You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
BAŞAK BIÇAK<br />
n Türkiye’de Mayıs sonu ile Haziran ayında<br />
yaşanan olaylar, tarihimiz açısından çok önemli bir<br />
kavramı ortaya çıkardı: Gezi Ruhu. Kimi çevreler<br />
bunun dünyada bir ilk olduğunu, kimileri ise öyle<br />
bir ruhun olmadığını ve harekete gereğinden fazla<br />
anlam yüklendiğini söylediler. Fazla ütopik hayaller<br />
kuranlar da mevcut, işlerine gelmediği için<br />
yerden yere vuranlar; hatta ve hatta Ortadoğu’da<br />
yaşananlara bağlayanlar, Şubat’ta planlanmış<br />
olduğu iddiasında bulunanlar da…<br />
Benim şahsi kanaatim, Gezi sürecinin Türkiye’de,<br />
baskıcı bir rejime doğru evirilen devlete ve iktidara<br />
yönelik bir reaksiyonun yanında ek olarak;<br />
bırakın halkı adına konuşmayı, kendileri adına<br />
bile söz söyleme yeteneğinden yoksun bir muhalefete<br />
tepkime niteliği taşıdığı yönünde. Gezi<br />
ile halk, -özellikle yaşam koşullarının değiştiği<br />
endişesi taşıyanlar- kendi düşüncelerini, kendilerinin<br />
söylemeleri gerektiğini öğrendiler. Yani, sıkça<br />
kullanılan ifadeyle direnmeleri gerektiğinin farkına<br />
vardılar. Gezi ruhu diye bahsedilen şey aslında<br />
sadece bundan ibaretti.<br />
Gezi ile ilgili bir giriş yapmamın sebebi ise, hayatın<br />
her alanında hissetmeye başladığımız otoriter<br />
bir baskının, spora, dolayısıyla futbola da sirayet<br />
etmiş olması… AKP iktidarının başa gelmesinden<br />
sonra, spor kulüplerine yönelik sistemli olarak yürütülen<br />
kontrol altına alma çalışmaları, Gezi olayları<br />
sonrasında yeniden gündemimize girdi. Çünkü<br />
Gezi’de kazanılan direniş ruhu, spor kulüplerinin<br />
taraftarları, bilhassa Çarşı grubu ile stadyumlara girdi<br />
ve atılan sloganlar hükümet aleyhtarı söylemlere<br />
dönüşerek siyasi bir içerik kazandı. Gençlik ve Spor<br />
Bakanı Suat Kılıç da, spora siyaset karıştıranların<br />
hesabı sorulacak diyerek tehditvari söylemlerine,<br />
stadyum girişlerindeki kontrolleri arttırarak tuz biber<br />
ekti. Alkollü taraftarlar stada alınmadı, sloganlar<br />
esnasında yayın yapan kanallar seslerini kıstı, siyasi<br />
her türlü eylem engellenmeye çalışıldı, faillerinin<br />
peşine düşüldü. Bir de elektronik bilet uygulaması<br />
çıkarıldı ki (yakında uygulamaya konulacağı söyleniyor),<br />
kim nerede oturuyor bilinsin, Mobeselerle tespit<br />
ettikten sonra yakalayabilsinler… Sonra da biz hiçbir<br />
şeyi kontrol etmiyoruz mavraları…<br />
Gündemimiz Ortadoğu karışıklıklarının yanı sıra,<br />
futbol ve siyaset ilişkisiyle bu denli meşgul olunca<br />
aklımıza, Portekiz’in faşist diktatörü Oliviera Salazar<br />
gelmemesi neredeyse imkansız diyerek onun<br />
dönemini anlatan filmleri yazmaya karar verdim.<br />
Ülkesini -bir kuram olarak ortaya koymasa da- 3F ile<br />
yöneten Salazar’ın, nefret ettiği komünistlerin babası<br />
Marx’ın, din kitlelerin afyonudur söylemine futbolu da<br />
ekleyip bu düsturla hareket etmesi, 36 yıl boyunca<br />
yönetimde kalmasını sağladı. Her ne kadar bu 3F,<br />
fado, fiesta, futbol olarak bilinse de ben doğrusunun<br />
fado, fatima, futbol olduğuna inananlardanım. Çünkü<br />
fiesta, daha çok İspanyollara özgü bir gelenek;<br />
Salazar ise rejimini daha muhafazakar bir tabana<br />
oturtma niyetinde. Bunun için de, dini değerleri<br />
temsil eden fatima daha yakın Portekizlilere. Fatima,<br />
Portekiz’de Katoliklerin hac yeri olarak kabul edilen<br />
bir kasaba. Kilise açısından da çok önemli çünkü<br />
burada Meryem Ana’yı gördüğünü iddia eden üç<br />
çocuktan birine, Meryem Ana’nın üç sır verdiğine