayız.<br />

Söz ve karar mekanizmalarında erkeklerle<br />

eşit bir biçimde yer alabilmek, toplu sözleşmelerde<br />

kadınların ihtiyaç ve taleplerini dâhil etmek ve bu<br />

müzakerelerde söz sahibi olmak için mücadelemizi<br />

geliştirmek ve güçlendirmekten başka şansımız<br />

yoktur.<br />

Yaşasın işçi kadınların örgütlü mücadelesi!<br />

YDİ Çağrı okuru bir kadın işçi<br />

31 Aralık 2010 ✓


Anayasa Mahkemesi’ne bireysel<br />

başvuru hakkı üzerine<br />

güncel<br />

12<br />

Eylül 2010 tarihinde bir referandum yapıldı.<br />

12 Eylül’de yapılan referandumda, Anayasa<br />

Mahkemesi’nin üzerini çizdiği kimi cümlelerle<br />

son biçimine bürünen, 1982 Anayasası’nın bazı maddelerinde<br />

değişiklikleri öngören yasa, “Anayasa Değişiklikleri<br />

Paketi” halk oyuna sunuldu. Halk oyuna<br />

sunulan „Anayasa Değişiklikleri Paketi“ %58 oyla<br />

kabul edildi. 1982 Anayasası’nın kimi maddelerinde<br />

değişiklikler yapıldı. Yapılan değişikliklerden bir tanesi<br />

de Anayasa Mahkemesi ile ilgili olan 146., 147.,<br />

148. ve <strong>149</strong>. maddeler idi. Anayasa Mahkemesi’nin<br />

asil üye sayısı 11’den 17’e çıkarıldı. Mahkeme üyeliğine<br />

seçilenler 12 yıl süreyle görev yapacaklar. Yapılan<br />

en önemli değişikliklerden bir tanesi de Anayasa<br />

Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınmış<br />

olmasıdır. Bu yazımızda bireysel başvuru hakkının<br />

ne anlama geldiği ve örtünün altında saklı tutulan<br />

esas sorunu irdelemeye çalışacağız.<br />

12 Eylül askeri faşist darbesi devlet şiddetini kurumsallaştırdı.<br />

Devlet şiddeti kural haline geldi. 12<br />

Eylül 1980 askeri faşist darbesinden itibaren uzun<br />

yıllar boyunca bütün ülke bir işkencehaneye çevrildi.<br />

Okullar, askeri birlikler, fabrika binaları, depolar<br />

ve polis merkezleri işkencehane olarak kullanıldı. 12<br />

Eylül 1980 ve sonraki yıllarda 1 milyonun üzerinde<br />

insan gözaltına alındı. Bu dönemde yargılananların<br />

sayısı 200 bini buldu. Askeri mahkemelerde yargılanan<br />

bu kişilerin 98 bin 404’ü örgüt üyesi olmakla<br />

suçlandı. 71 bin kişi hakkında ünlü 141. ve 142. maddelerden<br />

dava açıldı. 12 Eylül dönemi boyunca askeri<br />

mahkemelerde 61 bin 220 kişi yargılanıp hüküm<br />

giydi. 50 kişi idam edildi. Yargısız infazlar artmaya<br />

başladı. Kimin ne kadar düşünebileceğine, ne kadar<br />

konuşabileceğine iktidar sahiplerinin karar verdiği,<br />

mutlak bir diktatörlük rejimi kuruldu. Bu diktatörlük<br />

rejimine karşı mücadele kesintiye uğramadan sürdürüldü.<br />

Hukuksal alanda önemli gelişmeler yaşandı.<br />

1987 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel<br />

başvuru hakkı tanındı. 1989 yılından itibaren<br />

AİHM’nin tam yargı yetkisi kabul edildi. Anayasanın<br />

90. maddesi değiştirildi. 90 madde, AİHM kararları<br />

ile yasalar arasında bir çelişki varsa AİHM kararlarının<br />

esas alınmasını öngörüyor. Başka bir deyişle,<br />

Türkiye’de AİHM kararları yasalardan önce geliyor.<br />

Türkiye insan haklarına ne kadar saygı gösteriyor?<br />

İnsan hakları alanındaki temel sorunlar ne? Bu soruların<br />

yanıtlarını AİHM Türkiye kararlarında, İnsan<br />

Hakları Örgütleri raporlarında ve Avrupa Komisyonu<br />

izleme raporlarında bulabiliriz. Türkiye, Rusya’dan<br />

sonra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde en çok<br />

61


güncel<br />

62<br />

aleyhinde bireysel başvuru bulunan devlettir. AİHM<br />

Ocak 2010 yılında faaliyet raporunu açıkladı. Rapora<br />

göre 2010 Ocak ayı itibari ile mahkemenin önünde<br />

bulunan 119 bin 300 dosyanın 13 bin 100 adedini<br />

Türkiye aleyhine yapılan başvurular oluşturuyor.<br />

Buna göre mahkemenin baktığı her 9 davadan biri<br />

Türkiye ile ilgili. AİHM’in verdiği toplam 12 bin 198<br />

ihlâl kararının ise 2 bin 295’i Türkiye’ye ait. Bu kararların<br />

büyük kısmını da “adil yargılanma hakkı” ihlâli<br />

oluşturuyor. AİHM’in verilerine göre mahkemenin<br />

önünde karar aşamasında şu ana kadar toplam 119<br />

bin 300 dosya bekliyor. Bu dosyaların 33 bin 550’si ile<br />

Rusya birinci sırada. Türkiye ise 13 bin 100 dosya ile<br />

ikinci sırada bulunuyor. AİHM’in, ülkelere göre ihlâl<br />

istatistiklerine göre AİHM’e yapılan 12 bin 198 ihlâl<br />

başvurusunun 2 bin 295’i Türkiye’den yapılan başvurular<br />

oluşturuyor. Yani Türkiye Avrupa Konseyi’ne<br />

üye olan ülkeler içinde mahkûmiyet alan birinci ülke<br />

konumunda bulunuyor. İkinci sırada ise 2 bin 23 dosya<br />

ile İtalya geliyor. Dünyanın en küçük ülkelerinden<br />

olan Monako’dan ise sadece 1 ihlâl başvurusu dikkat<br />

çekiyor.<br />

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru için<br />

yargı harcı ödemek gerekmiyor.<br />

Vekâletname için notere başvurmak gerekmemektedir.<br />

Notere vekâletname için masraf yapılmamaktadır.<br />

Yalnız posta gideri ile başvuruyu yapmak ve<br />

sonraki masraflar için AİHM’den adli yardım almak<br />

mümkündür. AİHM, parası olanların başvurduğu<br />

bir Avrupa Mahkemesi değildir. Toplumun en ezilmiş,<br />

horlanmış, en çaresiz bırakılmış kesimlerinin<br />

burjuva hukukunu ürettiği, çoğalttığı bir alandır<br />

AİHM. Bu, topluma da soluk aldıran, dönüştüren,<br />

değiştiren, umut olan bir alandır. Türkiye toplumunun<br />

önemli bir kesimi hakkını AİHM’de aramayı az<br />

çok öğrenmiştir.<br />

AKP Hükümeti, Türkiye aleyhinde en çok başvuru<br />

yapılan ikinci ülke olma konumundan rahatsızdır.<br />

AKP Hükümeti, ihlâl sıralamasında Türkiye’nin<br />

birinci ülke olmasına son vermek istemektedir. AKP<br />

Hükümeti, Türkiye‘nin itibarının zedelenmesini önlemeye<br />

karar vermiştir!<br />

Hükümet, haksızlıkları, hukuksuzlukları önleyerek,<br />

adaleti her alanda tecelli ettirerek, olumsuz idari<br />

pratikleri yok ederek başvuru sayısını düşürmeyi hedeflememektedir.<br />

AİHM’e bireysel başvurulara fiilen<br />

set çekilerek, başvuru sayısından doğan rahatsızlık<br />

giderilmek istenmektedir. Halk oylamasına sunulan<br />

ve kabul edilen Anayasanın 148. maddesi bireylere<br />

de Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkı tanımaktadır.<br />

Bireylere Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkının<br />

tanınması ne anlama gelmektedir? Bireylerin<br />

de, Anayasa’ya aykırı gördükleri yasaları, doğrudan<br />

doğruya Anayasa Mahkemesi’ne dava edebilecekleri<br />

gibi bir yanılsama doğmaktadır. Oysa böyle bir hak<br />

tanınmamaktadır.<br />

Mevcut Anayasada, Anayasa Mahkemesi’nin üç<br />

görevi vardır. Birincisi, kanunların ve kanun hükmünde<br />

kararnamelerin ve TBMM İç Tüzüğü’nün<br />

Anayasaya uygunluğunu denetlemek. İkincisi, siyasi<br />

partilerin anayasal çerçevede faal olmalarını denetlemek,<br />

üçüncüsü,<br />

Yüce Divan sıfatı ile cumhurbaşkanını, bakanlar<br />

kurulu üyelerini, yüksek yargı organı mensuplarını<br />

görevleri ile ilgili suçlardan yargılamak.<br />

Mevcut Anayasa’nın 148.maddesine göre cumhurbaşkanı<br />

ve TBMM üyelerinin beşte birinin başvurusu<br />

ile yasaların Anayasa’ya aykırılığı denetlenebilmektedir.<br />

Vatandaşın doğrudan başvuru hakkı yoktur.Vatandaş,<br />

ancak görülmekte olan bir hukuk veya ceza<br />

davasında kendisinin o davaya taraf olması şartıyla,<br />

uygulanması ihtimal dahilinde olan bir kanun maddesinin<br />

anayasaya aykırılığını mahkeme nezdinde<br />

ileri sürebilir, mahkeme bu anayasaya aykırılık iddiasını<br />

ciddi görür ise, konuyu Anayasa Mahkemesi’nin<br />

değerlendirmesine sunar. Halk oylamasına sunulan<br />

ve kabul edilen yeni 148. maddede bu konuda hiçbir<br />

değişiklik, yenilik mevcut değildir.<br />

Halk oylamasına sunulan ve kabul edilen 148.<br />

madde bambaşka bir alanda vatandaşa Anayasa<br />

Mahkemesi’ne başvuru yolu açmaktadır. 148. madde<br />

Anayasa Mahkemesi’ne yepyeni görevler yüklemektedir.<br />

AİHM’e başvurulmadan önce, Anayasa<br />

Mahkemesi’ne başvurma zorunluluğu vardır. Halk<br />

oylamasında kabul edilen Anayasanın 148. maddesinde,<br />

Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının<br />

zorunlu olduğu yönünde bir vurgulama yoktur.<br />

Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargılama<br />

kuralları bilindiğinde, AİHM’e başvurmadan<br />

önce Anayasa Mahkemesi’ne başvurmanın bir zorunluluk<br />

olduğu ortaya çıkmaktadır.<br />

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bireysel başvurunun<br />

ön incelemeden geçirilip, kayda alınabilmesi<br />

için iki koşul aramaktadır. İç hukukta mevcut olan<br />

bütün başvuru yollarının tüketilmesi. İç hukukta<br />

bütün başvuru yolları tüketildikten sonra, altı aylık<br />

sürenin geçirilmemesi. Altı aylık bir sürenin aşılması<br />

koşullarında, AİHM’e başvuru imkânı ortadan


Anayasa Mahkemesi’nin bugüne kadar<br />

bildiğimiz görevleri çerçevesinde, yasaların<br />

Anayasa’ya uygunluğu denetiminde<br />

bireylere yeni bir hak tanınıyor değildir. Bu<br />

bir yanılsamadır. Avrupa İnsan Hakları<br />

Mahkemesi’ne gitmeden önce Anayasa<br />

Mahkemesi’ne başvurma mecburiyeti<br />

getirilmektedir.Bu mecburiyet Anayasanın<br />

148.maddesinde yazılı değildir. Bu mecburiyet<br />

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden<br />

kaynaklanmaktadır. Burada amaçlananın<br />

da AİHM’ne başvuru sayısını düşürmek<br />

olduğu açıkca ifade edilmektedir. Henüz<br />

hiçbir altyapısı oluşturulmamış, Anayasa<br />

Mahkemesi yargısı labirentinden çıkarak<br />

AİHM’ne ulaşmak kolay olmayacaktır.<br />

kalkmaktadır. Mevcut Anayasanın 148.maddesine<br />

eklenen 3.fıkra ile „Herkes, Anayasa’da güvence altına<br />

alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa<br />

İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin<br />

kamu gücü tarafından ihlâl edildiği iddiasıyla<br />

Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek<br />

için olağan kanun yollarının tüketilmiş<br />

olması şarttır“ ifadesi gelmektedir.<br />

Yapılan değişiklikte ‘başvurabilir’ denilmekte,<br />

vatandaş mecbur kılınmamaktadır. Ancak, bu koşullarda,<br />

AİHM’den önce Anayasa Mahkemesi’ne<br />

başvurma zorunluluğu Avrupa İnsan Hakları<br />

Sözleşmesi’nden kaynaklanmaktadır. Bireysel başvuruların<br />

ön incelemeden geçebilmesi için gereken<br />

iki koşuldan biri, iç hukuk yollarının bütünüyle tüketilmiş<br />

olması, başvuracak başkaca yolun kalmamış<br />

olmasıdır. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru<br />

yolu açıldığına göre bu yol da tüketilmeden AİHM’e<br />

başvurmak mümkün olamayacaktır.<br />

Şimdiye kadar kural olarak Türkiye’de bir ceza davası<br />

4 ile 6 yıl arasında sonuçlanabiliyordu. Yargıtay’ın<br />

verdiği kararın kesinleşmesiyle birlikte iç hukuk yolları<br />

tükeniyordu. Yargıtay kararından sonra AİHM’e<br />

başvurulabiliniyordu. Yeni Anayasa değişikliği ile bu<br />

artık mümkün değil. Yargıtay kararından sonra Anayasa<br />

Mahkemesi’ne başvurmak gerekiyor.<br />

Önünde mevcut uzmanlık gerektiren davaları dört,<br />

beş yıl gibi sürelerle ancak karara bağlayabilen, karar<br />

verdikten sonra da gerekçeli kararın yazımı aylar<br />

alan bir Anayasa Mahkemesi var. Bundan sonra,<br />

yaşam hakkının ihlâli, haksız gözaltına alınma, haksız<br />

tutuklanma, tutukluluk süresinin uzun sürmesi,<br />

yargılamaların makûl sürede sonra erdirilmemesi,<br />

yargılamada hakkaniyete uygun davranılmaması,<br />

tarafsız veya bağımsız yargılama hakkından yararlandırılmama,<br />

işkence görme, özel hayatın dokunulmazlığının<br />

ortadan kaldırılması, telefon dinleme, görüntü<br />

ve sesi kayda alma vb. hak ihlâlleri, düşünce ve<br />

örgütlenme özgürlüğünün engellenmesi, masuniyet<br />

karinesine aykırı olarak kesin bir mahkûmiyet kararı<br />

olmaksızın teşhir edilme, sendika hakkını lâyıkı ile<br />

kullanamama, ayrımcılığa tâbi olma, inançları sebebi<br />

ile özgürlüğünü yaşayamama gibi pek çok alanda,<br />

vatandaşın AİHM’e gitmeden önceki mecburi durağı<br />

Anayasa Mahkemesi olacaktır.<br />

Anayasa Mahkemesi’nin bugüne kadar bildiğimiz<br />

görevleri çerçevesinde, yasaların Anayasa’ya uygunluğu<br />

denetiminde bireylere yeni bir hak tanınıyor<br />

değildir. Bu bir yanılsamadır. Avrupa İnsan Hakları<br />

Mahkemesi’ne gitmeden önce Anayasa Mahkemesi’ne<br />

başvurma mecburiyeti getirilmektedir.Bu mecburiyet<br />

Anayasanın 148.maddesinde yazılı değildir. Bu mecburiyet<br />

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden kaynaklanmaktadır.<br />

Burada amaçlananın da AİHM’ne<br />

başvuru sayısını düşürmek olduğu açıkca ifade edilmektedir.<br />

Henüz hiçbir altyapısı oluşturulmamış,<br />

Anayasa Mahkemesi yargısı labirentinden çıkarak<br />

AİHM’ne ulaşmak kolay olmayacaktır.<br />

Görünürde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru<br />

yolunun açılması iyi olarak görülebilinir. Burjuva<br />

hukukunun egemen olduğu bir ülkede, Anayasa<br />

Mahkemesi’ne bireysel olarak başvurmak, hak arama<br />

mücadelesinde önemli bir adımdır. Hukukun siyasileştiği,<br />

devleti koruma, kollama misyonunu üzerlendiği<br />

bir ülkede, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel<br />

başvuru hakkının getirilmesinin bir önemi yoktur.<br />

Yazının akışı içerisinde açıklamaya çalıştığımız gibi,<br />

Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının<br />

tanınması ile AİHM’e gidecek başvuruların önü kesilmek<br />

istenmektedir. Egemen sınıfların esas derdi;<br />

Türkiye’nin AİHM nezdinde zedelenen imajının düzeltilmesi<br />

ve en fazla mahkûmiyet verilen bir ülke konumundan<br />

çıkarılmasıdır.<br />

12 Aralık 2010 ✓<br />

güncel<br />

63


güncel<br />

ICOR Kuruluş Kararı<br />

Değişik Devrimci Akımlardan Örgütlerin Devrimci Enternasyonal Koordinasyon Örgütü, ICOR kuruldu:<br />

2010 yılı Ekim ayı başında enternasyonal alanda değişik devrimci akımlardan örgütlerin eylem birliğini sağlamak<br />

ve eylem birliği içinde daha ileri bir ideolojik birliğin ön şartlarını yaratmak amacıyla bir işbirliği ve koordinasyon<br />

örgütü kuruldu. 3 yılı aşkın bir hazırlık süreci ve Afrika’da, Latin Amerika’da, Asya’da ve Avrupa’da<br />

yapılan ön hazırlık Konferansları ertesinde yapılan I. Dünya (Kuruluş) Konferansında Kuruluş Bildirgesi ve<br />

Tüzük karara bağlandı ve Enternasyonal Koordinasyon Komitesi seçildi.<br />

Kuruluş bildirgesi ve Tüzük, büyük çoğunluğu Kuruluş Kongresine de katılmış olan 41 Örgüt tarafından imzalandı<br />

Bu sayımızda ICOR’un iki temel belgesini, kuruluş kararı ve tüzüğünü yayınlıyoruz.<br />

4 Ocak 2011 ✓<br />

64<br />

6 Ekim 2010<br />

“Devrimci Parti ve Örgütlerin Koordinasyonu ve<br />

İşbirliği” inisiyatifinin düzenlediği Dünya Konferansı,<br />

kendisini uluslararası bir örgüt olarak kurma kararı<br />

aldı. Örgütün adı “Devrimci Parti ve Örgütlerin<br />

Enternasyonal Koordinasyonu”dur. (ICOR)<br />

I.<br />

ICOR’un kuruluşu şu anlayışa dayanmaktadır: Yüksek<br />

derecede örgütlü ve dünya çapında bağlara sahip<br />

uluslararası mali sermayenin ve onun emperyalist<br />

dünya sisteminin karşısına yeni bir şey koymanın<br />

zamanı gelmiştir -Bu, enternasyonal devrimci işçi<br />

hareketinin ve geniş kitlelerin ülke sınırlarını aşan işbirliğinin<br />

ve pratik eylemin koordinasyonunun yeni<br />

bir basamağını oluşturan örgütlülüğüdür.<br />

Yeni sömürgecilik sistemiyle birlikte emperyalizm,<br />

yalnızca, insanlığın varlığını dramatik bir biçimde<br />

tehdit eden gelişmeye eğilimli bir krizle var olabilir.<br />

Bu kendini 2008’deki dünya ekonomik -ve finanskrizinde,<br />

kapitalist sistemin üretim ve yeniden üretimdeki<br />

yapısal krizlerinde, borçlanma krizlerinde,<br />

evrensel çevre krizinde, proletarya ve geniş yığınlar<br />

içinde ailenin büyüyen çözülüşünde, siyasi krizlerde<br />

ve aynı zamanda büyüyen uluslararası savaş tehlikesinde,<br />

yükselen emperyalist saldırılarda ve emperyalizmin<br />

gericilik ve faşizme doğru genel eğiliminde<br />

göstermektedir.<br />

Kapitalizmin dünya işçi sınıfına ve geniş yığınlara<br />

sunacağı bir gelecek yoktur. Bu yüzden ICOR dünyanın<br />

bütün kadın-erkek devrimcilerini Lenin’in şu<br />

sözleri doğrultusunda birleşmeye çağırır: “İşçiler eğer<br />

birbirinden kopuksa hiçtir. İşçiler birleştiğinde her<br />

şeydir.” (Lenin, 1913, “İşçilerin Birliği Üzerine”)<br />

ICOR enternasyonal olarak örgütlenmiş devrimci<br />

işçi hareketinin kazanımlarına sahip çıkar. Bunlar<br />

içinde 1871 Paris Komünü’nün büyük devrimci eylemi,<br />

1917’deki muzaffer Rus Ekim Devrimi, 1945-<br />

1949 Çin Devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında<br />

eski sömürge sisteminin parçalanması için yürütülen<br />

devrimci kurtuluş mücadeleleri ve sosyalist kampın<br />

oluşması vardır.<br />

ICOR I., II., III. Enternasyonal tarihi örneklerinde<br />

somutlaşan enternasyonal örgütlenme biçimlerinin<br />

zengin deneyimlerine dayanır. O birliğin biçimi konusunda<br />

bugünün verilerini, gerekliliklerini ve imkanlarını<br />

dikkate alır. O böylece Karl Marx’ın, “Bütün<br />

ülkelerin işçileri birleşin!” ve Lenin’in, “Bütün<br />

ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!” büyük<br />

sloganlarını hayata geçirir.<br />

1956’da Sovyetler Birliği KP’nin 20. Parti<br />

Kongresi’nde egemen olan revizyonist ihanet dünya<br />

komünist ve işçi hareketini bugüne kadarki en ağır<br />

yenilgiye uğrattı ve ardında görülmemiş boyutlarda<br />

bir parçalanmışlık bıraktı. Kapitalizmin restorasyonu<br />

dev bir antikomünizm ve karşıdevrim dalgasına<br />

yol açtı.<br />

Enternasyonal komünist ve işçi hareketi içinde ortaya<br />

çıkan sekter ve anarşist eğilimler de bu harekete<br />

yer yer büyük zarar verdi. Fakat enternasyonal devrimci<br />

hareketin yeniden yükselmesinin önündeki<br />

esas tehlike, işçi ve halk hareketi üzerinde revizyonizmin<br />

ve reformizmin etkisiydi, etkisidir.<br />

1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle<br />

modern revizyonizm merkezini kaybetti. Emperyalist<br />

burjuvazi bu çöküşü dünya çapında anti-


Sömürü ve baskıdan kurtulmuş bir topluma duyulan özlem ve<br />

bu yöndeki arayışlar, toplumu dönüştürücü, emperyalist dünya<br />

sistemin temel kötülüklerini aşacak bir güç haline gelmelidir.<br />

ICOR, emperyalist sistemin istikrarsızlığını, emperyalizme karşı ve<br />

sosyalizm için devrimci kurtuluş mücadelesini daha de geliştirerek<br />

cevaplama pratik ihtiyacından doğmuştur.<br />

güncel<br />

komünist saldırısı için bir avantaj haline getirebildi.<br />

Sovyetler Birliği şahsında revizyonist kalenin zayıflaması,<br />

sosyalizm doğrultusunda dünya çapında yeni<br />

bir mücadele atılımı için de aynı zamanda önemli bir<br />

faktördür.<br />

Sayıları milyarlarla ifade edilen dünya çapındaki<br />

proletarya, eğer geniş yığınlarla ittifak içinde enternasyonal<br />

olarak örgütlenir, kurtuluşu için mücadeleyi<br />

eline alır ve halkların ulusal ve sosyal kurtuluş<br />

mücadelelerinde yol gösterici rolünü oynarsa, emperyalizme<br />

karşı onu alt edecek güçtür.<br />

II.<br />

Emperyalizmin yüksek derecede gelişmiş ve uluslararası<br />

alanda birbirine bağlanmış üretici güçleri ile<br />

vardığı bugünkü seviyesinde, sosyalizm için maddi<br />

temeller daha şimdiden geniş çapta olgunlaşmıştır.<br />

Dünya mali sermayesinin diktatörlüğü şartlarında<br />

korkunç yıkıcı güçler de aynı zamanda etkindir:<br />

* Emperyalizm tarafından ezilen ve sömürülen ülkelerde<br />

kitlelerin yoksullaşması, ülke zenginliklerinin<br />

talanı, her türlü devrimci atılıma karşı askeri tehdit,<br />

çevre tahribatı, açlık ve sürgün derinleşmektedir.<br />

* Yüksek derecede gelişmiş kapitalist ülkelerde bile<br />

büyük boyutlara yükseltilen sömürü, kitlelerin artan<br />

yoksulluğu ve burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin<br />

devlet aygıtlarının faşistleştirilmesine kadar varan<br />

tırpanlanmasıyla el ele yürümektedir.<br />

* Emperyalist burjuvazi sürekli olarak ulus devletlerin<br />

bağımsızlığını ve toprak birliğini tehdit etmektedir.<br />

Bu, emperyalist devletlerin dış siyasetinin askerileşmesini<br />

beraberinde getirmekte, bu askerileşme<br />

de kabaca BM misyonu ve insani yardım sahtekârlığı<br />

maskesi ile örtülmeye çalışılmaktadır.<br />

* Emperyalistler, en başta da emperyalist büyük<br />

güçler arasındaki rekabet sürekli olarak bir dünya savaşı<br />

tehlikesini besliyor ve dünyanın yeniden paylaşılması<br />

mücadelesi bölgesel savaşlara yol açıyor.<br />

* Kapitalist üretim tarzı bugün dünyayı kısa vadede<br />

bütün insan yaşamını imkansız hale getirebilecek evrensel<br />

çevre felaketi ile yüz yüze getirmektedir.<br />

* Emperyalizm çocukların ve gençlerin geleceğini<br />

çalmakta ve emekçi kadın yığınları çifte sömürü ve<br />

baskı şartlarında zincirlenmektedir. Emperyalizm tarafından<br />

ezilen ülkelerdeki kadınlar ayrıca, ulusal ve<br />

dinsel ayrımcılığın da hedefi olmaktadır.<br />

Sömürü ve baskıdan kurtulmuş bir topluma duyulan<br />

özlem ve bu yöndeki arayışlar, toplumu dönüştürücü,<br />

emperyalist dünya sistemin temel kötülüklerini<br />

aşacak bir güç haline gelmelidir.<br />

ICOR, emperyalist sistemin istikrarsızlığını, emperyalizme<br />

karşı ve sosyalizm için devrimci kurtuluş<br />

mücadelesini daha de geliştirerek cevaplama pratik<br />

ihtiyacından doğmuştur.<br />

Tek tek ülkelerde devrimci örgüt ve partilerin inşası<br />

ve güçlendirilmesi, emperyalizmin yıkılması ve sosyalizmin<br />

inşası mücadelesinin yeniden yükseltilmesi<br />

için belirleyici unsurdur. Bunun için kitlelerin ortak<br />

mücadelesinde ulusal, bölgesel ve enternasyonal alanda<br />

değişik platformların ve örgüt biçimlerinin yaratılması<br />

gerekir.<br />

Tarihsel meydan okuma dünya çapında yürüyen<br />

mücadelelerin ülke sınırlarını aşan bir işbirliğini, koordinasyonunu<br />

ve devrimcileştirilmesini bugün her<br />

zamankinden daha fazla gerekli kılmaktadır.<br />

III.<br />

Şunları göz önünde bulundurarak:<br />

* Birçok parti ve örgütte, yapıcı ve eşit haklar temelinde<br />

işbirliğine duyulan istek gelişti;<br />

* Kitlelerin ve sanayi proletaryasının çekirdeğinin<br />

ülke sınırlarını aşan, henüz başlangıç aşamasındaki<br />

65


güncel<br />

66<br />

mücadelelerinde uluslara bölünmüşlüğün aşılması<br />

gerektiği bilinci gelişiyor;<br />

* Bir dizi enternasyonal devrimci örgüt biçimleri<br />

(konferanslar, forumlar, platformlar vb) daha şimdiden<br />

ortaya çıkmış durumdadır;<br />

* “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” ve “Bütün ülkelerin<br />

işçileri ve ezilen halklar birleşin!” sloganları ancak<br />

enternasyonal örgüt biçimleri aracılığıyla hayata<br />

geçirilebilir;<br />

* Tek tek ülkelerde ve örgütlerde farklı toplumsal<br />

şartlar ve sınıf mücadelesinin farklı gelenekleri vardır;<br />

* Her ülkenin devriminin hazırlığının ve yürütülmesinin<br />

sorumluluğu o ülkenin işçi sınıfı -ve kitle<br />

hareketinin- partisinin omuzlarındadır;<br />

* Dünya devrimcileri arasında daha birçok ideolojik-siyasi<br />

ayrılık vardır;<br />

* Ortak, örgütlü devrimci eylem bütün ayrılıkların<br />

aşılmasını bekleyemez;<br />

ICOR kendisini, enternasyonal devrimci işçi hareketinin<br />

dayanışmacı birliğini geliştirmeye bir katkı<br />

olarak kavrar.<br />

Berrak bir ideolojik asgari müşterek temelinde o,<br />

devrimci eylem birliğini, içeriksel temellerin daha<br />

derinleştirilmesi amacıyla yürütülecek canlı bir tartışma<br />

ve netleşme süreciyle sağlamaya çalışır.<br />

Kuruluş Konferansı ICOR’un bütün devrimci parti<br />

ve örgütlere ve diğer enternasyonal birliklere karşı tutarlı<br />

olarak açık kapı siyaseti izleyeceğini açıklar.<br />

Onun esas işi sınıf mücadelesinin ve pratik dayanışmanın<br />

örgütlenmesinde işbirliği ve koordinasyonun<br />

sağlanmasıdır.<br />

O, dünyada diğer ilerici enternasyonalist örgüt biçimleriyle<br />

sıkı işbirliğinden ve ortak çalışmadan yanadır<br />

ve kendini hiçbir biçimde bu örgütlerle rekabet<br />

içinde görmemektedir. O bütün dünyada proleter ve<br />

devrimci parti ve örgütlerin yeni nitel birliğini oluşturmakta<br />

ve bunu güçlendirmektedir.<br />

IV.<br />

Emperyalist dünya sisteminin aşılması ve sosyalist<br />

toplumsal sistemin egemen kılınması stratejik hedefinde<br />

birliğe sahip olan Kuruluş Konferansı, karşılıklı<br />

ortak çalışmanın temel ideolojik-siyasi temelleri olarak<br />

şunları kararlaştırır:<br />

* Kapitalizm/emperyalizmin toplumsal ilişkilerinin<br />

devrimci altüst oluşunun gerekliliğinin kabulü;<br />

sosyalist toplum hedefinin amaçlanması; kitleler için<br />

demokrasi, insanlığın sömürü ve baskıdan kurtuluş<br />

mücadelesinin can düşmanlarının ezilmesi olarak<br />

proletarya diktatörlüğünün kuruluşunun gerekliliğinin<br />

savunulması.<br />

* Revizyonizmle, Troçkizmle ve anarşizmle araya<br />

berrak ayrım çizgilerinin çekilmesi; antikomünizmin<br />

her türüne, burjuvazinin “Stalinizm” ve “Maoizm”<br />

adını taktığı şeye ve proletarya diktatörlüğüne<br />

yönelen her düşmanca saldırı ve burjuva kışkırtmalarına<br />

karşı tavır.<br />

V.<br />

Kuruluş Konferansı özerk, bağımsız, kendi sorumluluğuna<br />

sahip parti ve örgütler arasında konsensusa<br />

(oydaşma) dayalı işbirliği ve koordinasyon ilkesini<br />

benimser.<br />

Temel belgelerin karara bağlanmasında konferans,<br />

kararları oydaşma temelinde almayı hedefler. İlkesel<br />

ideolojik sorunlar ve temel siyasi sorunlar oylama<br />

ile karara bağlanamaz. Ancak pratik gereklilik olan<br />

kararlar ve kuruluş belgeleri, ideolojik-siyasi görüş<br />

ayrılıklarının varlığının bilincinde olarak, yeterli bir<br />

tartışma ertesinde çoğunlukla karara bağlanabilir.<br />

Bunlar için oyların en az yüzde 80’i gereklidir. Bütün<br />

günlük siyasi kararlar basit çoğunlukla alınabilir.<br />

Oyların eşit olması halinde sunulan karar tasarısı<br />

reddedilmiş sayılır.<br />

Her örgüt, hangi projeyi ve hangi etkinlikleri destekleyeceğine<br />

kendisi karar verir. Bu, güvenilirlik ilkesiyle<br />

el ele yürür. Her örgüt, üzerine aldığı görevleri<br />

hakkıyla yerine getirme sorumluluğu ve yükümlülüğünü<br />

taşır.<br />

Çalışmanın ağırlık noktası, sınıf mücadelesinde ve<br />

tek tek ülkelerde devrimci parti inşasında karşılıklı<br />

destek ve işbirliğindedir.<br />

ICOR dünya çapında, kıtasal ve bölgesel olarak, birlikte<br />

tespit edilmiş görevlerde ve tek tek süreli projelerde<br />

ortak çalışmayı gerçekleştirir.<br />

Çeşitli süreç ve eylemliliklerin uyumlu hale getirilmesinin<br />

koordinasyonunu ve belirlenmiş ortak proje<br />

ve mücadele görevlerinde işbirliğini gerçekleştirir.<br />

ICOR üye örgütler arasında karşılıklı saygı ve birbirinin<br />

bağımsızlığını tanıma zemini üzerinde yükselir<br />

ve örgütlerin iç örgütsel meselelerine karışmamayı<br />

ilke edinir.<br />

Görüş geliştirme, sahiplenme ve ortak pratiğe geçirmede<br />

proleter tartışma kültürünü geliştirmeyi ilke<br />

edinir.<br />

Bütün ülkelerin işçileri birleşin!<br />

Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!


Devrimci Parti ve Örgütlerin<br />

Enternasyonal Koordinasyonu (ICOR)<br />

TÜZÜĞÜ<br />

güncel<br />

Temel Belgelerin karara bağlanmasında konferans kararlarını konsensus<br />

(oydaşma) temelinde almaya çaba sarfeder. İlkesel ideolojik sorunlar ve<br />

temel siyasi sorunlar çoğunluk kararıyla sonuçlandırılamaz. Ancak ideolojiksiyasi<br />

ayrılıkların bilincinde olarak pratik sorunlarda, kuruluş belgelerinde<br />

gerekli olan hallerde derinlemesine yürütülen tartışma ertesinde çoğunluk<br />

kararı alınabilir. Burada da konferans katılımcılarının en az yüzde 80’nin<br />

oyu gereklidir. Bütün güncel siyasi sorunlardaki kararlar için basit çoğunluk<br />

yeterlidir. Eşit oy durumunda tasarı reddedilmiş sayılır.<br />

I. Ön açıklama:<br />

“<br />

Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!” Karl Marx ve<br />

Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’nun sonunda<br />

yaptıkları bu etkin çağrı bütün dünyada devrimci<br />

işçi sınıfının devrimci kurtuluş mücadelesinin<br />

yol gösterici ilkesiydi.<br />

Emperyalist dünya sisteminin gelişmesi aşırı derecede<br />

çelişmelidir.<br />

Bir yanda bütün zamanların en büyük zenginliği<br />

biriktirilmişken ve bütün insanlığın refah, sağlık ve<br />

barış içinde yaşamasını mümkün kılacak potansiyel<br />

olgunlaşmışken, diğer yanda dünyada açlık ve kitlesel<br />

yoksulluk bugüne kadar görülmemiş boyutlara<br />

varmıştır. İşçi sınıfının dünya çapında büyümesi ve<br />

emek üretkenliğindeki artış, köylülüğün kitlesel olarak<br />

yıkımı, kitlesel işsizlik ve eksik istihdamla elele<br />

yürümektedir. Bilimsel-teknik ilerleme doğa ile insanın<br />

birlikteliğini çoktandır mümkün kılmasına<br />

rağmen, insanın varlık temelleri iklimdeki dramatik<br />

değişiklik tarafından tehdit edilmektedir.<br />

Gelişmiş sosyalist ilişkiler için maddi hazırlık hiçbir<br />

dönemde bugünkü kadar olgunlaşmamıştı, fakat<br />

aynı zamanda emperyalist dünya sisteminin krizli<br />

varlığı, eğilim olarak insani varoluş biçimini soru işareti<br />

haline getiriyor. Her şeyi mahvedecek bir emperyalist<br />

savaş tehlikesi on yıllardır insanlığın sırtında<br />

yük, evrensel çevre krizi insan varlığının temellerini<br />

tehdit ediyor, dünya çapında emekçi yığınlar arasında<br />

ailenin çözülüşü artıyor, bununla birlikte yaşam<br />

şartlarında, özellikle de kadın ve çocukların yaşam<br />

şartlarında yoğun kötüleşmeler yaşanıyor. Milyarlarca<br />

insanın aşırı sömürüsü 2008’de bütün dünyayı<br />

sarsan dünya ekonomik ve mali krizini doğurdu.<br />

Bütün bunlar kapitalizmin yerine, üretici güçlerin<br />

insanlığın yararına kullanılabileceği yeni bir düzen’in<br />

geçirilmesini haykırıyor. Dünyanın emekçi yığınları<br />

kapitalist barbarlık içinde kaybolmak istemiyor! Mali<br />

sermayenin insana değer vermeyen politikası, insanlığın<br />

sömürüsüz, zulümsüz, yoksulluğun ve çevre<br />

yıkımının olmadığı, savaşsız ve gençliğe perspektif<br />

sunan bir toplum için devrimci atılımını tetikliyor.<br />

İşçi hareketi, sosyalist kampın revizyonizm yüzünden<br />

çökmesiyle tarihinin en ağır yenilgisini aldı. Bu<br />

yenilgi, uluslararası devrimci hareketi, daha önce görülmemiş<br />

boyutlarda bir bozgun atmosferine soktu;<br />

devrimci hareket saflarında tasfiyeciliğin, bölünme<br />

ve parçalanmanın artmasına yol açtı.<br />

Bütün bunlara rağmen birçok devrimci parti ve<br />

örgüt devrimci parti inşasında ısrar etti ve ulusal ve<br />

67


güncel<br />

sosyal kurtuluş mücadelesini sürdürdü. Yeni devrimci<br />

ve Marksist-Leninist parti ve örgütlerin inşasında,<br />

onların sınıf mücadelelerine katılması ve önderlik<br />

etme konusunda yetkinleşmesinde ve başlayan enternasyonal<br />

işbirliğinde çok yönlü sonuçlar çıkarıldı,<br />

deneyimler kazanıldı.<br />

Böylece enternasyonal devrimci ve işçi hareketinin<br />

ülke sınırlarını aşan bir işbirliği ve emperyalizme<br />

karşı enternasyonal birleşik bir cephenin yeni bir aşaması<br />

için zaman olgunlaştı.<br />

Bizim, dünya devrimcilerinin sınıf mücadelesinde<br />

enternasyonal işbirliği ve koordinasyonu için yeni bir<br />

örgüt biçimine ihtiyacımız var.<br />

ICOR’un Kuruluş Konferansı dünyanın ilk sosyalist<br />

devletinin dahi önderi Lenin’in proleter enternasyonalizminin<br />

ancak gerekli örgüt biçimleri sayesinde<br />

gerçekleşebileceği şeklindeki görüşünü izliyor:<br />

“Sermaye enternasyonal bir güçtür. Onu yenebilmek<br />

için işçilerin enternasyonal ittifakına, onların enternasyonal<br />

kardeşçe birleşmesine ihtiyaç vardır.”(Lenin<br />

Eserler, Alm. c. 30, s. 282-283, “Denikin’e karşı kazanılan<br />

zafer dolayısıyla Ukrayna işçi ve köylülerine<br />

mektup’tan)<br />

ICOR, aralarında büyüklük, pratik örgütsel ve siyasal<br />

deneyim, tarihsel ideolojik kökler, sosyo-ekonomik<br />

şartlar ve stratejik görevler açısından aralarında<br />

büyük farklılıklar bulunan devrimci parti ve örgütleri<br />

eşit haklar temelinde birleştirir. Ortak mücadelede<br />

örgütler karşılıklı saygı temelinde birlikte çalışır ve<br />

birbirinden öğrenirler.<br />

Amaçlarına ulaşabilmek için ICOR Kuruluş Konferansı<br />

şu TÜZÜK’ü karara bağlar:<br />

I. İsim:<br />

International Coordination of Revolutionary Parties<br />

and Organizations (ICOR)<br />

Devrimci Parti ve Örgütlerin Enternasyonal Koordinasyonu<br />

(ICOR)<br />

II. Yapı<br />

1. ICOR’un en yüksek organı, ICOR üyesi tüm parti<br />

ve örgütlerin temsilcilerinin Dünya Konferansı’dır.<br />

Dünya Konferansı üç yılda bir toplanır. Oylamalarda<br />

her üye örgüt bir oya sahiptir.<br />

Konferans’tan en geç üç ay önce her üye örgüte<br />

çağrı yapılmış olduğu şartlarda, üye örgütlerin yüzde<br />

50’den fazlası konferansta temsil ediliyorsa, konferans<br />

karar alma hakkına sahiptir. Her örgüt bir oy<br />

kullanma hakkına sahiptir. Eğer özel şartlar ve haklı<br />

gerekçeler nedeniyle konferansa yüzde 50’nin üzerinde<br />

üye örgütün katılması sağlanamıyorsa, üye örgütlerin<br />

yüzde 50’sinden fazlasının resmi onayı gereklidir.<br />

Karar alınabilmesi için mutlak asgari katılım üye<br />

örgütlerin 1/3’ünden fazlası olmak zorundadır. Ayrıca<br />

her kıtadan en az iki delegasyonun katılımı şarttır.<br />

2. Dünya Konferansı konferansın başlangıcında ilk<br />

önce Konferansın gündemini ve işleyiş kurallarını<br />

karara bağlar. Konferans, konferansta seçilen bir divan<br />

tarafından yönetilir. Dünya Konferansı çok taraflı<br />

olarak hazırlanır, finanse edilir ve gerçekleştirilir<br />

Dünya Konferansı, eşit haklar ve ortak kararlaştırılan<br />

konferans işleyiş kurallarına uyulması yükümlülüğü<br />

temelinde gerçekleşir.<br />

Konferans dili İngilizce’dir. Konferans, olanakları<br />

ölçüsünde diğer dillere tercüme işini örgütler.<br />

Dünya Konferansı, iki konferans arasında ICOR<br />

çalışmalarını koordine etme görevine sahip Uluslararası<br />

Koordinasyon Komitesi (ICC) ile bir Mali Denetçi<br />

seçer.<br />

Temel Belgelerin karara bağlanmasında konferans<br />

kararlarını konsensus (oydaşma) temelinde almaya<br />

çaba sarfeder. İlkesel ideolojik sorunlar ve temel siyasi<br />

sorunlar çoğunluk kararıyla sonuçlandırılamaz.<br />

Ancak ideolojik-siyasi ayrılıkların bilincinde olarak<br />

pratik sorunlarda, kuruluş belgelerinde gerekli olan<br />

hallerde derinlemesine yürütülen tartışma ertesinde<br />

çoğunluk kararı alınabilir. Burada da konferans katılımcılarının<br />

en az yüzde 80’nin oyu gereklidir. Bütün<br />

güncel siyasi sorunlardaki kararlar için basit çoğunluk<br />

yeterlidir. Eşit oy durumunda tasarı reddedilmiş<br />

sayılır.<br />

ICOR üyesi her örgüt ve parti, ortak projelerin karara<br />

bağlanması ve uygulanmasında özerk ve bağımsızdır.<br />

Sınıf mücadelesine dair görevlerin gerçekleştirilmesinde<br />

sorumluluk kendisine aittir; ancak verdiği<br />

sözleri yerine getirmekle yükümlüdür.<br />

68<br />

A. Dünya Konferansı<br />

B. Kıtasal Konferans<br />

ICOR’un ortak çalışmasının başlangıcında Afrika,<br />

Amerika, Asya (Avustralya/Okyanusya dahil) ve<br />

Avrupa’da yapılan Kıtasal Konferanslar bulunmalıdır.<br />

Bu konferanslardaki oylamalarda her örgüt bir oy<br />

hakkına sahiptir.


Her kıta ICC içinde en az bir<br />

temsilciyle temsil edilmelidir.<br />

Kıtasal Konferanslar ICC’ye<br />

birer temsilci gönderir, bunların<br />

temsilciliği mensup oldukları parti<br />

veya örgüt tarafından onaylanmış<br />

olmalıdır. Kıtasal konferanslar<br />

ayrıca bir de yedek temsilci<br />

belirler, bunlar da mensubu<br />

oldukları parti veya örgütün<br />

onayını almış olmalıdır.<br />

Konferans dilini her kıtasal konferans kendisi belirler.<br />

Her kıtasal konferans Kıtasal Koordinasyon<br />

Komitesi’ni (CCC) ve bir mali denetçi seçer.<br />

Bunun dışında dünya konferansının ilgili kuralları<br />

geçerlidir.<br />

C. Bölgesel konferans<br />

ICOR’un faaliyetinin ve üye sayısının artmasına<br />

bağlı olarak kıtaların uygun bulunan bölgelere ayrılması<br />

gerçekleştirilecektir. Her kıtanın kaç bölgeye<br />

ayrılacağı konusunda ICOR’un en yüksek organında<br />

birlik sağlanmalıdır.<br />

D. Enternasyonal Koordinasyon Komitesi (ICC)<br />

Enternasyonal Koordinasyon Komitesi (ICC), Dünya<br />

Konferansları arasındaki sürede ICOR üyesi örgütlerin<br />

faaliyetlerinin koordinasyonunun merkezidir ve<br />

kamuoyu önünde ICOR’u temsil eder.<br />

ICC eşit hak ve yükümlülüklere sahip en az yedi,<br />

en fazla dokuz üyeden oluşur. Bu üyeler üyesi oldukları<br />

parti ve örgütler tarafından Dünya Konferansı’na<br />

önerilir ve onun tarafından seçilir. Seçilmiş ICC üyelerinin<br />

mensubu olduğu parti ve örgütler, ICC üyelerinin<br />

görevlerini yerine getirebilmesi için kolektif<br />

sorumluluk üstlenirler.<br />

Bir ICC üyesinin vekaleten temsili mümkündür.<br />

Ayrıca her üye örgüt, ICC’deki temsilcisini önemli<br />

nedenlerden dolayı geri çağırıp yerine bir başkasını<br />

gönderebilir. Bu yeni temsilci de aynı örgüte mensup<br />

olmak zorundadır ve gönderen parti veya örgüt yönetiminin<br />

yazılı ve açık görevlendirme ve onayına sahip<br />

olmalıdır.<br />

Her kıta ICC içinde en az bir temsilciyle temsil edilmelidir.<br />

Kıtasal Konferanslar ICC’ye birer temsilci<br />

gönderir, bunların temsilciliği mensup oldukları parti<br />

veya örgüt tarafından onaylanmış olmalıdır. Kıtasal<br />

konferanslar ayrıca bir de yedek temsilci belirler,<br />

bunlar da mensubu oldukları parti veya örgütün onayını<br />

almış olmalıdır.<br />

ICC Dünya Konferansı’nın verdiği görevler doğrultusunda,<br />

onun kararlarını hayat geçirmek için çalışır.<br />

ICC, temel ilkeler ve siyasi temel konularda karar<br />

alamaz. ICOR üyelerinin ortak çalışmasının koordinasyonu<br />

bağlamında ICC, üye örgütlerin pratik<br />

faaliyetleri için açıklamalar ve öneriler hazırlama ve<br />

gerektiğinde bunları danışma yöntemiyle karara bağlama<br />

yükümlülüğüne sahiptir.<br />

ICC düzenli toplantılar yapar ve yılda en az bir kere<br />

bir araya gelir. Toplantılar hakkında onaylanmış tutanak<br />

tutulur.<br />

ICC toplantılarında Üyelerin en az yarısı mevcutsa<br />

karar alma yetkisi vardır.<br />

ICC kendi toplantılarına ICOR üyesi örgütlerden<br />

temsilciler çağırabilir. Bunların ICC’de oy hakkı yoktur.<br />

ICC, Dünya Konferansı’nda çalışmaları hakkında<br />

yazılı rapor sunar.<br />

Mali sorumlu, Dünya Konferansı’nda bir mali rapor<br />

sunar. Mali denetçi de rapor sunar.<br />

ICC kendi içinden bir Genel Koordinatör, bir Genel<br />

Koordinatör Yardımcısı ve bir Mali Sorumlu seçer.<br />

Bunlar ICOR sekretaryasını oluşturur.<br />

Genel koordinatör ve Yardımcısı ICOR’un baş temsilcileridir<br />

ve ICOR’un Dünya Konferansı kararlarına<br />

bağlıdırlar.<br />

E. Kıtasal Koordinasyon Komitesi (CCC)<br />

ICC’ne ilişkin kurallar Kıtasal Koordinasyon Komitesi<br />

(CCC) için de geçerlidir.<br />

Kıtasal Koordinasyon Komitesi üye sayısı, ilgili kıtanın<br />

Kıta Konferansı’nda kararlaştırılır.<br />

ICC kendi içinden bir Kıta Koordinatörü, bir Kıta<br />

Koordinatör Yardımcısı ve bir Mali sorumlu seçer,<br />

güncel<br />

69


güncel<br />

70<br />

bunlar ICC Sekretaryasını oluşturur.<br />

Kıta Koordinatörü, onun gelememesi halinde yardımcısı<br />

ICC toplantılarına davet edilir.<br />

F. Bölgesel Koordinasyon Komitesi (RCC)<br />

ICC’ne ilişkin kurallar Bölgesel Koordinasyon Komiteleri<br />

için de geçerlidir.<br />

Bölgesel Koordinasyon Komitesi üye sayısı ilgili<br />

Bölgesel Konferans tarafından kararlaştırılır.<br />

Bölgesel Koordinasyon Komitesi kendi içinden bir<br />

Bölgesel Koordinatör, bir Bölgesel Koordinatör Yardımcısı<br />

ve bir Mali Sorumlu seçer, bunlar ICC Sekretaryasını<br />

oluşturur.<br />

Bölgesel Koordinatör, onun gelememesi halinde<br />

Bölgesel Koordinatör Yardımcısı ICC toplantılarına<br />

davet edilir.<br />

III.<br />

ICOR üyeliği hakkında<br />

A. Genel<br />

1. ICOR’un üye yapısı, dünyanın çeşitli ülkelerinden,<br />

bağımsız ve sorumlu parti ve örgütlerden oluşur.<br />

2. ICOR üyeliğinin ön koşulu Dünya Konferansı’nın<br />

ilkelerinin ve temel kararlarının kabulüdür.<br />

3. Dünya Konferansı’nın ilkelerinin ve temel kararlarının<br />

kabulü ve hayata geçirilmesi konusunda yükümlülük<br />

üstlenilmesi ilgili üye örgütün kendisince<br />

belirlenir ve ICOR’a üye alımını gerçekleştiren karar<br />

alıcı toplantıda onaylanır. ICOR üye örgüt hakkında<br />

bir ideolojik-siyasi nitelendirmede bulunmaz.<br />

4. ICOR’a üyelik, ICOR Dünya Konferansı’nda<br />

mevcut delegelerin yüzde 80’lik bir çoğunluğuyla kararlaştırılan<br />

bir üye alım usulüne göre gerçekleşir.<br />

5. ICOR’a üyelik, üye örgütlere eşit hak ve yükümlülükler<br />

getirir.<br />

6. ICOR’un bağımsız ve kendi sorumluluğunu taşıyan<br />

üyelerinin anlaşarak gerçekleştirdikleri koordinasyon<br />

ve işbirliği ilkesi, ICOR’un ortak örgütsel<br />

ilkesidir.<br />

7. Ortak görevler, görevin kapsamına göre (Dünya,<br />

Kıta, Bölge) ICOR’un ilgili kurumlarında tartışılır ve<br />

belirlenir.<br />

B. Üyelik için temeller<br />

1. ICOR’da üyelik için ortak zemin, her üye örgütün<br />

devrimci karakteridir.<br />

2. Bu, ICOR’un niteliğiyle herhangi bir uzlaşmaz<br />

Üyelik sorumlu Bölgesel Konferans<br />

tarafından, o henüz kurulmamışsa<br />

Kıtasal Konferans tarafından<br />

oydaşma temelinde gerçekleştirilir.<br />

Üyelikle ilgili olarak sorumlu<br />

Koordinasyon Komitesi Bölgesel<br />

ya da Kıtasal Koordinasyon üyesi<br />

örgütlerle bir danışma süreci<br />

başlatır. Bu süreçte uyuşma<br />

sağlanamazsa bir sonraki Bölgesel ya<br />

da Kıtasal Konferans en az yüzde 80<br />

çoğunlukla karar alabilir.<br />

çelişkisi olmadığı sürece, her üye örgütün değişik ideolojik-siyasi<br />

görüşlerini ve temellerini içerir.<br />

3. ICOR’a üye örgütlerin ortak stratejik hedefleri,<br />

emperyalist-kapitalist dünya sistemini aşmak ve sosyalist<br />

toplumsal ilişkileri hayata geçirmektir.<br />

4. ICOR’un ortak stratejik hedefine varmak için,<br />

her ülkede ve her üye örgüt tarafından, sadece o ülkedeki<br />

ilgili üye örgütün belirleyebileceği farklı strateji<br />

ve taktikler izlenebilir.<br />

5. ICOR üyeliğinin temel şartı;<br />

• Her ülkede ezilen ve sömürülen kitleler içinde ve<br />

kitlelerle birlikte gerçek devrimci çalışmadır.<br />

• Militan sınıf politikasıdır ve egemen tekeller ve<br />

kuklalarıyla sınıf işbirliğinin reddidir.<br />

• Toplumsal ilişkilerin köklü bir devrimci değişiminin<br />

ve biçimi ne olursa olsun, proletarya diktatörlüğünün<br />

kurulması gerekliliğinin tanınmasıdır.<br />

• Antikomünizmin sözde “Stalinizm” ya da<br />

“Maoizm”le proletarya diktatörlüğüne karşı burjuvazinin<br />

düşmanca karalama kampanyaları gibi çeşitli<br />

biçimlerdeki saldırılarına olduğu kadar revizyonizmle,<br />

troçkizmle ve anarşizmle de araya kesin<br />

ayrım çizgileri çekmektir.<br />

• Sınıf mücadelesinde üye örgütlerin uluslararası<br />

koordinasyonu ve işbirliğinin teorisi ve pratiği için<br />

ortak zemin proletarya enternasyonalizminin tanınması<br />

ve hayata geçirilmesidir.


C. Üye Örgütlerin Hakları ve Yükümlülükleri<br />

1. Her üye örgüt şu haklara sahiptir:<br />

• Enternasyonal, kıtasal, bölgesel düzeyde karşılıklı<br />

koordinasyon ve işbirliğine katılmak ve aktif rol oynamak,<br />

• Konferans ve etkinliklere katılmak, ICOR’un ortak<br />

faaliyetlerinde yer almak ve bunlara ilişkin önerilerde<br />

bulunmak,<br />

• Sorumlu organları seçmek ve onlara seçilmek.<br />

• Delege dağılımına göre seçme hakkı sayesinde karar<br />

alıcı konferanslara katılmak;<br />

• Diğer bir üye örgütün içişlerine herhangi bir müdahale<br />

anlamına gelmemek kaydıyla, özel bir biçimde<br />

birlikte çalışmak, objektif biçimde tartışmak ya da<br />

tavsiyelerde bulunmak için ICOR’un tüm diğer üye<br />

örgütleriyle doğrudan ilişkiye geçmek,<br />

• ICOR çoğunluğunun görüşüne gereken saygıyı<br />

göstermek kaydıyla karşı çıktığı sorunları onaylamaktan<br />

kaçınmak ve gerekirse ortak alınan kararın<br />

kendi ülkesinde uygulanmasına karşı bağımsızca karar<br />

vermek,<br />

• Diğer örgütlerle ICOR dışında da ittifaklar kurmak,<br />

ya da ICOR’un açıkça karşısında olmadığı sürece<br />

başka birliklere de katılmak.<br />

• Belirlenmiş kurallar doğrultusunda ortak yayınlara<br />

katılmak.<br />

2. Her üye örgüt şu yükümlülüklere sahiptir:<br />

• Ortak politik platform temelinde, ICOR’un tüm<br />

temel konularda ideolojik-politik birliğinin adım<br />

adım ilerletilmesi için aktif biçimde seferber olmak<br />

ve bununla ilgili girişimleri desteklemek,<br />

• Kendi imkanları doğrultusunda sağlam bir dayanışma<br />

ve karşılıklı pratik yardım,<br />

• Üye örgütler arasında proleter bir tartışma kültürü,<br />

• Karşılıklı saygı, bağımsızlığın korunması, herhangi<br />

bir üye örgütün içişlerine müdahale etmemek<br />

ve eşitlik,<br />

• Ortak varılan anlaşmaları uygulama konusunda<br />

güvenilirlik,<br />

• ICOR’un kendisini finanse etmesine olanakları<br />

ölçüsünde katkı sunmak.<br />

IV. Üyeliğe alma ve Üyelikten çıkarma usulü<br />

1. ICOR’a üyelik kural olarak konsensus (oydaşma)<br />

temelinde olur.<br />

Üyeliğe itirazlar ICOR’un görevlerini etkilemeyen<br />

ikili görüş ayrılıkları temelinde vb. değil, ICOR ilkeleri<br />

temelinde olmak zorundadır.<br />

2. Üyelik için başvuran parti veya örgüt ICOR’un<br />

ilkelerini desteklediğini yazılı olarak bildirmeli ve<br />

kendisini ICOR’a tanıtmalıdır.<br />

3. Üyelik sorumlu Bölgesel Konferans tarafından,<br />

o henüz kurulmamışsa Kıtasal Konferans tarafından<br />

oydaşma temelinde gerçekleştirilir. Üyelikle ilgili olarak<br />

sorumlu Koordinasyon Komitesi Bölgesel ya da<br />

Kıtasal Koordinasyon üyesi örgütlerle bir danışma<br />

süreci başlatır. Bu süreçte uyuşma sağlanamazsa bir<br />

sonraki Bölgesel ya da Kıtasal Konferans en az yüzde<br />

80 çoğunlukla karar alabilir.<br />

4. ICOR’dan istifa, yetkili organlar tarafından<br />

onaylanmış yazılı bir açıklamayla gerçekleştirilir.<br />

5. Bir üye örgütün üyelikten çıkarılması için bir<br />

veya birkaç örgütün başvurusu gerekir. Başvuru,<br />

nedenleriyle birlikte yazılı sunulmalıdır. Üyelikten<br />

düşürme için, oy hakkına sahip üye örgütlerin yüzde<br />

80’inin onayı gereklidir.<br />

V. Maliye<br />

1. ICOR mali açıdan bağımsızdır. Ortak faaliyetlerini<br />

kendisi finanse eder. Faaliyetleri için kitlelere<br />

olan güveni temelinde mali kaynaklar yaratır.<br />

2. Mali bağımsızlık aynı biçimde, ICOR üyesi parti<br />

ve örgütler arasındaki ilişkilerde de geçerlidir.<br />

3. Her üye örgüt kendi imkanları doğrultusunda,<br />

ICOR’un örgütleme yapısına ve çalışmalarına mali<br />

katkıda bulunma yükümlülüğüne sahiptir. Bu, karşılıklı<br />

dayanışmacı desteği de içerir.<br />

4. Bu amaçla her üye örgüt, kendisinin belirleyeceği<br />

miktarda bir yıllık aidatı ICOR’a ödeyecektir.<br />

5. Her üye örgüt, ICOR’u mali açıdan güçlendirmek<br />

için inisiyatif geliştirecektir. Bunun bir parçası bağışlar<br />

ve bağış kampanyaları, eşya bağışı biçiminde<br />

katkılar, devrimci yayınların satışından elde edilen<br />

gelirler ve benzer olanaklardır.<br />

6. ICOR’un mali araçları, ilgili Koordinasyon Komiteleri<br />

tarafından idare edilir. Bu amaçla Kıta Koordinasyon<br />

Komiteleri, Bölgesel Koordinasyon Komiteleri<br />

ve dünya çapındaki Uluslararası Koordinasyon<br />

Komitesi kendi içlerinden birer mali sorumlu seçerler.<br />

Bölgesel Konferanslar, Kıtasal Konferanslar, Dünya<br />

Konferansı da Mali denetçi seçer. ✓<br />

Ocak 2011 ✓<br />

güncel<br />

71


panorama<br />

PANORAMA<br />

72<br />

Başkanlık<br />

seçimini Lula’nın<br />

adayı kazandı!<br />

- BREZİLYA -<br />

“Sıfır açlık” sloganı Dilma’nın<br />

da sosyal alandaki sloganlarının<br />

başında geliyor. Bu bakımdan<br />

devletin nakit para desteği projeleri<br />

bu dönemde de sürecektir. Fakat<br />

ne yoksulluğun gerçek anlamda<br />

sonlandırılması, ne de yıllarca<br />

Brezilya’da gündemde olan toprak/<br />

tarım reformu sorununun gerçekte<br />

çözülmesi mümkündür.<br />

Brezilya’da 3 Ekim 2010 tarihinde, başkanlık,<br />

parlamento, senato, eyalet valiliği (eyalet başbakanlığı)<br />

ve eyalet parlamentosu seçimleri yapıldı.<br />

Uluslararası siyaset bağlamında kuşkusuz ki öne çıkan<br />

seçim, başkanlık seçimiydi.<br />

Andaki Başkan Lula’nın, Anayasa’nın, bir kişi ancak<br />

iki kere ardarda başkanlık yapabilir maddesi<br />

uyarınca üçüncü kez seçimlerde aday olamayacağı<br />

önceden bilindiğinden, Lula, Dilma Rousseff’i, kendi<br />

partisinin (İşçi Partisi) adayı olarak öngördüğünü<br />

daha 2009 yılında açıklamıştı ve seçimlere kadar da<br />

Dilma’nın propagandası yapıldı.<br />

İşçi Partisi adayı Dilma’nın esas rakibi olarak görülen<br />

aday ise Brezilya Sosyal Demokrat Partisi adayı<br />

Jose Serra idi. Serra 2002 yılı seçimlerinde Lula’ya da<br />

rakip olmuş ama ikinci tur seçimde, seçimi kaybetmişti.<br />

O dönemde seçimi kaybetmesinin esas nedeni<br />

Serra’nın açıkça IMF ve Dünya Bankası yanlısı siyasetiydi.<br />

Seçimlerden önce Lula’ya “solcu”, IMF ve Dünya<br />

Bankası’nın dayatmalarına karşı olan ve anti ABD<br />

siyaset yürütecek diye bakılıyordu. Bu yaklaşımın<br />

gerçekçi olmadığı, Lula’nın kendisinden önceki Başkan<br />

Cordoso’nun özellikle ekonomide ve kimi sosyal<br />

alanlardaki siyasetinin temeline dokunmadığı,<br />

dokunmayacağı kısa sürede açığa çıktı. Sonuçta, Siemens<br />

tekelinin Brezilya CEO’larından ve Lula’ya<br />

ekonomik danışmanlık da yapan Adilson Primo’nun<br />

deyimine göre, Lula’nın mali ve ekonomideki “en büyük<br />

kazanımı (katkısı BN.) onun temel kurallara dokunmamasıdır.”<br />

Lula’nın yabancı sermayeyi ülkeye çekme siyasetini<br />

sürdürmesi, uluslararası ilişkilerde, dünyanın paylaşımı<br />

için dalaşta pastadan pay alma yarışı ve Latin<br />

Amerika’nın anda önde gelen büyük gücü olması vb.<br />

siyaset ve uygulamaları, kitlelere yönelik kimi “açlıktan<br />

öldürmeyen” sosyal projeleri uygulaması ile<br />

birleştirmesinin sonucunda –geniş emekçi kitlelerin<br />

sorunlarını temelde çözmese de ve hâlâ onmilyonlarca<br />

insan açlık sınırında yaşama durumunda olsa da–,<br />

kitleler içinde Lula’ya sempati kazandırmıştır. Yasal<br />

olarak seçimlere katılma olanağının olması durumunda,<br />

Lula’yı seçecek olanların oranı %80 civarında<br />

gösterilmektedir.<br />

Lula’nın bu popülerliği burjuvazinin değişik kesimleri<br />

açısından da gözönüne alınan bir olgudur.<br />

Bu yüzden de, seçimlerdeki propaganda da başkanlık<br />

adayları arasında yarışacak olan iki asıl rakibin –<br />

Dilma ve Jose’nin– siyasetlerine yön veren de, kimin<br />

Lula’nın yürüttüğü siyaseti daha iyi sürdüreceği düşüncesiydi.<br />

Bu konuda da esas farklılık, Brezilya’nın<br />

ekonomik ve sosyal gelişmesinin esas belirleyicisi-


nin kim olduğu sorusuna verilen cevaptı. Jose Serra<br />

takımına göre, Brezilya’nın bu günkü duruma gelmesinin<br />

temelini Lula öncesindeki Başkan Cardoso<br />

atmıştı. Lula yanlısı takımın –Dilma’nın– tavrı da<br />

bunun esasında Lula tarafından gerçekleştirildiğiydi.<br />

Bu yüzden de seçimlere damgasını vuran esas tavır:<br />

“Lula’nın siyasetini sürdüreceğiz” biçimindeydi. Soruna<br />

egemenlerin çıkarları açısından bakıldığında bu<br />

iki takımın propagandasının olgunun yarısı olduğu<br />

söylenmelidir. Cardoso’nun yürüttüğü siyaset -özellikle<br />

de ekonomide, Lula’nın da esas olarak yürüttüğü<br />

siyaset olmuştur. Lula, Cardoso dönemindeki mali ve<br />

ekonomik alanda “temel kurallara dokun”saydı durum<br />

değişirdi. Ama dokunmadı. Lula da Cardoso<br />

gibi kapitalistlerin, tekellerin çıkarlarına göre siyaset<br />

panorama<br />

yürüttü.<br />

Cardoso ile Lula’nın özde aynı sınıfların temsilciliğini<br />

yapması, aynı olması, seçimlerde Dilma ile Jose<br />

arasında, kimin “Lula’nın mirasının sürdürücüsü”<br />

olacağı, yani andaki siyaseti kimin daha iyi uygulayacağı<br />

konusunda yürüyen yarışın da temeli ve açıklamasıdır.<br />

Dilma ve Jose dışındaki başkanlık adayları içinde,<br />

Lula’nın hükümetinde çevre bakanlığı yapan, ama<br />

2008 yılında, özellikle çevreyi koruma konusunda<br />

hükümetin siyasetiyle çeliştiğinden, hem bakanlıktan<br />

hem de İşçi Partisi’nden istifa edip Yeşiller<br />

Partisi’ne geçen Marina Silva öne çıkıyordu. Silva’nın<br />

%10 civarında oy alacağı yönünde tahminlerde bulunuluyordu.<br />

Ama Lula’nın adayı Dilma’nın seçimleri<br />

kazanacağı yönlü tahminler ağır basıyordu.<br />

Sonuçta, seçim propagandasında pek farklılık olmasa<br />

da, Dilma ile Jose arasındaki seçimin işçiler,<br />

emekçiler açısından özde bir şey değiştirmese de,<br />

kimilerine göre Dilma’nın seçilmesinin “kötünün<br />

iyisi” olacağı, kimileri de en azından ABD emperyalizminin<br />

düdüğünü, onun istediği gibi öttürmeyeceği<br />

kişinin seçilmesinin ehven-i şer olduğunu savundu.<br />

Kitlelerin büyük bölümü Lula’dan memnun değildi,<br />

hayal kırıklığına uğramıştı. Ama buna rağmen<br />

Lula’yı seçmeye hazırdı… Aç insanlar, kendilerine<br />

bir dilim ekmek bile vermeyenlerle onlara bir ekmek<br />

veren arasında seçim yapma durumunda kaldığında,<br />

onlara bir ekmek vereni seçeceği gibi bir durum sözkonusudur.<br />

Seçimlere böylesi bir hava içinde gidildi.<br />

Parlamento, senatonun üçte ikisinin seçimi temelinde<br />

senato, yerel parlamento ve eyalet valiliği (başbakanlığı)<br />

seçimlerinde İşçi Partisi ve ittifakı (bu ittifakta<br />

birkaç parti var) çoğunluğu elde etti.<br />

Başkanlık seçimlerinde ise 3 Ekim 2010 tarihindeki<br />

oylamada, Dilma kullanılan ve geçerli olan oyların<br />

%46,91’ini, Jose oyların %32,61’sini ve Silva ise beklentileri<br />

aşarak oyların %19,33’ünü aldı. Bu sonuca<br />

göre %50’den fazla oy alan yoktu ve ilk iki aday seçimin<br />

ikinci turunda yarışacaktı.<br />

Genel bir resim edinebilmek için şu bilgileri de eklemek<br />

gerekiyor: Brezilya’da sandığa çağrılan seçmen<br />

sayısı 135.804.433’tü. Seçim sandığına hiç gitmeyen-<br />

73


panorama<br />

74<br />

lerle, seçim sandığına gidip değişik biçimlerde sonuçta<br />

geçersiz oy kullananların sayısı ise 34.214.280 olarak<br />

açıklandı. Buna göre oy kullanmayan ve geçersiz<br />

oy kullananlar (%25,2) ikinci güç idi. Geçerli oylara<br />

göre değil de seçmen sayısına göre hesaplandığında<br />

Dilma %35,1, Jose %24,4 ve Silva ise %14,5 civarında<br />

oy almışlardır.<br />

Seçimlerin ikinci turu 31 Ekim 2010 tarihinde yapıldı.<br />

İkinci tur seçimin öncesinde merak edilen esas<br />

konu, %19,33 oy oranı ile sürpriz yapan Yeşiller Partisi<br />

adayı Silva’nın oylarının kime gideceğiydi. Yeşiller<br />

Partisi ve Silva seçmenlerine şu ya da bu adayı seçin<br />

çağrısını yapmayacağını açıkladı. Açıkça Dilma’yı seçin<br />

denmedi, tersine adaylardan çevreyi koruma konusunda<br />

siyasetlerini açıklamaları talep edildi. Aynı<br />

zamanda da Jose Serra’nın seçilmesinin daha kötü<br />

olduğu gibi tavırlar takındılar. 31 Ekim’de seçime gidilirken<br />

tahminlerin ağırlığı Dilma’nın herhalükarda<br />

seçimi kazanacağı yönündeydi.<br />

31 Ekim’de yapılan seçimlerde Dilma, geçerli oyların<br />

%56,05’ini alarak seçimi kazandı. Jose oyların<br />

%43,95’ini aldı. Bu sefer seçimlere katılmayanların ve<br />

geçersiz oy kullananların oranı %26,7 olarak verildi.<br />

Seçmen sayısı baz alındığında Dilma %41,1 oy oranıyla<br />

seçilmiş oldu.<br />

Bu sonuçla Brezilya’da ilk kez bir kadın başkanlığa<br />

seçiliyordu. Ve bu olgu, seçimlerin getirdiği esas farklılıktır,<br />

yeniliktir. 8 yıldır Lula tarafından sürdürülen<br />

siyaset, dört sene de Dilma tarafından sürdürülecektir.<br />

Eğer Lula’nın popülerliği ayakta kalabilirse, bakarsınız<br />

dört sene sonraki seçimlerde Lula başkanlık<br />

seçimlerinde yine aday olarak görünebilir…<br />

Dilma’nın seçilmesi hakkındaki haberler arasında,<br />

onun “eski bir marksist”, “bir gerilla” olduğu yönlü<br />

haberler de yer aldı. Dilma’nın geçmişi, “solcu”<br />

bir başkanın seçildiği yönlü propagandalara da temel<br />

teşkil etti. Hürriyet gazetesi Dilma’yı “Botokslu<br />

Marksist” olarak adlandırdı. Bunun arkasında yatan<br />

olgu ise Dilma’nın Brezilya’da askeri diktatörlüğe<br />

karşı mücadele etmiş olması ile, başkanlık seçimlerinden<br />

önce birkaç kez “estetik ameliyat” yapmasıdır.<br />

Basına yansıdığı kadarıyla Dilma, askeri diktatörlük<br />

tarafından tutuklanıp, işkencelere maruz bırakılmıştır.<br />

Ama kendisinin deyimiyle şehir gerillası<br />

içinde yer aldığı dönemde de şiddet eylemlerine katılmamıştır.<br />

O dönemde ne kadar marksist olduğunu<br />

ya da olmadığını araştırmadık. Ama bizim için belirleyici<br />

olan, bir insanın anda ne savunduğudur, hangi<br />

sınıfın, sınıfların çıkarlarını savunduğudur. Bugünkü<br />

siyasetine baktığımızda, Dilma’nın Marksizm ile<br />

uzaktan yakından hiç bir alakasının olmadığını söyleyebilecek<br />

durumdayız. Bu durumda, en iyi halde,<br />

nasıl ki Lula işçi kökenli biri olarak sınıfına ihanet<br />

etmiş ve Brezilya’nın egemenlerine, kapitalist sisteme<br />

hizmet ettiyse, Dilma da burjuvazinin iktidarına,<br />

onun sistemine hizmet eden, edecek olan biridir.<br />

Dilma’nın Lula yönetiminde enerji bakanlığı, ya<br />

da başbakanlıkla eş düzeyde ele alınan bakanlıkları<br />

koordine etme görevinde özellikle Brezilya’nın büyük<br />

burjuvazisine –aynı zamanda devlet kapitalizmine–<br />

hizmette kusur etmediği zaten belgelenmiştir.<br />

1 Ocak 2011 tarihinde Dilma başkanlık görevini<br />

Lula’dan devralıp koltuğuna oturacak. Brezilya’nın<br />

işçilerini, emekçilerini, kısacası yoksullarını bekleyen<br />

şey nedir? Ya da soruyu başka biçimde sorarsak, Lula<br />

döneminden sonra Dilma’nın başkanlığı döneminde<br />

esas kazanacak olanlar kimlerdir?<br />

Aslında bu sorunun cevabı Lula’nın başkanlığı döneminde<br />

esas kazananların kimler olduğu konusunda<br />

verilen cevapta saklıdır. Yazımızı uzatmamak için<br />

kısaca söylersek: Brezilya’da Lula yönetimi sürecinin<br />

kazananları kapitalistler, tekeller, genel söylenirse sömürücüler<br />

olmuştur. Cardoso döneminde başlatılan<br />

ve Lula döneminde genişletilen “sosyal yardım” projeleriyle<br />

yoksulların, açların sayısı düşürülse de, üzerinde<br />

oynanmış rakamlarla bile hâlâ nüfusun %26’sı<br />

“yoksulluk sınırı altında”dır. Ki, bu rakamlar gerçekten<br />

yoksulluğun, açlığın düzeyini ortaya koymuyor.<br />

Örneğin aile başı ayda 30 ABD doları ödendiğinde,<br />

ya da son yıllarda bunun aile başı 80 Avro’ya çıkarılması,<br />

milyonlarca insanın açlıktan ölmesini engellemektedir.<br />

Ama bununla sözkonusu ailelerin yoksullar<br />

sınıflandırılmasından çıkarılması ise büyük bir<br />

sahtekârlıktır.<br />

“Sıfır açlık” sloganı Dilma’nın da sosyal alandaki<br />

sloganlarının başında geliyor. Bu bakımdan devletin<br />

nakit para desteği projeleri bu dönemde de sürecektir.<br />

Fakat ne yoksulluğun gerçek anlamda sonlandırılması,<br />

ne de yıllarca Brezilya’da gündemde olan toprak/<br />

tarım reformu sorununun gerçekte çözülmesi mümkündür.<br />

Bunların ötesinde Lula dönemindeki siyasetlerin<br />

beraberinde getirdiği çelişkilerin, çözülmeyip bekleyen<br />

sorunların varlığı da bilindiğinde, Dilma’nın işinin<br />

Lula’nınkinden daha zor olduğunu tespit etmek<br />

için kahin olmaya gerek yoktur.<br />

24 Aralık 2010 ✓


Boş bir “BM İklim Konferansı”<br />

daha…<br />

yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />

BM’nin “İklim Çerçeve Anlaşması” olarak da adlandırılan<br />

ve Mart 1994’te yürürlüğe giren anlaşmanın<br />

eki olarak gündeme gelen –ve bu konuda<br />

uluslararası düzeyde şimdiye kadar bağlayıcı olan tek<br />

anlaşma olan– Kyoto Protokolü’nün geçerlilik sürecinin<br />

2012 yılı sonunda sona ereceği zaten biliniyordu.<br />

Tam da bundan dolayı 2007 yılında Bali’de yapılan<br />

konferanstan itibaren Kyoto Protokolü’nün sürdürücüsü<br />

olacak bir anlaşmanın karara bağlanması için<br />

görüşmeler, pazarlıklar sürdü. Bu plana göre 2009<br />

yılı sonunda Kopenhag’da yapılacak konferansta<br />

yeni bir anlaşmanın karara bağlanması gerekiyordu.<br />

Konferansa büyük umutlar bağlandı, ama fiyaskoyla<br />

sonuçlandı… Kopenhag konferansına bağlanan<br />

umutların büyüklüğü, hayalw kırıklığına uğramada<br />

da, Cancun/ Meksika’daki konferanstan beklentilerin<br />

çok düşük düzeyde ele alınmasında da belirleyici<br />

rol oynadı.<br />

Dergimizin 140. sayısında, 24 Aralık 2009 tarihli<br />

yazımızda sözkonusu konferansla ilgili tavır takınırken<br />

şunları da tespit etmiştik:<br />

“Aslında herhangi bir sürpriz olmazsa, 2010 yılı<br />

Aralık ayına kadar emperyalist güçlerin kendi aralarındaki<br />

çelişkiler gibi yoksul, bağımlı ülkelerin<br />

emperyalist güçlerle çelişkilerinin ortadan kaldırılıp<br />

anlaşma sağlanması zor görünüyor. Yine de belli olmaz!”<br />

(sayfa 29)<br />

Gelişmeler sürpriz yaşanmadığını, anlaşmanın<br />

gerçekleşmediğini gösterdi. 2009 yılı Aralık ayından<br />

2010 yılı Aralık ayına kadar geçen bir yıllık süreçte<br />

Cancun/ Meksika’daki iklim konferansına hazırlık<br />

için birçok toplantı, görüşme yapıldı.<br />

BM İklim Sekretaryası’nın bulunduğu Almanya’nın<br />

Bonn kentinde, 9-11 Nisan, 31 Mayıs-12 Haziran ve<br />

2-6 Ağustos, Çin’in Tianjin kentinde 4-10 Ekim tarihlerinde<br />

yapılan toplantılara ek olarak Ekim ayı sonu<br />

Kasım ayı başlarında Mexiko-City’de (Meksika) siyasi<br />

düzeyde hazırlık için yaklaşık 60 devletin temsilcisinin<br />

katıldığı toplantı yapıldı. Sonuçta 29 Kasım-10<br />

Aralık tarihleri için örgütlenen İklim Konferansı’na<br />

sunulan taslak bir anlaşma bile ortaya konulamadı.<br />

Konferans öncesinde yapılan propaganda, esas ola-<br />

75


yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />

76<br />

rak zaten herhangi bir anlaşmanın sağlanamayacağı,<br />

bunun beklenmemesi gerektiği; eğer BM görüşmeler<br />

süreci devam ederse ve 2011 yılında Güney Afrika’nın<br />

Durban kentinde yapılacak olan konferansa bir temel<br />

sağlanırsa, Cancun konferansının başarılı geçmiş<br />

olacağı yönündeydi. Kopenhag konferansının tersine<br />

beklentilerin çok alt düzeyde tutulduğu, Cancun’a bir<br />

ara istasyon olarak bakıldığı bir atmosferle konferansa<br />

gidildi.<br />

Konferans 29 Kasım’da başladı ve uzatmalı olarak<br />

11 Aralık’ta sona erdi. Peki iklimi koruma, dünyamızı<br />

kurtarma açısından konferanstan somut bir karar<br />

çıktı mı? Gelişmelere ve alınan kararlara bakmadan,<br />

hemen bu soruya cevap verelim: Hayır! Konferanstan<br />

iklimi koruma, dünyamızı kurtarma yönünde hiç bir<br />

somut karar çıkmadı! “Umutlar” 2011 yılındaki Durban<br />

konferansına ertelendi… ve emperyalistlerden<br />

iklimin korunmasını bekleme konumunda olanların<br />

umutları, kelimenin gerçek anlamında sürünüyor!<br />

Çelişmeler, gelişmeler…<br />

Gelişmelerin ve alınan kararların daha iyi anlaşılması<br />

için şu noktanın bilince çıkarılması gerekiyor. BM<br />

İklim Konferansları’nda görüşmeler ve pazarlıklar iki<br />

ayrı rayda yürütülüyor. Birincisi, BM İklim Çerçeve<br />

Anlaşması’nı imzalayan ülkeleri, ikincisi ise Kyoto<br />

Protokolü’nü onaylayan ülkeleri kapsamaktadır.<br />

Çelişmeler daha önceki süreçte de bilindiği gibi çok<br />

yönlü. Gelişmelere, görüşmelere damgasını vuran ise<br />

emperyalist güçlerin çıkarlarıdır. Emperyalist güçler<br />

arasında atmosfere en fazla zehirli gazlar salan iki güç<br />

ABD ve Çin emperyalistleridir. ABD emperyalizmi<br />

Kyoto Protokolü’nü onaylamayı reddetmiş, reddetmektedir.<br />

Kyoto Protokolü’ne göre Çin sanayi ülkeleri<br />

arasında sayılmadığından, Çin, Kyoto Protokolü’nün<br />

öngördüğü yükümlülüklere bağlı değildir.<br />

Kyoto Protokolü’nü imzalayan kimi sanayi ülkeleri<br />

ise, –bunlar esasta AB içindeki Almanya gibi ve Japonya,<br />

Rusya, Kanada gibi emperyalist ülkeler– başta<br />

ABD ve Çin’in aynı zamanda Hindistan ve Brezilya<br />

gibi ülkelerin de içinde yer almadığı; herkesin yükümlülük<br />

bağlamında kendi konumuna göre çıkarlarını<br />

korumadığı bir durumda anda geçerli olan Kyoto<br />

Protokolü’nün uzatılmasından yana değiller.<br />

Bu güçler arasında gündemde olan somut çelişkiler,<br />

hem Kopenhag’da hem de Cancun’da yeni bir<br />

anlaşmanın sağlanamamasının da temelidir. Kuşkusuz<br />

yukarıda da vurguladığımız gibi çelişkiler çok<br />

yönlüdür. Kalkınmamış, kalkınmakta olan ülkelere,<br />

-siz bunu bağımlı, yoksul ülkelere diye de okuyabilirsiniz-<br />

yönelik tutumlar, yardım adına yaptırımlar<br />

vb. vb. konularda da temel çelişkiler mevcuttur. Esas<br />

mesele bağımlı, yoksul ülkelerin gelişmeleri belirleme<br />

gücüne sahip olamamalarıdır.<br />

Somut olarak bu çelişmelerin Cancun Konferansı’na<br />

yansımaları ise özetle şöyledir: ABD ve Kyoto<br />

Protokolü’nü imzalayan sanayi ülkeleri -başta da Japonya,<br />

Rusya, Almanya, Kanada- özellikle Çin’in ve<br />

ama Hindistan’ın da içinde olmadığı bir anlaşmaya<br />

yaklaşmayacaklarını ilan ettiler. Çin 2009 yılında yenilenebilir<br />

enerji kaynaklarına hem AB’den, hem de<br />

ABD’den daha fazla yatırım gerçekleştirdiğini, zehirli<br />

gaz salınımını azaltma önlemlerine başvurduğunu,<br />

2020 yılına kadar da atmosfere salınan karbondioksit<br />

oranında %40-45 azaltmaya hazır olduğunu, bunun<br />

ama gönüllü bir temelde yapılmasından yana olduğunu;<br />

bu yüzden de kendisini bağlayacak bir Kyoto<br />

Protokolü’nü, ya da başka bir anlaşmayı kabul etmeyeceğini<br />

açıkladı.<br />

Çin’in çözüm önerisi üç basamaklı bir uzlaşmaya<br />

yönelikti. Birincisi, Kyoto Protokolü’nün imzalayıcıları<br />

olan sanayi ülkeleri için ikinci yükümlülük dönemi;<br />

ikincisi tüm sanayi ülkeleri için, yani ABD için de<br />

bağlayıcı hedefleri olan yeni bir anlaşmanın yapılması;<br />

üçüncüsü ise gelişmekte olan ülkeler için gönüllü<br />

yükümlülüklerin kabulü.<br />

Japonya Kyoto Protokolü’nün devamı olacak bir<br />

anlaşmayı kabul etmeyeceğini açıkladı ve Rusya ile<br />

Kanada da bu tavrı destekledi. Japonya ayrıca emisyon<br />

hakkı mekanizmasına atom santrallerinin de<br />

katılmasından yana. Yani şu ya da bu ülke, bağımlı<br />

ülkelerde atom santralleri inşa etmeyi finanse ederse,<br />

o ülkede güya zehirli gazların atmosfere salınmasını<br />

azalttığı için, bu “azaltılmış emisyonu” kendi hanesine<br />

yazacak ve örneğin Japonya’daki emisyon salınımını<br />

düşük gösterecektir.<br />

Öne çıkan bu tavırlar içinde örneğin AB’nin ABD ve<br />

Çin’in de yükümlü kılındığı bir Kyoto Protokolü’nün<br />

devamına evet demeye hazır olduğu gibi tavırlar da<br />

vardı.<br />

Bu çelişkilerin öne çıktığı koşullarda, hemen herkesin<br />

beklentisi konferansın herhangi bir uzlaşmaya<br />

varılamadan sona ereceği, böylece BM görüşmeler<br />

sürecinin de kapanacağı yönündeydi.<br />

Konferansa başkanlık yapan Meksika Dışişleri Bakanı<br />

Patricia Espinosa, herhangi bir anlaşmaya varılmadan<br />

biteceği düşünülen konferansın sonuna doğru<br />

hazırladığı iki ayrı taslağı, biri konferansa katılan tüm


ülkelerin temsilcilerine, diğeri de Kyoto Protokolü’nü<br />

onaylayan ülkelerin temsilcilerine sundu.<br />

Bu taslaklar üzerine yürütülen tartışmalar sonucunda,<br />

konferansta uzatmaların oynandığı görüşmelerle<br />

uzlaşma sağlandı. İki ayrı rayda yürütülen<br />

pazarlıklarla çıkan sonuç esasında Kopenhag’daki<br />

konferansta üzerinde anlaşılan “Kopenhag Mutabakatı”,<br />

asgari uzlaşının Cancun’da onaylanmasıydı…<br />

Bu uzlaşmanın ertesinde burjuva basını, konferans<br />

öncesinde beklentilerin düşüklüğünü unutturarak<br />

sonucun başarı olduğundan dem vurdu. Kuşkusuz<br />

ki beklentinin neredeyse sıfır olduğu yerde, çıkan<br />

uzlaşma da doğal olarak başarı diye değerlendirilir.<br />

Önemli olan, başarı olarak gösterilenin ne olduğunun<br />

bilinmesidir. Bu da iklimin değil, ama onlara<br />

göre BM görüşme sürecinin kurtarılmasıdır!<br />

Konferansa temsilcileri katılan ülke sayısı 194 olarak<br />

verildi. BM’nin kendi kurallarına göre üzerinde<br />

anlaşıldığı söylenen konular oybirliğini gerektirir.<br />

Oysa Bolivya konferansın Başkanı Espinosa’nın sunduğu<br />

karar taslaklarını onaylamadı. Bu durumda geçersiz<br />

sayılması gereken taslaklar, konferans Başkanı<br />

Espinosa’nın “Bolivya temsilcisinin görüşleri ayrıca<br />

tutanağa geçecektir”, ya da “uzlaşı oybirliği demek<br />

değildir” yönlü açıklamalarıyla, BM oylamaları konusunda<br />

yeni bir durumu gündeme getirmiştir.<br />

ABD emperyalizminin temsilcisinin Espinosa’ya<br />

“bugün aldığınız tüm kararları destekliyoruz” açıklamasıyla<br />

destek sunması gibi Çin ve Japonya gibi devletlerin<br />

desteklemesi de, üzerinde anlaşılan metnin<br />

nemenem bir şey olduğuna işaret etmektedir. Sonuçta<br />

Bolivya dışında tüm katılan ülkelerin temsilcileri<br />

sözkonusu taslaklardan birini, Kyoto Protokolü’nü<br />

imzalayanlar da ikisini kabul etmiştir.<br />

Hemen herkes kendilerinin çıkarlarının şu ya da bu<br />

oranda gözönüne alındığını, sonucun, üzerinde yeni<br />

bir anlaşmanın yükselebileceği bir temel, yeni bir<br />

adım olduğu yönlü açıklamalarda bulundular.<br />

Kyoto Protokolü imzalayıcısı ülkeler ve bu ülkeler<br />

içinde de sanayi ülkeleri olanlar için istenen, bunların<br />

2020 yılına kadar CO2-emisyonlarını, 1990 yılı baz<br />

alınarak %25-40 arasında azaltmalarıdır.<br />

Bolivya dışında hepsinin kabul ettiği noktalar ise<br />

kısaca şunlardır.<br />

Küresel sıcaklık artışının en fazla 2 derece ısınması<br />

gerektiği ve 2013-2015 yılları arasında bunun gözden<br />

geçirilmesi ve bu gözden geçirmenin ısınmayı 1.5 derece<br />

oranına düşürülmesi opsiyonunu içermesi.<br />

Zehirli gazların emisyonu konusunda oranların<br />

azaltılması gerektiği kabul görülmüş, ama somut hedeflerin<br />

gelecek sene Durban’da yapılacak konferansta<br />

belirlenmesi gerektiği tespit edilmiştir.<br />

“Yeşil İklim Fonu” olarak ifade edilen bir fonun oluşturulacağı<br />

tespit edilmiştir. Bu esasında Kopenhag’da<br />

tespit edilen gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere<br />

finansal kaynak, teknoloji ve kapasite geliştirme<br />

desteği olarak düşünülenin yeni bir baskısıdır. Sözü<br />

verilen paraların gerçekte hizmete sunulmadığı, yardım<br />

denen şeyin esasında kredi, borç verme olduğu<br />

da bu arada açığa çıkmış ve bağımlı, yoksul ülkelerin<br />

tepkisine yol açmıştır.<br />

Ormanların korunması meselesinde de istenen anlaşma<br />

sağlanamamış ama diğer noktalarda olduğu<br />

gibi kimseyi bağlamayan, soyut istekler üzerinde anlaşılmıştır.<br />

Özellikle Latin Amerika ülkelerinin onayı<br />

için de İndigen halkların istek ve çıkarları da gözönüne<br />

alınacaktır biçiminde tespit sözkonusu tasarıda<br />

yer almıştır.<br />

Tüm bunlar arasında esas belirleyici “karar”, bunların<br />

hiçbirinin bağlayıcı, yükümlülük içeren kararlar<br />

olmamasıdır.<br />

Esas sonuç, Cancun’daki uzlaşma temelinde<br />

Durban’a hazırlanmak. 28 Kasım-9 Aralık 2011 tarihleri<br />

arasında yapılması planlanan konferansta<br />

yeni bir anlaşmanın sonuçlandırılması istenmektedir.<br />

Fakat, gelişmeler daha şimdiden, en iyi halde asgari<br />

hedef olarak öngörülen emisyonların azaltılması<br />

hedeflerinin belirlenmesi konusunda uzlaşacaklarına<br />

işaret etmektedir. Kuşkusuz ki, tüm belirleyici konumda<br />

olan emperyalistlerin çıkarlarına uygun, uzlaşma<br />

sağlanan bir anlaşma da mümkündür. Böylesi<br />

bir anlaşmanın ama, gerçekte doğayı, çevreyi, ya da<br />

iklimi koruma konusunda köklü bir değişiklik, yenilik<br />

getirmeyeceği de şimdiden bilinçlere çıkarılmalıdır.<br />

Daha şimdiden belirli olan, ister Kyoto<br />

Protokolü’nün uzatılması, isterse de yeni bir anlaşmanın<br />

kabulü durumunda da, 2012 yılında Kyoto<br />

Protokolü’nün süresinin bitmesiyle yeni anlaşmanın<br />

yürürlüğe girmesi sürecinde boşluk olacağıdır. Bunun<br />

için de “Plan B” üzerine tartışmalar yürütülmektedir.<br />

Tartışmaların hangi yönde gelişeceğini göreceğiz.<br />

Buna rağmen vurgulanması gereken gerçeklik: İklim<br />

sorununda da emperyalistlerden, onların kurum ve<br />

kuruluşlarından çözüm beklemenin abes olduğudur.<br />

24 Aralık 2010 ✓<br />

yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />

77


✉<br />

okuyucu mektubu<br />

78<br />

Mehmet Desde’nin “Bir Devlet Bir İnsan” isimli<br />

kitabı Belge Yayınlarından çıktı<br />

Gazetemiz okuyucuları, Mehmet Desde’nin öyküsünü<br />

hatırlayacaklardır. Bu gazete sayfalarında<br />

Mehmet Desde’nin yaşadıklarını ve uğradığı haksızlıkları<br />

kamuoyuna duyurduk. Ayrıca Mehmet’in yazdığı<br />

kimi yazıları ve basın açıklamalarını yayınladık.<br />

Mehmet Desde ve diğer dokuz kişinin yargılandığı<br />

davayı takip etmemizin özel bir nedeni vardı. Yeni<br />

Dünya İçin Çağrı gazetesi bu davaya bulaştırıldı. Gazetemiz<br />

“Bolşevik Parti/Kuzey Kürdistan-Türkiye”<br />

adlı bir partinin yayın organı olarak gösterildi.<br />

9 ve 10 Temmuz 2002 tarihinde İzmir ve çevresinde<br />

bir operasyon yapılır. Türkiye’de hergün polis<br />

operasyonları yapılır, yapılıyor. Bu operasyonda on<br />

kişi gözaltına alınır. Polis, kimi sanıkların evlerinde<br />

Güney ve Yeni Dünya İçin Çağrı dergilerini bulur.<br />

Polis, dergimizi<br />

“Bolşevik Parti/Kuzey Kürdistan-Türkiye” adlı<br />

örgütün “legal yayın organı” olarak gösterir. Polis<br />

savcılığa gönderdiği fezlekede “Bolşevik Parti/Kuzey<br />

Kürdistan-Türkiye örgütünün legal yayın organı<br />

olan ÇAĞRI ve GÜNEY dergilerinin muhtelif tarih<br />

ve sayıları ele geçirilmiştir.” tespitlerini yapar. Devlet<br />

Güvenlik Mahkemesi Savcısı Burhan Yıldız, polisin<br />

fezlekede yaptığı tespitleri araştırma ve inceleme gereğini<br />

duymaz. Polisin iddiaları aynen iddianameye<br />

geçirilir. Legal olarak yayınlanan, sahibi, yazı işleri<br />

müdürü ve yönetim yeri belli olan dergimiz, örgütün<br />

yayın organı olarak gösterilir! Hukuk ve Türk Milleti<br />

adına karar verdiğini iddia eden mehkeme heyeti<br />

de, polis ve savcının iddiasını mahkeme kararı haline<br />

getirir. Mahkeme heyetinde yer alan başkan Cengiz<br />

Galip Dinçer, üyeler Güngör Tosunoğlu<br />

ve Erdem Yandımata imzalı gerekçeli kararda “...<br />

Örgütün legal yayın organı olan ÇAĞRI ve GÜNEY<br />

(orijinalinde büyük yazılmış. - BN) isimli dergilerin<br />

dağıtımlarını yaparak, örgüte maddi destek sağlamak<br />

gibi faaliyetlerde bulundukları..., ...Sanık Metin<br />

Özgünay’ın ise örgütün legal yayın organı olan<br />

Çağrı isimli dergiyi satarak ... örgüte maddi destek<br />

sağladığı ve bu faaliyetinin de örgüte yardım suçunu<br />

oluşturduğu...” tespitleri yer alır. Yasal olan dergilerin<br />

satılması ve bulundurulması “örgüte yardım suçunu”<br />

oluşturuyormuş!!! Hukukun siyasetin aracı haline<br />

getirildiği bir ülkede yaşıyoruz. Hukuku katledenler<br />

hukuk yerine gugukçuluğu tercih ediyor. Dergimizin<br />

yaşaması, sosyalist düşünceleri işçilere-emekçilere<br />

taşımak hedefiyle yayınlanması, okuyucularımızın<br />

desteğine bağlıdır. Yasal olarak yayınlanan dergimizin,<br />

bir örgütün yayın organı olarak gösterilmesi,<br />

dergimizi okudukları ve evlerinde bulundurdukları<br />

için insanlara ceza verilmesi hukuk katliamıdır. Dergimiz,<br />

üzerinde estirilen tüm baskılara rağmen, işçi<br />

sınıfının ve emekçilerin sınıfsız-sömürüsüz bir toplum<br />

yaratma mücadelesinde üzerine düşen görevleri<br />

yerine getirmeye devam edecektir.<br />

Esas konumuza geri dönelim. Mehmet Desde, 1979<br />

yılından beri Almanya’da ikamet ediyordu. Alman<br />

vatandaşı idi. Almanya’da emekli olan ve vefat eden<br />

babasının cenazesini Türkiye’ye götürmek için yola<br />

çıktı. Mehmet Bakır ile beraber araba ile seyahat<br />

ederken, 9 Temmuz 2002 tarihinde İzmir Menemen<br />

Asarlık mevkiinde gözaltına alındı. Kendisine hiçbir<br />

şey söylenmeden İzmir Bozyaka Terörle Mücadele<br />

Şubesine götürüldü. Terörle Mücadele Şubesinde gözleri<br />

bağlanarak sorgu odasına alındı. Nihayet burada<br />

bir ihbar sonucu gözaltına alındığı ve hakkında tahkikat<br />

yapılacağı söylendi.<br />

13.7.2002 tarihinde, ilk kez çıkarıldığı İzmir 3. Sulh


Ceza Hakimliğindeki sorgu sırasında kendisine yapılan<br />

işkence ve kötü muameleyi anlattı. 13.7.2002 tarihinde<br />

tutuklanarak, İzmir Kırıklar F Tipi Hapishanesine<br />

konuldu. 21 Ocak 2003 tarihinde tahliye oldu<br />

ama yurtdışına çıkışı yasaklandı. Hakkında “yasadışı<br />

örgüte üye” olmaktan dava açıldı. Ancak İzmir DGM<br />

(Devlet Güvenlik Mahkemesi) 24.07.2003 tarihinde,<br />

“yasadışı örgüt kurma” iddiası ile mahkûmiyet<br />

kararı verdi. Hazırlanan iddianamede ve yargılama<br />

aşamasında “yasadışı örgüt kurma” iddiası gündeme<br />

gelmedi, getirilmedi. Buna rağmen Mahkeme Heyeti<br />

yargılama aşamasında gündeme gelmeyen ve savunması<br />

yapılmayan bir konuda karar verdi. Temyiz aşamasında<br />

dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Ceza Dairesi<br />

mahkûmiyet kararını esastan bozdu. İzmir DGM<br />

yerine kurulan 8. Ağır Ceza Mahkemesi de bu bozma<br />

kararına uyarak yeniden yargılama yaptı. Davayı<br />

açan savcı, bu defa mütalaasında önceki görüşlerini<br />

değiştirerek Mehmet Desde ve diğer sanıklar hakkında<br />

beraat talebinde bulundu. Mahkeme Heyeti<br />

gerek beraat istemli savcılık mütalaasına ve gerekse<br />

sanık vekillerinin savunmalarına itibar etmeyerek<br />

bu defa da “örgüte üye olmaktan” mahkûmiyet kararı<br />

verdi. Aynı zamanda bu kararda Mehmet Desde<br />

ve Mehmet Bakır’ın “hüküm kesinleşinceye kadar<br />

yurtdışı çıkış yasağının devamına” karar verildi.<br />

Mahkûmiyet kararının temyiz edilmesi sonucu dosya<br />

yeniden Yargıtay’a gönderildi. Yargıtay 9. Ceza<br />

Dairesi 25.12.2006 tarihinde verdiği kararla, İzmir 8.<br />

Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararı onadı. Böylece<br />

verilen mahkûmiyet kararı kesinleşmiş oldu.<br />

Mehmet Desde cezasını çekmek üzere 8 Haziran<br />

2007 tarihinde Manisa hapishanesine konuldu. 14<br />

Ağustos 2007 tarihinde isteği dışında Alanya hapishanesine<br />

gönderildi. Sekiz ay Alanya hapishanesinde<br />

kaldıktan sonra, isteği üzerine Tire Hapishanesine<br />

gönderildi. 6 Ekim 2008 tarihinde tahliye oldu. 17<br />

Ekim 2008 tarihinde Almanya’ya geri döndü.<br />

Mehmet Desde, Türkiye’de yaşadıklarının kitabını<br />

yazdı. Kitapta 6,5 yıl süren Türkiye’deki zorunlu<br />

ikamet anlatılıyor. Bu zorunlu ikametin 2.5 yılı hapishanede<br />

geçen süreyi kapsıyor. Kitap Ekim 2010 tarihinde<br />

Belge Yayınları tarafından yayınlandı. Kitap<br />

altı bölümdem oluşuyor.<br />

Birinci bölümde, gözaltına alınma, işkence süreci<br />

ve tutuklanma detaylı olarak anlatılıyor. İkinci bölümde,<br />

yargılama aşaması ve verilen hukukdışı kararlar<br />

irdeleniyor. Üçüncü bölümde, yazar kaldığı<br />

dört hapishane sürecini ve hapishane uygulamalarına<br />

geniş yer veriyor.<br />

Dördüncü bölümde, Almanya’ya geri dönüş anlatılıyor.<br />

Beşinci bölümde, verilen hukuk mücadelesinden<br />

kimi örneklere yer veriliyor. İşkence yaptıkları<br />

için dört polisin mahkemeye çıkartılması ve işkence<br />

dosyasına geniş yer veriliyor. Altıncı bölümde, yazar<br />

ne yapmalı? sorusuna yanıt arıyor. Ayrıca kitapta<br />

ekler bölümü de var. Bir çok ülkeden gönderilen dayanışma<br />

mesajlarından bir bölüm var. Kitap toplam<br />

290 sayfa. Bir mücadele öyküsünün anlatıldığı kitap<br />

okunmaya değer bir kitap. Yazıyı kitabın Ne Yapmalı<br />

bölümünden bir alıntı ile bitirelim.<br />

“Bu bağlamda şu soruya cevap arıyorum: NE YAP-<br />

MALI? İşkencenin kapalı kapılar ardında ve yaşamın<br />

her alanında uygulanmaya devam ettiği bir gerçektir.<br />

Bu kapıların anahtarı, işkenceye uğramış, tanık<br />

olmuş ya da kendilerine işkence vakaları anlatılmış<br />

kişilerin ellerinin altındadır. Anahtar bilgidir. Eğer<br />

bilgi anahtarsa, işkence gören insanların suç duyurularında<br />

bulunmaları, yaşadıklarını kaleme almaları<br />

ve insan hakları kuruluşlarına başvurmaları gerekir.<br />

İşkencenin ortadan kaldırılması, yükseltilecek mücadeleye<br />

bağlıdır.<br />

İzmir “Terörle Mücadele Şubesi”nde, işkence yapan<br />

ekibin şefi bana şunu söylüyordu: “Burada alacağın<br />

darbeleri hiçbir zaman unutmayacaksın”, “burada<br />

alacağın darbelerin izlerini yaşamın boyunca üzerinde<br />

taşıyacaksın”! İşkenceci başı bu sözleri bilinçli<br />

olarak söylüyordu. İşkence yapanlar, işkencenin yol<br />

açacağı sonuçları bilerek konuşuyorlardı.<br />

İşkence mağduru yaşamı boyunca işkenceyi her<br />

zaman hatırlayacaktır. Ama işkencenin yol açtığı<br />

tahribatları aşmak tamamen kişiye bağlıdır. İşkence<br />

mağdurlarına destek sunan birçok kurum vardır. Bu<br />

kurumlara başvurmak ve psikolojık destek almak gerekiyor.<br />

İşkencenin yol açtığı tahribatların ömür boyu<br />

süreceği söylemi doğru değildir. İşkence, yaşamın<br />

bir parçası olarak hatırlanacak ve unutulmayacaktır.<br />

Ama işkencenin yol açtığı sarsıntılardan kurtulmak<br />

mümkündür. Önemli olan işkence kurbanının buna<br />

inanması ve mücadelesidir.<br />

İşkencenin yol açtığı travma ile yüzleşmek gerekir.<br />

Travma ile yüzleşmekten kaçınmak daha kötü sonuçlara<br />

yol açacaktır. Kaçınma, travmadan kısa süreli<br />

uzaklaşma yoludur. Ancak uzun vadede travmanın<br />

üstesinden gelmede uygun bir yöntem değildir.<br />

Kendi düşünce ve duygularımızın bastırılması daha<br />

kötü sonuçların ortaya çıkmasına yol açar. Travmatik<br />

olayla ilgili düşünceler, onları bastırmaya çalıştıkça<br />

✉<br />

okuyucu mektubu<br />

79


✉<br />

okuyucu mektubu<br />

80<br />

daha sık ve yoğun biçimde ortaya çıkar. Bu anlamda<br />

duygu ve düşüncelerin bastırılması yerine, yüzleşme,<br />

tanımlama ve kurtulmak için mücadele etmek gerekir.<br />

Polis, Jandarma karakollarında, emniyet müdürlüklerinde<br />

veya herhangi bir yerde işkence ve kötü<br />

muameleye maruz kaldıysanız, yapacağınız ilk iş<br />

doktora gitmek ve rapor almaktır. Eğer gittiğiniz veya<br />

çıkarıldığınız doktordan işkence ya da kötü muameleye<br />

ilişkin bir rapor alamadıysanız, rapor almak ve<br />

işkenceciler hakkında suç duyurusunda bulunmak<br />

için insan hakları kurumlarına başvurabilirsiniz.<br />

İşkence ya da kötü muamelenin yol açtığı fiziksel ve<br />

ruhsal sorunların tedavisi için Türkiye İnsan Hakları<br />

Vakfı’na başvurabilirsiniz.<br />

Toplum yaşamını düzenlemek için, devlet tarafından<br />

yaptırıma bağlanmış kurallar var. Bunun adına<br />

hukuk da diyebilirsiniz. Hukuk, insanların uyması<br />

gereken kurallar bütünüdür. Fakat hukukun öngördüğü<br />

düzen, fiilen gerçekleşen bir düzen değildir.<br />

Hukuk, toplum içinde insanların gerçekten nasıl<br />

davrandıklarını değil, nasıl davranmaları gerektiğini<br />

gösterir. Her sınıfın kendine özgü bir hukuk anlayışı<br />

vardır. Hukuk özü bakımından bir üst yapı kurumudur.<br />

Hukuk, toplumun temel ve yapısal özelliklerine<br />

göre biçimlenir. Bu bağlamda ekonomik yapının,<br />

hukuk düzeni üzerindeki etkisi büyük önem taşır.<br />

Bu nedenle kâr amacı ile üretim yapılan kapitalist<br />

sistemde, hukuk kapitalist ekonomik temeli koruma<br />

yükümlülüğüne sahiptir.<br />

Bir ülkenin yasama organı tarafından yazılı hukuk<br />

kuralları oluşturulur. Kuşkusuz hukuk üzerine çok<br />

şey yazılabilinir. Türkiye’deki hukuk sistemi üzerine<br />

kitabın akışı içerisinde yer yer değinmeye çalıştım.<br />

Türkiye’de hukuk yargıcın yaptığıdır! Hukuk, yargıcın<br />

nasıl karar vereceğini tahmin etmektir. Yasaları<br />

koruma ve kollama görevi kolluk güçlerine verilmiştir!<br />

Kolluk güçleri hak arama mücadelesi yürüten insanları<br />

copluyor, üzerlerine biber gazı sıkıyor. İnsanlar<br />

keyfi olarak gözaltına alınıyor vb. Kolluk güçleri<br />

güya “yasadışı” davrananlara karşı mücadele ediyor!<br />

O halde kolluk güçleri yasaları uygulamakla yükümlü<br />

değil mi? Kolluk güçleri, andaki mevcut yasal düzenlemelere<br />

göre hareket etmiyor. Türkiye’de kolluk<br />

güçlerinin yaptığı hukukdışı uygulamaları anlatmaya<br />

sayfalar yetmiyor.<br />

Bu bağlamda NE YAPILMALI sorusu ortaya çıkıyor.<br />

Her birey önce hakkını aramayı öğrenmelidir.<br />

Toplumu oluşturan tüm bireyler öncelikle demokrasiyi<br />

içselleştirmeli ve hak arama mücadelesini vermelidir.<br />

Türkiye’de hak arama mücadelesi bağlamında<br />

iki temel yanlış öne çıkmaktadır:<br />

• 1- “Nasıl olsa bir sonuç çıkmaz”!<br />

• 2- “Hakkımı aramaya kalkarsam, yakınlarım baskıya<br />

maruz kalır! Bu yüzden geri durmak gerekir”!<br />

Bu her iki düşünce de temelden yanlıştır. Hak arama<br />

bilinci gelişmezse, hukuksuz uygulamalar devam<br />

edecektir. Hak arama bilinci, toplumsal ilerleme ve<br />

gerçek demokrasiye duyulan ihtiyacın bir sonucudur.<br />

Kuşkusuz hak arama mücadelesini yürütenlere karşı<br />

kolluk güçleri baskı uygulamaya çalışmaktadır. Ama<br />

herşeye rağmen, Türkiye’de yaşanan hukuksuzlukları<br />

ve adil olmayan yargılamaları anlatmak gerekiyor.<br />

Öncelikle her bireyin hak arama mücadelesinin<br />

önemini kavraması gerekir. Türkiye’de kolluk güçleri<br />

yasaları korumakla yükümlü olduklarını söylüyorlar.<br />

Yasaları korumakla yükümlü olanlar, yasaları uygulamıyor.<br />

İşkenceye, hukuksuzluğa ve her türlü baskıya<br />

karşı tek bir çözüm yolu vardır. O da mücadele ve<br />

yalnızca mücadeledir. Mücadele edilmeden ve bedel<br />

ödenmeden kazanımlar elde edilemiyor. Mücadele<br />

etmek için de önce haklarımızı bilmemiz gerekir. İşkence<br />

ve her türlü hukuksuzluğun geriletilmesi yürütülecek<br />

mücadeleye bağlıdır.<br />

İnsan onurlu ve kutsal bir varlık olarak kabul edilmektedir.<br />

21. yüzyılda insan haklarının en üst düzeyde<br />

korunması, insan onuruna gereken değerin<br />

verilmesi büyük önem arz etmektedir. Bu husus ise,<br />

adaletin herkesin güven duyabileceği bir şekilde gerçekleştirilmesi<br />

ile mümkün olabilir. İnsan hakları ayrım<br />

gözetilmeksizin sahip olunan hakların tümünü<br />

kapsar. Bu nedenle ve tek cümle ile işkence suçu insanlığa<br />

karşı işlenen bir insanlık suçudur. Anılan bu<br />

suç bu niteliği itibarıyla da evrensel bir çok sözleşmeye<br />

konu olmuştur. Gerçek anlamda hukukun yerleşmesi,<br />

işkencenin ortadan kaldırılması vb. yalnızca ve<br />

yalnızca yürütülecek mücadeleye bağlıdır. İnsanlar,<br />

linç politikalarına, baskı ve işkencelere, hapishanelerdeki<br />

baskılara, ırkçılığa, faili meçhullere, töre cinayetlerine,<br />

kadına karşı şiddete, aile içi şiddete, baskı<br />

ve sömürüye karşı durduğu oranda hak arama bilinci<br />

gelişmiş demektir. Ne yazık ki, bedel ödenmeden,<br />

acılar yaşanmadan, mücadele etmeden, karanlıklar<br />

aydınlanmıyor. Görev karanlıkları aydınlatmak için<br />

mücadele yürütmektedir.” (191-194)<br />

Aralık 2010 ✓


“Görülmüştür Mahpus Resimleri Sergisi”<br />

10<br />

Aralık 2010 günü, saat 17.00’de “Görülmüştür<br />

Mahpus Resimleri Sergisi”, İçel Sanat<br />

Kulübü (İSK) Teoman Ünüsan Salonu’nda açıldı.<br />

Yazar Adil Okay’ın öncülüğünde, İnsan Hakları<br />

Derneği ve Akdeniz Belediyesi Kent Konseyi işbirliği<br />

ile gerçekleşen sergiye duyarlı kişi ve kurumlar yoğun<br />

ilgi gösterdi. Serginin açılış konuşmasını Yazar Adil<br />

Okay gerçekleştirdi. Konuşmasında özellikle ağır<br />

hasta tutsaklardan örnekler veren Okay, “Amacımız<br />

cezaevlerinde yaşanan sorunları dışarıya yansıtmak.<br />

İçeride çok fazla sorun var. Devletin himayesindeki<br />

insanlar çok zor koşullar altında yaşıyorlar” dedi.<br />

Sergide emeği geçenlere de değinen Okay, “Kolektif<br />

bir çalışma sonucu yaptığımız bu çalışmada gönüllü<br />

olarak çalışan arkadaşlarımız oldu, emeği geçenlere<br />

teşekkür ediyorum” dedi. Okay’ın ardından Akdeniz<br />

Belediyesi Başkanı M. Fazıl Türk’de kısa bir konuşma<br />

yaptı. Konuşmasında kendisinin de bir dönem Diyarbakır<br />

Cezaevi’nde kaldığını ifade eden Türk, cezaevlerinde<br />

yaşanan hak ihlallerine dikkat çekti.<br />

Bir hafta açık kalan sergiye ilgi oldukça yoğundu.<br />

Sergi, 17 Aralık Cuma günü Milletvekili Akın Birdal,<br />

Akdeniz Belediye Başkanı M. Fazıl Türk, Yazar Faik<br />

Bulut, Yazar Adil Okay, İHD Mersin Şube başkanı Ali<br />

Tanrıverdi ve çok sayıda davetlinin katıldığı bir kokteyli<br />

ile sona erdi.<br />

Kapanış kokteylinde bir konuşma yapan Milletvekili<br />

Akın Birdal, Türkiye’de bireysel hak ve özgürlüklere<br />

tam anlamıyla ulaşılamadığını, bu nedenle<br />

de ‘İnsan Hakları Haftası’nın bir bayram havasında<br />

kutlanamadığını belirtti. Anadil hakkının insanın<br />

olmazsa olmazı ve doğuştan gelen bir hak olarak öne<br />

çıktığını vurgulayan Birdal, ‘Lozan Antlaşması’nın<br />

39. maddesi 6. fıkrasında ‘Anadil’in bir hak olduğunun<br />

kabul edildiğini, Türkiye’nin de söz konusu antlaşmaya<br />

taraf olan ülkeler arasında yer aldığını hatırlattı.<br />

Şair-Yazar Adil Okay ise, sergiyi açmalarının amacının,<br />

cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerine dikkat<br />

çekmek olduğunu söyledi. Okay, Türkiye’nin değişik<br />

cezaevlerinden yaklaşık 100 siyasi tutuklunun<br />

100 resim yapıp sergiye gönderdiğini belirten, Okay,<br />

“Amacımız, cezaevlerindeki insanların birer rakam<br />

veya istatistik olmadığını, cezaevlerinde yaşanan sorunları<br />

dışarıya yansıtmak. İçeride çok fazla sorun<br />

var. Devletin himayesindeki insanlar çok zor koşullar<br />

altında yaşıyorlar. Örneğin Mersin Cezaevi’nin kapasitesi<br />

800 kişilik, fakat şu anda bin 300 insan kalıyor.<br />

İnsanlar adeta üst üste yatıyor. 15 günde bir sıcak su<br />

alabiliyorlar, keyfi tecrit cezaları veriliyor. Cezaevlerinde<br />

hüküm giymeden yıllarca tutuklu kalan, ağır<br />

hasta oldukları halde tahliye edilmeyen yüzlerce insan<br />

var” dedi.<br />

Sergide siyasi düşüncelerinden dolayı mahkum<br />

edilen insan hakları aktivisti Avukat Ali Bozan ve Yazar-Şair<br />

Adil Okay’a birer plaket verildi. Ali Bozan’ın<br />

plaketini eşi Filiz Soylu Bozan aldı.<br />

19.12.2010<br />

YDİ Çağrı/Mersin ✓<br />

✉<br />

okuyucu mektubu<br />

81


✉<br />

okuyucu mektubu<br />

82<br />

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht<br />

Mücadelemizde Yaşıyor, Yaşayacak<br />

Rosa ve Karl 15 Ocak 1919 yılında Alman militarist<br />

güçleri tarafından tutuklandılar. Aynı günün<br />

akşamı başları dipçikle ezilerek katledildiler. Alman<br />

Komünist Partisi’nin kurucuları Rosa’nın cesedi<br />

Landwehr kanalına atıldı, Liebknecht ise kafasından<br />

kurşunlanarak öldürüldü.<br />

Ceset sömürücüleri, Rosa ve Karl’ın savunduğu<br />

komünist görüşleri bir tarafa bırakarak, onlara sahip<br />

çıkma görüntüsüne bürünmektedir. Lenin’in<br />

deyimi ile Rosa kimi hatalarına rağmen bir kartaldı.<br />

Rosa ve Karl’ı anmak onların görüşlerinden öğrenmektir.<br />

Rosa ve Karl komünistti. Onlar, kapitalist<br />

sisteme karşı proletarya önderliğinde bir devrimi savunuyorlardı.<br />

Rosa ve Karl komünistlere aittir. Rosa<br />

Luxemburg’un teorik ve siyasi görüşlerinde esas olan<br />

doğruları vurgularken, yanlışlarını da eleştirmekten<br />

çekinmeme yöntemini uygulamak tek doğru bilimsel<br />

tavırdır.<br />

Her yıl Rosa ve Karl’ın ölüm yıldönümlerinde<br />

Berlin’de gelenekselleşen konferans ve yürüyüş yapılmaktadır.<br />

Her yıl binlerce insan bir araya gelmekte,<br />

Rosa ve Karl’ı anmaktadır. Bu yıl Rosa Luxemburg<br />

Konferansı öncesinde bir komünizm öcüsü tartışması<br />

yaşandı. Karl Marks ve Friedrich Engels’in<br />

“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” diye başladıkları<br />

Komünist Manifesto’da bahsedilen “hayaletin” Junge<br />

Welt (Genç Dünya) gazetesinde adının anılması<br />

Almanya’da yaygaranın koparılmasına neden oldu.<br />

Bu yıl yapılan 16. Uluslararası Rosa Luxemburg Konferansında<br />

“Komünizme nereden gidilir? Sol reformizm<br />

mi yoksa devrimci strateji mi? Kapitalizmden<br />

çıkış yolları” başlıklı bir panel planlanmıştı. Bu panelin<br />

konuşmacılarından biride Sol Parti eş başkanı<br />

Gesine Lötzsch’tu. Bu panele hazırlık amacıyla, DIE<br />

LINKE (Sol Parti) eş başkanı Gesine Lötzsch’un Junge<br />

Welt gazetesinde bir makalesi yayınlandı. Lötzsch,<br />

Rosa Luxemburg’un “devrimci reelpolitika” ve özgürlük<br />

anlayışına atıfta bulunarak bu soruya yanıt<br />

vermeye çalışıyordu! Yazı aslında gerçek anlamda<br />

komünizmden, ona gidişte zorunlu olan proletarya<br />

diktatörlüğünden kendisini net olarak ayıran reformizmi<br />

savunan bir yazı idi. Lötzsch,“Komunizme<br />

giden binlerce yolun” olduğunu savunarak, solun,<br />

kapitalizmin ve militarizmin aşılması amacıyla, hem<br />

“isçilerin ve halkın büyük çoğunluğunun sorunlarının<br />

çözümü, hem de mülkiyet ve iktidar ilişkilerinin<br />

yapısal değişimi için” gündelik soruları yanıtlayarak,<br />

“radikal reelpolitika” yapılması gerektiğini vurguluyordu!<br />

Ama “Komünizm” kelimesini kullanıyor olması<br />

ve eski RAF üyesi Inge Viett ile aynı panelde yer<br />

alacak olması, CDU’lusundan SPD’lisine ve hemen<br />

hemen bütün burjuva medyasına kadar geniş bir cephenin<br />

Sol Parti’ye “terorizmle ortaklıkları var”, “yeniden<br />

milyonlarca insanın kanına girmek istiyorlar”<br />

türünden suçlama yöneltmesine ve neoliberallerin<br />

histeri nöbetine tutulmalarına neden oldu. CSU Genel<br />

Başkanı Horst Seehofer ise daha da ileri giderek,<br />

Sol Parti’nin yasaklanmasını talep etti. Alman medyası<br />

ve burjuvazisi sahte komünizm savunucularına<br />

bile tahammül edemediğini bir kez daha gösterdi.<br />

Yaygın medya ve burjuvazi, sanki kapitalizm tanrı<br />

vergisiymiş, yaşam kapitalizme ebedilik yasası tanımış<br />

gibi, alternatiflerin telaffuz edilmesinden dahi<br />

rahatsız oluyordu. Ama diğer taraftan Bavyera Merkez<br />

Bankası’nın adının Hypo Alpe Adria’nın iflasındaki<br />

reel kriminel tavrından, uluslararası mali piyasa<br />

spekülatörlerinin küresel çapta yol açtıkları yıkımdan<br />

veya kapitalizmin neden olduğu ekolojik-sosyalekonomik<br />

felaketlerden hiç mi hiç rahatsız değiller.<br />

Sol Parti ve onun eş başkanının savunduğu görüşlerin<br />

bilimsel komünizmle hiç bir ilgisi yoktur. Sol<br />

Parti eş başkanı Gesine Lötzsch yazdığı makalede,<br />

Rosa Luxemburg’un görüşlerini revizyondan geçirmekte<br />

ve güya komünizme gidişin bir çok yolu olduğunu<br />

savunmaktadır! Komünizme varmanın nasıl<br />

olması gerektiği ML’nin klasikleri tarafından ortaya<br />

konulmuştur. Öncelikle mevcut sistem proletarya önderliğinde<br />

yıkılacak ve sosyalist toplumu inşa etmek<br />

için proletarya diktatörlüğü kurulacaktır. Nihai hedef<br />

sınıfsız, sömürüsüz ve devletin olmadığı komünizme<br />

varmaktır.<br />

Gerçek komünistler, komünizme, insanlığın kurtuluş<br />

idealine, sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz topluma<br />

giden yolu biliyorlar. Bu topluma nasıl varılacağı<br />

bellidir. Komünizme gidişin nasıl olması gerektiğini<br />

tartışanlar, komünist mücadelenin önünde engeldirler<br />

Evet, gerçek komünistler, Rosa’nın dediği gibi<br />

“iktidarı, bütün pozisyonlarına sahip olana ve onları<br />

dişlerimiz ve tırnaklarımızla savunacağımız zamana<br />

kadar kendimizi burjuva devletinin içine bastırarak,<br />

bir defalık değil, sürekli olarak ele geçirmeyi” hedeflemektedir.<br />

Rosa Luxemburg Konferansı<br />

Sol Parti’ye karşı yürütülen karalama kampanyasının<br />

gölgesi altında 8 Ocak 2011 tarihinde, 16. Rosa<br />

Luxemburg konferansı yapıldı. Konferansa, önceki<br />

yıllara oranla büyük bir katılım vardı. Basının verdiği<br />

bilgiye göre, konferansa 2500 kişi katılmıştı. Konferansa,<br />

yazılı ve görsel medyanın yoğun ilgisi vardı.<br />

140 basın mensubu konferansı izlemek için başvuru<br />

yapmıştı. Konferansın gündemi oldukça yoğundu.<br />

Bir çok panel planlanmıştı ve konferansın uluslarara-


sı katılımcıları vardı.<br />

Konferans saat 11’de başladı. İlk konuşmacı Moshe<br />

Zuckermann idi. Zuckermann, İsrail, Filistin sorununu<br />

anlattı. Brian Campfield, Kuzey İrlanda ve<br />

ülkesindeki gelişmeler hakkında bir sunum yaptı.<br />

Oyuncu Rolf Becker, 29 yıldır ölüm hücresinde idam<br />

edilmeyi bekleyen Mumia Abu-Jamal hakkında bilgiler<br />

verdi. Yunanistan Komünist Partisi MK üyesi<br />

Christos Katsotis, ülkesindeki gelişmeler ve şimdiye<br />

kadar yapılan yedi genel grev eylemlerini anlattı.<br />

Macaristan Sol Yeşil Hareketinin üyesi Gaspar Miklos<br />

Tamas, “komünizme giden yol” ve Almanya’da<br />

yürütülen tartışmalar üzerine konuştu. Amerika’da<br />

12 yıldan bu yana “ajan” oldukları iddiası ile beş<br />

Kübalı hapiste bulunuyor. Bu beş tutukludan sadece<br />

bir tanesine “cinayet planlaması suçlaması” yöneltiliyor.<br />

Amerika’da hapiste tutulan Rene Gonzales<br />

Sehwerert’in annesi Irma Sehwerert Mileham, oğlunun<br />

durumu hakkında bilgi verdi ve hapiste oğlunu<br />

ziyaret esnasında yaşadığı zorlukları anlattı. Mumia<br />

Abu-Jamal’ın eski avukatı Robert R. Bryan, siyasi<br />

mahkumlar üzerine bir sunum yaptı. Dünya çapında<br />

20 bin mahkum ölüm cezasının infaz edilmesini<br />

bekliyor. Sadece Amerika’da ölüm hücrelerinde idam<br />

edilmeyi bekleyen 3200 mahkum var. Kolombiya Komünist<br />

Partisi MK üyesi Carlos Lozano, ülkesindeki<br />

gelişmeler hakkında bilgi verdi.<br />

Herkes merakla saat 18.00’de başlayacak paneli<br />

bekliyordu. Panelin konusu “komünizme nereden<br />

gidilir”di. Daha önce açıklanan programa göre Sol<br />

Parti eş başkanı Gesine Lötzsch’da podyumda yer<br />

alacak ve sorulacak sorulara cevap verecekti. Ama<br />

beklenen olmadı. Gesine Lötzsch, yürütülen karalama<br />

kampanyası ve parti içinden gelen tepkiler sonucu<br />

konuşmasını yaptı ve konferanstan ayrıldı. Lötzsch,<br />

Junge Welt gazetesinde çıkan makalesini savunurken,<br />

partinin eski lideri Oskar Lafontain’in hedeflerinin<br />

“demokratik sosyalizm” olduğunu savunduğuna dikkat<br />

çekti. Lötzsch, konuşmasına kim olduğunu belirterek<br />

başladı. Mayıs 2010 yılında yapılan parti kongresinde<br />

%92 oyla parti başkanlığına seçildiğini, uzun<br />

süreli işsizlerin yardım paralarını kısıtlayan “Hartz<br />

IV” adlı yasaya karşı çıkan, NATO’yu reddeden ve<br />

dünya barışının sağlanması için çalışan tek parti<br />

olduklarını belirtti. Yazdığı makalenin “Stalin’in<br />

komünist rejiminde öldürülen binlerce mağdur” ile<br />

bağdaştırılmasının doğru olmadığını ve Stalin döneminde<br />

yapılan uygulamalara karşı mücadele ettiklerini<br />

anlattı. Burjuvazi istediğini almış, Gesine<br />

Lötzsch beklenen Anti-Stalinist yeminleri etmişti.<br />

Gesine Lotzsch’un konuşmasının ardından moderatörlüğünü<br />

Sol Parti milletvekili Ulla Jelpke’nin<br />

yaptığı panel başladı. Podyumda sadece kadınlar yer<br />

alıyordu. Katılımcılar şunlardı: İnge Viett (Eski Alman<br />

Kızıl ordusu üyesi, Radikal Sol), Katrin Dornheim<br />

(Demiryolu Sendikası işyeri temsilcisi), Bettina<br />

Jürgensen (Alman Komünist Partisi Genel Sekreteri),<br />

Claudia Spatz (Faşizme Karşı Hareket Berlin). Her<br />

konuşmacı “Komünizme Giden yol” üzerine görüşlerini<br />

anlattı. Konuşmalardan sonra moderatörün sorduğu<br />

sorulara katılımcılar cevap verdi.<br />

Bir çok grup yayın masası açmıştı. Bolşevik İnisiyatif<br />

Almanya (Herşeye Rağmen) yayın masası<br />

açan gruplar arasındaydı. Bolşevik İnisiyatif (Herşeye<br />

Rağmen) taraftarları, en son çıkan Herşeye Rağmen<br />

sayı 56’nın satışını yaptılar ve bildiri dağıttılar.<br />

Komak-ML Avusturya ve Bolşevik İnisiyatif Almanya<br />

“Rosa ve Karl’dan Öğrenelim” başlıklı bir bildiri<br />

çıkarmışlardı. Bildiride, Rosa ve Karl’dan öğrenilmesi<br />

gerektiği, onların komünist olduğu, kapitalist<br />

sisteme karşı proletarya devrimini savunduklarına<br />

vurgu yapılıyordu. Emperyalizmin açlık, kriz, ırkçılık,<br />

savaş, halkları katletme ve barbarlık olduğu belirtildikten<br />

sonra, krizin ancak bir devrimle ortadan<br />

kalkacağı, emperyalizmin alternatifinin sosyalizm<br />

olduğu vurgusu yapılıyordu. Konferansta yapılan ajitasyon<br />

propaganda faaliyetinde, Rosa ve Karl’dan nasıl<br />

öğrenilmesi gerektiğini, doğru bir şekilde anlatan<br />

iki grup Bolşevik İnisiyatif Almanya ve Komak-ML<br />

Avusturya idi.<br />

Rosa ve Karl Yürüyüşü<br />

Rosa ve Karl yürüyüşü 9 Ocak Pazar günü Frankfurter<br />

Tor metro durağında saat 10.00’da başladı.<br />

Yürüyüş, Sol Parti, MLPD (Almanya Marksist Leninist<br />

Partisi), Alman Komünist Partisi’nin de içinde<br />

yer aldığı birçok parti ve kurum tarafından organize<br />

edilmişti. Yürüyüşün en önünde “Luxemburg, Liebknecht,<br />

Lenin Kimse Unutulmadı Ayağa Kalk ve Karşı<br />

Koy” pankartı taşındı. Yürüyüşte, sık sık “Rosalar<br />

Yaşıyor”, “Kahrolsun Faşizm” ve “Yaşasın Halkların<br />

Kardeşliği” gibi sloganlar atıldı. Bolşevik İnisiyatif ve<br />

Komak-ML taraftarları “Baş Düşman Kendi Ülkendedir”<br />

yazılı bir pankart arkasında bir kortej oluşturarak<br />

yürüyüşe katıldı. Konferansta olduğu gibi,<br />

yürüyüşte de gazete satışı ve bildiri dağıtımı yapıldı.<br />

Yürüyüşte her zamanki gibi anti faşist gruplar, attıkları<br />

sloganlar ve görünüşleriyle dikkatleri üzerlerine<br />

çektiler. Grup ile polis arasında zaman zaman arbede<br />

yaşanırken, bir kişi de göz altına alındı. Türkiyeli devrimci<br />

hareketlerin de katıldığı yürüyüşe, İran, Küba,<br />

Filistin, Bask ve Meksika başta olmak üzere birçok ülkeden<br />

sol örgütler katıldı. Yürüyüş, Richten Berg mezarlığındaki<br />

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’ın<br />

mezarlarının ziyaret edilmesiyle son buldu. Yürüyüş,<br />

Rosa ve Karl’ın mezarının başında Bolşevik İnisiyatif<br />

Almanya taraftarları, Komak-ML Avusturya’dan arkadaşlar,<br />

MLKP ve TİKB taraftarları ile birlikte Enternasyonal<br />

Marşı söylenerek bitirildi. Rosa ve Karl<br />

yas tutularak anılamaz, anılmamalıdır. Dün olduğu<br />

gibi, bugün de onların komünist görüşleri bize yol<br />

gösteriyor, göstermeye devam edecek.<br />

13 Ocak 2011<br />

Berlin’den YDİ Çağrı Okuru<br />

✉<br />

okuyucu mektubu<br />

83

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!