uzun bir gölge — HIDIR MURAT DOĞAN GÖRSEL: STOCK 46 6.Sayı <strong>Öteki</strong>
[Quo fata ferunt / Kader nereye götürürse] Bu onun hikâyesi. Bir hiçken hiç doğanın, yoktan yok olanın hikâyesi. Fotoğraflarda parmak ardında kalmış adamların, aynı akvaryumda diğerince parçalanmış balıkların, kitap aralarında unutulmuş uzak ülke kartlarının, naif kokusu çoktan gitmiş yazık-atılası denizel kabukların, balkon köşelerinde el değmemiş karıncaların ve hatırlaması zor öğretisi imkânsız düş kırıklarının hikâyesi. Bu, Çayko’nun hikâyesi. Bu bizim hikayemiz. O yıl Ocak ayı, altı ay falan sürmüştü sanırım. Sıcak ve kuru bir yazdan sonra gelen, anlamsız endamsız hatta belki de lüzumsuz tuhaf bir kış. Sizce de hiç gerek yok muydu o denli çok soğuğa? Okulun aşağısında kalan futbol sahası tek kelimeyle buz tutmuştu. Şehrin ileri gelen okullarından biriyle yapılacak bir çeşit unvan maçı haftalardır erteleniyordu. Okul müdürü göbeğinden arta kalan boşluğa yanlış iliklediği ceketini saçarak, soğuk diye içeride, spor salonunda düzenlenen o son bayrak töreninde okulu bin beş yüzüncü kez boyatmak için velilerimizden beş milyon Türk lirası istediğini haykırıyordu. Eski parayla tabii. O gün dışarıda donuyorduk. Çarşamba Çarşamba bu neyin töreniydi? Buz tutmuş arkadaşlıkların, kaybolmuş kutup ayılarının mı? Sonra bir helikopter sesi duyuldu. Sahanın hemen diğer yanındaydık. Ortalık beyaza bulandı. Pervane gürültülerinin kulakları sağır eder noktaya gelişi ile sahayı kaplayan karın havaya saçılması aynı anda olmuştu. Delirmiş gibi bağıran makine tüm bu hengâmeyle zemine oturdu. Önce kapıdan bir el uzandı. İki subay indi. Sonra, buradan buraya rütbeleri olan başka bir adam… Kallavi bir duruşu vardı. Anladım. 9-E’deki şu Adanalı artistin babası. Onur’muydu neydi? Ha işte onun babası. Kolordu komutanı. Helikopterle oğlunun durumunu sormaya gelmiş. Havalıdır böyle şeyler bilirsiniz. İnanın benim de helikopterim olsa, bizzat oğlumun durumunu sormaya onunla giderim. “Hoca hanım” derim “bizim oğlan nasıl?” derim “emeklerimizin” derim “karşılığını” derim “alabilecek miyiz?” derim “bu helikopterin” derim “yakıtı şusu busu kolay mı bulunuyor sanıyorsunuz?” derim “bakın” derim “atlayıp geldim” derim “onca işin gücün arasında” derim “siz bu çocuğun matematiğini beş düşürün” derim “böylece” derim “vatanımız size minnettar kalacaktır” derim. Müdür ceketini ilikledi. Hatta o kadar çok ilikledi ki, ceket bir anda bebek kundağına, deli gömleğine dönüştü. Kafası ufacık kaldı adamın. “Opel Astra’ya binen adamın haline bak.” dedim Çayko’ya dönüp “Çekmecesinde üçü bir arada tutan, odasına klozet yaptırmış adamın düşüşüne bak…” Gülüştük. Helikopter pilotunun motoru stop ettirmeye niyeti yoktu. Kulak zarlarımız hem o keskin ayaza hem de bu gürültüye dayanamayacaktı. Biraz geriye çekildik. Müdür mikrofona üfledi. “Ses” dedi “Deneme” dedi. Okul mutemetine dönüp uzaktan “Çekiyor değil mi buradan Hüseyin?” dedi. “Evet, çekiyor şerefsizin çocuğu.” dedim kısık sesle. Zaten mutemet Hüseyin de müdüre dönüp ufak bir kafa hareketiyle bizzat bu cümlemi onayladı. Müdür önce kolordu komutanını yağlayıp balladı. Sonra uzun uzun okulumuza yapılan yardımlardan ama o kentin o zamanki tek Anadolu Lisesi olarak çok daha iyi yerlere gelebilmemiz için yapılması gereken yatırımların ne çok olduğundan filan bahsetti. “Vectra alacak pezevenk” dedim “Bak gör!” “Oğlum bir dur lan sen de!” dedi Çayko “Güldürme. Ömer bakıyor…” Ömer kim mi? O da müdür baş yardımcısı. Müdürümüzün gerçekten yardımcısıydı. Bence “baş”takısı tam da buradan geliyordu. Çünkü ikisi bir arada bir adam etmezdi, kafayı birlikte kullanıyorlardı. Resmen müdürün mikro hali gibi, çırağı gibi bir şeydi adam. Eğer yerküre üzerinde bizim müdür kadar yavşak bir adam varsa, o da bu paragrafta bahsi geçen baş yardımcısı olmalıydı. Milli Eğitim Bakanlığı set halinde atamıştı sanırım bunları. Ya da ne bileyim, yabancı polisiye dizilerdeki gibi ortak falandı bunlar. Birlikte aynı ekipte görevlendiriliyorlar, operasyondan operasyona birlikte koşuyorlar, velilerden beş milyon toplayarak kendilerine emanet edilmiş bu körpe ama seçkin zihinlere sonuna kadar sahip çıkıyorlardı. Ömer, sonradan milletvekili eşi olmuş İngilizcecinin bacaklarına alt kat merdivenlerinden uzun uzun bakmasa, her şey çok daha iyi olabilirdi belki ama, aman yahu, o kadar kusur okul müdüründe de var. O saçma sapan konuşmayı “Ve çocuklar” diye sürdürdü müdür. “Biliyorsunuz kış artık yerini bahara bırakacak, diğer okullarla da görüştük, futbol turnuvalarına sömestr tatilinden sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz.” dedi “İlk maçımız iki hafta sonra. Umarım efsane takımımız yine harikalar yaratacak. Ben evlatlarıma sonuna kadar güveniyorum. Hadi bakalım, 2003 yılı yine başarılarımızın yılı olsun…” “Yemin ediyorum mal bu herif” dedim “Beş milyon için düştüğü hale bak…” *** Hayat Alman kale maçlara benzemiyor. Öyle kolay olmuyor yani hiçbir şey. Öyle yakından gol atamıyorsun mesela. Öyle kolay paslaşamıyorsun. Öyle kolay sevinemiyorsun yani. Öyle kolay yenemiyorsun. Bir acı uzaktan bir degaj yapıyor. Kimin önüne düşerse düşüyor işte. Çayko’yla ilkokulda tanıştık biz esasen. Evimizin hemen karşısında başka bir okul olduğu halde, bizim iki alt sokaktaki okula torpille morpille yazdırıldığım gün görmüştüm onu. Müdür odasının kapısında. Annesinin elini tutmuştu. Öylece susuyordu. İtiraz etmiyordu. Ve bekliyordu. Mizacı bu. Onu tanıdım tanıyalı öylece susuyor, itiraz etmiyor ve bekliyor. O yıllarda Anadolu Lisesi sınavları ilkokul beşinci sınıfta yapılırdı. Çok az seçenek vardı zaten. Bugünkü gibi köşe başları Anadolu Liseleri’yle tutulmamıştı 47