17.11.2014 Views

Yargıtayın İş Hukukuna İlişkin 2004 Yılı Kararlarının - Kamu ...

Yargıtayın İş Hukukuna İlişkin 2004 Yılı Kararlarının - Kamu ...

Yargıtayın İş Hukukuna İlişkin 2004 Yılı Kararlarının - Kamu ...

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Đş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku<br />

Türk Milli Komitesi<br />

YARGITAYIN<br />

ĐŞ HUKUKUNA ĐLĐŞKĐN<br />

KARARLARININ<br />

DEĞERLENDĐRĐLMESĐ<br />

<strong>2004</strong><br />

Ankara, 2006


ÖNSÖZ<br />

Birincisi 1975 yılında yapılan ve 2005 yılı Yargıtay <strong>Kararlarının</strong> Değerlendirilmesi<br />

Seminer kitabının yayımlanması ile 30. yılını dolduracak Milli Komitemiz<br />

seminer faaliyeti ve bunun ürünleri olan seminer kitaplarının<br />

YARGITAYIN ĐŞ HUKUKU VE SOSYAL GÜVENLĐK HUKUKU<br />

ĐÇTĐHATLARININ OLUŞUMU VE GELĐŞMESĐNĐ gösteren bir kaynak olduğunu<br />

söylemek, herhalde fazla iddialı sayılmayacaktır. Yayınların kronolojik incelenmesinde,<br />

değerlendirmeyi yapan milli komite üyelerince çok anlamlı şekilde<br />

ortaya koydukları gibi, yüksek mahkeme YARGI HUKUKUNU işlevine ve amacına<br />

uygun şekilde çeşitli barikatları aşarak geliştirmektedir. Son yıllarda, yıllık<br />

40.000 aşan dosyanın karara bağlandığının konuşulması sayısal yönden görevin<br />

zorluklarını açıklamaktadır. Bu zorluğu aşarken <strong>Yargıtayın</strong> sadece yürürlükteki<br />

hukuk kurallarının resmi yorumunu yapmak ve uygulama şeklini göstermekle<br />

kalmayıp, boşlukları dolduran, çelişkileri kaldıran ve çalışma yaşamının dinamik<br />

yapısına uygun, teknolojik, ekonomik ve sosyal gelişmeleri dikkate alan ilke kararlarına<br />

kadar uzanan bir hedefe yöneldiği görülmektedir. Bu açıdan değerli yargıçlarımızın<br />

görev üstünlüğüne bağlı hizmet sunumları ve bununla toplum ve<br />

çalışma düzenini sağlamadaki çabaları, büyük takdirleri hak ettiklerinin bir göstergesidir.<br />

Milli Komitemiz ile Yargıtay arasında teori ve uygulamanın etkileşimi a-<br />

çısından 30 yıldır yürütülen diyalogun, daha uzun yıllar devam edeceği inancındayız.<br />

Bu yolda yürümenin sembollerinden biri olarak <strong>2004</strong> yılına ilişkin seminer<br />

kitabını <strong>Yargıtayın</strong> çok değerli başkan, üye ve tetkik hakimlerine, emekli statüsüne<br />

geçen ve vefat edenleri de anarak ĐTHAF etmek, Milli Komite için büyük bir<br />

mutluluk olacaktır.<br />

Bu kitabın yayımlanması, Milli Komite Faaliyetlerini birlikte desteklemeyi<br />

kabul eden Türkiye Đşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-Đş) ve Türkiye<br />

Đşveren Sendikaları Konfederasyonu (TĐSK)’in anlayışlarıyla ile <strong>Kamu</strong>-<br />

Đşletmeleri Đşverenleri (<strong>Kamu</strong>-Đş) Sendikası tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu<br />

vesileyle Türk-Đş ve TĐSK Başkan ve Yönetim Kurulu üyelerine, keza <strong>Kamu</strong>-Đş<br />

Đşveren Sendikası Başkan ve Yönetim Kurulu Üyelerine, Genel Sekreteri Sayın<br />

Erhan Polat’a teşekkürlerimi sunarım. Kitabın baskıya hazırlanmasında yardımlarını<br />

gördüğümüz Ar. Gör. Mahmut Kabakcı’ya ve Ar. Gör. Gizem Sarıbay’a ve<br />

baskı işini kısa sürede ve titizlikle gerçekleştiren Başbakanlık Basımevi mensuplarına<br />

teşekkürü bir borç bilirim.<br />

Prof.Dr. Münir EKONOMĐ<br />

Milli Komite Başkanı


ĐÇĐNDEKĐLER<br />

Milli Komite Başkanı Prof. Dr. Münir EKONOMĐ’nin Semineri Açış<br />

Konuşması ......................................................................................................<br />

Doç. Dr. Murat ENGĐN<br />

Tebliğ: Bireysel Đş Đlişkisinin Kurulması ve Đşin Düzenlenmesi Açısından<br />

<strong>Yargıtayın</strong> <strong>2004</strong> <strong>Yılı</strong> <strong>Kararlarının</strong> Değerlendirilmesi ....................................<br />

Genel Görüşme ..............................................................................................<br />

Prof. Dr. Savaş TAŞKENT<br />

Tebliğ: Bireysel Đş Đlişkisinin Sona Ermesi ve Kıdem Tazminatı<br />

Açısından <strong>Yargıtayın</strong> <strong>2004</strong> <strong>Yılı</strong> <strong>Kararlarının</strong> Değerlendirilmesi ...................<br />

Genel Görüşme ..............................................................................................<br />

Prof. Dr. Can TUNCAY<br />

Tebliğ: Toplu Đş Đlişkileri Açısından <strong>Yargıtayın</strong> <strong>2004</strong> <strong>Yılı</strong><br />

<strong>Kararlarının</strong> Değerlendirilmesi ......................................................................<br />

Genel Görüşme ..............................................................................................<br />

Prof. Dr. Ali Rıza OKUR<br />

Tebliğ: Sosyal Sigortaların Genel Hükümleri ve Türleri Açısından<br />

<strong>Yargıtayın</strong> <strong>2004</strong> <strong>Yılı</strong> <strong>Kararlarının</strong> Değerlendirilmesi ....................................<br />

Genel Görüşme ..............................................................................................


MĐLLĐ KOMĐTE BAŞKANI PROF. DR. MÜNĐR EKONOMĐ’NĐN<br />

SEMĐNERĐ AÇIŞ KONUŞMASI<br />

Yargıtayımızın çok değerli başkanları, üyeleri, tetkik hâkimleri, sayın konuklar<br />

ve Milli Komitemizin değerli üyeleri; kuruluşunun 30’uncu yılını tamamlayan<br />

Milli Komitemizin geleneksel bir faaliyeti olan Yargıtay kararlarını değerlendirme<br />

seminerlerinden bir yenisine hoş geldiniz.<br />

Ankara’da ikincisi düzenlenen bu seminerimizde de Yargıtay’ın özellikle<br />

<strong>2004</strong> yılına ilişkin Đş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukukuyla ilgili kararları değerlendirilecek<br />

ve her zaman olduğu gibi, ileriye yönelik şekilde ortak çözüm<br />

yolları aranmak suretiyle bir sonuca gidilmeye çalışılacaktır.<br />

Seminerimize katılan ve çok yararlı katkıları yanında oturum başkanlıklarını<br />

da üstlenen 9’uncu Hukuk Dairesi Başkanı Sayın Osman Güven Çankaya’ya,<br />

10’uncu Hukuk Dairesi Başkanı Sayın Coşkun Erbaş’a ve 21’inci Hukuk Dairesi<br />

Başkanı Sayın Ali Güneren’e, keza katılımları ile bizleri destekleyen Yargıtay’ın<br />

diğer üyelerine, tetkik hâkimlerine huzurunuzda bir kez daha teşekkür etmek benim<br />

için zevkli bir borçtur.<br />

Seminerimizde tebliğ sunan Milli Komite üyelerine tekrar teşekkür etmek<br />

istiyorum. Geçmiş 30 yılı düşündüğümüzde, ne kadar büyük bir emek verdikleri<br />

ve onların bu emekleriyle ortaya çıkan eserleri hepiniz bilmektesiniz.<br />

Seminerlerimizi ve diğer faaliyetlerimizi maddî ve manevi açıdan destekleyen<br />

işçi-işveren kuruluşlarına, bu arada Türkiye Đşçi Sendikaları Konfederasyonu<br />

ve Türkiye Đşveren Sendikaları Konfederasyonu ile KAMU-ĐŞ Đşveren Sendikasına<br />

huzurlarınızda bir kez daha teşekkür ediyorum.<br />

Đlk Oturum Başkanı ben olduğum için oturumu açıyorum ve tebliği sunmak<br />

üzere Sayın Doçent Doktor Murat Engin’i kürsüye davet ediyorum.


Bireysel Đş Đlişkisinin Kurulması,<br />

Hükümleri ve Đşin Düzenlenmesi<br />

Oturum Başkanı<br />

Tebliğ Sahibi<br />

: Prof. Dr. Münir EKONOMĐ<br />

Đ.T.Ü. Đşletme Fakültesi<br />

: Doç. Dr. Murat ENGĐN<br />

Galatasaray Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi


I. Đş Sözleşmesinin Meydana Gelmesi<br />

1. Đşçi sıfatının tespiti amacıyla iş sözleşmesinin unsurlarının incelendiği<br />

ilk kararda(Y.9.HD, 15-12-<strong>2004</strong>, 9-422/726, Legal, sa.6, 691), davacı davalıya ait<br />

işyerinde orkestra üyesi olarak çalışırken sözleşmesinin feshi üzerine tazminat<br />

alacakları için dava açmış, ilk derece mahkemesi davalı ile orkestra üyelerinden<br />

biri arasında yapılan tek tip istisna sözleşmesi bulunduğu, sözleşmede kimin görev<br />

alacağının önceden belirlenmediği, fatura ile yapılan ödemelerin orkestra üyeleri<br />

arasında paylaşıldığından hareketle arada iş ilişkisi bulunmadığı sonucuna<br />

varmıştır.<br />

Yargıtay, sözleşmeler incelendiğinde çalışma saatlerinin davalı tarafından<br />

belirlendiği, yapılacak işin davalı tarafından düzenlenip denetleneceği, çalışılmayan<br />

günler için ücret ödenmeyeceği hükümlerinin bulunduğu, ayrıca 1997-1998<br />

yıllarında günlük ücretlerin doğrudan davalı işverence tek taraflı olarak belirlendiğini<br />

saptayarak, zaman, işverenin gözetimi altında bağımlı çalışma ve günlük<br />

ücret ödenmesi mevcut olduğundan aradaki ilişkiyi isabetle iş sözleşmesi olarak<br />

nitelemiştir.<br />

2. Đş sözleşmesi ile çalışan avukat ile işveren arasında çıkan uyuşmazlıkta<br />

görevli mahkemeye ilişkin bir diğer karara(Y.9.HD.13-12-<strong>2004</strong>, 12210/27496,<br />

Legal, sa. 6, 736) konu olan olayda, davacı işveren davalı avukatın aylık ücret<br />

karşılığı iş sözleşmesi ile çalıştığı, sözleşmede ücret dışında ayrıca bir vekalet<br />

ücreti ödenmeyeceği kararlaştırılmış olmasına rağmen şirket bünyesindeki avukatların<br />

takip ettikleri dosyalar sebebiyle hak kazandıkları vekalet ücretinin bir<br />

kısmını çekerek haksız kazanç sağladığı iddiasıyla dava açmış, davalı, arada vekalet<br />

ilişkisi bulunduğunu, bu nedenle Baro hakem kurulunun görevli olduğunu<br />

savunarak görevsizlik kararı verilmesini talep etmiştir.Đlk derece mahkemesi,<br />

diğer avukatların vekalet ücretinin davalı tarafından alınmasının sebepsiz zenginleşme<br />

teşkil ettiği, bu durumda genel mahkemelerin davaya bakmakla görevli<br />

oldukları gerekçesiyle görevsizlik kararı vermiştir.<br />

Yargıtay, olayda zaman, bağımlılık ve ücret unsurlarının bulunduğunu<br />

tespit ederek iş sözleşmesinden kaynaklanan uyuşmazlığın çözüm yerinin iş mahkemesi<br />

olduğu sonucuna varmıştır.<br />

3. Bağımlılık ilişkisinin tartışıldığı üçüncü karar(Y.9.HD. 3-6-<strong>2004</strong>,<br />

1550/13370, Legal, sa. 5, 332) kanımızca bu konuda <strong>2004</strong> yılında verilen en ilginç<br />

karardır.


Karara konu olan olayda, Fransa da ikamet eden davacı ile Đstanbul’da faaliyet<br />

gösteren davalı yayımcılık şirketi arasındaki sözleşmeye göre, davacı yurt<br />

dışında davalının yayın danışmanlığını ve temsilciliğini yapmak, davalıya yayımlanmak<br />

üzere kitaplar seçmek ve telif hakları davalıya ait Türkçe yayınların yurt<br />

dışında telif satışını gerçekleştirmek üzere sözleşme yapmışlardır. Đlk derece<br />

mahkemesi aradaki sözleşmenin danışmanlık sözleşmesi olduğu, davacının işverenin<br />

gözetim ve denetimi altında işyerinde çalışmadığı, bu nedenle aralarında iş<br />

ilişkisi bulunmadığı gerekçesi ile davayı reddetmiştir.<br />

Yargıtay, davacının işgücünü belirli bir ücret karşılığı ve ona bağımlı olacak<br />

şekilde davalının emrine vermeyi taahhüt ettiği, bizzat davalının gösterdiği<br />

işyerinin yurt dışında olmasının bağımlılık unsurunun yokluğu anlamına gelmeyeceği,<br />

dolayısıyla iş, ücret ve bağımlılık unsurlarının gerçekleştiği gerekçesiyle<br />

iş sözleşmesinin varlığına hükmetmiştir.<br />

Karar isabetli olmakla birlikte, bağımlılık ilişkisinin ĐK. m. 2/III hükmünün<br />

işyeri tanımında esas aldığı iş organizasyonu kıstası çerçevesinde ele alınmamasının<br />

bir eksiklik olduğu kanısındayız.<br />

II. Alt Đşveren<br />

1. Alt işveren konusunda incelediğimiz ilk kararda Yargıtay (Y. 9.HD.<br />

14-10-<strong>2004</strong>, 22472/23187, Legal ĐHSGHD sa.6, 2005, 771 vd), bizim de savunduğumuz<br />

görüşe paralel olarak(bkz. Engin, E. Murat, Đş Sözleşmesinin Đşletme<br />

Gerekleri Nedeniyle Feshi, Đstanbul 2003, 85 vd.), alt işverene devrin yeniden<br />

yapılanma tedbiri olduğu ve devirle birlikte o güne kadar devredilen bölümde<br />

çalışan işçilerin sözleşmesinin feshinin işletme gerekleri nedenine dayandığı sonucuna<br />

isabetle varmaktadır.<br />

Somut olayda devrin konusu yardımcı işlerdir ve Yargıtay yardımcı işin<br />

devri ile ilgili olarak bizim de katıldığımız bir sonuca ulaşmaktadır. Bununla birlikte,<br />

kararda geçen, işyerinin bir bölümünün alt işverene devri ifadesi üzerinde<br />

durulmalıdır. Bu ifade eski yasanın tanımına uygun olmakla birlikte yeni yasanın<br />

tanımına uygun değildir. Yeni yasa asıl iş yardımcı iş ayrımı yaptıktan başka, alt<br />

işverene devredilebilecek asıl işi işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle<br />

uzmanlık gerektiren işler olarak tanımlamaktadır. Yasanın bu hükmünün Yargıtay<br />

tarafından açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.


2. <strong>Yargıtayın</strong> alt işveren ile ilgili bir diğer kararına (Y.9.HD. 23-9-<strong>2004</strong>,<br />

4405/19882, Legal ĐHSGHD sa.6, 2005, 784 vd.) konu olan olayda, davalı şirketin<br />

Ü tüketim ürünleri AŞ. ye satış ve pazarlama hizmetleri verdiği, Ü AŞ’nin<br />

davalı şirkete 1-7-2003 günü işten çıkarılacak 115 işçiyi liste halinde bir yazıyla<br />

bildirdiği, 2-8-2003 günü davacının tazminatları ödenerek işten çıkartıldığı ve<br />

aynı gün, aynı yerde bu kez yine Ü ye bağlı B şirketinde yarı ücretle ve bir kısım<br />

sosyal haklar da kaldırılarak işe alındığı anlaşılmaktadır.<br />

Davalıya karşı açılan işe iade davası ise, ilk derece mahkemesi tarafından<br />

Ü nün hizmet alımını devretmesi ve genel ekonomik kriz nedeniyle feshin geçerli<br />

nedene dayanılarak reddedilmiştir.<br />

Yargıtay, Ü şirketinin davalıya yazılı talimat vermesi hususunun açıklığa<br />

kavuşturularak davacının asıl işvereninin kim olduğunun ve gerçekten yeniden<br />

yapılanma olup olmadığının belirlenmesi gerektiğini hükme bağlayarak kararı<br />

bozmuştur.<br />

Karara ekli karşı oy yazısında davalı şirketin Ü AŞ. nin taşeronu olduğu,<br />

davacının fesihten sonra işe alındığı B şirketinin de Ü nün taşeronu olduğunun<br />

anlaşıldığı, her iki firma işçilerinin aynı yerde çalıştıkları ve aynı malları aynı<br />

müşterilere dağıttıklarının anlaşıldığını, bu nedenle davalı ile Ü nün arasındaki<br />

ilişkinin araştırılmasına gerek olmadığı, davalı şirketin kendi iddialarını kanıtlayamadığı<br />

ve bu tür bir çalışma sisteminin Kanunun 22. maddesinin işlerliğini<br />

ortadan kaldırdığı belirtilmektedir.<br />

Gerçekten, kararda ortaya konan somut olgular <strong>Yargıtayın</strong> eski yasa döneminde<br />

kararlılık kazanmış içtihadı doğrultusunda muvazaalı alt işveren uygulamasının<br />

tipik örneğidir. Buna bağlı olarak, işçinin muvazaalı yollarla sözde alt<br />

işverenden bir diğer sözde alt işverene devir için sözleşmesinin feshi de geçersiz<br />

fesihtir.<br />

Bu vesileyle üzerinde durmak istediğimiz ve alt işverene devir yanında işletme<br />

gerekleri nedeniyle feshi de yakından ilgilendiren bir konu, kararda değinilmeyen<br />

ĐK.m.2/son hükmünün ilk cümlesidir. Söz konusu fıkrada, asıl işveren<br />

işçilerinin alt işveren tarafından işe alınmaları suretiyle haklarının kısıtlanamayacağı<br />

hükme bağlanmaktadır.<br />

Đş Kanunu m.2/VI da düzenlenen alt işveren uygulamasında, yardımcı işi<br />

veya asıl iş bölümünü alt işverene devreden asıl işveren devirden önce kendi işçilerinin<br />

iş sözleşmelerini fesheder ve alt işveren devraldığı bölümde kendi işçilerini<br />

çalıştırır. Nitekim ĐK: m.2/VI hükmü alt işvereni devraldığı iş için görevlendirdiği<br />

işçilerini sadece bu işte çalıştıran işveren olarak tanımlamaktadır.


Yargıtay tarafından da kabul edildiği üzere, Yasanın tanımına uygun olmak<br />

ve muvazaalı amaç taşımamak kaydıyla alt işverene devir işletmenin rasyonel<br />

organizasyonu için işverene tanınmış hukuki bir araç olduğundan, hukuka<br />

uygun devir nedeniyle o güne kadar çalışmış olan işçilerin sözleşmelerinin feshi<br />

işletme gerekleri nedenine dayanan geçerli bir fesihtir(Engin, Đşletme Gerekleri.<br />

85 vd).<br />

Gerçek alt işveren uygulaması olarak niteleyebileceğimiz bu uygulama<br />

yanında Yasa, ĐK. m. 2/son ile ikinci tür alt işveren uygulaması olarak niteleyebileceğimiz,<br />

işyeri bölümü ile birlikte o bölümde çalışmakta olan işçilerin devrini<br />

ayrıca düzenlemektedir. Eski Yasa döneminde sıkça başvurulan ve incelediğimiz<br />

kararda da görülen bu yöntemde asıl işveren işçilerini işten çıkartmakta, hemen<br />

ertesinde aynı işçiler alt işveren tarafından aynı işi yapmak üzere ancak daha düşük<br />

ücret ve diğer haklarla istihdam edilmektedirler.<br />

Bu uygulamayı engelleme amacıyla Yasakoyucu, 4857 sayılı ĐK. m.<br />

2/son ilk cümle ile, asıl işverenin işçilerinin alt işveren tarafından işe alınmaları<br />

suretiyle haklarının kısıtlanamayacağı hükmünü getirmektedir. Bu hükmün anlamı<br />

asıl işverenin işçilerinin alt işveren tarafından işe alınamaması değil, işe alınan<br />

bu işçilerin haklarının kısıtlanamamasıdır. Bir başka ifadeyle, alt işveren asıl işverenin<br />

işçilerini ancak eski çalışma koşullarını devam ettirme şartıyla çalıştırmaya<br />

devam edebilecektir(Süzek, Sarper, Đş Hukuku, 2. bası Đstanbul 2005, s.146 ve dn.<br />

39 da yer alan yazarlar).<br />

Söz konusu hükmün, işyerinin veya bir bölümünün devri halinde iş sözleşmelerinin<br />

tüm hak ve borçlarıyla yeni işverene geçeceği hükmünü getiren ĐK:<br />

m. 6 ile aynı temel ilkeye dayandığı açıktır.<br />

Eski yasa döneminin tecrübelerinden hareketle Yasakoyucunun, işçilerin<br />

alt işverene devrini bütünüyle yasaklaması da mümkündü. Ancak Yasa, asıl işveren<br />

işçilerinin alt işverene devrini engellememekle taraflar arasında bir menfaat<br />

dengesi kurmakta, bir yandan devredilen işin aynı işçilerle ve aynı verimlilikte<br />

sürmesini sağlarken, diğer yandan işçilerin haklarını korumayı amaçlamaktadır.<br />

Bu hükümden çıkan ilk sonuç, uygulamada görüldüğü gibi, asıl işveren<br />

tarafından fesih ve hemen arkasından alt işveren tarafından işe alınma durumunda,<br />

alt işveren ile yapılan sözleşmede işçi aleyhine esaslı değişiklik yapılmış olması<br />

halinde sözleşmenin kısmi butlanla sakat olacağıdır. Böyle bir durumda işçi<br />

alt işverenle sözleşmesi devam ederken eski sözleşmesindeki hakları talep edebilecektir.<br />

ĐK. m.2/son hükmü karşısında alt işveren ancak ĐK. m.22 deki esaslar<br />

çerçevesinde çalışma koşullarında değişiklik yapabilir.


Konuyla ilgili önemli bir sorun, daha düşük çalışma koşullarıyla alt işverenle<br />

çalışmaya devam etmesi önerilen işçinin, bu öneriyi kabul etmemesi üzerine<br />

sözleşmesinin asıl işveren tarafından feshidir. Gerçekten, uygulamada asıl işverenin<br />

devredeceği bölümde çalışan işçileri alt işverenle çalışmaya teşvik ettiği, ancak<br />

bu öneriyi kabul etmeyen işçilerin sözleşmelerinin devir nedenine dayanılarak<br />

feshedildiği görülmektedir.<br />

Yeni işverenle çalışmayı kabul etmeyen işçilerin sözleşmelerinin feshi işletme<br />

gerekleri kavramı çerçevesinde ve alt işverene devrin feshi geçerli kılan bir<br />

işletme gereği olup olmadığı yönünden incelenmelidir.<br />

Yukarıda belirttiğimiz gibi, gerçek alt işveren uygulaması olarak adlandırdığımız<br />

ve alt işverenin devraldığı bölümde kendi işçilerini çalıştırdığı durumda,<br />

asıl işveren devirden önce kendi işçilerinin iş sözleşmelerini fesheder. Yasaya<br />

uygun olmak kaydıyla alt işverene devir işletmenin rasyonel organizasyonu için<br />

işverene tanınmış hukuki bir araç olduğundan, hukuka uygun devir nedeniyle o<br />

güne kadar çalışmış olan işçilerin sözleşmelerinin feshi işletme gerekleri nedenine<br />

dayanan geçerli bir fesihtir.<br />

Yine, asıl iş bölümü veya yardımcı işle birlikte asıl işveren işçilerinin de<br />

yasaya uygun biçimde alt işverene devredildiği durumda, çalışma koşullarında<br />

herhangi bir değişiklik olmadığı halde yeni işverenle çalışmayı kabul etmeyen<br />

işçinin sözleşmesi işletme gerekleri nedenine dayanılarak feshedilebilir.<br />

Buna karşılık, alt işverene devir sırasında çalışma koşullarında aleyhe e-<br />

saslı değişiklik yapılmasını kabul etmeyen işçilerin sözleşmelerinin feshinin işletme<br />

gereklerine dayandığı aynı rahatlıkla söylenemez. Gerçekten burada feshin<br />

nedeni alt işverene devir değil, söz konusu işçilerin aleyhe esaslı değişikliği kabul<br />

etmemiş olmalarıdır. Đş Kanunu m. 2/son da düzenlenen açık ve emredici hükme<br />

aykırı hareket eden işverenin yaptığı fesihlerin işletme gereği olarak kabul edilmesi,<br />

yasanın açık hükümüne rağmen işçilerin eski yasa döneminde olduğu gibi<br />

düşük koşullarda çalışmak ile sözleşmesinin feshi arasında tercih yapmak zorunda<br />

kalmaları anlamına gelir. Halbuki, Yasakoyucu tam da bu uygulamayı engelleme<br />

amacıyla ĐK. m. 2/son hükmünü getirdiği gibi, ĐK. m.22 hükmü de bu amaçla<br />

öngörülmüştür.<br />

Kanımıza göre, ĐK: m.2/son emredici niteliğiyle işverenin işletmesel karar<br />

özgürlüğünü sınırlamaktadır. Alt işverene devir sırasında emredici hükme aykırı<br />

olarak işçilerin haklarının kısıtlama amacı işletmesel karar özgürlüğünün koruma<br />

alanı dışında olduğu ve buna bağlı olarak aleyhe değişikliği kabul etmeyen işçilerin<br />

sözleşmelerinin feshinin geçersiz olduğu sonucuna varılabilir. Gerçekten, bu-


ada feshin gerekçesi alt işverene devir değil, işçinin çalışma koşullarının düşürülmesini<br />

kabul etmemesidir.<br />

3. <strong>Yargıtayın</strong> bir diğer kararına konu olan olayda (Y.9.HD. 12-10-<strong>2004</strong>,<br />

6408/22998, Legal ĐHSGHD sa.6, 2005, 775 vd.) davalı alt işveren süre sonunda<br />

yeniden ihaleyi alamamış, ihaleyi alan diğer alt işverenin işinde çalışmasını sürdüren<br />

davacı işçi eski işverenden, iş sözleşmesinin sona erdiği iddiasıyla ihbar ve<br />

kıdem tazminatını talep etmiştir. Davalı ise davacının aynı işte çalışmayı sürdürdüğünü,<br />

iş sözleşmesinin sona ermediğini savunmuştur. Yargıtay, işveren değişikliğinin<br />

ihaleyle meydana geldiği, iki taşeron arasında işyeri devrinin bulunmadığı,<br />

iş sözleşmesinin devri hususunda da bir iddia öne sürülmediğini, bunun gibi davalı<br />

işverenin davacıyı başka işyerinde işe davet ettiği ve iş önerdiğini de iddia etmediğini,<br />

bu durumda ihale sözleşmesinin bittiği tarihte iş sözleşmesinin de sona<br />

erdiği sonucuna varmıştır.<br />

Buna karşılık Yargıtay, 2000 yılı karar değerlendirmesinde ele aldığımız<br />

ve eski yasa döneminde verdiği bir kararında(Y.9.HD. 4-5-200, 2591/6557, Değerlendirme<br />

2000, 10) farklı sonuca ulaşmış ve işçinin ihaleyi yeni kazanan firmada<br />

çalışmaya devam etmesi halinde taşerondan taşerona işyeri devrinin söz<br />

konusu olduğuna, işyeri devrinin özel haller dışında iş sözleşmesinin feshi sonucu<br />

doğurmayacağına hükmetmişti.<br />

Đş Kanunu m. 6, işyeri veya işyerinin bir bölümünün hukuki bir işleme<br />

dayalı olarak başka birine devredildiğinde, iş sözleşmelerinin tüm hak ve borçları<br />

ile devralana geçeceğini hükme bağlamaktadır. Hükümde yer alan hukuki bir<br />

işleme dayalı olarak devir ifadesine verilecek anlam önemlidir. Eski yasa döneminde,<br />

her ne kadar yasa ile düzenlenmemiş bulunsa da, işyeri devirlerinde iş<br />

sözleşmelerinin yeni işverenle devam edeceği ilkesi benimsenmiş bulunmaktaydı.<br />

Bu dönemde, işyerinin devrinin her iki işveren arasındaki hukuki bir işleme dayanmasının<br />

gerekmediği, hukuki işlem dışında herhangi bir şekilde işyerinde sürdürülen<br />

faaliyetin bir işverenden diğerine geçişinin işyerinin devri olduğu, iş sözleşmelerinin<br />

yeni işverenle devamı için tek kıstasın işyeri faaliyetinin yeni işverene<br />

geçişi olduğu kabul edilmekteydi(Bkz.Güzel, Ali, Đşverenin değişmesi, Đşyerinin<br />

Devri ve hizmet akitlerine Etkisi, Đstanbul 1987, 53 vd, 205 vd.Süzek, Sarper,<br />

Đş Hukuku 2. bası, Đstanbul 2005, 167 vd.).<br />

Yeni yasa iş sözleşmelerinin yeni işverenle devamı için işyeri devrinin<br />

her iki işveren arasındaki bir hukuki işleme dayanması koşulu getirilmektedir. Đlk<br />

bakışta, ĐK. m. 6 hükmünün sözleşmenin yeni işverenle devamının temelinde<br />

yatan faaliyetin sürekliliği esasından ayrıldığı ve devri sadece devredenle devralan<br />

arasındaki hukuki işleme hasrettiği akla gelebilir. Ancak, hükmün düzenleniş


amacı gözönünde tutularak maddede geçen hukuki işlem ibaresi geniş biçimde<br />

anlaşılmalı ve her ne suretle olursa olsun devir gerçekleştiğinde iş sözleşmelerinin<br />

yeni işverenle devam edeceği sonucuna varılmalıdır. Bu bakımdan karar konusu<br />

olaydaki gibi, devrin ihale yoluyla gerçekleşmesi ĐK .m. 6 nın uygulanmasına<br />

engel olmadığı gibi, sözleşmenin yeni işverenle devamı için iş sözleşmesinin devri<br />

konusunda tarafların anlaşması veya eski işverenin işçiyi bir başka işyerine<br />

davet etmesi ve davetin işçi tarafından reddi gibi farklı hukuki yollara başvurulması<br />

gerekli değildir. ĐK m. 6 karşısında, işyerinin devri olgusu ve işçinin aynı<br />

işyerinde çalışmaya devam etmesi, sözleşmenin yeni işverenle devamı için yeterlidir.<br />

Bu nedenle, kararın gerekçesine ve sonucuna katılamıyoruz.<br />

III. Belirli Süreli Sözleşmeler<br />

1. Belirli süreli sözleşmelere ilişkin bir kararında (Y.9.HD. 1-7-<strong>2004</strong>,<br />

4300/16295, Legal ĐHSGHD sa.5, 2005, 312) Yargıtay, davacının kontrol mühendisi<br />

olduğu, görevi icabı işyerinde belirli süreli sözleşme ile çalıştığı, iş sözleşmesinin<br />

feshi nedeniyle ihbar tazminatına hak kazanamayacağı sonucuna varmıştır.<br />

Yargıtay, son yıllarda ağırlık kazanan kararları ile sözleşmenin belirli o-<br />

lup olmadığının tespitinde işçinin niteliğini esas aldığı görülmektedir. Gelişen bu<br />

içtihatla, nitelikli işçinin belirli süreli, niteliksiz işçinin ise belirsiz süreli sözleşmeyle<br />

çalışacağı yolunda bir ayrım ortaya çıkmaktadır. Gerçekten Yargıtay, öteden<br />

beri verdiği kararlarında, iş sözleşmesinin belirli mi yoksa belirsiz süreli mi<br />

olduğunun tespitinde işçinin niteliğini esas alarak, işçi nitelikli değilse süresi belirli<br />

hizmet akdi düzenlemesini gerektirecek bir neden olmadığı sonucuna varmaktadır(Y.9.HD.<br />

28-12-1998, 17980/19201). Yargıtay, yeni tarihli kararında da<br />

(Y.9.HD 24-3-2005, E.<strong>2004</strong>/18355, K. 2005/9551), davacının asgari ücretle çalışan<br />

yardımcı eleman olarak işe alınmakla ĐK. m. 11 de yer alan objektif sebepler<br />

bulunmadığına göre, iş sözleşmesinin belirli süreli sözleşme olarak kabulüne de<br />

olanak bulunmadığı sonucuna varmaktadır.<br />

Halbuki, belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasını, belirli süreli işlerde veya<br />

belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif<br />

koşullara bağlayan ĐK. m.11 in açık ifadesine göre, sözleşmenin süresini belirleyen<br />

işçinin niteliği değil, işin niteliğidir.<br />

2. Belirli süreli sözleşmenin süresinden önce işveren tarafından feshi halinde,<br />

9 aylık bakiye süre için BK. m. 325 uyarınca indirim yapılmamasını hatalı


ulan Yargıtay (Y.9.HD. 4-11-<strong>2004</strong>, 8130/24857, Legal ĐHSGHD sa.5, 2005,<br />

282) davacının fesihten sonraki 9 aylık süre içinde çalışmamasının yeterli olmadığını,<br />

iş yapmamasından dolayı tasarruf ettiği yahut kazanmaktan kasten feragat<br />

ettiği şeyin mahsubunun gerekli olduğu, kararın bu nedenle bozulması gerektiği<br />

sonucuna varmıştır. Ancak somut olayda, davacının tasarruf ettiği veya kazanmaktan<br />

kasten feragat ettiği miktarın ne olduğu tartışılmamaktadır. Buradan çıkan<br />

sonuca göre Yargıtay, işçi çalışmamış olsa veya kazanmaktan kasden feragat ettiği<br />

ispatlanamasa da bakiye süre için götürü bir indirim yapılmasını uygun görmektedir.<br />

Bu hükme dayanılarak, örneğin işçinin bakiye sürede işsizlik sigortasından<br />

yararlandığı hallerde işsizlik ödeneğinin indirilmesi mümkündür.<br />

Buna karşılık, özellikle işsizliğin yoğun olduğu ve yeniden işe girme olanaklarının<br />

sınırlı bulunduğu da düşünülecek olursa, <strong>Yargıtayın</strong> bakiye süre için<br />

götürü bir indirim yapılması yönündeki içtihadının yasanın açık lafzı ile olduğu<br />

gibi, amaçsal yorumu ile de bağdaşmadığı kanısındayız.<br />

IV. Đşyeri şartı, Đş Koşullarında Esaslı Değişiklik<br />

Y.9.HD. 27-9-<strong>2004</strong>, 5272/20002, Legal ĐHSGHD sa.5, 2005, 282<br />

Karara konu olan olayda, Mart 2000 tarihine kadar işyerinde ikramiye<br />

ödemesinin mevcut olduğu, buna rağmen davacıya dava konusu dönemlerde ö-<br />

deme yapılmadığı, ilk derece mahkemesinin ikramiye ödenmemesinin işyeri uygulaması<br />

haline geldiği gerekçesiyle ikramiye talebini reddettiği anlaşılmaktadır.<br />

Yargıtay, işçilerin rızası dışında yapılan uygulamanın işyeri şartı haline<br />

geldiğini kabulün mümkün olmadığını, ĐK. m. 22 düzenlemesinin de bu yolda<br />

olduğunu isabetle hükme bağlamaktadır.<br />

Gerçekten, işyeri şartı haline gelen uygulama iş sözleşmesinin esaslı unsurunu<br />

teşkil eder ve sözleşmenin esaslı unsurundaki değişiklik ancak ĐK. m. 22<br />

ye uygun olarak yapılabilir.<br />

V. Ücret<br />

1. Gerçek Ücretin Tespiti


Đş uyuşmazlıklarının büyük çoğunluğunda işçinin aldığı gerçek ücretin<br />

tespiti sorunu ile karşılaşılmaktadır. Ücretin ödendiğinin ispat yükümlülüğünün<br />

işverene ait olduğunu(Y.9.HD.,18-10-<strong>2004</strong>, 7006/23275, Legal, sa.5,298) belirten<br />

Yargıtay, ödenen gerçek ücretin bordrolara yansıtılmadığı durumlarda, işçinin<br />

niteliği, kıdemi, gördüğü işin özelliklerini dikkate alarak gerçek ücretin tespitine<br />

yönelik içtihadını sürdürmektedir. Nitekim, 9 yıllık çalışması olan TIR şoförünün<br />

asgari ücretle çalıştığını hayatın gerçeklerine uygun bulmayan Yargıtay, her ay<br />

yurt dışına sefer yapan TIR şoförünün aldığı harcırahın ücretin önemli bir unsuru<br />

olduğu ve tazminata esas ücrete yansıtılması gerektiği sonucuna varmıştır(Y.9.HD.<br />

3-5-<strong>2004</strong>, 22907/10458, Legal ĐHSGHD, sa. 5, 2005, 357).<br />

Bunun gibi, ücret bordroları ihtirazı kayıt konulmadan imzalanmış<br />

olsa da, inşaat ustası olarak çalışan davacının yaptığı iş, çalışma süresi ve<br />

tanık beyanları karşısında bordroların gerçeği yansıtmadığı şüphesinin<br />

doğduğunu, bu nedenle gerçek ücretin araştırılması gerektiği sonucuna<br />

varmıştır(Y.9.HD. 27-10-<strong>2004</strong>, 8503/24277, Legal, sa.5, 293; Aynı yönde,<br />

Y.9.HD. 19-10-<strong>2004</strong>, 734/23513, Legal, sa. 6, 2005, 768).<br />

Asıl ücret yanında fazla çalışma ücretinin ödendiğinin ispat yükü de işverene<br />

aittir. Ücret bordrolarında fazla çalışmalar için ayrı bir sütun açılmış ve işçi<br />

de ihtirazi kayıt koymadan imzalamış ise işveren ispat yükünü yerine getirmiş<br />

sayılmaktadır. Bu yöndeki uygulamasına devam eden Yargıtay, söz konusu koşulları<br />

taşıyan ücret bordrosunu ihtirazi kayıt koymadan imzalayan işçinin bunun<br />

üzerinde fazla çalışma yaptığını tanık beyanları ile ispatlayamayacağı sonucuna<br />

varmaktadır(Y.9.HD. 4-5-<strong>2004</strong>, 3141/10519, Kazancı Đçtihat Programı).<br />

2. Đbra Belgeleri<br />

<strong>Yargıtayın</strong> ibranameler konusundaki içtihadını <strong>2004</strong> yılında da sürdürdüğü<br />

görülmektedir. Yargıtay, miktar belirtilmeden ve alacak kalemleri tek tek sayılarak<br />

ihtirazi kayıtsız imzalanan ibranameleri geçerli saymaktadır. Miktar içeren<br />

ibranameler ise makbuz hükmünde kabul edilmekte ve bu durumda ibranamede<br />

belirtilen miktarlar dışında alacağı olduğunu iddia eden işçiye bu iddiasını ispat<br />

olanağı tanınmaktadır(Y.9.HD. 8-7-<strong>2004</strong>, 13434/18102, Legal, sa. 4, <strong>2004</strong>, 1413;<br />

Y.9.HD., 4-11-<strong>2004</strong>, 8374/24956, Legal, sa. 6, 2005, 748).<br />

Đşverenin, davacı işçinin geçmişte çalışması olmadığı ve alacağı bulunmadığını<br />

ileri sürmesine karşılık yargılama sırasında davacının istifa ettiğini savunması,<br />

böylece ibraname içeriği ile savunmanın çelişmesi karşısında ibranameyi<br />

geçersiz sayan Yargıtay, bu konudaki içtihadını sürdürmektedir (Y.9.HD. 8-11-


<strong>2004</strong>, 8622/25098, Legal, sa.6, 746, aynı yönde, Y.9.HD.,15-6-<strong>2004</strong>,<br />

19557/14884, Legal, sa.5, 328).<br />

Đbranamenin baskı altında imzalandığı iddialarına karşılık Yargıtay, davacının<br />

görev pozisyonu ve olayların akışını değerlendirmektedir. Bizim de katıldığımız<br />

bir kararında Yargıtay, bir üst görevi kabul etmek için bazı haklarından<br />

vazgeçen ve bölge müdürlüğüne getirilen kişinin baskı ile bir belgeyi imzalamasını<br />

hayatın olağan akışına aykırı bularak, ibranamenin serbest iradeyle imzalandığı<br />

sonucuna varmaktadır(Y.9.HD. 8-7-<strong>2004</strong>, 13434/18102, Legal, sa. 4, <strong>2004</strong>,<br />

1413).<br />

Benzer bir olayda, kıdem, ihbar ve diğer alacakları çekle ödenen ve daha<br />

sonra ibranameyi ihtirazı kayıt koymadan imzalayan davacının, ibranameyi baskı<br />

altında imzaladığı iddiasıyla faiz talebinde bulunduğu, ilk derece mahkemesinin<br />

ibranamede faiz alacağından vazgeçtiğine dair ibare bulunmadığı gerekçesi ile<br />

davayı kabul ettiği anlaşılmaktadır.<br />

Yargıtay, çekin TTK. m. 707 ye göre, çekin görüldüğünde ödenecek bir<br />

ödeme vasıtası olup, keşide günü olarak gösterilen günden önce ödenmek üzere<br />

ibraz olunan çekin ibraz günü ödeneceği, çekin bu özelliğine göre, alacaklıya<br />

teslim edildiği gün ödemenin gerçekleştiği, çekin ileri tarihli olarak düzenlenmiş<br />

olmasının bu sonuca etkisinin bulunmadığı, davacıya ibranamenin imzalandığı<br />

gün verilen çeklerle ödeme gerçekleştiği, diğer yandan BK. m.113 e göre asıl<br />

borcun tediyesi ile saklı tutulmayan fer’ilerinin de düşeceğini belirterek faiz talebini<br />

isabetli olarak reddetmiştir(Y.9.HD.21-6-<strong>2004</strong>,13272/14579, Legal, sa.5,<br />

322).<br />

VI. Yıllık Ücretli Đzin<br />

<strong>Yargıtayın</strong> yıllık ücretli izne hak kazanmak için gerekli sürenin hesabı ve<br />

tespit davası açmanın koşulları ile ilgili bir kararı(Y.9.HD. 17-5-<strong>2004</strong>,<br />

23749/12114), 2000 yılı Kararlarını Değerlendirmesinde ortaya attığımız bir görüşü<br />

yeniden tartışma olanağı sağlamaktadır.<br />

Askerlik nedeniyle işten ayrılan ve dönüşünde çalışmaya devam eden işçinin<br />

izin günlerinin hesaplanmasında askerlik öncesi çalışmasının 1475 sayılı ĐK.<br />

m. 50 gereği dikkate alınması yönünde tespit davası açması üzerine Yargıtay,<br />

askerlik öncesi çalışmanın esasen dikkate alınacağını, buna karşılık tespit davasının<br />

ancak bir hukuki yararın varlığı durumunda açılabileceği, hukuki yararın varlığı<br />

için davacının bir hakkı veya hukuki durumunun halihazır bir tehlike ile tehdit


edilmiş ve tespit hükmünün bu tehlikeyi ortadan kaldıracak nitelikte olması gerektiğini,<br />

yasada işçinin hak kazanıp da kullanamadığı yıllık izin süresi ücretinin<br />

sözleşmenin feshi tarihindeki son ücret üzerinden kendisine ödeneceği hükmünü<br />

getirdiği, bu düzenlemeye göre davacının hukuki menfaatinin tehlike içinde ol<br />

madığı ve fesihten sonra açacağı eda davası ile hakkını alabileceği, bu nedenle<br />

tespit davası açmakta hukuki yararının bulunmadığı sonucuna varmaktadır.<br />

Buna göre Yargıtay, yıllık iznin sözleşmenin sonunda ücret alacağına dönüşen<br />

bir alacak hakkı olma yönünü esas alarak sonuca varmaktadır.<br />

Halbuki, 2000 yılı Değerlendirmesinde de ele aldığımız ve 9. Hukuk Dairesinin<br />

konuyla ilgili 30-11-1999 tarih ve 259/679 sayılı kararında ve bu kararı<br />

onaylayan HGK kararında, izin hakkının kendisinden vazgeçilmesi mümkün olmayan<br />

kişilik haklarından olduğu, izin hakkı ve izin alacağının birbirinden farklı<br />

kavramlar olduğu, işçiye iznin ücretli olarak kullandırılmasının zorunlu bulunduğu<br />

isabetle ifade edilmiştir.<br />

Eski yasa döneminde yargı içtihadıyla geliştiği ve 4857 sayılı ĐK .m 59 da<br />

açık hükümle düzenlendiği üzere, kullandırılmayan izin ücretleri iş sözleşmesinin<br />

sona ermesiyle muaccel olan bir alacak hakkı niteliği taşıması, yıllık iznin temel<br />

hukuki niteliğini ortadan kaldırmaz. Ancak, <strong>Yargıtayın</strong> ele aldığımız kararı yıllık<br />

iznin kullandırılması zorunlu bir kişilik hakkı olma niteliğinin göz ardı edildiği<br />

izlenimi vermektedir. Böylece, yıllık izin adeta işçinin hakkı değil, kullandırıp<br />

kullandırmama yönünde işverenin mutlak takdir yetkisine bağlı lütuf halini almaktadır.<br />

Kanımıza göre, dava sürecinin uzunluğundan kaynaklanan pratik sorunlar<br />

bir an için göz ardı edilirse, işçinin yıllık izin hakkının doğduğu yönünde sözleşmenin<br />

devam ederken tespit davası açmasında, en azından teorik olarak hukuki<br />

yararı bulunmaktadır.<br />

Diğer yandan, konu izin hakkının kişilik hakkı olmasından hareketle öğretide<br />

Soyer tarafından ifade edilen(Soyer, Değerlendirme, 1997, 49) ve bizim de<br />

katıldığımız bir görüşle yakından ilgilidir. Söz konusu görüş, her ne kadar yıllık<br />

iznin kullanım tarihini belirleme yetkisi yönetim hakkı çerçevesinde işverene ait<br />

ise de, iznin hak edilen yıl içinde kullandırılması hukuken zorunlu olmasına rağmen<br />

kullandırılmamış ve izin yılının sonunda izin süresi kadar bir zaman kalmışsa<br />

işçinin bu hakkını işverenin haklı menfaatlerini ihlal etmemek kaydıyla kendiliğinden<br />

kullanabileceği yönündedir. Karar kanımızca bu görüşün önemini ortaya<br />

koymaktadır.


VII. Rekabet Yasağı Sözleşmeleri<br />

Uygulamada son yıllarda giderek önem kazandığı görülen rekabet yasağı<br />

konusunda verilen bir kararda, rekabet yasağını düzenleyen BK. m. 348 in öngördüğü<br />

koşulların olayda bulunup bulunmadığı tartışılmaktadır(Y.9.HD. 8-6-<strong>2004</strong>,<br />

18581/14299, Legal, sa.5, 331). Tarafların ayrı bir sözleşme olarak düzenledikleri<br />

taahhütnameye göre işçinin, iş ilişkisinin sona erdiği tarihten itibaren<br />

iki yıl içinde işverenle aynı işi yapan ve aynı alanda faaliyet gösteren bir firma<br />

için çalışamayacağı öngörülmüş olup, işverenin,istifa etmek suretiyle işyerinden<br />

ayrıldıktan hemen sonra bir başka işyerinde çalışmaya başlayan işçiden sözleşmede<br />

kararlaştırılan 24 aylık brüt ücret tutarındaki cezai şartın ödenmesini talep ettiği<br />

anlaşılmaktadır.<br />

Bizim de katıldığımız kararında Yargıtay, BK. m. 348 e uygun olarak<br />

işçinin görevi itibarıyla işverenin müşterilerini tanıma, esrarına nüfuz<br />

etme gibi olguların bulunup bulunmadığının anlaşılamadığı, diğer yandan<br />

BK. m. 349 da öngörülen yasak sınırlarının değerlendirilmediği gerekçesiyle<br />

ilk derece mahkemesinin kararını bozmuştur.<br />

VIII. Đşverenin Đşçiyi Gözetme Borcu<br />

Hukuki temelini BK. m. 332 ve ĐK. m. 77 de bulan işverenin işçiyi gözetme<br />

borcundan doğan sorumluluğunun hukuki niteliği konusunda Yargıtay ve<br />

öğreti içinde görüş farklılıklarının bulunduğu bilinmektedir. Yargıtay, işverenin iş<br />

kazasından doğan sorumluluğunun tehlike esasına dayalı kusursuz sorumluluk<br />

olduğu yönündeki içtihadını istikrarlı biçimde uygulamaktadır.<br />

Đşverenin iş kazası ve meslek hastalığından sorumlu tutulması için öncelikle<br />

zararlandırıcı olayın SSK. m.11 deki hallerden birinde meydana gelmiş olması<br />

gerekir. Ancak, işverenin sorumlu tutulabilmesi için kazanın SSK da aranan<br />

şartlarda gerçekleşmiş olması yeterli değildir. SSK anlamındaki anlamında kaza<br />

ile işverenin yürüttüğü iş arasında uygun illiyet bağının kurulması gerekir.<br />

1. Asıl Đşveren-Aracı Đlişkisinde Sorumluluk<br />

Đş kazasından doğan sorumluluğun belirlenmesinde SSK .m 87 nin yorumu<br />

ve asıl işveren-aracı ilişkisinin tespiti önem kazanmaktadır. Konuya ilişkin<br />

kararlarında Yargıtay, işyerinde bir işi üstlenen müteahhidin aracı sıfatının ve<br />

buna bağlı olarak asıl işverenin iş kazasından birlikte sorumluluğunun tespiti için,


her iki işveren tarafından yapılan işlerin aynı faaliyet kapsamında yürütülüp yürütülmediğini<br />

incelemektedir(Y.21.HD.14-9-<strong>2004</strong>, 7604/6988, Legal, sa.5, 398;<br />

Y.10.HD. 3-3-<strong>2004</strong>, 750/2567, Legal, sa. 6, 815)<br />

10. Hukuk Dairesinin kararında, 506 sayılı Yasa m. 87 maddesi kapsamında,<br />

su sayacı üretimi yapan davalı şirket ile davalıya ait binaya deprem takviye<br />

perdeleri yapım işini üstlenen müteahhit arasında asıl işveren-aracı ilişkisinin<br />

bulunup bulunmadığı ve asıl işverenin sorumluluk koşulları geniş biçimde tartışılmaktadır.<br />

Kararda asıl işverenin müştereken sorumlu tutulabilmesi için taşeronun<br />

bir işte veya bölüm ve eklentilerinde iş almış olması gerektiği, asıl işin su<br />

sayacı üretim işi olduğu, iştigal alanı dışındaki onarım işini müteahhide devrettiği,<br />

bu durumda davalı asıl işveren değil, ihale makamı konumunda olduğundan sorumluluğunun<br />

bulunmadığı sonucuna varmıştır.<br />

Karşı oy yazısında ise, daire içtihatlarında 87. maddeyi hiç uygulanamaz<br />

hale getirme eğiliminin bulunduğu ve bu eğilimin öğretide kısmen destek gördüğü,<br />

hükmün uygulanması için asıl işverenden iş alan kişinin asıl işverenle aynı işi<br />

yapması veya bağlantılı bulunması gibi son derece dar, sert ölçütler kullanıldığı,<br />

bu durumda sorumluluğun ekonomik yönden güçsüz tali işverenlere yüklenmesinin<br />

Sosyal Sigortalar Kurumunun haklarını tehlikeye attığı gerekçesiyle ilk derece<br />

mahkemesi kararının onanması gerektiği savunulmuştur.<br />

Öğretide de tartışmaya neden olan sorunun temelinde aynı konuyu düzenleyen<br />

ĐK. m. 2 ile SSK. m. 87 hükümlerinin yorumu yer almaktadır. 1475 sayılı<br />

Yasa döneminde olduğu gibi 4857 sayılı Yasa döneminde de, asıl işveren-alt işveren<br />

ilişkisinin kurulması için alt işveren tarafından yapılan işin asıl işveren tarafından<br />

yürütülen faaliyetle ilişkili olması zorunludur. SSK. m. 87 de de bir işte<br />

veya bir işin bölüm ve eklentilerinde iş alma koşulu getirilmektedir. Bu hükümde<br />

de asıl işveren tarafından yürütülen faaliyetle doğrudan ilişkili olma şartı arandığından,<br />

çoğunluk görüşünün isabetli olduğu kanısındayız.<br />

2. Maddi Zararın Tespiti<br />

a. Meslekte Kazanma Gücü Kaybının Tespiti<br />

Đş kazası sonucu sigortalının uğradığı maddi ve manevi zararın tespiti ile<br />

sürekli iş göremezlik nedeniyle bağlanacak ödeneğin oranı meslekte kazanma<br />

gücü kayıp oranının tespitine bağlıdır. Nitekim Yargıtay, sigortalıda oluşan sürekli<br />

iş göremezlik oranı bağlanacak gelirin peşin sermaye tutarı ile tazminat mikta-


ını doğrudan etkilediği için meslekte kazanma güç kayıp oranının hiç bir kuşkuya<br />

yer bırakmayacak açıklıkta saptanması gerektiği sonucuna varmaktadır(Y.21.HD.<br />

5429/6032, Legal, 5, 405)<br />

b. Kusurun Tespiti<br />

Đş kazası sonucu hak kazanılan tazminat miktarının hesabında kusur oranının<br />

tespiti temel öneme sahiptir. Kazaya neden olan fiil çoğu kez tedbirsizlik ve<br />

dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet verme suçunu oluşturur. Bu durumda hukuk<br />

yargısı ve ceza yargısı kusurun değerlendirilmesinde farklı kıstaslara başvurduklarından<br />

ceza yargılamasında tespit edilen kusur oranı, BK. m. 53 gereği hukuk<br />

yargıcını bağlamaz.<br />

Gerçekten, işyerinde alınması gereken önlemlerin neler olduğu, iş güvenliği<br />

önlemlerine ne oranda uyulmadığı ve buna göre oluşacak kusurun tespiti hukuk<br />

yargısının görevidir.<br />

Ancak, hukuk yargıcı ceza yargısının tespit ettiği kusur oranı ile bağlı<br />

olmamakla birlikte, kusurlu fiilin tespiti ve buna dayanarak verilen hükmü dikkate<br />

almak durumundadır. Nitekim Yargıtay, davalının sigortalıyı yaralaması nedeniyle<br />

ceza mahkemesi tarafından cezalandırıldığı ve haksız kışkırtma altında kalarak<br />

suç işlemesi nedeniyle cezasından ¼ oranında indirim yapıldığı, verilen kararın<br />

kesinleştiği, ceza mahkemesi kararıyla kesinleşen haksız kışkırtma olgusu dikkate<br />

alınarak rücu tazminatında aynı oranda indirim yapılmamasını bozma nedeni saymıştır(Y.10.<br />

HD: 7-7-<strong>2004</strong>, 4856/6645, Legal, sa.4, 1481).<br />

Đş kazası sonucu oluşan Kurum zararına ilişkin rücu davasında belirlenen<br />

kusur oranı daha sonra sigortalı veya yakınları tarafından işverene karşı açılan<br />

tazminat davasında dikkate alınmak durumundadır. Nitekim, Yargıtay rücu davasında<br />

işverenin %70, 3. kişinin %30 kusurlu olduğunun tespit edildiğini, teselsül<br />

hükümlerine dayalı olarak talepte bulunmadan sadece işveren aleyhine açılan<br />

davada toplam kusur olan %100 üzerinden tazminata hükmedilmesini hatalı bularak,<br />

kesinleşmiş maddi zarara sadece işverenin %70 kusur payı uyarlanarak tazminatın<br />

hesaplanması gerektiğine hükmetmiştir(Y.10.HD, 1-6-<strong>2004</strong>, 3660/4896,<br />

Legal, sa.5, 387).<br />

c. Manevi Tazminat<br />

Đş kazasından doğan tazminat davalarında manevi tazminatın tespiti BK.<br />

m. 47 ye göre özel hallerin takdirine dayanır. Yargıtay, manevi tazminatın takdirinde<br />

26-6-1966 gün ve 1966/7-7 sayılı Đçtihadı birleştirme kararının öngördüğü


koşulların somut olayda gerçekleşme biçimi esas alınarak olayın oluş şekli,<br />

müterafik kusur oranları, tarafların sosyal ve ekonomik durumları, meydana gelen<br />

ızdırabın derecesi, paranın alım gücünün dikkate alınacağını belirtmektedir.(Y.21.HD,<br />

21-6-<strong>2004</strong>, 5428/6031, Legal, sa.5, 406). Nitekim, söz konusu kararda<br />

tazminat miktarı düşük bulunarak tazminata esas günlük ücretin gerçek ücret<br />

olması gerektiği belirtilerek asgari ücret üzerinden hesaplama yapılması bozma<br />

nedeni sayılmıştır.<br />

Diğer bir kararda, BK. m. 47 ye göre iş kazası sonucu cismani zarara uğrayan<br />

kişiye zararın ağırlığı ve diğer tazminat öğeleri dikkate alınarak yargıç tarafından<br />

adalete uygun bir tazminat verilmek zorunda olduğu hükme bağlanmaktadır(Y.9.HD.<br />

8-7-<strong>2004</strong>, 8108/17528).<br />

Kişilik haklarının korunması gereğine uygun olarak, manevi tazminatın<br />

takdirinde kişide kalıcı bir maluliyetin bulunması aranmamaktadır. Davacının iş<br />

kazası sonucu vücut bütünlüğünün zarara uğradığı, maluliyet oranı olmasa dahi<br />

ruh bütünlüğünün ihlalinin de cismani zarar kavramına dahil bulunduğunu belirten<br />

Yargıtay, uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerektiği sonucuna<br />

varmaktadır(Y.11. HD, 1-7-<strong>2004</strong>, 6268/6501, Legal, sa.4, 1513).<br />

d. Hakkaniyet Đndirimi<br />

Đş kazası nedeniyle işverenin sorumlu olacağı tazminatın belirlenmesinde<br />

BK. m. 43 ve 44 e göre yapılan hakkaniyet indirimi önem kazanmaktadır. Yargıtay,<br />

konuyla ilgili bir kararında, işverenin %80, işçinin de %20 kusurlu olmasının<br />

ve zararın tazmininin borçluyu müzayakaya maruz bırakmayacağının belirgin<br />

olması nedeniyle ilk derece mahkemesinin yaptığı hakkaniyet indirimini yasaya<br />

aykırı bulmuştur. BK. m. 43-44 hükümlerine uygun olan karar isabetlidir.<br />

Oturum Başkanı : Tebliğ sahibi de geldiğine göre “genel görüşme”yi<br />

başlatabiliriz.<br />

Bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. Yıllarca uygulanan usulümüzden<br />

bilginiz var. Yargıtay Kararlarını Değerlendirme Seminerinde katkılar veya sorular,<br />

tebliğ sahibinin sunduğu ve değerlendirdiği kararlarla ilgili olacak; bunun<br />

dışına çıkılması veyahut da derdest bir dava hakkında adeta görüş alırcasına soruların<br />

ortaya konulması söz konusu olamayacaktır. Bu uygulanan bir usulümüz;


tekrar hatırlatıyorum. Şimdiden teşekkür ederim.<br />

Söz almak isteyen arkadaşları önce kaydedeceğim.<br />

Sayın Önal, buyurun lütfen. Mikrofona konuşurken isminizi ve soyadınızı<br />

bir kez daha tekrarlayınız.<br />

Av. Osman Önal (Adana Barosu) : Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.<br />

Sayın tebliğ sahibine teşekkür ederek ve Heyetinizi selamlayarak sözlerime<br />

başlamak istiyorum. Bu toplantılara emeği geçen herkese en içten teşekkürlerimi<br />

sunuyorum.<br />

Efendim, benim üç konuda sorum olacak: Birincisi, sayın tebliğ sahibi,<br />

muvazaalı devir konusunu işlerken, iki işveren arasındaki veya 6’ncı maddeye atıf<br />

yaparak “bir hukuki işleme dayanmalıdır” şeklinde ifade ettiler, yani işyeri veya<br />

işyerinin bir bölümü hukuki bir işleme dayalı olarak başka birine devredildiğinden<br />

bahsederken. “hukuki işlem” tabiri üzerinde durmak istiyorum. Đhaleye verilme,<br />

pazarlık usulü verilme; bu bir hukuki işlem değil midir? Eğer bunları hukuki<br />

işlem dışında tutuyor isek, acaba buradaki hukuki işlemden tam olarak neleri<br />

anlayabiliriz; bu konuda açıklayıcı bilgi gelirse sevineceğim.<br />

Bir diğer konu, asıl işverenin çıkarmış olduğu işçinin taşeron tarafından<br />

işe alınmaması, bu da, zannediyorum 2’nci madde bağlamında söz ettiler, veya<br />

oradan ayrılmış, tecrübesi, deneyimi oldukça fazla, emekli olmuş bir kişi tekrar<br />

orada alt işveren olarak iş almasını önleyecek şekilde yasa düzenlenmiştir; bunun<br />

için bir kriter, süre var mıdır, yoksa, ömür boyu bu insanlar, bu işçiler buradan iş<br />

alamayacaklar mı, buradan emekli olan üst düzeyde, diyelim makine bakım müdürü<br />

olarak çalışmış, bir yetkili bir firma kurarak buradan iş alamayacak mı? Makul<br />

ölçü nedir; bu konuda yaklaşımları nedir sayın tebliğ sahibinin? Açıklarlarsa<br />

memnun olacağım.<br />

Son konu ibranameyle ilgili. Đbranameler tabii ki, bütün çalışma hayatını<br />

da sonunda kavrayacak şekilde olduğu içini, buraya rakamın yazılması pratik<br />

olarak mümkün değil. Uzun yıllar uygulamanın içerisinden gelen bir insan olarak,<br />

20 yıl, 30 yıl çalışan insanın bütün, hani, diyeceksiniz, “beş yıllık zaman aşımı<br />

süresi var, bu zamanaşımı süresi içerisinde beş yılı dökmek mümkün değil”, bunların<br />

hepsi genel olarak sayılıyor, ancak uygulamada, son almış olduğu ihbar,<br />

kıdem onda miktar yazılma yoluna gidiliyor çoğu zaman, bir de, kullanmamış<br />

olduğu yıllık ücretli izin varsa, bunun rakamı yazılabiliyor ibranamelere. Bu tür<br />

ibranameler konusunda sayın tebliğ sahibinin görüşü nedir? Eğer görüş açıklarlarsa<br />

memnun olacağım.


Çok teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Biz teşekkür ederiz Sayın Önal. Sayın Fevzi Şahlanan.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan (Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) :<br />

Sayın Engin’e teşekkür ve tebrikle söze başlamak istiyorum. Ancak, bazı konularda<br />

kendisiyle farklı düşündüğümü ifade etmek için söz aldım.<br />

Bir kere, gerek mahkemenin görevi açısından, gerek Đş Kanununun kapsamında<br />

olma açısından işçi sayılmanın kıstaslarından bahsederken, öteden beri<br />

bağımlılık unsurunu, kanunda olmasa da belirleyici ve ayırt edici bir unsur olarak<br />

gerek doktrin, gerek Yargıtay vurgulamaktadır. Sayın Engin konuyla ilgili, bir<br />

orkestra üyeleri örneği verdi, avukat örneği verdi ve Fransa’da yayınevi adına<br />

çalışan kişiyi örnek verdi. Her üç noktada da Yargıtay’la mutabık kendileri; ben<br />

de mutabıkım. Ancak, Sayın Engin, işyeri tanımındaki işyeri organizasyonu içinde<br />

yer almayı Yargıtay’ın kullanması gerektiğini, özellikle Fransa’daki yayınevi<br />

adına çalışanı söylediğinde, âdeta işçi tanımı için, işyeri organizasyonu içinde yer<br />

alma gibi bir unsur getirdi. Oysa, işçi tanımında işyeri organizasyon içinde yer<br />

alma diye bir unsur yok. Bu unsur olsa olsa bağımlılık unsurunun derecesini takdirde,<br />

belirlemede rol oynar. Yoksa, işyeri organizasyonu içinde yer alır derseniz,<br />

maddî olan olmayan unsurlar dahi işyerinin tanımı içerisindedir. Dolayısıyla işyeri<br />

organizasyonu içinde yer alma işçi sayılmanın bir unsuru değildir; işçi sayılmanın<br />

unsuru gene bağımlı çalışmadır. Đşyeri organizasyonu içinde yer alma, bağımlılık<br />

unsurunun derecesini hafifletir. Başka bir anlatımla bizzat üretimin yapıldığı<br />

yerde çalışanlardaki bağımlılık unsuru işyeri organizasyonu içerisinde yer alan ve<br />

asıl işyeri dışında çalışanlara göre daha belirgindir; ama unsur değişmez. Kavramları<br />

yerli yerine oturtmak lazım. Bağımlılık unsuru yine işçi tanımının belirleyici<br />

unsurudur.<br />

Đkinci konu, alt işveren konusu. Kendisi de ifade etti, “biraz karıştırdım”<br />

diye. Aslında, değerli meslektaşım Sayın Taşkent’in öğleden sonraki tebliğinde<br />

bu konular her hâlde yeniden gündeme gelecek, çünkü işe iade davaları nedeniyle<br />

alt işveren konusu gündeme geliyor, ben, o noktadaki düşüncelerimi öğleden sonraya<br />

saklı kalmak kaydıyla, arkadaşımızın karıştırdığı bir noktaya dikkatinizi<br />

çekmek istiyorum.<br />

Đşyerinin kısmi devriyle işyerinin bir bölümünün taşerona verilmesi birbirinden<br />

tamamen farklı ve farklı hukukî sonuçlar doğuran bir olaydır. Arkadaşımızın<br />

tebliğinde bu iki olay iç içe girmiş gibi görünüyor.


Sayın Osman Önal da bir ölçüde değindi; arkadaşımla kesinlikle paylaşmadığım<br />

konu, 6’ncı maddenin yorumuyla ilgili görüşleri. Bir hukukî işleme dayanarak<br />

bir işyerinin devrinden söz ediyor ve hukukî işlemi de öyle dar bir şekliyle<br />

ele alıyor ki; bir devreden olacak, bir de devralan olacak, klasik örneği satım<br />

gibi, bu şekliyle bir olay. Şimdi, buradaki husus, kanun her ne kadar işyerinin<br />

devrinden söz ediyorsa da, bu maddenin yorumunda, aynen Toplusözleşme Kanununun<br />

8’inci maddesi gibi meseleyi değerlendirmek lazım. Kavram aslında<br />

işyerinin devri değil, işverenin değişmesidir. Đşverenin değiştiği her olayda hukukî<br />

sonuçları 6’ncı maddeye göre çözeceğiz. Burada mutlaka bir devir olayı, devreden,<br />

klasik satımda olduğu gibi devreden ve devralanın olması şart değil; cebri<br />

icra yoluyla alışta da olur bu, bir ihale suretiyle alışta da olur bu, yeter ki işveren<br />

değişmiş olsun. Dolayısıyla, 6’ncı maddeye arkadaşımın verdiği bu dar anlamı<br />

paylaşmak mümkün değil.<br />

Hocam, bir-iki nokta daha var; hoşgörünüze sığınarak vurgulamak istiyorum.<br />

Belirli süreli sözleşmelerle ilgili olarak Yargıtay’ın, hemşire, mühendis<br />

gibi kişilerle yapılan belirli süreli sözleşmeleri geçerli sayan kararını eleştirdi<br />

arkadaşımız ve Yargıtay’ın âdeta 11’inci maddenin dışına çıkıp, belirli süreliyi<br />

geçerli sayma konusunda yeni bir kıstas, “nitelikli iş-nitelikli olmayan iş” kıstasını<br />

getirdiğini söyledi ve bu açıdan Yargıtay’ı eleştirdi. Bana göre, Yargıtay’ın bu<br />

yeni yaklaşımı son derece isabetli. Kanunun 11’inci maddesindeki isabetsiz düzenlemeyi<br />

Yargıtay bu kararlarıyla aşmaktadır, şöyle ki; 11’inci maddenin gerekçesinde<br />

ve belirli süreli sözleşmelerin sınırlanmasına ilişkin temel felsefe hep, iş<br />

güvencesi ve işçinin korunması mantığından yola çıkarak yapılmıştır, maalesef<br />

11’inci madde de öyle düzenlenmiştir. Oysa, belirli süreli sözleşmelerin bir başka<br />

fonksiyonu daha vardır. Đşverenin nitelikli elemanı elinde tutmak için bir garantiye<br />

ihtiyacı, bir hukukî güvenceye ihtiyacı vardır; sadece işçinin iş güvencesine<br />

değil. Đşverenin nitelikli elemanı belli süre elinde tutmak için, onun için belirli<br />

süreli sözleşme yapma ihtiyacı duyacaktır; bunu belki cezaî şartla yaptırıma bağlayacaktır.<br />

Dolayısıyla, Yargıtay’ın, nitelikli işlerde belirli süreli sözleşmeyi geçerli<br />

sayması 11’inci maddenin lafzını belki biraz zorluyor, ama maddenin isabetsiz<br />

düzenlemesini aşan, ihtiyaçlara cevap veren bir yaklaşım biçimidir diye düşünüyorum.<br />

Arkadaşlar; hepimiz hukukçuyuz, özellikle temel kavramları çok dikkatli<br />

kullanmamız lazım, Borçlar Kanunu 325’de yer alan düzenlemede, kasten kazanmaktan<br />

kaçındığı paraların düşülmesi konusu var. Madde 325 “ücret” demesine<br />

rağmen ücret tutarında bir tazminattır ve bu tazminatın denkleştirilmesi felsefesidir,<br />

arkadaşımız, 325’i “sebepsiz zenginleşme” olarak niteliyor. Katılmak<br />

kesinlikle mümkün değil. Sebepsiz zenginleşmenin esprisi farklı, 325’teki tazmi-


natın belirlenmesi olayı farklı. Eğer arkadaşımızın mantığıyla yola çıkarsak, sebepsiz<br />

zenginleşme dersek şu sorunun cevabını vermek durumunda kalır: Sebepsiz<br />

kazanıp da iyi niyetle yaptığı harcamalar sebepsiz zenginleşmede düşülmez,<br />

başka yerde kazandıysa burada düşmeyecek miyiz? Daha şu an aklıma gelen bir<br />

açmaz bu; başka problemler de doğabilir. 325’in sebepsiz zenginleşmeyle bir<br />

ilgisi yoktur.<br />

Sayın Engin Yargıtay’ı bir açıdan da eleştirdi; “yıllık ücretli izin süresinin<br />

belirlenmesinde kıdemin tespitiyle ilgili menfaat şartı yoktur” diyen<br />

Yargıtay kararını ve “Yargıtay bunu sadece alacağa dönüştürüyor, alacak<br />

da ancak akdin feshinden söz konusu olur...” Aslında burada söylenecek<br />

tek şey var. Bir kanun hükmüyle sabit olan bir husus tespit davasına konu<br />

yapılamaz. Đş Kanunun 54’üncü maddesi, yıllık izin için hangi sürelerin<br />

dikkate alınacağını çok açık olarak düzenlemiştir. Đşveren buna uymuyorsa,<br />

işçi buna ilişkin davranışını belirler; iş akdini mi fesheder, tazminat mı<br />

açar?.. O ayrı. Bir tespit davası, kanun hükmüyle sabit bir konunun tespit<br />

davasına konu yapılması mümkün değildir diye düşünüyorum.<br />

Arkadaşımın rekabet yasağıyla ilgili önerisi, çok yakın bir zamanda beraber<br />

olduğumuz bir seminerde de kendisiyle paylaştık, son derece isabetli. Yargı<br />

organını da sıkıntıdan kurtarabilecek bir düzenleme, ama maalesef, yanılıyorsam<br />

beni bağışlayın, çok da farkında değilim, hata payımı saklı tutarak söyleyeyim,<br />

Borçlar Kanunu Tasarısında da bu yaklaşım maalesef yapılmamıştır. Borçlar Kanunu<br />

348’deki sıkıntı şuradan doğmaktadır: Bilindiği gibi Borçlar Kanunu<br />

m.348’deki düzenlemede, işverenin bilgisine, müşteri çevresine ulaşma, işin niteliği<br />

gerektirme, belli bir coğrafi alanla sınırlı olma gibi şartlar varsa rekabet yasağı<br />

geçerli sayılıyor. Oysa, rekabet yasağının en önemli sıkıntısı, yasağa tâbi tutulan<br />

kişinin belli süre ekonomik bir güvenceden yoksun kalması. Batı’daki örneklere<br />

dayanarak, belli süre işverenin ücret ödeme yükümü, arkadaşım da söyledi,<br />

aynen katılıyorum, getirilebilir; ama arkadaşıma ilave edeceğim bir-iki nokta var.<br />

Yasağa aykırı davranana bir cezaî şartla yaptırım getirmek, belli süre ücretini,<br />

örneğin yasağın süresi bir yılsa, bir yıl daha işveren ücretini veya yarım ücretini<br />

ödeme gibi bir sistem getirilebilir. Ama burada işveren için bir şeyi, arkadaşımızın<br />

eksik bıraktığı bir şey var, burada şu hüküm de konulmalıdır: Đşveren belli<br />

süre önceden haber vererek, yasağı kaldırdığını bildirerek ödeme yükümlülüğünden<br />

de kurtulabilmelidir, ki menfaatler dengesi sağlanmış olsun.<br />

Đlginize, sabrınıza teşekkür ediyorum.


Oturum Başkanı : Bende çok teşekkür ediyorum. Sayın Başkan Resul<br />

Aslanköylü.<br />

Resul Aslanköylü (Yargıtay 10. Hukuk Dairesi Onursal Başkanı) :<br />

Dokuzuncu Hukuk Dairesinin tartışılan kararları, Onuncu Hukuk Dairesini de<br />

ilgilendirmektedir. O nedenle Onuncu Hukuk Dairesini ilgilendiren kararlar hakkında<br />

düşüncelerimi arz edeceğim ve soracağım suallere cevap verilmesini istirham<br />

edeceğim.<br />

Đş Kanununun ikinci maddesinde asıl işveren-alt işveren ilişkisi tanımlanmıştır.<br />

Oysa aynı ilişki SSK’nun 87. maddesinde “aracı” olarak nitelendirilmiştir.<br />

Uygulamada asıl işveren-alt işverenlik ilişkisine taşeronluk ilişkisi, aracı<br />

kavramına ise taşeron denmektedir. Đş Kanununun 2. maddesinde yeralan asıl<br />

işveren-alt işveren ilişkisine ait hükümle, SSK’nun 87. maddesinde yer alan hükmün<br />

amaçları birbirinden farklıdır. 87. maddenin amacı, kurum alacaklarını güçlü<br />

bir biçimde teminat altına almaktır. Zira SSK’nun işverene yüklediği yükümlülüklerden<br />

dolayı asıl işveren, alt işveren ile birlikte sorumludur.<br />

Örneğin alt işveren, çalıştırmış olduğu sigortalılara ait primleri kuruma<br />

ödememiş veya iş kazası nedeniyle kurumun alt işverene karşı rücu hakkı doğmuşsa<br />

asıl işveren alt işverenle birlikte sorumludur. Şu hale göre asıl işveren-alt<br />

işveren (aracı) ilişkisi ne kadar geniş yorumlanırsa, başka bir deyişle bu ilişkinin<br />

kapsamı ne kadar geniş tutulursa bu olgu bu kadar kurumun lehinedir. Keza, prim<br />

alacağı gibi sigortalıyı ilgilendiren konular sigortalının da lehine olabilir.<br />

Oysa Kanunun uzmanı olmamakla birlikte, Đş Kanununun ikinci maddesinde<br />

yer alan asıl işveren-alt işveren ilişkisi kural olarak işçinin lehinedir. Zira alt<br />

işverenin kendi işçilerine karşı o işyeri ile ilgili Đş Kanunundan doğan yükümlülüklerinden<br />

alt işverenle birlikte asıl işveren de sorumludur. Kuşkusuz böyle bir<br />

sorumluluk yasal çerçevede belirlenecektir. Elbette bu halde de asıl işveren-alt<br />

işveren ilişkisinin kapsamının genişletilmesi genelde işçi lehinedir. Ancak geniş<br />

letici yorumdan yararlanacak olanlardan birisi Sosyal Sigortalar Kurumu diğeri de<br />

yine genelde işçidir.<br />

Gerek burada açıklanan gerekse Sosyal Güvenlik Hukuku ile Đş Hukukunun<br />

amaçlarının ve işlevlerinin birbirinden farklı olması nedeniyle Đş Kanununun


ikinci maddesinde yer alan asıl işveren-alt işveren ilişkisine ait hükümlerin<br />

SSK’nun 87. maddesinin uygulanmasında dikkate alınamayacağı görüşündeyiz.<br />

Kaldı ki yakın bir tarihte yürürlüğe giren yeni Đş Kanunundan sonra 506 sayılı<br />

Sosyal Sigortalar Kanununda bir çok değişiklik yapıldığı halde yasa koyucu 87.<br />

maddeyi, Đş Kanununun ikinci maddesine paralel biçimde değiştirmemiştir. Bu bir<br />

yanılgı değil yasa koyucunun bilinçli susmasıdır. O nedenle tebliğlerini zevkle<br />

dinlediğim Sayın Murat Beyefendinin Đş Kanununda yer alan asıl işveren-alt işveren<br />

ilişkisine dair hükümlerin SSK’nda uygulanması gerektiği yönünde beliren<br />

görüşüne katılamıyoruz.<br />

Kaldı ki, yanlış anımsamıyorum Sayın Prof.Dr. Fevzi Şahlanan Beyefendi,<br />

Ankara Hilton Otelinde yapılan bir seminerde, Đş Hukuku ile Sosyal Güvenlik<br />

Hukukunun ayrı bilim dalları olmaları nedeniyle kendi içinde değerlendirilmesi<br />

gerektiği, Đş Kanununun ikinci maddesinin, SSK’nun 87. maddesine aynen uygulanamayacağı<br />

görüşünü buyurmuşlardı.<br />

Fransa’da çalıştırılan bir kimsenin işçi niteliğini taşıyabileceğine ilişkin<br />

Dokuzuncu Hukuk Dairesinin bir kararı da tebliğe alınmış bulunuyor. Dairenin<br />

anılan karardaki görüşüne bizde katılıyoruz. Ancak yeri gelmişken bağımlılık<br />

koşuluna kısaca değinmek istiyorum. Bilindiği gibi bağımlılık, hem işçi hem de<br />

sigortalı sayılmanın ortak koşuludur.<br />

Burada yüksek huzurlarınızda bir itirafta bulunmak istiyorum. Milli Komitemizce<br />

düzenlenen seminerlerde, değerli hocalarımızdan, yabancı hukuklardaki<br />

iş ve sosyal güvenlik hukukuna ilişkin gelişmeler hakkında çok şey öğrenmiş<br />

bulunuyorum. Bunlardan birisi çağdaş iş ve sosyal güvenlik hukukunda bağımlılık<br />

unsurunun gevşetilmiş olmasıdır. Bilimde ve teknolojideki gelişmeler, haberleşmedeki<br />

kolaylık dikkate alındığı takdirde, merkezi Ankara’da olan bir işyerinin<br />

işvereni pekala dünyamızın her yerinde işçi veya sigortalı çalıştırabilmektedir.<br />

Burada, aradaki mesafenin uzaklığı nedeniyle bağımlılık unsuru oluşmamıştır<br />

denemez. Yabancı ülkede çalışan bir işçi Ankara’da bulunan işverenin buyruğu<br />

altında iş görebilir.<br />

Nitekim Sayın Prof.Dr. Sarper Süzek Beyefendi Mercek Dergisine yazdığı<br />

bir makalede çağdaş hukukta bağımlılık unsurunun genişletildiği görüşünü<br />

savunmuştur. Kuşkusuz bu konuda benim ulaşamadığım çok değerli hukukçularımızın<br />

görüşleri de yayımlanmıştır.<br />

Ne ki kişisel düşüncemize göre, pozitif hukukumuzda, hizmet akdine<br />

benzeyen istisna, vekalet gibi akitlere ilişkin hükümler yürürlükte olup bağımlılık<br />

unsuru gevşetildi diye örneğin, istisna veya vekalet akdi olarak değerlendirilmemelidir.


Yargıtay’ımızın oturmuş ve yerleşmiş görüşüne göre bir kimsenin sigortalı<br />

sayılabilmesi için işini işverene ait işyerinde görmesi gerekmektedir. Hatta bizim<br />

saptamalarımıza göre bu görüş öğretide de paylaşılmıştır. Ekonomide ve teknolojide<br />

meydana gelen gelişmeler karşısında kişisel düşüncemize göre bu görüşün<br />

çağımıza uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bir kimse<br />

işverenin buyruğu ve denetimi altında işini işverene ait işyerinin dışında başka bir<br />

yerde görse bile sigortalı sayılmalıdır, aksi taktirde bağımlılık koşulu daraltılmış<br />

olur. Eggerin deyimiyle, yasalar yürürlüğe girdikleri tarihteki değil, uygulandıkları<br />

tarihteki olayları ve ihtiyaçları kucaklar. Gerçekten de günümüzde elektronik ve<br />

bilgisayar ortamında haberleşme sistemi çok gelişti. Örneğin Türkiye’de sayılara<br />

ve taşa basıp Amerika’da çalıştırdığımız işçiyi denetliyor, emir ve talimat verebiliyorsunuz.<br />

O nedenle az önce değindiğimiz gibi, Fransa’da çalıştırılan müzisyeni<br />

işçi sayan Dokuzuncu Hukuk Dairesinin kararı çağımızın iş ve sosyal güvenlik<br />

hukuku anlayışına uygundur. Olayda bağımlılık unsurunun gerçekleştiği açıktır.<br />

Son olarak, sanatçıların çalışmalarında bağımlılık unsurunun ne şekilde<br />

oluşturduğu konusuna değinmek istiyorum. Zira, Dokuzuncu Hukuk Dairesinin<br />

kararında geçen somut olaya göre işçi sayılan kişi Fransa’da orkestrada çalışmaktadır.<br />

10. HD, istisnalar hariç yaklaşık 1973 yılından sonraki dönemde sanatçıların<br />

yaptıkları işin istisna akdine dayandığı görüşünde idi. Nedeni, sanatçıların ve<br />

yazarların, işlerini yaparken kimseden emir ve talimat almamaları ve sonuçta bir<br />

eser meydana getirmiş olmalarıydı. Ancak Dairenin, sanatçıların hizmet akdine<br />

göre çalışabilecekleri, dolayısıyla sigortalı sayılabileceklerine ilişkin kararları da<br />

mevcuttur. Sonradan yoksulluğa düşen sanatçı ve yazarların feryatları kamu oyuna<br />

ve TBMM’ne yansımış, nihayet 1978 tarih ve 2167 sayılı Kanunla SSK’na<br />

eklenen ek onuncu maddede sanatçı ve yazarlara sigortalı olma hakkı getirilmiştir.<br />

Hatta yasama belgelerinde, Yargıtay kararlarında görülen belirsizlik ve çelişkiler<br />

nedeniyle ek onuncu maddenin getirilmesine ihtiyaç duyulduğu belirtilmiştir.<br />

Oysa Yargıtayımız, sanatçı ve yazarların da hizmet akdine göre çalışıp sigortalı<br />

sayılabilecekleri yönünde kesin tavır almış olsaydı bizce ek 10. maddenin yürürlüğe<br />

konmasına gerek görülmeyebilirdi.<br />

Hatta ek onuncu maddenin uygulanmasında hizmet akdine göre çalışmanın<br />

şart olup olmadığı konusunda ilgili Daireler arasında görüş ayrılığı çıkması<br />

üzerine içtihadı birleştirme istenmiş ise de Yargıtay Đçtihadı Birleştirme B.G.K.<br />

içtihadı birleştirmeye gerek görmemiştir. Đyi ki içtihadı birleştirme yoluna gidilmemiş;<br />

zira sosyal güvenlik reformu yasa tasarısı diye adlandırılan tasarı metninde<br />

çelişkiye son verilmiş, sanatçı ve yazarların sigortalı sayılabilmeleri için hizmet<br />

akdi ile çalışmış olmaları şart kılınmıştır.


Şimdi Sayın Murat Beyefendiden ve değerli hocalarımızdan gerçekten<br />

çağdaş iş hukuku ve sosyal güvenlik hukukunda bağımlılık unsurunun gevşetilmiş<br />

olup olmadığını sormak istiyorum.<br />

Beni dinlediğiniz için teşekkür eder saygılarımı sunuyorum. Allahaısmarladık.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Fatih Uşan.<br />

Doç. Dr. Fatih Uşan (Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi) : Aslında<br />

ben soru sormayacağım; katkı anlamında söz almıştım.<br />

Öncelikle kıymetli meslektaşım Murat Beye bu tebliğinden ötürü teşekkür<br />

ederim. Gerçi Fevzi Hocam da konuştuktan sonra ona da çok fazla ilavem olmayacak.<br />

Ben, rekabet yasağı sözleşmesiyle ilgili söz almıştım. Bu kararı da değerlendirmiştim.<br />

Malûm olduğu üzere rekabet yasağı sözleşmesinde iki çatışma var, iki özgürlük<br />

çarpışıyor: Birincisi, işverenin teşebbüs ve girişim özgürlüğü, birtakım<br />

hakları; diğer taraftan, işçinin çalışma özgürlüğü, sözleşme yapma özgürlüğü. Bu<br />

arada bir denge kurmak lazım. Şimdi Hocam da belirttiler, Borçlar Kanunu Taslağında<br />

ben de göremedim; işçinin boşta kaldığı döneme ilişkin ücret almasına ilişkin<br />

olarak bir düzenleme yok ama iki yıllık bir süre getirilmiş. Ben de, destek<br />

anlamında böyle bir düzenlemenin uygun olduğu kanaatindeyim. Sadece Alman<br />

ve Fransız hukukunda değil, Anglosakson hukukunda da böyle bir düzenleme var;<br />

işçi boşta oturuyor, ama belli bir süre kendisine karşılığı veriliyor.<br />

Yine Hocama katılıyorum; işveren artık o işçinin çalışmasında herhangi<br />

bir sakınca görmüyorsa sözleşmeyi, karşılığı da ödememek suretiyle sona erdirebilir<br />

diye düşünüyorum.<br />

Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Ben teşekkür ederim. Sayın Olcay Altıntaş.<br />

Olcay Altıntaş : Efendim, benim sorum ibranameyle ilgiliydi; bir konuşmacı<br />

arkadaşımız onu sorduğu için tekrar olmasın diye söz almayacağım.<br />

Oturum Başkanı : Peki, çok teşekkür ederim. Şahin Çil.<br />

Şahin Çil (Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Tetkik Hâkimi) : Arkadaşım<br />

Murat Engin’e değerli tebliğinden dolayı teşekkür ediyorum.


Benim bir konuda açıklamam olacak, ardından iki sorum olacak: Đlki, Sayın<br />

Engin, 2000 ve <strong>2004</strong> yıllarına ait iki kararında Yargıtay’ın görüş değiştirmiş<br />

olabileceğinden söz etti.<br />

Đhaleyi kaybeden taşeron işçilerinin yeni taşeron nezdinde, aynı asıl işveren<br />

işyerinde çalışmalarına devam etmeleri hâlinde bu dönem için kıdem tazminatı<br />

alıp alamayacakları konusunda böyle bir çelişki yok; Yargıtay kararlarında farklı<br />

bir uygulama da bulunmamaktadır. Şayet ihaleyi kaybeden taşeron işçiye bir<br />

fesih bildirimi yapmış, bu da ona ulaşmışsa, sonuçlarını doğuracağı için, işçinin<br />

bu fesih üzerine açacağı davada kıdem tazminatını alması doğaldır. Birkaç gün<br />

sonra, hatta bir gün sonra belki yeni taşeron nezdinde işe devam etse dahi bu sonuç<br />

değişmez. Ancak işçiye böyle bir fesih bildiriminde bulunulmamışsa, değişen<br />

alt işverenler nezdinde geçen sürelerin birleştirileceği açıktır.<br />

Bir de, Sayın Engin, -Yargıtay kararlarına çoğunlukla katıldığını gördüm,<br />

Sayın Başkanım öğleden sonra da zannederim buna değineceklerdir- “gerekçelerin<br />

yeterince işlenmediğinden” söz ettiler. Günde yüzlerce dosyanın tashih-i karar<br />

yolu da kapalı vaziyette görüşüldüğü, karara bağlandığı ve kararların yazıldığı bir<br />

ortamda ilmek ilmek bu kadar detaya girmek mümkün olamıyor.<br />

Benim sorum ücretle ilgili, yeni Đş Kanununun 8’inci maddesinde, yazılı<br />

hizmet akdi yapılması durumunda ücretin burada gösterilmesi gerektiği kurala<br />

bağlanmış. Hatta, eğer işçiye böyle bir sözleşme yapılmıyorsa, bir ücret hesap<br />

pusulası, ücretin miktarını belirten bir belge verilecektir. Yine 28’inci maddede, iş<br />

akdi feshedilen işçiye böyle bir belgenin verilmesi gerektiği hükmü var. Kural<br />

olarak, işçinin ücretinin miktarını kanıtlama işçiye düşer. Uygulamada en çok,<br />

ücretin miktarını belirleme noktasında sıkıntıya girilmektedir. Yasadaki bu hükümler,<br />

işçinin ücret konusunda ispat yükünü sizce zayıflatmış olabilir mi ya da<br />

zayıflatmalı mıdır? Đşverene yasa koyucu bu yükümlülükleri getirmiştir. Buna<br />

aykırılık hâlinde bir de Yasanın 99. maddesinin b ve c bentlerinde ayrı ayrı idarî<br />

para cezası yüklemiştir. O hâlde, iki taraf da tanık deliline dayandığında işçinin<br />

tanıklarına daha fazla üstünlük tanınabilir mi? Ya da bu belgeyi vermemiş olan<br />

işveren bir anlamda bu yönüyle de cezalandırılabilir mi?<br />

Đkinci konu, konuşuldu, ama yine ibranameyle ilgili.<br />

Yargıtay 9’uncu Hukuk Dairesi ibraname konusunda, miktar içermeyen<br />

ibranamenin de, fesihten sonra düzenlenmiş ve alacak kalemlerini tek tek saymışsa<br />

geçerli olabileceğini kabul etmektedir; ancak, Yargıtay 10 ve 21’inci Hukuk<br />

Dairesi bu konuda farklı düşünmektedir. Anılan diğer iki Daire kararlarında ibranamenin,<br />

miktar içermesi ve bu miktarın da gabinle karşılaşmaması gerekir. Aşırı<br />

bir oransızlık bulunması durumunda yine bu ibranameye ibra değeri verilmemek-


tedir. Miktar içeren ibranamede ise, Yargıtay 9’uncu Hukuk Dairesine göre makbuz<br />

hükmünde saymaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, 1 YTL ödenmemişse<br />

dahi, işçinin alacağı son bulmamakta, buna bağlı olarak da, diyelim ki, kıdem<br />

tazminatını ilgilendiriyorsa, faiz hakkı devam etmektedir. Ancak, diğer Daireler<br />

görüşüne göre, eğer aşırı bir nispetsizlik yoksa borç ilişkisi sona erebilmektedir.<br />

Aslında Yargıtay’ın özellikle 21’inci Hukuk Dairesinin kararlarında geçen bu<br />

konu, Karayolları Trafik Kanununun 111’inci maddesinde de esinlenmektedir.<br />

Çünkü, anılan hükümde, trafik kazalarına bağlı tazminat davalarında hak kazanılan<br />

tutar ile ödenen tutar arasında, aşırı bir oransızlık yoksa, bu ibranamelere değer<br />

verilmesi gerektiği açıklanmıştır. Buradan hareketle, belirttiğim gibi, Yargıtay’ın<br />

ilgili daireleri arasında bir farklılık vardır. Bu konuda ne düşündüğünü merak<br />

ediyorum. Özellikle kamu kurumu olan bir belediye, harcamaları yönünden üç<br />

farklı kurumun denetimine tâbi, miktar içermeyen bir ibraname var, ancak buna<br />

dair ödeme belgeleri de sunulamıyor, bu halde ibraname geçerlidir. Fesihten sonra<br />

alınmış, kalem kalem alacaklar sayılmış miktar içeren ibraname ise makbuz hükmünde<br />

ve borcu sona erdirmiyor, ama miktar içermeyen borcu sona erdiriyor; bu<br />

konudaki görüşünüz nedir?<br />

Son olarak şunu belirtmeliyim: Yeni Borçlar Kanunu Tasarısının<br />

419’uncu maddesinde de bu konuya eğilinmiş ve miktar içermeyen ibranamenin<br />

geçersiz olduğu belirtilmiştir. Yasalaşması durumunda Yargıtay’ın 9’uncu Hukuk<br />

Dairesinde bir içtihat değişikliği olabilecektir bu bağlamda.<br />

Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Ben teşekkür ederim Sayın Çil. Sarper Süzek.<br />

Prof. Dr. Sarper Süzek (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi) : E-<br />

fendim, ben de meslektaşım Sayın Murat Engin’e teşekkür ediyorum.<br />

Kendisi her ne kadar şu anda Galatasaray Üniversitesindeyse de, Ankara<br />

Hukuk Fakültesinde yetişmiştir. Kendisiyle iftihar ediyoruz, kurumum adına da.<br />

Üzerinde ilk durmak istediğim konu, ki memnuniyetle müşahede ediyorum,<br />

artık Yargıtayımız istikrarlı bir biçimde, belirli süreli iş akitlerinde haklı bir<br />

neden olmaksızın işçinin çalıştırılmamasını bir işveren temerrüdü olarak değil, bir<br />

fesih olarak kabul ediyor; bu isabetli bir görüş. Böylelikle işçinin kıdem tazminatı<br />

hakkı da düşmemiş oluyor. Yalnız, bu noktada bir husus dikkatimi çekti. Sayın<br />

Engin, bir izlenim aldığını söyledi. Yargıtayımız gene isabetli olarak, tazminatın<br />

hesaplanmasında 325’ten hareket ediyor ve indirimleri de uyguluyor; bunu da<br />

yerinde bulunuyorum. Burada bir husustan söz ettiler. “Burada götürü bir indirim,<br />

maktu bir indirim yapılıyor gibi bir izlenim aldım” dediler. Böyle maktu bir indi-


im varsa, bu, yasaya aykırı olur, sorumluluk hukukunun genel ilkelerine de aykırı<br />

olur. Her olayın özelliği içinde değerlendirilmesi lazım, o indirimlerin, tazminatın<br />

belirlenmesinde. Dolayısıyla, Sayın Yargıtay üyeleri buradalar, belki bize açıklayıcı<br />

bir bilgi verirler diye ümit ediyorum. Her halde burada maktu indirim yoluna<br />

gitmemek lazım.<br />

Üzerinde durmak istediğim diğer husus, bu nitelikli işçi meselesi, yani<br />

hemşirelerin, mühendislerin durumu. Hemen belirteyim, burada ben Sayın Engin’e<br />

katılıyorum; Yargıtayımızın görüşünü de paylaşamıyorum. Nedeni şu...<br />

Tabii, başta şunu söylemek lazım: 11’inci madde biraz katı oldu, belirli süreli iş<br />

akitlerinin yapılması çok sınırlandı; bunu kabul ediyorum. Esasen Bilim Komisyonunda<br />

biz böyle bir hüküm getirmemiştik. Bu sonradan, malûm, Millet Meclisinde<br />

kabul edildi. Yalnız, belirli süreli iş akitlerinin sınırlandırılmasının asıl a-<br />

macı, iş güvencesi hükümlerinin dolanılmasını engellemektir; bu Almanya’da da<br />

böyledir, Fransa’da da böyledir. Belirli süreli iş akitlerine belirli bir sınırlama<br />

getirilir, çünkü belirli süreli iş akdi kolay yapılırsa iş güvencesi hükümlerini anlamsız<br />

hale getirmek mümkün; esas amacı budur. Nitelikli işçiyle belirli süreli iş<br />

akdi yapılmasının, 11’inci maddeye baktığımızda, hiçbir dayanağı yok; yani orada<br />

sayılan hallerden hiçbirine girmiyor. Bu, maddeyi biraz fazla zorlamak olur, hatta<br />

biraz kanuna karşı yorum olur. Burada getirilen kriter işçinin niteliği değil, işin<br />

niteliğidir. Dolayısıyla, eğer nitelikli işçi elde tutulmak isteniyorsa başka bir hukukî<br />

aracımız var, o da, asgari süreli iş akdi yapmaktır. Asgari süreli iş akdi yaptığımız<br />

takdirde, esas amaç olan iş güvencesinin sağlanması da garantiye alınmış<br />

olur. Ne yapılmış olur? Asgari süreli sözleşme yapıldığında, işçi o süre kadar<br />

zaten çalışacak, güvencesi var, belirli süreli bir iş akdi söz konusu, ondan sonra da<br />

belirsiz süreli iş akitlerinin rejimine tabi olacağı için iş güvencesi hükümlerinden<br />

yararlanabilecek. Dolayısıyla, Yargıtayımızın, ben şahsen, bu yasaya hiç uygun<br />

düşmeyen içtihadından dönmesini temenni ediyorum.<br />

Bir diğer konu, bu Sosyal Sigortaların sorumluluğuyla işverenin sorumluluğu<br />

ilişkisi. Burada Sayın Engin dediler ki, “iş kazası Sosyal Sigortalar Kanunun<br />

11’inci maddesinde tanımlanmış.” Buraya kadar mutabıkım. Şöyle bir ilave yaptılar:<br />

“Bu yetmez, ayrıca yeni bir illiyet, yani kazanın yapılan işle ilgisi olması gerekir”<br />

dediler. Biliyoruz ki biz, Sosyal Sigortalar Kanunu anlamında iş kazası<br />

11’inci maddede çok geniş tutulmuş; işyerinde meydana gelen her kaza yapılan<br />

işle ilgili olmasa bile, malûm, SSK’yı sorumlu tutuyor, yükümlülük getiriyor.<br />

Buna karşılık, işverenin sorumlu olması için kazanın işle ilgili olması lazım; o<br />

ayrı bir illiyet. Yetmez dediğimiz andan itibaren, sanki bir kümülatif durum ortaya<br />

çıkıyor. Đşvereni sorumlu tutabilmek için hem Sosyal Sigortalar Kanununun<br />

11’inci maddesindeki durum gerçekleşecek, hem de yapılan işle ilgili olacak.<br />

Bunu böyle düşünmemek lazım. Bunların ikisini, Sosyal Sigortalar Kurumunun


yükümlülüğünü doğuran iş kazasıyla, meslek hastalığıyla, işverenin sorumluluğunda<br />

bunları ayrı kulvarlarda kendi içinde düşünmemiz lazım; bir araya getirmememiz<br />

lazım. Bir somut örnekle, zamanında bilirkişilik yaptığım bir dosyayla<br />

ilgili olarak derdimi belki daha iyi anlatabilirim. Yüksek Mahkememiz de onayladı<br />

ve bence çok isabetli bir karar verdi. Bir hastalık, meslek hastalığı olmayabilir,<br />

meslek hastalığı listesinde yer almayabilir, hatta sağlık kurumuna sorulduğu takdirde<br />

de, bu meslek hastalığı değildir denebilir. O olay da öyleydi; bir göz hastalığıydı,<br />

fakat ilerleyen bir göz hastalığı. Bu durumda, bakınız, Sosyal Sigortalar<br />

hiçbir yükümlülük yüklenmiyor, çünkü meslek hastalığı söz konusu değil. Đşveren<br />

nasıl sorumlu tutulabilir? Gördük ki, işveren, ağır ve tehlikeli iş, bir maden söz<br />

konusuydu, periyodik muayeneleri yaptırmamış. Periyodik muayeneleri yaptırmaması<br />

sonucunda, tıpçı bilirkişi arkadaşımız da vardı, “muayene yapılsaydı önlenebilirdi,<br />

yavaşlatılabilirdi” dedi. Dolayısıyla, bakın, burada tam aksine bir durum<br />

söz konusu. Sosyal Sigortalar Kanunu açısından bir sorumluluk söz konusu<br />

değil; ama işveren, o muayeneleri yaptırmadığı için yüzde 100 kusurlu. Nitekim<br />

Yargıtayımız da öyle karar verdi, ona göre tazminata hükmedildi. Dolayısıyla,<br />

bunları ayrı kulvarlarda düşünmemiz gerekir. O konuda ısrarlı mısınız bilmiyorum,<br />

görüşünüzü almak istiyorum; yani işverenin sorumluluğu için mutlaka hem<br />

SSK 11’in, hem de yapılan işle ilgili olması gerekir mi konusundaki görüşünüzü<br />

de rica edeceğim. Esasen Sosyal Sigortalar Kanununun 11. maddesinde “işveren<br />

tarafından yürütülmekte olan iş dolayısıyla” meydana gelen kaza iş kazası sayıldığından,<br />

yapılan işle ilgili olan her kaza aynı zamanda Sosyal Sigortaları da sorumlu<br />

kılar. Bu nedenle işverenin sorumluluğu açısından sadece yapılan işle ilgili<br />

olması kıstası yeterlidir.<br />

Teşekkür ediyorum Sayın Başkanım.<br />

Oturum Başkanı : Ben teşekkür ederim Sayın Süzek. Sayın Melda Sur.<br />

Prof. Dr. Melda Sur (Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi) :<br />

Doçent Doktor Murat Engin’e güzel tebliğleri için teşekkür ederim. Değişik konular<br />

sunuldu. Zengin içerikli bir konuşmaydı.<br />

Ben birkaç soru sormak istiyorum kendilerine. Bazı konuların biraz açıklığa<br />

kavuşturulmasında ihtiyaç görmekteyim.<br />

Alt işverenle ilgili olarak kararlar tahlil edilirken bir cümle benim dikkatimi<br />

çekti. “Alt işverene devir geçerli bir fesih nedenidir” şeklinde bir cümle birkaç<br />

kez tekrarlandı. Bunun kanaatimce biraz açıklanmasına ihtiyaç var; ilk önce<br />

bunu kendilerinden rica edeceğim.<br />

Bir diğer konu, yeni bir soru olarak Sayın Murat Engin’e yöneltmek istiyorum,<br />

belirli süreli iş sözleşmelerinin süre bitiminden önce sona erdirilmesi,


işveren tarafından feshedilmesi durumunda ödenecek hakların tazminat mı, yoksa<br />

ücret mi olduğu konusu hala tam anlamıyla kesin bir açıklığa kavuşmuş değildir.<br />

Gerçi, iş sözleşmesinin son bulduğu, feshedildiği artık tartışmasız kabul ediliyor.<br />

Fakat, hala Borçlar Kanununun 325’inci maddesinden bahsedilirken, işverenin<br />

temerrüdü esas olduğu için, bu konuda bir tereddüt, her şeye rağmen süregelmektedir.<br />

Bu konudaki görüşlerini kendilerinden rica edeceğim. Bu ikinci sorum oluyordu.<br />

Üçüncüsü, işyeri uygulamasının değişikliğe uğraması, daha doğrusu iş<br />

şartına dönüşmüş olan bir işyeri uygulamasının işveren tarafından değiştirilmesinin<br />

Đş Kanununun 22’nci maddesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği haklı<br />

olarak Murat Bey tarafından hatırlatılmıştır. Bu aslında, değişik eserlerde de rastladığımız<br />

isabetli bir saptamadır; özellikle Profesör Sarper Süzek’in kitabında da<br />

bilhassa vurgulanıyor. 22’nci maddenin zaten başlangıç cümlelerinde sayılmış.<br />

Bu da tabii, uygulamada önemli sonuçlar doğuracak bir bakış, bir yaklaşımdır.<br />

Son sorum rekabet yasağıyla ilgili. Bunun bir karşılığa bağlanması, bir<br />

karşı edime bağlanması gerektiği vurgulanmış Sayın Murat Engin’in tebliğinde.<br />

Burada benim bazı tereddütlerim olduğunu belirtmeliyim. Taraflar isteseler de<br />

böyle bir karşı edim öngörmüş olurlardı; ama, taraflar bunu uygun görmemişlerse<br />

neden böyle bir karşı edimi, kanunda yer almayan bir karşı edimi empoze edelim;<br />

bunu da belki düşünmek gerekir.<br />

Teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Ben teşekkür ederim Sayın Sur. Sayın Can Tuncay.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay (Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi) :<br />

Teşekkür ederim Sayın Başkan.<br />

Ben söz almak istemiyordum, fakat Fevzi Şahlanan arkadaşımın bir saptaması<br />

veya bir düşüncesi üzerine, şu yıllık ücretli izinle ilgili olarak söz almak<br />

istedim.<br />

Evvela, Murat Engin arkadaşıma güzel tebliğinden dolayı teşekkür ederim.<br />

Yanılmıyorsam, burada, tartışmaya açılan bir olayda, işçi, işyerinde çalışmakta<br />

iken yıllık iznini vermeyen işverene karşı yıllık izin hakkı olduğunun<br />

tespiti için dava açıyor. Biliyoruz ki, eğer yanlışsa beni düzeltsin Murat Engin<br />

arkadaşım, işyerinde çalışırken, yıllık ücretli izin hakkı da dinlenme hakkı da<br />

işçinin bir anayasal hakkıdır. 50’nci madde, “dinlenme çalışanların hakkıdır”


demiş. Bizimde kabul ettiğimiz bir uluslararası sözleşme var. O da Avrupa Sosyal<br />

Şartı. Şartın 2. maddesi çalışanlara en az iki haftalık ücretli yıllık izin verilmesini<br />

öngörüyor. Arkasından Đş Kanununun yedi-sekiz maddesi (m.53-61) bu konuyu<br />

ele almış ve belli şartları yerine getiren işçinin yıllık ücretli izin hakkına sahip<br />

olduğu, hatta iznin işveren tarafından verileceği kanunda öngörülmüş. Đşçi istemese<br />

dahi, işveren onu vermek zorunda. Đş Kanunu 59’uncu maddesi, çalışanının<br />

eğer çalışmakta iken kazanıp da kullanamadığı izinler olursa bu hakkın hizmet<br />

akdi sona erdikten sonra bir alacak hakkına dönüştüğünü, bir parasal alacak hakkına<br />

dönüştüğünü, çünkü başka telafi olanağı olmadığından, bunun işçiye ödenmesi<br />

gerektiğini söylüyor. Şimdi, olayda, işçi çalışırken, öyle anlıyorum ki, işveren<br />

vermiyor bu izni, işçi istediği hâlde vermiyor. Her hâlde işçi hak da kazandı.<br />

Ne yapacak? Akdin sonunu mu bekleyecek? Bu dinlenme hakkı, anayasal hak.<br />

Buna saygı gösterilmediği için akdi bağ devam ederken taraflar arasında ihtilaf<br />

doğmuş, işçi işverene edimini gerçekleştirmedin diyor. Bir ihtilaf doğmuş, artık<br />

hukuki ilişki devam ederken böyle bir ihtilafın pekâlâ tespiti mümkün olmalı.<br />

“Kanunun tespit ettiği, kanunun düzenlediği bir hususun tespiti olmaz” sözüne<br />

ben katılmıyorum. Her şey kanun tarafından tespit ediliyor. Burada, işçinin kazandığı<br />

bir hakkın tespiti söz konusu. Değerli Hocamın, Baki Kuru’nun temelini<br />

attığı, eda davası açılacak yerlerde tespit davası açılmasında davacının bir hukuki<br />

yararı yoktur ya da tespit davası açılamaz diyen meşhur bir ilke vardır. Doğru.<br />

Ama, burada eda davası açamıyor ki işçi. Sözleşmenin sonunu beklemesi lazım.<br />

Pekâlâ, çalışmakta iken eğer iznini alamıyorsa, bu izin hakkının olduğunun tespiti,<br />

belki işveren üzerinde bir baskı olurda, bu hakkı işçiye kullandırabilir diye<br />

düşünüyorum. En azından ilerideki alacak davasının ispatını kolaylaştırır. Bu<br />

bakımdan, Yargıtay’ın aksi yöndeki kararına katılmıyorum; Murat Engin gibi<br />

düşünüyorum.<br />

Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Ben teşekkür ederim Sayın Tuncay.<br />

Müsaade ederseniz, zamanı ayarlama bakımından, söz vereceklerim tamamladıktan<br />

sonra, eğer mümkünse diğer isteklilere de söz vereceğim, şimdi<br />

sırada ben varım.<br />

Aldığım notlara göre, önce, bir işyerinde emek arz eden kimseyle kurulan<br />

ilişkinin bir iş ilişkisi olup olmadığı konusunda Yargıtay’ın bağımlılık ilişkisini<br />

esas alması tamamen isabetlidir. Sayın Ergin, burada, bağımlılık değil, yeni getirilen<br />

iş organizasyonuna dayanmak lazım gelir görüşünü açıkladı. Đş organizasyonu<br />

içinde, iş sözleşmesi dışında çalışanlar da bulunabilir; vekalet akdi, istisna akdi,<br />

yayın sözleşmesi, nakliye sözleşmesi gibi. Đş organizasyonuna girmek, otomatik-


man iş sözleşmesinin varlığını ortaya koymaz. Önemli olan, çalışan kimseyle<br />

kurulan arasındaki ilişkide bağımlılık ilişkisi var mı, yok mu buna bakmak gerekir.<br />

Bilindiği gibi, özellikle ikinci dünya savaşından sonraki teknolojik gelişmeler,<br />

mesleki alanda uzmanlaşma, işin görülmesinin işyerinin sabit fiziki alanı<br />

dışına taşması ve iş organizasyonun gelişmesi gibi sebeplerle, artık iş sözleşmesinin<br />

unsurlarından biri olan bağımlılık ilişkisinde bir zayıflama olduğu, işçinin<br />

daha önce görülen şekilde güçlü bir bağımlılık içinde bulunmadığı çalışma yaşamının<br />

gerçek olgularıdır. Bu hususa 1986 yılında sunduğum ve adı “Teknolojik<br />

ve Ekonomik Gelişmeler Karşısında Đş Hukukunda Yeni Yaklaşımlar” olan tebliğimde<br />

ilk değinen kişilerden biriyim. Sözü geçen tebliğimde, batı ülkelerinde bu<br />

konudaki gelişmeleri aktarırken örnekler de vermiştim. Bir ilaç fabrikasının araştırma<br />

laboratuarında, yeni ilaçların üretilmesinde bilimsel çalışma yapan bir işçiye,<br />

üstlendiği işe ilişkin talimatlar verilmesi hemen hemen imkansızdır. Ancak<br />

bağımlılık sadece üstlenilen işin konusu ve içeriğiyle ilgili değildir, işin görüleceği<br />

yeri ve zamanı belirleme yönünden de etkilidir ve bu hususlarda araştırmacıya<br />

talimat verilebilir. Kaldı ki bazı işlerde işçi, sanal olarak işyerinde çalışıyor gözükmekte,<br />

ancak işyeri iş organizasyonu içinde çok uzak bir yerde bulunabilmektedir.<br />

Örneğin Đstanbul’da kurulu taşıma işinin yürütüldüğü bir işyerine ait TIR,<br />

işyerinin kapsamındadır; ancak Almanya ve Danimarka’ya mal taşımadan dolayı<br />

çok uzaktadır. Böyle bir durumda işverenin ona her an talimat vererek işin yürütümünde<br />

bağımlılık ilişkisine girmesi düşünülemez. Đşveren TIR şoförü ve yardımcısına<br />

yola çıkmadan gerekli talimatları verebilir; ayrıca haberleşme ve iletişim<br />

teknolojik gelişmelerle o kadar kolaylaştı ki, işveren gerektiğinde bu yolu<br />

kullanarak talimat verebilir ya da işçi istediğinde gerekli konularda talimatlara<br />

ilişkin bilgi alabilir yahut karşılaşılan sorunlara ilişkin yeni talimatlara ulaşılabilir.<br />

Belirtilen hususlar göz önünde tutularak Sayın Engin’in incelediği karardaki olaya<br />

dönersek, Fransa’da çalışan kimse gerçekten yayın-satış danışmanlığı yapmaktaysa<br />

ve iş sözleşmesinin gerektirdiği ölçüde ve içerikte bağımlılık ilişkisi varsa, bu<br />

takdirde kendisinin işçi niteliğine dayalı bir ilişki içinde bulunduğunu söyleyebiliriz.<br />

Đş mahkemesi taraflar arasındaki sözleşmenin “danışmanlık sözleşmesi” olduğunu<br />

açıklamıştır. Borçlar Kanununda veya çalışma hayatında yerleşmiş ayrı bir<br />

danışmanlık sözleşmesi bulunmamaktadır. Sözleşmenin içeriğine, tarafların üstlendikleri<br />

edimlere ve bağımlılık ilişkinin var olup olmadığına bakılarak, vekalet<br />

veya eser sözleşmesi, bir çeşit tellallık ya da komisyon sözleşmesi mi, ya da gerçekten<br />

iş sözleşmesi mi olduğu sonucuna gidilebilir. Bununla beraber, işletmeler<br />

ve işyerlerinde uzmanlık gerektiren değişik konularda görüşleri alınmak üzere<br />

yapılan sözleşmelere danışmanlık sözleşmesi denildiği de bilinmektedir. Bu açıdan<br />

danışman çalışan adıyla veya danışmanlık görevini üstlenen bir işçi olarak<br />

düşünülecektir. Bu konuda Sayın Şahlanan ile birleşiyorum.


Đkinci konu alt işverene ihale yoluyla işyerinde verilen bir iş, bir yıl veya<br />

ikinci bir yıl bu alt işverence yürütüldükten sonra üçüncü yıl, sözü edilen işleri<br />

üstlenmeye istekli başka bir işverene verilebilir. Böyle bir durumda önceki alt<br />

işveren için birini tercih edeceği şu yollar sözkonusu olabilir: Asıl işverene ait<br />

işyerinde aldığı iş sonucu kendi adına kayıtlı işyerini kapatabilir ve çalıştırdığı<br />

bütün işçilerin iş sözleşmelerini feshedebilir veya işçileri başka işyerlerinde çalıştırmak<br />

üzere işyerini değiştirilebilir. Önceki alt işverenin iş sözleşmesini feshettiği<br />

işçilerin bazıları, işi alan yeni alt işveren ile iş sözleşmesi yapabilir ve aralarında<br />

yeni şartlara göre bir sözleşme oluşturulabilir. Đş sözleşmesinin feshi yerine,<br />

işçiyi çalıştıran önceki alt işveren ile işyerinde işi alan ve kendi adına işyeri kuran<br />

yeni alt işveren işçinin de rızasını alarak aralarında yapacakları iş sözleşmesinin<br />

devri işlemi ile de belirli işçilere yeni alt işverenin yanında çalışma imkanı verebilirler.<br />

Uygulamada en çok görülen ise, önceki alt işverenin kendi adına kayıtlı<br />

işyerini, işyeri devri sözleşmesi, yani bir hukuki işleme dayalı olarak yeni alt işverene<br />

devredilmesidir. Bu suretle, işyeri bütün unsurları ve bu arada çalıştırdığı<br />

işçilerinin iş ilişkileri ile birlikte ve işçilerin ayrıca rızalarını almaya gerek olmaksızın<br />

yeni alt işverence geçmiş olur. Đşyerinin bir alt işverenden diğeri geçirilmesi<br />

bir muvazaanın varlığını göstermez. <strong>Yargıtayın</strong> bu konularla ilgi olan ve Sayın<br />

Engin’in değerlendirdiği kararın isabetli olduğu görüşündeyim. Yüksek mahkeme,<br />

incelediği uyuşmazlık konusu olayda, önce şu iki tespiti yapmaktadır: Olayda<br />

bir işyeri devri yoktur, davacı işçinin iş sözleşmesinin devredildiği hususunda da<br />

bir iddia ileri sürülmüş değildir. O halde işçinin iş sözleşmesine göre çalıştığı<br />

önceki alt işveren, diğer yollarda bir işlem yapmadığına göre, işçinin iş sözleşmesinin<br />

feshedilip haklarının verilmesi gerekliydi. Bu açıdan iş sözleşmesinin feshedilmiş<br />

olduğunun kabulü ve sona ermeye ilişkin talep ettiği haklarının talebi uygundur.<br />

Yüksek mahkemenin aynı olaylara ilişkin önceki kararları ile yeni kararı<br />

arasında bir farklılık bulunmamaktadır; bu açıdan Sayın Şahin’in görüşüne katılmaktayım.<br />

Üçüncü olarak değinmek istediğim konu, belirli süreli iş sözleşmesi<br />

ve bu hususta aranan objektif (esaslı) nedenlere ilişkin ölçütlerdir. Bilindiği<br />

gibi, 4857 sayılı Đş Kanunun bilim kurulunca hazırlanan tasarının şimdiki<br />

11.maddenin birinci fıkrasında hukuka uygun ve belirli süreli iş sözleşmesin<br />

“belirli süreli” olma özelliğini yansıtan bir tanım verilmişken;<br />

TBMM’nde bu tanım değiştirilmiş, sözleşmelerin süreye bağlılığı vurgulanmaktan<br />

çok bu sözleşmelerin geçerli olarak meydana getirilebilmeleri<br />

için aranan objektif nedenlerin gösterilmesi yoluna gidilmiştir. Böyle bir<br />

düzenleme, hiçbir ayırım yapmadan ister bir defaya mahsus, ister birden<br />

fazla yapılmış olsun, objektif bir nedenin bulunması halinde hukuka uygun<br />

olarak meydana getirilmiş olacaktır. Oysa bilim kurulu tasarısında bir defa


için yapılan belirli süreli iş sözleşmelerinde objektif neden aranmamış,<br />

zincirleme iş sözleşmelerinde böyle bir nedene bakılacağı kabul edilmişti.<br />

Đş Kanunu madde 11/1’de değişiklik yapılması, buna karşılık ikinci fıkranın<br />

aynen yasalaşması farklı görüşlerin çıkmasına neden olmuştur. Doktrinde<br />

çoğunluk, bir az önce açıkladığımız gibi, Đş Kanuna tabi bütün belirli<br />

sözleşmeler için objektif nedenin bulunmasını ararken, azınlıka kalan bilimsel<br />

görüşler objektif nedenin sadece zincirleme iş sözleşmeleri için bir<br />

geçerlilik şartı olacağını savunmaktadır. Bizim görüşümüz de birinci grupta<br />

olanlar ile birleşmektedir. <strong>Yargıtayın</strong> da bu görüşü paylaştığı bilinmektedir.<br />

Belirli süreli iş sözleşmelerinde aranan objektif nedenleri belirlerken temelinin<br />

iyi kurulması, ölçütlere dayalı gruplaştırmanın iyi belirlenmesi gerekmektedir.<br />

Bu yönden Sayın Engin’in eleştirilerine katılmaktayım. Nitekim belirli süreli<br />

sözleşmelerinin objektif nedenlere bağlı tutan bazı ülkelerde, örneğin Almanya’da<br />

Avusturya’da ve Đsviçre’de işçinin ve işverenin-işletmenin menfaatleri ya<br />

da işçinin kişiliği ve işverenin-işyerinin ihtiyaçları, mesleğin özelliği gibi ölçütlere<br />

göre, hatta bunların alt grupları olarak bir takım objektif nedenler toplanmaktadır.<br />

Bu ayırımlardan esinlenerek Türkiye’de doktrin tarafından objektif nedenlerin<br />

gruplaştırılması yönünden görüşler açıklanmıştır. Yargıtay ise son yıllarda<br />

belirli süreli sözleşmeleri de objektif nedenlerin kabulü için “vasıflı ve vasıfsız<br />

işler” ya da “vasıflı ve vasıfsız işçiler” şeklinde bir ayırım ve ölçüt üzerinde durmakta,<br />

vasıfsız işlerin üstlenildiği halde belirli süreli iş sözleşmesi yapılamayacağını,<br />

buna karşılık vasıflı işlerde bir defaya veya zincirleme iş sözleşmelerini akdedilebileceğini<br />

kabul etmektedir. Objektif nedenler yönünden belirgin ve yeterli<br />

ölçüt koymaktan uzak bu ayırımın, çalışma yaşamında sorunlar yaratabileceği<br />

endişesini taşımaktayız. Gerçekten bütün işkolları ve bunların kapsamına giren o<br />

kadar çok sayıda işler, mal ve hizmet üretimi var ki, bunlarda vasıflı ve vasıfsız<br />

işler ayırımı için kesin bir ölçüt vermek imkansızdır. Özellikle emek veya sermaye<br />

yoğun, değişik ve gelişmiş teknolojiye göre üretimin yapıldığı yerlerde vasıflıvasıfsız<br />

işlere göre ayırımın gruplaştırılmasının pek kolay olmayacağı açıktır.<br />

Örneğin modern teknolojiyi uygulayan bir et üretiminde 280 işçi çalışmakta ise,<br />

eğer genel nitelik kazanmış olan bekçilik, basit temizlik işleri, yükleme-boşaltma,<br />

depolama ve benzeri işlerde çalışanlar o işyerinde en çok % 15 ise, geri kalan %<br />

85’i ile belirli süreli iş sözleşmeleri yapılabileceği sonucu çıkarılır ki, böyle bir


sonucu paylaşmak güçtür. Diğer yandan ölçütün iyi belirlendiğinde örneğin ister<br />

vasıflı ister vasıfsız işlerde olsun hastalanan bir işçinin yerine ve geçici olarak<br />

çalıştırılmak üzere belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilir. Đşçinin kişiliğinden kaynaklanan<br />

nedenler gibi, işyerinde beklenenin üstünde bir ihraç edilecek mal talebi<br />

için de belirli süreli iş sözleşmesi ile geçici işçi çalıştırılabilir. Bu örnekleri genişletmek<br />

mümkündür; fazla zamanınızı almadan Yargıtay kararlarında daha uygun<br />

ve belirli ölçütlere doğru bir arayış için çaba gösterilmesini beklemekteyiz.<br />

Nihayet <strong>Yargıtayın</strong> yıllık ücretli izinle ilgili kararını isabetli bulmakta ve<br />

aynı doğrultuda görüşünü açıklayan Sayın Şahlanan’a katılmaktayım. Đncelenen<br />

olayda işçi askere gitmeden önce bir iş sözleşmesi yapıyor. Askerlik görevini ifa<br />

için işyerinden ayrılışında işveren tarafından izinli sayılması konusunda bir öneri<br />

gelmemiş ise, iş sözleşmesi işçi veya işveren tarafından feshedilmiş olacaktır ve<br />

genellikle fesih işçi tarafından yapılır. Askere gitmeden önce bir yıllık hizmet<br />

süresini doldurup izne hak kazanmış ve iznini kullanmamış ise, iş ilişkisini sona<br />

erdirdiğinde yıllık izin ücretini talep hakkını elde eder. Askerlik için ayrıldığında<br />

izne hak kazanmış veya kazanmamış olsun çalıştığı süre, daha sonra aynı işverenle<br />

iş ilişkisi kurulduğunda yıllık ücretli izin yönünden dikkate alınarak birleştirilecektir.<br />

Đş Kanununun 54. maddesinde yer alan hükme göre aynı işverenin bir veya<br />

değişik işyerlerinde çalıştıkları süreler, yıllık izin hak bakımından birleştirilerek<br />

gözönünde tutulur. Đşçi, bu hükme dayanarak, askerden önce ve sonra aynı işverenin<br />

işyeri veya işyerlerinde geçirdiği sürenin birleştirilerek işlem yapılmasını<br />

talep edebilir. Sayın Tuncay’ın da görüşünün bu yolda olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz.<br />

Burada konuşmama son verirken Sayın Engin’i sunduğu tebliğinden<br />

dolayı bir kez daha kutluyorum.<br />

Çok teşekkür ederim.<br />

Evet, söz şimdi Sayın Kılıçoğlu’nda.<br />

Dr. Mustafa Kılıçoğlu (Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Üyesi) : Öncelikle,<br />

Sayın Engin’i bu değerli ve doyurucu tebliğinden dolayı kutluyorum.<br />

Söz almam Daire adına değil, kişisel düşüncelerim adına.<br />

Dairemizin çoğu görüşlerinin doğruluğu daha önceki konuşmacılar tarafından<br />

ifade edildiği için onları tekrar etmek istemiyorum. Yalnız, şunu ifade<br />

etmek istiyorum: Biz bu sene 50 bin dosya bekliyoruz. Dolayısıyla, kavramlar<br />

üzerinde yeterince durabildiğimizi iddia edemeyeceğimiz, ama mümkün olduğu<br />

kadar öğretiye uygun kavramları doğru yerde, doğru bir şekilde kullanmaya çalıştığımızı<br />

söyleyebiliriz.


Şimdi 11’inci maddeyle ilgili kişisel görüşümü arz etmek istiyorum.<br />

11’inci madde ele alınış biçimi ve yazılış biçimi olarak hakikaten çelişkiler içeren<br />

bir madde. Bir kere, Avrupa Birliği normlarında belirli süreli sözleşmenin ortaya<br />

konuşunda iki amaç gözetilmiştir: Birincisi, mümkün olduğu kadar fazla işçi alabilmek,<br />

yani istihdam edebilmek; ikincisi ise, belirsiz süreli sözleşmenin asıl olduğu,<br />

belirli süreli sözleşme istisna olduğu, dolayısıyla iş hukuku, Đş kanunlarının<br />

koruyucu şemsiyesinden daha fazla işçinin yararlanmasını sağlamaktadır.<br />

11’inci maddenin lafzına bakıldığında, “iş ilişkisinin bir süreye bağlı olarak<br />

yapılmadığı hâlde sözleşme belirsiz süreli sayılır” demiş, önce bir tanım koymuş.<br />

“Belirli süreli işlerde”; işlerden söz ediliyor. “Đşlerde” kavramının varlığına<br />

rağmen, burada biz işçinin niteliğine giremeyiz. Kararlarda, ben 11’inci maddeyle<br />

ilgili karşı oylar kullandığım için kişisel söz aldım, ama Dairemizin kökleşmiş<br />

kararları, işlerden ziyade işçinin niteliği ele alınmaktadır.<br />

Şimdi ben şunu söyleyebilirim: Đşlerin ölçümlenmesi işçinin niteliğinin<br />

belirlenmesinden daha objektif gibi kalıyor. Türkiye’nin gelişen ekonomik durumu,<br />

artık şu meslektekiler daha niteliklidir veya aranılandır, şu meslektekiler a-<br />

ranmamaktadır şeklinde belirli bir ölçüt verilmesine pek uygun değil. Ben kişisel<br />

olarak, doktorların da belirsiz süreli hizmet sözleşmesiyle çalışabileceği düşüncesindeyim.<br />

11’inci madde yeniden düzenlenseydi ben şöyle bir öneride bulunabilirdim:<br />

Đlk sözleşme belirli süreli yapılabilir, ne iş, ne de işçinin niteliği dikkate<br />

alınmadan, göz ardı edilerek ilk sözleşmenin belirli süreli yapılmasında bir engel<br />

konulmamalı. Çünkü, önemli olan, işverenin çok işçi çalıştırabilmesi, mümkün<br />

olduğu kadar birtakım bürokratik veya kırtasiye işlemlerinden kurtulması. Ancak,<br />

orada bir incelik daha var; belirli süreli sözleşme ne kadar süreli olmalı? Bu çok<br />

önemli. Henüz daha içtihatlarımızda da yer almıyor. Bu yasada düzenlenebilirdi,<br />

örneğin “belirli süreli sözleşme 1 yıl olmalı” veya “2 yıl olmalı” şeklinde bir sınırlama<br />

konur, 2 yılı ya da 1 yılı bir gün dahi geçse, orada, Borçlar Kanunu 339’a<br />

hiç gitmeden, doğrudan doğruya belirsiz süreli sözleşme olarak kabul edilmesi<br />

şeklinde bir yol tutulabilir. Bu, uygulanış açısından büyük bir rahatlık getirir.<br />

Zaten, işçinin, yasanın dolanmasını engelleyen 11’inci maddenin 2’nci fıkrasında<br />

ibare var; diyor ki, “belirli süreli iş sözleşmesi esaslı bir neden olmadıkça birden<br />

fazla üst üste zincirleme yapılamaz, aksi hâlde iş sözleşmesi başlangıçtan itibaren<br />

belirsiz süreli kabul edilir.” Dolayısıyla, ancak o sözleşmesindeki sürenin aşılması<br />

durumunda sözleşme belirsiz hâle gelecek. Bu bir kolaylık sağlar diye düşünüyorum.<br />

Açıkçası Murat Beye o konuda biraz katılıyorum, yani iş önemli, işçinin<br />

niteliği önemli değildir; bu benim kişisel düşüncem ve karşı oylarda da bunları<br />

belirttim.


Đkinci konu ibraname konusu. Đbraname konusunu; içtihatlarımızda mümkün<br />

olduğu kadar ilkeleri belirlemeye uğraştık, ama yine de, ben kişisel olarak<br />

tedirginlik duyuyorum. Açıkçası, hangi dosyada ibraname gelirse gelsin bir sıkıntı<br />

duymaktayım; acaba işçi alacağını aldı mı? Aynı şekilde, işveren gerçekten bu<br />

ödemeyi yaptı mı? Çünkü, ibranameler belirli bir şekle tâbi tutulmadığı için özensiz<br />

de yapılabiliyor. Dolayısıyla, ibranameyi doğru bir şekilde okumayan işçinin<br />

zarara uğrayabileceği gibi, içtihatlarımızı takip edemeyen bir işverenin de düzenlediği<br />

ibraname nedeniyle zarara uğraması mümkün.<br />

Gönül isterdi ki, ibranamenin 4857 Sayılı Yasada açıkça düzenlensin; ancak<br />

bu yapılmadı. Borçlar Kanunu Taslağında ibranameyle ilgili hüküm tatmin<br />

edici değil, yol gösterici değil; bence o da eksik bir hüküm olarak kalmaktadır.<br />

Yine düşüncem, benim kişisel düşüncem, yani ben kanun koyucu olsaydım<br />

ibranameyle ilgili hükümde neler yapardım? Aslında, oraya gitmeden önce,<br />

4857 Sayılı Yasada 37’nci madde var; 37’nci maddede diyor ki, “ücret hesap<br />

pusulası düzenlenmesi gerekir” diyor. Fakat, tabii bunu çok kısaca söylüyorum,<br />

37’nci madde aslında etraflı bir madde, bakın 2’nci fıkrası şöyle diyor: “Bu pusulada<br />

ödemenin günü ve ilişkin olduğu dönem, fazla çalışma, hafta tatili, bayram<br />

ve genel tatil ücretleri gibi asil ücrete yapılan her çeşit eklemeler tutarının, vergi,<br />

sigorta primi avans mahsubu, nafaka ve icra gibi her çeşit kesintilerin ayrı ayrı<br />

gösterilmesi gerekir” diyor. Bu nispi emredici bir hüküm, 37’nci madde. Keza,<br />

75’inci maddede de, işçi özlük dosyasında, “diğer kanunlar uyarınca düzenlemek<br />

zorunda olduğu her türlü belge ve kayıtları saklamak ve bunları istediği zaman<br />

yetkili memur, mercilere göstermek zorundadır” diyor; işverene bir yükümlülük<br />

sağlıyor. Bu da yine nispi emredici bir hüküm. Dolayısıyla, ibranamede ödendiği<br />

iddia edilen işçilik alacaklarının, yine bu hükümlerden yararlanarak referanslarının,<br />

yani ödeme belgelerinin aranmak suretiyle bir yola gidilmesi Dairemizi tamamen<br />

rahatlatacaktır.<br />

Rekabet yasağıyla ilgili konuda, rekabet yasağı öğreti tarafından da çok<br />

derinlemesine incelenememiş, ancak yeni bu konu üzerinde durulmaktadır.<br />

Sayın Engin, Borçlar Kanunu 348’inci maddesinde bir karşı edimin düzenlenmesi<br />

öneriliyor. Biz onu, hakkaniyet indirimi şeklinde bir indirimde bulunarak<br />

kısmen telafi ediyoruz. Dolayısıyla, bir indirimde bulunuyoruz; tam olarak<br />

tazminata hükmetmiyoruz. Bu bir nevi karşılık düşünülebilir mi diye düşünüyorum.<br />

Son olarak, Borçlar Kanunu 53’üncü maddeyle ilgili çok kısa bir görüşümü<br />

arz edeceğim.


Efendim şimdi, bir kazanın iş trafik kazası olması hâlinde ceza mahkemesindeki<br />

kusur oranının hukuk mahkemesini yani iş mahkemesini bağlamayacağı<br />

doğrudur. Neden doğrudur? 4857 Sayılı Yasanın 77’nci maddesi Borçlar Kanununda<br />

bulunmamakta. Son derece ayrıntılıdır. Dolayısıyla, işçinin korunması ve<br />

diğer alınacak önlemler açısından yeni bir kusur incelemesi gerekir. Ancak, eğer<br />

bu işçi olmasaydı, normal vatandaş olsaydı, Borçlar Kanunu 53’teki, ceza mahkemesindeki<br />

kusur oranı hukuk mahkemesini bağlamaması için ek delillerin olması<br />

lazım; aksi takdirde bağlar. Yeniden bilirkişiye gitmek gerekmez.<br />

Borçlar Kanunu 53’le ilgili Borçlar Kanunu Tasarısında bir ayrıntı; orada<br />

bulamadık. Bu da bir eksiklik diye düşünüyorum.<br />

Son olarak tehlike sorumluluğu konusunu, Borçlar Kanunu Taslağında<br />

Casuistic olarak düzenlenmiştir. Dolayısıyla, şu ana kadar iş kazalarının veya<br />

destekten yoksun kalma tazminatının tehlike sorumluluğu bünyesinde inceleneceği<br />

şeklinde teorik bilgiler artık Borçlar Kanununda, değişmemişse, zannediyorum<br />

son ana kadar değişmedi Casuistic olarak düzenlenmiştir ve tehlike sorumluluk<br />

bir nevi doğrulanmıştır. Bu yönüyle de uygulamaya rahatlık gerekecektir.<br />

Teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Ben teşekkür ederim Sayın Kılıçoğlu.<br />

Saat 12.30. Aslında görüşmeleri burada bitirmemiz gerekiyordu. Sayın<br />

Tebliğ sahibiyle görüştüm, 15 dakikalık en az bir cevap süresi istiyor.<br />

Sayın Uçum, özür dilerim, o yüzden, zamanı fazla aşacağımız için soruyu<br />

belki daha sonraki tebliğlerle bağlantılı sorabilir misiniz lütfen?..<br />

O zaman, müsaade ederseniz şimdi son sözü değerli arkadaşım Sayın Engin’e<br />

veriyorum.<br />

Buyurun Sayın Engin.<br />

Doç. Dr. Murat Engin : Teşekkür ederim Sayın Hocam.<br />

Konular belli, sorular belli noktalarda yoğunlaştığı için ben tek tek, her<br />

bir soru soran bakımından değil de, konular etrafında cevap vermeye çalışacağım.<br />

Burada öncelikle ibraname konusunda başlayayım. Bu konuda, tabii,<br />

miktar içermeyen ibranamelerin geçerli sayılmaması, buna karşılık miktar içeren<br />

ibranamelerin makbuz hükmünde sayılmasıyla ilgili görüşler ifade edildi ve Sayın<br />

Şahin Çil de bu konuda, acaba Borçlar Kanunundaki esas da dikkate alınarak<br />

başka düşünülüp düşünülemeyeceğini ifade etti.


Aslında miktar içeren ibraname, genel hükümler ve ispat hukukunun genel<br />

amaçları çerçevesinde düşünüldüğünde, ibranamenin miktar içermesi, o ibranamenin<br />

güvenilirliliği bakımından bence daha güvenilir bir türdür. Yoksa genel<br />

olarak, “hiçbir alacağım yoktur” gerçi Yargıtayımız burada, hiçbir alacağım yoktur<br />

yanında tek tek alacak kalemlerinin sayılmasını da istiyor, ancak, şahsi kanıma<br />

göre, miktar içermeden, sadece, “şu konuda alacağım yoktur”, “bu noktada alacağım<br />

yoktur” yazılı ibranamelere göre, her bir alacak kalemi için miktar belirterek,<br />

bu noktada alacağım yoktur yazılı ibranameler bence geçerli, borcu sona erdiren<br />

ibranameler olarak kabul edilebilir. Ancak, uygulamanın zorlukları nedeniyle bu<br />

konuda da çok fazla iddialı konuşmak da istemiyorum. Yargıtay’ın bu konuda<br />

uzun çabalardan sonra yerleşmiş bir içtihadı da var, ibraname konusunda. Bu<br />

konuda belki kanunî düzenleme yapılıncaya kadar içtihadın bu yönde devam etmesi<br />

de belki yerinde olacaktır. Đbranameler konusunda kişisel olarak kesin bir<br />

kanaate vardığımı söylemeyeceğim.<br />

Burada bağımlılık unsuruyla ilgili görüşlerime birtakım eleştiriler getirildi.<br />

Özellikle Fransa’da ikamet eden yayın temsilcisinin sözleşmesi bakımından<br />

şunu söylemeye çalışmıştım. Klasik anlamda bağımlılık ilişkisi bir hukukî bağımlılıktır.<br />

Bunun da anlamı, işçinin işyerinde günlük çalışma sürelerinin işveren<br />

gözetiminde geçmesi, klasik anlamda geçmesi ve işverenin iş görme edimini organize<br />

edebilmesi. Dolayısıyla, işçi işyerinden uzaklaştığı müddetçe, bu konu 10<br />

yıl önce ilk defa, 10-15 senedir, işçinin işyeri dışında çalıştığı hâllerde ortaya<br />

çıkmaya başladı ve işçinin klasik anlamda bağımlılık ilişkisi çerçevesinde, yani<br />

fiilen işverenin gözetim ve denetiminde çalıştığının tespit edilemediği hâller için<br />

iş organizasyonu kıstası yabancı ülke hukuklarında geliştirildi. Dolayısıyla ben,<br />

zaten iş organizasyonu kıstasının, bağımlılık ilişkisinin yerine geçen bir kıstas<br />

olduğunu ifade etmedim. Đş organizasyonu kıstası, somut örnekte de görüldüğü<br />

gibi, Fransa’da çalışan kişiyi pekâlâ bir vekalet sözleşmesi türüyle veya istisna<br />

sözleşmesi türüyle çalışıyor nitelemek mümkündür. Aradaki mesafe, kontrol olanağının<br />

yokluğu, klasik anlamdaki işyerinde çalışan işçi-işveren arasındaki denetim<br />

ve gözetimin yokluğu çok kolaylıkla bu ilişkiyi diğer sözleşme biçimlerinin<br />

kapsamına sokabilir. Dolayısıyla, iş organizasyonu kıstası, bağımlılık ilişkisinin<br />

yerini alan değil, bağımlılık ilişkisini tamamlayan, yeniden vurgulayan ve bağımlılık<br />

ilişkisi kavramının alanını genişleten bir kıstastır.<br />

Şunu da Hocam, tabii o konuda kendisine katılıyorum, iş organizasyonu<br />

kıstası tek başına ele alındığı takdirde bağımlılıktan çok farklı. Tüm ekonomik<br />

ilişkiler, bir hukukî ilişki varsa ekonomik hayatta, kişiler arasında her türlü hukukî<br />

ilişkide bir iş organizasyonu vardır zaten. Bu noktaya kadar genişletilemez. Dolayısıyla,<br />

benim de söylemeye çalıştığım şey, Đş organizasyonu kıstasının bağımlılık


ilişkisinin yardımcı kıstası olduğudur. Diğer klasik bağımlılık ilişkisi ölçütleriyle<br />

ilişkinin iş ilişkisi olduğu sonucuna varılamıyorsa, iş organizasyonuyla bağımlılık<br />

ilişkisi tamamlanır anlamında kullandım ya da bunu ifade etmeye çalıştım ve<br />

Yargıtay’ın kararını da bu yönden isabetli bulup, iş organizasyonu kıstasının buradaki<br />

önemini belirtmeye çalıştım. Dolayısıyla, işyeri kavramı içinde yer alması<br />

iş organizasyonu kıstasının, bunun bağımlılık ilişkisini geliştiren ya da ona ek,<br />

onunun alanını genişleten bir kıstas olarak kullanılmasına engel değil; tam tersine,<br />

dar anlamda işyerinde çalışma kavramının dışına çıkaran bir kıstas.<br />

Burada, alt işverenle ilgili olarak da çeşitli sorular gündeme geldi. Öncelikle<br />

alt işverene ilişkin olarak, “alt işverene devir geçerli bir fesih nedenidir, niçin”<br />

diye soruldu Sayın Melda Sur tarafından. Đşletme gerekleri nedeniyle fesih<br />

bakımından geçerli bir fesihtir alt işverene devir, kanuna uygun alt işverene devir.<br />

Đşletme gerekleriyle feshin gerekçesi, bir iş gücü fazlasının meydana gelmesidir,<br />

işverenin yapacağı bir reorganizasyon sonucunda bir iş gücü fazlasının meydana<br />

gelmesi. Alt işverene devir de, kanunun işverene tanıdığı bir olanak olduğundan,<br />

kanunî anlamda alt işverene devir, kanunun işverene tanıdığı bir reorganizasyon<br />

aracı olduğundan, bu araca başvuran işveren, kanuna uygun bir biçimde devrettiği<br />

takdirde işçilerini, daha o güne kadar kendi işyerinde çalışmış olan işçiler iş gücü<br />

fazlası hâline gelecekleri için işletme gerekleriyle sözleşmeleri feshedilebilir.<br />

Burada, işyerinin devriyle alt işverene devir veya ihale suretiyle bir alt işverenden<br />

diğer alt işverene geçişin, işyerinin devri ile ilişkisi konusu tartışıldı.<br />

Đşyerinin devri, esas olarak faaliyetin kendisinin veya o işyerinde yürütülen<br />

faaliyetin bir bölümünün bir başkasına devridir, bir başka alt işverene, girişimciye<br />

devridir. Dolayısıyla, işyerinin devri, 6’ncı maddede düzenlenen hüküm<br />

bu anlamda bence genel hükümdür; 2’nci maddede düzenlenen alt işveren de<br />

aslında geniş anlamda bir işyeri devridir, kısmi devirdir. Neden? Yardımcı faaliyet<br />

devrediliyor. Ama kanun, geniş anlamda olmakla birlikte, geniş anlamda bir<br />

işyeri devri kavramı içinde teorik olarak değerlendirebiliriz, ama alt işverene devri<br />

ayrı ve özel bir hükümle düzenliyor; bu başka bir konu. Asıl işverenin işin bir<br />

bölümünü alt işverene devretmesinde gidip 6’ncı maddeye dayanamayız, çünkü<br />

alt işveren konusunda özel düzenleme var. Buna karşılık, iki noktada alt işveren<br />

müessesesiyle işyerinin devri konusu, 6’ncı madde birlikte ele alınmak durumunda<br />

kalıyor; bir. Đş Kanunun 2’nci maddesinin son fıkrasında, değindiğim gibi, “bir<br />

yardımcı iş işçilerle birlikte devredildiğinde, bunların haklarında kısaltama yapılamaz”<br />

deniyor. Burada ilke olarak, Đş Kanununu 2’nci maddesinin son fıkrası<br />

6’ncı maddeden ilham alıyor diye düşünüyorum, aynı konuyu düzenleniyorlar


çünkü. “Hakları kısıtlanamaz” ne demek? Tüm hak ve borçlarıyla devrolur anlamına<br />

geliyor. Đki, ihale suretiyle olan devirlerde, ihale suretiyle almış yardımcı işi,<br />

bir yıllık ihale süresinden sonra yeni ihaleyi alamadığı takdirde yeni işverene, bir<br />

başka, ihaleyi alan yeni işverene geçmesi.<br />

Şimdi, alt işverene devirle işyerinin devri arasında tabii önemli farklılıklar<br />

var. Sayın Şahlanan Hocamın da sözlü olarak daha önceki bir konuşmamızda<br />

ifade ettiği gibi, şu fark var en azından: Đşyerinin devrinde, faaliyet, devralanın<br />

kendi menfaatine yürütülür; alt işverene devirde ise, alt işveren yine asıl işverenin<br />

menfaatine yürütür o faaliyeti; birinci fark burada. O ayrı. Mesela ihaleli işlerde<br />

bir alt işverenden diğer alt işverene geçişte, bir alt işverenden diğer alt işverene<br />

geçişte, burada yine, somut olayın özelliklerini göre Đş Kanununun 6’ncı maddesi<br />

dikkate alınmalıdır. Çünkü burada, işyerinin kısmi devri, daha doğrusu işyerinin<br />

devri, alt işverene devredilen kısım da aslında alt işveren bakımından hukukî olarak<br />

bir işyeridir. Dolayısıyla, bir alt işverenden diğer alt işverene geçiyorsa, bu<br />

ihale yoluyla da olsun, başka yolla da olsun, 6’ncı maddedeki konuya daha sonra<br />

geleceğim, ama esas olarak burada bir faaliyetin devri olduğundan bu bir işyeri<br />

devridir. Dolayısıyla, Münir Bey Hocamın şu görüşüne çok katılamıyorum: Kendileri,<br />

“ihale bittiği zaman işyeri kapanmış olur, yeni ihaleyi alan yeniden açmış<br />

olur” dediler. Aynı işçiler aynı yerde çalışmaya devam ediyorlarsa, burada bir<br />

işyeri devrinden söz etmek gerekecektir sanıyorum. Đş Kanununun 6’ncı maddesi,<br />

hukukî bir işlemle geçmesinden söz ediyor. Bu hukukî işleme ben, tebliğimi sunarken<br />

biraz dar bir anlam verdim ve aslında amacım da biraz bunu tartışmaya<br />

açmaktı. Hukukî işlemden kasıt, iki işveren arasındaki nispi ilişki; satım, kira gibi<br />

mi kastediyor acaba, dar mı alıyor, yoksa herhangi bir hukukî ilişkiyi mi? Bence,<br />

sanki 6’ncı maddenin dar aldığı izlenimi doğruyor. Burada Sayın Hocamın da,<br />

diğer hocalarımın da ifade ettiği konu, dar anlamda almamak gerektiği, mesela<br />

ihale suretiyle yapılan geçişlerde de aslında bunun yine bir hukukî işleme dayandığı,<br />

yani geniş olarak alınabileceği. Peki, geniş olarak alınabilecek ise, ihale nedir?<br />

Đhaleye çıkarmak, asıl işveren tarafından yapılmış bir hukukî işlem. Dolayısıyla,<br />

asıl işveren tarafından yapılmış bir hukukî işleme dayanılarak bir alt işverenden<br />

diğer alt işverene geçmişse, burada yine bir işyerinin devrinden söz edilebilir<br />

kanısındayım.<br />

Belirli süreli sözleşmeler konusunda Fevzi Bey eleştiri yönelttiler ve şöyle<br />

ifade ettiler: “Belirli süreli sözleşme yapmada işverenin de menfaati olabilir,<br />

belki cezaî şart öngörerek işçiyi o işyerinde tutmak isteyecektir” dediler. Belirli<br />

süreli sözleşme-belirsiz süreli sözleşme, yani Đş Kanunu 11’in yorumu hakkında<br />

zaten diğer hocalarım ve söz alan diğer konuşmacılar yeterli açıklamada bulundular<br />

kanısındayım. Burada kendileri de yaptıkları açıklamalarda, işçinin niteliğinin<br />

değil, işin niteliğinin esas alınması gerektiği soru ve yorumlar bölümünde zaten


vurgulandı; onun için o kısım üzerinde durmuyorum, ama ona eklemek için şunu<br />

söylemek istiyorum: Mesela o işçiyi işyerinde tutmakta işverenin menfaati var<br />

diyelim, cezaî şart hükmünü, karşılıklı olması kaydıyla, işveren belirli süreli sözleşmede<br />

getirebileceği gibi, belirsiz süreli sözleşmede de cezaî şart öngörülebilir.<br />

Belirsiz süreli sözleşme yapılabilir; işçiye, şu kadar süre sözleşmeyi feshetmeme<br />

yükümlülüğü ve bunun karşılığı olarak bir cezaî şart yine öngörülebilir. Bu cezaî<br />

şart da nasıl öngörülebilir? Yargıtay kararlarıyla da, içtihadıyla da açıklığa kavuştuğu<br />

üzere karşılıklı olmak suretiyle. Karşılıklı olduktan sonra cezaî şart, ister<br />

belirli süreli sözleşmede olsun, ister belirsiz sürelide olsun, yine öngörülebilir.<br />

Yıllık ücretli izin konusunda, bu konuda tespit davası açılıp açılmayacağı<br />

konusunda Fevzi Bey de burada zaten Yargıtay’ın da dayandığı gerekçelerden<br />

birisi oydu, “zaten kanunda hüküm var” diyor Yargıtay da, Fevzi Bey de bunu<br />

vurguladı. “Bu yüzden tespit davası açmaya gerek yok” denildi. Sayın Tuncay da<br />

vurguladılar; kanunda olmakla birlikte zaten gerçekten her şey yasayla, çoğu konu<br />

yasayla düzenleniyor. Tespit davasının amacı nedir? Belirli bir olguda, durumda<br />

hakkın doğup doğmadığının tespiti. Dolayısıyla, eğer taraflar arasında kanunun<br />

açık hükmüne rağmen bir tartışma, bu konuda bir uzlaşmama varsa bence burada<br />

yine tespit davası açılabilir. Yargıtayımızın buradaki kararını şu yönüyle eleştirdim:<br />

Tespit davası açılmasında esas amaç, burada kanunun amacı nedir? Đşçiye<br />

yıllık ücretli iznin kullandırılması. 53’üncü maddede düzenlenen, kullandırılmayan<br />

izinlerin fesihten sonra ücret alacağına dönüşüyor olması aslında çok tali,<br />

kişilik hakları varsayımıyla da bağdaşmayan, ama pratik hayatta o işçilere fiilen<br />

yıllık ücretli izni kullandırmanın mümkün olamamasından kaynaklanan bir telafi<br />

mekanizması sadece. Yoksa, yıllık ücretli izin hakkının kişilik hakkı olması niteliğini<br />

ortadan kaldırmıyor. Bu nedenle bence, çok teorik olacak, ama işveren de,<br />

diyelim ki, tamamen işçiye izni vermek konusunda taraftar, ama aralarında, hangi<br />

dönemin izni sayılıp sayılmayacağı konusunda bir anlaşmazlık var, bu konuda bir<br />

tespit davası açılmasında bence hiçbir engel yok.<br />

BK. m. 325’in, sebepsiz zenginleşme hükümleri demiştim; Fevzi Bey o-<br />

rada haklı olarak müdahale ettiler. Gerçekten tabii orada, olmaması gereken dil<br />

sürçmesi deyip o konuda özür diliyorum. Orada teknik anlamda bir sebepsiz zenginleşmekten<br />

söz etmek hakikaten mümkün değil. Burada bir denkleştirme esası<br />

var.<br />

Diğer yandan, Sayın Çil, “Đş Kanununun 8’inci maddesinde, yazılı sözleşme<br />

yapılmasında ücret gösterme hükmü vardır”, 28’inci maddeden söz ettiniz<br />

ve işverene yüklenen bu yükümlülüğün, işçinin, ücretin miktarını ispat yükümlülüğünü<br />

hafifletip hafifletmediğini, bu konuda işverene de bir yükümlülük yükleyip<br />

yüklemediğini tartışma konusu olarak ifade ettiniz. Bu belgeleri verme yü-


kümlülüğünü yerine getirmiyorsa işveren, bu tabii işçi lehine, gerçek ücretin,<br />

işverenin beyan ettiğinden farklı olduğu yönünde bir karinedir bence, söz konusu<br />

belgeler verilmemişse. Dolayısıyla, işçi bakımından burada ispat yükünü hafifleten<br />

şey, bence o belgelerin verilmemiş olmasıdır. Yoksa, o belgeler işveren tarafından<br />

verilmişse ve birbiriyle tutarlıysa, tabii bu durumda işçinin ispat yükü daha<br />

da güçleşecektir.<br />

Sarper Bey Hocam, iş kazaları konusunda kümülatif olarak 11’inci maddeyi<br />

almamamız gerektiğini, meslek hastalıkları konusunda bir örnekle açıkladılar.<br />

Açıkçası Meslek hastalığı konusunu düşünmemiştim, verdiğiniz örneği. Ancak,<br />

iş kazası konusunda, dar anlamda iş kazasını esas alırken, bunun, iş kazasının<br />

tanımı, doğası gereği kümülatif alınması gerektiği kanısındayım. Đşverenin sorumlu<br />

olup da iş kazası olmayan bir kazayı tahayyül edemediğim için.. Đş kazası önce<br />

nedir? Sosyal Sigortalar Kanunu anlamında, 11’inci madde kapsamına giren bir<br />

kazadır. “Diğer şartlar da gerçekleşmişse işveren bu iş kazasından dolayı sorumlu<br />

tutulur” diyor. Bu nedenle, dar anlamda iş kazası bakımından 11’inci maddenin<br />

kümülatif alınması gerektiği kanısındayım.<br />

Rekabet yasağı konusunda; rekabet yasağını bir karşı edime bağlama konusu,<br />

sorunu ortaya konuldu. Burada ifade etmeye çalışmıştım. Sayın Melda Sur<br />

tarafından, “taraflar isteselerdi baştan kaşı edimi bağlarlardı, taraflar istemedilerse<br />

neden karşı edimi zorlayalım” görüşü ifade edildi. Rekabet yasağı sözleşmesi<br />

genellikle iş sözleşmesi ilişkisi devam ederken bağıtlanan bir sözleşme. Dolayısıyla,<br />

eğer rekabet yasağı iş sözleşmesi sona erdikten sonra yapılmışsa, bu konuda<br />

bir karşı edim de öngörmemişlerse, tabii, tarafların serbest iradesi; ama iş sözleşmesi<br />

devam ederken yapıldığı için, orada tarafların, daha doğrusu işçi tarafının<br />

irade özerkliğinden tam olarak yine bahsetmenin her hâlde biraz zor olacağı kanısındayım.<br />

Sayın Kılıçoğlu da, “rekabet yasağında tazminattan, takdiren fahiş tazminattan<br />

indirim yapıyoruz” dediler. “Bu karşı edim sorununu kısmen çözüyor mu”<br />

diye sordular. Bence de, evet, karşı edim sorununu kısmen çözüyor. Ancak, rekabet<br />

yasağında içtihatla veya yasama yoluyla bir karşı edim getirmenin şöyle bir<br />

avantajı var: Diyelim ki, uygulamada benim de bilirkişi dosyalarında karşılaştığım<br />

ve incelemeye çalıştığım kararda da, bir insan kaynakları müdürü gibi, işverenin<br />

ekonomik faaliyetine, ekonomik menfaatlerini ağır surette ihlal etmesi söz<br />

konusu olmayan bir kişiyle ilgili olarak da rekabet yasağı sözleşmesi yapılıyor.<br />

Adeta rekabet yasağı sözleşmesi, gereksin gerekmesin, neredeyse artık çoğu sözleşme<br />

ilişkisinde görülmeye başlandı. Bu da en azından dava yükünün fazlalaşmasına<br />

yol açıyor. Hem usul ekonomisine aykırı, hem dava yükünün fazlalaşması,<br />

tarafların menfaatleri bakımından.


Karşı edimin şu faydası olacaktır: Karşı edim yüklenmek zorunda kalacağını<br />

bilecek olan işveren, kanunda belirtilen o ekonomik menfaati, şimdi halihazırdaki<br />

durumda, işverenin ekonomik menfaatinin önemli derecede zedelenip<br />

zedelenmeyeceğini yargı organı tespite çalışıyor. Halbuki, karşı edim getirildiğinde,<br />

kendi menfaatinin ne derecede zedeleneceğinin tespitini işveren yine kendisi<br />

yapmış olacak. Eğer gerçekten gerekli görüyorsa, menfaatin ağır bir şekilde ihlal<br />

edilebileceği tehlikesini gerçekten görüyorsa, karşı edimi göze alarak o rekabet<br />

yasağı sözleşmesini bu sefer ciddiyetle yapmak zorunda kalacaktır. Ama bunu,<br />

amiyane tabirle, laf olsun diye yapıyorsa, karşı edim bulunduğu takdirde, böyle<br />

bir rekabet yasağı hükmünü koymaya çalışmayacaktır.<br />

Sabrınız için teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Aynı konuda ben de teşekkür ediyorum ve 14.30’da<br />

buluşmak üzere oturuma son veriyorum.


Đş Đlişkisinin Sona Ermesi<br />

ve Kıdem Tazminatı<br />

Oturum Başkanı : Osman Güven ÇANKAYA<br />

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi<br />

Başkanı<br />

Tebliğ Sahibi<br />

: Prof. Dr. Savaş TAŞKENT<br />

Đ.T.Ü. Đşletme Fakültesi


GĐRĐŞ<br />

Bilindiği gibi, ülkemizde 1971 yılından beri yürürlükte bulunan 1475 sayılı<br />

Đş Kanununda zamanla değişiklik yapılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Değişiklik<br />

isteği, daha çok işçiye iş güvencesi sağlanması ve ayrıca işletmelerin zorlu<br />

rekabet ortamında varlıklarını sürdürebilmeleri bakımından da yasa hükümlerinin<br />

esnekleştirilmesi biçiminde kendini göstermiştir.<br />

Bu doğrultuda olmak üzere, 2003 yılında 4773 sayılı yasa ile 1475 sayılı Đş<br />

Kanununun süreli feshi düzenleyen 13. maddesine işçiye söz konusu güvenceyi<br />

sağlamak amacıyla belirli maddeler eklenmiştir. Ancak, aynı yıl birçok yenilikler<br />

ve değişiklikler içeren, çoğu maddesi Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun<br />

sözleşmelerine ve Avrupa Birliği yönergelerine dayanan yeni bir Đş Kanunu Tasarısı<br />

hazırlanmış ve bu tasarı TBMM.’nde kabul edilerek 10 Haziran 2003 tarihinde<br />

4857 sayı ile yürürlüğe girmiştir.<br />

4857 sayılı Đş Kanunu işçinin korunması ilkesini (sosyal korumayı) ön<br />

planda tutarken işletmelerin de korunmasının önemini gözardı etmemiş; işverenlere<br />

ekonomik ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı önlemleri alabilme olanağını<br />

tanımıştır.<br />

Belirtilen nedenle, yeni Đş Kanununun maddeleri yorumlanırken işçinin<br />

korunması ilkesi ile esneklik ihtiyacı arasında ölçülü bir dengenin kurulması büyük<br />

önem taşımaktadır.<br />

Dairenin verdiği kararlarda, maddelerin yasanın ruhuna uygun olarak yorumlanmasında<br />

ve uygulanmasında gerekli titizliği ve özeni gösterdiği söylenebilir.<br />

Gerçekten de, Daire yeni yasa dolayısıyla ortaya çıkan birçok sorunun çözümlenmesinde<br />

son derecede isabetli sonuçlara varmıştır. Bununla birlikte, bazı konulardaki<br />

görüşleri henüz yerleşmiş değildir; hiç kuşku yok ki, bunlar da zamanla<br />

kesinlik kazanacaktır.<br />

Esasen bir yılda yaklaşık 30.000 davaya bakan bir yüksek mahkemeden<br />

çok daha net ve kapsamlı kararlar vermesini beklemek de haksızlık olur.


Aynı haksızlık, 50 dakika içinde konuşmasını tamamlaması istenilen bir<br />

sunucudan konu ile ilgili olarak verilen her kararı değerlendirmesini beklemek<br />

durumunda kendini gösterir.<br />

Bu bakımdan, tebliğde üzerinde tartışılmaya değer görülen belirli kararlara<br />

yer verilmiş; yasanın uygulanması bakımından tartışma gerektirmeyen ya da<br />

yargı ile öğretinin görüş birliğine vardığı konular ele alınmamıştır.<br />

Tebliğde, incelenen kararların daha çok iş sözleşmesinin sona ermesine<br />

ilişkin olduğu, kıdem tazminatına ilişkin kararlara çok daha az yer verildiği görülecektir.<br />

Đş güvencesi hükümlerinin yeniliği ve güncelliği nedeniyle ortaya çıkan<br />

bu sonucun hoş görüleceğini ummak istiyorum.<br />

II. BELĐRLĐ SÜRELĐ ĐŞ SÖZLEŞMELERĐ<br />

1. Belirli Süreli Đş Sözleşmelerinin Yapılabilmesi ve Bunların<br />

Belirsize Dönüşmesi<br />

Yeni Đş Kanununun 9. maddesinde, işçi ve işverenin iş sözleşmesinin türünü<br />

belirlemekte serbest oldukları, yasada öngörülen sınırlamalar saklı kalmak<br />

üzere diledikleri ve ihtiyaçlarına uygun türde sözleşmeyi düzenleyebilecekleri<br />

açıklanmıştır. Yasaya göre, iş sözleşmeleri belirli veya belirsiz süreli yapılabilir;<br />

bunun gibi diğer türlerde de oluşturulabilir (ĐşK.m.9/2).<br />

Ne var ki, bazı işverenlerin belirli süreli iş sözleşmesi yapabilme hakkını,<br />

özellikle birbirini izler şekilde (zincirleme) sözleşmeler yapma suretiyle kötüye<br />

kullandıkları gerçeği karşısında, sözleşme özgürlüğü ilkesinin ve iş ilişkilerinde<br />

esneklik ihtiyacının gerekli kıldığı bu serbesti, Uluslararası Çalışma Örgütü (I-<br />

LO)’nun “Hizmet Đlişkisine Đşveren Tarafından Son Verilmesi Hakkında 158 Sayılı<br />

Sözleşme”sinin 2/3. maddesi doğrultusunda ve Avrupa Birliği Konseyi’nin<br />

99/70 sayılı yönergesine uygun olarak sınırlanmıştır.<br />

Yeni Đş Kanununu hazırlayan Bilim Kurulu, belirli süreli iş sözleşmesinin<br />

bir kez yapılmasında, bu tür sözleşmelerin bazı işkolları, meslekler ve işler için<br />

karakteristik bir anlam taşıdığı; bunların işletme ve işyeri gereklerinden olduğu<br />

gerekçesiyle “esaslı neden” aramamıştır.<br />

Hatırlanacağı üzere belirli süreli iş sözleşmesi Taslağın 12. maddesinde


“Belirli süreli iş sözleşmesi, süresi zaman ve tarih olarak belirlenen veya<br />

işçinin üstlendiği işin türü, amacı veya niteliğinden süresinin belirli olduğu anlaşılan<br />

sözleşmedir”<br />

biçiminde tanımlanmıştır.<br />

Ancak, belirli süreli iş sözleşmesi düzenleme serbestisinin –birden fazla<br />

yapma yoluyla- kötüye kullanılmasının engellenmesi ve de Avrupa Birliği Müktesebatına<br />

uyum sağlanması bakımından, Taslağın 10. maddesinin 2. fıkrasında<br />

(ĐşK.m.11/2);<br />

“Belirli süreli iş sözleşmesi, esaslı bir neden olmadıkça, birden fazla üst<br />

üste (zincirleme) yapılamaz. Aksi halde iş sözleşmesi başlangıçtan itibaren belirsiz<br />

süreli kabul edilir.”<br />

denilmiştir.<br />

Açıkçası, taslakta ve tasarıda belirli süreli iş sözleşmesinin bir defa yapılması<br />

durumunda “esaslı neden”, aranmamış; bu durumda esneklik gereği olarak<br />

taraflara serbesti tanınmıştır.<br />

Buna karşılık, maddenin TBMM.’nde görüşülmesi sırasında 1. fıkra ile<br />

ilgili olarak değişiklik önergesi verilmiş, önerge kabul edilerek fıkra yasada şu<br />

şekilde değiştirilmiştir:<br />

“Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun<br />

ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak işveren ile işçi arasında<br />

yazılı şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli süreli iş sözleşmesidir.”<br />

Böylelikle, belirli süreli iş sözleşmesi tanımı biraz değiştirilmiş ve tanıma<br />

“objektif koşul” ile “yazılı şekilde” yapılma sözcükleri eklenmiştir.<br />

Đlginç olan nokta, TBMM.’ndeki değişiklik önergesinin gerekçesinde, Đş<br />

Kanunu Tasarısı’nın ilgili maddesinin gerekçesindeki sözlerin aynen tekrar edilmesi<br />

ve ardından da “…getirilen düzenlemeyle, belirli süreli iş sözleşmelerinin<br />

hangi hallerde yapılabileceği belirtilerek, uygulamadaki olası sorunların önüne<br />

geçilmek istenmiştir.” denilmesidir.<br />

Sonuçta, tasarıda olmayan, ama yasada belirli süreli iş sözleşmesinin tanımında<br />

yer verilen “objektif koşul” ifadesi, öğretiyi belirli süreli iş sözleşmesinin<br />

bir defa yapılmasında da “objektif koşul” aranacağı; bu yoksa sözleşmenin belirsiz<br />

süreli sayılacağı yolunda birleştirmiştir denilebilir. Kimi yazarlar açıkça, tarafların<br />

yaptıkları iş sözleşmesini belirli süreli olarak belirlemelerine rağmen, yasa-


nın 11/1. maddesinde söz konusu edilen objektif koşullar yoksa –işverenin herhangi<br />

bir kötüniyeti bulunmasa dahi- bu sözleşmenin belirsiz süreli sayılacağını<br />

ifade etmekte (S. Süzek, Đş Hukuku, Đstanbul 2005, sf. 199; M. Güler, Belirli Süreli<br />

Đş Sözleşmesi, Legal ĐSGHD, s. 5, Đstanbul 2005, sf. 48); kimileri ise, bunu<br />

belirli süreli iş sözleşmesinin tanımında yer alan “objektif koşul” ifadesinin doğal<br />

bir sonucu olarak görmektedirler ( Ö. Eyrenci, 4857 Sayılı Đş Kanunu Đle Getirilen<br />

Yeni Düzenlemeler Genel Bir Değerlendirme, Legal ĐHSGHD, S. 1, <strong>2004</strong>, 26;<br />

Ulucan, Eyrenci-Taşkent-Ulucan, Bireysel Đş Hukuku, Đstanbul 2005, sf. 53; N.<br />

Çelik, Đş Hukuku Dersleri, Đstanbul 2005, sf. 82; G. Alpagut, 4857 Sayılı Yasa<br />

Çerçevesinde Belirli Süreli Đş Sözleşmesi, Mercek, Ocak <strong>2004</strong>, sf. 77-78; H.<br />

Mollamahmutoğlu, Đş Hukuku, Ankara 2005, sf. 262 vd.).<br />

Yargıtay’ın <strong>2004</strong> yılında verdiği kararlarda belirli süreli iş sözleşmesinin<br />

bir defa yapılması durumunda objektif koşul (esaslı neden) arandığına ilişkin bir<br />

açıklık yoktur; belki de Yargıtay çözümlediği uyuşmazlıklar bakımından bu husus<br />

üzerinde durma gereğini duymamıştır. Örneğin, ihbar tazminatı isteği ile ilgili bir<br />

davada:<br />

“Taraflar arasında yurtdışında çalışmak üzere belirli süreli hizmet akdi<br />

düzenlendiği ve davacının bu sözleşme gereği çalıştığı sırada hizmet akdinin sona<br />

erdiği anlaşıldığından ihbar tazminatı isteğinin reddi gerekirken kabulü yönünde<br />

hüküm kurulması hatalıdır” (Yarg. 9.HD, 2.6.<strong>2004</strong> t. ve E.694, K.13270; C.Đ.<br />

Günay, Đş Kanunu Şerhi, Ankara 2005, sf. 445)<br />

denilmektedir. Karardaki ifadeden, taraflar arasında yurtdışında çalışmak üzere<br />

yapılan iş sözleşmesinin tekrarlanmadığı; işçinin, yapılan sözleşme gereği çalışırken,<br />

yani belirlenen süre dolmadan işten çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Yargıtay<br />

işçinin ihbar tazminatı isteğini -sözleşme belirli süreli olduğu için- reddetmekte;<br />

ancak, işçi ile yurtdışında çalışmak üzere yapılan sözleşmenin belirli süreli yapılmasını<br />

haklı kılan objektif koşulun varlığını sorgulamamaktadır.<br />

Bununla birlikte, Yargıtay daha önceki yıllarda ve 2005 yılında yayımlanan<br />

kararlarında “işçinin nitelikli işçi olmadığı”ndan hareketle –bir kez için de<br />

yapılmış olsa- belirli süreli iş sözleşmesini “belirsiz süreli” kabul ettiği görülmektedir<br />

(Bak. Yarg. 9.HD, 28.12.1998, E.17980, K.19251; Ş. Çil, 4857 sayılı Đş Kanunu<br />

Şerhi, Ankara <strong>2004</strong>, sf. 147; Yarg. 9.HD, 12.05.2005, E.14221, K.16526;<br />

Legal ĐSGHD, s.7, Đstanbul 2005, sf. 1254-1255; Yarg. 9.HD, 24.2.2005, E.2433,<br />

K.6269; O.G. Çankaya-C.Đ. Günay-S. Göktaş, Türk Đş Hukukunda Đşe Đade Davaları,<br />

Ankara 2005, sf. 331).<br />

Öğretinin ve <strong>Yargıtayın</strong> iş sözleşmesinin belirli süreli olarak bir kez ya-


pılmasında da “esaslı neden” arayan görüşlerine katılmadığımı belirtmek isterim.<br />

Her şeyden önce, 4857 sayılı yasa hazırlanırken belirli süreli sözleşmelerin<br />

yapılmasında göz önünde tutulan Avrupa Birliğinin 99/70 sayılı yönergesinde bir<br />

kere yapılan belirli süreli iş sözleşmesi için herhangi bir sınırlama, objektif koşul<br />

veya esaslı neden aranmış değildir. Yönergenin “Kötüye Kullanmanın Önlenmesi”<br />

başlıklı 5. paragrafında sadece zincirleme denilen sözleşmeler için alınması<br />

gereken önlemler sıralanmaktadır (bak. Alpagut, sf. 78).<br />

Avrupa Birliği ülkelerinden Almanya ile Fransa’da da bir kere yapılan belirli<br />

süreli iş sözleşmesi için herhangi bir koşul öngörülmemiştir. Bunun da ötesinde,<br />

Almanya’da 1 Ocak 2001 tarihinde yürürlüğe giren “Kısmi Çalışma Ve<br />

Belirli Süreli Đş Sözleşmelerine Dair Yasa” –esaslı bir neden olmaksızın- iki yıla<br />

kadar belirli süreli sözleşme yapılmasına ve bu süreyi aşmamak kaydıyla yapılan<br />

belirli süreli iş sözleşmesinin en çok üç defa yenilenmesine olanak tanımaktadır<br />

(§ 14/2; ayrıca bak. Mollamahmutoğlu, sf. 259-260): Fransız hukukunda da –<br />

belirli hallerle sınırlı olsa da- 18 aya kadar belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilir<br />

ve yapılmış olan sözleşme bu süreyi aşmamak koşulu ile –belirsiz süreliye dönüşmeksizin-<br />

bir kere yenilenebilir (Süzek, sf. 205; Mollamahmutoğlu, 258-259).<br />

Belirtmek gerekir ki, belirli süreli iş sözleşmeleri ile çalışma, zamanımızda<br />

kendini gösteren ve 4857 sayılı Yasaya da önemli ölçüde yansımış bulunan<br />

“esneklik” ihtiyacının ortaya koyduğu bir modeldir. Batı Avrupa ülkelerinde bu<br />

yol yeni iş alanları yaratmak, işverenleri yatırıma teşvik etmek, ilk defa işe gireceklere<br />

veya işsizlere -belirli bir süre için de olsa- iş bulmak gibi gerekçelerle açık<br />

tutulmaktadır (bak. Alpagut, sf. 78).<br />

Bu açıklamalardan sonra üzerinde durulması gereken husus, 4857 sayılı<br />

Yasanın 11. maddesindeki yeni düzenleme karşısında, bir kere yapılan ve tekrarlanmayan;<br />

öte yandan yapılmasında esaslı bir neden de bulunmayan belirli süreli<br />

bir iş sözleşmesinin belirsiz süreliye dönüşüp dönüşmeyeceğidir.<br />

Yukarıda belirtildiği gibi, Yargıtay 2005 yılında verdiği kararlarda, belirli<br />

süreli olarak yapılan bir iş sözleşmesini objektif koşullar taşımıyorsa, bir kez yapılmış<br />

olsa dahi, belirsiz süreli olarak kabul etmektedir.<br />

Yargıtay ve aynı görüşü paylaşan öğreti bu sonuca 11. maddenin 1. fıkrasındaki<br />

belirli süreli iş sözleşmesi tanımından hareket ederek varmaktadırlar. Bu<br />

tanımda belirli süreli iş sözleşmesi, bazı örnekler verilerek, objektif koşullara<br />

bağlı olarak yazılı şekilde yapılan bir sözleşme olarak tanımlanmaktadır.<br />

Ancak, belirli süreli olarak yapılan bir iş sözleşmesinin hangi durumda<br />

belirsiz süreliye dönüşeceği maddenin 2. fıkrasında belirtilmektedir:


“Belirli süreli iş sözleşmesi, esaslı bir neden olmadıkça, birden fazla üst<br />

üste (zincirleme) yapılamaz. Aksi halde iş sözleşmesi başlangıçtan itibaren belirsiz<br />

süreli kabul edilir.”<br />

Bu ifadeden iki önemli sonuç ortaya çıkmaktadır:<br />

1. Belirli süreli iş sözleşmesi –esaslı bir neden olmadan- bir kez yapılabilir.<br />

2. Belirli süreli iş sözleşmesi –esaslı bir neden olmadan- aralıklı olarak<br />

(sözgelimi her yıl belli dönemlerde) da yapılabilir.<br />

Yasanın “yapılamaz” dediği, belirli süreli sözleşmenin esaslı neden olmaksızın<br />

birden fazla yapılması ve üst üste yapılmasıdır. Buna aykırı davranıldığında<br />

uygulanacak yaptırım da aynı fıkrada belirtilmiştir: “Aksi halde iş sözleşmesi<br />

başlangıçtan itibaren belirsiz süreli kabul edilir.”<br />

Yasadaki bu açık düzenleme karşısında, yapılmasında esaslı bir neden bulunmayan,<br />

ama herhangi bir kötüniyetin de söz konusu olmadığı bir sözleşmeyi<br />

sırf tanımdan hareketle belirsiz süreli saymak mümkün değildir.<br />

Çok ilginçtir ki, aksi görüşte olan yazarlar ikinci fıkrayı “kural ve yaptırım”<br />

bakımından değerlendirmemekte; daha çok “birden fazla üst üste” yapılma<br />

deyimi üzerinde durmaktadırlar (Süzek, 205; Alpagut, 85; Mollamahmutoğlu,<br />

265; Çelik, 84). Đki yazar ise, 1. fıkradaki tanımı esas almakta, belirli süreli olarak<br />

yapılan bir sözleşmenin hangi hallerde belirsiz süreliye dönüşeceğini belirleyen 2.<br />

fıkrayı “gereksiz” bulduklarını ifade etmektedirler (Alpagut, 85; Ulucan, 57).<br />

Eğer bir “gereksiz”likten söz edilecekse buna 1. fıkraya konulan “objektif<br />

koşul” ve “yazılı şekil” ifadelerinin çok daha uygun düştüğü tartışma götürmez.<br />

Yine ilginç olan bir nokta da, tanıma kesin bir üstünlük tanıyan bu yazarların,<br />

aynı fıkradaki belirli süreli sözleşmelerin “yazılı şekilde” yapılma zorunluluğuna<br />

verdikleri anlamdır. Kendilerine göre bu koşul ĐşK.m.8/2 hükmü ile çelişmektedir;<br />

anlamlı da değildir; dolayısıyla yazılı şekil konusunda ĐşK.m.8/2 esas<br />

alınmalıdır (Süzek, 245; Çelik, 81; Ulucan, 59).<br />

Kanımca asıl çelişki, bir tanım içinde yer verilen “objektif koşul” ifadesine<br />

mutlak bir üstünlük tanıyıp, bunu maddenin ikinci fıkrasında kural getiren ve<br />

kurala aykırılığın yaptırımını belirleyen hüküm karşısında sorgulamayıp; aynı<br />

tanım içindeki “yazılı şekil” koşulunu ise, 8. madde ile çeliştiği için bir yana bırakan<br />

değerlendirme yönteminde kendini göstermektedir.


Hüküm içinde yer alan koşullardan biri, başka bir madde ile çelişir ve anlamsız<br />

bulunduğu için amacına uygun yorumla etkisiz kılınırken, diğeri için aynı<br />

yorumun neden yapılmadığı haklı olarak sorulabilir.<br />

Maddenin 2. fıkrası göz önünde tutularak, bir kez yapılan belirli süreli iş<br />

sözleşmesinde esaslı neden aranmayacağı kabul edildiğinde, örnek alınan AB<br />

yönergesinde ve ayrıca gelişmiş batı Avrupa ülkelerinde dahi bulunmayan gereksiz<br />

bir sınırlama önlenmiş; istihdamın önü açılmış olacaktır.<br />

Kaldı ki, birinci fıkraya sonradan eklenen “objektif koşullara bağlı olarak”<br />

ifadesinin aynı maddenin ikinci fıkrası ile bir çelişki yaratmadığı da söylenebilir.<br />

Birinci fıkrada belirli süreli iş sözleşmesi tanımlanmaktadır. Buna göre,<br />

belirli süreli iş sözleşmesi, yapılmasında esaslı bir nedenin bulunduğu değil; süresinin<br />

objektif ölçütlerle belirlendiği bir sözleşmedir. Maddede söz konusu objektif<br />

ölçütlere ilişkin olarak, “belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya<br />

çıkması gibi” örnekler verilmiştir. Yasamızdaki bu tanım Avrupa Birliğinin 99/<br />

70 sayılı Yönergesinde yer alan tanıma oldukça yakındır. Orada da iş sözleşmesinin<br />

süreye bağlanmasına ilişkin olarak objektif ölçütler verilmekte (m.3 ); ancak,<br />

“esaslı neden”, hakkın kötüye kullanılmasını önlemek amacıyla, sadece sözleşmenin<br />

yenilenmesinde aranmaktadır (m.5). Bizim mevzuatımızda ise bu iki<br />

husus aynı madde içinde ( ĐşK. m. 11) düzenlenmiştir. Bununla birlikte, tanımda<br />

“objektif koşul”, ikinci fıkradaki tekrarlanma olgusunda ise “esaslı neden” terimlerinin<br />

kullanıldığına işaret edilmelidir; bu ikisi arasında bir fark olduğu, söz konusu<br />

terimlerin farklı anlam ve amaç taşıdıkları açıktır ( karşı görüşte: Ö. Eyrenci,<br />

26; Süzek, 206; Alpagut, 85; Çelik, 85; Ulucan, Eyrenci-Taşkent-Ulucan, 58) ∗ .<br />

Sonuçta, Avrupa Birliği Yönergesinde olduğu gibi bizim hukukumuzda<br />

da, belirli süreli iş sözleşmesinin tanımından hareketle, bu tür bir sözleşmenin bir<br />

defa yapılmasında “esaslı neden” aranması isabetli görünmemektedir (aynı görüşte:<br />

M. Kılıçoğlu, Đş Kanunu Yorumu ve Yargıtay Uygulaması, Ankara 2005, 63-<br />

64; F. Demir, Đş Hukuku Ve Uygulaması, Đzmir 2005, 43).<br />

Hiç kuşkusuz, esaslı neden aranmayacağının kabul edilmesi durumunda<br />

da, bir kere yapılmış olsa dahi, belirli süreli iş sözleşmesi yapma hakkı kötüye<br />

kullanılamaz. Böyle bir durumun tespiti durumunda sözleşme belirsiz süreli sayılır.<br />

Yargıtay <strong>2004</strong> yılında verdiği bir kararda açıkça “kötüye kullanma”dan<br />

söz etmemekle birlikte aynı sonuca varmıştır.<br />

∗ Bu kısım metne sonradan eklenmiştir (S.T.).


Olayda, 1995 yılında işe giren ve belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışan<br />

işçinin sözleşmesi 1.1.2001 yılında sona erdirilmiş ve aynı anda kendisi ile 7 aylık<br />

belirli süreli bir iş sözleşmesi yapılmış; bu süre sona erdiğinde de iş ilişkisi sona<br />

ermiş sayılmış ve sözleşmenin belirli süreli olduğu gerekçesiyle de kendisine<br />

ihbar ve kıdem tazminatı ödenmemiştir.<br />

Yargıtay haklı olarak sözleşmenin 1995 yılından itibaren kesintisiz devam<br />

ettiğini kabul ederek ihbar ve kıdem tazminatına hükmetmiştir (Yarg.9.HD,<br />

29.1.<strong>2004</strong>, E.2003/12151, K.<strong>2004</strong>/1456; Çil, 130-131).<br />

Alman Hukukunda da, esaslı neden olmaksızın en çok iki yıla kadar belirli<br />

süreli iş sözleşmesi yapılması mümkün olmakla birlikte; bunun için aynı işçi ve<br />

işveren arasında önceden herhangi bir sözleşme ilişkisi (belirli veya belirsiz iş<br />

sözleşmesi) kurulmamış olması gerekir (Kısmi Çalışma ve Belirli Süreli Đş Sözleşmelerine<br />

Dair Yasa, § 14/2).<br />

2. Belirli Süreli Đş Sözleşmesinin Yapılabilmesi Bakımından<br />

“Yapılan Đşin Niteliği”, “Đşçinin Nitelikli Olması” Ölçütleri<br />

Yargıtay eski ve yeni tarihli bir çok kararında, sözleşmenin “belirli süreli”<br />

sayılabilmesi bakımından, “yapılan işin mahiyeti”ni veya “işçinin niteliği”ni ölçü<br />

olarak almaktadır. Yüksek Mahkemeye göre, “…işçi nitelikli değilse süresi belirli<br />

hizmet akdi düzenlenmesini gerektirecek bir neden yok demektir”.<br />

Belirli süreli iş sözleşmelerinin varlığı bakımından işin veya işçinin niteliği<br />

ölçü olarak alındığı için bir çok uyuşmazlıkta yasaya uygun olmayan sonuçlara<br />

varılmaktadır.<br />

Nitekim, Yargıtay 2002 yılında bir hemşirenin iş sözleşmesinin türü ile<br />

ilgili olarak verdiği bir kararda “…Hemşirelik işinin nitelikli olup olmadığı sorunun<br />

çözümü bakımından önem taşımaktadır… Ülkemiz koşulları ve Anayasal<br />

sağlık hakkı dikkate alındığında hemşirelik görevinin yerine getirilmesi büyük<br />

önem taşır.” diyerek “…hemşire ile hastane arasında düzenlenen sözleşmeler<br />

birbirini takip etse de bunların her birinin belirli süreli nitelikte olduklarını” kabul<br />

etmiştir (Yarg. 9.HD, 9.5.2002 t. ve E.2001/20847, K.2002/7404; Çil, 146-147).<br />

Hemşirenin yaptığı sözleşme -hemşirelik mesleği önemli olduğu için- belirli<br />

süreli sayılınca; doktorun yaptığı zincirleme belirli süreli sözleşmeleri de–<br />

doktorluk hizmeti daha önemli olduğu için-belirli saymak zorunluluğu doğmuştur.<br />

Gerçekten de Yargıtay <strong>2004</strong> yılında verdiği bir kararda, işyeri hekiminin “nitelikli


ir işçi” olduğunu belirterek, yaptığı zincirleme sözleşmelerin belirsiz süreliye<br />

dönüştüğünü kabul etmemiştir (Yarg.9.HD, 22.4.<strong>2004</strong>, E.2003/20073,<br />

E.<strong>2004</strong>/9321; Çil, 130). Buna karşılık Yargıtay, aynı yıl verdiği başka bir kararda<br />

büyük bir alışveriş merkezinde güvenlik görevlisi olarak çalışan elemanın yaptığı<br />

işi önemli görmemiş; yasanın 11. maddesine atıf yaparak, bu görevli ile yapılan<br />

belirli süreli sözleşmelerin belirsiz süreliye dönüştüğünü kabul etmiştir (Yarg.<br />

9.HD, 30.12.<strong>2004</strong>, E.25197, K.30014; O.G. Çankaya-C.Đ. Günay-S. Göktaş, Türk<br />

Đş Hukukunda Đşe Đade Davaları, Ankara 2005, 328).<br />

Belirtmek gerekir ki, bir sözleşmenin belirli veya belirsiz süreli sayılabilmesi<br />

bakımından “işin niteliği”nin veya “işçinin niteliği”nin ölçü alınması yasanın<br />

11. maddesinin öngördüğü bir husus değildir. Ulucan’ın haklı olarak vurguladığı<br />

gibi, belirli süreli iş sözleşmesinin yapılmasında temel ölçü işin nitelikli bir<br />

iş veya işçinin nitelikli bir işçi olması değil, iş sözleşmesinin niteliği gereği belirli<br />

süreli olmasıdır. Đşin niteliğinden kaynaklanan bir neden varsa, sözleşme belirli<br />

süreli yapılabilir (Ulucan, Eyrenci-Taşkent-Ulucan, 56-57). Bu açıdan bakıldığında,<br />

süreklilik taşıyan hemşirelik veya doktorluk hizmetinin belirli süreli kabul<br />

edilmesini yasa ile bağdaştırmak mümkün değildir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> görüşünün aksine, sözgelimi belli bir işin tamamlanması veya<br />

belirli bir olgunun ortaya çıkması durumunda, bir temizlik işçisiyle belirli süreli<br />

sözleşme pekala yapılabilecektir. Oysa yapılacak işi ve işçinin niteliklerini göz<br />

önünde tutan Yargıtay temizlik işçisi ile belirli süreli sözleşme yapılamayacağını<br />

ifade etmektedir (Yarg. 9.HD, 16.12.<strong>2004</strong> t. ve E.18185, K.28256; Çankaya-<br />

Günay-Göktaş, 334-335).<br />

III. USULSÜZ FESHĐN SONUÇLARI<br />

Bilindiği gibi, fesih işlemi, iş sözleşmesini belirli bir sürenin geçmesinden<br />

sonra veya derhal sona erdiren, karşı tarafa yöneltilmesi gereken tek taraflı bir<br />

irade bildirimidir. Bu bildirim belirsiz süreli bir iş sözleşmesinin sona erdirilmesinde<br />

(ĐşK.m.17); belirli veya belirsiz süreli bir iş sözleşmesinin haklı nedenle<br />

derhal sona erdirilmesinde (ĐşK.m.24, 25) söz konusu olur.<br />

Fesih bildiriminde bulunma hakkı her iki tarafa (işçi ve işverene) tanınmış<br />

bir haktır. Bu hakkın kullanılması ile taraflar arasındaki hukuki ilişki ortadan kalkar.<br />

Taraflar arasında var olan hukuki ilişki (iş sözleşmesi) bozulmak suretiyle<br />

ortadan kalktığı için, fesih bozucu yenilik doğuran bir haktır.


Fesih bildirimi karşı tarafa ulaştığı (vardığı) anda hukuki sonuçlarını doğurur.<br />

Fesih bildirimi iş ilişkisine son verdiği için de, bundan tek taraflı olarak dönülmesi<br />

mümkün değildir (bu konuda bak. M. Ekonomi, Đş Hukuku, Đstanbul<br />

1984, 166-167; Çelik, 175-178; Süzek, 397-403; Taşkent, Eyrenci-Taşkent-<br />

Ulucan, 145-146).<br />

Đş Kanununun süreli feshi düzenleyen 17. maddesine göre, belirsiz süreli<br />

iş sözleşmelerinin feshinden önce durumun diğer tarafa bildirilmesi gerekir. Đşçinin<br />

işyerindeki çalışma süresine göre belirlenen bildirim sürelerine uyulduğunda,<br />

iş ilişkisi söz konusu sürelerin bitiminde ortadan kalkar.<br />

Belirsiz süreli bir iş sözleşmesi bildirim sürelerine uyulmaksızın sona erdirildiğinde<br />

“usulsüz fesih”ten söz edilir. “Usulsüz fesih de aynen usulüne uygun<br />

bir fesih bildirimi gibi iş akdini sona erdirir” (Süzek, 413). Bu durumda, bildirim<br />

süresine uymayan taraf, bildirim süresine ilişkin ücret tutarında bir tazminat ödemekle<br />

yükümlü olur (ĐşK.m.17/4). Öğretide buna “ihbar tazminatı” denilmektedir.<br />

Öte yandan, yasa işverene bir olanak tanımıştır: “Đşveren bildirim süresine<br />

ait ücreti peşin vermek suretiyle iş sözleşmesini feshedebilir” (ĐşK.m.17/5).<br />

Söz konusu madde çerçevesinde ortaya çıkan önemli bir sorun, işverenin iş<br />

sözleşmesini bildirim süresine ilişkin ücreti peşin olarak ödemek suretiyle sona<br />

erdirdiğinde veya sözleşmeyi feshetmesine rağmen bildirim süresine uymadığında,<br />

iş ilişkisinin ne zaman ortadan kalkmış olacağıdır. Acaba böyle bir durumda<br />

işçi bildirim süresi içinde doğacak haklarını işverenden talep edebilecek midir?<br />

Đşverenin işçinin bildirim süresine ilişkin ücretini peşin vermek suretiyle<br />

iş sözleşmesini feshettiği durumlarda, Yargıtay iş ilişkisinin fesih bildirimi ile<br />

birlikte ortadan kalktığını, dolayısıyla işçinin artık bildirim süresi içinde gerçekleşecek<br />

haklarını isteyemeyeceğini karara bağlamaktadır. <strong>Yargıtayın</strong> bu görüşü<br />

kendileri açısından kesinlik kazanmıştır denilebilir. Yargıtay bu duruma iki istisna<br />

öngörmektedir. Biri, işverenin yasada kendisine tanınan bu hakkı kötüye kullanması;<br />

diğeri ise toplu iş sözleşmesinde, peşin ödeme durumunda dahi, işçinin<br />

bildirim süresi içinde gerçekleşecek haklardan yararlanacağının öngörülmüş olmasıdır.<br />

Yargıtay ancak, bu iki durumda –istisna olarak- iş ilişkisinin bildirim<br />

süresinin sonuna kadar sürdüğünü kabul etmektedir (bu konuda bak. Çelik, 185-<br />

187; Süzek, 411; M. Kılıçoğlu, Đş Kanunu Yorumu ve Yargıtay Uygulaması, Ankara<br />

2005, 85-86).<br />

Yüksek Mahkemenin bu görüşü öğretide nerdeyse oybirliği ile eleştirilmiş,<br />

eleştirilmektedir. Đşçinin haklarından yoksun bırakılmasının doğru olmadığı,<br />

zarar görmemesi gerektiğinden hareket eden yazarlar iş sözleşmesinin peşin öde-


me yoluyla sona erdirilmesi durumunda da işçinin bildirim süresi içinde gerçekleşecek<br />

haklarını (ikramiye veya ücret ve bunlara ilişkin artışlar) isteyebileceği<br />

görüşündedirler (Ekonomi, 177 vd.; Çelik, 186; Süzek, 411-413;Ü. Narmanlıoğlu,<br />

Đş Hukuku, Đzmir 1998, 281 vd.; ayrıca: Çelik,186, dn. 60’da gösterilen yazarlar).<br />

Sanırım, karşı görüşte olan yazarların çokluğundan etkilenen Yargıtay,<br />

temel görüşünden ayrılarak, işverence bildirim süresine uyulmaksızın ve bildirim<br />

süresine ilişkin ücret de ödenmeksizin yapılan fesihlerde, bildirim süresi içerisinde<br />

işçi yararına oluşacak artışlardan işçinin yararlanacağını hükme bağlamıştır.<br />

Açıkçası, Yüksek Mahkemeye göre, belirtilen bu durumda, fesih süreli fesih gibi<br />

kabul edilecek; iş ilişkisi bildirim süresinin sonuna kadar devam edecektir.<br />

Aşağıda ele alınacak olan uyuşmazlıklara ilişkin Yargıtay kararları, hukuk<br />

kurumlarının zorlanarak belli bir sonuca varılmak istenmesinin yarattığı soruna ve<br />

çelişkiye örnek oluşturmaktadırlar.<br />

Yargıtay bu konuda <strong>2004</strong> yılında verdiği bir kararda aynen şöyle demektedir:<br />

“Dairemizin yerleşik ve kararlılık kazanan uygulamasına göre, işverence<br />

önel verilmeksizin ve ihbar tazminatı peşin ödenmeksizin yapılan fesihlerde, önel<br />

süresi içerisinde işçi lehine oluşacak artışlardan işçinin yararlanması gerekir. Bir<br />

başka anlatımla, bu tür fesihler önelli fesih gibi kabul edilmektedir. Böyle olunca<br />

da ihbar tazminatı ödenmediği sürece iş sözleşmesi önel bitimine kadar devam<br />

edecektir. Ayrıca önel süresi içinde taraflarca başka nedenlerle gerçekleştirilecek<br />

fesih işlemleri geçerli sayılacaktır.” (Yarg. 9.HD, 01.03.<strong>2004</strong> t. ve E.13738, K.<br />

3888; Çalışma ve Toplum, <strong>2004</strong>/1, 118-119).<br />

Karardan alınan bu paragrafın son cümlesi ilginçtir; aşağıda ayrıca üzerinde<br />

durulacaktır. Yargıtay benzer bir olayda da bu şekilde yapılan feshi bir<br />

“derhal fesih” olarak nitelendirmektedir (Yarg. 9.HD, 11.03.<strong>2004</strong>, E.2003/10121,<br />

K.2003/22205; Çalışma ve Toplum, <strong>2004</strong>/1, 110-111).<br />

Somut olaylarda, işveren iş sözleşmesini işçinin belli bir yaşı doldurması<br />

ve emeklilik hakkını elde etmiş olması nedeniyle feshetmiş ve kıdem tazminatını<br />

da ödemiştir. Fesih bildiriminde şöyle denilmektedir: “…50 yaşını doldurduğunuz


ve emeklilik hakkını da elde etmiş olduğunuzdan 15.06.2002 tarihiyle iş sözleşmeniz<br />

feshedilmiştir.” Đşçi ödenmeyen bildirim süresine ilişkin ücreti (ihbar tazminatını)<br />

talep etmiş ve bu arada da kendisine yaşlılık aylığı bağlanması için Sosyal<br />

Sigortalar Kurumuna başvurmuştur.<br />

Yüksek Mahkeme, bildirim süresine ilişkin ücret peşin ödenmediğinde iş<br />

sözleşmesinin bildirim süresinin sonuna kadar devam edeceğini kabul ettiği için,<br />

işçinin Kuruma başvurduğu tarihte sözleşmeyi emeklilik nedeniyle kendisinin<br />

feshettiği sonucuna varmış; dolayısıyla ihbar tazminatı isteğinin reddine karar<br />

vermiştir.<br />

Benzer bir olayda da, emekliliğe hak kazandığı gerekçesi ile iş sözleşmesi<br />

feshedilen işçi, 4857 s. Đş Kanunu m.18 vd. hükümleri uyarınca feshin geçersizliğine<br />

ve işe iadesine karar verilmesini istemiş; ancak bu arada da yaşlılık aylığı<br />

bağlanması için Kuruma başvurmuştur. Yargıtay Kuruma başvuran işçinin sözleşmeyi<br />

kendisinin feshettiğinden hareketle davayı reddetmiştir (Yarg. 9.HD,<br />

21.06.<strong>2004</strong>, E.15842, K.15334; Legal ĐSGHD, s. 5, 2005, 324-325).<br />

Sonuçta görülmektedir ki, bir hukuk kurumu –işçinin yararına gibi saygın<br />

bir amaçla da olsa- esnetildiğinde ya da hukuki sonuçları değiştirildiğinde işlevini<br />

yitirmekte ve örnek alınan olaylarda da görüldüğü gibi amacına tamamen ters<br />

düşen kararların ortaya çıkmasına da neden olabilmektedir.<br />

Yukarıda açıklandığı üzere, fesih bildirimi karşı tarafa vardığı anda hukuki<br />

sonuçlarını doğurur; var olan iş ilişkisini ortadan kaldırır. Bunun iki istisnası<br />

Yargıtay kararlarında belirlenmiştir: Hakkın kötüye kullanılması ve toplu iş sözleşmesinde<br />

özel hüküm bulunması. Bu iki durumda iş ilişkisinin fesih bildiriminin<br />

işçiye ulaşması ile değil, bildirim süreleri dolduktan sonra ortadan kalkacağı kabul<br />

edilir. Doğru olan da budur.<br />

Fesih kurumunun özüne uygun düşen bu görüşü ve uygulamayı, işverenin<br />

bildirim süresine ilişkin ücreti peşin ödemeksizin yaptığı fesihlerde değiştirmenin<br />

ve böyle bir durumda yapılan feshi “önelli fesih gibi kabul etme”nin yasa ile bağdaşır<br />

bir yönü yoktur. Gerçekten de ilgili maddede bildirim süresine uyulmaksızın<br />

yapılacak fesihlerin yaptırımı açık ve net bir biçimde belirlenmiştir: “Bildirim<br />

şartına uymayan taraf, bildirim süresine ilişkin ücret tutarında tazminat ödemek<br />

zorundadır.” (ĐşK.m.17/4).<br />

Bu bakımdan, işveren işçinin emeklilik hakkını elde etmiş olduğundan<br />

sözleşmeyi feshetmiş ise, bu fesih hukuki sonuçlarını doğurur; iş ilişkisi fesih<br />

bildiriminin işçiye ulaşması ile ortadan kalkar. Olayda kıdem tazminatı ödenmiş;


ildirim sürelerine uyulmamışsa, işçi için ancak ihbar tazminatını talep hakkı<br />

doğar (aynı görüşte: Kılıçoğlu, 87). Böyle olduğu içindir ki, işçinin fesih işleminden<br />

sonra, yaşlılık aylığından yararlanmak amacıyla S.S. Kurumuna başvurması,<br />

durumda hiçbir değişiklik yaratmaz. Đşçi kendisine ödenmeyen bildirim süresine<br />

ilişkin ücreti (ihbar tazminatını) alır.<br />

Açıklanan nedenle <strong>Yargıtayın</strong> görüşüne katılmadığımı belirtmek isterim.<br />

Kaldı ki, iş sözleşmesi feshedilen, dolayısıyla işyeri ile bağlantısı kesilen<br />

işçinin, yaşamını sürdürebilmek amacıyla, kendisine emeklilik aylığı bağlanması<br />

için Kuruma başvurmasını “fesih iradesi” olarak değerlendirmek de mümkün<br />

değildir. Bunun aksini iddia etmek sosyal gerçekle bağdaşmaz.<br />

Yargıtay, benzer bir uyuşmazlıkta, işverenin önel vermeyerek (bildirim<br />

sürelerine uymaksızın) yaptığı feshin “derhal fesih” niteliğinde olduğunu öne<br />

sürmüş ve “...derhal fesihlerin geçerlilik kazanabilmesi için ihbar tazminatının da<br />

peşin ödenmesi gerekir” biçiminde bir ifade kullanmıştır (Yarg.9.HD, 11.03.<strong>2004</strong>,<br />

E.2003/10121. K.2003/22205; Legal ĐSGHD, s. 3, <strong>2004</strong>, 1014-1015). Bu ifadenin<br />

hukuka uygun düşmediği tartışılamaz.<br />

Öte yandan, feshedilen bir sözleşme aynı yolla bir kez daha feshedilebilir<br />

mi sorusu üzerinde de durmak gerekir. Gerçekten de, işverenin yaptığı fesih “önelli<br />

fesih gibi kabul” edilip iş sözleşmesinin bildirim süresinin sonuna kadar<br />

devam edeceği benimsendiğinde, işçinin bildirim süreleri işlerken yaşlılık aylığı<br />

için Kuruma başvurması karşısında iş sözleşmesi hangi yolla feshedilmiş sayılacaktır?<br />

Buna süreli fesih denildiğinde, çözüm iyice zorlanacaktır. Çünkü, bir sözleşme<br />

bildirim sürelerine uyularak feshedildiğinde bu süreç içinde ancak “haklı<br />

nedenle” feshedilebilir. Yargıtay, işçinin emeklilik nedeniyle sözleşmeyi feshini<br />

bir “derhal fesih” olarak gördüğü için (bak. Süzek, 563 vd.) kendisi açısından bir<br />

sorun doğmamaktadır. Buna karşılık, öğretide bir çok yazar emeklilik durumunda<br />

da işçinin bildirim sürelerine uyması gerektiğini söylemektedir (bak. Süzek, 564,<br />

dn. 40). Onlar açısından sorun nasıl çözümlenecektir?<br />

Ayrıca, dava konusu uyuşmazlıklarda olduğu gibi sözleşmesi feshedilen<br />

(kendisine kıdem tazminatı ödenerek işyeri ile ilişkisi kesilen) işçi, ihbar tazminatı<br />

için dava açtıktan sonra, geçimini sağlamak için –bildirim süresi dolmadanbaşka<br />

bir işyerinde çalışmaya başlarsa- feshedilmiş olan iş sözleşmesi aynı yolla<br />

yeniden feshedilmiş mi sayılacaktır?<br />

Fesih kurumunun hukuki niteliği zedelendiğinde bütün bu sorunlar kendini<br />

göstermektedir.


IV. ĐŞ GÜVENCESĐNDEN YARARLANMA<br />

KOŞULLARI<br />

Đş Kanununun “Feshin geçerli sebebe dayandırılması” başlığını taşıyan 18.<br />

maddesi aynı zamanda, bundan sonraki maddelerde (m.19-21) düzenlenen “iş<br />

güvencesi”ne ilişkin hükümlerin kapsamını da belirlemektedir.<br />

Buna göre, işçinin sözkonusu maddelerde öngörülen iş güvencesinden yararlanabilmesi<br />

için şu koşullar aranmaktadır:<br />

a) Đşçi otuz veya daha fazla işçi çalıştırılan bir işyerinde çalışıyor olmalıdır;<br />

b) Đşçinin işyerindeki kıdemi en az altı ay olmalıdır;<br />

c) Đşçi, işletmenin bütününü sevk ve idare eden işveren vekili veya<br />

yardımcısı niteliğinde bir eleman olmamalıdır;<br />

d) Đşçi, işyerinin bütününü sevk ve idare eden ve işçiyi işe alma ve işten<br />

çıkarma yetkisi bulunan işveren vekili niteliğinde bir eleman<br />

olmamalıdır.<br />

Eklenmelidir ki, 18. maddenin öngördüğü düzenleme karşısında, işçinin<br />

sözkonusu güvenceden yararlanabilmesi için, belirsiz süreli bir iş sözleşmesi ile<br />

çalışıyor olması ve ayrıca bu sözleşmenin işveren tarafından sona erdirilmiş olması<br />

gerekir. Belirli süreli iş sözleşmesi ile çalışan veya işten kendisi ayrılan işçi<br />

madde hükmünün dışında kalmaktadır.<br />

Yargıtay <strong>2004</strong> yılında –haklı olarak- yukarıda sözü edilen koşulları göz<br />

önünde tutmayan yerel mahkeme kararlarını bozmuştur. Yüksek mahkemenin<br />

belirttiği gibi, iş sözleşmesinin feshi tarihinde işyerinde 30’dan az sayıda işçi çalışıyorsa<br />

veya işçinin kıdemi 6 aydan az ise, feshin geçersizliği ve işe iade söz konusu<br />

olamaz (Yarg.9.HD,8.4.<strong>2004</strong>, E.7166, K.7634; Yarg.9.HD,22.12.<strong>2004</strong>,<br />

E.12917, K.29103; Çankaya-Günay-Göktaş, 310; Yarg.9.HD,10.5.<strong>2004</strong>, E.10440,<br />

K.11007; Yarg.9.HD,7.10.<strong>2004</strong>, E.25336, K.22392; Çankaya-Günay-Göktaş,<br />

301-302). Altı aylık sürenin hesabında fiilen çalışılan süreye değil, iş ilişkisinin<br />

devamına bakmak gerekir. Bu bakımdan, aralıklarla yapılan bir çalışma da söz<br />

konusu olduğunda, toplam süre altı ayı aşıyorsa işçi yine iş güvencesi hükümlerinden<br />

yararlanır.<br />

Yargıtay aynı yıl, yukarıdaki madde çerçevesinde işveren vekillerinin iş


güvencesi hükümlerinden yararlanıp yararlanamayacaklarına ilişkin kararlar da<br />

vermiştir.<br />

4773 sayılı Yasanın yürürlükte bulunduğu dönemde ortaya çıkan bir u-<br />

yuşmazlığı çözümleyen Daire, sözü edilen yasaya göre sadece işletmenin bütününü<br />

sevk ve idare eden işveren vekilleri kapsam dışında bırakıldıkları için<br />

(ĐşK.m.13/A), genel müdür yardımcısının işe iade talebini reddeden yerel mahkeme<br />

kararını haklı olarak bozmuştur (Yarg. 9.HD,27.09.<strong>2004</strong>, E.5518, K.20018;<br />

Çalışma ve Toplum, S. 4, 2005/1, 284-285). Ancak, 4857 sayılı Yasa işletmenin<br />

bütününü sevk ve idare eden işveren vekili yanında bunların yardımcılarını da<br />

kapsam dışında tutmuştur (ĐşK.m.18/son).<br />

Bu noktada sorun, hangi yöneticilerin “işletmelerin bütününü sevk ve idare<br />

eden işveren vekili” niteliğinde sayılacağıdır.<br />

Yüksek Mahkemeye göre, işletmenin bütününü sevk ve idare eden, “genel<br />

müdür”; yardımcıları ise “genel müdür yardımcıları” olarak kabul edilmelidir.<br />

Buna karşılık, personel müdürü, finans koordinatörü (işletme müdürü, bölüm<br />

müdürü) gibi kimseler bu kapsamda değerlendirilemez (Yarg. 9.HD, 6.12.<strong>2004</strong>,<br />

E.20545, K.26238; Günay, 595).<br />

Yasanın bu konudaki düzenlemesi açık olmakla birlikte, Yargıtay verdiği<br />

bu ve aynı yöndeki diğer kararlarıyla doğabilecek tereddütleri ortadan kaldırmıştır<br />

denilebilir.<br />

V. ĐŞE ĐADE DAVASI AÇMA HAKKINI ORTADAN KAL-<br />

DIRAN PROTOKOLÜN GEÇERSĐZLĐĞĐ<br />

Uygulamada, bazı işverenlerin işyerinde çalışmaya devam etmelerinde<br />

yarar görmedikleri, ancak Đş Kanunu m.18 çerçevesinde fesih için “geçerli sebep”de<br />

gösteremedikleri, işçiler ile olan iş ilişkisine son verebilmek için birtakım<br />

girişimlerde bulundukları dikkati çekmektedir. Bu girişimlerin başında, işçiye<br />

belirli tazminatlar ödeyerek veya özel ödemeler yaparak “istifa” etmelerinin sağlanması<br />

yöntemi gelmektedir. Bunun yanında, sözleşmenin” karşılıklı anlaşma”<br />

ile ortadan kaldırılması yöntemi dikkati çekmektedir. Đşçi aldığı tazminatlar karşılığında,<br />

mevcut sözleşmeyi sona erdirmeyi kabul etmektedir. Diğer bir yöntem de,


işçinin iş sözleşmesi ihbar ve kıdem tazminatları ödenerek feshedilirken, kendisi<br />

ile bir “protokol” düzenlenerek, işçinin işe iade davası açma hakkından feragat<br />

ettiğinin imza altına alınmasıdır.<br />

Bu son durum <strong>2004</strong> yılında <strong>Yargıtayın</strong> bir kararına konu olmuştur. Olayda,<br />

işveren işçinin iş sözleşmesini ĐşK.m.17 uyarınca feshetmiş ve kendisine ihbar<br />

ve kıdem tazminatlarını da ödemiştir. Öte yandan, fesih tarihinde düzenlenen bir<br />

protokol de, işçinin 4857 sayılı kanunun 17. ile 21. maddelerinden kaynaklanan<br />

bütün talep ve dava haklarından feragat ettiği belirtilmiştir.<br />

Đşçi buna rağmen dava açmış, iş sözleşmesinin geçerli bir sebep olmadan<br />

feshedildiğini ileri sürerek, işe iadesini ve buna bağlı tazminat ve ücrete karar<br />

verilmesini istemiştir. Yerel mahkeme, iş sözleşmesinin feshedildiği tarihte taraflarca<br />

imzalanan protokole göre davacının işe iade davasını açma hakkından feragat<br />

ettiği gerekçesiyle davayı reddetmiştir.<br />

Yargıtay verdiği kararda,<br />

“Đşçinin, feshin geçersizliğini ileri sürerek işe iade davasını açma hakkı,<br />

anılan yasanın 21. maddesinde düzenlenmiş olup, aynı yasanın 21. maddesi son<br />

fıkrasına göre yasa ile getirilen bu hakkın değiştirilmesini veya ortadan kaldırılmasını<br />

öngören sözleşme hükümleri geçersizdir. Bu nedende söz konusu protokole<br />

değer verilerek davanın reddi doğru değildir.”<br />

demiştir (Yarg.9.HD,27.12.<strong>2004</strong>, E.32713,K.1005; Çankaya-Günay-<br />

Göktaş, 346).<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kararında işaret ettiği “Geçersiz sebeple yapılan feshin sonuçları”<br />

başlıklı 21. maddenin son fıkrasına göre, “Bu maddenin birinci, ikinci ve<br />

üçüncü fıkra hükümleri sözleşmeler ile hiçbir suretle değiştirilemez, aksi yönde<br />

sözleşme hükümleri geçersizdir.”<br />

Fıkranın “mutlak emredici” niteliği karşısında, işçinin yasanın 17 ile 21.<br />

maddelerinden kaynaklanan bütün talep ve dava haklarından feragat ettiğini belirtmesi<br />

hukuken herhangi bir değer taşımaz; bu protokol işçinin dava açma ve işe<br />

iade isteme hakkını ortadan kaldırmaz. <strong>Yargıtayın</strong> kararı bu bakından yerindedir.<br />

Kaldı ki, böyle bir feragat “Herkes … yargı mercileri önünde davacı veya davalı<br />

olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir” diyen Anayasa hükmü ile (AY.m.36/1)<br />

ile de bağdaşmaz.<br />

Özetle, işçinin önceden dava açma hakkından feragat etmesi geçerli görülemez,<br />

hiç kuşkusuz işçinin işe iade davası açtıktan sonra davadan feragat etmesi


mümkündür (aynı görüşte; F. Şahlanan, Karar Đncelemesi, Tekstil Đşveren Dergisi,<br />

Haziran 2005, 41-42).<br />

VI. EMEKLĐLĐĞE HAK KAZANMANIN GEÇERLĐ FESĐH NE-<br />

DENĐ SAYILMAMASI<br />

Uygulamada ortaya çıkan bir olgu da, işçinin iş sözleşmesinin Sosyal Sigortalar<br />

Kurumundan yaşlılık aylığı almaya hak kazanması ve/veya belli bir yaşa<br />

ulaşması dolayısıyla feshedilmesidir.<br />

Acaba bu husus fesih için geçerli bir neden sayılabilir mi?<br />

Belirtilmelidir ki, işçinin feshe karşı korunmasını genel olarak düzenleyen<br />

158 sayılı ILO Sözleşmesinde ve onu temel alan 4857 sayılı Đş Kanunumuzda,<br />

işçiler açısından bir çalışma yaşı üst sınırı öngörülmüş değildir. Öte yandan, 158<br />

sayılı Sözleşmeyi tamamlayan 166 sayılı Tavsiye Kararında, emekliliğe hak kazanmaya<br />

ilişkin olarak belli bir yaşa gelmenin kural olarak fesih için geçerli bir<br />

sebep sayılamayacağı açık bir biçimde ifade edilmiştir (m.5/a). Hiç kuşkusuz,<br />

işçinin emeklilik yaşına gelmiş olması onda bir verim düşüklüğüne yol açmışsa,<br />

böyle bir durumda iş sözleşmesi “yetersizlik” nedeniyle feshedilebilir (Taşkent,<br />

Eyrenci-Taşkent-Ulucan, 161).<br />

Yargıtay “salt emekliliğe hak kazanmış olmanın fesih için geçerli bir neden<br />

oluşturmadığı” yolundaki görüşünü istikrarlı bir biçimde sürdürmektedir.<br />

Yüksek Mahkeme bu nedenle yapılan fesihleri, “…işletmenin, işyerinin veya işin<br />

gereklerine dayanmadığı gibi işçinin yeterliliği veya davranışlarından kaynaklanan<br />

bir neden de belirtilmediği” gerekçesiyle hukuka aykırı bulmaktadır (Yarg.<br />

9.HD, 19.1.<strong>2004</strong>, E.2003/22196, K.<strong>2004</strong>/261; Günay, 615-616).<br />

Yüksek Mahkemeye göre, ancak böyle bir neden varsa yapılan fesih geçerli<br />

sayılabilir; mahkeme bunun için –gerektiğinde uzman bilirkişiden de yararlanarak-<br />

gerekli araştırma ve incelemeyi yapmalıdır.<br />

Nitekim, bir uyuşmazlıkta işveren, “…Murgul biriminde bulunan izabe ve<br />

asit tesislerinin faaliyetlerine son verilmesi sonucunda burada bulunan işçilerin<br />

Çakmakkaya birimine nakledilmesi sonucu istihdam fazlası personel oluştuğu,<br />

işletmemizin bilinen bakır rezervlerinin <strong>2004</strong> yılının başlarında bitecek olması<br />

dikkate alınarak istihdam fazlası personelin değerlendirilmesine imkan olmadığı,<br />

şirketimizin içinde bulunduğu finansman sıkıntısının daha da ağırlaşmasının önlenmesi<br />

için emeklilik hakkını elde eden personelin hizmet akitlerinin her türlü<br />

yasal haklarının ödenerek feshedilmesini kararlaştırmıştır”.


Yargıtay bu konuda aynen şöyle demektedir:<br />

“Mahkeme kararında da belirtildiği şekilde emekli olma hakkını elde e-<br />

den bir işçinin iş akdinin feshedilmesinde bu olgu tek başına geçerli bir neden<br />

olarak kabul edilemez. Ancak davalı taraf gerek fesih yazısında ve gerekse cevap<br />

dilekçelerinde feshin işletmenin ve işyerinin gereklerinden kaynaklanan geçerli<br />

bir sebeple yapıldığını ileri sürerek bu konu ile ilgili bir kısım belgeleri kanıt olarak<br />

dosyaya sunmuşlardır.<br />

Davalı tarafın fesih gerekçesi olarak belirttiği izabe ve asit tesislerinin<br />

kapatılması, maden rezervlerinin bitecek olması, şirketin içinde bulunduğu finansman<br />

sıkıntısının değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu amaçla dosyaya sunulan<br />

tüm belgeler değerlendirilmek ve bu kayıtların işletme ve mali konularda uzmanlardan<br />

oluşan bilirkişi kuruluna da incelettirmek suretiyle işletmenin ve işyerinin<br />

gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebin bulunduğunun saptanması<br />

halinde feshin geçerli bir nedene dayandığının kabulü gerekeceğinden gerekli<br />

araştırmalar ve incelemeler yapılmadan ve davalı savunması değerlendirilmeden<br />

feshin geçerli sebeple yapılmadığı görüşüyle davacı isteklerinin kabulüne karar<br />

verilmesi hatalı olduğundan hükmün bu nedenlerle bozulmasına karar verilmesi<br />

uygun görülmüştür.” (Yarg 9.HD, 18.5.<strong>2004</strong>, E.578, K.12192; Günay, 612).<br />

Yargıtay aynı yıl aynı konuda verdiği bir başka kararda da, özelleştirme<br />

kapsamında olan bir şirkette, personel sayısının azaltılmasını öngören Bakanlar<br />

Kurulu kararları ve norm kadro uygulaması doğrultusunda, yaşlılık aylığı almaya<br />

hak kazanan personelin iş sözleşmelerinin feshedilmesine ilişkin bir olayda, “…<br />

davacının en son çalıştığı ünite ve bu ünitede fesih tarihi itibariyle çalışan personel<br />

sayısı öncelikle tespit edildikten sonra, o ünite için saptanan norm kadro durumu<br />

ve kadro durumuna rağmen “geçici işçi” adı altında işçi istihdamına ilişkin<br />

uygulama birlikte değerlendirilerek gerçekten ihtiyaç fazlası olup olmadığı belirlenmelidir.”<br />

demiştir (Yarg. 9.HD,15.04.<strong>2004</strong>, E.6141, K.7644; Legal ĐSGHD,<br />

1006-1007).<br />

VII. FESHĐN SON ÇARE OLMASI ĐLKESĐ<br />

Đş güvencesi sistemi içinde önemli bir ilke, işverenin fesih işlemine<br />

son çare (ultima ratio) olarak başvurmasıdır. Buna göre, işveren işçinin iş<br />

sözleşmesini sona erdirmeden önce iş ilişkisinin sürdürülmesini sağlamak<br />

amacıyla gerekli çabayı göstermeli, birtakım uygulamalarda bulunmalı;<br />

ancak bunlardan bir sonuç alamadığında geçerli nedenini belirterek fesih<br />

yoluna gitmelidir. Bu bakımdan, yargı tarafından “geçerli neden” denetimi


yapılırken, işverenin fesihten kaçınma olanağının olup olmadığı araştırılmalıdır.<br />

Çünkü bu sistemde esas olan işçinin işinin korunmasıdır (Taşkent,<br />

Eyrenci-Taşkent-Ulucan, 158-159; Süzek, 449-451; D. Ulucan, Đş Güvencesi,<br />

Türkiye Toprak, Seramik, Çimento ve Cam Sanayi Đşverenleri Sendikası<br />

yayını, 43-44; A. Güzel, Karar Đncelemesi, Çalışma ve Toplum Dergisi,<br />

2005/1, 172 vd.; M. Engin, Đş Sözleşmesinin Đşletme Gerekleri Đle Feshi,<br />

Đstanbul 2003, 90 vd).<br />

Feshin son çare olması ilkesi 4857 sayılı Đş Kanununda açıkça düzenlenmemiş,<br />

buna 18. maddenin gerekçesinde yer verilmiştir. Bununla birlikte, “Herkes<br />

haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kuralına uymak<br />

zorundadır” diyen Medeni Kanun m.2 söz konusu ilkenin hukuki dayanağını oluşturduğundan,<br />

yargıç her somut olayda işverenin feshe son çare olarak başvurup<br />

başvurmadığını incelemekle yükümlüdür (Güzel, 175).<br />

Feshin son çare olması ilkesi doğrultusunda olmak üzere, Đş Kanununda<br />

“Geçici iş ilişkisi” (m.7), kısmi süreli çalıştırma (m.13), “Çalışma koşullarında<br />

değişiklik” (m.22), “Kısa çalışma” (m.65) gibi önlemlere yer verilmiştir. Bunlar<br />

yanında, ücretsiz izin, fazla çalışmaların kaldırılması, işçinin işinin veya işyerinin<br />

değiştirilmesi, işçiye meslek eğitimi verilmesi gibi uygulamalar söz konusu olabilir<br />

(Taşkent, Eyrenci-Taşkent-Ulucan, 159).<br />

Yargıtay <strong>2004</strong> yılında da, ultima ratio ilkesini somut uyuşmazlıklara uygulamış<br />

ve buna göre sonuçlara varmıştır.<br />

Yüksek Mahkeme bir kararının gerekçesinde, önce işverenin işletmesel<br />

karar alma yetkisi çerçevesinde fesih hakkına işaret etmiştir “… işletmeyi veya<br />

işyerini etkileyen objektif nedenlerle ortaya çıkan işgücü fazlalığı sonucunda,<br />

işçinin işyerinde çalışma olanağı ortadan kalkmış ise fesih için geçerli bir sebebin<br />

varlığından söz edilir. Đşveren amaç ve içeriğini belirlemekte serbest olduğu işletmesel<br />

kararlar alabilir”.<br />

Mahkeme bu belirlemenin ardından, çok da isabetli bir biçimde, işverenin<br />

işletmesel karar alabilme yetkisi doğrultusunda kullanacağı fesih hakkının sınırını<br />

ortaya koymuştur:<br />

“Ancak, işletmesel karar sonucunda, tedbir olarak düşünülen feshin zorunlu<br />

hale gelmiş olması gerekir…<br />

Öte yandan, işletmesel kararla varılmak istenen hedefe fesihten başka bir<br />

yolla ulaşmak mümkün ise fesih için geçerli bir nedenden söz edilemez. Fazla<br />

çalışmalar kaldırılarak, işçinin rızası ile esnek çalışma biçimleri getirilerek, işçiyi


aşka bir işte çalıştırarak ya da meslek içi eğitime tabi tutarak amaca ulaşma olanağı<br />

var iken feshe başvurulmaması gerekir. Kısaca, “fesih son çare olmalıdır”<br />

(ultima ratio) ilkesi gözetilmelidir” (Yarg. 9.HD, 16.12.<strong>2004</strong>, E.27003, K.27998;<br />

Legal ĐSGHD.,s.6, 2005, 728-730).<br />

Bu noktada değinilmesi gereken bir husus, Dairenin konuya ilişkin kararlarında<br />

klişe olarak şu ifadeye yer vermesidir: “Belirtmek gerekir ki, söz konusu<br />

4857 sayılı Đş Kanununun 18 ve devamı maddelerinin gerekçesinde de açıklandığı<br />

üzere, işçi çıkarma uygulamasına giderken öncelikle fazla çalışmalar kaldırılmalı,<br />

işçinin rızası ile çalışma süreleri kısaltılmalı, iş zamana yayılmalı, kısaca fesih en<br />

son çare olarak düşünülmelidir.” (Yarg.9.HD, 08.11.<strong>2004</strong>, E.12698, K.25058;<br />

Çalışma ve Toplum, s. 4, 2005/1, 294).<br />

Öncelikle işaret edilmesi gereken bir nokta, fesihten önce başvurulması<br />

örnek olarak verilen önlemlerin 4857 sayılı Đş Kanununun değil, 4773 sayılı yasanın<br />

madde gerekçesinde yer aldığıdır.<br />

4857 sayılı Đş Kanunu m.18 gerekçesinde bu konudaki ifade aynen şöyledir:<br />

“Bu uygulamaya giderken işverenden beklenen feshe en son çare olarak bakmasıdır.<br />

Bu nedenle geçerli sebep kavramına uygun yorum yaparken sürekli olarak<br />

fesihten kaçınma olanağının olup olmadığı araştırılmalıdır”.<br />

Öte yandan, <strong>Yargıtayın</strong> konuyla ilgili her uyuşmazlıkta aynı önlemleri sıralamasının<br />

yanlış anlamalara yol açabileceği de eklenmelidir. 4773 sayılı yasanın<br />

ilgili maddesinin gerekçesinde öngörülen önlemler Alman Federal Đş Mahkemesinin<br />

çeşitli kararlarından alınmıştır. Sözü edilen önlemlerden her biri farklı uyuşmazlarda,<br />

somut olaya göre belirtilmiştir. Sözgelimi, bilgisayara geçildiği için işçi<br />

fazlası oluşan bir işyerinde–ultima ratio ilkesi çerçevesinde- işçilerin işten çıkarılmadan<br />

önce bu konuda eğitilmeleri, işyeri içinde başka bir bölümde çalıştırma<br />

olanağının olup olmadığının araştırılması, ancak bu önlemlerden bir sonuç alınamıyorsa<br />

fesih yoluna başvurulması gerekir.<br />

Hiç kuşkusuz böyle bir durumda işverenden fazla çalışmaları kaldırması,<br />

işçinin rızası ile çalışma süresini kısaltması, esnek çalışma şekilleri getirmesi<br />

beklenemez.<br />

VIII. ĐŞÇĐNĐN VERĐMSĐZLĐĞĐNĐN TESPĐTĐ<br />

Bilindiği gibi, iş güvencesi sistemini kabul eden bir hukuki düzenleme i-<br />

çinde de işçinin iş sözleşmesi belirli nedenlerin varlığında feshedilebilir. Bu nedenler<br />

ĐşK.m.18’de “…işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işlet-


menin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebep” olarak<br />

ifade edilmiştir.<br />

Fıkradaki “işçinin yeterliliği” deyimi, işçinin yeterli olmayışı, açıkçası<br />

“yetersizliği” biçiminde anlaşılmalıdır. Yetersizlik çeşitli biçimlerde kendini gösterebilir:<br />

Verimsizlik yanında işe yatkın olmama, uyum yetersizliği, işi uyarılara<br />

rağmen eksik veya kötü yapmak, öğrenme ve kendini yetiştirme yetersizliği, sık<br />

sık hastalanma söz konusu olabilir.<br />

Đşçinin üstlendiği işi aynı veya benzer bir işte çalışanlara göre ortalama<br />

olarak daha az verimle yapması iş sözleşmesinin sona erdirilmesi için geçerli bir<br />

nedendir.<br />

Yargıtay verimsizliğin yapılan fesih işlemini geçerli kılması için, işçinin<br />

makul bir süreçte aynı işi yapan diğer işçilere göre bir performans düşüklüğü gösterip<br />

göstermediğinin; performans düşüklüğü varsa, bunun geçici olup olmadığının<br />

araştırılmasını istemektedir. Yüksek Mahkemeye göre, verimsizlikten söz<br />

edilebilmesi için,<br />

“…yaptırılan işin standartlara uygun olup olmadığı, uygun ise davacının<br />

makul bir süreçte aynı işi yapan diğer işçilere göre bir performans düşüklüğü<br />

gösterip göstermediği, böyle bir performans eksikliği varsa bunun<br />

arızi mi, yoksa sürekli mi olduğu ve bunun sonucunda bir üretim düşüklüğü<br />

meydana gelip gelmediği saptanmalı, bu durumlar 18. madde içeriğinde<br />

değerlendirilerek sonucuna göre hüküm kurulmalıdır.”(Yarg. 9.HD,<br />

24.06.<strong>2004</strong>, E.3740, K.15625; Legal ĐHSGHD, s.5, 2005, 317-318).<br />

Ne var ki, uygulamada bazı işverenlerin işçilerin iş sözleşmelerini insan<br />

kaynakları birimince yapılan değerlendirmeler sonucunda feshettikleri görülmektedir.<br />

Bu şekilde yapılan değerlendirmelerin subjektif nitelik taşımaları pekala<br />

mümkündür. Bu bakımdan Yargıtay haklı olarak -aynı kararında- işçinin verimliliğinin<br />

tespitinin teknik bilirkişi yoluyla mümkün olabileceğini vurgulamakta,<br />

tanık anlatımlarına itibar etmemektedir. Yüksek Mahkeme uzman bilirkişi yardımı<br />

ile işyerinde keşif yapılarak değerlendirme yapılmasını istemekte, bilirkişiye<br />

de yol göstererek verimin tespitinde -yukarıda belirtildiği üzere- hangi hususlar<br />

üzerinde durulması gerektiğine işaret etmektedir.<br />

IX. ÖZEL HAKEMĐN YETKĐSĐ<br />

Đş Kanunu m.20’de işçinin kendisine yapılan fesih bildirimine itirazı<br />

ve bunun usulü düzenlenmiştir. Buna göre, “iş sözleşmesi feshedilen


işçi, fesih bildiriminde sebep gösterilmediği veya gösterilen sebebin geçerli<br />

bir sebep olmadığı iddiası ile …iş mahkemesinde dava açabilir.” Ayrıca,<br />

“Toplu iş sözleşmesinde hüküm varsa veya taraflar anlaşırlarsa uyuşmazlık<br />

aynı sürede özel hakeme götürülür”.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> bu konuda karara bağladığı bir olayda, iş sözleşmesinin uyuşmazlıkların<br />

hakem yolu ile çözümleneceğine ilişkin düzenlemesinden hareketle,<br />

sözleşmesi feshedilen işçi hakem kurulunun oluşumu için iş mahkemesine müracaat<br />

etmiş ve oluşturulan kuruldan feshin geçersizliğine, işe iadesine, işe başlatmama<br />

halinde iş güvencesi tazminatına, boşta geçen süre için ücret alacağına,<br />

ihbar ve kıdem tazminatına, yıllık ücretli izin alacağına ve sözleşmeden kaynaklanan<br />

ücret alacağına karar verilmesini istemiştir.<br />

Hakem kurulu taleplerin tümünü kabul etmiştir. Kurulun kararında ayrıca<br />

işe başlatmama tazminatı ile dört aya kadar boşta geçen süre için ücret alacağının<br />

miktar belirtilerek hüküm altına alındığı anlaşılmaktadır.<br />

Yargıtay, hakem kurulunun feshin geçersizliğine ilişkin kararını yerinde<br />

bulmuş; ancak–daha önce verdiği kararlar doğrultusunda-işe başlatmama tazminatı<br />

ile boşta geçen süre için dört aya kadar ücret alacağına miktar belirterek karar<br />

verilmesinin uygun olmadığını belirtmiştir.<br />

Yüksek Mahkeme bunun yanında, özel hakemin yıllık ücretli izin alacağına<br />

ve sözleşmeden doğan ücret alacağına karar vermesini “yetkisi dışında”<br />

bulmuştur (Yarg. 9.HD, 22.03.<strong>2004</strong>, E.5846, K.5621; Çankaya-Günay-Göktaş,<br />

801-803).<br />

Uyuşmazlığa ilişkin olarak değinilmesi gereken ilk nokta, iş sözleşmesine<br />

konulan özel hakem kaydının geçerliliğidir. Davacı işçi hakem kurulunun oluşumu<br />

için iş mahkemesine müracaat ettiği, açıkçası geçersizlik iddiasında bulunmadığı<br />

için, Yüksek Mahkemenin bu husus üzerinde durmadığı anlaşılmaktadır.<br />

Ne var ki, maddede “iş sözleşmesi feshedilen işçi”nin fesih bildirimine i-<br />

tirazı düzenlendiğine göre, iş sözleşmesinin feshedilmediği bir dönemde, sözgelimi<br />

sözleşme yapılırken veya daha sonra ya da personel yönetmeliği ile, fesihte<br />

özel hakeme gidileceğinin belirtilmesi maddenin özüne aykırı düşer, geçerli sayılamaz<br />

(Taşkent, Eyrenci-Taşkent-Ulucan, 164; Süzek, 472-473; A. Güzel, Đş Güvencesine<br />

Đlişkin Yasal Esasların Değerlendirilmesi, Đş Güvencesi Esasları ve<br />

Uygulama Sorunları, Đstanbul <strong>2004</strong>, 95 ve dn. 224).<br />

Yargıtay bu kararında da, işe başlatmama tazminatı ile dört aya kadar o-


lan boşta geçen süre için ücret alacağının “miktar belirtilerek” hüküm altına a-<br />

lınmasını isabetli görmemektedir. Bilindiği gibi, Yüksek Mahkemeye göre, işe<br />

iade kararlarında söz konusu tazminat ve ücretin kaç aylık olacağının belirtilmesi<br />

yeterlidir; bunun (rakam) miktar olarak gösterilmesine gerek yoktur.<br />

Bu içtihat uygulamada sorun yaratmıştır. Çünkü, işveren işe iade kararına<br />

rağmen işçiyi işe başlatmaz ve karar altına alınan ödemeleri de yapmazsa, ikinci<br />

bir dava açılması zorunlu hale gelmektedir. Bu sonuç da, adaletin yerine gelmesini<br />

daha da geciktireceğinden isabetli olarak nitelendirilemez. <strong>Yargıtayın</strong> bu konuda<br />

önceki içtihadına dönmesinde yarar görülmektedir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kararında, özel hakemin yıllık ücretli izin alacağına ve diğer<br />

ücret veya tazminatlara karar veremeyeceğini belirtmesi ise yerindedir.<br />

Kanunun 20. maddesinde, işçinin hangi iddia ile iş mahkemesinde dava<br />

açabileceği veya özel hakeme gidilebileceği açıkça öngörülmüştür. Bu iddia, fesih<br />

bildiriminde sebep gösterilmediği veya gösterilen sebebin geçerli olmadığı yolunda<br />

olabilir. Kanunun 21. maddesinde de geçersiz sebeple yapılan feshin sonuçları<br />

gösterilmiştir. Burada söz konusu olan, işçinin işe başlatılması; çalıştırılmadığı<br />

süre için kendisine en çok dört aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer haklarının<br />

ödenmesi; işe başlatılmadığı takdirde ödenecek tazminattır.<br />

Bu sayılanlar dışındaki uyuşmazlıklar özel hakem yolu ile çözümlenemez.<br />

Öte yandan, <strong>Yargıtayın</strong> bir başka kararında haklı olarak ifade ettiği gibi,<br />

işçinin feshin geçersizliğini öne sürüp işe iade isterken feshin sonucuna bağlı olan<br />

ihbar ve kıdem tazminatlarını istemesi bir çelişki oluşturur. Bilindiği gibi, Daire,<br />

davacı işçinin işe iade ile birlikte diğer işçilik haklarını da talep etmesi durumunda<br />

davaların ayrılması gerektiğini vurgulamaktadır (Yarg. 9.HD, 9.12.<strong>2004</strong>,<br />

3551/7831; Çankaya-Günay-Göktaş, 754-755).<br />

X. ĐŞÇĐNĐN ÇALIŞTIRILMADIĞI 4 AYLIK SÜRENĐN KI-<br />

DEME EKLENMESĐ<br />

Đşverence yapılan fesih işleminin geçerli bir sebebe dayanmadığı mahkeme<br />

veya özel hakem tarafından tespit edildiğinde feshin geçersizliğine ve işçinin<br />

işe iadesine karar verilir. Böyle bir durumda işçi kararın kendisine tebliği tarihinden<br />

itibaren on işgünü içinde işe başlamak için işverene başvurmak; işveren de bu<br />

başvuru üzerine bir ay içinde onu işe başlatmak zorundadır. Yapılan başvuruya<br />

rağmen işveren bir aylık süre içinde işçiyi işe başlatmaz ise, kendisine en az dört<br />

aylık ve en çok sekiz aylık ücreti tutarında tazminat ödemekle yükümlü olur


(ĐşK.m.21).<br />

Bu davanın dört aylık bir süre içinde sonuçlanması öngörülmüşse de, uygulamada<br />

anılan süre teorik kalmakta, bir hayli aşılmaktadır. Yasaya göre, dava<br />

ne kadar uzarsa uzasın, işçi kararın kesinleşmesine kadar çalıştırılmadığı sürenin<br />

en çok dört aya kadar olan kısmı için ücretini ve diğer haklarını alabilecektir<br />

(ĐşK.m.21/3).<br />

Yasanın getirdiği bu sınırlama öğretide haklı olarak eleştirilmiştir. Gerçekten<br />

de, işverence yapılan fesih işlemi geçersiz sayılıp işçi işe iade edildiğinde,<br />

bunun hukuksal sonucu iş ilişkisinin hiç kesilmemiş gibi sürmesidir. Böyle olduğuna<br />

göre de, işçiye sadece dört aylık ücretinin değil, boşta kaldığı tüm süreye<br />

ilişkin ücretinin ödenmesi gerekir (bu görüşte: Taşkent, Eyrenci-Taşkent-Ulucan,<br />

165; Süzek, 487 ve dipnot 174’de belirtilen yazarlar).<br />

Yine yasaya göre, “Đşçi kesinleşen mahkeme veya özel hakem kararının<br />

tebliğinden itibaren on işgünü içinde işe başlamak için işverene başvuruda bulunmak<br />

zorundadır. Đşçi bu süre içinde başvuruda bulunmaz ise, işverence yapılmış<br />

olan fesih geçerli sayılır ve işveren sadece bunun hukuki sonuçları ile sorumlu<br />

olur.” (ĐşK.m.21/5).<br />

Buna karşılık yasa, karara ve işçinin başvurusuna rağmen, işverenin işçiyi<br />

işe başlatmamasının hukuki sonucunu açık bir biçimde düzenlememiştir. Ne var<br />

ki, yapılan fesih geçersiz sayıldığı, dolayısıyla iş ilişkisinin sürdüğü kabul edildiği<br />

için, işverenin başvuruya rağmen bir ay içinde işçiyi işe başlatmaması bir fesih<br />

işlemi sayılır; tüm ödemelerin hesabında bu tarih esas alınır. Bu bakımdan, belirli<br />

ödemeler daha önce yapılmış olsa dahi, ilk fesih işlemi ile işe başlatmama tarihi<br />

arasında geçen ve kıdeme eklenmesi gereken süreden ve bu arada meydana gelebilecek<br />

ücret artışlarından doğacak farkların da ödenmesi kaçınılmaz olur (Taşkent,<br />

Eyrenci-Taşkent-Ulucan, 168; Süzek, 485).<br />

<strong>Yargıtayın</strong> çözüme bağladığı bir uyuşmazlıkta, yerel mahkeme, kanunda<br />

“…işe iadesine karar verilen işçinin boşta geçen 4 aylık süresinin çalışma süresinden<br />

sayılacağına ilişkin bir düzenleme bulunmadığı”ndan hareketle, boşta geçen<br />

4 aylık sürenin kıdem tazminatına esas süre ile yıllık ücretli izin süresinden<br />

sayılması talebini reddetmiştir. Şurası açıktır ki, ĐşK.m.66’da işçinin günlük çalışma<br />

süresinden sayılan haller gösterilmiştir. Bunun 21. madde ile, dolayısıyla iş<br />

ilişkisinin devamı sorunu ile bir ilişkisi yoktur. Bu bakımdan, yerel mahkemenin<br />

kararı hukuka uygun değildir.<br />

Yüksek Mahkeme bu kararı bozmuş ve kendi kararının gerekçesinde,<br />

“Feshin geçersizliğine ve (işçinin) işe iadesine karar verilmekle iş sözleşmesinin


kesintisiz devam ettiği ve işe başlatmama halinde feshin bu tarihte gerçekleştiği<br />

kabul edilmelidir” vurgulamasını yaptıktan sonra, hemen ardından “Ancak, yasanın<br />

düzenlemesi gereği bu sürenin 4 aya kadar ücret ve diğer yasal haklarının<br />

ödenmesine karar verilen süre; ihbar, kıdem tazminatı ve yıllık ücretli izin alacağının<br />

hesabında nazara alınması gerekmektedir” sonucuna varmıştır (Yarg. 9.HD,<br />

06.12.<strong>2004</strong>, E.28355, K.2029; Tekstil Đşveren Dergisi, Nisan 2005, 43).<br />

Görülüyor ki, Yargıtay, mahkemenin işe iade kararına rağmen, işverenin<br />

işçiyi işe başlatmaması durumunda, feshin işverene tanınan bir aylık sürenin sonunda<br />

gerçekleştiğini kabul etmekte; ancak, ihbar ve kıdem tazminatı ile yıllık<br />

ücretli izin alacağının hesabında sadece 4 aylık sürenin bitim tarihini dikkate almaktadır.<br />

Bunun gerekçesi olarak da, yasada boşta geçen süre için işçiye en çok<br />

dört aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer hakların ödeneceği yolundaki hükme<br />

işaret etmektedir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> bu görüşüne katılmak mümkün değildir. Çünkü, “en çok dört<br />

aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer haklar”ın işçiye ödenmesi, işçinin geçersiz<br />

bir fesih işlemi dolayısıyla çalıştırılmadığı, işçinin boşta geçirdiği sürenin<br />

ne kadarının işveren tarafından karşılanacağını belirleyen bir düzenlemedir. Bu<br />

sınırlama iş ilişkisinin devamını etkilemez. Yargıtay da kararında fesih işleminin<br />

işverenin işçiyi işe başlatmaması ile gerçekleştiğini kabul etmektedir. Demek ki,<br />

iş ilişkisi işverenin işçiyi işe başlatmadığı tarihe (fesih tarihine) kadar sürmektedir.<br />

Böyle olduğuna göre, <strong>Yargıtayın</strong> görüşünün aksine, söz konusu tazminatların<br />

ve yıllık ücretli izin alacağının hesabında boşta geçen tüm sürenin dikkate<br />

alınması, açıkçası hesaplamanın işverenin işçiyi işe almayarak sözleşmeyi feshettiği<br />

tarihe göre yapılması hukukun bir gereği olarak kendini göstermektedir.<br />

XI. ĐŞ SÖZLEŞMESĐNĐN FESHĐNDE HAKLI NEDEN /GE-<br />

ÇERLĐ NEDEN ĐLĐŞKĐSĐ<br />

Đşverenin iş sözleşmesini işçinin ahlak ve iyiniyete aykırı bir davranışı nedeniyle<br />

feshettiği ve işçinin de feshin haksız olduğunu öne sürerek işe iade davası<br />

açtığı durumlarda, Yargıtay ĐşK.m.26’daki hak düşürücü sürenin dikkate alınmaması<br />

ve ayrıca olayda bir geçerli nedenin varlığının araştırılması görüşündedir.


Bir uyuşmazlıkta, işveren işçinin iş sözleşmesini ĐşK.m.25/II’ye dayanarak,<br />

ancak 26. maddedeki 6 işgünlük süre geçtikten sonra feshetmiştir. Đşçi olayda<br />

fesih için haklı bir neden olmadığını iddia ederek fesih işleminin iptaline ve işe<br />

iadesine karar verilmesini istemiştir. Yerel mahkeme sözü edilen 6 işgünlük sürenin<br />

geçtiği ve 19. maddedeki usule de uyulmadığı gerekçesiyle davayı kabul etmiştir.<br />

Yargıtay yerel mahkemenin bu kararını bozarak, davanın reddine karar<br />

vermiştir. Daireye göre:<br />

“Đş Kanunu’nun 26. maddesindeki hak düşürücü süre, hizmet akdinin<br />

yasanın 24/2 ve 25/2 maddelerinde düzenlenen ahlak ve iyiniyet kurallarına<br />

uymayan haller nedeni ile fesihlerde söz konusudur. Sınırlı<br />

sayılan bu fesihler dışında 26 maddenin uygulanma olanağı yoktur.<br />

Đşveren tarafından davacının hizmet akdinin feshi 25/2 maddesine dayandırılmış,<br />

ancak 26 maddedeki altı işgünlük hak düşürücü süre geçtiği<br />

gerekçesi ile işverenin haklı sebeple feshi kabul edilmemiştir. Bu<br />

gibi durumlarda, ihbar ve kıdem tazminat talepleri kabul edilebilir ise<br />

de, işçinin feshin geçersizliği ve işe iade isteği değerlendirilirken<br />

4857 sayılı Yasanın 25/son maddesi gereği aynı yasanın 19. maddesi<br />

koşulları aranmaz. 18, 20 ve 21. madde hükümleri gereği değerlendirme<br />

yapılması gerekir. Bu nedenle mahkemenin 19. maddedeki<br />

usule uyulmadığı gerekçesine dayanarak davayı kabul etmesi yasal<br />

bulunmamıştır.<br />

Mahkemece, 25/2 maddesi gereğince akdin sona erdirilmesi hallerinde<br />

isnat edilen fiilin gerçekleştiği kabul edilmesine rağmen 26. maddedeki<br />

hak düşürücü sürenin geçmesi veya haklı neden olarak feshe<br />

neden gösterilen eylemin haklı fesih nedeni sayılacak ağırlıkta bulunmayıp,<br />

geçerli neden olarak kabul edilmesi hallerinde 19. maddedeki<br />

usule uyulup uyulmadığının bakılmaksızın feshin geçersizliği ve<br />

işe iade isteğinin red edilmesi gerekir.<br />

Somut olayda bu durumun gerçekleştiği anlaşıldığından, davacının<br />

akdinin feshi işleminin iptali ve işe iadesi isteklerinin reddi gerekirken<br />

yazılı şekilde kabulü hatalı olup bozmayı gerektirmiştir” (Yarg.<br />

9.HD, 24.2.<strong>2004</strong>, E.2003/22581, K.3229; Legal ĐHSGHD, s. 6,<br />

6.9..2005, 724-725).<br />

Dairenin “yerleşmiş” diyebileceğimiz bu görüşüne tümüyle katılamadığımı<br />

belirtmek isterim.


Bilindiği üzere, işçinin iş sözleşmesini feshetmek isteyen işveren, eğer<br />

“geçerli” bir sebebe dayanıyorsa ĐşK.m.17 vd. maddelerine; “haklı” bir sebebe<br />

dayanıyorsa, 25. maddeye uygun davranmak zorundadır.<br />

Yasanın 26. maddesinde, derhal fesih hakkını kullanma olanağı için 6 işgünlük<br />

hak düşürücü bir süre öngörülmüştür. Geçerli fesihler bakımından ise,<br />

böyle bir süre öngörülmüş değildir. Öğretide bu tür fesihlerin geçerli fesih nedeninin<br />

ortaya çıkmasından itibaren “makul bir süre” içinde yapılması uygun görülmektedir<br />

(Çelik, 211; Taşkent, Eyrenci-Taşkent-Ulucan, 160; Süzek, 468).<br />

Đş Kanununun “Derhal fesih hakkını kullanma süresi” başlıklı 26. maddesine<br />

göre, “…ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan hallere dayanarak işçi veya<br />

işveren için tanınmış olan sözleşmeyi fesih yetkisi, iki taraftan birinin bu çeşit<br />

davranışlarda bulunduğunu diğer tarafın öğrendiği günden başlayarak altı iş günü<br />

geçtikten … sonra kullanılamaz”.<br />

Bu hükmün kamu düzenine ilişkin bir hak düşürücü süre olduğu ve yargıç<br />

tarafından resen göz önünde tutulması gerektiği hususunda bir tartışma yoktur.<br />

Uyuşmazlık konusu olayda işçinin iş sözleşmesi “… Đş Kanununun 25/II.<br />

maddesi gereğince haklı nedenlere dayandığı gerekçesi ile işveren tarafından feshedilmiştir.”<br />

Ancak, karardan anlaşıldığına göre, 6 işgünlük hak düşürücü süre<br />

geçtikten sonra fesih yoluna başvurulmuştur.<br />

Yargıtay kararında “Đş Kanununun 26. maddesindeki hak düşürücü süre,<br />

hizmet akdinin yasanın 24/2 ve 25/2 maddelerinde düzenlenen ahlak ve iyiniyet<br />

kurallarına uymayan haller nedeni ile fesihlerde söz konusudur. Sınırlı sayılan bu<br />

fesihler dışında 26. maddenin uygulanma olanağı yoktur” dedikten sonra, işçinin<br />

feshin geçersizliği ve işe iade isteği değerlendirilirken, 26. maddedeki hak düşürücü<br />

sürenin geçmesine bakılmamasını; bunun sonuca etkili olmadığını ifade etmektedir.<br />

Oysa karar gerekçesinde açık bir biçimde davacının iş sözleşmesinin 4857<br />

sayılı Đş Kanununun 25/II. maddesi gereğince haklı nedenle feshedildiği belirtilmektedir.<br />

Đşveren haklı bir nedene dayandığına göre, fesih işlemine derhal feshe<br />

yol açan olayı öğrenmesinden itibaren altı işgünlük hak düşürücü süre içinde başvurması<br />

gerekirdi. Gerçekten de, fesih haklı bir nedene dayansa da ĐşK.m.26/1’de<br />

öngörülen sürenin geçirilmesinden sonra yapılmışsa haksız feshin hüküm ve sonuçları<br />

uygulanır. Bu bir hak düşürücü süredir ve yargıç tarafından kendiliğinden<br />

gözönünde tutulması gerekir (Süzek, 527).<br />

Nitekim, feshin haklı nedene dayanılarak yapıldığı, ancak altı iş günlük


sürenin aşıldığı başka bir olayda Yargıtay, feshin süresinde yapılmadığından<br />

haraketle,“…işverence gerçekleştirilen feshin yasal bir dayanağı bulunmadığından<br />

davacının ihbar ve kıdem tazminatı isteklerinin kabulüne karar verilmesi gerekir”<br />

demiştir (Yarg. 9.HD, 15.03.<strong>2004</strong>, E.16009, K.5077; Çalışma ve Toplum<br />

Dergisi, <strong>2004</strong>/2, 122-123).<br />

Acaba bu olayda işçi tazminat yerine işe iade talebinde bulunsa idi, feshin<br />

yasal bir dayanağı olmadığı gerçeği gözardı mı edilecekti? Buna evet demek<br />

mümkün değildir. O halde, feshin yasal dayanağı bulunmadığına göre, işçinin işe<br />

iade talebinin kabulü hukukun doğal bir gereği olarak kendini göstermektedir.<br />

Kaldı ki, işçi geçersiz sebeple yapılan bir fesih işleminde işe iadeyi isteyebildiğine<br />

göre, bunu haksız fesihte isteyebilmesi “öncelik ilkesi”nin doğal bir sonucudur.<br />

Dolayısıyla, yerel mahkemenin kararında olduğu gibi, hak düşürücü süre<br />

aşıldığı için bu davanın kabulü gerekirdi.<br />

Yüksek Mahkemenin, söz konusu uyuşmazlıkta “Bu gibi durumlarda, ihbar<br />

ve kıdem tazminat talepleri kabul edilebilir ise de” diyerek ĐşK.m.26 koşullarının<br />

aranmayacağını söylemesi yerinde olmadığı gibi, kanunun bir maddesinin<br />

yok sayılması sonucunu doğurduğundan da uygun görülemez. Zira olayda işçinin<br />

isteği, fesihte haklı neden bulunmadığı iddiasıyla fesih işleminin iptali ve işe iadesidir.<br />

Bir başka deyişle, işçinin isteği ihbar veya kıdem tazminatı değil, işe iadesinin<br />

sağlanmasıdır.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> görüşü kabul edildiğinde, ĐşK.m.26’daki hak düşürücü süre<br />

uygulama dışı kalacak ve işverenlere bu süreye bağlı kalmaksızın sözleşmeyi<br />

feshetme yolu açılacaktır (Süzek, 533). Yargıtay böyle bir durumda “19. maddedeki<br />

usule uyulup uyulmadığına da bakılmaz” dediğine göre, işverenlerin iş sözleşmesini<br />

süreli fesih yoluyla sona erdirmeleri yolu fiilen ortadan kaldırılmış olacaktır.<br />

Öte yandan, yargının dava yükü göz önünde tutulduğunda, mahkemelerin<br />

“haklılık” denetimi yanında kendiliklerinden bir de “geçerlilik” denetimi yapmalarının,<br />

böyle bir görev üstlenmelerinin nedenini anlamak güçtür.<br />

Yargıtay verdiği kararlarda “…haklı neden olarak feshe neden gösterilen<br />

eylemin haklı fesih nedeni sayılacak ağırlıkta bulunmaması” durumunda bunun<br />

geçerli neden sayılıp sayılmayacağının araştırılmasını istemektedir. Yargıtay,<br />

adeta mahkemelere “durumdan görev çıkarmak”tadır. Oysa, Yargıtay bir başka<br />

uyuşmazlıkta, davalının fesih nedeni ile bağlı olduğunu açıkça ifade etmiştir<br />

(Yarg. 9.HD, 13.05.<strong>2004</strong>, E.2003/717, K.<strong>2004</strong>/11689; Çalışma ve Toplum Dergisi,<br />

s. 4, 2005/1, 246-247). Mahkemenin de fesih nedeni ve bu nedene yasada bağ-


lanan yaptırım ile bağlı olduğu tartışma götürmez.<br />

Yargıtayı kararındaki sonuca götüren nedenin 25. maddenin son cümlesi<br />

olduğu düşünülebilir. Bu cümlede: “Đşçi feshin yukarıdaki bentlerde öngörülen<br />

sebeplere uygun olmadığı iddiası ile 18., 20. ve 21. madde hükümleri çerçevesinde<br />

yargı yoluna başvurabilir.” denilmektedir.<br />

Maddede işçinin 18., 20. ve 21. madde hükümleri çerçevesinde yargı yoluna<br />

başvurabileceğinin öngörülmesi tamamen usuli bir süreçtir. Önemli olan bu<br />

davada neyin araştırılıp inceleneceğidir. Açıkçası, böyle bir olayda yargıç “haklılık”<br />

denetimi mi yapacaktır, yoksa “geçerlilik” denetimi mi yapacaktır? Sorunun<br />

özünü bu husus oluşturmaktadır.<br />

Đşveren haklı nedene dayandığı gerekçesiyle işçinin sözleşmesini<br />

ĐşK.m.25/II uyarınca feshetmiştir. Đşçi ise, işverenin fesih işleminin dayanak alınan<br />

25. maddeye uygun olmadığı iddiasıyla yargı yoluna başvurmaktadır. Kısaca,<br />

burada araştırılacak olan, meydana geldiği iddia edilen olayın işverene sözleşmeyi<br />

haklı nedenle derhal fesih hakkı verip vermediğidir. Böyle bir durumda mahkemenin<br />

görevi, somut olayın işverene bir derhal fesih yetkisi verip vermediğini<br />

belirlemektir. Şayet fesih işlemi, 26. maddedeki süre içinde yapılmış ve<br />

m.25/II’ye de uygunsa dava reddedilecek; böyle değilse dava kabul edilecektir.<br />

Öte yandan, Yargıtay haklı fesih nedeni görülmeyen bir olayda ayrıca<br />

“geçerlilik” denetimi yapılmasını istiyorsa, o zaman da “iş güvencesi” sürecine<br />

aynen uyulması gerekir. Bu konuda Yüksek Mahkeme, “… haklı fesih ve ilgili<br />

sebeplere dayanılarak yapılan fesih işlemine karşı 4857 sayılı Yasanın 18-21.<br />

maddeleri gereğince feshin geçersizliğine ve işe iadeye ilişkin dava açılması halinde<br />

anılan yasanın 26. maddesindeki hak düşürücü sürenin geçmesi sonuca etkili<br />

değildir.” demekle böyle bir durumda süreli fesih sürecinin uygulanacağını kabul<br />

etmiş olmaktadır (bak.Yarg.9.HD, 6.12.<strong>2004</strong>, E.10560, K.26027; Legal ĐHSGHD,<br />

s.6,2005, 742-743). Süreli fesih süreci uygulandığında ise, hiç kuşkusuz yasanın<br />

19. maddesi koşullarının da aranması kaçınılmaz olur (Süzek, 533).<br />

Süreli fesihte, derhal feshe ilişkin 26. madde uygulanmaz derken, uyuşmazlıkta<br />

bu tür feshin önemli bir koşulunu aramamak, 19. maddeyi ihmal etmek,<br />

ciddi bir çelişki oluşturur.<br />

Bu çelişkiyi “4857 sayılı Yasanın 25/son maddesi gereği aynı yasanın 19.<br />

maddesi koşulları aranmaz” sözleri ile örtmek de mümkün değildir. Çünkü, 25.<br />

maddenin son cümlesinde 19. maddeye yer verilmeyişinin teknik bir nedeni vardır.<br />

O da, ĐşK.m.19/2’ye göre, işverenin derhal feshe başvurduğu durumlarda,<br />

savunmasının alınmasına gerek görülmemesidir. Görülüyor ki, yasaya çok isabet-


siz olarak konulan bu istisna, bir başka olayda da yanlış sonuca varılmasına yol<br />

açmaktadır.<br />

Gerçekten de, işverenin derhal fesihlerde işçinin savunmasını almasının<br />

gerekli görülmeyişi hususudur ki, 25. maddenin son cümlesinde 19. maddeye de<br />

işaret edilmesini olanaksız kılmıştır. Zira, burada 19. madde belirtilse idi, haklı<br />

nedenle derhal fesih yoluyla işine son verilen işçi, sırf savunmasının alınmadığını<br />

öne sürerek işe iadesini isteyebilecekti. Yasada bu yol kapatılmak istenmiştir.<br />

Böyle değil de, işçi yapılan fesih işleminin ĐşK.m.25/II’ye uygun düşmediğini<br />

öne sürüyor ve olayda bir derhal fesih nedeni görülmediği için “geçerlik<br />

denetimi” yapılması isteniyorsa, o zaman yargıcın geçerli feshin tüm koşullarını<br />

olayda araması gerekir.<br />

Sonuç olarak, <strong>Yargıtayın</strong> derhal fesihlerde işçinin işe iade istemine ilişkin<br />

olarak verdiği kararlardaki yorumu, bir yandan Đş Mahkemelerine ve Yargıtaya ek<br />

bir yüküm getirdiği için; diğer yandan ise iyiniyetli olmayan işverenlere fesihlerde<br />

süreli fesih yolundan kaçınma olanağı sağlayacağı için tarafımdan uygun görülmemektedir.<br />

Gerçekten de, bu içtihat doğrultusunda, belirli işverenler süreli fesih yerine,<br />

bildirim süresine uymak, yazılı bildirimde bulunmak, işçinin savunmasını<br />

almak ve ayrıca ĐşK.m.26’da öngörülen 6 işgünlük süreye de uymaksızın işçilerin<br />

işlerine derhal fesih yoluyla son verebileceklerdir. Deyim yerindeyse, top yargıcın<br />

üstüne atılacak, onun en azından geçerlik denetimi yapacağının güvencesi içinde<br />

hareket edebileceklerdir.<br />

XII. ĐŞYERĐNĐN DEĞĐŞTĐRĐLMESĐ VE ÇALIŞMA KOŞUL-<br />

LARINDA ESASLI DEĞĐŞĐKLĐK SORUNU<br />

Đşverenin çalışma koşullarında esaslı değişiklik yapabileceğine ilişkin<br />

bir düzenleme toplu iş sözleşmesinde, iş sözleşmesinde veya insan<br />

kaynakları yönetmeliğinde yer almış olabilir. Böyle bir düzenlemeye dayanılarak<br />

yapılacak değişikliğin özellikle 4857 sayılı Đş Kanununun 22. maddesi<br />

karşısındaki geçerliliği uygulamada büyük önem taşımaktadır.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> bu konuda karara bağladığı bir olayda, uzun süredir Ankara’daki<br />

işyerinde çalışan işçi, Şırnak ilinde bulunan başka bir işletmeye tayin e-<br />

dilmiştir. Bu nakil işlemini kabul etmeyen işçinin sözleşmesi işverence feshedilmiştir.<br />

Fesih bildiriminde değişikliğin geçerli bir nedene dayandığı belirtilmemiş;<br />

geçerli başka bir neden de öne sürülmemiştir.


Davacı işçi atamayı kabul etmediği için sözleşmesinin feshedildiğini, feshin<br />

geçerli bir nedene dayanmadığını öne sürerek işe iadesini istemiştir.<br />

Yerel mahkeme atamanın toplu iş sözleşmesi hükmü doğrultusunda yapıldığını<br />

belirterek davayı reddetmiştir.<br />

Yüksek Mahkeme ise, fesih işlemenin toplu iş sözleşmesinin yürürlüğünün<br />

bittiği tarihten sonra yapıldığını; bu arada 4857 sayılı Đş Kanununun yürürlüğe<br />

girdiğini, dolayısıyla işçinin lehine olan ĐşK.m.22 hükmünün uygulanması<br />

gerektiğini, fesih işleminin bu maddeye uygun olarak yapılmadığını; ayrıca, davalı<br />

işverenin Şırnak’taki işyerinde bu tür bir işçiye ihtiyaç olduğunu ve atamayı bu<br />

nedenle gerçekleştirdiğini kanıtlayamadığı gibi, fesihten sonra yaklaşık 50 işçinin<br />

Ankara’daki işyerine alınmasına karar verdiğini belirterek, feshin geçersizliğine<br />

ve işçinin işe iadesine karar vermiştir (Yarg. 9.HD, 26.1.<strong>2004</strong>, E.2003/23105,<br />

K.<strong>2004</strong>/1204; Çimento Đşveren Dergisi, s. 5, Eylül <strong>2004</strong>, 52-53).<br />

Üzerinde durulması gereken ilk husus, iş sözleşmesi, insan kaynakları yönetmeliği<br />

ve benzeri kaynaklarla işverene çalışma koşullarında esaslı değişiklik<br />

yapabileceğine ilişkin olarak peşinen yetki verilmesi durumunda, bunun geçerli<br />

olup olmayacağıdır.<br />

Öncelikle işaret etmek gerekir ki, işverenin çalışma koşullarının değiştirilmesi<br />

hakkını saklı tutabileceği Đş Kanunu tasarısında yer almakta idi. Tasarının<br />

23. maddesinin 2. fıkrasındaki bu düzenleme TBMM.’ndeki görüşmeler sırasında<br />

metinden çıkarılmıştır. Tasarıda bulunan bir hükmün yasada yer almamasının, o<br />

düzenlemenin yasa koyucu tarafından uygun görülmediği, dolayısıyla yasaklandığı<br />

anlamına gelip gelmeyeceği sorununa burada değinilmeyecektir.<br />

Ancak, önemli olan, sözleşmenin kurulması aşamasında işçinin korunmasının<br />

gerekli görülmesidir. Gerçekten de, işe giriş aşamasında, iş sözleşmesi yapılırken<br />

işçinin serbest iradesiyle hareket ettiği, sözleşmenin tüm hükümlerini isteyerek<br />

veya benimseyerek kabul ettiği söylenemez. Sırf işe girebilmek amacıyla<br />

görünüşte kabul ettiği bazı düzenlemeler ileride onun aleyhine kötüniyetli uygulamalara<br />

yol açabilecek nitelikte ise, bunların geçerliliği sorgulanabilir.<br />

Bu bakımdan, iş sözleşmesinde genel bir biçimde, işverenin çalışma koşullarında<br />

esaslı değişiklik yapabileceğini öngören bir düzenleme geçerli görülemez.<br />

Kaldı ki, işverene soyut olarak böyle bir yetki verilmesi durumunda, işverenin<br />

hangi koşulları ne yönde değiştireceği de bilinemez. Dolayısıyla, işçinin önceden<br />

göremediği, bilemediği bir konuda işverene tasarruf etme yetkisi verdiği;<br />

çalışma koşullarında yapılacak değişikliği kabul ettiği gerçek iradesinin bu yolda


olduğu söylenemez (G. Alpagut, Đş Sözleşmesinin Esaslı Şartlarında Değişiklik<br />

Ve <strong>Yargıtayın</strong> Konuya Đlişkin Bir Kararının Düşündürdükleri, Karar Đncelemesi,<br />

Çimento Đşveren Dergisi, s. 5, Eylül <strong>2004</strong>, 60). Đşçinin kabul iradesinden söz edilebilmesi<br />

için, gerçekleşebilecek değişikliği önceden somut olarak bilmesi gerekir.<br />

Buna karşılık, iş sözleşmesinde veya bunun eki niteliğindeki kaynaklarda<br />

çalışma koşullarına ilişkin olarak ve somut bir biçimde belirli değişikliklerin yapılabileceği,<br />

sözgelimi işçinin işverene ait değişik işyerlerinde çalıştırılabileceği<br />

veya işinin değiştirilebileceği öngörülebilir. Bu tür sözleşme hükümleri geçerlidir;<br />

ancak bu kayıtlar yargı tarafından hakkaniyet denetimine tabi tutulur (bak. P.<br />

Soyer, Hizmet Akitlerinde Đçerik (Hakkaniyete Uygunluk) Denetimi, Đş Hukuku<br />

ve Sosyal Güvenlik Hukuku Türk Milli Komitesi 15. Yıl Armağanı, Đstanbul<br />

1991, 263 vd.; K. D. Yenisey, Đşverene Hizmet Akdinde Tek Taraflı Değişiklik<br />

Yapma Yetkisi Veren Sözleşme Hükümlerinin Denetimi, Prof.Dr. Nuri Çelik’e<br />

Armağan, Cilt II, Đstanbul 2001, 1175 vd.; Alpagut, Karar Đncelemesi, 59-60).<br />

Yargıtay da verdiği çeşitli kararlarda, işverenin kendisine tanınan nakil yetkisini<br />

keyfi olarak kullanıp kullanmadığını veya kötüye kullanıp kullanmadığını,<br />

özellikle gönderilmek istenen işyerinde o işçiye ihtiyaç bulunup bulunmadığını<br />

araştırmaktadır.<br />

Öte yandan işverene böyle bir yetki verilmiş olsa dahi, işçinin belli bir<br />

yerde uzun süre çalışması sonucunda o yerin sözleşmenin konusu durumuna geldiği<br />

söylenebilir. Gerçekten de işçi işini gördüğü yerin artık değiştirilmeyeceği<br />

yolunda haklı bir izlenim edinmişse, bu inançla yaşam ilişkilerini buna göre düzenlemişse,<br />

işyerinin değişmeyeceğine olan güveninin hukuken korunması gerekir<br />

(bak. S. Taşkent, Đşverenin Yönetim Hakkı, Đstanbul 1981, 149). <strong>Yargıtayın</strong><br />

yukarıya alınan kararında, “…uzun süredir Ankara il sınırları işyerinde çalışan ve<br />

yaşayışını buna göre düzenleyen davacı” sözleriyle bu hususa işaret ettiği görülmektedir.<br />

Bu konuda açıklığa kavuşturulması gereken bir sorun da, sözleşmelerde<br />

işverene nakil yetkisi veren bir madde bulunması durumunda, işçinin işyerini<br />

değiştirmek isteyen işverenin ĐşK.m.22 çerçevesinde hareket etmekle yükümlü<br />

olup olmadığıdır.<br />

Yargıtay, kararında 22. maddenin uygulanması gerektiği görüşünde olduğunu<br />

belirten bir ifade kullanmaktadır: “… davacı bu atamayı kabul etmemiş ve<br />

sonuçta bu nedenle fesih işlemi gerçekleştirilmiştir. Maddi bu olgu çalışma koşullarında<br />

esaslı bir değişiklik olup, 4857 sayılı Đş Kanununun 22. maddesi kapsamında<br />

değerlendirilmelidir.”.


Oysa, işverenin kendisine tanınan nakil yetkisini kullanarak işçinin işyerini<br />

değiştirmesi durumunda çalışma koşullarını değiştirdiğinden değil, uyguladığından<br />

söz edilebilir. Zira, işçi, gerektiğinde işyerinin değiştirilebileceği koşulu<br />

ile işe alınmıştır; sözleşmenin kendisi bu koşulu içermektedir.<br />

Đş Kanunu m.22’de, çalışma koşullarının iş sözleşmesi ile veya bunun eki<br />

niteliğindeki kaynaklarla oluşacağı yazılıdır. Çalışma koşullarında değişiklik ancak<br />

oluşan bu koşulların değiştirilmek istenmesi durumunda söz konusu olabilir.<br />

Sözgelimi, iş sözleşmesinde işçinin işverene ait Đstanbul, Đzmit ve Bursa’daki<br />

işyerlerinde çalıştırılabileceği öngörüldüğünde, işverenin önce Đstanbul’da görevlendirdiği<br />

işçiye bir süre sonra Đzmit’e gitmesini ve çalışmasını orda sürdürmesini<br />

söylemesi çalışma koşullarında değişiklik oluşturmaz; işveren sözleşmeyle kendisine<br />

tanınan bir yetkiyi kullanmış olur. Buna karşılık, işçinin yine işverene ait<br />

Ankara’daki işyerinde görevlendirilmek istenmesi, iş sözleşmesinde öngörülmeyen<br />

esaslı bir değişiklik niteliği taşıdığından, ĐşK.m.22’de düzenlenen yönteme<br />

uyulması gerekir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> kararından, toplu iş sözleşmesi ile işverene nakil yetkisi tanındığı,<br />

ancak toplu iş sözleşmesinin yürürlüğünün sona erdiği, dolayısıyla hükmün iş<br />

sözleşmesi hükmüne dönüştüğü, bu arada 4857 sayılı Đş Kanunun yürürlüğe girdiği,<br />

kısa bir süre sonra da işçinin Ankara’daki işyerinden Şırnak’taki işyerine tayin<br />

edildiği anlaşılmaktadır.<br />

Buradaki sorunun ĐşK.m.22 ile bir ilgisi olmadığı görülmektedir. Asıl sorun,<br />

işverenin kendisine tanınan nakil yetkisini kötüye kullanıp kullanmadığıdır.<br />

Ancak kararda, işçinin uzun süredir Ankara’da çalıştığından ve yaşayışını<br />

buna göre düzenlendiğinden söz edilmektedir. Yukarıda açıklandığı gibi, uzun<br />

süredir Ankara’daki işyerinde çalışan işçi, çalışma yerinin artık değişmeyeceği<br />

yolunda haklı bir izlenim edinmiş ise, bu inançla yaşam ilişkilerini Ankara iline<br />

göre düzenlemişse, Ankara’daki işyerinin çalışacağı yer olarak somutlaştığı, sözleşmenin<br />

konusu durumuna geldiği söylenebilir.<br />

Öte yandan, işverenin Şırnak’ta kurulu işyerinde davacı işçiye ihtiyaç olduğunu<br />

ve atamayı bu nedenle gerçekleştirdiğini kanıtlayamadığı, fesih için geçerli<br />

bir neden öne sürmediği, kısaca nakil yetkisini iyiniyetle kullanmadığı anlaşılmaktadır.<br />

Bu nedenlerle, Yüksek Mahkemenin feshin geçersizliğine ve işe iadeye<br />

karar vermesi -gerekçesi tartışma götürmekle birlikte- isabetli görülmelidir.


XIII. KIDEM TAZMĐNATI<br />

1. Evlilik nedeniyle fesih<br />

4857 sayılı Đş Kanunu m.120 hükmü gereği yürürlülüğünü sürdüren<br />

1475 sayılı Đş Kanununun 14. maddesi uyarınca kural olarak iş sözleşmesini<br />

süreli fesih yoluyla kendisi fesheden işçiye kıdem tazminatı ödenmez.<br />

Böyle olmakla birlikte, maddede bu kurala belirli istisnalar getirildiği görülmektedir.<br />

Bunlardan bir tanesi, “… kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde<br />

(sözleşmeyi) sona erdirmesi”dir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> yerleşmiş görüşünün aksine, kadın işçi iş sözleşmesini evlilik<br />

nedeniyle sona erdirmek istiyorsa, bildirim süresine uyması gerekir; çünkü bu<br />

olgu bir “derhal fesih” nedeni oluşturmaz (Süzek, 564 ve dn. 40).<br />

Yasa kadın işçiye evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde sözleşmeyi<br />

feshedip kıdem tazminatını alma hakkını tanımaktadır. Bunun doğal sonucu, kadın<br />

işçinin iş sözleşmesini evlilik nedeniyle sona erdirdiğini bildirip kıdem tazminatını<br />

talep etmesidir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> karara bağladığı bir olayda ise, kadın işçi evlendikten iki ay<br />

sonra istifa ettiğini belirterek işyerinden ayrılmıştır. Đstifa dilekçesinde bir neden<br />

gösterilmemiştir. Bundan bir süre sonra da, işverene bir ihtarname yollamış, sözleşmeyi<br />

evlilik nedeniyle feshettiğini belirtmiş ve kıdem tazminatı isteğinde bulunmuştur.<br />

Yerel mahkeme davacının istifa etmek suretiyle işten ayrıldığı gerekçesiyle<br />

tazminat isteğini reddetmiştir.<br />

Yüksek Mahkeme ise, işten ayrılma dilekçesinde bir neden gösterilmediğine<br />

göre, sonradan fesih nedeninin değiştirilmiş olmadığından hareketle, yapılan<br />

feshin kadın işçinin evlenmesi sebebine dayandığını kabul etmiş ve kıdem tazminatına<br />

hükmetmiştir (Yarg. 9.HD, 11.5.<strong>2004</strong>, E.2003/16699, K.<strong>2004</strong>/11271; Legal<br />

ĐHSGHD, s. 5, 2005, 349-350).<br />

Öncelikle belirtmek gerekir ki, “istifa” işten ayrılma isteğinin bildirilmesi<br />

demektir ve bu bakımdan, işçinin sözleşmeyi feshi ile farklı bir anlam taşımaz.<br />

Önemli olan işten ayrılma isteğinin hangi nedenle ortaya konulduğudur.<br />

Kadın işçi evlendikten sonra, pekala başka bir sebeple de işten ayrılabilir; sözge-


limi kocasının imkanlarından yararlanarak kendisi bir iş kurabilir veya daha iyi<br />

şartlarla yeni bir iş bulmuş olabilir. Maddenin ifadesi bu durumlarda da kıdem<br />

tazminatına hak kazanabileceği gibi geniş bir nitelik taşıyorsa da, bu hak aslında<br />

“…aile birliğini koruma amacıyla getirilmiş olup, çalışma hayatını evlilikle birlikte<br />

gereği gibi yürütemeyeceği düşüncesinde olan kadına yasa ile tanınmış bir olanaktır.”<br />

Böyle olduğuna göre, işten ayrılma isteğinin evlenme sebebine dayandığının<br />

belirtilmesi, kıdem tazminatına hak kazanma bakımından yeterlidir.<br />

Olayda ise, kadın işçi evlendikten iki ay sonra istifa ettiğini belirterek işyerinden<br />

ayrılmış; istifa dilekçesinde bir neden göstermemiş; ancak daha sonra<br />

sözleşmeyi evlilik nedeniyle feshettiğini bildirerek kıdem tazminatı talep etmiştir.<br />

ĐşK.m.14’ün kadın işçiye tanıdığı olanağın evlendiği tarihten sonra sözleşmeyi<br />

feshedip 1 yıl içinde de kıdem tazminatı talep etmek olmadığı söylenebilirse<br />

de; <strong>Yargıtayın</strong> kararında belirtildiği gibi, kadın işçi işten ayrılma dilekçesinde<br />

belli bir neden göstermediğine göre, fesih işleminin evlenme sebebine dayandığı;<br />

evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde sözleşmeyi feshettiği için de<br />

kıdem tazminatına hak kazandığı kabul edilebilir.<br />

2. Çalışma sürelerinin birleştirilmesi<br />

1475 sayılı Đş Kanununun “Kıdem tazminatı” başlıklı 14. maddesinin 2.<br />

fıkrasına göre “işçilerin kıdemleri, hizmet akdinin devam etmiş veya fasılalarla<br />

yeniden akdedilmiş olmasına bakılmaksızın aynı işverenin bir veya değişik işyerlerinde<br />

çalıştıkları süreler göz önüne alınarak hesaplanır.”<br />

Söz konusu fıkra uygulamada ortaya çıkan sorunlar karşısında farklı biçimlerde<br />

yorumlanmıştır (bak. Taşkent, Eyrenci-Taşkent-Ulucan, 184-185).<br />

<strong>Yargıtayın</strong> yerleşmiş görüşüne göre, işçinin önceki çalışması için–hak<br />

etmesine rağmen- kıdem tazminatı almadığı hallerde, tüm süreler birleştirilir ve<br />

kendisine son ücret üzerinden kıdem tazminatı ödenir. Buna karşılık, önceki sözleşmesi<br />

kıdem tazminatına hak kazandırmayacak bir biçimde sona ermiş ise veya<br />

işçi daha önceki çalışma dönemi için kıdem tazminatını almış ise, bu süreler kural<br />

olarak birleştirilmez. Bu kuralın istisnası, işverenlerin ileride daha fazla kıdem<br />

tazminatı ödememek amacıyla işçinin sözleşmesini şeklen feshedip kıdem tazminatı<br />

ödediği; bununla birlikte “girdi-çıktı yaparak” işçiyi tekrar işe aldığı durumlarda<br />

söz konusu olur. Yargıtay böyle bir uygulamada yapılan ödemeyi “avans”<br />

olarak değerlendirmekte ve kıdem tazminatının tüm çalışma süreleri ve son ücret<br />

üzerinden hesaplanarak yapılmış olan ödemenin bundan mahsubunu öngörmektedir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> karara bağladığı bir olayda, talebi üzerine işçiye Kurum tara-


fından emeklilik aylığı bağlanmış, ancak destekleme primi ödenmesi suretiyle de<br />

işyerinde çalışmasını sürdürmüştür. Đşçiye emekliye ayrıldığı tarihte kıdem tazminatı<br />

ödenmemiştir. Daha sonra ise işçiden, yaptığı işe göre çok daha düşük değerde<br />

bir işi görmesi istenmiş; işçi de iş şartlarında esaslı değişiklik meydana geldiğini<br />

belirterek iş sözleşmesini haklı nedenle feshetmiştir.<br />

Yüksek Mahkeme daha önceki kararlarına uygun olarak, bu olayda da şu<br />

sonuca varmıştır: “…Somut bu maddi ve hukuki olgulara göre davacının emekliye<br />

ayrıldığı dönemde kıdem tazminatı ödenmediğinden ve son dönem de davacı<br />

tarafından haklı olarak feshedildiğinden, bilirkişi tarafından tüm süre üzerinden<br />

hesaplanan kıdem tazminatı bir değerlendirmeye tabi tutularak hüküm altına a-<br />

lınmalıdır” (Yarg. 9.HD. 10.05.<strong>2004</strong>, E.104, K.10869; Çalışma ve Toplum Dergisi;<br />

s. 4, 2005/1, 233-236).<br />

Ne var ki, karara eklenen karşı oy yazısında, daha önce feshedilen sözleşmenin<br />

sonraki sözleşme ile birleştirilmesinin yerinde olmadığı; birleştirme<br />

durumunda, sonraki sözleşme işveren tarafından haklı nedenle sona erdirildiğinde,<br />

işçinin kıdem tazminatı hakkı tümüyle ortadan kalkacağı belirtilerek şöyle bir<br />

çözüm önerilmektedir:<br />

“Davacının ilk çalıştığı dönem emeklilikle sona erdiğine göre; kıdem<br />

tazminatı emeklilik tarihindeki ücret ile belirlenmeli, faiz de aynı tarihte işverene<br />

durum bildirildiğinden emeklilik tarihinden başlatılmalıdır. Son dönem fesih tarihindeki<br />

ücret üzerinden hesaplanmalı, keza faiz de o tarihten başlatılmalıdır… ilk<br />

dönemde oluşan feshe hukuki sonuç bağlanmaz ise, işveren feshinin geçerli olduğu<br />

durumlarda başa kadar işçi kıdem tazminatından yoksun kalır.”<br />

Kanımca, karşı oy yazısında yanılgıya düşülen husus, yasanın aralı çalışmalarda<br />

iş sözleşmelerinin değil, çalışılan sürelerin birleştirilmesini öngörmesidir.<br />

Yasa açıkça, “… çalıştıkları süreler göz önüne alınarak hesaplanır.” demektedir.<br />

Böyle değil de, sözleşmelerin birleştirilmesi söz konusu olsa idi, karşı oy yazısındaki<br />

görüş haklılık kazanabilirdi. Sonuç olarak, çoğunluk görüşünün yerinde olduğu<br />

kanısındayım.<br />

3. Çalışma sürelerinin birleştirilmemesi<br />

<strong>Yargıtayın</strong> yerleşmiş kararlarına göre, işçinin iş sözleşmesi kıdem tazminatı<br />

ödenmesini gerektirmeyen bir nedenle sona ermiş; ancak işçi sonradan yine<br />

işe alınmış ve bu dönem ise kıdem tazminatına hak kazanılacak bir şekilde son<br />

bulmuşsa, önceki sözleşmenin süresi kıdem tazminatının hesabında dikkate alınmaz.<br />

Yüksek Mahkemenin <strong>2004</strong> yılında verdiği bir karar, yerleşmiş görüşü ile


tam olarak örtüşmemektedir.<br />

Olayda, şoför olarak çalışan işçinin iş sözleşmesi “kullandığı treylerin ü-<br />

zerindeki paketli yükleyiciyi düşürerek hasar vermesi nedeniyle” 30.12.1992 tarihinde<br />

haklı nedenle feshedilmiştir. Đşçi açtığı dava ile ihbar ve kıdem tazminatlarını<br />

talep etmiştir. Bununla birlikte, işçi 18.3.1993 tarihinde başka (belirli) bir<br />

belediyeye nakli sağlanırsa bu davadan vazgeçmeyi taahhüt etmiş; davadan vazgeçmesi<br />

üzerine de işçinin 30.12.1992 tarihinde Çankaya Belediyesinden ayrıldığına<br />

ve 1.4.1993 tarihinde diğer belediyede işe başladığına dair bir nakil ilmühaberi<br />

(belgesi) düzenlenmiştir. Davacının daha sonra nakledildiği belediyeden kıdem<br />

tazminatına hak kazanacak biçimde ayrıldığı anlaşılmaktadır (Yarg. 9.HD.<br />

11.03.<strong>2004</strong>, E.2003/15480, K.<strong>2004</strong>/4782; Çalışma ve Toplum Dergisi, s. 1,<br />

<strong>2004</strong>/1, 108-109).<br />

Uyuşmazlık önceki (Çankaya Belediyesindeki) çalışma dönemine ilişkin<br />

sürenin kıdem tazminatının hesabında dikkate alınıp alınmayacağı noktasında<br />

kendini göstermektedir.<br />

Olay <strong>Yargıtayın</strong> yerleşmiş görüşü çerçevesinde değerlendirildiğinde, kıdem<br />

tazminatına hak kazanılmayacak biçimde sona eren önceki dönemin (sürenin)<br />

kıdem tazminatı hesabında dikkate alınmaması gerekir. Kaldı ki,<br />

ĐşK.m.14/5’de açıkça: “Yukarıda belirtilen kamu kuruluşlarında işçinin hizmet<br />

akdinin evvelce bu maddeye göre kıdem tazminatı ödenmesini gerektirmeyecek<br />

şekilde sona ermesi suretiyle geçen hizmet süreleri kıdem tazminatının hesabında<br />

dikkate alınmaz.” denilmektedir.<br />

Bu uyuşmazlıkta, <strong>Yargıtayın</strong> kendi yerleşmiş görüşü ve yasadaki bu açık<br />

düzenlemeye rağmen farklı bir sonuca varmasını ve “… önceki fesih işlemine<br />

rağmen kısa süre sonra yeniden işe alınarak davacının affedildiği anlaşıldığından<br />

bu tarihten önceki sürenin de kıdem tazminatı hesabında nazara alınması gerekir.”<br />

sonucuna varmasını isabetli olarak değerlendirmek mümkün görünmemektedir.<br />

4. Đş ilişkisi sürerken kıdem tazminatı ödenmesi


Dairenin yerleşmiş görüşlerinden birisi de, iş ilişkisi devam ederken kıdem<br />

tazminatı adı altında yapılan ödemelerin “avans” niteliğinde kabul edilmesidir.<br />

Yargıtaya gelen bir uyuşmazlıkta, işyerinde ara vermeden çalışan davacı<br />

işçiye iş sözleşmesi devam ederken çeşitli tarihlerde kıdem tazminatı adı altında<br />

ödemeler yapıldığı görülmektedir.<br />

Yüksek Mahkeme ödemenin yapıldığı tarihte işçiye ihbar öneli verilmediğinden<br />

veya ihbar tazminatı ödenmediğinden, dolayısıyla ödeme tarihinde iş<br />

sözleşmesi sona ermediğinden hareketle, yapılan ödemeleri kıdem tazminatı olarak<br />

nitelendirmemektedir.<br />

Dairenin istikrar kazanmış uygulamasına göre, bu tür ödemeler avans o-<br />

larak kabul edilmekte ve tüm hizmet süresi üzerinden hesaplanan kıdem tazminatından<br />

yasal faizi ile birlikte mahsubu gerekmektedir (Yarg.9.HD. 14.06.<strong>2004</strong>,<br />

E.2487, K.14871; Legal ĐHSGHD, s. 5, 2005, 327-328).<br />

Uygulamada bazı işverenlerin ileride daha az kıdem tazminatı ödemek<br />

amacıyla başvurdukları bu yol Yüksek Mahkeme tarafından haklı olarak kapatılmak<br />

istenmektedir. Öte yandan, sözleşme sona erdirilirken işçiye ihbar öneli verilmemiş<br />

ya da ihbar tazminatı ödenmemiş olması, fesih işleminin görünüşte yapıldığına<br />

ilişkin bir karine sayılabilir.<br />

Oturum Başkanı : Değerli katılımcılar, kimlerin söz istediğini sormadan<br />

önce kısa bir açıklama yapmak istiyorum. Bu açıklamalarımdan sonra bazı arkadaşlar<br />

söz almaktan vazgeçerler diye düşünüyorum. Efendim, biz hukukçular<br />

tartışmayı çok seviyoruz.<br />

Tabii, Đş Kanunu henüz daha iki buçuk yıllık. Đki buçuk yılda konuların<br />

olgunlaşması mümkün değil. Çok yıllar yılı bunları tartışacağız.<br />

Sayın Taşkent de en tartışmalı ve biraz da çoğunluktan farklı düşündüğü<br />

konuları gündeme getirdi. Hakikaten güzel konular. Tenkit edildikçe insan düşünme<br />

fırsatı buluyor. Muhakkak her kararımız tartışılabilir. Arkadaşlar da belirtti,<br />

hakikaten Türkiye’de hukuku oluşturmak çok zor. Hele yargının, mahalli mah-


kemelerde olsun, üst mahkemelerde olsun, korkunç bir yükü var. Bu yük içerisinde<br />

ben burada kararları tartışırken kendimizi de takdir ediyorum; bu kadar çok<br />

karar içerisinde hakikaten güzel kararlar yazmışız.<br />

Dün itibarıyla Dairemizin size iş yoğunluğunu bildireyim; yani bu olmaz.<br />

Sanıyorum Yargıtay’ın 75’inci kuruluş yıldönümüydü. Muhtelif Yargıtay başkanları<br />

davet edilmişlerdi. O zaman, Alman Yargıtay Yüksek Mahkeme Başkanının<br />

bir sözünü hiç unutamıyorum; “Alman Yargıtay’ına gelen iş sayısı 6000’e yaklaştı,<br />

bu korkunç bir şeydir, buna çare arıyoruz” demişti. Henüz 10’uncu ay bitmedi.<br />

Dairemize gelen iş sayısı 32.441, devir 9.279, şu anda ulaştığımız dosya sayısı<br />

41.720; verdiğimiz karar sayısı 34.066. Arkadaşlar, bu kadar iş içerisinde adaletin<br />

gerçekleşmesi çok zor. Mahalli mahkemeler de böyle. Hakikaten korkunç bir<br />

çalışma içerisindeyiz ve her zaman da söylediğim gibi, biz böyle toplantılara<br />

zevkle katılıyoruz, karar değerlendirmelerinden mutlu oluyoruz; çünkü düşünme<br />

fırsatı buluyoruz, gerek tebliğ sahiplerinin, gerek konuşmacıların görüşlerinden<br />

yararlanıyoruz.<br />

Birkaç konuya değinmek istiyorum. Sabahleyin söz almadım, bazı konular<br />

ilk tebliğ sahibi tarafından da işlenmişti.<br />

Öncelikle, Türkiye’de çok tartışılan alt işveren konusu, işe iade davalarında<br />

daha çok sorun hâline geldi.<br />

Arkadaşlar, işyeri devirlerinde eskiden, şu andaki 4857’deki 6’ncı madde<br />

gibi bir düzenleme yoktur. Dairemiz daha çok Borçlar Kanununun 179’uncu<br />

maddesinden hareketle çözüm getiriyordu. Orada mamelek devri söz konusu oluyor.<br />

Halbuki, burada, 6’ncı maddede getirilen kıstaslar çok daha farklı. Burada şu<br />

koşulu arıyor: “Devir tarihinde işyerinde veya bir bölümünde mevcut olan iş sözleşmeleri.”<br />

Burada, sanki iş sözleşmesinin devri gibi bir olay yaratılıyor. Đşyeri<br />

devri, yani mamelek devri söz konusuysa, bir fabrikayı alan işveren, onu varlığıyla<br />

beraber alıyor; onun zararına da kârına da katlanacak. Burada hakikaten tam bir<br />

işyeri kavramı söz konusudur; alt işverenlikte bu kavram biraz daha farklı, biraz<br />

daha zayıflıyor. Şimdi, Sayın Hocamızın da belirttiği gibi, burada sanki iş devri<br />

gibi bir kavram ortaya çıkıyor. Alt işverene devredilen iş, bilhassa yardımcı işlerde<br />

nedir? Oradaki temizlik işleridir. Orada bir mamelek devri var mı? Yok. Biz o<br />

nedenle, bu alt işverenler arasındaki devirlerde veyahut da asıl işverenden alt işverene<br />

devirlerde şöyle bir kıstas getirdik: Eğer bu devirden önce hizmet akitleri<br />

feshediliyor ise, artık yeni alt işverenin veyahut da asıl işverenden iş alan alt işverenin<br />

sorumluluğu yok diyoruz, çünkü 6’ncı madde buna müsait; 6’ncı madde çok<br />

açık bunu söylüyor, devir sırasında çalışan, hizmet akdi devam eden kişilerden<br />

bahsediyor. Orada, Borçlar Kanunu 179’dan hareketle sonuca gidemeyiz. Bu du-


umu, bir fabrikanın veyahut da bir büyük işletmenin devri gibi düşünemeyiz.<br />

Bunun içerisinde çözüm getirmek lazım. Sabahleyin Dairemizin kıymetli Tetkik<br />

Hâkimi Çil’in de belirttiği gibi, işveren işletmesel karar alarak bazı işleri alt işverene<br />

vermeye karar vermişse ve işçilerin hizmet akitlerini de feshetmişse, artık<br />

orada bir işyeri devri veyahut da hizmet akdi devrinden söz edilemez. Hakikaten<br />

böyle bir hizmet akdi feshi yok, yeni gelen alt işveren tüm işçilerle beraber işi<br />

devir alıyor, eğer muvazaanın yasal koşullarından biri yoksa, hakikaten geçerli bir<br />

devir varsa, o zaman biz devralan kişiyi sorumlu tutuyoruz. Örnek alınan kararda<br />

belirtildiği gibi, devreden asıl işveren veyahut da önceki alt işveren hizmet akitlerini<br />

feshetmiş, fesih iradesini ulaştırmış, ihbar kıdem tazminatı ödemiş ve işçiler<br />

devralan işverenle yeni bir akit yapmış; burada olayları bu şekilde ayırt etmek<br />

gerekir.<br />

Başta da belirttiğim gibi, asıl işverenin işyeri kavramıyla alt işverenin işyeri<br />

kavramı biraz farklı, iç içe giren durumda. Asıl işverenin fabrikasının bir<br />

bölümünde alt işverenin bir işyeri var. Ama alt işveren giderken götürmüyor ki bu<br />

işyerini. Böyle bir kavram. Biz bu güçlükler içerisinde karar veriyoruz; böyle de<br />

kıstas bulabiliyoruz.<br />

Sabahki tebliğe çok kısa değineceğim. Arkadaşlar hakikaten etraflıca belirttiler.<br />

Biz BK. 325’teki kıstasa göre diğer bir iş ile kazandığı ve kazanmaktan kasten<br />

feragat ettiği kazancın, işi yapmadığından dolayı tasarruflarının bakiye süre<br />

ücretinden mahsubu gerekir. Belki belirlemesi çok zordur; ama işe girip girmediği<br />

veyahut iş arayıp aramadığı da aranacak. Somut olayda işe gitmeyerek tasarruf<br />

ettiği yol parası ne kadardır; hiç olmazsa bunu belirle dedik. Bunu bir kıstas olarak<br />

koyduk.<br />

Đzin hakkıyla ilgili tespit davası açılabilir mi?, Biliyorsunuz ki hizmet akdi<br />

devam ederken izin ücreti istenemez. Somut olay nedir? Askerlikten önceki<br />

çalışma süresi izin hakkının tespitinde sayılacak mı, sayılmayacak mı? Đşveren<br />

saymıyor, senin iznin10 gün diyor. Đşçi de diyor ki, hayır, sayacaksın, benim iznim<br />

20 gün. Tabii örnek olarak veriyorum. Böyle bir ihtilaf çıkıyor. Bu ihtilaf<br />

ilelebet gidecek mi? Arızi bir durum, işçi ısrarla istemiş ve bu konuda ihtilaf çıkmış,<br />

izinde esas olan ücretinin alınması değildir, izin bedensel bir dinlenme hakkıdır,<br />

yani yaşam hakkıdır, ona öncelik vermek ve kullandırmak lazım. Đşçi, bilinçli,<br />

ısrarla diyor ki, benim bu kadar iznim var, kullanacağım; işveren de, hayır,<br />

senin o kadar iznin yok diyor. O nedenle diyoruz ki, somut olay adaletine göre<br />

tespit davasına konu olabilir. Olayın özelliğini bu şekilde değerlendirmek lazım.<br />

Hakikaten en çok tartışılacak olan olaylardan bir tanesi, Sayın Ergin de<br />

belirtti, Sayın Taşkent de ortaya koydu, belirli süreli akitlerle ilgili; hakikaten


sanıyorum bunu uzun süre tartışacağız. Tabii, sayın hocalarım mukayeseli hukuk<br />

yönünden fikirlerini ortaya koyuyorlar; gayet de güzel. Mukayeseli hukuku bilmeden<br />

doğruyu bulmak mümkün değil. Ama bizler, önümüzdeki yasayı uygulayan<br />

kişileriz. Biz yasaya bir yorum getiririz. Eğer yasanın lafzı açıksa, onu uygularız.<br />

11’inci maddede bizim yorumumuz: “Bir kez de olsa belirli süreli akit, burada<br />

objektif neden aranır.” Burada, 2’nci maddedeki olay: Eğer ikinci yenilemede<br />

esaslı bir neden yoksa bunun baştan itibaren belirsiz süreli sayacağının açıklanmasından<br />

ibaret diye düşünüyoruz.<br />

En çok tartışılan konulardan birisi de şu: Şahıslarla ilgili bazı kıstaslar getirdik.<br />

Uygulama çok zor. Bilhassa hukuk hakimliğinde, önüne gelen olayı yasaya<br />

uydurmak zorundasın. Hakikaten, belirli süreli akitlerde önemli olan, işin belirli<br />

veya belirsiz olması; bu kıstaslar tabii öncelikle ele alınacak. Ancak, yasada ne<br />

diyor; “belirli süreli işlerde veya...” Burada Sayın Hocamız Profesör “Tonksir”i<br />

saygıyla anacağım. Öğrencilik yıllarımızda Tonksir, “veya” der, uzatırdı, “ve<br />

nokta” derdi, hepiniz gülerdik. “Gülün, bir zaman bunların ne manaya geldiğini<br />

anladığınız zaman beni anacaksınız” derdi. Ben de şimdi kendisine eğer hayattaysa<br />

uzun ömürler diliyorum, öldüyse Allah rahmet eylesin. Bakın, burada “veya”<br />

diyor. Ne diyor? “Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli<br />

bir olgunun ortaya çıkması gibi.” Şimdi, biz, bu yasa düzenlemesi içerisinde<br />

önümüze gelen somut olayları değerlendireceğiz. Size şahısla ilgili bir örnek anlatayım.<br />

Biliyorsunuz, yabancıların çalışması izne tâbi. Özel bir üniversite, önümüze<br />

gelen olay, ismini vermeyeceğim, yabancılarla belirli süreli akitler yapıyor.<br />

Esasında iş, sürekli bir iş, ama yabancı uyrukluların çalışabilmesi için izin alınmasını<br />

gerektiriyor. Kişinin şahsına bağlı bazı nedenler var. Bir kararımızdaki,<br />

“vasıfsız işçiyle belirli süre akit yapamaz” ifadesi, yanlış anlaşılıyor. Eğer iş süreli<br />

bir işse niye yapılamasın? Yapılır. Belki hemşire kararı tartışılabilir, ben de o<br />

kararı benimseyemiyorum, ama şöyle değerlendirmek lazım: Bir genel müdür<br />

işveren vekilidir, işveren vekili olacak bir kişiyle serbest iradesi altında, belirli<br />

süreli akit yapılabilir. Bugün görüyoruz, profesyonel yöneticiler, bizim 40 yılda<br />

aldığımızı bir ayda alıyorlar, bunlar bilinçsiz, korunmaya muhtaç kişi mi? Lütfen<br />

bunu böyle değerlendirelim. Biz somut olay özelliğine göre değerlendiriyoruz. Bir<br />

profesör, dünya çapında bir cerrah, geliyor, belli süreli akit yapmak istiyor. Her<br />

zaman belirli süreli akit işçinin aleyhine oluyor diye bir konu yok arkadaşlar.<br />

11’inci maddeyi işle, çalışanın durumunu beraber değerlendirerek yorumluyoruz.<br />

Tabii, başta belirttiğim gibi, hukuk hep tartışma götürür. Müspet ilim mi, değil<br />

mi; o da tartışma konusu. O nedenle Hocanın görüşlerini saygıyla karşılıyoruz,<br />

ama Dairemizin kararlarını bu gerekçe üzerine oturtuyoruz.<br />

Şimdi, hakikaten çok tartışılacak olan konulardan bir tanesi de bu peşin<br />

ödemeli fesihler 4857 sayılı Yasanın 17’nci maddesi.


Arkadaşlar, her şeyin bir gelişimi var. 17’nci madde esasında, daha önceki<br />

1475 sayılı Yasanın 13’üncü maddeden farklı bir düzenleme getirmedi; yalnız<br />

kötüniyet tazminatı ile ilgili farklı bir durum var. Biz görüşü nasıl geliştirdik?<br />

Sanıyorum 92-93 yıllarıydı, geniş çaplı bir işçi çıkarma yoluna gidildi, bu şekilde<br />

peşin ödemeli fesihler yapıldı, ama bu arada yeni katsayılar yürürlüğe girdi. Yeni<br />

toplusözleşme zamları yürürlüğe girdi, işçiler yararlanamadı. O zaman hep kötü<br />

niyet kavramından yararlanarak sonuca gidecektik. Đşveren, kötüniyetliyse işçi<br />

bunlardan yararlanacak. Biz o zaman şöyle bir görüş geliştirdik: Bunun kanuna<br />

aykırı olmadığını düşünüyorum. Arkadaşlar, fesih iradesi karşı tarafa ulaşmakla<br />

neticelerini doğurur; doğrudur. Haklı bir fesih yapmışsan, karşı tarafa ulaşmakla<br />

bütün neticelerini doğurur. Önelli fesih yapmışsan ne oluyor? Önel sonunda fesih<br />

gerçekleşiyor. Burada fesihle ilgili madde ne diyor? “Đşveren, bildirim süresine ait<br />

ücreti peşin vermek suretiyle iş sözleşmesini feshedebilir.” Biz dedik ki, burada<br />

fesih iradesinin ulaşması yeterli değil, bunun diğer koşulu da, ihbar tazminatını<br />

peşin ödemektir. Ödemezsen, eğer bizim görüşümüz benimsenmezse, o zaman<br />

kötü niyetli işverenlere prim verirsin. Niye? Eğer toplusözleşmelerde, hizmet<br />

akitlerinde hüküm yoksa, hizmet akdinin ulaşma tarihinde feshedildiğini kabul<br />

edersek, daha sonra yürürlüğe giren tavandan, ücret zamlarından işçi yararlanamaz.<br />

Đşveren bunlardan kurtulmak istiyorsa, bir an önce ihbar tazminatını peşin<br />

ödesin. Ödemediği müddetçe akit feshedilmiş olmaz. Burada şartlı bir durum var<br />

diyoruz. Ödediği zaman fesih gerçekleşmiş olur. Bu ilelebet mi? Hayır, önel sonuna<br />

kadar devam eder. Ama, önel süresi sona ermeden ödemişse, ödeme tarihinde<br />

fesih gerçekleşir diyoruz. Hocam diyor ki, “niye beklesin?” Arkadaşlar, bir<br />

işçinin, hizmet akdi devam ederken dahi, başka bir işverenin yanında, eğer rekabet<br />

yasağına aykırı bir durum yoksa çalışmasına engel bir durum yok. Gider başka<br />

yerde çalışır. Đşçi 12’ye kadar burada çalışır, 3’e kadar başka işte çalışır. Akşama<br />

kadar çapa yapar, akşam da kahvecilik yapar, sabaha karşı da ramazan davulu<br />

çalar örneğini biliyorum. Tabii bunlar 40 yıl önceki hatıralarımdan gelen olaylar.<br />

Şimdi şu anda da olur. Muhtelif işverenlere aynı zamanda hizmet veren kişiler<br />

var. Dairemiz “peşin ödemede ihbar tazminatı ödenmediği müddetçe ihbar öneli<br />

sonuna kadar hizmet akdi sona ermiyor” görüşünden hareket edince ne oluyor?<br />

Hizmet akdi ayakta. O süre içerisinde işçi emekli olursa, artık işçinin feshi söz<br />

konusu. Sayın Hocamla 1475 sayılı Yasanın 14’üncü maddesine göre gerçekleşen<br />

fesihlerde eskiden beri savunduğu görüşlerini biliyorum, şimdi Sayın Taşkent de<br />

aynı görüşü savunuyor, 14’üncü madde hâllerinde de 13’üncü maddenin işlemesi<br />

gerektiğini savunuluyor. Kendisi gibi düşünen birçok bilim adamımız var. Ama,<br />

Yargıtay hiçbir zaman bu görüşü benimsemedi. Burada, işçi emekli olacak, ben o<br />

zaman hep şunu söylerdim: Ölüm hâli de var, işçi ölüm için de mi ihbar öneli<br />

verecek.


Burada, işveren kötü niyetli diyoruz. Arkadaşlar, Dairemizin getirdiği çözüm,<br />

kötü niyet var mı yok mu gibi tartışmayı da bertaraf eder ve bunu sisteme de<br />

aykırı bulmuyorum.<br />

Dört aylık ücret ve tazminat konusu, (eda/tespit davası) daha önce Galatasaray<br />

Üniversitesi toplantısında da tartışıldı. Bizim görüşümüz şu: Bir eda davası<br />

olmaz. Niye olmuyor? Dört aylık ücretin ve tazminatın istenmesi belli koşullara<br />

bağlı. Đstenmesi belli koşullara bağlı olan bir alacak koşullar gerçekleşmedikçe<br />

muaccel olmaz. Muaccel olmayan bir alaca da eda davasına konu olamaz.<br />

Tespite gelince; dava daha devam ediyor, Yargıtay’a da belki gelecek.<br />

Mahalli mahkeme iki ay sonra davayı bitirdi. Ücret ve sair hakların “Dört aya<br />

kadar” belirledi. Çünkü Yasa dört aya kadar imkan veriyor, bir ay da, belki Yargıtay’a<br />

gelip üç ay sonra sonuçlanacak. Nasıl miktarı belirleyecek? Tazminat diyoruz.<br />

Đşçi gidip başvuracak. Bir ay geçecek. O zaman toplusözleşmedeki miktarlar<br />

değişecek. Bu sistem içerisinde miktar olarak belirlemek usul ve yasanın düzenlemesi<br />

yönünden mümkün değil. Ama, yasal bir değişiklik yapılır, mukayeseli<br />

hukuk yönünden arkadaşlar daha pratik yön getirir... Biz davaların çoğalması<br />

taraftarı değiliz. Sayın Çalışma Bakanı Yüksek Hakem Kurulu Başkanı olarak<br />

benden arzu etti. Bu konuda bir tasarı hazırladım ama gerçekleşmez. Birkaç hocamla<br />

da görüştüm bu konuyu. Arkadaşlar, bunu çözümü kesinlikle yasal değişiklik.<br />

Şu andaki yasal düzenleme içerisinde bizim uygulamamızın doğru olduğu<br />

kanısındayım.<br />

Prof. Dr. Savaş Taşkent : Miktar konusunu söylüyorsunuz.<br />

Oturum Başkanı : Tabii, miktar konusunu söylüyorum.<br />

Hakikaten, çok tartışacağımız konulardan bir tanesi de 4857 sayılı Yasanın<br />

25/2, 26, 19. maddeleri ve bunların paralellerindeki uygulamalar.<br />

Arkadaşlar, haklı fesih hâlleri, malûmunuz, 25’inci maddede düzenlenmiş.<br />

Đşveren, feshe neden gösterdiği olayın 25/2’ye girdiğini savunuyor veyahut<br />

da iddia ediyor ve buna göre fesih yapıyor. Đşte, 6 iş gününde ulaştı-ulaşmadı gibi<br />

bir ihtilaf doğduğu zaman, 6 iş günü geçti veyahut da 1 yıllık süre geçti, -1 yılı<br />

fazla tartışmamak lazım, çünkü çok uzun bir süre, 6 iş gününü daha çok tartışmak<br />

lazım- geçince, artık haklı fesih nedeni dahi olsa, 6 iş gününü geçtiği için işçi<br />

ihbar kıdem tazminatı isteme hakkını kazanıyor. Ama, 25/2’deki bir olay, yani<br />

çok örnekler gösterilebilir, yani hırsızlık yapmıştır, şunu yapmıştır, bunu yapmıştır,<br />

daha ağır fiiller ika etmiştir, işveren onun tazminatına, 6 günü geçirdiği için


katlanabilir. Ama, işyerinde hırsızlık yapan işçiyi, 6 iş günü geçti diye işyerine<br />

iade mi edeceğiz? Biz o zaman diyoruz ki, işverenin fesih nedeniyle bağlıyız, biz<br />

onun dışında bir araştırmaya gitmiyoruz; ama, hakikaten bu olay gerçekleşmişse,<br />

geçerli fesih nedeni olarak bunu kabul et, işe iade davasını reddet diyoruz. Şimdi<br />

Sayın Hocam diyor ki, “burada da 19 şartları işletilsin.”<br />

Arkadaşlar, bugün 18, 19, 20, 21’de, biliyorsunuz, yazılı fesih koşulu var,<br />

savunma koşulu var. 25/2’de bu koşullar yok, 25/2’de, sözlü de feshedebilir, 6 iş<br />

gününü geçirdi, yazılı bir fesih de yok; geriye dönüp, biz tekrar 19’uncu maddenin<br />

işlemesini mi arayacağız? Zaten 19’da 25/2’yi de saklı tutarak buna imkân<br />

vermiş. Biz 25/2 yönünden bunu uyguluyoruz. Bence yasal düzenlemeye aykırı<br />

bir yön göremiyorum.<br />

Deniyor ki, “işverenler bunu kötü niyetle kullanır.” Evet, kullanır. Hakikaten,<br />

hiçbir neden yok, işveren kalkıyor, hiçbir neden yokken 25/2’den feshediyor.<br />

Böyle bir durum varsa biz bunu 25/2’ye uygun fesih saymayız; kötü niyet<br />

denetimini biz yaparız. Ama, başlangıçta kişileri kötü niyetli diye mahkûm etmek<br />

doğru değil; biz oradan hareket ediyoruz.<br />

Bu dar zaman içerisinde daha fazla açıklama yapmayı uygun bulmuyorum,<br />

çünkü konuşmacıların da bu konuda katkıda bulunacakları muhakkak.<br />

Şimdi söz almak isteyen arkadaşları ben tespit edeceğim.<br />

Buyurun Murat Bey.<br />

Av. Murat Özveri (Kocaeli Barosu) : Hocam, çok teşekkür ediyorum.<br />

Çok net, çok açık ve anlaşılır bir tebliğ sundunuz; ama ben biraz anlama<br />

özürlüyüm, birkaç noktayı anlayamadım. O yüzden bir kez daha dönebilirseniz,<br />

öğrenmek istiyorum.<br />

Birincisi, bu dört aylık boşta geçen sürenin ücreti ve dört ayın kıdemden<br />

sayılması konusu. Kanun, “kararın kesinleşmesine kadar çalıştırılmadığı süre için<br />

işçiye, en çok dört aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer hakları ödenir” diyor.<br />

Belirttiği süre, kararın kesinleşmesi tarihi. Karar 18 ayda kesinleşmişse, yani yargılama<br />

yaklaşık bir 18 ay sürmüşse, ki sürüyor, 14 ay sürsün, bu 18 ay içerisinde,<br />

diyelim ki, işçinin ayrıldığı iş yerinde üç toplusözleşmesi zamı gerçekleşmiş ise,<br />

dört aylık ücretin belirlenmesinde, feshi takip eden ilk dört aydaki zamlar mı dikkate<br />

alınacak, yoksa, kararın kesinleşmesi tarihine kadar gerçekleşen tüm zamlar<br />

dikkate alınarak, örneğin kararın kesinleştiği 18’inci ayda gerçekleşen diğer zam-


larla birlikte son ücret üzerinden mi dört aylık ücretin ödenmesi gerekecek? Kanunun<br />

bu anlatımı karşısında, neden geçersiz fesihten sonraki dört ayı ele alacağı<br />

aylık değil. Buna yönelik herhangi bir yasal dayanak yok, niye feshi takip eden<br />

dört ay belli değil? Çünkü, “feshi takip eden dört ay” falan demiyor kanun; “kararın<br />

kesinleşmesi” diyor. Karar da 18 ayda kesinleştiyse neden son dört ay değil de<br />

ilk dört ay?<br />

Đkincisi, “feshin geçersizliği” deniliyor; yanlış anlamadıysam siz de o konuda<br />

hemfikirsiniz. Buradaki dört ay istisnai bir hüküm değil mi? Bu hüküm olmasaydı,<br />

“en çok dört aya kadar ücret ödenir” diye bir hüküm olmasaydı, feshin<br />

geçersizliğinin hukukî sonucu da, örnekteki 18 aylık sürenin hem kıdemden sayılmasını,<br />

hem de ücretin ödenmesini de beraberinde getirmeyecek miydi, feshin<br />

geçersizliğine bağlı olarak iş sözleşmesi hiç feshedilmemiş gibi yürürlükte olacağına<br />

göre? Dolayısıyla, buradaki dört aylık sınırlamanın ücret sayısı ile ilgili bir<br />

sınırlama olduğunu kabul ederek, 18 aylık süreyi kıdemden, yıllık izin ve diğer<br />

haklar açısından kıdemden saymamıza sizce engel bir durum var mıdır?<br />

Son olarak, kıdem tazminatını hesaplar iken Yargıtay’ın kararlarına göre<br />

de, örneğimdeki 18 ayın sonundaki ücreti esas alırken, dört aylık ücret hesabında,<br />

geçersiz feshi takip eden dört ayın esas alınması ücret konusunda bir çifte ücreti<br />

getirmeyecek midir, bir tutarsızlık doğurmayacak mıdır?<br />

Son olarak da, birden fazla alt işverenin birbirini takip ederek, birbirlerine<br />

devrederek çalıştığı bir sistem içerisinde alt işverenin yanındaki kıdem süreleri<br />

yılını doldurmamışsa, örneğin işçi bir alt işverenin yanında 8 ay çalışmış, diğerleri<br />

de sekiz ay, bu şekilde devam etmiş ve sonra alt işveren ya da asıl işverenden<br />

kıdem tazminatını tüm çalışma süresi içerisinden aldığında, bu son ödemeyi yapan<br />

alt işveren ya da asıl işverenin diğer işverenlerine rücu ederlerken diğer alt<br />

işverenler, “yılı doldurmadı buradaki çalışmalar, dolayısıyla biz kıdem tazminatından<br />

sorumlu değiliz” diyebilirler mi, yoksa toplam ödenen kıdem tazminatından<br />

asıl işveren oransal olarak, çalışma süresine oransal olarak değerlerinden<br />

talep edilebilecek midir?<br />

Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Biz teşekkür ederiz. Sayın Arıcı, buyurun.<br />

Prof. Dr. Kadir Arıcı (Gazi Üniversitesi ĐĐBF) : Sayın Başkan, saygıdeğer<br />

katılımcılar, konuşmama Sayın Hocamız Prof. Dr. Savaş Taşkent’e teşekkür<br />

ederek başlamak istiyorum.


Öncelikle Yargıtay’ın verdiği kararlarda konu ile ilgili doktrinin görüşlerini,<br />

incelemelerini dikkatle değerlendirdiğini görmenin mutluluğunu sizlerle paylaşmak<br />

istiyorum. Ayrıca Münir Bey Hocama da teşekkür etmek istiyorum. Hocamız<br />

herkesin Ankara’dan Đstanbul’a taşındığı bir dönemde milli komitenin toplantılarını<br />

Đstanbul’dan Ankara’ya taşımıştır. Bu vesile ile başta Đstanbul’dan gelenler<br />

olmak üzere bütün katılımcılara teşekkür etmek ve hoş geldin demek istiyorum.<br />

Konuşmama Sayın Taşkent’in “bir defaya mahsus olmak üzere belirli süreli<br />

iş sözleşmesi yapılabilir” görüşü üzerinde durarak başlamak ve görüşlerimi<br />

sizlerle paylaşmak istiyorum. Belirli süreli iş sözleşmesi ile ilgili mukayeseli hukuktaki<br />

tartışmaların huzurunuza getirilmesi önemlidir. Ancak daha önemlisi iş<br />

kanunumuzda belirli süreli iş sözleşmeleri ile ilgili düzenlemeye niçin gidildiği,<br />

kanun değişikliğinin geresi planı dikkate alınmadan sağlıklı bir sonuca varılamaz.<br />

Avrupa Birliği belirli süreli iş sözleşmeleri ile ilgili yönergeyi hazırlar iken amacı<br />

serbest dolaşımın önünden bir engelin kaldırılması ve birlik ülkeleri arasında bir<br />

uyumlulaşmanın sağlanması ve koordinasyonun temini maksadını taşımaktaydı.<br />

Bir diğer gaye ise belirli süreli iş sözleşmelerinin amacı dışında kullanılması,<br />

işçilere iş mevzuatı ile getirilen hakların kullanılamaz hale getirilmesinin engellenmesi<br />

idi. Bizim Hukukumuzda holding iş hukuku gelişmediği için belirli süreli<br />

iş sözleşmesi vasıtası ile bir defaya mahsus olmak şartı ile holdinge bağlı şirketlerde<br />

işçi sırası ile sürekli olarak çalıştırılabilir. Bu durumda farklı tüzel kişiliklere<br />

bağlı tek seferlik belirli süreli iş sözleşmesi ile çalıştırma olacağı için bu durumda<br />

konunun yargıya götürülmesi hiçbir zaman mümkün olamayacaktır. Eğer bu görüş<br />

kabul edilir ise bu durumda iyi niyetli olmayan bazı işverenlerce bu yeni bir<br />

suistimal kapısının açılması anlamına gelebilecektir. Üst düzey yöneticiler bakımından<br />

belki bu uygulama kabul edilebilir. Aksi takdirde işçinin ya da işin niteliğinden<br />

doğan bir kabul edilebilir neden olmaması halinde belirli süreli iş sözleşmelerinin<br />

bir defalık yapılabilir görüşünün kabul edilebilir nitelikte bulmamaktayız.<br />

Emekliliğin fesih için geçerli bir sebep olarak kabul edilmemesi görüşüne<br />

ben de katılmaktayım. Konu özellikle üçüncü sektör kuruluşları olan kooperatif<br />

işletmelerde işçilerin iş sözleşmelerinin sona erdirilmesi bakımından önem taşımaktadır.<br />

Üçüncü sektör kuruluşlarında işten çıkarmalarda kurumlarda iş ve işçi<br />

değerlendirme sistemlerinin olmaması; olsa bile yöneticilerinin seçimle geldiği<br />

kuruluşlarda popülizmin her şeyin önüne çıkarak işçinin mesela verimsizliği gerçeğini<br />

yöneticilere kabul ettirmeniz mümkün olamamaktadır. Bu kuruluşlarda<br />

işten çıkarmalarda çıkarılan işçinin mağdur olup olmaması en önemli tartışma<br />

konusu haline gelmektedir. Yaşlılık aylığına hak kazanmış olma bu anlamda bir


önemli gerekçe olarak kabul edilmekte ve bu durumdaki işçilere tek düze ve eşit<br />

muamele yapılarak emekliliği hak kazanmış olan işçiler işten çıkarılmaktadır.<br />

<strong>Kamu</strong>oyu eşit işlemle tatmin olmaktadır. Elbette eşit işlem adil işlem sayılamaz.<br />

Pratikte faydalı bu yanlış uygulamaya Yargıtay haklı olarak kararları ile dur demiştir.<br />

Hocamızın bu alandaki değerlendirmesini de yerinde bulmaktayım. Ancak<br />

burada bir hususun biraz daha irdelenmesinin gerekli görmekteyim. Emeklilik<br />

için SSK’ya başvurmuş olmak, kanunda işten ayrılmak ve kuruma başvuruda<br />

bulunmaktan söz edilmektedir. Bu başvuru kişi bakımından zımni, örtülü bir fesih<br />

iradesi açıklaması sayılıp sayılmayacağı sorusu bizce yabana atılmamalı ve tartışılmalıdır.<br />

Üzerinde durmak istediğim son bir husus var. Haklı sebeple fesihlerde<br />

haklı sebebin varlığı ile feshin süresinde yapılıp yapılmadığı üzerinde durulmak<br />

lazımdır. Bu anlamda mesela kanunda ahlak ve iyiniyete aykırılıkta olduğu gibi<br />

fesih için süre belirlenmiş ise mesele yok. Kanunda süre öngörülmemiş olan haklı<br />

sebeple fesih hallerinde işveren fesih hakkını süresi içerisinde kullanmaması tartışılmakta<br />

ancak işçinin bu hakkını kullanmaması üzerinde yeterince durulmamaktadır.<br />

Đşçinin haklı sebebe dayalı olarak bu hakkını süresinde kullanmaması durumunda;<br />

yine de işe iadeyi talep edebilmesini ve yargının da işe iadeye karar verebilmesini<br />

kabul etmek mümkün değildir.<br />

Prof.Dr. Savaş Taşkent: Sayın Arıcı özür diliyorum. Tam anlayamadım.<br />

Şimdi, olayda işveren sözleşmeyi haklı nedene dayanarak feshettiğini söylüyor<br />

ama 6 günlük iş günü geçmiş. Ne diyorsunuz?<br />

Prof.Dr. Kadir Arıcı: Benim görüşüm şu. Đşveren eğer altı gün geçtikten<br />

sonra haklı sebebe dayalı olarak iş sözleşmesini fesih etmiş ise; bu işçinin işe<br />

iadesine karar verilmelidir. Benim görüşüm budur. Ayrıca bir tartışmaya girilmemelidir<br />

diye düşünüyorum.<br />

Çok teşekkür eder hepinize saygılar sunarım.<br />

Oturum Başkanı : Biz teşekkür ederiz Sayın Arıcı. Sayın Uçum.<br />

Sayın Uçum gelinceye kadar ben de bir soru sorayım Hocama da, o da o<br />

arada düşünsün.<br />

Sayın Hocam, yönetmeliklerde, toplu sözleşmelerde veyahut da belirli iş<br />

sözleşmelerinde, belli yaşa geldiği zaman emekli olacağı konusunda bir hüküm<br />

getirilmişse, işe iade konusunda, bu hâllerde dahi verimsizlik aramak gerekir mi,<br />

gerekmez mi? Bazı işverenlerde, bilhassa büyük kuruluşlarda, mesela 55 yaşına<br />

gelen kişi emekli ediliyor. Türkiye’deki büyük kuruluşta damadını dahi emekli<br />

ettiler, malûmunuz. Böyle bir durum varsa yine verimsizlik aranacak mı, aranma-


yacak mı? Cevaplarınız için teşekkür ederim.<br />

Evet, buyurun Uçum.<br />

Av. Mehmet Uçum (Đstanbul Barosu) : Yıllık izinin kullanımına ilişkin<br />

konu tartışma hep tespit davası niteliği yönünden yapılıyor.<br />

Tespit davaları, malûmunuz, ya bir hukuka aykırılığın ya da bir hakkın<br />

varlığının tespitine yöneliktir. Yalnız, burada gözden kaçırılan bir husus var. Bu<br />

yöndeki bir dava eda davası da olabilir. Eda davasından anlamamız gereken tek<br />

şey bir alacağın tahsili ya da bir gayrimenkulun tahliyesi ya da bir çocuğun teslimi<br />

değil; icra hukuku içerisinde aynı zamanda bir şeyin yapılması ya da yapmaktan<br />

kaçınılması nitelikli icrayı kabil, infazı mümkün eda davalarına konu ilamlar<br />

da var, usul hukuku buna elveriyor.<br />

Buradaki olayda, yıllık izin günlerinin belirlenmesi bakımından dikkate<br />

alınacak çalışma süresiyle ilgili ortaya çıkan çekişme eda davasına da konu yapılabilir.<br />

“Peki, icrası nasıl olacak” denirse, çok rahat şu olabilir: (Oradaki talep çok<br />

önemli) Đşçinin o günler kadar izin hakkı kullanması yönünde bir mahkeme kararı<br />

ve bu kullanıma ilişkin de işverene bir yükümlülük. Artık işçiye izin verildiği<br />

dönemde işçi o karara dayalı olarak o izin hakkını kullanabilir. Benim kanaatime<br />

göre hem tespit davası mümkündür, hem de usul hukuku ve icra hukuku sistematiği<br />

içerisinde böyle bir hukukî çekişme eda davasıyla da çözülebilir.<br />

Tabii bu, sabahki tartışmanın konusuydu, ama öğleden sonra da bunu çok<br />

değinildiği için Savaş Hocanın da görüşünü almak istedim.<br />

Haklı neden-geçerli neden ayırımı konusundaki dava enteresan; çıktığından<br />

beri tartışılıyor, Galatasaray’da da çok tartışıldı. Orada bence Yargıtay’ın<br />

yaklaşımında çok isabetli noktalar var. Ben, o karara ilişkin yaptığım incelemede<br />

zaten birçok noktadan desteklemiştim. Đşverenin sebeple bağlılığı ilkesi, işverenin<br />

gösterdiği kanunî sebeple ya da kanun hükmüyle bağlı olması anlamına gelmez.<br />

Đşverenin kanunî nitelemeyi şöyle ya da böyle yapmasının bir önemi yoktur. Đşverenin<br />

sebeple bağlılığı ilkesi, fesih için gösterilen olguyla bağlılıktır. Somut örnek<br />

şu: Đşyerinde bir zarar veriliyor, işveren, zarar değerlendirmesi yapıyor, diyor ki,<br />

30 günlük ücretini aşan tutarda bir zarar var diyor. Neye göre fesih yapacak?<br />

25/2’ye göre fesih yapacak. Haklı neden olarak niteliyor, kendisi de bir zarar tespiti<br />

yapmış. Mahkeme inceleme yaptırıyor, 30 günlük ücreti tutarı aşan bir zarar<br />

değil bu; 20 günlük ücretiyle karşılanamayacak bir zarar. Bu zarar olgusu sabit<br />

mi? Sabit. Orada mahkeme, işveren 25/2’yi göstermiş diye, ben onunla bağlıyım<br />

diyemez. Hukukî nitelemeyi yapmak yargıcın görevi. Dolayısıyla, bu noktada, 30<br />

günün altında kalan bir zarar olgusu sabit olduğu için bu geçerli neden sayılabilir.


Orada asıl tartışma konusu, -Savaş Hocanın dikkate aldığı ve üzerinde önemle<br />

durduğu şeye çok katılıyorum, uygulamada bu yönde çok ciddî bir eğilim gelişiyor,<br />

Sayın Başkan, herkesi rahatlattı, “biz kötü niyet denetimi yaparız” dedi- asıl<br />

tartışma konusu, teknik bir tartışma konusu. Eğer biz işverenin gösterdiği hukukî<br />

nitelemeyle bağlı değilsek, mahkemeler bağlı değilse, hukukî nitelemeyi de hâkim<br />

yapacaksa, o zaman, 25/2 kapsamında olmayan bir fesih nedeninin olduğu durumlarda<br />

hâkim neye bakmak zorundadır? Mutlaka, geçerli nedene ilişkin diğer koşulların<br />

var olup olmadığına bakmak zorundadır. Niye? Hukukî nitelemeyi hâkim<br />

yapmak zorundadır. Đşte, Yargıtay kararında bence dikkate alınması gereken, benim<br />

kanaatime göre eleştirilmesi gereken nokta bu.<br />

Son olarak dört aylık süreyle ilgili bir görüş ve bir soru yine. 7 aylık işçi,<br />

işten çıkarılıyor. Dava 8 ay sürüyor ya da işverenin işe başlatmama iradesi 8 ay<br />

sonra ortaya çıkıyor. Đş ilişkisi, Yargıtay’ın çok isabetli yaklaşımına göre o 15<br />

ayın sonunda sona eriyor. Ancak, eklenecek süre 4 aylık süre. Burada iki tane<br />

problem var: Bu dört aylık süre kıdem tazminatını hak etmek bakımından, kıdem<br />

süresine etkisi ne olacak; bir de işçiyi ödenecek kıdem tazminatına etkisi ne olacak?<br />

15 ayın sonunda iş ilişkisi sona erdiği için, işçinin çalışma süresi 1 yılı geçtiği<br />

için kıdem tazminatına hak kazandığını kabul etmek gerekiyor; ancak, işçiye<br />

ödenecek kıdem tazminatında, işçinin hem çalıştığı ilk 7 ay, hem de yasa gereği<br />

eklenen 4 ayı da hesaba kattığımızda, 11 aylık döneme ilişkin kıdem tazminatı<br />

kıst esasına göre ödenecek. Đş ilişkisinin sona erdiği tarihi biz, bu sistematik içerisinde<br />

kıdem tazminatını hak edecek süre bakımından dikkate almak zorundayız,<br />

ama kıdem tazminatının ödemesinde, tazminat miktarının hesaplanmasında işçinin<br />

“devamının kesildiği hâl” dediğimiz 4 aydan sonra ücret ödenmeyen sürenin<br />

tazminat hesabının miktarından düşülmesi gerekiyor. Đşte bu noktada bence çözüm<br />

şudur: Feshe bağlı haklar iş sözleşmenin sona erdiği, iş ilişkisinin sona erdiği<br />

tarihteki ücrete göre hesaplanır; buna hiç şüphe yok. Dolayısıyla, kıdem, ihbar<br />

tazminatı, kullanılmayan yıllık ücretli iznin hesabında elbette, iş ilişkisinin sona<br />

erdiği tarihteki ücret esas alınacaktır, bütün zamlar da orada dikkate alınacaktır.<br />

Ama, çalıştırılmayan 4 aylık süre, dikkat edilsin, işçinin 7 aylık çalışmasından<br />

sonraki 4 aylık süredeki ücretlerine göre hesaplanmak zorundadır. Çalıştırılmış<br />

olsaydı, eğer o 4 ayda hangi ücreti alacak ise onu vermek zorundayız. Orada açıkça<br />

yasa, “ücret” diyor. Dolayısıyla, o 4 aylık süre içerisindeki zamlardan yararlanabilir.<br />

Burada kanunun uygulaması bakımından bir tutarsızlık yok; bence Yargıtay’ın<br />

bu konudaki uygulaması da isabetli.<br />

Çok teşekkür ediyorum.


Oturum Başkanı : Teşekkür ederiz Sayın Uçum.<br />

Sayın Hocam Fevzi Demir, buyurun efendim. Efendim, Hocam, benim<br />

master danışmanım olduğu için ona ayrıcalık göstermek durumundayım.<br />

Prof. Dr. Fevzi Demir (Dokuz Eylül Üniversitesi ĐĐBF) : Teşekkür ediyorum<br />

Sayın Başkan.<br />

Arkadaşımıza da ayrıntılı ve titiz tebliği için ayrıca teşekkür ediyoruz,<br />

kutluyoruz. Ben bir iki konuda görüşlerimi zikretmek için huzurunuzdayım.<br />

Bu belirli-belirsiz süreli sözleşme konusu . Belirli süreli sözleşmenin söz<br />

konusu olduğu hâller doğal olarak zaten belirli süreli sözleşme yapılmasını gerektiren<br />

hâller, yani bir işin tamamlanmasına kadar yapılacak olan bir sözleşme zaten<br />

belirli sözleşmedir. O iş bittikten sonra devam etmeyeceğine göre orada belirsiz<br />

süreli bir iş yoktur zaten veya bir objektif koşulun arandığı veya bir olgunun ortaya<br />

çıktığı hâlde belirli süreli sözleşme yapılacaktır doğal olarak. Buralarda zaten<br />

belirsiz süreli sözleşme yapmak, hadi imkânsız demeyeyim, ama fevkalâde zordur.<br />

O hâlde sorun, belirsiz süreli sürekli işlerde belirli süreli sözleşme yapılıp<br />

yapılamayacağı noktasında toplanıyor. Burada da bunu yapmayı engelleyen hiçbir<br />

hüküm yoktur, yani hiçbir engelleyici hüküm yoktur. Bu 1’inci fıkra da bunu engellemiyor<br />

diye düşüyorum. Şayet engelliyorsa, Anayasanın sözleşme özgürlüğüne<br />

aykırıdır bu madde o zaman. Sözleşme özgürlüğü dediğimiz bir husus var.<br />

Đstediğimiz türde yapabiliyoruz, istediğimiz süreyi koyabiliyoruz. Belirli süreli<br />

yapma sebebini de kendimizde saklı tutuyoruz. Đlk defa karşılaşan iki insan birbirlerini<br />

ne kadar tanıyabilecek ise; işçi işverenin belki de olumsuz tavırlarına karşı<br />

kendisine belirli bir süre iş güvencesi sağlamak amacıyla, işveren de işçinin performansını,<br />

başarı durumunu, ekip çalışmasına uyumunu ölçmek-biçmek amacıyla<br />

hiçbir sebep belirtmeden istedikleri süreyi serbestçe kararlaştırabilmelidirler.<br />

Unutulmamalıdır ki, belirli süreli iş sözleşmeleri de “belirlenen süre içinde” işçiye<br />

iş güvencesi sağlamaktadır. Đşverene de kanunen kabul edilen iki aylık deneme<br />

süresinin yetmediği hallerde daha uzun süreli “deneme” hakkı tanımaktadır. Ancak<br />

burada, hakikaten dikkat edilmesi gereken; Sayın Kılıçoğlu’nun sabahleyin<br />

söylediği gibi, o zaman yapalım burada belirli süreli sözleşme ama 1 sene mi olsun,<br />

2 sene mi olsun, 10 sene mi, olsun 5 sene mi olsun? Sorun sürenin belirlenmesinde...<br />

Bize göre, burada artık, belli bir noktadan sonra, “hakkın kötüye kullanılması<br />

var mıdır, dürüstlük kurallarına ne derece uygun” diye düşünmek gerekir.


Kanaatimce bunun düşünülmesi gerekir. Belirsiz süreli sürekli işlerde belirli süreli<br />

sözleşme yapılmasını gerektiren bir sebep sözleşmede gösterilmese bile. Esaslı<br />

bir sebep varsa zaten belirsiz süreli sözleşme yapamazsınız, yani esaslı sebep<br />

varsa o zaman sözleşmeyi mecburen belirli süreli yapacağız demektir. Dolayısıyla<br />

da, sebep belirtilmeden belirli süreli sözleşme yapılmasını engelleyen bir hüküm<br />

yoktur. Đşin durumuna göre veya işçinin durumuna göre, vasıflı olursa nasıl olur,<br />

vasıfsız olursa nasıl olur şeklinde bir ayırıma da gitmeden, doğrusu böyle bir ayrıma<br />

da pek gönlüm yatmıyor; bu konuda da bir ayırım yapılmasından yana olmadığımı<br />

belirmek isterim. En azından Anayasaya uygunluk bakımından böyle<br />

bir sözleşmenin yapılabileceğini düşünüyorum.<br />

4 ayla sınırlandırılan ücret ve diğer haklarla ilgili kıdem süresinin de doğru<br />

olmadığına inanıyorum. Böyle bir hüküm olmasaydı, feshin geçersiz sayılması<br />

hâlinde işçinin işe iade edildiği durumlarda; mahkeme kararı süresince 4 ayla<br />

sınırlı ücret ödenmesini öngören bir hüküm olmasaydı, fesih tarihinden işçinin işe<br />

başlatıldığı veya başlatılmadığı tarihe kadar olan sürenin ücretinin tamamı ödenecekti.<br />

Kanaatimce, burada kanun koyucunun sınırladığı sadece ücretin ödenmesiyle<br />

ilgili husustur; yoksa, kıdemin hesabında, aynı zamanda 4 ayla sınırlı bir<br />

sürenin hesaplanması gerektiği yolunda bir amaç taşımadığına inanıyorum.<br />

Geçerli sebep-haklı sebep ayırımında da şu ölçüyü kullanıyoruz. Geçerli<br />

sebepte ne diyoruz? Đş ilişkisinin işveren bakımından makul ve önemli ölçüde<br />

sürdürülemeyeceği hâller. Bu geçerli sebep. Haklı sebepte ise, öyle bir durum söz<br />

konusu ki, işverenin veya işçinin ihbar önellerini beklemeye bile tahammülü yok,<br />

derhâl, orada hemen sözleşmeyi feshetme hakkını veriyorsunuz. Birisinde tahammül<br />

edilebilir bir durum var; diğerinde tahammül edilmez, çekilmez bir durum<br />

var. Onun için de derhâl, ihbar önellerini bile kullandırmadan sözleşmeye<br />

feshetme hakkı tanıyorsunuz. Derhâl sözleşmeyi feshettiğiniz hâllerde ise, “bir de<br />

savunmasını alalım” demek pek bana da uygun gelmiyor. O nedenle, bu gibi hâllerde<br />

savunmanın alınmaması gayet normal. Ama, sözlü şekilde tebligatta bulunulması<br />

da bana yine bu anlamda pek uygun gelmiyor. Özellikle sebeple bağlılık<br />

nedeniyle zannediyorum 25/2’ye göre yapılan fesihlerde de mutlaka bir yazılı<br />

tebligatta bulunulmasının gereğine inanıyorum. Velev ki, işçiyi biz, yani kendisine<br />

doğrudan tebligatta bulunmasak bile, onun adresine, en azından bizdeki mevcut<br />

adresine bu yönde bir haklı sebep belirten bir tebligatta bulunulmasının doğru<br />

olacağını düşünüyorum. Bu sebebin, biraz önce Sayın Uçum’un belirttiği gibi,<br />

haklı olmadığının anlaşıldığı ve/fakat geçerli sayılabileceği hâllerde de geçerli<br />

sayılarak bu konuda ihbar ve kıdem tazminatlarına hükmedilmesi yolundaki kararların<br />

da isabetli olduğunu ifade etmek isterim.


Son bir husus, yalnız, bu konuda Sayın Başkan izin verirse konuşayım. Bu<br />

fesih bildiriminin tebliği tarihinden itibaren başlayan 1 aylık sürelerle ilgili de<br />

kararlarımız vardı. O kararlara hiç katılamıyorum. Onlarla ilgili olarak ben mi<br />

kaçırdım, yoksa tebliğ sahibi o kararlardan hiç bahsetmedi gibime geliyor. Doğru<br />

mu? Bahsedilmeyen kararlardan dolayı da üzerinde konuşulmasına müsaade etmiyorsanız<br />

burada bitiriyorum.<br />

Peki, çok teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Sağ olunuz Hocam. Sayın Süzek.<br />

Prof. Dr. Sarper Süzek (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi) : Sayın<br />

Başkan, teşekkür ederim.<br />

için.<br />

Sayın Taşkent meslektaşıma çok teşekkür ediyorum bu doyurucu tebliği<br />

Ben de, sadece bu çok tartışmalı konuya değinmek istiyorum. Kendi kitabımda<br />

görüşlerimi yazdığım için onları burada bir kere daha yinelemeyi izninizle<br />

uygun gördüm.<br />

Efendim, Sayın Uçum da biraz takaddüm etti bana. Şunu söyleyeyim:<br />

Ben bu konuda, yani haklı nedenle fesih-geçerli fesih ilişkisinde Yargıtay’ın kararına<br />

maalesef katılamıyorum, paylaşamıyorum. Burada, işyerine iadenin yapılması<br />

gerektiği kanaatini taşıyorum. Sayın Taşkent’le aynı sonuca varıyoruz, ama<br />

biraz yollarımız farklı. Malûm, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 76’ncı<br />

maddesi var. Bu maddeye göre, hâkim, bir vakaya uygulanacak kuralı resen kendisi<br />

seçer, uygular. Vaka aynı olduğu sürece o vakayla bağlıdır, ama uygulanacak<br />

kural konusunda bir hata yapılmışsa veya ileri sürülenden farklı bir kural uygulanacaksa,<br />

onu uygulamak durumundadır. Dolayısıyla, kendisi resen belirler. O<br />

nedenle, eğer 25’inci maddedeki koşullar gerçekleşmemişse, ama 18’inci maddedeki<br />

koşullar varsa, burada Yargıtayımıza katılıyorum, hâkim kendisi hukuki<br />

tavsif, niteleme yapmak suretiyle bu vakaya 18’inci maddeyi uygulayabilir; “haklı<br />

neden yoktur, ama geçerli neden vardır, yanlış değerlendirilmiştir” diyebilir. Gerçi<br />

yüzlerce davada her seferinde bir hukukî tavsif ne kadar pratik olur; o da belki<br />

ayrı bir tartışma konusu. Teknik olarak böyle; bunu yapabilir. Böyle olunca tabii,<br />

bu feshin haksızlığını, 6 iş günlük hak düşümü süresinin geçirilmesi yoluyla savunamayız.<br />

Demek ki, haklı nedenle fesih yok, o nedenle, 6 iş günü içinde iş akdinin<br />

feshedilmesi gerekmiyor, 18’inci maddeye göre feshedilecek, pekâlâ makul<br />

süre içinde feshedilmişse, makul süreyi orada kabul ediyoruz. Bu durumda geçerli<br />

fesih var mıdır sorunu gündeme gelir. Bir hukukî tavsif yapıldığında, bu hüküm


uygulanmayacak, ama başka bir norm uygulanacak; ben bunu usul hocalarına da<br />

danıştım. Dediler ki “o norm bütünüyle uygulanmalıdır, biz şu seçimi yapamayız:<br />

18’inci maddedeki geçerli sebep var, bunu seçiyoruz, ama 19’uncu maddedeki<br />

usule uyulmamış, bunu göz ardı ediyoruz, bunu diyemeyiz, burada hukukî müesseseyi,<br />

geçerli nedenle feshi bütünüyle uygulamak zorundayız.” Hukukî tahvilde<br />

de böyledir, hukukî tavsifte olduğu gibi, hukukî tahvilde de aynı durum söz konusudur.<br />

Dönüştürülen hukukî müessesenin hukuka uygun olması lazım. Dolayısıyla,<br />

işveren burada geçerli bir fesih yapacağı zaman hangi kurallara tâbi ise, ona<br />

tabi olacak. Burada hukukî tavsifi yapabiliriz, kabul; ama yaptıktan sonra işveren<br />

geçerli bir fesih yapması için hangi kurallara tâbi ise, o kuralların tümüne uymak<br />

zorundadır. O zaman, aksini savunursak, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun<br />

76’ncı maddesine de aykırı davranmış oluruz. Normu bölemeyiz, parçalayamayız.<br />

Bir Katılımcı : Yasada savunma var.<br />

Prof. Dr. Sarper Süzek : Đşte ona geleceğim.<br />

O zaman ne oluyor? 18’inci maddedeki geçerli sebep var; ama 19’uncu<br />

maddede yazılı savunma alınmamış. Gerçi, 25’inci madde için yazılı savunma<br />

alınmadığı gibi, 25’inci madde için yapılan yazılı bildirimlerde geçerlilik şartı<br />

değildir; ispat şartıdır. Ama madem ki olaya 18 ve devamını uyguluyoruz, 18 ve<br />

devamı için yapılan, yani geçerli bir fesih için yapılan yazılı bildirim, geçerlilik<br />

şartıdır ĐşK m.19’a göre. Aynı şekilde geçerli bir fesih için 19/2 uyarınca işçinin<br />

savunmasının alınması gerekir. Bunlar eksik. Bunlar eksik olunca, sayın meslektaşıma<br />

katılıyorum, burada geçersiz bir fesih vardır; işyerine iade gerekir.<br />

Sonra, zannediyorum şöyle de düşünmek lazım: Yargıtay’ın bu doğrultudaki<br />

içtihadı yerleşirse, işverenlere biz âdeta, Sayın Taşkent de söyledi, kanuna karşı<br />

hileye yol göstermiş oluruz; yani 19’uncu maddedeki usul kurallarını dolanma<br />

imkânını yaratmış oluruz. Haklı nedenle fesih yaptım der, dolayısıyla ne 6 iş günlük<br />

süreye tâbi olur, ne yazılı bildirim yapmak zorunda kalır, -sebep belirtme meselesini<br />

söylemiyorum, çünkü, benim kanaatime göre her iki hâlde de sebep belirtmek<br />

lazım- ne de savunma alır. Dolayısıyla, böyle bir tutum zannediyorum ki<br />

yasanın sistemine uymuyor ve hukukî tavsifin gereklerine de uymuyor.<br />

Bir de, iş hukukunun belki genel ilkeleriyle, genel yaklaşımıyla ilgili şunu<br />

düşünüyorum: Bazen, bir çoğumuzun kitaplarının ilk sayfalarında yer alan, “işçi<br />

lehine yorum” ilkesini biraz göz ardı ediyoruz gibi geliyor. Şu olayda hep işveren<br />

lehine gidiyoruz. Đşveren ne yapmamış? Haklı nedenle fesih hakkını kullandığını<br />

iddia etmiş. Biz onu 6 iş günlük süreye uymaktan kurtarıyoruz. Geçiyoruz, tavsif<br />

yapıyoruz; o yok, ama geçerli fesih var, ki bu da Yargıtayımıza çok ağır yük yük-


leyecektir. Onu da söyleyeyim; her seferinde bakması icap edecektir. Böyle bir<br />

eğilim başlamışsa, iki kere bakacak, haklı neden var mı, yoksa geçerli neden var<br />

mı; bunu da araştırma yoluna gidecektir. Pratik açıdan bu da düşündürücü. Ne<br />

yapıyoruz? Haklı nedeni bulamadık, geçerli neden var mı; ona bakalım. Burada<br />

da işveren lehine bir yorum yapıyoruz. Geçerli neden var, ama yazılı bildirimde<br />

de bulunmamış, savunma da almamış; burada da bunu göz ardı ederek gene işveren<br />

lehine bir yorum yapıyoruz. Halbuki, bence, yani tartışmalı durumlarda, normun<br />

yorumunda şüphe olan durumlarda işçi lehine yorum yapılır eğer, kanunun<br />

amacından bir sonuca varamıyorsak Ben ceffelkalem işçi lehine yorumdan da<br />

yana değilim, yanlış anlaşılmasın, önce yasanın amacına bakılacak, oradan da bir<br />

sonuç çıkaramıyorsak, o zaman işçi lehine yoruma gidilecek. Burada yasanın<br />

amacı da böyle baktığınızda, işçi lehine. Đş güvencesini sağlamaya yönelik hükümler.<br />

Öyle baktığınızda da bu olayda zaten işçi lehine yorum yapmamız lazım.<br />

Biz aksine, üç-dört kere üst üste işveren lehine yorum yapmak suretiyle gidiyoruz.<br />

O nedenle ben maalesef Yüksek Mahkememizin görüşüne katılamıyorum; neticesi<br />

itibarıyla Sayın Taşkent’e katılıyorum.<br />

Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Teşekkür ederim efendim. Sağ olunuz. Sayın Ekonomi,<br />

buyurun efendim.<br />

Prof. Dr. Münir Ekonomi (Đ.T.Ü. Đşletme Fakültesi) : Teşekkür ederim<br />

Sayın Başkan. Önce belirli ve belirsiz süreli iş sözleşmesinin düzenlediği<br />

11’nci maddenin 1’nci fıkrasındaki hükme değinmek istiyorum.<br />

4857 sayılı Đş Kanunu tasarısının Bilim Kurulundan gelen öneride gerçek<br />

bir tanım verilmekteydi. Şöyle ki: “Belirli süreli iş sözleşmesi süresi bir zaman<br />

veya tarih olarak belirlenen veya işçinin üstlendiği işin türü, amacı veya niteliğinden<br />

belirli süreli olduğu anlaşılan sözleşmedir”. Hemen arkasından da “iş ilişkisinin<br />

bir süreye bağlı olarak yapılmadığı hallerde sözleşme belirsiz süreli sayılır”<br />

deniliyor ve arkadan 4857 sayılı kanunda aynen korunan 2. fıkra yer alıyordu.<br />

Fakat TBMM’nde 1. fıkra değiştirildi, tanım sırası değiştirilmekle kalınmadı belirli<br />

süreli iş sözleşmesi için, hatta bu tür sözleşmelerin özünü oluşturan “belirli<br />

süre”ye bağlama yönünden bir açıklığa yer verilmeden belirli süreli iş sözleşmelerinin<br />

yapılabilmesi için öngörülen “objektif (esaslı) nedenleri” gösteren bir tanım<br />

getirildi. Bu suretle belirli süreli iş sözleşmeleri ilk kez yapıldıkları, sözleşme bir<br />

defaya mahsus olarak meydana getirildiğinde objektif nedenlerin bulunması geçerlilik<br />

şartı olarak hükme bağlandı. Böyle bir değişiklik yapıldığında 2. fıkra<br />

hükmü yeni düzenlemeye göre gözden geçirilmesi gerektiği halde yapılmayınca,<br />

1. ve 2. fıkralar arasında bir tutarsızlık ortaya çıktı. Bunun yorum yoluyla çözüm-


lenmesi gerektiği açıktır. <strong>Yargıtayın</strong> ve doktrindeki büyük çoğunluk görüşü, yeni<br />

düzenlemeye göre hem bir defa için yapılan ve hem de birden fazla zincirleme<br />

aktedilen belirli süreli sözleşmelerde objektif nedenin varlığı şarttır, yolundadır.<br />

Sayın Taşkent ise, 1. fıkrada bir tanımın yapıldığı, objektif nedenin bulunması<br />

zorunluluğunun sadece 2. fıkrada yer alan birden fazla yapılan zincirleme iş sözleşmeleri<br />

için aranacağını, objektif neden yoksa belirli süreli iş sözleşmelerinin<br />

baştan itibaren belirsiz süreliye dönüşeceğini, objektif neden varsa, her birinin<br />

belirli süreli olarak geçerliliklerini koruyacaklarını kabul etmektedir. Biz bu görüşü<br />

paylaşamıyoruz. Kanun koyucu 1. fıkrada değişiklik yaptığında bununla bağlantılı<br />

olarak 2. fıkrayı yenilemesi gerekirdi. Ancak bilinçsiz bir unutkanlık söz<br />

konusu olduğundan 1. ve 2. fıkraların bütünlük içinde ele alınması, uyuşum sağlayacak<br />

şekilde yorumlanması gerekir görüşündeyiz. Bu itibarla <strong>Yargıtayın</strong> kararını<br />

isabetli bulmaktayım. Ancak yine sabahki oturumda açıkladığım gibi objektif<br />

nedenler yönünden Yargıtay getirdiği vasıflı-vasıfsız işler-işçiler ölçütünü uygun<br />

görmek mümkün değildir.<br />

Đkinci bir konu çalışma yaşı ve emeklilik ile ilgili olup, önce Sayın Taşkent’in<br />

görüşünü açık şekilde tespit etmem gerekiyor. Sayın Taşkent, aldığım<br />

nota göre 50 yaşına gelmiş ve emeklilik aylığına hak kazanmış bir işçinin iş sözleşmesi<br />

işveren tarafından feshedilebilir, belirtilen hususlar geçerli bir sebep oluşturur.<br />

Prof.Dr. Savaş Taşkent: Karar öyle<br />

Prof.Dr. Münir Ekonomi: Siz karardaki bu görüşe katılıyor musunuz?<br />

Prof.Dr. Savaş Taşkent: Hayır<br />

Prof.Dr. Münir Ekonomi: Bu durumda görüşlerimiz birleşiyor. Gerçekten<br />

50 yaşına gelmiş veya emekliliğe hak kazanmış olmak işçi yönünden iş sözleşmesini<br />

feshetmek için bir sebep oluşturmaz. Ancak 50 yaşına gelmiş ve sağlığı<br />

yönünden iş görme borcunu gereğini uygun şekilde ifa edemiyorsa, bu halde işçinin<br />

yetersizliğinden kaynaklanan bir sebep oluşturur. <strong>Yargıtayın</strong> yerleşmiş içtihatlarına<br />

göre emeklilik hakkını kazanmış olmak, geçerli bir sebep değildir. Belirtilen<br />

olgular yüksek mahkemece, işletme ve işyeri gereklerine dayalı fesihlerde<br />

işçinin seçiminde ölçüt olarak esas alınmaktadır ki, isabetli bir yol olduğu söylenebilir.<br />

Önemli bir husus, karardaki olayı tam bilmiyorum; şöyle ki işletmeişyerinde<br />

bir çalışma yaşı belirlemiş ve emeklilik hakkı da bununla birlikte dikka-


te alınıyorsa, o zaman işçiden değil, işletme-işyerinden kaynaklanan geçerli bir<br />

sebebin varlığı kabul edilir. Alman Federal Đş Mahkemesince kabul edilen bu<br />

yoldaki görüşün Türk Hukuku açısından da geçerli olacağı inancındayım. Buna<br />

göre eğer bir sözleşmede veya sözleşme niteliğindeki yönetmelikte, işveren işletmede-işyerinde<br />

rasyonel bir yaş düzeni kurmak ve alt kademedekilere üst düzeydeki<br />

görevlere gelebilmeleri için fırsat yaratmak üzere bir “çalışma yaşı” kabul<br />

edebilir ve bir sınır koyabilir. Örneğin işçilerin 55 yaşını dolduran işçiler, emekli<br />

aylığına da hak kazanmış iseler, iş sözleşmelerinin işverence hakları verilerek<br />

feshedilir, düzenlemesi işletme-işyeri gereklerine dayalı bir geçerli sebeptir.<br />

<strong>Yargıtayın</strong> incelediği olayda böyle bir olguya dayanılıyorsa, verilen karar tamamen<br />

isabetlidir.<br />

Son olarak tartışmalı bir konuya değinmek istiyorum. Đş Kanununun 25.<br />

maddesinin IV. Bandının ikinci fıkrası hükmü ve bu hükmün geçerli sebeple fesih<br />

ile olan bağlantısıdır. <strong>Yargıtayın</strong> verdiği ve istikrar kazanan görüşünü tamamen<br />

isabetli bulmaktayım ve diğer ülkelerde de benzer uygulamalar olduğunu söyleyebilirim.<br />

Bilindiği gibi konu, iş sözleşmesi Đş Kanunu madde 25’de öngörülen<br />

haklı sebeple feshedilen işçinin haklı sebebin şartlarına uygun olmadığı gerekçesiyle<br />

iş güvencesi hükümlerine dayalı dava açmasıyla ilgilidir.<br />

Öncelikle belirtelim ki, bir işçinin Đş Kanunu madde 25/II’ye göre ve altı<br />

iş günlük süreye uyularak feshedilmiş olduğunda, işçi buna karşı sebebin şartlarına<br />

uygun olmadığını ileri sürerek bir dava açabilir. Şu halde haklı feshe karşı işçi,<br />

iş güvencesi ile bir ilişki kurmadan dava açabilir ve bununla birlikte ihbar ve kıdem<br />

tazminatı talebinde bulunabilir. Đş güvencesi ile ilgilendirilmeden dava açıldığında,<br />

davanın açılması için bir aylık bir süreye uymak zorunluluğu da yoktur.<br />

Đşçinin açtığı davada, mahkemece haklı sebebin oluşmadığı sonucuna varıldığında,<br />

işveren örneğin belirsiz süreli iş sözleşmesini bildirim şartına uymadan feshetmiş,<br />

haksız fesih yapmış sayılarak, bir dönüşüm tahvil kabul edilmekte ve<br />

haksız fesih sonuçlarına göre karar verilmektedir.<br />

Đşte Đş Kanunu madde 25/IV, son fıkra hükmü de benzer şekilde bir düzenlemeyi<br />

içermektedir. Fıkra hükmünü hatırlatacak olursak hüküm şöyledir:<br />

“Đşçi feshin yukarıdaki bentlerde öngörülen sebeplere uygun olmadığı iddiası ile<br />

18, 20 ve 21’nci madde hükümleri çerçevesinde yargı yoluna başvurabilir”. Bu<br />

hükmün amacı, haklı sebeple fesihte iş güvencesi uygulanmadığı için, işverence<br />

fesihlerin haklı sebeple fesih türüne kaydırılması ve işçinin güvence dışına çıkarılması,<br />

ayrıca haklı sebebin şartlara uygun olup olmadığı konusunda görüş ayrılıklarının<br />

çıkması durumunda, haklı sebebin oluşmadığı hallerde işçinin iş güvencesinden<br />

yararlanmasının engellenmemesidir. Örneğin işçinin iş sözleşmesi, izin<br />

almaksızın ardı ardına iki günü işe devamsızlığından dolayı haklı sebebe dayanı-


larak feshediliyor. Ancak işçi, işe haklı mazereti dolayısıyla işe gelmediğini, bu<br />

sebeple haklı sebebin oluşmadığını ileri sürüyor. Gerçekten işçi haklı sebep oluşmaksızın<br />

işten çıkarılmışsa, bu takdirde iş güvencesinden yararlanma şartları varsa,<br />

sözü edilen güvencenin bir tarafa itilerek sadece haksız feshin yaptırımlarının<br />

uygulanması yoluna gidilemeyecektir. O halde işçi Đş Kanunu madde 25/IV son<br />

fıkra hükmüne dayanarak, işverenin gösterdiği haklı sebebin kanuna uygun olmadığını,<br />

haklı sebep dayanak alınamayacağı gibi, kendisinin davranışlarından kaynaklanan<br />

bir geçerli sebep de bulunmadığı için Đş Kanunu madde 18, 20 ve 21<br />

hükümlerine göre dava açabilecektir. Her şeyden önce davanın fesih bildiriminin<br />

tebliği tarihinden itibaren bir aylık süre içinde açılması gerekir. Đşçi talebi, haklı<br />

sebebin kanun uygun olmadığının ve iş güvencesi açısından da geçerli bir sebebin<br />

bulunmadığının tespiti ile madde 20 ve 21 hükümlerine göre geçerli olmayan<br />

feshin sonuçlarına karar verilmesidir. Đş mahkemesi incelemesinde, işverenin<br />

dayandığı haklı sebep kanuna uygun değilse, o takdirde işçinin davranışının geçerli<br />

bir sebep teşkil edip etmediğini araştıracaktır. O halde geçerli sebeple feshe<br />

dönüşüm olmaktadır. Gerçekten dayanılan sebep, geçerli bir sebep oluşturuyorsa<br />

feshin bu yönden sonuçlarının doğuracağına, aksi halde geçerli sebep de bulunmadığı<br />

için feshin geçersizliğine ve buna bağlı sonuçların uygulanmasına karar<br />

verecektir. Belirtilen uygulamada, Đş Kanunu madde 19’daki işçinin savunmasının<br />

alınıp alınmadığına bakılmaz, ayrıca, işverence haklı sebeple fesih yapılırken altı<br />

iş günlük sürenin geçirilmesinin de bir etkisi olmaz. Đş Kanunu madde 25/IV son<br />

fıkrada “19’uncu maddenin gösterilmemesi tamamen bilinçli bir düzenlemedir.<br />

Sonuç olarak Yüksek mahkemenin karar ve görüşünü uygun bulmaktayız.<br />

bitti.<br />

Çok teşekkür ederim Sayın Başkanım.<br />

Oturum Başkanı : Ben teşekkür ederim Sayın Hocam. Söz isteyenler<br />

Evet Sayın Hocam.<br />

Prof. Dr. Savaş Taşkent : Evet, benim amacım bazı konuları tartışmaya<br />

açmaktı; sanıyorum amacıma ulaştım.<br />

Sayın Başkanım, “belirli süreli sözleşmelerle ilgili olarak, bir defa da olsa<br />

objektif sebep ararız; yoksa sözleşmeyi başlangıçtan itibaren belirsiz süreli<br />

sayarız” diyorsunuz. Bu hususta 11. maddenin 2’nci fıkrasının 2’nci cümlesine<br />

gidiyorsunuz. Bu görüşte olan bütün öğreti de, sizin gibi, fıkranın 1’inci cümlesini<br />

yok kabul ediyor. Bu cümleye göre, belirli süreli iş sözleşmesi, ancak esaslı neden<br />

varsa, birden fazla yapılabilir; yasa sözleşmenin bir defa yapılmasında esaslı neden<br />

aramıyor. Bu hüküm normatif niteliktedir; 1’inci fıkra ise sadece tanım vermektedir.<br />

Ben normatif hükme ağırlık verilmesi görüşündeyim. Sayın Hocam<br />

Profesör Ekonomi yaptığı konuşmada “1’inci fıkra ile 2’nci fıkrayı bağdaştırmak


gerekir; 1’inci fıkrada objektif koşul aranıyor, 2’ncisinde aranmıyor, ama her<br />

ikisinde de objektifliği kabul etmek gerekir” diyor. Hayır, tersi de olabilir. Normatif<br />

düzenleme 2’nci fıkrada olduğuna göre ve yaptırım da orada olduğuna göre,<br />

ağırlığın 2’nci fıkraya verilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Bu maalesef çeşitli<br />

görüşlerin ortaya çıkmasına yol açabilecek bir madde. Hakikaten sayın Ekonomi’nin<br />

de dediği gibi, Mecliste değişiklik yapılırken biraz daha hukuka özen gösterselerdi,<br />

bu problemler ortaya çıkmazdı.<br />

Peşin ödemeli fesihlerde Dairenin görüşünü savundunuz. “Eğer işveren<br />

bildirim süresine ilişkin ücreti peşin öderse iş ilişkisi biter; ödemezse devam eder”<br />

dediniz. Ama, ettiği zaman da ne gibi sonuçlar meydana geldiğini görüyoruz. Ben<br />

bunun uygun olmadığını belirttim. Đş ilişkisi kesilmiş, işyeri ile bağlantısı koparılmış<br />

her insanın doğal olarak yapacağı şey bir yerden gelir temin etmek için<br />

çaba göstermektir. Bu Sosyal Sigortalar olabilir; başka bir işletme olabilir. Burada<br />

işçinin fesih iradesinden söz etmek mümkün değildir. Đş ilişkisi işverenin yaptığı<br />

fesih işlemi ile sona ermiştir. Bu kurumun esnekleştirilmesi, çok çarpıcı ve zararlı<br />

sonuçlar doğurmaktadır. Hukuk Teorisi açısından adil olmayan sonuçlara yol<br />

açmaktadır. Đşten çıkartılan işçi iş aradığında ve başka bir yerde de işe başladığında,<br />

bu kez kendisinden ihbar tazminatı istenebilecektir. Bunu kabul etmek mümkün<br />

değildir diyorum.<br />

“Đşe iadelerde ödenecek ücret veya tazminatın miktar olarak belirtilmesi<br />

doğru değildir” diyorsunuz. Bu hakikaten önemli bir sorun. Dairenin karşı karşıya<br />

bulunduğu güçlükleri de biliyorum. Ama, avukat arkadaşların yaşadıkları sıkıntıları<br />

da biliyorum. Yasanın, yürürlüğe girmesinden itibaren iki buçuk yıl geçti.<br />

4857 sayılı Đş Kanunu Türk çalışma hayatında bir devrim yaratmıştır; yepyeni<br />

kurumlar getirmiştir. Elbette bunlardan bazıları oturmamış olabilir; bazıları ise<br />

Mecliste bozulmuştur. En iyisi bunların bir komisyon tarafından tekrar ele alınmasıdır.<br />

Ben geçen haftalarda Bodrum’da yapılan bir seminerde sayın TĐSK genel<br />

sekreterine de aynı dileğimi aktardım. Esasen bu sadece benim görüşüm de değildir.<br />

TĐSK eski başkanı sayın Refik Baydur daha önce bu düşüncesini dile getirmiştir.<br />

Yeni kanunun Türk çalışma yaşamına uymayan bazı yönleri de olabilir.<br />

Yasanın –içinde bizim olmadığımız-bir komisyon tarafından uygulamada karşılaşılan<br />

sorunlar çerçevesinde gözden geçirilmesinde büyük bir yarar vardır diye<br />

düşünüyorum.<br />

Emeklilik yaşı sözleşme ile belirlenirse ne olacaktır? Bu soruna sayın<br />

Ekonomi değindi: “Eğer işyeri yönetmeliğinde 50 yaşına gelen kişilerin emekli<br />

olacağı şeklinde bir kayıt varsa, o kişi emekliliğe sevkedilebilir” dedi. Ben bu<br />

sorunu, yasaya temel alınan ILO Sözleşmeleri ve Tavsiye Kararları açısından<br />

inceledim. ILO Sözleşmesinde herhangi bir yaş sınırı öngörülmüş değil. 166 sayı-


lı Tavsiye Kararında ise, “emeklilik işe son verilmesi için geçerli bir neden olamaz”<br />

denilmekle birlikte iki istisna öngörülmektedir: Đç mevzuatın ve ülke uygulamasının<br />

bunun aksini kabul etmesi. Açıkçası, Đş Kanunu diyebilirdi ki, belli bir<br />

yaşa gelen işçinin iş sözleşmesi feshedilebilir. Ya da ülkedeki uygulamaya göre,<br />

işletmedeki değil, ülkedeki uygulamaya göre belirli bir yaşa gelen işçinin iş sözleşmesi<br />

feshedilmektedir. Ancak, bu iki durumda yapılan fesih geçerli sayılır. Bu<br />

hususa işaret ederek konuyu kapatıyorum.<br />

Sayın Özveri, 4 aylık boşta geçen süre ile ilgili değerlendirmelerimi tam<br />

olarak anlayamadığını belirtti. Bazı konularda da açıklamalarda bulundu.<br />

Dava açan işçi işe iade istiyor ve sonuçta yargı yapılan feshi geçersiz sayıyorsa,<br />

bunun anlamı fesih işleminin hiç olmamış sayılmasıdır. Đşveren sözleşmeyi<br />

feshetmiştir, ama yargı bu işlemi geçersiz saymış, ortadan kaldırmıştır. Đşçi<br />

yargı kararının tebliğinden itibaren 10 işgünü içinde işverene başvurmalıdır. Başvurduğunu<br />

varsayalım. Đşveren bu işçiyi 1 ay içinde işe alacaktır. Almazsa ne<br />

olacak? 1 ay sona erdiğinde, sizin de haklı olarak belirttiğiniz gibi, iş ilişkisi işveren<br />

tarafından feshedilmiş sayılır; o süre dolduğunda, işçiyi işe almayan işveren<br />

sözleşmeyi feshetmiş kabul edilir. Böyle olduğuna göre, bu ikinci –veya birincisi<br />

geçersiz olduğuna göre- işe almama ile gerçekleşen fesih tarihine kadar, işçinin<br />

çalıştığı tüm süre üzerinden ve çalıştırılsaydı elde edeceği ücret dikkate alınarak<br />

ihbar ve kıdem tazminatının ödenmesi gerekir diyorum. Yasada boşta geçen sürenin<br />

ücretiyle ilgili olarak 4 aylık bir sınır getirilmiş olması isabetli görülemez.<br />

Boşta geçen sürenin ücreti ile ilgili olarak getirilen sınırlama ise kıdem tazminatının<br />

hesabında göz önünde tutulamaz. Bu konuda Yargıtay ile görüşlerim örtüşmüyor.<br />

Sayın Özveri ayrıca, “neden işten çıkarıldığı ilk 4 ay da, son 4 ay değil?”<br />

diye sordu. Kanun “çalıştırılmadığı süre” diyor. Ne zaman çalıştırılmadığından<br />

söz edilebilir? Đşine son verildiği tarihten itibaren geçen 4 ayı düşünmek gerekir.<br />

Bu bakımdan, işverenin işçiyi işe almaması tarihinden önceki 4 ay algılaması<br />

yasaya uymaz. Ben bu kanıdayım.<br />

Sayın Kadir Arıcı, “emeklilik için belli bir yaş belirlenmezse, bu durum<br />

kamu kurumlarında sorun yaratır. Oralarda baskı grupları var; şu kişiyi işten çıkartmayın<br />

diye baskılar oluşuyor. Ama objektif bir kriter gelirse sorun çözümlenir,”<br />

diye düşünüyor. Evet, uygulamada bu tür sıkıntılar olabilir. Hukuki açıdan<br />

ise, belli bir yaşın işten çıkarma için esas alınması uygun görülemez. Buna karşılık,<br />

belli bir yaşa gelen işçinin yaşlanma nedeniyle verimliliği düşmüşse, o işçi<br />

verimsizliği nedeniyle işten çıkarılabilir. Yasanın öngördüğü de budur.


Sayın Arıcı’nın benim görüşüme katıldığı bir konu, 6 işgünlük sürenin<br />

geçmesi durumunda derhal fesih hakkının artık ortadan kalktığına ilişkindir. Süre<br />

geçmişse işçinin işe iadesi gerekir. Evet, bu görüşü savunuyorum. Yargıtay da<br />

ihbar ve kıdem tazminatı bakımından “hakkın temeli ortadan kalkmıştır” diyor.<br />

Eğer işçi 25/2’ye göre işten çıkarılmış; ancak olaydan itibaren 15-28 gün geçmişse,<br />

işçi ihbar ve kıdem tazminatlarına hak kazanabilir; çünkü 6 işgünlük süre<br />

geçmiş, hak düşmüştür. Peki, bu durumda hak düşüyor da, işe iadede neden düşmüyor?<br />

Đşveren işçinin sözleşmesini 25/2’ye göre feshetmiş ise, yargının burada<br />

yapacağı denetim haklılık denetimidir. Fesih hakkı var mı, yok mu? Bu araştırılacaktır.<br />

Đşverenler diyorlar ki, biz 30 günlük ücreti tutarında zarar verdiğini sanıyorduk,<br />

ama tespitte daha az bir zarar çıktı. Ben de diyordum ki, madem ki zarar<br />

tutarı kesin değildi, sözleşmeyi ona göre feshetseydiniz; yani ihbarını ve kıdemini<br />

vererek işten çıkardıysanız. Derhal fesih uyguladığınıza göre, şartların oluşup<br />

oluşmadığını iyi hesap etmek zorundaydınız.<br />

Sayın Fevzi Demir, “bu gibi durumlarda savunma alınmayacaktır, ama<br />

tebligatın yazılı yapılması gerekir” diyor. Bu konuda sayın Süzek’ten biraz farklı<br />

düşünüyor. Sayın Süzek, hem fesih bildiriminin yazılı yapılması ve hem de işçinin<br />

savunmasının alınması görüşünde. Benim ondan farklı düşündüğüm husus,<br />

dönüşüm durumu. Ben işçinin sözleşmesi 25/2 uyarınca feshedilmişse, haklı neden<br />

öne sürülerek feshedilmişse, yargının burada yapacağı iş haklı nedenin var<br />

olup olmadığını denetlemektir. Bu görüşü savunuyorum. Sayın Süzek ise, “yargı<br />

bu durumda geçerlilik denetimi de yapabilir” diyor. “Ama, geçerlilik denetimi<br />

yapılırken bunun tüm kurallarına uyulup uyulmadığı da araştırılmalıdır” diyor.<br />

Tebliğde bu görüşlere değindim. Gerçekten de, yargı geçerlilik denetimi yapacaksa,<br />

o zaman da süreli feshin kurallarının varlığı aranmalıdır; bu kurumun kendi<br />

koşulları dikkate alınmalıdır. Ben bunu savunuyorum.<br />

Sayın Hocam Profesör Ekonomi’nin görüşlerine gelince: Kendisi diyor ki,<br />

“11. maddede objektif neden konusunda çelişki var. Bunları birleştirmek gerekir”<br />

diyor. Ama tanımdaki düzenlemeyi esas alıyor. Ben de, kural ikinci fıkrada, orada<br />

birleştirelim, kuralı esas alalım diyorum. Öte yandan, bu görüşü savunanlar yazılı<br />

şekil konusunda çelişkiye düşüyorlar. Yazılı şekil bakımından 8. maddeyi dikkate<br />

alıyorlar. Eğer tanımdan hareketle çözüm üretilecekse, yazılı şekil bakımından da<br />

11. maddeye ağırlık vermek gerekir. Yazılı şekil bakımından 11. maddedeki ifadeyi<br />

önemsemeyenler, objektif sebep bakımından tanıma bakıp 2’nci fıkradaki<br />

normu göz önünde tutmuyorlar. Bu çelişki değil de nedir?<br />

Đşçi askere gideceği için 11 aylık bir sözleşme yapıyorsa, bunun için geçerli<br />

sebep aranması gerekmez. Đşçi askere gideceği için belirli süreli sözleşmeyi<br />

tercih edebilir, başka bir menfaati dolayısıyla tercih edebilir, bu işyerinde kendimi


geliştireyim, ondan sonra kendim bir işyeri kurayım diye düşünmüş olabilir. Đşveren,<br />

işçinin bu yoldaki isteğini kabul edip onunla sözleşme yaptığında, objektif<br />

sebep gösterip bunu da ispatla yükümlü tutulmamalıdır. Bu bakımdan, bir defa<br />

yapılan belirli süreli sözleşmede objektif neden aranmamalıdır. Bunu söylüyorum.<br />

Yargıtay ise, işçi niteliksiz bir elemansa onunla belirli süreli sözleşme yapılamaz<br />

görüşünde. Yüksek Mahkemeye göre, duvarcı ile temizlik işçisi ile belirli süreli<br />

sözleşme yapılamaz; hemşire ile doktor ile yapılabilir. Benim eleştirdiğim husus<br />

bu. Bu ayırım belirli süreli iş sözleşmelerinin yapılması açısından bir ölçü olamaz<br />

görüşündeyim.<br />

Oturum Başkanı : Biz, “süresiz işte vasıfsız işçiyle yapamaz” diyoruz,<br />

“süreli bir işte yapar” diyoruz; demin de konuşmamda onu açıkladım. Vasıfsız<br />

işçiyle, eğer iş süresiz bir işse, belirli süreli akit yapabilir. O arada bir ifade eksikliği<br />

var sanıyorum.<br />

Prof. Dr. Savaş Taşkent : Peki sayın Başkan. Sayın Ekonomi, tahvil görüşünü<br />

öne sürdü ve savundu, ben de bunu benimsemediğimi belirttim. Böylece<br />

çeşitli görüşler ortaya konulmuş oldu. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Beni ilgiyle<br />

dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Değerli katılımcılar, yarın iki tane çok değerli tebliğ<br />

var; sabahleyin, Sendikalar, Grev ve Lokavt Kanunuyla ilgili, öğleden sonra ise<br />

Sosyal Güvenlik Yasalarıyla ilgili. Gene katılımınızı bekliyoruz. Hepinize katkılarınızdan<br />

dolayı teşekkür ederim. Yarın buluşmak üzere iyi akşamlar.


Toplu Đş Đlişkileri<br />

Oturum Başkanı<br />

Tebliğ Sahibi<br />

: Ali GÜNEREN<br />

Yargıtay 21. Hukuk<br />

Dairesi Başkanı<br />

: Prof. Dr. Can TUNCAY<br />

Bahçeşehir Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi


GĐRĐŞ<br />

Son yıllarda özellikle 4857 sayılı Đş Kanunun kabulünden beri (özellikle<br />

de işe iade davalarının yağmur gibi yağması sonucu) Yargıtay’ın Bireysel Đş <strong>Hukukuna</strong><br />

ilişkin kararları sayısal olarak büyük bir artış göstermiş, buna karşılık<br />

Toplu Đş <strong>Hukukuna</strong> ilişkin kararlarında gözle görülecek derecede bir azalma olmuştur.<br />

Bu azalmanın nedenleri arasında ülkemizde son yıllarda sendikalaşma<br />

oranının azalmış olması (tespitlerime göre şu anda % 13,5 civarındadır), sosyal<br />

tarafların aralarındaki uyuşmazlıkları grev ve lokavta başvurma yerine diyalog<br />

yoluyla çözmeyi tercih etmeleri ve biraz da Toplu Đş <strong>Hukukuna</strong> ilişkin ilke ve<br />

kuralların uygulamada az çok yerleşmiş olmasıdır. Bununla birlikte <strong>2004</strong> yılı<br />

kararları arasında değerlendirmeye değer 20 kadar Yargıtay kararı tespit etmiş<br />

bulunuyoruz.<br />

II. SENDĐKALAR HUKUKUNA ĐLĐŞKĐN KARARLAR<br />

1. Sendikal nedenle feshe ilişkin olanlar<br />

Bu husustaki kararlara geçmeden önce son yasal durumu hatırlatmakta<br />

yarar olduğunu düşünüyoruz. Nitekim, 2821 sayılı Sendikalar K. nun 31. maddesinde<br />

önce 9.8.2002 tarih ve 4773 sayılı kanunla daha sonra da 22.5.2003 tarih ve<br />

4857 sayılı ĐşK. ile yapılan değişiklikten sonra maddenin 6. fıkrası aşağıdaki şekli<br />

almıştır:<br />

“Đşverenin hizmet akdinin feshi dışında üçüncü ve beşinci fıkra hükümlerine<br />

aykırı hareket etmesi halinde, işçinin bir yıllık ücret tutarından az olmamak<br />

üzere tazminata hükmedilir. Sendika üyeliği veya sendikal faaliyetlerden dolayı<br />

hizmet akdinin feshi halinde ise, Đş Kanununun 18, 19, 20 ve 21 inci madde hükümleri<br />

uygulanır. Ancak Đş Kanununun 21 nci maddesinin birinci fıkrası uyarınca<br />

ödenecek tazminat işçinin bir yıllık ücret tutarından az olamaz.”<br />

Buna göre işten çıkartılma hali dışında, işçi sendikaya üye olması ya da<br />

sendikal faaliyette bulunması nedeniyle çalışmakta olduğu işyerinde ayırımcılığa<br />

uğrayacak olursa, diğer bir ifade ile işveren işçiye karşı sendikal nedenle eşit davranma<br />

borcuna aykırı davranmış olursa mağdur olan işçi işverenden en az bir<br />

yıllık ücret tutarında tazminat isteyebilecektir. Buna “sendikal tazminat” denmektedir.


Buna karşılık sendikaya üye olması veya sendikal faaliyete katılması gibi<br />

bir nedenle işçinin iş sözleşmesi feshedilecek olursa 4857 sayılı ĐşK.nun iş güvencesine<br />

ilişkin tüm hükümleri aynen uygulanacaktır. Daha açık bir ifade ile işçi<br />

süresi içinde mahkemeye başvurarak feshin geçersizliğinin tespiti ile işe iadesini<br />

ve işe iade edilmediği takdirde iş güvencesi tazminatına hükmedilmesini isteyebilir.<br />

Şu kadar ki iş güvencesi tazminatının miktarı yani işe iade edileni işe başlatmama<br />

halinde ödenecek olan tazminat, ĐşK. md. 21 de belirtildiği biçimde 4-8<br />

aylık ücret tutarıyla sınırlı olmayacak fakat en az bir yıllık ücret tutarında olacaktır.<br />

Ü.Narmanlıoğlu, bu düzenlemeyi sendikal nedenlerle işten çıkarılma halinde<br />

sendikal tazminatın SenK. Md. 31 kapsamından çıkarılmış olduğu şeklinde yorumlanmaktadır<br />

(Bak. Karar incelemesi, Legal ĐşHSGH Dergisi, 2005/5, 246).<br />

Böylece SenK. Md. 31/6 ile geçersiz feshin sendikal nedenle yapılması durumu<br />

için daha ağır bir tazminat getirilmiş olmaktadır (S.Süzek,Đş Hukuku, 2. bası, Đstanbul<br />

2005, 490; Karş. F.Demir, Đş Hukuku ve Uygulaması, 3. bası, Đzmir 2003,<br />

241). Sendikalar K. md. 31/6 da düzenlenen, daha doğrusu “işgüvencesi tazminatının”<br />

ve ayırımcılığa uğrayan işçiye ödenmesi gereken sendikal tazminatın alt<br />

sınırı işçinin en az bir yıllık ücreti tutarında olup üst sınırı belirlemek hakimin<br />

takdirine kalmış bir şeydir. Đşçi bu fesihten dolayı hiçbir zarara uğramasa dahi bu<br />

tazminat ona ödenecektir. Bu işverene verilen bir tür medeni ceza sayılır<br />

(Ü.Narmanlıoğlu, Sendikal Tazminat Talebi Karar Đncelemesi, Legal ĐşHSGHD,<br />

2005/5, 249). Yasa, “bir yıllık ücret tutarından az olamaz” dediğine göre bu hesaplama<br />

çıplak brüt ücrete göre yapılacak, prim, ikramiye, yemek parası gibi ücret<br />

ekleri hesaba katılmayacaktır (Bak. H.H.Sümer, Đşçinin Sendikal Nedenlerle Feshe<br />

Karşı Korunması, Konya 1997, 121; Ö.Eyrenci, Sendikalar Hukuku, Đstanbul<br />

1984,140). SenK. md. 31 in 7. fıkrası dikkatle okunduğunda Đş K. nun iş güvencesi<br />

kapsamı dışında kalan işçilerin, iş sözleşmelerinin sendikal nedenlerle (sendika<br />

üyeliği veya sendikal faaliyetlere katılma nedeniyle) feshi halinde işçiye en az bir<br />

yıllık ücreti tutarında “sendikal tazminat” daha doğrusu “iş güvencesi tazminatı”<br />

ödeneceği sonucu çıkar. Zira iş güvencesi kapsamı dışında kalanları sayan 7. fıkranın<br />

sonuna, “işçiye ödenecek tazminat miktarı için, altıncı fıkra hükmü esas<br />

alınır” sözleri eklenmiştir. Böylece sendikal tazminatın sendikal nedenle işten<br />

çıkarılma dışında ayırımcılığa uğrama durumunda ödeneceği, sendikal nedenle<br />

fesih durumunda ise ağırlaştırılmış iş güvencesi tazminatının ödenmesi söz<br />

konusu olmaktadır (Karş. Narmanlıoğlu, 246). SenK. md. 31/7 nin ifadesi göz<br />

önünde tutulduğunda işgüvencesi kapsamı dışında bırakılan işçilerin (bunlar Deniz<br />

ĐşK. na veya Borçlar K. na tabi olan, 50 den az işçinin çalıştığı tarım işletmelerinde<br />

çalışan veya ĐşK. md. 18 uyarınca iş güvencesi kapsamı dışında bırakılan<br />

işçilerdir. 5953 sayılı Basın ĐşK. na tabi olanlar ise ĐşK. nun iş güvencesi hükümlerinden<br />

kıyasen yararlanabilmektedirler: Basın ĐşK. md. 6/son), sendika üyeliği<br />

ve sendikal faaliyetlerden dolayı hizmet akdinin feshi iddiası ile açacağı tazminat


davasında ispat yükü işveren üzerinde bırakılmış, buna karşılık işgüvencesi kapsamına<br />

giren işçinin (gerek SenK. md. 31/7 gerek ĐşK. md. 20/2 hükümleri göz<br />

önünde tutulduğunda) feshin sendikal nedenle yapıldığını iddia etmesi ve işe iade<br />

ya da en az bir yıllık ücret tutarında tazminat istemesi halinde ispat yükü işçiye<br />

yüklenmiştir. Bu ayırıma neden gerek duyulduğu anlaşılamamaktadır (Karş.<br />

N.Çelik, Đş Hukuku Dersleri, 17. bası, Đstanbul 2005, 364). Ekleyelim ki, SenK.<br />

31/6 hükmü göz önünde tutulduğunda sadece iş sözleşmesinin feshinde ispat yükü<br />

işverene yüklenmiş olup, feshe tabi olmamakla birlikte sendikal nedenle ayırıma<br />

uğrama söz konusu olduğunda ispat yükü genel kural gereği işçinin üzerindedir<br />

(Demir, 240).<br />

SenK. md. 31 in son fıkrasında kendisine sendikal tazminat ödense de işçinin<br />

iş kanunları ve diğer kanunlara göre haiz olduğu tüm haklar saklı tutulmuş<br />

fakat maddenin 4773 sK. la değişikliğe tabi tutulmasından önceki şeklinde yer<br />

alan son cümlesi “Ancak, bu fıkraya göre tazminata hükmedilmesi halinde, iş<br />

kanunlarındaki kötüniyet tazminatı uygulanmaz” hükmüne yer verilmemiştir.<br />

Kanaatimce, cümlenin yeni kanunda yer almamış olması sendikal nedenle işten<br />

çıkarılan işçinin hem sendikal tazminat hem de ĐşK. md. 17/6 da düzenlenen<br />

kötüniyet tazminatı istemesini haklı kılmaz. Çünkü her iki tazminatta temelde<br />

aynı hukuki nedene dayanmakta olduğu, üstelik sendikal tazminat kötü niyet tazminatının<br />

ağırlaştırılmış bir türünü oluşturduğundan aynı nedenle iki ayrı tazminata<br />

hükmedilemez (Aynı fikirde: S: Süzek, 427; Çelik, 192). Yargıtay’ın 9. HD<br />

nin eski tarihli kararlarının da bu yolda olduğu görülmektedir (Bak. Yarg. 9. HD.,<br />

7.1.1997, E. 18541, K. 1184: Tekstil Đşveren, Nisan 1997, 17 ve Çelik, 192, dn.<br />

18 ve 19 daki kararlar). Kötüniyet tazminatı, işgüvencesi hükümlerinin kapsamı<br />

dışında kalan işçilere iş akitlerinin fesih haklarının kötüye kullanılması şeklinde<br />

sona erdirilmesi halinde tanınmış olan (ihbar öneline ilişkin ücretin üç katı tutarında)<br />

bir tazminattır ki sendika üyeliği ya da sendikal faaliyetleri nedeniyle işten<br />

çıkarılma da bu haller arasında sayılır. Esasen ĐşK. md. 17/6 da düzenlenmiş olan<br />

kötüniyet tazminatı ĐşK. md. 18 ve devamında düzenlenen işe iade veya tazminat<br />

güvencesi gibi daha güçlü bir güvenceden yararlanamayan işçilere tanınmış olan<br />

bir hak olup işe iade veya tazminat hakkından yararlananların bir de kötü niyet<br />

tazminatı istemelerini haklı kılmaz (Karş. P.Soyer, Feshe Karşı Korunmanın Genel<br />

Çerçevesi ve Yargıtay’ın Kararları Işığında Uygulama Sorunları, Đş Güvencesi<br />

Kanunu ve Đşe Đade Davaları, Legal 2005 <strong>Yılı</strong> Toplantısı, Đstanbul 2005, 66).<br />

Bu hususta birbirine benzer nitelikte üç Yargıtay kararı tespit etmiş bulunuyoruz.<br />

a) Yargıtay 9. Hukuk D. nin 24.5.<strong>2004</strong> tarih ve E. 5027, K. 12404 sayılı<br />

kararına konu olan olayda (Legal ĐşHSGHD., 2005/6, 794) mahkeme feshin sendikal<br />

nedenle yapıldığını belirleyerek feshin geçersizliğine ve işçinin işe iadesine,


iade edilmediği takdirde kendisine bir yıllık ücret tutarında tazminat ödenmesine<br />

karar vermiştir. Yargıtay 9. Hukuk D.,24.5.<strong>2004</strong> tarihli bozma kararında ilamdaki<br />

feshin geçersizliği ile davacının işe iadesi hükmüne katılmış fakat “mahkemece<br />

miktar gösterilerek tazminata ve boşta geçen süre için ücret alacağına karar verilmesi<br />

hatalı bulunmuştur. Zira işe başlatmama tazminatı ve boşta geçen süre ücret<br />

alacağı feshin geçersizliğinin sonucu olarak davacının başvurusu ve davalının işe<br />

başlatmaması halinde uygulanması gereken tespit niteliğinde hükümler olduğundan”<br />

Dairenin kararlılık kazanan uygulamasını dikkate alarak miktar belirtilmeksizin<br />

karar altına alınması sonucuna varmış, fakat feshin sendikal nedenle yapıldığı<br />

ve bu nedenle de belirlenecek tazminatın 2821 sayılı Yasanın 31. maddesi uyarınca<br />

en az bir yıllık ücret olması gerekir ise de davacının 8 aylık ücret talep etmiş<br />

olması karşısında bu hususu bozma nedeni yapmamıştır. Yargıtay kararında böylece<br />

8 aylık ücret tutarında tazminata ve ayrıca işe iade edilen işçinin süresi içinde<br />

işverene başvurusu halinde kararın kesinleşmesine kadar geçen süre için en çok 4<br />

aya kadar ücret vs. haklarının da tahsili gerektiğine hükmedilmiştir.<br />

Yargıtay’ın bir süreden beri verdiği işe iade kararlarında eski kararlarından<br />

farklı olarak işe iade gerçekleşmediği durumlarda mahkemenin işçiye ödenmesi<br />

gereken 4-8 aylık ücret tutarında tazminata ve boşta geçen süre için ücret<br />

alacağına hükmederken miktar belirtilmesine karşı çıktığı ve bu uygulamanın<br />

yerleştiği görülmektedir. Yargıtay’a göre bunun nedeni, feshin geçersizliğine ve<br />

davalının işçiyi işe başlatmama ihtimaline bağlı olarak tazminat ödenmesine ilişkin<br />

hüküm tespit niteliğinde bir hükümdür (Bak. Yarg. 9. HD., 7.6.<strong>2004</strong>, E.<br />

3203, K.13824; Yarg. 9. HD., 22.2.<strong>2004</strong>, E 23815, K. 950). Yargıtay 9. HD. 2003<br />

yılında verdiği kararlarda bu görüşünü, işe başlatılmama halinde ödenecek tazminat<br />

miktarı belirlenirken “mahkemece bu tazminat miktarının belirlenmesi ile<br />

yetinilmeli ayrıca tahsili yönünde hüküm kurulmamalıdır” şeklinde ifade etmiştir<br />

(Bak. 8.7.2003, E. 12442, K. 13123: Legal ĐşHSGHD., <strong>2004</strong>/1, 230; 6.11.2003, E.<br />

18733, K. 18729: Çimento Đşveren, Ocak <strong>2004</strong>, 46). Yargıtay daha da önemlisi,<br />

dava dilekçesinde sadece işe iade talebinin bulunmasını yeterli görmekte, ayrıca<br />

işe başlatılmama halinde ödenmesi gereken tazminat ve boşta geçen süreye<br />

ilişkin tazminat istenmesinin gerekli olmadığına hükmetmektedir. Çünkü Yargıtay’a<br />

göre işçinin işe iade isteği, işe başlatılmama halinde ödenmesi gereken tazminatı<br />

ve en çok dört aya kadar boşta geçen süreye ait ücret taleplerini de içerir<br />

(9. HD., 11.9.2003, E. 14994, K. 14267: Legal ĐşHSGHD, <strong>2004</strong>/1, 224: Yarg. 9.<br />

HD., 10.11.2003, E. 18298, K. 19008; 18.12.2003, E. 20421, K. 22149. Bilgili, Đş<br />

Güvencesi Hukuku, Đşe Đade Davaları, Adana <strong>2004</strong>,106-107). Đşe iade davalarının<br />

asıl amacının feshin geçersiz sayılarak işçinin işe iadesinin sağlanması olduğu göz<br />

önünde tutulacak olursa bu görüş bize de uygun gelmektedir. Ancak Ö.Ekmekçi,<br />

boşta geçen süreye ilişkin ücret için talepte bulunulmasının gerekli olduğu görü-


şündedir (Yargıtay’ın Đşe Đade Davalarına Đlişkin <strong>Kararlarının</strong> Değerlendirilmesi,<br />

Legal ĐşHSGHD, <strong>2004</strong>/1, 178). Doktrinde bu tür davalarda verilecek esas kararın<br />

işçinin işe iadesi olduğu göz önünde tutularak usul hukuku açısından ortada bir<br />

“eda davası” bulunduğunu ileri sürenler de bulunmaktadır (Bak.M.Özekes, Hukuk<br />

Yargılanması ve Đcra Hukuku Yönünden Đşe Đade Davaları ve Uygulama Sorunları,<br />

Đş Güvencesi Kurumu ve Đşe Đade Davaları, 137, 148; A.Güzel, Đş Güvencesine<br />

Đlişkin Yasal Esasların Değerlendirilmesi, Đş Hukuku ve Sosyal Güvenlik <strong>Hukukuna</strong><br />

Đlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri <strong>2004</strong> yılı Toplantısı, Đstanbul Barosu<br />

Yayını <strong>2004</strong>, 106).<br />

Yargıtay kararında Sendikalar K. md. 31 uyarınca ödenmesi gereken sendikal<br />

tazminatın işçinin en az bir yıllık ücret tutarında olması gerektiğine işaret<br />

edilmekle birlikte davacının dilekçesinde 8 aylık ücret talep etmiş olması karşısında<br />

bu husus bozma nedeni yapılmamıştır. Öyle anlaşılıyor ki davacı, SenK.<br />

md. 31 in yollama yaptığı ĐşK. md. 21 uyarınca belirlenecek tazminatın alt sınırını<br />

bir yıllık ücret tutarına çıkarmış olduğunun farkında olmaksızın ĐşK. md. 21 deki<br />

üst sınır olan 8 aylık ücret tutarını talep etmiştir. Oysa davacı miktar belirtmeyip<br />

sadece tazminat istemiş olsaydı hatta sadece işe iade talep etmiş olsaydı dahi<br />

mahkeme, iş güvencesi hükümleri uyarınca işe iade kararıyla birlikte bu kararın<br />

uygulanmaması durumunda ödenecek tazminatı ve başta geçen süreye ait ücret<br />

alacağını gene de kararında gösterecek idi. Zira bu tazminat mahkemenin işe<br />

iade kararının işverence uygulanmamasının yasal bir sonucudur. Bu bakımdan<br />

işçinin sadece işe iade talebinde bulunması gerekli ve yeterlidir (Yarg.9.<br />

HD.,20.5.2003, E. 14994, K. 14267 (ĐBD Aralık 2003, 906) (Güzel, Đş Güvencesi,<br />

110; Bu konuda ayrıca bak. Đ.Subaşı, Karar Đncelemesi, Çalışma ve Toplum,<br />

2005/1, 193). Davacı böyle yapmayıp işe iadesi yapılmadığı takdirde kendisine<br />

ödenmesini istediği tazminat tutarını dilekçesinde gösterince Yargıtay’ın da ister<br />

istemez Usul Hukukunun temel kurallarından biri olan taleple bağlılık kuralından<br />

(HUMK md. 74) ayrılmayı haklı kılan bir neden bulunmadığı için davacının istediği<br />

tutarı aşan bir karar vermemiştir. Bizce karar bu yönüyle de doğrudur.


) Yargıtay 9.HD. nin 29.7.<strong>2004</strong> tarih ve E. 5523, K. 19994 sayılı kararı<br />

da yukarıda incelediğimiz 24.5.<strong>2004</strong> tarihli kararın hemen hemen aynısı niteliğinde<br />

olduğundan (Legal ĐşHSGHD, 2005/5,307) yukarıda söylenenler burada da<br />

geçerlidir. Yarg.9.HD’nin 15.3.<strong>2004</strong> gün ve E. 2171, K. 6493 (Legal ĐşHSGHD,<br />

5/2005,372) ve 7.10.<strong>2004</strong> gün ve E. 21425, K. 22545 sayılı kararları da (Aynı<br />

dergi, 299) aşağı yukarı aynı niteliktedir.<br />

c) Yargıtay 9. HD. nin 5.10.<strong>2004</strong> tarih ve E. 13246, K. 21982 sayılı kararına<br />

konu olan olayda (Legal ĐŞHSGHD, 2005/5,301) ise davacı, iş sözleşmesinin<br />

sendikal nedenle feshedildiğini ileri sürerek “sendikal tazminat”, bu olmadığı<br />

takdirde kötü niyet tazminatı isteğinde bulunmuş, mahkeme gerekçesiz kararında<br />

sendikal tazminat istemini red etmiş fakat kötüniyet tazminatına karar vermiştir.<br />

Kararın davalı (işveren) tarafça temyizi üzerine Yüksek Mahkeme dava dilekçesinde<br />

sendikal nedene dayanıldığı ve kötüniyet tazminatına gerekçe olarak da<br />

başkaca bir sebep ileri sürülmediğine göre sendikal nedenle feshin olup olmadığının<br />

üzerinde durulmasının gerekli olduğunu belirterek sendikal nedenin bulunduğu<br />

sonucuna varılacak olursa usuli kazanılmış hak ilkesi gözetilerek kötüniyet<br />

tazminatının kabulüne karar verilmeli, aksi halde kötüniyet tazminatı isteğinin<br />

dahi reddi cihetine gidilmelidir sonucuna varmıştır.<br />

Karardan açıkça anlaşılmamakla beraber varılan sonuca dikkat edilecek<br />

olursa davacı işçinin SenK. md. 31/6 uyarınca iş güvencesinden yararlanan bir<br />

işçi olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda davacı ĐşK. md. 18 e göre işe iade ve işe<br />

iade edilmeyecek olursa en az bir yıllık ücret tutarında işgüvencesi tazminatı talep<br />

etmesi gerekirdi. Davacı bunun yerine sendikal tazminat, bu olmadığı takdirde<br />

ĐşK. md. 17 de düzenlenen işgüvencesi hükümlerine tabi olmayan işçiler için<br />

getirilen ihbar önelinin üç katı ücret tutarında kötü niyet tazminatı istemiş bulunmaktadır.<br />

Mahkeme feshin sendikal nedene dayanıp dayanmadığını araştırmadığı<br />

halde hatalı olarak davacı lehine daha az miktardaki kötü niyet tazminatına karar<br />

vermiş fakat kararı sadece davalı işveren temyiz etmiş, davacı işçi temyiz etmemiştir.<br />

Yargıtay, kararın davacı işçi tarafından temyiz edilmediğini göz önünde<br />

tutarak en az bir yıllık ücret tutarında tazminat yerine usuli kazanılmış hak ilkesi


uyarınca mahkemece karar verilen kötüniyet tazminatıyla yetinilmesine karar<br />

vermiştir. Kuşkusuz bu sonuca mahkemece yapılacak araştırma sonucunda davacının<br />

iş sözleşmesinin sendikal nedenle yapıldığı sonucuna varılacak olursa gidilecektir.<br />

Oysa işgüvencesi kapsamına giren işçilerin en az bir yıllık ücret tutarında<br />

iş güvencesi tazminatı yerine daha az tutardaki kötüniyet tazminatı talep etmeleri<br />

pek akıllıca bir talep olmaz. Ancak SenK. md. 31/6 ile ĐşK. 17/6 nın bir noktada<br />

kesiştiği dikkate alınacak olursa işçinin iş güvencesi tazminatından vazgeçerek<br />

sendikal tazminat talep etmesi mümkün görülmelidir (Süzek, 426). Bununla beraber<br />

doktrinde bazı yazarlar, bu görüşe kesinlikle karşı çıkmakta ve yasanın burada<br />

işçiye bir seçimlik hak vermediği, iş güvencesi tazminatı isteme hakkına sahip<br />

olanların bundan vazgeçerek kötü niyet tazminatı isteme haklarının bulunmadığını<br />

savunmaktadırlar (Bak. Narmanlıoğlu, 249-250). Olayda davacı her nasılsa<br />

kötüniyet tazminatı istemiş ve mahkeme de bunu kabul etmiştir. Karar davacı<br />

tarafından değil davalı tarafından temyiz edilip bozulunca davalı lehine usuli bir<br />

kazanılmış hak doğmuştur. Bu durumda mahkemece yapılacak incelemede feshin<br />

sendikal nedenle yapıldığı anlaşılacak olursa davacı işe iade ve bir yıllık ücret<br />

tutarında tazminat isteminde bulunmadığından yasaya aykırı dahi olsa talep ettiği<br />

daha az tutardaki ve lehine hükmedilen kötüniyet tazminatı ile yetinmek zorunda<br />

kalacaktır. O halde kararda varılan sonuç bizce hem SenK. ve ĐşK.nun düzenleme<br />

tarzına hem de Usul Hukukunun kurallarına uygun düşmektedir.<br />

2. Đşyeri Sendika Temsilcisinin Đş Güvencesi<br />

Sendikalar K. nun işyeri sendika temsilciliğinin güvencesini düzenleyen<br />

30. maddesi önce 9.8.2002 tarih ve 4773 sayılı Kanunla değiştirilmiş daha sonra<br />

da 22.5.2003 tarih ve 4857 sayılı ĐşK. ile madde içeriğine dokunulmadan yollama<br />

yapılan yeni ĐşK. daki tazminat maddesinin no.sı değiştirilerek madde aşağıdaki<br />

şekli almıştır:<br />

“Đşyeri sendika temsilcisinin belirsiz süreli hizmet akdinin işveren tarafından<br />

feshinde Đş Kanununun ilgili hükümleri uygulanır. -Temsilcinin hizmet


akdinin sadece temsilcilik faaliyetlerinden dolayı feshedilmesi halinde, Đş Kanununun<br />

21 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca en az bir yıllık ücreti tutarında<br />

tazminata hükmedilir.- Đşveren, yazılı rızası olmadıkça işyeri temsilcisinin çalıştığı<br />

işyerini değiştiremez veya işinde esaslı bir tarzda değişiklik yapamaz. Aksi<br />

halde değişiklik geçersiz sayılır”.<br />

Böylece işyeri sendika temsilcisinin güvencesi yeni ĐşK. ile işçilere getirilen<br />

iş güvencesi hükümlerine paralel hale getirilmiş bulunmaktadır. Oysa eski<br />

düzenlemeye göre temsilcinin haklı bir neden olmaksızın iş sözleşmesinin feshi<br />

halinde mahkeme kararıyla fesih geçersiz sayılarak temsilcinin işine iade edilmesi<br />

ve işin görülmediği süreye ait ücreti ve diğer bütün haklarının işverence temsilciye<br />

ödenmesi olanağı sağlanmıştı. Fesih geçersiz sayılarak işe iade olanağının<br />

sağlanması eski düzenlemede sadece sendika işyeri temsilcisine tanınmış bir<br />

imtiyaz niteliğindeydi. Yeni düzenlemede ise 4857 sayılı ĐşK.nun iş güvencesi<br />

hükümlerine yollama yapıldığından belirsiz süreli sözleşmenin geçersiz bir nedenle<br />

feshi halinde işe başlamak için işverene başvurduğu halde işe başlatılmayan<br />

temsilciye en az bir yıllık ücret tutarında tazminat ve boşta geçen süre için en çok<br />

dört aylık ücret vs. haklarının ödenmesi söz konusudur. Oldukça etkin bir işe iade<br />

olanağını ortadan kaldırması nedeniyle, getirilen bu yeni düzenlemenin sendika<br />

işyeri temsilcisinin iş güvencesini geriye götürdüğü söylenebilir (Bak. Süzek,<br />

492; S.Taşkent, Đş Güvencesi’ne Yeni Yasal Düzenleme, Ankara 2002, 64;<br />

P.Soyer, Feshe Karşı Korumanın Genel Çerçevesi, 67; Ö.Ekmekçi, Toplu Đş Hukuku<br />

Bakımından Đş Güvencesi Yasa Tasarısının Değerlendirilmesi, Đş Güvencesi<br />

Yasa Tasarısının Değerlendirilmesi Semineri, IBD yayını, Đstanbul 2001,55 vd.;<br />

A.C.Tuncay, Đş Güvencesi Yasası Neler Getiriyor, Çimento Đşveren, Ocak 2003,<br />

16; S.Yürekli, Đşyeri Sendika Temsilciliği ve Güvencesi, Đstanbul <strong>2004</strong>, 173-174;<br />

A.Güzel, Đş güvencesine Đlişkin Yasal Esasların Değerlendirilmesi, Đş Hukuku ve<br />

Sosyal Güvenlik <strong>Hukukuna</strong> Đlişkin Sorular ve Çözüm Önerileri <strong>2004</strong> <strong>Yılı</strong> Toplantısı,<br />

Đst. Barosu Yayını, <strong>2004</strong>, 134-135). Çünkü eski düzenlemede işine iade edilen<br />

temsilciyi, işe geri almaktan başka seçeneği olmayan işveren (aksi halde tüm<br />

temsilcilik süresi boyunca ona çalışıyormuşçasına ücret ve tüm haklarını ödemeye<br />

devam edecektir) SenK. md. 30 un yeni düzenlemesi karşısında temsilciyi işe<br />

başlatma veya iş güvencesi tazminatı ödemek konusunda bir seçim hakkına sahip<br />

bulunmaktadır. Sadece tazminatın miktarı bir yıllık ücret tutarından az olmayacaktır<br />

(SenK. md. 30/2). Đşten çıkarılma işlemi geçersiz sayılıp işine iade edilen<br />

ya da kendisine SenK. md. 30/2 deki yollama nedeniyle ĐşK. md. 21 uyarınca iş<br />

güvencesi tazminatı ödenen temsilcinin şartları oluştuğunda ayrıca ĐşK. md. 17/6<br />

uyarınca kötü niyet tazminatı talep etmesi konusunda yasada açıklık yok ise de,<br />

böyle bir talep mümkün değildir. Çünkü her iki tazminat da aynı hukuki nedenden<br />

kaynaklandığından ve biri diğerinin özel türü olduğundan aynı nedenden iki defa


tazminat hakkı doğmaz. Buna ilişkin açıklama esasen yukarıda yapılmıştı.<br />

Sendikalar K. nun 30. maddesinin son fıkrası ile de, işyeri sendika temsilcisinin<br />

yazılı rızası olmadıkça işverenin temsilcinin çalıştığı işyerini değiştiremeyeceği<br />

ya da işinde esaslı tarzda değişiklik yapamayacağı, aksi halde yapılan değişikliğin<br />

geçersiz sayılacağı yolunda bir hüküm getirilmiştir. Maddenin eski şeklinde<br />

böyle bir hüküm bulunmadığından geçmişte temsilcilerle işverenler arasında<br />

bu konuda sürtüşmeler yaşanmakta ve mahkemeler de bu konuda kararlı bir çözüm<br />

getirememekteydiler (Bu hususta bak. Çelik, 381 vd.). Getirilen yeni düzenleme<br />

bu konudaki tereddütleri gideren ve hakkın kötüye kullanımını korumayan<br />

isabetli bir düzenlemedir.<br />

a) Yargıtay 9. HD nin 21.10.<strong>2004</strong> tarih ve E. 6558, K. 23719 sayılı kararına<br />

konu olan olayda, işine SenK. Md. 30 a aykırı olarak haklı bir neden olmadan<br />

son verildiğini iddia eden sendika işyeri temsilcisi işe iade davası açmış ve boşta<br />

geçen süreye ilişkin ücret talebinde bulunmuştur (Legal ĐşHSGHD, 2005/5, 297).<br />

Davalı işveren ise özelleştirme kapsamında bulunduğunu 2002 yılı sonuna kadar<br />

35 işyerinden 22 sini özelleştirerek faaliyetine son verdiğini, 2003 yılı ortalarında<br />

da davacının iş gördüğü işyerinde çalışan temsilci dahil emekliliğe hak kazanmış<br />

tüm işçilerin akitlerinin sona erdirildiğini, bunun ekonomik nedenlerle yapıldığını,<br />

davacının iş akdinin feshinin işyeri temsilciliği ile ilgisinin bulunmadığını<br />

savunmuştur. Mahkeme ise SenK. Md. 30 un sendika işyeri temsilcisinin emekliliğe<br />

hak kazanmakla işine son verilmesine olanak tanımadığı gerekçesiyle fesih<br />

işlemini geçersiz saymış ve temsilcinin işine iadesine, fakat davacı sendika işyeri<br />

temsilcisi olduğundan tazminat ve boşta geçen süreye ilişkin ücret talebinin reddine<br />

karar vermiştir. Belirtelim ki karara konu olay önceki ĐşK. nu değiştiren<br />

4773 sayılı K. zamanında olmuştur.<br />

Kararı temyizen inceleyen Yargıtay 9. HD. ise, Sendikalar K. nun 30.<br />

maddesinde 4773 sayılı Kanunla değişiklik yapan düzenleme karşısında salt işyeri<br />

temsilcisi olmanın akdin feshine engel oluşturmayacağına, davalı işverenin ibraz<br />

ettiği bilgi ve belgelerden feshin işletme gereklerinden kaynaklanan ekonomik<br />

nedenlerle yapıldığının anlaşıldığına göre davacı sendika işyeri temsilcisinin iş<br />

akdinin feshinin geçerli bir nedene dayandığı sonucuna varmış ve kararı bozarak<br />

ortadan kaldırmıştır.<br />

Bu kararda göze çarpan iki husus, SenK. Md. 30 un işyeri sendika temsilcisinin<br />

iş akdinin feshine engel oluşturmadığı ve yasal (geçerli) nedenler varsa<br />

(olaydaki ekonomik nedenlerde olduğu gibi) temsilcinin de iş akdinin prosedüre<br />

uymak koşuluyla feshedilebileceğinin kabulüdür. Bu tespitlerin isabetli olduğunu<br />

düşünüyoruz.


Kararda (ekonomik nedenle fesih geçerli kabul edilince olsa gerek, artık<br />

gerek duyulmadığı için) tartışılmayan önemli bir husus, işyerinde çalışan işyeri<br />

sendika temsilcisi dahil emekliliğe hak kazanmış tüm işçilerin iş akitlerinin feshedilmiş<br />

olmasıdır. Gerçekten emekliliğe hak kazanmış olmanın ĐşK. md. 18 anlamında<br />

geçerli bir fesih nedeni oluşturmayacağı oldukça tartışmalıdır.<br />

Yargıtay kararlarına göre belli bir yaşa ulaşma (yaşlılık) veya yaşlılık aylığına<br />

hak kazanma (emeklilik) tek başına geçerli bir neden sayılmamaktadır<br />

(Bak. Yarg. 9. HD., 11.12.2003, E. 20222, K. 20604: Legal ĐşHSGHD, <strong>2004</strong>/1,<br />

650; 9. HD., 15.4.<strong>2004</strong>, E. 6141, K. 7644: Legal ĐşHSGHD, <strong>2004</strong>/3, 1006; 9.<br />

HD., 10.11.2003, E. 18926, K. 18920: Đşveren, Aralık 2003, 21). Bununla birlikte<br />

yaşlılık ancak kişinin performansının ciddi biçimde etkiliyor ve işini gereği gibi<br />

yapmasını engelliyor ise geçerli bir fesih nedeni olabilir (Süzek, 454;<br />

Eyrenci/Taşkent/Ulucan, Bireysel Đş Hukuku, 2. bası, Đstanbul <strong>2004</strong>, 161).Alman<br />

Hukukunda da benzeri görüşün hakim olduğu söylenebilir (Bak. Brox/Rüthers/<br />

Henssler, 16. Aufl., Stuttgart <strong>2004</strong>, Nr. 500; Söllner/Waltermann, Grundriss des<br />

Arbeitsrechts, 13. Aufl., München 2003, Nr. 928 vd.). Yargıtay 9. HD de bir kararında,<br />

her ne kadar işyeri personel yönetmeliğinde emekliliğe hak kazananların<br />

sözleşmelerinin feshedileceği fakat “performans durumları göz önünde tutularak<br />

devamında yarar görülenlerin hizmet akitleri devam ettirilir” hükmü yer aldığına<br />

göre emeklilik hakkını kazanmış olan fakat performansı azaldığı işverence kanıtlanamamış<br />

olan işçinin iş akdinin feshinin geçerli bir nedene dayanmadığına<br />

hükmetmiştir (19.1.<strong>2004</strong>, E. 22196, K. 261: Tekstil Đşveren, Ağustos <strong>2004</strong>, 36).<br />

Kanımca, işletmede belli bir yaşa ulaşmış ya da emekliliğe hak kazanmış olmanın<br />

geçerli fesih nedeni olacağı hakkında özel hukukta açık bir düzenleme mevcut<br />

değilse de bu durumda olanların iş akitlerinin sona erdirileceğine dair işverence<br />

önceden belirlenmiş ve işçilere duyurulmuş genel ve objektif bir düzenleme ya da<br />

yerleşik işyeri politikası mevcut ise dürüstlük kuralı ve eşitlik ilkesi çerçevesinde<br />

bu düzenlemeye uygun yapılan fesihler işyeri gereklerine dayanan geçerli fesih<br />

nedeni sayılmak gerekir.<br />

Bu nokta Yargıtay’ın kararını etkileyici nitelikte görülmediği için olsa gerek<br />

tartışma konusu yapılmamıştır. Kararı bozulan mahkemenin ise temsilcinin iş<br />

akdinin feshine ve işe iadesine karar verirken neden tazminata ve boşta geçen<br />

süreye ilişkin talebin de reddine karar verdiğini de anlamak mümkün olmamıştır.<br />

Zira SenK. Md. 30 fıkra 1 de temsilcinin işten çıkarılması halinde ĐşK. hükümlerine<br />

atıf yaparken ikinci fıkrada açıkça boşta geçen süreye ilişkin ücret alacağından<br />

söz eden ĐşK. md. 21 den söz etmiştir.<br />

Belirtelim ki en fazla 4 ayla sınırlı olan boşta geçen süreye ilişkin ücret<br />

alacağı işçinin işe iade kararının kesinleşmesinden sonra işçinin süresi içinde iş-


verene başvurması ve bir aylık sürede işverence işe başlatılmaması halinde muaccel<br />

olur (Yarg. 9. HD., 30.10.2003, E. 18346, K. 18347: A.Bilgili, Đş Güvencesi<br />

Hukuku, Đşe Đade Davaları, Adana <strong>2004</strong>,157; 8.7.2003, E. 12442, K. 3123: ĐB<br />

Dergisi, 2003, Sayı 3, 750. Karş. Ö.Ekmekçi, Yeni Đş Kanunu Karşısında Yargı,<br />

Dava Süreci ve Olası Uygulama Soruları Üzerine, MERCEK, Temmuz 2003,<br />

137).<br />

b) Yargıtay 9. HD nin 31.3.<strong>2004</strong> tarih ve E. 18398, K. 6634 sayılı kararına<br />

konu olan bir başka olay ise (Legal ĐşHSGHD., 2005/5, 371) toplu iş sözleşmesi<br />

prosedürü devam ederken işyeri sendika temsilcisinin iş değişikliğinden<br />

kaynaklanan “bakiye sendikal tazminat” istemiyle ilgilidir. SenK. Md. 30/3 temsilcinin<br />

rızası dışında işyeri değişikliğinin geçersiz sayılacağı yolunda bir hüküm<br />

getirmişse de bu hükümde temsilciye sendikal tazminat ödeneceğinden söz eden<br />

bir hüküm bulunmamaktadır. Oysa Yargıtay işyeri değişikliğinden kaynaklanan<br />

sendikal tazminat isteminin SenK. Md 31 den kaynaklandığını belirlemiş ise de<br />

bu maddede öngörülen tazminat miktarı için madde 61 de sözü edilen ve sadece<br />

üyelik aidatı için öngörülen en yüksek işletme kredisi faizine hükmedilemeyeceğine<br />

ancak yasal faiz yürütülebileceğine hükmetmiştir. Yargıtay kararında ilginç<br />

olan nokta rıza dışı işyeri değişikliğinin geçersiz sayılmasının talep edilmediği ve<br />

mahkemenin de bu konuda bir karar almadığıdır. Öyle anlaşılıyor ki dava sadece<br />

sendikal tazminat istemiyle açılmıştır.<br />

Gerçekten SenK. Md. 30 sendika işyeri temsilcilerinin güvencesini düzenleyen<br />

bir düzenleme olup bu hükümle belirsiz süreli iş sözleşmesiyle çalışan<br />

temsilcinin iş sözleşmesinin feshinde ĐşK.daki iş güvencesi hükümlerinin uygulanacağı<br />

buna karşılık rıza dışı “işyeri” veya “esaslı iş şartları değişikliğinde” ise bu<br />

değişikliğin geçersiz sayılacağı öngörülmüştür. Maddenin son fıkrası, işyeri ve iş<br />

değişiklikleri konusunda herhangi bir ayırım yapmaksızın hem “belirli” hem “belirsiz<br />

süreli” iş sözleşmesiyle çalışan temsilcilere tanınmıştır (Demir, 253; Yürekli,<br />

257). Ne var ki bu maddede sendikal tazminat düzenlenmiş değildir. Ancak<br />

md. 31 sendika üyeliğinin güvencesini düzenleyen ve madde 30 a oranla daha<br />

genel hükümler içeren bir madde olduğuna göre temsilcilik görevi nedeniyle işyeri<br />

değişikliği bir anlamda SenK. Md. 31 in 3 ve 5. fıkra hükümlerine aykırılık<br />

olarak nitelendirilebilir ve aynı maddenin 6. fıkrasındaki sendikal tazminat ödenmesinin<br />

yasal temelini oluşturabilir. Bu durumda Yargıtay’ın kararı isabetsiz sayılmaz.<br />

Kuşkusuz bu tazminat kendine özgü bir tazminat ve yasal dayanağı SenK.<br />

Md. 31 olduğundan, işverence işçi ücretlerinden kesilen sendika aidatlarının sendikaya<br />

geç ödenmesi halinde bankaların işletme kredilerine uyguladıkları en yük-


sek faize hükmolunacağına dair SenK. Md. 61/sondaki hükmün uygulanması<br />

mümkün değildir. Faiz uygulanacak ise 3095 sayılı K. daki şartlar doğrultusunda<br />

faize hükmetmek gerekir.<br />

Kararda anlaşılmayan nokta “bakiye sendikal tazminat” sözünden ne kastedildiğidir.<br />

Acaba daha önce bu tazminatın bir bölümü dava konusu mu yapılmıştı?<br />

Oysa bildiğimiz kadarıyla sendikal tazminat bir bütün olup kısım kısım<br />

dava edilemez.<br />

c) Sendikalar K. md. 30, işyeri sendika temsilcisinin belirsiz süreli hizmet<br />

akdinin işveren tarafından feshi halinde ĐşK. nun ilgili hükümlerinin uygulanacağını<br />

öngördüğüne göre ĐşK. md. 18 kapsamına giren temsilci işe iade davasını,<br />

fesih bildiriminin tebliğinden itibaren bir ay içinde açmalıdır. Bu süre hak düşürücü<br />

süredir. Yargıtay 9. HD., 20.9.<strong>2004</strong> tarih ve E. 4385, K. 19461 sayılı kararında<br />

(YKD, Kasım <strong>2004</strong>, 1690) iş sözleşmesi feshedilen temsilcinin işe iade<br />

davasını hak düşürücü süre olan bir ay içinde açmadığına göre “mahkeme temsilcisinin<br />

işine iade edilmesine karar verirse fesih geçersiz sayılarak iş gördürülmemiş<br />

olsa bile temsilcinin işten çıkarıldığı tarihten başlamak üzere temsilcilik süresinin<br />

devamınca ücreti ve diğer bütün hakları işverence ödenir” hükmünden yararlanamayacağına<br />

hükmetmiştir. Dikkat edilirse bu karar SenK. Md. 30 un 4773<br />

sayılı kanunla değiştirilmeden önceki şeklini ilgilendiren eski bir fesih olayıyla<br />

ilgilidir. Karar doğru olup tartışılacak bir yanı yoktur.<br />

d) Sendikalar Kanunu md. 30 un önceki şeklini ilgilendiren bir başka kararda<br />

da işe iade kararından itibaren 6 işgünü içinde işe başlamayan işçiye mahkemece<br />

bu yasa maddesi uyarınca öngörülen tazminatın ödenmeyeceğine hükmedilmiştir<br />

(Yarg. 9. HD., 26.02.<strong>2004</strong>, E, 13385, K. 3403: Đşveren, Haziran <strong>2004</strong>,<br />

18). Karar metninden, davayı kazanan temsilcinin başka bir işte çalıştığı için işbaşı<br />

yapamadığı anlaşılmaktadır. Altı iş günlük süre hak düşürücü nitelikte olduğuna<br />

göre bu karar da SenK. md. 30 un önceki şekline uygun bir karardır.<br />

3. Sendika genel kurul toplantısının iptali<br />

Sendikalar <strong>Hukukuna</strong> ilişkin olarak değerlendirme konusu yapacağımız son<br />

karar da sendika olağan genel kurul toplantısının iptaliyle ilgilidir. Nitekim Yarg.<br />

9. HD. nin 9.6.<strong>2004</strong> tarih ve E. 13365, K. 14374 sayılı kararına konu olan olayda<br />

(Đşveren, Kasım <strong>2004</strong>, 29) kapatılan bir işyeri, orada çalışan işçiler tarafından<br />

kendilerine işverence ödenecek kıdem tazminatları karşılığında devralınmış olup<br />

şirketin yönetimi tamamen işçilerden oluşmuştur. Đşçi sendikası üyesi davacı, 6-7<br />

Eylül 2003 tarihlerinde yapılan işçi sendikası olağan genel kurulunda sendikaya


aşkan seçilen kişinin aynı zamanda aynı iş kolunda kurulu şirketin de yönetim<br />

kurulu başkanı olduğunu, bunun ise Sendikalar Kanununun 38. maddesindeki<br />

işçilerin işveren, işverenlerin işçi sendikalarına üye olma ve birbirlerinin işlerine<br />

müdahale etme yasağına aykırı olduğu iddiasıyla genel kurul toplantısının tüm<br />

sonuçlarıyla birlikte iptalini istemiştir. Yüksek mahkeme iddiayı sabit görmekle<br />

birlikte sendika olağan genel kurul toplantısının sadece sendika başkanının seçimi<br />

ile sınırlı olarak iptali gerektiği gerekçesiyle, mahkemenin genel kurulun tüm<br />

sonuçlarıyla beraber iptaline dair kararını bozmuştur.<br />

Belirtelim ki, zıt çıkarların birbirinden bağımsız örgütler içinde savunulmasını,<br />

işçi ve işverenlerin farklı sendikalarda bir araya gelmelerini ve faaliyette<br />

bulunmalarını amaçlayan Sendikalar K. nun 38. maddesindeki ilkeye Alman<br />

Hukukundan esinlenen bir deyimle “saflık ilkesi” denir (Eyrenci, 22; A.Can Tuncay,<br />

Toplu Đş Hukuku, Ankara 1999, 95). Sendika genel kurul toplantısında yapılan<br />

seçimde işte bu temel ilkeye aykırılık yapılmıştır. Dolayısıyla iptal istemi<br />

doğrudur.<br />

Sendikalar K. da sadece genel kurullarda zorunlu organlara yapılan seçimlerin<br />

iptaline ilişkin bir düzenleme mevcut olup (md. 52) bunun dışında genel<br />

kurulun yasaya aykırı toplanması veya karar alınmasının iptali ile ilgili genel bir<br />

hüküm bulunmamaktadır. Bu durumda uygulanacak hüküm SenK. md. 63 deki<br />

gönderme dolayısıyla Medeni K. nun 83. maddesidir (eski md. 68) (Eyrenci, 83;<br />

Şahlanan, Sendikalar Hukuku, Đstanbul 1995, 95; Çelik, 426). MK md. 83 e göre<br />

“Toplantıda hazır bulunan ve kanuna veya tüzüğe aykırı olarak alınan genel kurul<br />

kararlarına katılmayan her üye, karar tarihinden başlayarak bir ay içinde; toplantıda<br />

hazır bulunmayan her üye kararı öğrenmesinden başlayarak bir ay içinde ve<br />

her halde karar tarihinden başlayarak üç ay içinde mahkemeye başvurmak suretiyle<br />

kararın iptalini isteyebilir. -Diğer organların kararlarına karşı, dernek içi denetim<br />

yolları tüketilmedikçe iptal davası açılamaz. -Genel kurul kararlarının yok<br />

veya mutlak butlanla hükümsüz sayıldığı durumlar saklıdır.” Aslında genel kurulda<br />

yapılan seçimler dahi hukuki nitelikçe bir genel kurul kararı olduğundan bunların<br />

iptali için de genel kurallara gidilebilirdi. Ancak Yasakoyucu bunun için özel<br />

hüküm getirdiğinden buna uymak gerekir (E.T.Kaplan, Sendika Genel Kurul Toplantıları<br />

ve Genel Kurul <strong>Kararlarının</strong> iptali ile ilgili Hukuki Sorunlar, TUHĐS,<br />

Mayıs 1992, 21). Bu özel hükümler SenK. md. 10, 14 ve 52 dir.<br />

Đptal kararına konu olacak genel kurul kararları sadece yasaya değil, sendika<br />

(dernek) tüzüğüne de aykırı olan kararlardır. Bununla birlikte hukukun genel<br />

ilkelerine, sendika içi demokrasiye, sendika içi geleneklere aykırı kararlar da iptal<br />

davasına konu olabilirler (Şahlanan, 97; Kaplan, 20 vd.). Buna karşılık emredici


hükümlere, kamu düzenine, kişilik haklarına ahlak ve adaba aykırı genel kurul<br />

kararları kesin hükümsüzdür (BK md. 20). Bu nitelikteki kararlar esasen baştan<br />

itibaren hükümsüz oldukları için bunlar aleyhine iptal davası açılması dahi söz<br />

konusu olmaz. Örneğin yeterli toplantı sayısı ya da karar sayısı gerçekleşmeden<br />

genel kurulda bir karar alınmışsa ortada bir karar bulunmadığından bunun iptali<br />

istenemez (Eyrenci, 83). Ancak bu tür bir kararın geçersizliğinin tespiti bir tespit<br />

davasına konu olabilir (MK md. 83/3) (Dural/Öğüz, Türk Özel Hukuku, Cilt II,<br />

Kişiler Hukuku, Đstanbul 2002, 300-301). Bununla beraber Yargıtay 9.HD,<br />

18.3.1999 tarih ve E. 5013, K. 5538 sayılı kararında delege sıfatı bulunmayan<br />

kişilerin katılımıyla gerçekleşen genel kurulun iptaline karar verilmesi gerektiğine<br />

hükmetmiştir (M.Kılıçoğlu, Sendikalar Hukuku ve Toplu Đş Uyuşmazlıkları, Ankara<br />

1999, 145). Uygulamada gerçekten genel kurul kararı ister iptal edilebilir<br />

olsun ister yoklukla malul olsun tümü için iptal istenmekte, mahkemeler de iptal<br />

kararı vermektedirler (Kaplan, 19). Belirtelim ki, genel kurulda delege olmayan<br />

kişilerin katılımıyla yapılan toplantıda alınan kararların iptali için açılan davada<br />

önce delege seçiminin iptali için dava açılıp bunu bekletici mesele yaptıktan sonra<br />

mahkemeden çıkacak sonuca göre genel kurul kararlarının (kongrenin) iptaline<br />

karar verilmesi şeklinde Yargıtay’ın eski bir görüşünün (Yarg. 9. HD., 8.7.1986,<br />

E. 6389, K. 7179) usul ekonomisine aykırı olduğu, bu durumda iş mahkemesinde<br />

doğrudan doğruya genel kurulun iptali davası açılmasının yeterli olduğu görüşündeyim<br />

(Karş. Kaplan, 22). Nitekim Yargıtay sonradan bu görüşünü değiştirmiştir<br />

(9. HD., 27.1.1987, E. 7031, K. 716: Berksun/Eşmelioğlu, Sendikalar Kanunu,<br />

Ankara 1989, 316). Öte yandan MK md. 83 e dayanarak sendika genel kurulunun<br />

iptalini dava eden üyenin söz konusu karara katılmamış olması da gereklidir. Söz<br />

konusu iptal davası toplantıda hazır bulunan fakat karara katılmayan üye tarafından<br />

hukuka aykırı genel kurul kararının alındığı tarihten itibaren bir ay, toplantıya<br />

katılmamış bir üye ise kararın öğrenilmesinden itibaren bir ay içinde ve her halde<br />

karar tarihinden itibaren üç ay içinde açılmalıdır. Bu süreler hak düşürücüdür.<br />

Önemle belirtelim ki, uygulamada genel kurul toplantısının iptali ile genel<br />

kurul kararlarının iptali istemi aynı anlama gelir. Şöyle ki, mahkeme genel<br />

kurulda alınan tüm kararların, diğer bir deyimle “genel kurul toplantısının tüm<br />

sonuçlarıyla birlikte” iptaline karar verebileceği gibi (tam iptal hükmü) toplantıda<br />

alınan kararların ya da yapılan işlemlerin bir ya da bir kaçının iptaline de karar<br />

verilebilir (kısmi iptal hükmü). Nitekim Yarg. 9. HD. 9.6.<strong>2004</strong> tarihli kararında<br />

sendika genel kurul toplantısının tüm sonuçlarıyla birlikte iptaline gerek görmemiş<br />

sadece bu toplantıda saflık ilkesine aykırı olarak (SenK. md. 38 e aykırılık<br />

hali) sendika başkanlığına seçilen kişinin seçilme kararının iptaline karar vermiştir.<br />

Yargıtay’ın daha önceki başka kararlarında da bu yönde hükümler verdiği<br />

görülmektedir. Gerçekten aynı anda iki ayrı işkolunda kurulu sendikanın zorunlu


organlarına seçilen kişinin bu organlardaki görevinin hükümsüz sayılacağına,<br />

ayrıca üyeliklerin geçersiz sayılmasına ve davalı sendikanın kapatılmasına gerek<br />

olmadığına hükmetmiştir (9.HD., 25.1.1988, E. 557, K. 434; 27.5.1988, E. 6029,<br />

K. 5845: Berksun/Eşmelioğlu, 328, 336; Karş. 9. HD., 11.03.1999, E. 3738, K.<br />

5268; 9. HD. 18.3.1999, E. 5013, K. 5538: Değerlendirme Semineri 1999, Ankara<br />

2001, 198, 199). Gerçekten mahkeme kararlarının usul ekonomisine uygun olması<br />

gerekir. Önemli masraf gerektiren, zaman ve iş kaybına neden olan genel kurulların<br />

sonuca etkili olmayan hukuka aykırılık hallerinde tüm sonuçlarıyla iptaline<br />

karar vermemek gerekir. Değerlendirdiğimiz kararda da Yargıtay böyle yapmış ve<br />

genel kurulun tüm sonuçlarıyla iptaline değil, sadece genel başkanlığa yasaya<br />

aykırı olarak seçilmiş olan kişinin bu seçilme işleminin iptali gerektiğine karar<br />

vermiştir. O halde Yargıtay’ın değerlendirdiğimiz kararı da bu şekliyle bize isabetli<br />

görünmektedir.<br />

III. TOPLU ĐŞ SÖZLEŞMELERĐNE ĐLĐŞKĐN<br />

OLANLAR<br />

Yetki ve yetkiye itiraza ilişkin olanlar<br />

Yargıtay 9. HD. nin 20.1.<strong>2004</strong> tarih ve E. 23766, K. 466 sayılı kararı (Çimento<br />

Đşveren, Mart <strong>2004</strong>, 63) toplu iş sözleşmesi yetki tespitine itirazla birlikte<br />

işkolu itirazı da yapıldığı takdirde konunun bekletici mesele yapılıp yetki itirazının<br />

bekletici mesele yapılan davanın sonucuna göre karar verilmesiyle ilgilidir.<br />

Gerçekten yetki itirazı 2822 sayılı TĐSGLK md. 15 te düzenlenmiş iken bir işyerinin<br />

hangi işkoluna girdiğinin tespiti ve bu tespite karşı itiraz usulü 2821 sayılı<br />

Sendikalar K. md. 4 te düzenlenmiştir. Bir sendikanın işyerinde veya işyerlerinde<br />

yetkili olduğunun tespitinden önce bazen işyerinin ya da işyerlerinin hangi işkoluna<br />

girdiğinin tespiti veya yetki talebinde bulunan sendikanın yetki talebinde<br />

bulunduğu işyerinin bağlı olduğu işkolunda örgütlü olup olmadığının tespiti daha<br />

önemli hale gelir. Aksi halde yanlış sendikanın yanlış işkolunda yanlış toplu iş<br />

sözleşmesi yapma tehlikesi ortaya çıkar ki yasanın emredici nitelikte yaptığı düzenlemeye<br />

aykırılık oluşur.<br />

Değerlendirmek istediğimiz karara konu olayda davacı işveren; davalı işçi<br />

sendikasının toplu iş sözleşmesi yetkisinin tespiti amacıyla diğer davalı Çalışma<br />

ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na yaptığı başvuru üzerine gönderilen yetki tespit<br />

yazısına karşı, TĐSGLK md. 15 uyarınca itirazda bulunarak, işyerinin girdiği işkolunun<br />

hatalı biçimde saptanmış olduğunu ileri sürmüş ve yetki tespit yazısının<br />

iptalini istemiştir. Đş mahkemesi, davacı işverenin Büyükşehir Belediyesi sosyal<br />

tesislerinin temizlik işlerini yaptığı ve bu işin de, belediyenin asıl işi olup, dahası<br />

asıl işkoluna (genel işler işkoluna) tabi bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine


karar vermiştir.<br />

Alt mahkemenin bu kararının davacı işveren tarafından temyiz edilmesi<br />

üzerine uyuşmazlık, Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin önüne gelmiştir. Yargıtay 9.<br />

Hukuk Dairesi yaptığı inceleme sonucunda yetki tespitinin iptaliyle birlikte işyerinin<br />

hangi işkoluna girdiğinin tespitinin de aynı uyuşmazlık kapsamına girdiği<br />

için, öncelikle davacı işverenin SendikalarK. nun 4. maddesindeki prosedüre göre<br />

işkolu tespiti amacıyla Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurması ve<br />

bu nedenle kendisine süre verilip, sorunun bekletici mesele yapılarak sonuca göre<br />

çoğunluk tespitine itirazın çözümlenmesi gerektiği gerekçesiyle, alt mahkemenin<br />

kararının bozulması gerektiği sonucuna varmıştır.<br />

Aslında Bakanlığın kendisine başvuran işçi sendikasının işyerinde veya<br />

işyerlerinde yetkili olduğu sonucuna varması halinde gönderdiği tespit yazısını<br />

(olumlu tespit yazısı) alan işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren<br />

ya da rakip işçi sendikaları tespit yazısı olumlu çıkan işçi sendikasının yetkili<br />

olmadığı veya kendisinin (işçi sendikası) çoğunluğa sahip olduğu yolundaki itirazını<br />

2822 sK.nun 15. maddesi uyarınca yetkili iş mahkemesine yapar. Bununla<br />

birlikte tespitte bulunulan yerin bir işletme olduğu ya da olmadığı yolunda bir<br />

itirazda da bulunabilir. Bunun da usulü 2822 sK. Md. 3 te gösterilmiştir. Ya da<br />

olayda olduğu gibi çoğunluk tespiti yapılan işyerinin hangi işkoluna girdiği u-<br />

yuşmazlık konusu olabilir. Bunun da itiraz prosedürü SenK. md. 4 te gösterilmiştir.<br />

Her ne kadar TĐSGLK md. 3 yetki tespiti istenen yerin işletme olup olmadığına<br />

ilişkin itirazın, SenK. md. 4 ise işkolu itirazının prosedürünü göstermiş ise de,<br />

TĐSGLK md. 15 kapsamında yetki itirazı ile birlikte bu itirazların da yapılması<br />

durumunda ne yapılacağı konusunda yasalarda bir açıklık bulunmamaktadır.<br />

Doktrinde, yetki itirazı ile yetki istenen işyerinin girdiği işkoluna ilişkin<br />

itirazın birlikte yapılması durumunda TĐSGLK md. 15 kapsamında itirazı inceleyecek<br />

olan mahkemenin SenK. 4 kapsamındaki itirazı bekletici mesele yapması<br />

ve önce işkolu itirazını yapması için davacıya süre verilmesi, o itirazın veya davanın<br />

sonucuna göre işlem yapması önerilmiştir (K.Oğuzman, Hukuki Yönden<br />

Đşçi – Đşveren Đlişkileri, 4. bası, C. 1, Đstanbul, 41; K.Tunçomağ, Đş Hukukunun<br />

Esasları, Đstanbul 1989, 392; C.Đ.Günay, Batı ve Türk Hukukunda Toplu Đş Sözleşmesi<br />

Yapma Yetkisi, Ankara 1991, 184).<br />

Yargıtay da öteden beri yetkiye itirazla birlikte işyerinin girdiği işkoluna<br />

da itiraz edildiği durumlarda SenK. md. 4 teki prosedürü işletmesi için muterize<br />

mehil verilerek konunun bekletici mesele yapılmasına ve bunun sonucuna göre<br />

yetki uyuşmazlığına karar verilmesi gerektiğine karar vermektedir (9. HD.,<br />

31.7.1985, E. 8207, K. 7590: TÜHĐS, Ocak 1986, 16; 5.5.1994, E. 6892, K. 6889:


Tekstil Đşv., Aralık 1994, Kararlar eki; 30.5.1997, E. 8907, K. 10537: YKD., Şubat<br />

1998, 216: Ayrıca bak: M.Ekonomi, Yargıtay’ın Đş <strong>Hukukuna</strong> Đlişkin <strong>Kararlarının</strong><br />

Değerlendirilmesi 1997 Semineri, Đstanbul 1999, 200).<br />

Yargıtay bu görüşünü 1996 ve 1997 yılında vermiş olduğu kararlarda da<br />

sürdürmüştür (Bak. 9. HD., 18.1.1996, E. 10, K. 191; 28.3.1996, E. 5811, K.<br />

6378: A.Güzel, Yargıtay’ın Đş <strong>Hukukuna</strong> Đlişkin <strong>Kararlarının</strong> Değerlendirilmesi<br />

1996 Semineri, Đstanbul 1998, 151-152; 9. HD., 30.5.1997, E. 8907, K. 10537:<br />

YKD, Şubat 1998, 216). Bu görüş doktrindeki diğer yazarlar tarafından da benimsenmiştir<br />

(Ü.Narmanlıoğlu, Đş Hukuku II, Toplu Đş Đlişkileri, Đzmir 2001, 377;<br />

A.C.Tuncay, Toplu Đş Hukuku, Đstanbul 1999, 33). Bu eğilim 2000 yılında da<br />

sürmüştür (Bak. 9. HD., 30.3.2000, E. 3936, K. 4172: ĐBD 2000, sayı 789, 879).<br />

Çünkü işkoluna itiraz usulü 2821 sayılı SenK. Md. 4 te özel olarak ve emredici<br />

nitelikte düzenlenmiştir. Buna uymak yasal zorunluluktur.<br />

Yargıtay 9. HD. nin değerlendirmeye çalıştığımız 20.1.<strong>2004</strong> tarihli kararı<br />

yasa hükümlerine ve Yasakoyucu’nun amacına uygun olduğu kadar Yargıtay’ın<br />

önceki kararlarıyla da uyum içindedir (Bu karar T.Centel tarafından da isabetli<br />

bulunmuştur: Tekstil Đşveren, Nisan <strong>2004</strong>, 38).<br />

Yasada yeterli açıklıkla düzenlenmemiş bir başka itiraz usulü daha vardır.<br />

Nitekim yetki itirazı içinde toplu iş sözleşmesi ünitesine (işletmenin niteliğine)<br />

ilişkin itiraz da yer alabilir. Her ne kadar bu itirazların prosedürü yasada ayrı ayrı<br />

gösterilmiş ise de birlikte yapılması durumunda ne olacağı yasalarda belirtilmemiştir.<br />

Yargıtay bazı kararlarında, işkoluna itirazda olduğu gibi, konunun bekletici<br />

mesele olarak kabulü ile uyuşmazlığın TĐSGLK md. 3 çerçevesinde çözümlenmesinden<br />

sonraki duruma göre yetki itirazının çözümlenmesi gerektiğine<br />

hükmetmiştir (9.HD.,9.7.1997, E. 12515, K. 14353: Çelik, 479, dn. 82). Buna<br />

karşılık Yargıtay birçok kararında, işletme toplu iş sözleşmesine ilişkin düzenlemenin<br />

kamu düzeniyle ilgili ve emredici nitelikte olması karşısında 2882 sK. Md.<br />

15 kapsamında yetkiye itiraz aşamasında görev alan hakimin olayda işletme niteliğinin<br />

bulunup bulunmadığına da karar vermek durumunda olduğu sonucuna<br />

varmaktadır (9.HD., 17.3.1989, E. 2148, K. 2465: <strong>Kamu</strong>-Sen, Mart 1989, 32;<br />

22.9.1989, E. 8923, K. 8365: Đşveren, Mart 1989, 15; 23.3.1990, E. 2093, K.<br />

1797: <strong>Kamu</strong>-Sen, Mart 1990, 33).<br />

Gerçekten, Yasakoyucu’nun işletme TĐS ni emredici nitelikte düzenlemiş<br />

olması, işletme TĐS yapılması gerektiği durumlarda işyeri veya işyerleri TĐS nin<br />

yapılmasına engel olmak içindir. Yoksa Yasakoyucu’nun sırf bu nedenle itiraz<br />

merciini değiştirerek işin gereksiz yere uzamasını amaçladığı söylenemez. <strong>Kamu</strong><br />

düzenine ilişkin olduğu için yetki itirazı aşamasında yargıcın resen inceleyebile-


ceği bir hususu inceleme yetkisini başka bir hakime bırakması usul ekonomisine<br />

de uygun düşmez. Bu nedenle yetki itirazı davasını inceleyen hakimin işletme<br />

niteliğinin bulunup bulunmadığına ilişkin itirazı da inceleyebilmesinin kabulü<br />

gerekir (A.C.Tuncay, Toplu Đş Hukuku, Đstanbul 1999, 152; Şahlanan, 58, 59;<br />

Karş. Çelik, 480). Bununla beraber bazı yazarlar işletme niteliğinin bulunup bulunmadığına<br />

ilişkin itirazın yasada özel olarak düzenlendiğine işaretle sorunun bu<br />

özel hükümler çerçevesinde çözümlenmesi gerektiğini, bu nedenle yetkiye itirazda<br />

bu sorunun bekletici mesele yapılmasından başka bir çözüm yolunun bulunmadığı<br />

fikrindedirler (Bak. Ü.Narmanlıoğlu, Đş Hukuku II, Toplu Đş Đlişkileri,<br />

Đzmit 2001, 377; Çelik, 479-480).<br />

Önemle belirtelim ki, yetki itirazı içinde işkolu itirazının da yer alması halinde<br />

uyuşmazlığın SenK. md. 4 çerçevesinde çözümlenmesi için bekletici mesele<br />

yapılmasının zorunlu olması, buna karşılık yetki itirazı içinde işletme niteliğine<br />

itirazında yer alması halinde yetki itirazına bakan hakimin bekletici meseleye<br />

gitmeyerek işletme niteliğinin bulunup bulunmadığına ilişkin sorunun çözümü<br />

hakkında da karar verebileceği TĐSGLK md. 3 deki itiraz prosedürü içinde (SenK.<br />

md. 4 ün aksine) önce Bakanlığa (idari) itiraz şartının bulunmaması nedeniyledir.<br />

Đşletmenin niteliğine ilişkin itiraz prosedüründe ise Bakanlığa itiraz yoktur. Đtiraz<br />

doğrudan mahkemeye yapılır.<br />

Yargıtay yetki itirazı ile birlikte, tespite konu olan işyerinin işletme kapsamında<br />

olduğu itirazının da yapıldığı durumlarda konunun bekletici mesele yapılmayıp<br />

aynı hakimin yetki itirazını çözümlemeden önce işyerinin işletme düzeninde<br />

olup olmadığını belirlemesi gerektiği, fakat yetki itirazının içinde işkolu<br />

itirazının bulunması halinde konunun bekletici mesele yapılması gerektiği görüşünü<br />

<strong>2004</strong> yılında da sürdürmüştür. Nitekim 9. Hukuk D. nin 21.4. <strong>2004</strong> tarih ve<br />

E. 9695, K. 8995 sayılı bozma kararına konu olan ilginç bir olayda yeterli çoğunluğun<br />

bulunmadığı itirazının içinde hem işkolu, hem de işyerinin işletme niteliğinde<br />

olduğu itirazları vardır (Legal ĐşHSGHD, 2005/5, 360). Yargıtay’ın bu kararında<br />

şu ilginç ifadeler yer almaktadır: “Dosyadaki bilgi ve belgelerden tespite<br />

konu işyerinde üretilen kablo ve ek kutuların Adapazarı’ndaki işyerinde depolandığı,<br />

montaj yapılacak yerlere buradan sevk edildiği, montaj işinde de zaman zaman<br />

üretimde çalışan işçilerin görev aldığı, her iki işyerinin birbiriyle organik bir<br />

bağ içerisinde olduğu, aynı meskenden sevk ve idare edildiği anlaşılmaktadır. Bu<br />

işyerlerinin 2822 sayılı TĐSGLK nun üçüncü maddesi anlamında işletme olup<br />

olmadığı belirlenmelidir. Öte yandan işkolu tespitinde önce süre verilip sonra<br />

yazılı gerekçe ile başlatılan prosedür sonucunun beklenmesinden vazgeçilerek,<br />

itirazın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.


Mahkemece yapılacak iş, işkolu tespitine ilişkin prosedürün sonuçlanmasından<br />

sonra işkolu tespitine konu işyerlerinin işletmeye dahil edilip edilmeyeceğine<br />

karar verilmelidir. Eğer işletme kapsamında olduğu kabul edilmiş ise işletme<br />

düzeyinde davalı sendikanın yasal çoğunluğu bulunup bulunmadığının tespiti ile<br />

varılacak sonuca göre hüküm kurulmalı Gebze ve Đstanbul’da bulunan işyerleri<br />

bir işletme kabul edilerek şimdiki gibi karar verilmesi gerekir.” Bu karar hem<br />

yukarıdaki açıklamalarımıza hem de Yargıtay’ın önceki kararlarına uygun düşen<br />

bir karardır.<br />

Eğer toplu iş sözleşmesi yapılacak işyerinin veya işyerlerinin işletme kapsamında<br />

olup olmadığına ilişkin Bakanlık kararına karşı bir itiraz bağımsız olarak<br />

yapılacak ise bu itirazın işletme merkezinin bulunduğu yerdeki iş mahkemesinde<br />

yapılması TĐSGLK md. 3/3 hükmü gereğidir. Nitekim Yargıtay 9. HD., Çalışma<br />

ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının yetki tespit kararının işletmeye yönelik olduğuna<br />

göre itirazın da 2822 sK. nun 15. maddesine göre fakat işletme merkezinin<br />

bulunduğu yerdeki iş mahkemesinde yapılması gerektiğine karar vermiştir<br />

(20.9.<strong>2004</strong>, E. 2478, K. 19238: Legal ĐşHSGHD., 2005/5, 305). Karar isabetli<br />

olup tartışılacak yanı yoktur.<br />

Đşletmede sadece bir işyeri mevcut ya da işletmedeki diğer işyerleri bağımsız<br />

işyeri niteliğinde değil veya başka işkollarında yer alıyorlar ise yetki itirazının<br />

yetki tespit yazısı alınan işyerinin bağlı olduğu iş mahkemesinde yapılacağı doğaldır.<br />

Bakanlığın olumlu yetki tespitine karşı yapılacak itirazlarda ise kimlerin<br />

hasım gösterileceği <strong>2004</strong> yılına ait bazı kararlara yansımıştır. Bu kararlardan<br />

26.5.<strong>2004</strong> tarih ve E. 13157, K. 12584 sayılı olanında 9. Hukuk D. “Olumlu yetki<br />

tespitine itiraz davalarında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yasal hasım<br />

durumundadır. Ayrıca HUMK 47. maddesi gereğince iki davalı arasında zorunlu<br />

dava arkadaşlığı vardır. Bu nedenle yetki itirazının kabulüne karar verebilmesi<br />

için HUMK 92. maddesi uyarınca her iki davalının da itirazı kabul etmesi gerekir.<br />

Bunun sonucunda davalılardan yalnız birinin yetki itirazını kabul etmesi yeterli<br />

görülerek davanın kabulü ve yetki tespitinin iptaline karar verilmesi hatalıdır.<br />

Mahkemece yapılacak iş, davanın esasına girip tarafların delillerini toplayarak<br />

gerekirse bilirkişiden rapor alınmak suretiyle tüm deliller bir değerlendirmeye tabi<br />

tutularak hasıl olacak sonuca göre karar vermektedir.” sonucuna varmıştır (Legal<br />

ĐşHSGHD, 2005/6, 793).<br />

TĐSGLK md. 15 yetki itirazının işçi veya işveren sendikaları ya da işveren<br />

sendikası üyesi olmayan işveren tarafından yapılacağını göstermiş ise de itiraz<br />

halinde kimlerin hasım gösterileceğinden söz etmemiştir. Ancak yetki itirazında<br />

itirazı ister rakip işçi sendikası, ister işveren ya da işveren sendikası yapsın talep


yetki tespitinin iptaline (ve ayrıca itirazı işçi sendikası yapmışsa kendisinin yetkili<br />

olduğunun tespitine) yönelik olduğundan yetkiyi tespit eden kuruluşun yani Çalışma<br />

ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının hasım gösterileceği kuşkusuzdur. Ancak<br />

Bakanlığın yanı sıra yetkili olduğu belirlenen sendikanın da hasım gösterilmesi<br />

gerekir. Çünkü itiraz konusu olan ve iptali istenen onun yetkisi olduğundan ona<br />

yetkisini savunma fırsatı tanımak gerekir. Uygulamada da esasen böyle yapılmaktadır.<br />

Yetki itirazı davalarında davalı Bakanlık ve yetkili olduğunu belirlediği işçi<br />

sendikası arasında HUMK md. 47 anlamında zorunlu dava arkadaşlığı vardır.<br />

Bu ikilinin birlikte hasım gösterilmesi zorunludur. Zira bu ikili arasında maddi<br />

hukuk bakımından yetki tespiti sonucu şekli bir beraberlik ortaya çıkmıştır. Biri<br />

diğerini hak sahibi yapmış, diğeri de bundan yararlanma yoluna gitmiştir. Gerçeğin<br />

daha iyi ortaya çıkması bakımından davanın da bunların ikisine birden açılması<br />

gerekir (Karş. B.Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü El Kitabı, Đstanbul 1995,<br />

555 vd.). Uygulamada da böyle yapılmaktadır. Ancak bazı özel durumlarda (işveren<br />

işçi sayısı tartışmalı olan durumlarda olduğu gibi) aşağıda göreceğimiz gibi<br />

işçi sendikası tarafından açılan davalarda işverenin de hasım gösterilmesi gerekebilir.<br />

O zaman da zorunlu dava arkadaşlarının sayısı üçe çıkar.<br />

Temyiz incelemesine konu olan davada (E. 13157, K. 12584 dosya no.lu)<br />

davalı işçi sendikasının davayı kabul ettiği davalı Bakanlığın ise davaya devam<br />

ettiği anlaşılmaktadır. Buna rağmen mahkeme sendikanın davayı kabulü üzerine<br />

yetki tespit yazısının iptaline karar vermiştir. Yüksek mahkeme ise davalılar arasında<br />

zorunlu dava arkadaşlığı bulunduğuna göre ancak her ikisinin de davayı<br />

kabulü halinde yetkinin iptal edileceği gerekçesiyle kararı bozmuştur ki bizce bu<br />

sonuç isabetlidir.<br />

Burada sorulması gereken husus yetkinin kamu düzenini ilgilendirip ilgilendirmediği,<br />

diğer bir ifade ile yetkiye itiraz davasında davalıların tümünün<br />

(sendika ve Bakanlığın) kabulü halinde davaya bakan mahkemenin yetkinin iptaline<br />

karar vermek zorunda olup olmadığıdır. Çünkü yetki konusu emredici olarak<br />

düzenlenmiş olup kamu düzenini ilgilendirir dersek mahkemenin, davalıların<br />

kabulüne rağmen davaya devam edip delilleri gerekirse resen toplayıp bir sonuca<br />

varmak zorunda olduğunu da kabul etmemiz gerekecektir. Yasa bu konuda pek<br />

açık değilse de yetkinin düzenleniş biçiminden kamu düzenini ilgilendirmediği<br />

sonucuna varılmak gerekir. Gerçekten hukukumuzda ehliyet yani bir toplu iş sözleşmesinin<br />

tarafı olabilme hakkına sahip olabilme hakkı, kamu düzeninden olup<br />

ehliyetsizlik her zaman herkes tarafından ileri sürülebildiği gibi hakim tarafından<br />

da resen göz önüne alınır (Tuncay, Toplu Đş Hukuku 142; Oğuzman, 42). Hukukumuzda<br />

ancak işçi ve işveren sendikaları ile sendika üyesi olmayan işveren TĐS<br />

yapmaya ehildir. Ehliyeti olmayan bir kişi ya da kuruluşun (örneğin bir dernek ya


da konfederasyon) her nasılsa yaptığı sözleşme TĐS sayılmaz. Buna karşılık yetki<br />

için yasada aranan şartları (işkolunda % 10 temsil ve işyerinde veya işletmede<br />

çoğunluk şartları) haiz olmayan bir işçi sendikasının yaptığı bir TĐS yasal süresi<br />

içinde geçersizliği dava konusu yapılmazsa (bak. TĐSGLK md. 16/2) yapılan TĐS<br />

geçerli olur. Yasanın yetkisiz sendikanın yaptığı TĐS nin geçersizliğine dair itiraz<br />

süresinin geçirilmesi halinde onun geçerli hale geldiğini kabul eden düzenlemesi<br />

karşısında yetki konusunun kamu düzenini ilgilendirmediği sonucuna varılmak<br />

gerekir (Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 146). Bu sonucu destekleyen başka maddeler<br />

de vardır: Örneğin aslında yetkisiz olan bir sendikaya karşı süresi içinde (6 iş<br />

günü) dava açılmazsa ya da davanın emredici şekli şartı olan dilekçenin bölge<br />

çalışma müdürlüğüne kaydettirilmeden mahkemeye verilmek istenmesi halinde<br />

(TĐSGLK 15) yetki ne olursa olsun kesinleşir. Aslında belki de yetkisiz olan sendika<br />

toplu iş sözleşmesi görüşmelerine başlayabilir. O halde yetkiye itiraz davasının<br />

davalılarının davayı kabul etmesi halinde mahkemenin yetkiyi iptal etmesi<br />

gerektiğine ilişkin Yargıtay kararına katılmak gerekir.<br />

Yargıtay 9. HD., bir başka kararında da “2822 sayılı TĐSGLK nun 15.<br />

maddesi uyarınca açılmış bulunan yetki tespitine itirazlarda işyerinde çalışan işçi<br />

sayısı uyuşmazlık konusu olduğundan işverenin davaya dahil edilmesi gerekir. Bu<br />

tür davalarda işverenin yasal hasım olduğu ve dava sonunda hukuki durumunun<br />

etkileneceği dikkate alınmalıdır. Bu nedenlerle işveren Paşabahçe Eskişehir Cam<br />

San ve Tic. A.Ş. nin davaya müdahale talebinin reddi hatalıdır. Böyle bir istek<br />

olmasa dahi mahkemenin resen işvereni davaya dahil ettirip taraf teşkili sağladıktan<br />

sonra yargılamaya devam edip karar vermesi gerekir” denmektedir<br />

(22.9.<strong>2004</strong>, E. 24208, K. 19650: Tekstil Đşveren, Şubat 2005, 42). Yargıtay’ın<br />

işverenin de davaya dahil edilmesi gerektiğine ilişkin görüşünün nedeni “Davacı<br />

ile davalı sendikaların çoğunluk tespiti için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına<br />

başvurmadan kısa bir süre önce iş akitleri feshedilen işçilerin açtıkları feshin<br />

geçersizliği ve işe iade davalarının sayı bakımından yetki itiraz davasının sonucunu<br />

etkiler nitelikte olduklarıdır”. Uygulamada yetki itiraz davalarında işverenin de<br />

hasım gösterilmesi pek adetten değildir. Ancak bu olayda davalı sendikanın yetki<br />

başvurusu öncesi işyerinde işverence işten çıkartılan işçilerin açtıkları işe iade<br />

davalarının ve bu davaların sonucunun yetki itiraz davasının sonucunu etkileyecek<br />

nitelikte olduğu görülmüş olacak ki, işveren, yetkili olduğu Bakanlıkça tespit<br />

edilen davalı sendika yanında davaya müdahale dilekçesi vermiştir. Mahkemenin<br />

bu müdahale talebini red etmesini Yargıtay hatalı bulmuş hatta bundan öte bu<br />

dilekçe verilmemiş olsaydı dahi mahkemenin işvereni resen davalı yanında davaya<br />

dahil ettirmesi gerektiğine hükmetmiştir.


Gerçekten işe iade davalarının işe iade kararıyla sonuçlanmış olmaları halinde<br />

yetki başvurusu yapıldığı tarihten önce işten çıkarılmış olan işçilerin fesih<br />

işlemleri geçersiz hale geleceğinden işyerinde çalışan işçi sayısı değişmemiş olacak<br />

ve davalı sendika da muhtemelen çoğunluğu ve yetkiyi yitirecektir. Öyle anlaşılıyor<br />

ki bu sonuç (her nedense) kendisini memnun etmeyecek olduğu için işveren,<br />

davalı (yetkisi tespit edilen) sendika yanında yer almak isteyerek müdahale<br />

dilekçesi vermek istemiştir. Eğer işveren davalı sendikanın yetkisinin iptal edilmesini<br />

isteseydi davaya davacı yanında müdahale etmek isterdi. Ancak bunun da<br />

usulü TĐSGLK md. 15 te gösterilmiş olup sıkı şekil ve süre şartlarına bağlanmıştır.<br />

Örneğin dava açma 6 iş günüyle sınırlandırılmış olduğundan davayı doğrudan<br />

kendisi açması gerekirdi.<br />

Her iki halde de davanın sonucu dolaylı yoldan işverenin hukuki durumunu<br />

ve haklarını etkileyecek nitelikte olduğundan onun davaya müdahale dilekçesinin<br />

kabulü HUMK md. 53 gereğidir ki, buna Usul Hukukunda “feri müdahale”<br />

denmektedir (Bak. Kuru, 580).<br />

Yargıtay’ın bu kararına isabetsiz demek mümkün değildir kanısındayım.<br />

Yargıtay 9. HD nin 16.6.<strong>2004</strong> tarih ve E. 14444, K. 14989 sayılı çoğunluk<br />

tespiti ile ilgili kararı ise çok tartışma götürür niteliktedir. Yargıtay bu kararında<br />

1.9.2001 – 31.8.2003 tarihleri arasında yürürlükte bulunan bir önceki toplu<br />

iş sözleşmesinde kapsam dışı gösterilen kişilerin 23.5.2003 başvuru tarihli çoğunluk<br />

tespitinde işyerinde çalışan işçi sayısına dahil edilmemesi gerektiği sonucuna<br />

vararak iş mahkemesinin aksi yöndeki kararını bozmuştur (Bak. Çimento Đşveren,<br />

Kasım <strong>2004</strong>, 67 ve C.Tuncay’ın kararda varılan sonuca karşı çıkan incelemesi).<br />

Ülkemizde işyerinde yönetim kademesinde çalışan ve daha çok işveren<br />

vekili konumunda olan bir kısım çalışanın toplu iş sözleşmesinin uygulama alanı<br />

dışında bırakılması yaygın bir uygulamadır. Toplu iş sözleşmesi taraflarının iradesiyle<br />

yapılan bu uygulamanın Anayasa’ya ve TĐSGLK na uygun olup olmadığı<br />

doktrinde tartışmalıdır. Bir kısmı bunu Anayasa ile taraflara tanınan toplu sözleşme<br />

özerkliğinin bir sonucu olarak kabul ederken (D.Ulucan, Toplu Đş Sözleşmesi<br />

Özerkliği ve Hukuki Niteliği, Đstanbul 1981,161 vd.; Tunçomağ, 412;<br />

M.Ekonomi, ĐHU, TSGLK. 37, No.2), bir kısım yazarlar da bu uygulamayı kanuna<br />

ve Anayasanın temel ilkelerine aykırı görmektedirler (Bak.Çelik, 513 vd.;Tuncay,<br />

187; Oğuzman, 79; Ö.Ekmekçi, Toplu Đş Sözleşmesiyle Düzenleme Yetkisi,<br />

Đstanbul 1996, 182 vd.; V.Laçiner, Türk Đş ve Sosyal Güvenlik Hukukumuzda<br />

Đşveren Vekili, Đstanbul 1998, 56 vd.).


Bununla birlikte bu uygulama sürmekte ve Yargıtay da bunu onaylamaktadır.<br />

Bu tartışmayı bir kenara bırakarak asıl üzerinde durulması gereken hususa<br />

değinmek istiyorum.<br />

2822 sayılı Yasanın Sistemine göre işçi sendikasının bir işyeri veya işletmede<br />

toplu sözleşme yetkisine sahip olması için hem kurulu bulunduğu işkolunda<br />

üyesi bulunan işçilerin o işkolunda çalışanların en az % 10 u temsil etmesi,<br />

hem de yetki talebinde bulunulan işyerinde çalışan işçilerin en az yarıdan bir fazlasını<br />

üye bulundurması gerekir (TĐSGLK md. 12). Đşyerinde veya işyerlerinde<br />

çalışanlardan amaç işverene bir iş sözleşmesiyle bağlı olarak çalışan kişi olmasıdır.<br />

Đşyerinde hizmet akdiyle çalışmayan (örneğin çıraklar, stajyerler, vekalet akdiyle<br />

çalışan mali müşavir ya da avukat gibi) kişiler 2822 sayılı K. anlamında işçi<br />

sayılmazlar. 2822 sayılı K. işçinin tanımını yapmış değil ise de 2821 sayılı Sendikalar<br />

K. anlamındaki işçi işverene bir hizmet akdiyle bağlı olmak şartıyla 2822<br />

sayılı K.anlamında da işçi kabul edilir (Bak.Oğuzman, 5). Burada işçinin tabi<br />

olduğu kanun Borçlar K. olabileceği gibi herhangi bir iş kanunu da olabilir. O<br />

halde Sendikalar K. ve TĐSGLK na göre bir işçi, ister BK na ister ĐşK. na ister<br />

Basın ĐşK. veya Deniz ĐşK. na tabi olsun hizmet akdiyle taraf işverene bağlı olmak<br />

şartıyla çoğunluk tespitinde nazara alınır (Ü.Narmanlıoğlu, Đş Hukuku II,<br />

Toplu Đş Đlişkileri, Đzmir 2001, 347). Yeter ki, Sendikalar K. anlamında işveren<br />

vekili sayılmasın. Sendikalar K. na göre (md.2) işveren vekili “işveren sayılan<br />

gerçek ve tüzel kişiler ve tüzel kişiliği olmayan kamu kuruluşları adına işletmenin<br />

bütününü sevk ve idareye yetkili olanlara denilir. Đşveren vekilleri bu kanun bakımından<br />

işveren sayılırlar.”O halde işletmenin bütününü sevk ve idare yetkisini<br />

haiz olmayan bir müdür, şef, hatta personel müdürü bile Sendikalar K. anlamında<br />

işveren vekili sayılmadıklarından çoğunluk tespitince nazara alınacaklardır. Çünkü<br />

bu kişiler işyerinde hizmet akdiyle çalışmaktadırlar. Bu kişilerin toplu sözleşme<br />

görüşmelerine işvereni temsilen katılmış yada katılacak olmaları da bir fark<br />

yaratmaz. Zira bu kişilerin 2822 sK. md. 62/2 uyarınca toplu sözleşme görüşmelerine<br />

katılmaları çoğunluk tespiti sonrası gerçekleşecek bir safhadır. Bu durum<br />

onların işverene hizmet akdiyle bağlı oldukları gerçeğini ortadan kaldırmaz.<br />

Çoğunluk tespitinde nazara alınacak işçilerin bağlı oldukları iş sözleşmesinin<br />

türü de önemli değildir. Dolayısıyla işyerinde ister belirsiz ister tam gün<br />

ister kısmi süreli iş sözleşmesiyle çalışsınlar tüm çalışanlar çoğunluk tespitinde<br />

nazara alınırlar. Geçici iş ilişkisiyle başka bir işveren yanında çalışanlar dahi o<br />

işverenin değil, işçiyi yollayan esas işverenin işyerinde çalışıyormuşçasına çoğunluk<br />

tespitinde nazara alınırlar (Çelik, 470). Bunun gibi iş görme borcunu işyerinden<br />

ya da iş merkezinden uzakta yerinde getiren satış temsilcileri, propagandistler,<br />

anketörler de işverene bir hizmet akdiyle bağlı bulunduklarından ya da<br />

kadrosu o işyerinde bulunduğundan işyerinde çalışan personel sayısına dahil sayı-


lırlar. Çoğunluk tespitinde önemli olan işyerinde değil, işyerine bağlı olarak çalışma<br />

olduğundan bir işyerine bağlı olarak fakat uzaktan çalışanlar (tele çalışma)<br />

veya evde çalışanlar da çoğunluk tespitinde nazara alınmalıdırlar (Tuncay, Toplu<br />

Đş Hukuku, 149).Çoğunluk tespitinde sayıya dahil olacak kişilerin sendikalı ya da<br />

sendikasız olması da önemli değildir (Narmanlıoğlu, 348).<br />

2495 sayılı Yasayı yürürlükten kaldıran 10.6.<strong>2004</strong> tarih ve 5188 sayılı<br />

Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun ise artık özel güvenlik görevlilerinin<br />

sadece greve katılmalarını yasaklamış olup (md.17) sendikaya üye olmalarını, TĐS<br />

den yararlanmalarını yasaklamamıştır. Aksine bunların iş sözleşmesiyle çalıştıkları,<br />

şartları yerine geldiğinde TĐS’nden yararlanabilecekleri belirtilmiştir<br />

(md.15). O halde bunlar da iş sözleşmesiyle çalışan kişiler olduğundan çoğunluk<br />

hesabında nazara alınacaklardır.<br />

Ayrıca asıl işverene ait işyerinde çalışıyor olsalar dahi alt işveren işçilerinin<br />

de çoğunluk tespitinde hesaba katılması mümkün değildir. Zira alt işveren<br />

işçileri ile asıl işveren arasında akdi bir ilişki kurulmuş değildir. Đş Kanununun alt<br />

işverenin kendi işçilerine karşı yükümlülüklerinden asıl işvereni de alt işverenle<br />

birlikte sorumlu tutması (md.2) bu işçilerin asıl işveren işçisiymiş gibi yetki tespitinde<br />

nazara alınmalarına olanak sağlamaz (Çelik, 471 ve orada anılan Yargıtay<br />

kararları; Tuncay,Toplu Đş Hukuku, 149, 150; Narmanlıoğlu,349; Karş.<br />

Oğuzman,10).<br />

Demek oluyor ki yetkinin belirlenmesi açısından çoğunluk tespiti yapılırken<br />

başvuru tarihinde işyerinde çalışan ya da işyerindeki kadroya bağlı olarak<br />

hizmet akdiyle çalışıyor olmak yeterli ve gereklidir. Meğer ki ortada Sendikalar<br />

K. bakımından işveren vekili tanımına giren bir çalışan söz konusu olmasın. Altını<br />

çizelim ki, taraflar anlaşarak çoğunluk tespiti yapamazlar, yetkili sendikayı<br />

belirleyemezler. Böyle bir düşünce toplu pazarlık sistemimize ters düşer. Sistemimizde<br />

yetkili sendikanın belirlenmesi işi taraf iradelerine bırakılmadığı gibi


ABD de yapıldığı gibi işçiler demokratik bir oylama yöntemiyle dahi yetkili sendikayı<br />

belirleyemezler (referandum). Böyle olunca Yarg. 9. HD nin toplu iş sözleşmesinin<br />

kapsam dışı maddesinde yer alan çalışanların (Sendikalar K. bakımından<br />

işveren vekili olup olmadığına bakılmaksızın) çoğunluk tespitinde nazara<br />

alınmayacaklarına hükmetmesinin gerekçesi anlaşılamamaktadır. Böyle bir düşünce<br />

yetkili sendikanın belirlenmesinde taraf iradelerinin etkili olması sonucunu<br />

doğurur ki yasanın sistemine ters düşer. Hukukiliği bile tartışmalı olan taraf iradeleriyle<br />

bazı çalışanları toplu sözleşme dışında bırakma işleminin yetkili sendikanın<br />

belirlenmesinde etkili olması bir yana, bu usul yetki almayı kolaylaştıracağından<br />

sendikaların da işine gelecek ve kapsam dışında kalanların sayısı uygulamada<br />

artacaktır. Daha da şaşkınlık uyandıran husus, aynı dairenin 1997 yılında verdiği<br />

bir başka kararda da hemen hemen aynı sonuca varmış olmasıdır. Nitekim 9. HD<br />

nin 22.6.1997 gün ve E. 6968, K. 9701 sayılı kararında çoğunluk tespitinde genel<br />

müdür, genel müdür yardımcısı, teknik müdür, işletme müdürü gibi işveren vekilleri<br />

yanında bir önceki toplu iş sözleşmesinin kapsam dışı maddesinde sayılan<br />

personel de hesaba katılmaz (C.Günay, Toplu Đş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Hukuku,<br />

Ankara 1999, 645). Bu kararda da toplu iş sözleşmesini kapsamı dışında<br />

bırakılan personelin çoğunluk hesabında nazara alınmaması ne kadar hatalıysa,<br />

bir işletmede (genel müdür ve yardımcısı hariç) teknik müdür, işletme müdürü<br />

sıfatını haiz işveren vekillerinin de çoğunluk tespitinde nazara alınmaması o derece<br />

hatalıdır. Çünkü teknik müdür, işletme müdürü gibi kişiler Đş Kanunu bakımından<br />

işveren vekili sayılsalar bile işletmenin bütününü işveren adına sevk ve idare<br />

yetkisini haiz kişilerden olmadıklarından TĐSGLK bakımından da işveren vekili<br />

değil işçi sayılırlar ve çoğunluk tespitinde hesaba katılmaları gerekir.<br />

Dileğimiz, 2822 sayılı TĐSGLK nun sistemi içinde kabulü mümkün ol-


mayan bu isabetsiz görüşün biran önce terk edilmesidir. Yargıtay’ın bu kararı<br />

bizden başka N.Çelik tarafından da inceleme konusu yapılmış ve aynı doğrultuda<br />

varılan sonuca karşı çıkılmıştır (Bak. Legal ĐşHSGHD., <strong>2004</strong>/4, 1378 vd.).<br />

Toplu iş sözleşmesinde taraf iradeleriyle değişiklik yapılması<br />

2822 sayılı Yasada TĐS nin imzalanmasından sonra taraflarca değişiklik<br />

yapılıp yapılamayacağına ilişkin açık bir düzenleme bulunmamaktadır. Bununla<br />

birlikte yasanın 7 nci maddesinin birinci fıkrasında yer alan, TĐS nin süresinin,<br />

sözleşmenin imzalanmasından sonra taraflarca uzatılamayacağı, kısaltılamayacağı<br />

ve sözleşmenin süresinden önce feshedilemeyeceğine ilişkin hükümden, sözleşmede<br />

sonradan süre dışındaki konularda değişiklik yapılabileceği hemen herkesçe<br />

kabul edilmektedir (Bak.Oğuzman, Đşçi-Đşveren Đlişkileri, 95; Çelik, 523;Ekonomi,<br />

IHU, TSGLK md. 2 No. 1; Şahlanan, Toplu Đş Sözleşmesi, 145, dn. 5; Ö.<br />

Ekmekçi, Toplu Đş Sözleşmesinde Tarafların Đradeleriyle Sonradan Değişiklik<br />

Yapılması, Çimento Đşveren, Eylül 1996, 15; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 198; A.<br />

Güzel, Değerlendirme Semineri 1996, 193; G.Alpagut, Toplu Đş Sözleşmesinde<br />

Đşlem Temelinin Çökmesi, Đstanbul 2002, 111).<br />

TĐS nde sonradan değişiklik yapma yetkisi sadece bu sözleşmenin taraflarına<br />

aittir. Hatta grev ve lokavt yasağı bulunması, grev oylamasında grevin uygulanmaması<br />

sonucu çıkması gibi nedenler dolayısıyla TĐS nin Yüksek Hakem Kurulu<br />

tarafından yapıldığı hallerde (md. 32, 34, 36) dahi sonradan değişiklik yapma<br />

yetkisi yine taraflara aittir. Bunun için ayrı bir yetki işlemine gerek olmadığı gibi<br />

yetki tespitindeki prosedüre uyulması da gerekmez (Oğuzman, Đşçi-Đşveren Đlişkileri,<br />

95; Çelik, 525 ; Ekonomi, IHU, TSGLK md. 2 No. 1; Ekmekçi, 16). Ancak<br />

TĐS nin yazılı yapılması nasıl bir geçerlik koşulu ise sonradan yapılan değişikliklerin<br />

de yazılı yapılması genel hükümler gereğince bir geçerlik koşuludur (BK<br />

md. 12). Böylece TĐS nde yapılan değişiklik ayrı bir TĐS olmayıp onun eki niteliğindedir.<br />

Uygulamada “protokol” adıyla anılır. Şu kadar ki, TĐS nde değişiklik<br />

yapma yetkisi sözleşmenin yürürlük süresi içerisinde geçerlidir. Sözleşme süresi<br />

sona erdikten sonra değişiklik yapılması mümkün değildir. TĐSGLK md. 20 göz<br />

önünde tutulduğunda yapılan değişikliğin görevli makama tevdi edilmesinin doğru<br />

olduğu düşünülmektedir (Oğuzman, Đşçi-Đşveren Đlişkileri, 95; Ekmekçi, 17).<br />

TĐS nde sonradan değişiklik yapılabileceği kabul edilmekle birlikte süre dışında<br />

kalan her konunun taraflarca değiştirilebileceği sonucu da çıkarılmamalıdır. Gerçekten<br />

sözleşmenin imzası sırasında bile tarafların iradelerine tabi olmayan konular<br />

(örneğin TĐS nin yer itibariyle kapsamı, dirlik borcu, TĐS ne konulması yasak


hükümler gibi) sonradan da değişiklik konusu yapılamaz (Ekmekçi, 17). Bunun<br />

gibi iş sözleşmelerinin muhtevasını teşkil eden parasal haklarda ancak geleceğe<br />

ilişkin değişiklik yapılabilir. Yoksa taraf sendika üyesi işçiler için muaccel hale<br />

gelmiş haklarda bir kesinti ya da indirim yapılması mümkün değildir. Örneğin<br />

TĐS hükmü gereği yılda ödenecek ikramiye sayısı sonradan üçten ikiye düşürülebilir.<br />

Ancak ödeme günü gelmiş ikramiye hakkı üye işçinin açık vazgeçmesi olmadan<br />

ortadan kaldırılamaz. Çünkü bu haklar artık üye işçilerin kişisel tasarruf<br />

yetkisine dahil olmuşlardır. Aksinin kabulü kazanılmış hak kavramına ters düşer<br />

(Çelik, 524-525; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 199).<br />

Bu kısa açıklamadan sonra değerlendirmek istediğimiz bu konularla ilgili<br />

Yargıtay kararı oldukça uzun bir anlatıma sahiptir. Bu nedenle kararda bahsi geçen<br />

olayı anlayabildiğimiz kadarıyla özetlemek daha doğru olacaktır. Nitekim<br />

Yargıtay’ın 20.1.<strong>2004</strong> tarih ve E. 18300, K. 426 sayılı kararına konu olan olayda<br />

(Bak. Tekstil Đşveren, Ekim <strong>2004</strong>,36 vd. ve T.Centel’in kararı isabetli bulan incelemesi)<br />

işyerinde 1.8.2000 -31.7.2002 yürürlük süreli bir toplu iş sözleşmesi uygulanmaktayken<br />

13.12.2001 tarihinde toplu iş sözleşmesi bağıtlamaya yetkisi<br />

bulunan işçi sendikası ile işveren temsilcileri ek bir protokol imzalayarak,<br />

1.1.2002–31.7.2002 döneminde ücret artış oranını % 32.2 den % 16 ya düşürülmesini<br />

kabul etmişlerdir. Fakat protokolün yorumunda bir takım tereddütler ortaya<br />

çıkması üzerine aynı tarihli ikinci bir ek protokol düzenlenerek, bu süre içinde<br />

işten çıkarılacak işçilere % 16 lık oranın yerine toplu iş sözleşmesindeki % 32.2<br />

lik oranın uygulanacağı kararlaştırılmıştır. Ancak, ikinci ek protokol, birinci ek<br />

protokolü daha önce imzalamış bulunan aynı işveren temsilcileri tarafından imzalanırken<br />

sendikayı temsilen sadece işyeri sendika temsilcileri tarafından imzalanmıştır.<br />

24.1.2003 tarihinde yeniden bir toplu iş sözleşmesi imzalanmış, ancak<br />

toplu iş sözleşmesinin yürürlük süresi, imza tarihinin öncesine alınarak 1.8.2002 –<br />

31.7.<strong>2004</strong> olarak belirlenmiş ve söz konusu toplu iş sözleşmesinin geçici maddesinde,<br />

imza tarihi ile yürürlük başlangıç tarihi arasında işverence işten çıkarılmış<br />

işçilere % 12 lik bir ücret artış oranının uygulanacağı öngörülmüştür.<br />

Durum böyle iken sendika üyesi davacı işçinin iş sözleşmesi, 19.11.2002<br />

tarihinde işveren tarafından feshedilmiştir. Bunun üzerine davacı işçi de, dava<br />

açarak kendisine ödenecek hakların ikinci ek protokol gereğince % 16 yerine %<br />

32.2. üzerinden hesaplanması gerektiğini ileri sürmüş ve fark talebinde bulunmuştur.<br />

Alt mahkeme, gerekçesi karar metninden anlaşılmamakla birlikte, davacı<br />

işçinin bu yöndeki talebini kabul ederek, farkların ödenmesine karar vermiştir.<br />

Alt mahkemenin bu kararının işveren tarafça temyiz edilmesi üzerine u-<br />

yuşmazlık, Yargıtay Dokuzuncu Hukuk Dairesi’nin önüne gelmiştir. Yüksek


Mahkeme ücret artış oranlarını sonradan düzenleyen her iki protokolün de hukuken<br />

geçerli olduğunu, ancak davacı işçinin yürürlüğü önceye alınan yeni toplu iş<br />

sözleşmesi döneminde işten çıkarıldığını ve bu nedenle geçici madde kapsamına<br />

girdiği için fark talebinde bulunamayacağını belirtmiş ve alt mahkemenin farklara<br />

hükmeden kararının bozulmasına hükmetmiştir.<br />

20.1.<strong>2004</strong> tarihli kararda üzerinde durulması gereken birinci önemli nokta<br />

Yargıtay’ın daha önceki kararlarında olduğu (Bak. 9. HD., 23.11.1987, E. 9934,<br />

K. 10340: YKD, Ekim 1988, 1398; 22.4.1996, E. 906, K. 9229: Çimento Đşveren,<br />

Temmuz 1996, 31) ve doktrinde de hemen herkesçe kabul edildiği gibi TĐS nde<br />

tarafların yetkili temsilcileri aracılığıyla sonradan yapacakları değişiklikleri hukuken<br />

geçerli saymış olmasıdır.<br />

Yüksek Mahkeme’nin bu konuda üzerinde durduğu bir başka önemli nokta<br />

da, değişikliğe ilişkin protokol metinlerini imzalayacak kişilerin, gerçekten<br />

buna yetkili olup olmadıklarıdır. Gerçekten, toplu iş sözleşmesinde sonradan yapılacak<br />

değişikliklere imza atacak kişiler, değişiklik yapmağa yetkili bulunmalıdır.<br />

Bu bakımdan, söz konusu kişilerin buna yetkilerinin bulunup bulunmadığının,<br />

taraflar nezdinde ayrıca araştırılması ve böyle bir yetkinin saptanamadığı durumlarda,<br />

imzalanmış protokolün hukuken geçersizliğine karar verilmesi gerekir<br />

(Yarg. 9. HD., 22.4.1996, E. 906, K. 9229: Çimento Đşveren, Temmuz 1996, 31).<br />

Uyuşmazlığa konu olan olayda, ilk ek protokolde değişiklik yapma yetkisi<br />

açısından, tartışılan bir konu yoktur. Aynı tarihi taşıyan ikinci ek protokol ise,<br />

işçi (sendikası) tarafı olarak, sadece işyeri sendika temsilcilerince imzalanmıştır.<br />

Ancak, Yüksek Mahkeme, bu durumda hukuka aykırı herhangi bir yön görmemiştir.<br />

Çünkü, bu husus, Yüksek Mahkeme’ye göre, ancak sendika tarafından ileri<br />

sürülebilecek bir konudur. Nitekim, burada yükümlülük altına giren taraf doğrudan<br />

işveren tarafı olduğundan ve de yetkili işveren temsilcilerince protokol imzalamış<br />

bulunduğundan, artık bunun işçi sendikasına karşı kullanılması, söz konusu<br />

değildir. Aksine davranış, “dürüstlük kuralı”na (MK. Md. 2) ters düşer. Gerçekten,<br />

işveren temsilcileri, karşı tarafın yetkilerinin olup olmadıklarını araştırmadan<br />

ikinci ek protokolü imzalamışlardır. Sonradan işveren temsilcilerinin, bundan<br />

yararlanıp işçi sendikasına karşı bunu ileri sürmeye kalkışmaları, dürüstlük kuralıyla<br />

bağdaşmayacaktır. Ayrıca, alt mahkeme, işçi sendikasından durumu sormuş<br />

ve ilgili sendikadan geçerli olduğu yanıtını almıştır.<br />

Kararda üzerinde durulması gereken ikinci önemli nokta davacı işçinin iş<br />

sözleşmesinin, hukuken geçerli de olsalar ek protokollerin söz konusu olmadığı<br />

fakat yürürlük başlangıcı imza tarihinden öncesine alınmış yeni TĐS döneminde<br />

(19.11.2002 de) feshedilmiş olmasıdır.


TĐSGLK nun 9 ncu maddesinin 2. fıkrasına göre “TĐS nin imzalanması<br />

tarihinde taraf sendikaya üye olanlar yürürlük tarihinden, imza tarihinden sonra<br />

üye olanlar ise üyeliklerinin taraf işçi sendikasınca işverene bildirildiği tarihten<br />

itibaren yararlanırlar”. Bu durumda yürürlük başlangıcı imza tarihinden geriye<br />

götürülmüş bir TĐS nin uygulandığı işyerinde çalışmaya başlayan bir işçi sendika<br />

üyesi ise işyerine girdiği fakat en erken yürürlük başlangıcından itibaren TĐS nden<br />

yararlanabilecektir. Buna karşılık TĐS nin geriye götürülmüş yürürlük tarihi ile<br />

imza tarihi arasında işten çıkarılanların TĐS nden yararlanıp yararlanmayacakları<br />

konusunun çözümü o kadar açık değildir. Bizim de katıldığımız çoğunluk görüşüne<br />

göre (Çelik, bu görüşe karşı çıkmaktadır, 535) yasanın düzenleniş tarzı göz<br />

önüne alınırsa bu soruya olumsuz cevap vermek gerekir. Çünkü işçinin iş sözleşmesinin<br />

fesholunduğu tarihte henüz işyerinde yürürlükte bulunan TĐS yoktur.<br />

Đmza tarihi ile yürürlük tarihi arasında iş sözleşmesi sona erenlerin TĐS nden yararlanmaları<br />

isteniyorsa TĐS nde bu hususun açıkça kararlaştırılmış olması gerekir<br />

(Şahlanan, TĐS, 126; Ö.Ekmekçi, Toplu Đş Sözleşmesi ile Düzenleme Yetkisi,<br />

Đstanbul 1996, 126-127, Tuncay; Toplu Đş Hukuku, 172-173 ve M.Ekonomi, Yargıtay’ın<br />

Đş Hukuku <strong>Kararlarının</strong> Değerlendirilmesi 1994 Semineri, 95 ve orada<br />

anılan kararlar).<br />

Davacı işçinin iş sözleşmesi ek protokollerin söz konusu olmadığı, yürürlük<br />

başlangıcı imza tarihinden önceye alınmış yeni toplu iş sözleşmesi döneminde<br />

işverence fesholunmamış olduğundan davacıya aslında % 12 lik ücret artışının<br />

uygulanması gerekir. Oysa olayda davacıya % 12 lik değil ilk protokoldeki % 16<br />

lık (% 4 fazla) zam uygulanmıştır. Yüksek Mahkeme taleple bağlılık ilkesinden<br />

hareketle olsa gerek bu nokta üzerinde durmayarak “31.12.2001 tarihinden sonraki<br />

dönem için % 16 oranında ücret artışı yapılmasında hatalı bir yön bulunmamakta”<br />

gerekçesiyle bundan fazla fark talebini yerinde görmemiştir. Buna göre<br />

davalı işveren isterse % 4 fazla ödediği miktarları sonradan davacı işçiden isteyebilecektir<br />

(Centel, Karar Đncelemesi, 38). Sonuç itibariyle Yargıtay’ın bu uzun<br />

anlatımlı kararı daha öncedeki kararlarıyla olduğu kadar doktrindeki görüşlerle<br />

uyum içindedir.<br />

Toplu Đş Sözleşmesinden Yararlanma<br />

Yargıtay 9. HD nin 11.5.<strong>2004</strong> tarih ve E. 1644, K. 11365 sayılı kararı,<br />

TĐS nde kararlaştırılan zam oranının ve buna ilişkin fark ücret alacağının hesap<br />

biçimine ilişkin olup (Çimento Đşveren, Temmuz <strong>2004</strong>, 59) üzerinde konuşulacak<br />

fazla bir şey bulunmamaktadır.<br />

Yargıtay 9. HD nin 4.11.<strong>2004</strong> tarih ve E. 8568, K. 24941 sayılı kararına<br />

konu olan olayda ise davacı sendika üyeliğinden usulüne uygun olarak çekildikten


sonra kendisine vaat edilen ücret artışı yapılmış fakat bir süre sonra da işine son<br />

verilmiştir. Davacı aynı gün SSKurumuna başvurarak yaşlılık aylığı bağlanmasını<br />

talep etmiş, arkasından mahkemeye başvurarak yürürlükteki TĐS nden kaynaklanan<br />

fark kıdem ve ihbar tazminatına karar verilmesini istemiştir (Legal<br />

ĐşHSGHD., 2005/6 749)<br />

Yerel mahkeme isteği kısmen hüküm altına almışsa da Yüksek Mahkeme<br />

“Davacı özgür iradesiyle sendika üyeliğinden çekildiğinden ve vaat edilen ücret<br />

artışı da gerçekleştiğinden artık ayrıca yürürlükte olan TĐS nden yararlanma olanağı<br />

yoktur. Böyle olunca TĐS nden kaynaklanan fark kıdem ve ihbar tazminatlarının<br />

reddi yerine yazılı şekilde hüküm kurulması hatalıdır” gerekçesiyle kararı<br />

bozmuştur. Kararın TĐSGLK md. 9 da düzenlenen TĐS nden yararlanma konusunu<br />

ilgilendirdiği açıktır. O halde genel kural uyarınca TĐS nden taraf işçi sendikasının<br />

üyeleri yararlanırlar. TĐS nin imzası tarihinde taraf sendikaya üye bulunanlar<br />

yürürlük tarihinden itibaren yararlanırlar. Đmza tarihinde üye bulundukları halde<br />

sonradan sendika üyeliğinden ayrılanlar ya da çıkarılanların TĐS nden yararlanmaları<br />

sona erer. Bunların yararlanmaları taraf işçi sendikasına dayanışma aidatı<br />

ödemelerine bağlıdır.<br />

Olaydaki davacı işçi de sendika üyeliğinden çekildiğine göre (sebep yüksek<br />

ücret zammı vaadi olsa bile) yürürlükteki TĐS nden yararlanma hakkı da sona<br />

erer. Yüksek Mahkemenin “davacı özgür iradesiyle sendika üyeliğinden çekildiğine<br />

göre” şeklindeki ifadesinden istifanın iradeyi fesada uğratan durumlardan<br />

biriyle etkilenerek gerçekleşmediği de anlaşılmaktadır. Aksi halde sonuç çok tartışmalı<br />

hale gelirdi. Kuşkusuz yararlanma hakkının sona ermesi üyelikten çekilme<br />

tarihinden başlayarak bir ay sonra geçerli olacaktır (Sendikalar K. md. 25/2). TĐS<br />

nden yararlanma hakkı ortadan kalkan işçinin sonradan işten çıkarılması halinde<br />

kendisi üyelikten ayrıldıktan sonra TĐS hükmü gereği artırılan ücret zammından<br />

yararlanarak kendisine daha önce ödenmiş olan kıdem ve ihbar tazminatları farkını<br />

istemesi mümkün değildir. Bu nedenle Yargıtay kararı isabetli gözükmektedir.<br />

Teşmil<br />

Đş kolunda uygulanmakta olan bir TĐS nin bazı şartların mevcudiyeti halinde<br />

idari bir kararla TĐS bulunmayan diğer işyerlerinde de uygulanmaya konmasına<br />

teşmil denir. Teşmil 2822 sK. nun 11. maddesinde düzenlenmiş ise de teşmile<br />

konu TĐS nin süresinin sona ermesi halinde normatif hükümlerinin ard (sonraya)etkisinin<br />

bulunup bulunmadığı hususunda yasada bir boşluk vardır. Yarg. 9.<br />

HD, 3.5.<strong>2004</strong> tarih ve E. 22885, K. 10444 sayılı kararında, teşmil edilen TĐS nin<br />

süresinin sona ermesinden sonra, teşmilin kapsamına giren işyerlerinde ard etki-


sini kabul etmemiştir (Çalışma ve Toplum, 2005/1, sayı 4, 223). Kararda sözü<br />

geçen TĐS, Anadolu Ajansı ile Türkiye Gazeteciler Sendikası arasında bağıtlanmış<br />

bulunan bir TĐS dir. Yargıtay kararına göre “Teşmil kararı ile uygulanan toplu<br />

iş sözleşmesi taraflarca bağıtlanan toplu iş sözleşmelerinden farklı olarak normatif<br />

hükümleri yeni toplu iş sözleşmesi bağıtlanana kadar hizmet akdi olarak uygulanamaz.<br />

Dolayısıyla işçinin sona eren teşmil kararı ile uygulanmış bulunan toplu iş<br />

sözleşmesinden dolayı kazanılmış hakkından söz edilemez”. Yargıtay 9.HD.,<br />

30.4.2001 tarih ve E. 3922, K. 7383 sayılı kararında da teşmil edilen TĐS nin sona<br />

ermesinden sonra ard etkisini kabul etmemiş idi (Bak. Değerlendirme Semineri<br />

2001, 189 ve Ö.Eyrenci’nin karara karşı çıkan değerlendirmesi).<br />

TĐS nin ard etkisini düzenleyen TĐSGLK md. 6 nın son fıkrasına göre<br />

“Her ne sebeple olursa olsun sona eren toplu iş sözleşmesinin hizmet akdine ilişkin<br />

hükümleri yenisi yürürlüğe girinceye kadar, hizmet akdi hükmü olarak devam<br />

eder”. Hükmün bu genel anlatımı karşısında doktrinde, teşmil edilen TĐS nin süresinin<br />

sona ermesinden sonra, teşmil edilen TĐS nin kapsamına giren işyerlerinde<br />

çalışan işçiler için de TĐS nin iş sözleşmelerini ilgilendiren hükümlerini yenisi<br />

yürürlüğe girinceye kadar iş sözleşmesi hükmü olarak devam edeceği (ard etki)<br />

görüşü hakimdir (Bak. Oğuzman, Đşçi – Đşveren Đlişkileri, 108; Narmanlıoğlu, Đş<br />

Hukuku II, 478; M. Sur, Toplu Đş Sözleşmesi Özerkliği ve Teşmil, Ankara 1991,<br />

144; Şahlanan, Toplu Đş Sözleşmesi, 164; Đ.Kılkış, Çeşitli Ülkelerde ve Türkiye’de<br />

Teşmilin Hukuki Boyutları ve Uygulamadaki Görünümü, Ankara 1993, 53;<br />

Eyrenci, Değerlendirme 2001, 190). Yargıtay’ın kararı bizim de katıldığımız bu<br />

görüşe ters düşmektedir.<br />

IV. TOPLU ĐŞ UYUŞMAZLIKLARINA ĐLĐŞKĐN<br />

OLANLAR<br />

Yargıtay’ın <strong>2004</strong> yılı kararları arasında toplu iş uyuşmazlıkları konusunda<br />

verdiği tek bir karara rastlayabildim. O da uygulanmakta olan grevin<br />

yasadışılığının tespiti istemi ile ilgilidir. Nitekim Yüksek Mahkemenin 6.10.<strong>2004</strong><br />

yılında verdiği bozma kararına konu olan olayda (Bak. 9. HD., 6.10.<strong>2004</strong>, E.<br />

4478, K. 22150: YKD, Şubat 2005, 206) davacı işveren grev uygulanmakta olan<br />

işyerini kapatıp, başkasına ait başka bir işyerinde yeniden aynı tür faaliyete başlamıştır.<br />

Karar metninden tam olarak anlaşılamamakla birlikte herhalde yeni adreste<br />

çalışmaya zorlanan bir kısım işçi yeni adreste de greve devam etmek istemiştir.<br />

Bunun üzerine işveren grevin yasadışılığının tespitini ve ihtiyati tedbir<br />

yoluyla durdurulmasını istemiştir. Yargıtay “grev kapsamındaki işyerinin kapatılıp<br />

aynı işlerin başka bir adreste başka bir kişiye ait işyerine nakledilmesi suretiyle<br />

grevin engellenmek istenmesi yasaya karşı hile durumunu oluşturur. Bu durum


davacı işyerinde yapılan grevin yasadışı olduğunun tespiti ve ihtiyati tedbir yoluyla<br />

durdurulması yolundaki davanın reddi gerekirken yazılı şekilde kabulü hatalıdır”<br />

sonucuna varmıştır.<br />

Gerçekten, uygulamada işverenlerin zaman zaman bazen toplu sözleşme<br />

görüşmeleri sırasında, bazen da görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine<br />

işçi sendikasının grev uygulamasına geçmesinden sonra şu veya bu nedenle grev<br />

uygulanan işyerini kapattıklarına tanık olunmaktadır. Grev esnasında işyeri kapamanın<br />

hukuken geçerli olup olmadığının cevabı oldukça nazik bir konudur.<br />

Çünkü nasıl grev işçilerin Anayasa teminatı altına alınmış bir hakkı ise (md. 54)<br />

işyeri kapama da aynı derecede işverene tanınmış ve Anayasa teminatı altına<br />

alınmış bir haktır (md. 48). Bu nedenle toplu pazarlık sürecinde her işyeri kapama<br />

olayını özelliklerine göre ayrı ayrı değerlendirerek bir sonuca varmak gerekir.<br />

Böylece bir işyeri kapama (ve işçilerin iş akitlerini sona erdirme) duruma göre<br />

bazen yasadışı lokavt, bazen lokavt hakkının kötüye kullanılması, bazen da tamamen<br />

haklı nedenlere dayalı bir iş tasfiyesi sayılabilir. Burada işverenin güttüğü<br />

amaç önemlidir. Eğer işverenin işyerini kapatmaktaki amacı işin tasfiyesi değil de<br />

toplu pazarlık sürecinde uyuşmazlığı lehine çözmek için işçiler üzerinde bir baskı<br />

oluşturmak ise duruma göre ortada yasadışı lokavt da bulunabilir, bir hakkın kötüye<br />

kullanılması olgusu da. Esasen Anayasa bile (tüm hakların kullanılmasında<br />

olduğu gibi) grev ve lokavt hakkının da iyi niyet kurallarına aykırı tarzda kullanılmasını<br />

yasaklamıştır (md. 54/2). Bu husus Yargı kararlarında olduğu gibi doktrinde<br />

de hemen herkesçe kabul edilmektedir (Bak. Reisoğlu, 270 vd; Oğuzman,<br />

Đşçi – Đşveren Đlişkileri, 215-216; C.Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 266; C.Tuncay,<br />

Karar Đncelemesi, Çimento Đşveren, Eylül 1990, 29 vd; D.Ulucan, ĐHU 1975,<br />

TSGLK. 17, No. 2, 3, 5; K.Tunçomağ /T.Centel, Đş Hukukunun Esasları, 3. bası,<br />

Đstanbul 2003, 522; Çelik, Đş Hukuku, 597).<br />

Karara konu olayda da davacı işveren grev uygulanmakta olan işyerini<br />

kapatmış görünerek işi başka bir adreste devam ettirmeye çalışmış fakat hukuka<br />

uygun grev eylemi her nasılsa oraya da sirayet edince eylemin yasa dışılığının<br />

tespitini ve durdurulmasını istemiştir. Hatırlatalım ki, hukukumuzda uygulanmakta<br />

olduğu kadar karar verilmiş bir grev veya lokavtın yasal olup olmadığının dava<br />

yoluyla tespiti her zaman talep edilebilir (TĐSGLK. Md. 46) (Bak. Narmanlıoğlu,<br />

646).<br />

Yargıtay isabetli olarak işverenin davranışını, hukuka uygun bir grevi hukuka<br />

uygunluk perdesi altında hukuka aykırı bir şekilde engellemeye yönelik bir<br />

davranış olarak nitelendirmiştir. Bunun adını da “yasaya karşı hile” koymuştur ki<br />

MK md. 2 ye aykırılığın bir türü olduğu tartışmasızdır.


GENEL GÖRÜŞME


Oturum Başkanı : Sorusu olacak sayın katılımcıların isimlerini tespit<br />

etmek istiyorum.<br />

Lütfen söz almak isteyenler isimlerini bildirsin... (Söz almak isteyenlerin<br />

isimleri kaydedildi)<br />

Buyurun Sayın Çankaya.<br />

Osman Güven Çankaya (Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Başkanı) : Sayın<br />

Can Tuncay’ı tebliğinden dolayı kutluyorum.<br />

Ben bir konuda açıklama getirmek istedim; çünkü bu konu hakikaten tartışma<br />

götürür. Dairemizin de 97’de, bir de <strong>2004</strong>’te bu konuda iki tane kararı var.<br />

Daire olarak bu karardan sonra tekrar toplanarak yeni bir görüş oluşturduk. Hakikaten,<br />

toplusözleşme kapsamı dışında bırakılan personelin yetki çoğunluk tespitinde<br />

nazara alınması gerekir mi, gerekmez mi? Sonuç itibarıyla şu anda Daire<br />

çoğunluğu olarak oluşturduğumuz karar, bunların nazara alınmaması gerektiği<br />

hususundadır; Ben, tartışmanın uzamaması için Dairemizin şu andaki kararını<br />

açıklamak istedim.<br />

Sayın Tuncay’ın tebliğinde yer alan “teşmil”le ilgili kararımız yeni ve bu<br />

konuda fazla bir karar da yok. Biz bu karara varırken, kanunun lafzından hareket<br />

ederek bu sonuca vardık. Malûm, teşmille ilgili maddede der ki, “teşmil, toplusözleşme<br />

süresince uygulanır.” Bunun art etkileri üzerinde bugüne kadar doktrinde<br />

de fazla bir tartışma getirilmedi. Malûm, normal toplusözleşmelerinde, yeni bir<br />

toplusözleşme imzalanıncaya kadar, daha doğrusu yürürlüğe girinceye kadar hizmet<br />

akdi olarak devam eder. Ben, bu konuda Dairede çok fazla karar oluşmadığı<br />

için kesin bir şey söylemek istemiyorum. Sanıyorum bu tebliğ konusunda en çok<br />

tartışılacak konulardan birisi de bu olacaktır.<br />

Katkılarından dolayı herkese teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Biz de teşekkür ederiz Başkanım.<br />

Sayın Şahlanan, buyurun Hocam.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan (Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) :


Değerli meslektaşımı tebrik ederek söze başlamak istiyorum. Yalnız, bazı konuları<br />

da tartışmaya açmak ve farklı düşündüğüm noktalarda da, tutanaklara geçmesi<br />

düşüncesiyle görüşümü açıklamak için söz aldım.<br />

Sondan başlayarak geleyim. Önce, Sayın Tuncay, şu noktada kararda bir<br />

açıklıklık var mı; bir şey söylerse belki görüşümüzü oluştururken, Sayın Çankaya<br />

da ifade ettiler, tartışılsın ki, biz de istifade edelim. Haklı olarak, teşmille ilgili<br />

Yargıtay’a gelen çok ihtilaf da olmadığı düşünülürse, bunun tartışılmasında yarar<br />

var diye düşünüyorum. Karara konu olan olayda, teşmil edilen toplu iş sözleşmesi<br />

sona ermiş, art etkisi devam eder mi, etmez mi tartışması mı var, yoksa, teşmil<br />

kararı kaldırılmış, teşmil kararının kaldırılmasından sonra teşmil edilmiş toplu<br />

sözleşmenin art etkisi devam eder mi, etmez mi tartışması var; bir kere bu noktayı<br />

bir açıklığa kavuşursak daha doğru, isabetli tespitler yaparız diye düşünüyorum.<br />

Siz buna bakın. Eğer hemen söyleyecek durumda değilseniz, zamanı değerlendirmek<br />

açısından ben devam edeyim.<br />

Şimdi efendim, bu...<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Sona ermiş.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : Toplu sözleşme sona ermiş.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Toplu sözleşme.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : Teşmil kararının kaldırılması diye bir şey söz<br />

konusu değil.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Yok, sona ermiş.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : Bu noktada, eğer olay böyleyse, art etkinin<br />

devam edeceği düşüncesindeyim. Teşmil kararı kaldırılmışsa, bana göre 2822’nin<br />

6’sı burada işlemez ve art etki olmaz. Aksi takdirde, teşmili kaldıran Bakanlar<br />

Kurulu kararına hiçbir hukukî sonuç bağlamamış olursunuz. O açıdan, bu açıklamanız<br />

isabetli oldu.<br />

Sendikal tazminat konusu, maalesef 31’inci madde, 4773’le yapılan değişiklikten<br />

sonra bir kargaşaya büründü.<br />

Đzin verirseniz, “bilinen şeyleri söyleme hoca” demeyin, ama konuyu şöyle<br />

bir sistematize edersek, hem Yargıtay kararlarının değerlendirilmesi açısından,<br />

hem de doğruyu bulmamız açısından iyi olur diye düşünüyorum.<br />

31’inci maddede yaptırıma bağlanan üç nokta var: (Değişiklikten sonraki


metinden söz ediyorum) Birincisi, üye olma olmama özgürlüğüne aykırı işveren<br />

davranışına ilişkin 3’üncü fıkra; ikincisi, 5’inci fıkradaki sendikal faaliyeti engelleme,<br />

ayırım yapma yasağına aykırılık var; üçüncüsü de, sendikal nedenle iş akdinin<br />

feshi var. 31’inci maddenin yeni yapısında yaptırıma bağlanan hususlar olarak<br />

bu üç noktadaki işveren davranışını görüyoruz. 4773’le yapılan değişiklikten sonra<br />

getirilen düzenlemede, iş güvencesinin kapsamında olanlar için, 31’inci maddeye<br />

aykırılık 3’üncü ve 5’inci fıkraya değil de, iş akdinin sendikal nedenle feshi<br />

şeklinde bir yasaya aykırı uygulama yapılmışsa, artık bu noktada bir tereddüt yok;<br />

açılacak dava, işe iade davasıdır, müstakil bir sendikal tazminat talep etme imkânı<br />

yoktur. Burada kritik nokta, iş güvencesinin kapsamında olmayanların durumudur;<br />

yani, 30 işçiden az işçi olan yerler, işveren vekili konumunda olanlar ve 6<br />

aydan az kıdemi olanlar. Eğer bu kişiler için söz konusu olabilecek işveren davranışı,<br />

iş akdinin feshi değil de 31. maddenin üçüncü ve beşinci fıkralarına aykırılık<br />

varsa sendikal tazminatı güvencenin kapsamında olanlar da isteyebilir, kapsamında<br />

olmayanlar da isteyebilir, ama güvencenin kapsamında olmayanlar, sendikal<br />

nedenle iş akdi feshedildiğinde artık işe iade davası açamayacaklarına göre, bunların<br />

doğrudan sendikal tazminat talep etmeleri kabul edilmelidir, 1 yıllık ücret<br />

tutarında sendikal tazminat talep etmeleri kabul edilmelidir. Bu noktada eğer mutabıksak,<br />

Sayın Tuncay’ın sözünü ettiği bir karardaki düşünceyi kabul etmek<br />

mümkün değil ve arkadaşım o noktada paylaştı, daha doğrusu kararı başka yönden<br />

eleştirdi, usulü müktesep hak falan meselelerine girdi. Oysa, kararın eleştirilmesi<br />

gereken yönü şu: Davacı, işe iade istiyor, iş akdinin feshi var olayda, bu<br />

olmazsa sendikal tazminat istiyor. Đş akdinin feshine muhatap olmuş bir işçinin<br />

hiçbir şekilde, iş güvencesinin kapsamında olmak kaydıyla hiçbir şekilde terditli<br />

bir talepte bulunması mümkün değil. Bu kişi ancak işe iade davası açabilir ve<br />

fesih sendikal nedenle olduğu için de tazminatının 1 yıllık olmasını ister. Eğer bu<br />

tutmadı, geçerli sebep, sendikal nedenle fesih yoktur, o zaman sendikal tazminata<br />

veya kötü niyet tazminatına, hükmedilsin demesi mümkün değildir. Davanın bu<br />

yönüyle başından kabul edilmez olması lazım. Yoksa, böyle terditli davaya<br />

31’inci madde imkân tanımıyor.<br />

Temsilciyle ilgili konu da gene sancılı maddelerden biri. Maalesef<br />

4773’le gelen düzenleme hiç isabetli değil; bunu değişik seminerlerde söylüyoruz<br />

ve tasarıda da bu düzeltiliyor. Fakat, 30’uncu madde şimdi yürürlükte. 30’uncu<br />

maddenin son fıkrasına arkadaşımın nasıl yaptırım bağladığını ben anlayamadım.<br />

Arkadaşıma da bir ölçüde hak veriyorum; 30’uncu maddenin son fıkrası... Maddenin<br />

geçmişini hatırlayalım. Böyle bir hüküm yoktu. 80’li yıllarda Yargıtay oyçokluğuyla<br />

verdiği kararlarla, temsilcinin iş akdinin feshi değil, işyerinin değiştirilmesinde<br />

de 30’uncu madde uygulanır diyordu Yargıtay. Uygulanır deyince,<br />

eski işine iade, işe başlatmazsa, temsilcilik süresince ücretini alma yaptırımı sade-


ce fesihte değil, işyeri değiştirilen temsilci için de oyçokluğuyla Yargıtay uyguluyordu;<br />

sonra bu karar oybirliğiyle verildi. Bu hüküm daha sonra kanun hükmü<br />

hâline geldi; ama şimdi yaptırımsız. Şimdi, 30’uncu maddenin son fıkrasında<br />

diyor ki, “geçersizdir.” Geçersizdir dediğimizde, bunu yaptırım, bir Yargıtay kararıyla<br />

bu geçersizliği tespit ettirmek mümkün mü; bir. Tespit ettirirsek, bu geçersizliğe<br />

hangi yaptırımı uyguluyoruz? Đşverenin bir yönetim hakkı var. Çalıştırmıyor<br />

işveren. “Temsilcilik süresince ücretini öder” diyen bir hüküm de yok. Sendikal<br />

tazminat mı verilecek, yoksa, biraz ben oraya eğilimliyim, ama bir zorlama<br />

olduğunu da ifade edeyim, acaba 30’un son fıkrasına aykırılıkta da, eski işine<br />

iadesi yönünde bir dava açmak mümkün mü? Bunu düşünmek istiyorum, bu yöne<br />

yönelmek istiyorum. Yasanın metni zor, ama 30’uncu maddenin son fıkrasındaki<br />

boşluk, bir yasal değişiklik yapılıncaya kadar bu yolda uygulanmalı diye düşünüyorum.<br />

Bunu söylerken çok da rahat olmadığımı söyleyeyim, ama bu hususu...<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Sayın Şahlanan, hemen şurada bir saptama yapayım.<br />

“Aksi hâlde değişiklik geçersiz sayılır” diyor son fıkrada.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan :Geçersiz sayılır.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : O zaman eski işine gitmiş olacak.<br />

Bir Katılımcı : Eski işinde kalıyor.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Kalıyor olacak zaten.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : Efendim, başlatmıyor eski işine.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : O başka; ama eski işinde kalıyor.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : Sayın Tuncay; burada sorun değişikliğin geçersiz<br />

sayılması halinde temsilci işçiyi fiilen işe başlatmayan işverene uygulanacak<br />

yaptırım ne olacak?Đşe iade davasındaki gibi ağırlaştırılmış bir iş güvencesi<br />

tazminatı mı? Yoksa işvereni alacaklı temerrüdünde kabul edip temsilcilik süresi<br />

sonuna kadar bir ücret talebi mi? Çözülmesi gereken sorun bu noktada düğümleniyor.<br />

Bir başka konu efendim; genel kurul kararının iptaliyle ilgili Sayın Tuncay<br />

bazı kararlardan söz etti. Ayrıntılarına girmiyorum. Sendikalar hukukuyla çok<br />

uğraşmış bir akademisyen olarak burada da söylenecek çok şeyler var, ama şu<br />

noktada dikkat etmek lazım: Diyorsunuz ki, “Yargıtay, dosyanın durumuna göre”,<br />

yani söylediğiniz mealen bu, “genel kurulda alınmış kararı”, ki dava konusu olan<br />

bir seçim, 38’inci maddeye aykırılıktan dolayı, “kararı iptal edebilir ya da genel<br />

kurulun tümünü iptal edebilir.” Yargıtay’ın böyle bir seçim hakkı söz konusu<br />

olamaz. Davacının talebi söz konusu olur ve bu talepte dayanak, genel kurulun


oluşturulmasına ilişkin hukukî sakatlık varsa, genel kurulun tümü iptal edilir.<br />

Bunun anlamı, orada alınmış kararlardır, seçimler de dahil iptal edilmesidir. Ör-<br />

neğin çağrı usulüne uygun yapılmamışsa, delegede usulsüzlük varsa tümü iptal<br />

edilir. Böyle bir durum yok ise, aykırılık sadece genel kurulda alınan bir karar<br />

niteliğinde olan seçim olayındaysa, Yargıtay, sadece seçimi iptal etmekle yükümlüdür;<br />

diğer konularda bir karar vermesi...<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Burada da öyle ama.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : Mümkün değildir.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Karar böyle.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : O zaman, karara katılmadığımı ifade etmek<br />

istiyorum.<br />

Toplu sözleşme konusuna gelince, toplusözleşme konusunda arkadaşımla<br />

bir noktada çok ciddî görüş ayrılığım var. Bu görüş ayrılığı aslında şuradan geliyor:<br />

Kanundaki yasal düzenlemenin geçmişini hatırlamamamızdan ileri geliyor.<br />

Yetki tespiti safhasında bir şey söylediniz; “iş kolu itirazı varsa.” Bunu Milli Komite<br />

Seminerlerde çok söyledim, bu kötüye kullanılıyor uygulamada vesaire dedim.<br />

Bekletici mesele yapıyor Yargıtay ve Sendikalar Kanununun 4’üncü maddesindeki<br />

prosedür gereği, “iş kolunu hâlledin, ondan sonra da yetkiyi inceleyelim”<br />

diyor. Bu noktada bir tereddüt yok. Siz diyorsunuz ki, “işletme, toplu iş sözleşmesinin<br />

yetkisine ilişkin uyuşmazlıkta işletme niteliğine ilişkin bir itiraz var ise,<br />

bunu mahkeme bekletici mesele yapmayacak, bizzat kendisi çözecek” diyorsunuz.<br />

Demin söze başlarken dedim ki, yasanın geçmişini hatırlamadan böyle bir sonuca<br />

varıyorsunuz. Gerçekten, işletme niteliğinin tespitine ilişkin, 2822’nin 3’üncü<br />

maddesinde, işletme niteliğine ilişkin uyuşmazlıkların nerede çözüleceğine ilişkin<br />

yasal düzenleme var, ancak, bu düzenleme ne zamandan kaldı; bunu gözden uzak<br />

tutmayalım. Hatırlarsanız, işletme sözleşmesine ilişkin kanunun ilk çıktığında,<br />

işçinin bir işyerinden diğerine nakli işletmenin gereği icabıysa, ancak işletme<br />

sözleşmesi o zaman yapılabilirdi. Böyle bir işletme anlayışı terk edildi. Şimdi<br />

işletme nedir? Şu noktada bir tereddüt yok: Đşletme, aynı işverenin aynı iş kolunda<br />

birden fazla işyeri varsa, işletme budur. Đşletme niteliğine ilişkin uyuşmazlıklar<br />

artık yasanın geldiği bu noktadan sonra iş kolu uyuşmazlıklarına dönüştü; “bu<br />

işyeri bu iş koluna girer mi, girmez mi?” Girerse işletme diyeceğiz, çünkü bir tane<br />

daha var veya birkaç tane daha var, girmezse işletme değil diyeceğiz. Dolayısıyla,<br />

yetki uyuşmazlığını çözen mahkemenin buna bakması mümkün değil. Artık bir iş<br />

kolu. Gene bekletici mesele yapacaktır, 4’üncü maddedeki prosedürü yapacaktır.<br />

Kanunun 3’üncü maddesinin son fıkrası bugün işlemez durumdadır. Yukarıdaki


değişiklik yapılırken aşağının muhafaza edilmesinden doğan bir yanlış anlamadır<br />

bu.<br />

Teşmille ilgili konuyu söyledim. Onun dışında diğer konulara girmek istemiyorum.<br />

Teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Mustafa Avcı.<br />

Mustafa Avcı : Hocama çok değerli tebliği için öncelikle teşekkür ederim.<br />

Đki konuda soru yönelteceğim: Bunlardan bir tanesi, özellikle bu iş güvencesine<br />

ilişkin düzenlemelerden sonra belediyelerle ilgili sözleşmelerde zaman<br />

zaman rastlanıyor, toplu iş sözleşmesiyle işverenin fesih hakkı sınırlandırılmış ve<br />

iş güvencesi sağlamaya yönelik iş güvencesi hükümleri getirilmişse, burada bir,<br />

kanundaki iş güvencesi sağlamaya yönelik düzenlemeler var, bir de, sözleşme iş<br />

güvencesi sağlamaya yönelik düzenlemeler, şu anda bunların ikisini birlikte uygulama<br />

imkânımız var mı? Özellikle iş güvencesi kapsamına girmeyen işçiler açısından,<br />

takip edebildiğim kadarıyla, Yargıtay bunları, iş güvencesi kapsamına<br />

girmeyen, iş güvencesinden yararlanamayan işçiler açısından her hâlde geçerli<br />

kabul ediyor. Acaba böyle bir ayırıma gidebilir miyiz? Aslında, böyle bir ayırımda<br />

bile birtakım haksızlıkların olması söz konusu. O da şöyle: Diyelim, 5 aylık bir<br />

işçi, 6 aylık kıdemi olmadığı için kanunla sağlanan iş güvencesinden yararlanamaz<br />

iken, 5 yıllık ücreti tutarında bir cezaî şart öngören iş güvencesi sağlamaya<br />

yönelik bir düzenlemeden yararlanabilecek mi; bu konudaki görüşlerini öğrenmek<br />

istiyorum.<br />

Đkincisi de, yetki tespiti, çoğunluk tespiti davaları bakımından. Eğer iş akdi<br />

feshedilen ve işe iade davası açılan işçiler varsa, bunlar sonucu etkileyecek<br />

sayıda iseler, bunun sonucunun beklenmesi yönünde bir Yargıtay kararı var; isabetli<br />

bir karar. Acaba burada, bu işçiler, iş akdi feshedilen ve yargı kararı sonrası<br />

feshi geçersiz sayılan işçiler 4 aylık süre için mi işyerinde çalışan işçi olarak kabul<br />

edilip çoğunluk tespitinde dikkate alınacaklar, yoksa, feshin geçersiz sayıldığı,<br />

yargı kararının kesinleştiği ve işverenin kabul etmeyerek iş akdinin, feshin<br />

geçerli hâle geldiği, sonraki, o süreye kadarki süre içinde mi acaba başvuru açısından,<br />

yetki tespiti açısından değerlendirilecek? Burada belki bunun pratik anlamı<br />

olmadığı söylenebilir; fakat şöyle var: Sendika o yetki tespitini riskli görerek<br />

daha sonraki bir tarihte tekrar tespite başvuruda bulunabileceği gibi, bir başka


sendikada yargılamanın sürdüğü aşamada, yetki tespiti başvurusunda bulunabilecektir.<br />

Bu konuda, Hocamızın görüşlerini öğrenmek istiyorum.25<br />

Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Melda Sur.<br />

Prof. Dr. Melda Sur (Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi) :<br />

Benim sorularım Profesör Şahlanan’ın söyledikleriyle birleşiyor...<br />

Oturum Başkanı : Söz almak istemiyorsunuz. Peki, teşekkür ederim.<br />

Sayın Erhan Birben.<br />

Arş. Gör. Erhan Birben (Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi) :<br />

Hocama tebliğinden dolayı tekrar teşekkür ediyorum.<br />

Fevzi Şahlanan Hocamız sendikal tazminatla ilgili çok geniş açıklamalarda<br />

bulundu; fakat ben bir noktaya tekrar değinmek istiyorum. 31’inci maddenin<br />

3’üncü fıkrasında belirtilen ayırım yasağı, özellikle işin sevk ve dağıtımındaki<br />

ayırım yasağıyla iş akdinin feshinin aynı olayda iç içe geçmesi durumundaki durum<br />

ne olacak? Örnek: Đşveren sendikaya üye olduğu için, işçiye, diğer işçilerle<br />

mukayese ettiğimiz işyerinde yapabileceğinden daha fazla iş vermekte veya kendisini<br />

yemek, servis hizmetinden yararlandırmamakta, ama bunu rağmen işçi çalışmasını<br />

sürdürmekte, üç ay, beş ay sonra bu sefer işveren iş sözleşmesini feshetmekte.<br />

Acaba böyle bir durumda, Fevzi Hocamızın ifadesiyle, her halükârda<br />

fesih işleminden yola çıkarak, iş güvencesi kapsamındaki işçi işe iade davası mı<br />

açmalıdır...<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : Soruyu bana mı soruyorsunuz?<br />

Arş. Gör. Erhan Birben : Hocam, sizin görüşünüzden yola çıkarak tartışılması<br />

için.<br />

Yoksa, burada aynı zamanda 31’inci maddenin 3’üncü fıkrası da ihlal e-<br />

dilmiş olduğu için, burada işçiye tanınmış bir seçimlik haktan bahsedebilir miyiz,<br />

yoksa, Fevzi Hocamızın ifade ettiği gibi, her halükârda iş güvencesi kapsamındaki<br />

bir işçi, hizmet akdi feshedilmişse mutlaka ve mutlaka işe iade davası mı açmalıdır?<br />

Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Ali Rıza Okur.


Prof. Dr. Ali Rıza Okur (Marmara Üniversitesi ĐĐBF) : Ben basit bir<br />

konuda Can Hocamın fikrini almak istedim.<br />

Bir karardan bahsettiler; “maaşa zam, işe son.” Fakat, o kararın bir başka<br />

boyutu var. Şartlı bir karar, şöyle şartlı: Sendika üyeliğinden ayrılma koşuluyla<br />

maaşa zam, işe son. Dolayısıyla, bu olayın Sendikalar Kanunu md. 31 boyutunda,<br />

sendika özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir diye düşündüm. Bu<br />

konuda neler söylenebilir, acaba geçerli sayılabilir mi? Çünkü, açıkça sendikadan<br />

ayrılmak koşuluyla maaşa zam yapılıyor ve işe son veriliyor.<br />

Teşekkürler.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Sorunuzu tam anlayamadım; bir daha tekrar eder<br />

misiniz?<br />

Prof. Dr. Ali Rıza Okur : Kararda, sendikadan ayrılmak koşuluyla maaşına<br />

zam yapılıyor, arkasından işine son veriliyor; öyle anladım ben.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Sendikadan ayrılma şartı var mı onu bilmiyoruz.<br />

Onu ben öyle yorumladım.<br />

Prof. Dr. Ali Rıza Okur : Ben öyle anladım da. O olayın bir sendika özgürlüğü<br />

boyutu var, niye girilmedi acaba diye sormak istedim.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : O açık değil. Çalışanın ücretine zam yapılmış<br />

“vaat edildiği gibi” diyor kararda, sonra da işine son verilmiş.<br />

Prof. Dr. Ali Rıza Okur : Ama olayda sendikadan ayrılma şartı var;<br />

“ayrılırsan ücretine zam yapacağım...” denmemiş mi?<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : O açık değil; sadece “vaat edildiği gibi zam yapıldı”<br />

diyor. Bağlantıyı ben kuruyorum. O nokta kararda açık değil.<br />

Prof. Dr. Ali Rıza Okur : Bağlantı kuruyorsunuz ya. Varsa ne olacak?<br />

Sendika özgürlüğü açısından geçerli sayabilecek miyiz?<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Anladım, anladım. Haklısınız. Bu durumda işten<br />

çıkarmanın sendika özgürlüğü ile bağdaşır olup olmadığı tartışılır hale gelir.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Murat Özveri.<br />

Av. Murat Özveri (Kocaeli Barosu) : Ben de Hocamın değerli tebliği i-<br />

çin teşekkür etmek istiyorum. Bir teşekkürüm de Şahlanan Hocama. O da, belli<br />

konuları tartışmaya açarak bir anlamda soracağım soruların zeminini de hazırladı.


Sanıyorum hem Şahlanan Hocam, hem Can Tuncay Hocam, 4773’teki<br />

değişiklikle birlikte iş güvencesi kapsamı içerisinde olan işçilerin iş sözleşmelerinin<br />

sendikal nedenlerle feshi hâlinde ayrı, bağımsız bir sendikal tazminat davası<br />

açılamayacağı görüşündeler. Bu konuda kendimce bir araştırma yaptığımda, aslında<br />

öğretide çok önemli bir kesiminin de, hatta neredeyse tamamına yakınının<br />

da o görüşte olduğunu gözlemledim. Haklı olarak, 4773’teki yapılan değişikliğin<br />

sendikal güvenceyi zayıflattığı konusunda da zannediyorum bir hemfikirlik var,<br />

bir ortak payda var. Ben yine de, sendikal tazminatın özellikle niteliğinden hareket<br />

ederek, Münir Ekonomi Hocamın 1987 Milli Komitede yapmış olduğu bir<br />

tespit, bir de ĐHU’da, yanılmıyorsam 75 tarihli, -Hocam, o anlamda dersime iyi<br />

çalıştım- yapmış olduğu bir tespitinden hareket ederek, diyordu ki Hocam, özellikle<br />

eski hâliyle dahi 31’inci maddenin yeteri kadar sendikal güvence getirmediği,<br />

bu güvencenin çağdaş standartlara göre geliştirilebilmesi için, yargının yasa<br />

değişikliğini beklemeksizin, daha genişletici bir yorumla daha etkin bir sendikal<br />

güvenceye yönelik kararlar oluşturulabileceği, ama böyle bir uygulamanın da ne<br />

yazık ki gelişmediği konusunda bir görüşü vardı. Şöyle bir somutluk düşünelim:<br />

Đşçi, iş güvencesi kapsamı içerisinde iş sözleşmeni işverenin baskısına dayanamayarak<br />

kendisi feshediyor. Hatta, bu baskı karakollara yansıyor, cezaî soruşturmalara<br />

kadar yansıyor, ama kendisi feshediyor. Kapsamın içerisinde olan bir işçi.<br />

Baskının nedeni de, açıkça sendikal neden. Güvence kapsamında, kendisi feshettiği<br />

için işe iade davası açması da mümkün değil. Bu durumda işçinin, sendikal<br />

nedenlerle feshi hâlinde işçiyi güvencesiz mi bırakacağız? Buna benzer olayları<br />

hayatın içerisinde çeşitlendirmek mümkün. Şuraya gelmek istiyorum: Neden genel<br />

hükümlere göre, evet maddenin lafzı açısından böyle, ama sonuçta sendikal<br />

baskının kendisi bir haksız fiil. Bu haksız fiil olgusundan hareket ederek, güvence<br />

kapsamı içerisinde olan, ancak işe iade davası açmayan işçilerin de, tazminatın<br />

ölçüsü olarak 2821/31’i kullanarak sendikal tazminat davaları açmaları neden<br />

mümkün olmasın diye düşünüyorum? 31/1’inci fıkranın yaptırımı olmamasına<br />

karşın, öğretide, genel hükümlere göre yaptırımlandırılabileceği konusunda da<br />

genel bir mutabakatın olduğunu gördüm.<br />

Yetki tespitlerine ilişkin izinin verirseniz, -burada çok sık tartışıyoruzsadece<br />

şunu söylemek istiyorum: Bu yasal sistem içerisinde Yargıtay nasıl karar<br />

verirse versin, yetki sorununu etkili ve hızlı bir şekilde çözmemiz artık mümkün<br />

değil. Bu konuda biz, sendikal camia olarak “havlu attık” desek sanıyorum abartmamış<br />

olurum. Ancak, yine de, bir düşünün, bir yetki itiraz dilekçesinde, çoğunluk<br />

itirazı yapılıyor, işletme ya da işyeri itirazı yapılıyor, yetmiyor, işçiler 16 yaşını<br />

doldurdu mu, doldurmadı mı, 16 yaşını doldurmamışsa velisinden rıza alması<br />

gerekir, bu konuda araştırılmalıdır deniliyor, imza inkârları yapılıyor ve tespit<br />

edebildiğim kadarıyla 10-11 tane yasal sistem içerisinde yetki için ne öngörül-


memişse tamamının olmadığı doğrultusunda itirazlar geliyor. Acaba, tüm bu itirazlar<br />

için, bekletici mesele yapılıyor demeden, Şahlanan Hocam da işaret etti,<br />

kötüye kullanmalara karşı bir iyi niyet denetimini hem mahkemenin, hem Yargıtay’ın<br />

yapması gerekli değil mi? Örneğin, aynı işyeriyle aynı ürünleri üreten, bir<br />

başka işyerinde o iş kolunda olduğu yargı kararlarıyla tespit edilmiş, belirli, her<br />

ikisi de cam üretiyor, burada da bir iş kolu tespiti yapılmadı diye hâlen iş kolu<br />

itirazında bulunuyor ise bu işyeri ve bu itirazını da özellikle de tam yetki aşamasında<br />

bulunduruyor ise, yine iyi niyet denetimini gerektirmiyor mu? Đş kolu tespitine<br />

ilişkin yapılan itirazların bakanlık soruşturması bittikten sonra Resmi Gazetede<br />

yayınlanması süreci yaklaşık 4 ayı buluyor. 15 günlük itiraz var. Bu 15 günlük<br />

itirazdan sonra da, diyelim ki, 15 günlük hak düşürücü süre içerisinde itiraz etmemiş<br />

olanların da davaya dahil edilmesi doğrultusunda birtakım kararlar çıkıyor<br />

ve bu bekletici meselenin mantığına aykırı olarak. Bunu bu kadar, kanunu bile<br />

bile uygulayarak, âdeta yetki alınmasın diye kurgulanmış bir sistemi daha da katılaştırmak<br />

bu sistemi iyice çıkmaza itmeyecek midir? Özeti şu: Bu itirazlar konusunda<br />

bir iyi niyet denetimi hem yerel mahkemeler aşamasında, hem Yargıtay<br />

aşamasında gerekli değil mi?<br />

Teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı :Sayın Ömer Ekmekçi.<br />

Doç. Dr. Ömer Ekmekçi (Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) :<br />

Ben de Sayın Hocama tebliğleri için teşekkür ediyorum.<br />

Đki konuda görüş beyan etmek istiyorum: Birincisi, 9’uncu Dairenin en<br />

son hangi görüşte olduğu ile ilgili olarak, Sayın Çankaya’nın görüşünü tam anlayamadım.<br />

Kapsam dışı bırakma hükmü, bir kere, iki sosyal tarafın anlaşmasıyla<br />

olur. Bir kişinin rızası dışında, toplu iş sözleşmesinin kapsamı dışında bırakılması<br />

mümkün değil; bu zaten ayrı bir tartışma. Bu ancak, kişiyi toplu sözleşmenin üzerinde<br />

ücretlendirebilmek bakımından haklılık kazanabilir. Đşveren, belirli kişilerin<br />

ücretlerini toplu sözleşmenin dışında belirlemek isteyebilir; o takdirde ancak hukuken<br />

haklılık kazanır; fakat bu tartışmayla, kapsam dışı bırakılan personelin<br />

işyerinde çalışan işçi sayısına dahil edilip edilmemesinin hiçbir ilgisi yoktur. Kapsam<br />

dışı bırakılan kişi de işyerinde çalışan işçi sayısına dahildir. Kim dahil değildir<br />

sadece? Đşletmenin bütününü sevk ve idare eden genel müdür, işveren vekili.<br />

O zaten Sendikalar Kanunu uyarınca işveren sayıldığı için burada, işyerinde çalışan<br />

işçi sayısına dahil edilmeyecektir. Zaten toplu iş sözleşmesi ile kapsam dışı<br />

bırakılan işçilerin, bir dönem sonraki toplu iş sözleşmesi ile kapsam dışı bırakılıp<br />

bırakılmayacağı belli değildir. Bu bakımdan, bunların işyerinde çalışan işçi sayısına<br />

yetki tespitinde dahil edilmesi gerekir. Grev oylaması yapıldığında, kapsam<br />

dışı bırakılan işçilerin oylamaya katılıp katılmayacakları önem kazanmaktadır.


Bizim görüşümüze göre katılması gerekir.<br />

Đkincisi, teşmil; bir yerde uygulanan toplu iş sözleşmesinin uygulama alanının<br />

idarî bir kararla genişletilmesidir. Uygulama alanı genişletilen yine toplu<br />

sözleşmedir. Anadolu Ajansında uygulanan bir toplu iş sözleşmesini, diyelim,<br />

basında bulunan bir yere teşmil ettiğiniz zaman, o teşmil edilen yer de toplu sözleşmeli<br />

hâle geliyor; dolayısıyla, toplu sözleşmede yer alan hizmet akdine ilişkin<br />

bütün hak ve borçlar orada uygulanıyor.<br />

Bizim hukukumuzda, “teşmille oluşan toplu iş sözleşmesi”, “normal toplu<br />

iş sözleşmesi” diye bir ayırım yoktur; her ikisi de toplu iş sözleşmesidir ve toplusözleşmenin<br />

bütün hak ve yükümlülükleri, daha doğrusu bütün hükümleri burada<br />

doğar. Art etkiyi düzenleyen 2822 Sayılı Kanunun 6’ncı maddesi, neden getirilmiştir?<br />

Sözleşmenin süresi sona erer, toplu sözleşmeyle ücretler belli bir miktara<br />

baliğ olmuştur, sözleşmenin süresi sona erdi, yenisi de yok, baliğ olan ücretler<br />

tekrar indirilmesin, yenisi yapılıncaya kadar devam etsin diye, böyle bir art etkiye<br />

ilişkin 6’ncı maddenin son fıkrasında bir hüküm getirilmiştir. Her ne sebeple olursa<br />

olsun sona eren toplu sözleşmenin hizmet akdine ilişkin hükümleri yenisi yapılıncaya<br />

kadar hizmet akdi hükmü olarak devam eder. Dolayısıyla, Hocamın o<br />

görüşüne iştirak edemiyorum. Teşmil edilen sözleşme sürenin bitimiyle de sona<br />

erse, o işyerinde sendika örgütlenecek, Bakanlar Kurulu teşmil kararını kaldırıyor,<br />

o sebeple sona erecek olsa dahi, 6’ncı maddeye göre art etki her ikisi bakımından<br />

da uygulama alanı bulur. Eğer, “teşmil kararının ortadan kaldırılması sebebiyle art<br />

etki uygulama alanı bulmaz” dersek, teşmil döneminde uygulanan toplu iş sözleşmesiyle<br />

yapılan artışların da bu sefer geri alınacağını, ücretin tekrar eski durumuna<br />

indirileceğini de kabul etmek gerekir.<br />

Bir üçüncüsü, Sayın Hocam, sadece bir görüş istiyorum, vaat edilen ücret<br />

artışı gerçekleşmeseydi eğer, işveren “sendikadan istifa et, şu kadar ücret artışı<br />

yapacağım” dedi, Yargıtay kararında, yanlış anlamıyorsam, “ücret artışı da gerçekleşmiştir”<br />

diyor, vaat edilen ücret artışını işveren gerçekleştirmeseydi, bu sefer<br />

toplusözleşmeden yararlanacak mıydı, yararlanmayacak mıydı?<br />

Saygılar sunuyorum.<br />

Oturum Başkanı : Teşekkürler.<br />

Sayın Fevzi Demir.<br />

Prof. Dr. Fevzi Demir (Dokuz Eylül Üniversitesi ĐĐBF) : Ben öncelikle<br />

çok değerli meslektaşımıza teşekkür ediyorum.


Bu usulî kazanılmış hak nedeniyle, önce oradan başlamak istiyorum. Bir<br />

sendikal tazminat talebinde bulunamıyor iş güvencesin en yararlanan işçi. Mutlaka<br />

işe iade davası açması gerekiyor. Đş güvencesinden yararlanamayan ise kötü<br />

niyet tazminatı talebinde bulunuyor. Kötü niyet tazminatı daha düşük ihbar önellerine<br />

tekabül eden ücretin üç katı olduğu için, buna karar veriliyor. Peki, ama<br />

toplu iş sözleşmelerinde, özellikle arabuluculuk yapan arkadaşlarımız bilir, bazı<br />

belediyelerde 40 haftaya varan, 42-45 haftaya kadar olanı dahi biliyorum, ihbar<br />

önelleri var. Ve bu ihbar önellerine tekabül eden ücret tutarında ödenmesi gereken<br />

ihbar tazminatı hükümleri var. Bu o zaman, tabii, sendikal tazminatı da aştığına<br />

göre, acaba buna mı hükmedeceğiz veya ikisini birden mi reddedeceğiz. Sendikal<br />

tazminatı isteyemediğimize göre, bu da (kötü niyet tazminatı) ondan (sendikal<br />

tazminattan) fazla olduğuna göre, acaba kötü niyet tazminatını da isteyemeyecek<br />

miyiz ve ikisinden de mi yoksun kalacağız? Böyle bir sorunla karşı karşıyayız. Bu<br />

konuya ilişkin düşüncenizi öğrenmek isteyecektim.<br />

Teşmil kararıyla ilgili olarak yapılan açıklamaların hepsine katılıyorum.<br />

Gerçekten, özellikle haksız rekabeti engellemek amacıyla bu karar alındığına<br />

göre, o haksız rekabetin, sözleşmenin her ne suretle olursa olsun sona ermesinden<br />

sonra da devam etmesi gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle de karara katılmadığımı<br />

belirtmek isterim.<br />

Diğer bir husus, Sayın Özveri’nin yapmış olduğu açıklamalardan sonra<br />

aklıma geldi. Đş güvencesi kapsamı içinde olan işçi, işe iade davası isteyecek,<br />

açacak. Doğrudan sendikal tazminat talebinde bulunma hakkı yok; yani bu kesin,<br />

çünkü yasanın düzenlemesi böyle. Doğru-yanlış; onu tartışmıyoruz. Doktrin hemen<br />

hemen oybirliğiyle bu konuda hemfikir. Bu, yasanın düzenlemesinden kaynaklanıyor;<br />

yoksa, yasanın doğru yapılmış olduğunun ifadesi değil. Acaba, bu<br />

gibi hâllerde, -ben işe iade istemiyorum, o işverenle artık bu saatten sonra çalışmamız<br />

doğru değil, ama sendikal nedenle de işten çıkarıldığım bir vakıa, kesin<br />

olduğuna göre- acaba işveren, eşit işlem borcuna aykırı davranmış olduğundan<br />

dolayı, yani 4 aylık ayırımcılık tazminatını talep edemez miyiz? Bu konudaki<br />

düşüncenizi öğrenmek isteyecektim.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Anlayamadım. Bir daha söyler misiniz onu?<br />

Prof. Dr. Fevzi Demir : Şimdi, bu eşit işlem borcuyla ilgili olarak, Đş<br />

Kanununun 5. maddesinde getirilmiş olan bir hüküm var. Đş güvencesi kapsamında<br />

olan ve sendikal nedenle işten çıkarılmış olan işçi doğrudan doğruya işe iade<br />

davası açmak zorunda. Buna karşılık, ben işe başlamayacağım, ama sendikal nedenle<br />

çıkarıldım, o 12 aylık, en az 1 yıllık ücret tutarındaki tazminatı istiyorum<br />

diye dava açamıyorum. Bu konuda hemfikiriz hepimiz. Şimdi, bu tazminat dava-


sını açamıyor, işe iade de istemediğime göre, ama kesin olan bir şey varsa, bir<br />

sendikalı-sendikasız ayırımına da tâbi tutulduğum. Bu nedenle, eşit işlem borcuna<br />

aykırılığından dolayı işvereni, 4 aylık ücret tutarındaki ayrımcılık tazminatına<br />

mahkûm ettiremez miyiz; bu konudaki düşüncenizi istirham edecektim.<br />

Çok çok teşekkür ediyorum.<br />

Oturum Başkanı : Sayın Hocam, buyurun.<br />

Prof. Dr. Münir Ekonomi (Đ.T.Ü. Đşletme Fakültesi) : Teşekkür ederim.<br />

Sayın Can Tuncay’ı sunduğu değerli tebliğ için kutluyorum. Üç hususa<br />

değinmek üzere söz aldım.<br />

Önce, sendika işyeri temsilcisinden başlamak istiyorum 30’uncu maddenin<br />

3 üncü fıkrası bence en güçlü hukuki yaptırımı getiriyor. O da nedir? Yapılan<br />

işlemin geçersiz sayılmasıdır. Geçersizliğin hukukta bir yaptırım olduğunu hepimiz<br />

biliyoruz. Bu itibarla işveren, işçi sendikası temsilcisini başka bir işe verdiğinde,<br />

bu işlemi geçersiz, işçi için önceki işte çalışması bir hak ve kendisi aynı<br />

zamanda bunu yerine getirmek yükümlülüğü altında; ama işveren kendisini çalıştırmazsa<br />

temerrüde düşer. Çalıştırmadığı halde o süreye ilişkin bütün ücretini<br />

vermesi gerekir. Đşçi için biraz daha ileri gitmek bile mümkündür. Özellikle Alman<br />

Hukukunda üzerinde durulan ve Federal Mahkeme kararlarına yansıyan,<br />

işçinin işinde fiilen çalışmasını isteme hakkıdır. Çünkü çalıştırmadan ücretini<br />

verirsiniz, ama bir müddet sonra becerisini kaybedebilir, o kariyerindeki süre<br />

bakımından aleyhine sonuçlar doğabilir. Şu halde işçi dava açabilir, neyi isteyebilir?<br />

Đşveren temerrüde düştüğü halde ücret ödemez ise, çalıştırmadığı halde ücreti<br />

vermesi gerektiği için işçi bu ücretlerin ödenmesi talebiyle dava açabilir. Ayrıca<br />

işçinin kendisinin, fiilen çalıştırılmasını talep etme hakkı da mevcuttur diyebilirim.<br />

Şu halde, temsilcinin rızası alınmadan işçi değiştirilmesi halinde bir yaptırım<br />

bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Geçersizliğin hukukta bir yaptırım<br />

olduğunu hepimiz biliyoruz ve çok güçlü bir yaptırım olduğunu da söyleyebiliriz.<br />

Teşmil konusuna gelince iki ayrı hal söz konusu olabilir. Birincisi eğer<br />

teşmil edilen toplu iş sözleşmesi yürürlükte iken, teşmil kararnamesi Bakanlar<br />

Kurulunca yürürlükten kaldırılmışsa, bu takdirde toplu iş sözleşmesinin ard etkisi<br />

olamaz. Buna karşılık teşmil edilen toplu iş sözleşmesi sona erdiğinde, teşmil<br />

kararı da ortadan kalkar; ancak bu halde sözleşme ard etkisini 2822 sayılı Kanunun<br />

6. maddesine göre sürdürecektir.


Bir toplu iş sözleşmesinin kapsamı dışında bırakılan işçiler, sözleşme yapılmak<br />

istenen işyerinde çalışan işçilerden oldukları için yetki tespitinde dikkate<br />

alınmaları gerekir. <strong>Yargıtayın</strong> aksi yöndeki kararının devam ettirilmediğini söyleyebiliriz.<br />

Đşyerinde çalışan işçiler, ister kanun hükümleri gereği, ister toplu iş sözleşmesi<br />

hükmüne dayalı kapsam dışı bırakılmış olsun, o işyerinin unsurları arasında<br />

sayılacaklarında bir kuşku olamaz. Kaldı ki kapsam dışı bırakılma, genellikle<br />

bir toplu iş sözleşmesi dönemiyle ilgilidir ve gelecek sözleşme dönemlerinde<br />

kapsam dışı bırakacakları gibi kapsam içine de alınabilirler.<br />

Çok teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı :Teşekkür ederim. Buyurun Hocam.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Hah, tamam. Şimdi oldu. Anladım. Güzel.<br />

Sayın Çankaya’nın açıklamalarına teşekkür ederim. Bir toplu iş sözleşmesinin<br />

kapsamı dışında bırakılan işçilerin yetki tespitinde, çoğunluk içinde sayılıp<br />

sayılmaması konusunda Yargıtay’ın önceki kararları, “hayır, sayılmaması gerekir,<br />

bir önceki toplu iş sözleşmesinde kapsam dışında bırakılanlar çoğunluk tespitinde<br />

nazara alınmaz” şeklindeydi. Ama buradaki açıklamalarında şimdi Sayın Başkan<br />

diyor ki, “hayır, görüşümüzü değiştirdik, yani bu, <strong>2004</strong>’te benim incelediğim<br />

karardan sonra bu görüşümüzü değiştirdik, artık kapsam dışında bırakılanlar da<br />

orada çalışan işçi sayısına dahil sayılacak ve çoğunluk tespiti ona göre yapılacaktır.”<br />

Dolayısıyla, bundan memnuniyet duyduk. Buradaki biraz önceki açıklaması<br />

sanki ters anlaşıldı. Diğer söz alan konuşmacılar da bunun üzerinde durdular.<br />

Şimdi Sayın Başkan bunu düzeltmiş oluyor.<br />

Teşmille ilgili konu da, teşmile konuda bir toplu iş sözleşmesinin süresinin<br />

sona ermesi hâlinde, teşmil kapsamına giren işyerinde çalışanların hizmet<br />

akitlerinin acaba art etkisi olacak mı, daha doğrusu, sona eren toplu iş sözleşmesinin,<br />

teşmil kapsamına giren işyerlerinde art etkisi olacak mı konusunda Yargıtay,<br />

gerekçede fazla da bir açıklık yok ise de, “olmaz” diye bir görüş bildiriyor.<br />

Fakat, bu konuda hakikaten insan bir tereddüt yaşıyor. Bu, teşmil serbest iradeyle<br />

yapılan bir toplu iş sözleşmesi değil. Bir idarî kararla, başkasının yaptığı bir toplu<br />

iş sözleşmesi size uygulanıyor. Dolayısıyla, o toplu iş sözleşmesinin süresi biterse<br />

hizmet akdi olarak sizin işyerinizde uygulanmaya devam edecek mi etmeyecek<br />

mi? Bana, uygulanması daha uygun geliyor; nitekim doktrinde de pek çok meslektaşım<br />

aynı konuda görüş bildirmiş vaziyette. Teşmil ülkemizde pek öyle uygulaması<br />

yaygın olan bir şey olmadığı için, bu konuda karar ya çıkar ya çıkmaz ya<br />

da bir tane çıkar. Bundan sonra belki 5 sene sonra çıkar, belki 10 sene sonra çıkar.<br />

Bilmiyorum. Ama Yargıtay bir karar vereceği zaman her hâlde buradaki tartışmalar<br />

nazarı itibara alınacak. Bu konuda söylenecek başka bir şey yok.


Sayın Şahlanan arkadaşımın açıklamalarına teşekkür ederim.<br />

Bir konu da, sendikal tazminat konusunda, yasada iş güvencesi kapsamına<br />

girenler ve girmeyenler şeklinde bir ayırım var. Eğer hizmet akdi sendikal nedenler<br />

ile sona ermişse, iş güvencesi kapsamına girenler için Đş Kanununun 18 ila<br />

21’inci maddeleri uygulanacak; girmeyenler için bir sendikal tazminat uygulanacak;<br />

yan işe iade olmazsa tazminat ödenecek, girmeyenler için ise bir sendikal<br />

tazminat uygulanacak, fakat onlar için de gene Sendikalar Kanununun 31’inci<br />

maddesinde, “ bu tazminat asgari 1 yıllık ücret tutarından az olamaz” diyor. Dolayısıyla<br />

yasa tazminatın miktarını her iki grup için de eşitlemiş.<br />

Bu hususta bir başka soru şu: Acaba iş güvencesinden istifade eden işçi,<br />

bir sendikal çalışma nedeniyle işten çıkartılmış ise, iş güvencesi hükümleri gereğince<br />

işe iadeden vazgeçerek sadece sendikal tazminat veya ağırlaştırılmış iş güvencesi<br />

tazminatı isteyebilir mi; siz onu sormak istediniz değil mi?.. Doğru, bu<br />

konu benim de tereddüt ettiğim konulardan bir tanesi. Ben, Yargıtay’ın buna ilişkin<br />

kararını değerlendirirken, daha çok, burada usulî hak meydana gelmiş mi<br />

gelmemiş mi üzerinde durdum, ki Yargıtay da o konuda görüş bildirmiş. Kararın<br />

metnini bir defa daha okudum. Karardaki olay şöyle: Bir fabrikanın 8 işyerinden<br />

4’ü kapandığı için, o işyerinde hizmet akitlerine son verilmiş, işyerinin kapatılan<br />

bölümlerinde çalışan; bir veya bir kısım işçi de, fazla çalışma paralarını, izin paralarını<br />

vesaire paralarını istemişler ve sendikal tazminat, bu olmazsa kötü niyet<br />

tazminatı şeklinde bir dava açmışlar. Ben bu konuda, böyle bir seçimlik hakkın<br />

kullanılabileceği görüşünde değilim. Eğer bir işçi Đş Kanununun 18 ila 21’inci<br />

maddesi kapsamına giriyorsa ve bunlardan yararlanıyorsa, o zaman işe iade isteyecek.<br />

Đşe iade gerçekleşmediği takdirde ağırlaştırılmış iş güvencesi tazminatını<br />

isteyecek. Yani 8 ay, 4 ay ücret tutarı tazminat değil, 1 senelik ücret tutarında,<br />

Narmanlıoğlu’nun deyimiyle, ağırlaştırılmış iş güvencesi tazminatını istemesi<br />

lazım. Kararda bu konuda bir açıklık yok. Karar sadece, çıkarılan işçinin kötü<br />

niyet tazminatı mı, iş güvencesi tazminatı mı isteyeceği yolunda. Mahkeme hiç bu<br />

konu üzerinde durmadan, yani sendikal bir nedenle çıkartılma olup olmadığının<br />

üzerinde durmadan, iş güvencesi tazminatını reddediyor, davacı “sadece sendikal<br />

tazminat alabilir” diyor, “kötü niyet tazminatı alabilir” diyor. Kararın işveren<br />

tarafından temyiz edilip, işçi tarafından temyiz edilmemesi üzerine de, işveren<br />

lehine bir usulî hak elde ediliyor. Bundan dolayı Yargıtay da kötü niyet tazminatıyla<br />

yetinilmeli şeklinde bir karar veriyor. Prof. Fevzi Şahlanan arkadaşımın uyarısı<br />

haklıdır. Ben de kararda, katılmadığım yerler bulunduğu sonucuna varıyorum.<br />

Böyle bir seçimlik hakkı olamaz. Đşçi işe iade isteyecek, olmadığı takdirde tazminat<br />

söz konusu olacak.


Sayın Şahlanan gayet güzel açıkladı, 4773 sayılı Kanun ile değiştirildikten<br />

sonra hakikaten karmakarışık bir hâl aldı, Sendikalar Kanunun 30’uncu ve 31’inci<br />

maddesi, bir de Đş Kanununun iş güvencesi hükümleri arasındaki rölasyonlar iyici<br />

arapsaçına dönmüş vaziyette. Bazen bir çıkış yolu bulmakta zorluk çekiyorsunuz.<br />

Genel kurul kararının iptali konusuna gelince: Hakikaten uygulamada<br />

zaman zaman sendikal çevrelerde yaşanan önemli olaylardan biri. Ben de bir zamanlar<br />

bu konuda, sendikal çevreler tarafından bilgilendirilmiştim. Gerçekten,<br />

seçimi kaybeden bir kısım aday, arkasından“sendika genel kurulunun iptali” için<br />

hemen bir dava açıyorlar. Ya da hemen olağanüstü bir genel kurul toplanması<br />

yönünde imza topluyorlar. Bu konuda hakikaten güç bir dönem yaşanıyor sendika<br />

içinde. Koskoca bir sendikanın genel kurulunu yeniden toplamak büyük bir zaman,<br />

masraf ve emek gerektiriyor. Bir an için bir sendika genel kurulunun tüm<br />

sonuçlarıyla, genel kurul kararının tüm sonuçlarıyla iptaline karar verecek olursanız,<br />

yeniden bir seçim çağrısı yapılacak, yeniden toplanılacak, bir sürü yerden<br />

delegeler gelecek, onlar yatırılacak, yedirilip içirilecek, işyerlerinden izinler alınacak;<br />

bir sürü masraf ve zaman kaybı. Onun için burada, usul ekonomisi açıdan,<br />

eğer iptali istenen genel kurulda alınan kararlar tümüyle kanunların emredici hükümlerine<br />

aykırı değilse, sadece bir iki noktaya ilişkinse, mesela sendika genel<br />

başkanının ya da yönetim kurulu üyesinin aynı zamanda bir işveren şirketin yönetim<br />

kurulu üyesi olması gibi, o kişinin artık sendika üyeliği söz konusu olamayacağına<br />

göre, fakat genel kurulun gerek toplanmasında gerek diğer kararlarında<br />

yasanın emredici hükümlerine aykırılık yok ise sınırlı olarak iptaline karar verilebilir.<br />

Buna karşılık sadece bu hususun iptali gerekebilir. Dolayısıyla, ben, yerine<br />

göre, durumun özelliğine göre ya tüm sonuçlarıyla birlikte genel kurul kararlarının<br />

iptaline karar verilebilir yahut da kısmi olarak, o belli konuyla, hiç delege<br />

olmayanların toplantıya çağrıldığı bir genel kurulda, o genel kurul tümüyle geçersizdir.<br />

Bu takdirde, bunun iptali değil, belki geçersizliğinin tespiti yolunda bir<br />

dava açılmasının usul açısından daha doğru olduğu görüşündeyim.<br />

Bir yetkiye itiraz zaman zaman art niyetli de olabilir. Murat arkadaşımın<br />

değindiği gibi, toplusözleşme yetkisine itiraz bazen prosedürü tıkamak, toplu<br />

sözleşmeyi geciktirmek için örneğin üye işlerinde sahte imzalar var ya da işyerinin<br />

o iş kolu kapsamına girip girmediği, işyerinin işletme olup olmadığı veya<br />

işletmenin işyeri olmadığı şeklinde itirazlar olabiliyor. Burada üç tane kanun<br />

maddesi var: Bir tanesi, Sendikalar Kanununun iş kolu tespitine ilişkin 4’üncü<br />

maddesi; bir tanesi, Toplu Đş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununun işletme<br />

niteliğinin bulunup bulunmadığı şeklindeki itirazlara ilişkin 3’üncü maddesi, burada,;<br />

bir de, 15’inci madde, yetki itirazı. Eğer yetki itirazın içinde işletmeye ilişkin<br />

bir itiraz var ise, zaten aynı yerde, yani aynı iş mahkemesinde dava açılacağı<br />

için, tabii işletme toplu iş sözleşmesi varsa, merkezin bulunduğu yerde dava açı-


lacak, itiraz edilecek merci iş mahkemesi olduğu için, artık aynı hâkimin yetki<br />

itirazı içinde bu itirazı da nazarı itibara alıp karar vermesi usul ekonomisi açısından,<br />

işlerin hızlandırılması açısından yararlı. Yok, eğer iş koluna itiraz varsa, bu<br />

bir kere kamu düzeninden olduğu, yasada farklı biçimde düzenlendiği için o zaman<br />

farklı bir prosedür uygulanıyor. Sendikalar Kanununun 4’üncü maddesine<br />

göre önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına başvurulacak, orada idari bir<br />

inceleme yapıldıktan sonra işyerinin hangi iş koluna girip girmediği tespit edilecek,<br />

ondan sonra, onun kararına karşı iş mahkemesinde itiraz edileceğini düzenlemekte.<br />

O zaman, o prosedüre yol açmak için konunun bekletici mesele yapılmasından<br />

başka çare gözükmüyor.<br />

Bu bakımdan, Yargıtay’ın bugüne kadarki uygulamasının doğru olduğu<br />

görüşündeyim.<br />

Mustafa Avcı arkadaşım, “bir yasal iş güvencesi hükümleri var, bir de<br />

toplu iş sözleşmesinde ayrıca iş güvencesi hükümleri getiriliyor, acaba bunlar<br />

birbiriyle bağdaşır mı, böyle bir şey olabilir mi” diye sordu. Teorik olarak bunu<br />

engelleyen bir hüküm yok. Gayet tabii, yasal iş güvencesi hükümlerinin yanında<br />

ayrıca toplu iş sözleşmesi ile ek nitelikte birtakım iş güvencesi hükümleri getirebilirsiniz,<br />

artırılmış tazminat hükümleri falan getirebilirsiniz. Ancak benim görüşüme<br />

göre, iş güvencesinden, yani işe iade hakkından yararlanamayan işçilere işe<br />

iade hakkı veren toplu iş sözleşme hükümleri geçersiz, çünkü mahkeme kararı ile<br />

işe iade hakkı açık yasa hükmü ile belli bir kesime tanınmış. Bir mahkeme, kendilerine<br />

bu hak tanınmamış olanlar için toplu iş sözleşmesindeki hükmü nazarı itibara<br />

alarak, işe iade hakkından yararlanamayan işçilerin diğerleri gibi işe iadesine<br />

karar veremez. Đş Kanunu madde 21’in son fıkrası buna engeldir.<br />

Mustafa Avcı : Hocam, özür dilerim.<br />

Đş Kanunu madde 21’in sonunda, tazminatın ve ücretin artırılamayacağı,<br />

değiştirilemeyeceğine ilişkin hüküm var; bununla bağlantılı.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Evet. Ancak 21. maddedeki yasak hükmü sadece<br />

tazminat miktarının değiştirilemeyeceğinden söz etmiyor. “Đş güvencesiyle ilgili<br />

hükümler hiçbir şekilde değiştirilemez, sözleşme konusu yapılamaz” diyor yani,<br />

“Ne lehe, ne aleyhe, bu maddeler sözleşme konusu yapılamaz” diyerek görüşümü<br />

güçlendiren bir hüküm söz konusu.<br />

Erhan Birben, “sendikal faaliyet nedeniyle çıkarılanın bir seçimlik hakkı<br />

olabilir mi, yani sadece tazminat isteyebilir mi veya işe iade kararı da istemek<br />

zorunda mı?..” Ben, çalışanın böyle bir seçimlik hakkı olmadığını biraz evvel


söyledim. Tekrardan kaçınıyorum.<br />

Ali Rıza Okur arkadaşım... Karara konu olan olayda, açıkça böyle demiyor<br />

tabii de, vaade uygun olarak sendikadan istifa eden işçinin ücretine zam yapılıyor,<br />

fakat işine de son veriliyor. Son verilen işçi, açtığı alacak davasında, toplu<br />

iş sözleşmesindeki zamların kendisine de uygulanmasını istiyor. Belki Yargıtay<br />

daha başka şekilde ifade edebilirdi ancak “Kendi özgür iradesiyle istifa ettiğine<br />

göre, davacı artık toplu iş sözleşmesinden yararlanamaz” diyor burada; karar bu<br />

şekliyle doğru. Toplu iş sözleşmesindeki hükümlerden ancak o toplu iş sözleşmesinin<br />

tarafı olan sendika üyeleri yararlanır. Davacı sendikadan istifa ettiğine göre<br />

Sendikalar Kanunun 25/2. maddesindeki 1 aylık süre geçtikten sonra bunlardan<br />

yararlanması mümkün değil. Burası ayrı mesele.<br />

Eğer böyle bir talep, yani, “sen sendikadan istifa edersen, biz sana zam<br />

yaparız”; şeklinde olmuş ise elbette bu, sendika özgürlüğüne aykırı olur. Bu tür<br />

talepler her zaman olur. Ancak elde bir kanıt yoksa veya şahit yoksa, bunun kanıtlanması<br />

nasıl olacak; o da ayrı mesele. Ancak Sendika özgürlüğüne aykırı bir<br />

talep olduğunda hiç kuşku yok. Bunun müeyyidesi ne olmalı? Bence sırf bu talebin<br />

müeyyidesi Sendikalar Kanununda yok.<br />

Arş. Gör. Erhan Birben :Yeni Ceza Kanununda var.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Evet, yeni Ceza Kanununda var.<br />

Ancak bunun ispatı tabii son derece güç. Genelde bu gibi talepler kapalı<br />

kapılar ardında yapılır.<br />

Murat Özveri arkadaşım, “bağımsız bir sendikal tazminat davası açılabilir<br />

mi” diye bir soru daha sordu. Benim bu konudaki görüşüm açılamayacağı yönünde;<br />

biraz evvel söyledim. Gerçekten yetki tespiti davaları ağır işliyor, hele içinde<br />

çeşitli itirazlar oldu mu, daha da ağır işliyorlar. Bu konuda bir şeylerin yapılması<br />

lazım. Đyi niyet denetimi yapabilir mi mahkemeler, bu konuda yapılan itirazın iyi<br />

niyetli olmadığı hakkında? Yargıtay uygulaması bugüne kadar, yeri geldikçe iyi<br />

niyet denetimi yapılması yönünde; belki bu konuda da yapmayı tercih edebilir.<br />

Onu bilemiyorum. Đyi niyet denetimini ancak neye dayandıracak? Son derece zor<br />

bir konu. Belki en doğru ve kestirme çözüm, bu konuda prosedürü hızlandıran<br />

yasal bir düzenleme yapılması.<br />

Av. Murat Özveri : Hocam, itirazlar soyut; sadece, “bunlar, bunlar, bunlar<br />

yoktur” diyor ve hiçbir temele dayanmıyorsa.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Bunları hiç nazarı itibara almaması lazım mah-


kemelerin o zaman. Ama, böyle birtakım ciddî delillerle eğer dava açılmışsa, o<br />

zaman, bunları nazarı itibara almaktan başka çare yok.<br />

Kapsam dışı bırakma konusunda Ömer Ekmekçi arkadaşım da benim<br />

gibi düşünüyor, Sayın Hocam Ekonomi de aynı şekilde düşünüyor.<br />

Kapsam dışı bırakılan işçilerin yetki bakımından çoğunluk tespitinde nazarı<br />

itibara alınması gerektiğini söylediler. Zaten bu konuda 9. Daire Başkanı<br />

artık bu görüş doğrultusunda hareket edileceğini belirtti. Bu da sevindirici<br />

bir gelişme.<br />

Teşmil edilen bir toplu iş sözleşmesinin sona ermesi hâlinde, teşmil edilen<br />

işyerinde de toplu iş sözleşmesinin bir art etkisi olduğunu kabul etmek gerekiyor.<br />

Bu konuda da doktrin hemen hemen oybirliği hâlinde. Yedi-sekiz tane yazar tespit<br />

ettim; herkes bu konuda aynı düşünüyor.<br />

Fevzi Demir arkadaşımın güzel bir sorusu var; “sendikal ayırım nedeniyle<br />

acaba tek başına veya birlikte olarak Đş Kanunun 5’inci maddesindeki eşitlik<br />

ilkesine aykırılık nedeniyle 4 aylık tazminat istenebilir mi?” Ben istenebileceği<br />

kanısındayım. Çünkü, orada pek çok neden sayarak, bunun eşit davranma borcuna<br />

aykırı olduğunu ifade etmiş Đş Kanunu, 5’inci madde: “Đş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet,<br />

siyasî düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ve benzeri sebeplere dayalı<br />

ayırım yapamaz”. Burada sınırlı bir sayım yok, örnek nitelikte bir sayım var. Ayrıca,<br />

“2821 sayılı Sendikalar Kanununun 31’inci maddesi hükümleri de saklıdır”<br />

diyor. Müeyyidesini de, 4 aylık ücret tutarında bir tazminat olarak öngörüyor.<br />

“Burada sadece bunlardan bir tanesi verilir, diğeri verilmez” demiyor. Ben, bu,<br />

“2821 sayılı Sendikalar Kanununun 31’inci maddesi hükümleri saklıdır” sözünden<br />

ayırıma uğrayanın zaten sendikal tazminat veya gerekli şartları varsa işe iade<br />

ve tazminat isteyebileceği, ayrıca 4 aylık ücret tutarında bir eşitlik ilkesine aykırılık<br />

tazminatı da isteyebileceği görüşündeyim. Çünkü, eşitlik ilkesi yasaya son<br />

derece iddialı bir şekilde sokulmuş ve bunun üzerinde ciddiyetle durulması gerektiği<br />

kanısındayım.<br />

Münir Ekonomi Hocamın açıklamasında geçen bir sözünde tereddüde<br />

düştüm. Şöyle ki sendika işyeri temsilcisinin görev yeri değiştirildiği takdirde bu


işlemin geçersiz sayılacağı, eğer işveren yerine getirmezse temerrüde düşeceği<br />

görüşünü ifade ettiler. Bir işyeri değişikliğinde, işveren temsilcinin ücretinde hiç<br />

değişiklik yapmıyor, sadece işyerini değiştiriyor, “A” işyerinden “B” işyerine<br />

gönderiyor, belki 10 kilometre öteye gönderiyor veya iki kat aşağıya tayin ediyor.<br />

Başka bir noktada ya da ücrette hiçbir değişiklik yapmıyor; burada ne temerrüdü<br />

olacak onu anlamakta güç.<br />

Prof. Dr. Münir Ekonomi : Eski işyerinde çalıştırması lazım.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Çalıştırmıyor.<br />

Çalıştırmadığı takdirde onun bir müeyyidesi olması lazım.<br />

Prof. Dr. Münir Ekonomi : Đşte bu geçersiz. Çalıştırmak...<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Anladım da, çalıştırmıyor. Geçersiz diye bir şey<br />

yok. Ücretini veriyor zaten başka bir şey yapmıyor; fakat yeni yerde çalıştırıyor<br />

artık. Orada çalıştırdığına göre...<br />

Prof. Dr. Münir Ekonomi : Yerinde çalıştırmak zorunda; çalıştırmadığı<br />

sürece de ücretini ödemeye devam edecek. Đşçi, gidip başka yerde çalışmak zorunda<br />

değil, geçersiz çünkü. Đşlem yok ortada...<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Tamam, anladım. Ücretini alıyor zaten. Ücretini<br />

aldığı takdirde neyin temerrüdü var?..<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : Đzin verir misiniz?<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Pardon.<br />

Đşveren kapıya inzibat koydu; orada çalışmayacaksın, sen burada çalışacaksın<br />

diyor. Teorik olarak bu mümkün.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : Bu konuya ben de müdahil olduğum için, izin<br />

verirseniz...<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Buyurun, açıklama yapın.<br />

Oturum Başkanı : Buyurun, buyurun.<br />

Prof. Dr. Fevzi Şahlanan : Konunun pratik çözümü... Sayın Ekonomi’ye


kısmen katılıyorum. Sayın Tuncay’ın tereddütleri de haklı.<br />

Temerrütle çözmek istiyorsunuz meseleyi. Đşyerini değiştirdi, geçersiz diyorsunuz.<br />

Hatta geçersizliğe ilişkin hüküm de aldı, yargıya gitti, geçersizliğe ilişkin<br />

hüküm de aldı. Đşveren yine de temsilciyi eski işine başlatmıyor. Burada temerrüde<br />

gitmeye gerek yok. Bu işverenin feshi deyip, temsilcinin işe iade davasının<br />

prosedürünü üstelik da sendikal tazminatla talep etmesi söz konusu. Yoksa,<br />

bir yargı kararıyla, Hocamdan farklı düşündüğüm, kısmen katılıyorum dediğim,<br />

bir yargı kararıyla temsilciyi işine iade etmek ve fiilen bu hükmü infaz etmek<br />

mümkün değil.<br />

Teşekkür ederim.<br />

Oturum Başkanı : Buyurun Hocam.<br />

Prof. Dr. Münir Ekonomi : Đşin veya işyerinin değiştirilmesinin geçersiz<br />

sayılması güçlü bir müeyyidedir. Her şeyden önce işvereni aksi yönde bir işlem<br />

yapmaktan vazgeçiren, caydıran bir etkiye sahiptir. Đkincisi, yapılan işlem geçersiz<br />

olduğu için, işveren için yükümlülük işçiyi eski işyerinde veya eski işinde<br />

çalıştırmaktır. Temsilci, sonraki işlem geçersiz olduğu için eski işyerinde veya<br />

eski işinde işini görmek üzere hazır bulunduğu halde, işveren onu çalıştırmazsa,<br />

temerrüde düştüğünden temsilciye iş görmeksizin ücretini ödemekle yükümlü<br />

olacağı hususunda bir kuşku olmamak gerekir. Diğer yandan işveren, temsilcinin<br />

rızası olmadığı halde onu başka bir işyerine verdiğinde ve işinde esaslı bir değişiklik<br />

yaptığında, 1475 sayılı kanuna göre temsilcinin iş sözleşmesini m.16/II’ye<br />

göre feshetmekten başka çaresi kalmadığı düşünülüyordu. Böylece temsilcinin iş<br />

sözleşmesinde tanınan tazminatın da bir değeri kalmıyordu. Ayrıca işveren temsilciyi,<br />

çalıştığı işyerinden başka bir işyerine nakil ederek işyerini değiştirdiğinde,<br />

çalıştığı işyerinin işçisi olarak atanan temsilcinin bu sıfatı sona ermekte ve işçinin<br />

yeni işyerinde temsilcilik sıfatı kalmadığı için temsilcilik görevine dayalı teminat<br />

da ortadan kalkmaktaydı. Đşte 2821 sayılı kanunun 30. maddesine 4773 sayılı<br />

kanun ile eklenen 3. fıkrada işyeri veya iş değişikliğinde, temsilcilik teminatının<br />

bertaraf edilmesini önlemeye yönelik bir düzenlemedir. Temsilci işçi, rızası olmaksızın<br />

işverenin başka bir işyerinde çalıştırılmaya zorlanamaz; yapılan işlem<br />

geçersizdir ve işveren onu eski işyerinde çalıştırmakla yükümlüdür. Çalıştırmadığı<br />

takdirde, onun tüm ücretlerini ödemekle yükümlü olduğu gibi, temsilci sıfatı<br />

devam ettiğinden temsilcilik görevini yerine getirmek için işyerine girmesine izin<br />

vermek zorundadır, sendikanın işyerindeki faaliyetine engel olamaz. Değerli iki<br />

meslektaşım, işyeri değişikliği işlemi geçersiz olduğunda işveren işçiyi işyerinde<br />

kesin olarak çalıştırmak istemezse, bunun bir fesih anlamı taşıyacağı görüşündeler.<br />

Bu görüşün Đş Kanunu ve 2821 sayılı Kanunda yer alan güvencelerin özünü<br />

zedeleyen bir anlam taşıdığı görüşündeyim. Bilindiği gibi, 4857 sayılı Kanunun


22. maddesinin getirdiği düzenleme sonucu, işveren çalışma şartının esaslı bir<br />

tarzda değiştirilmesi olan işyeri veya iş değişikliğinde bu hükümlere uyması gerekir.<br />

Uymadığı takdirde değişiklik işçiyi hiçbir suretle bağlamaz. Buna rağmen<br />

fesih yoluna gidecekse ve temsilci yönünden iş güvencesinden yararlanma şartları<br />

varsa, işverence geçerli sebep olmadıkça ve sebep açık ve kesin şekilde gösterilmedikçe<br />

yapılan fesih geçersiz sayılır ve temsilciye bir yıllık ücretinden az olmamak<br />

bir tazminatın ödenmesi gerekir. Şimdi sonuca giderken şu soruyu cevaplamamız<br />

gerekir: Đşveren temsilciyi rızası olmaksızın başka işyerinde çalışmaya<br />

zorlayarak temsilcilik güvenceleri de etkisiz hale getirilmek suretiyle tazminatlar<br />

verilip iş ilişkisinin sona erdirilmesi mi yoluna gidilsin. Yoksa, bizim açıkladığımız<br />

görüş doğrultusunda işverenin temsilcilik teminatlarını etkisiz hale getirilmesini<br />

ve iş ilişkisine sürekliliğini önleyen bir çözüm yoluna mı ağırlık verilsin. Biz<br />

ikinci görüşten yanayız. Bir kez daha şunu hatırlatalım ki, işçinin işverenin işçiyi<br />

çalıştırmada temerrüde düşmesinde sadece ücretlerinin verilmesi değil, işyerinde<br />

fiilen çalışmasını talep hakkının varlığı üzerinde de durulmasının gerekli olduğuna<br />

inanmaktayım.<br />

Çok teşekkür ederim.<br />

Prof. Dr. Can Tuncay : Evet, görülüyor ki, 4773 Sayılı Kanunla yapılan<br />

değişiklikler Sendikalar Kanununun uygulaması bakımından hayli tartışma yaratıyor.<br />

Burada tartıştıkça birtakım sonuçlara ulaşabiliyoruz. Her hâlde bu tartışmalar<br />

burada bitmeyecektir.<br />

Ben hepiniz sabrı için tekrar teşekkür ediyorum, iyi günler diliyorum.<br />

Oturum Başkanı : Teşekkür ederim Hocam.<br />

Sabahki toplantımız sona ermiş bulunuyor. Đkinci oturum için öğleden<br />

sonra saat 14.30’da buluşmak üzere toplantıya ara veriyorum.


Sosyal Sigortaların<br />

Genel Hükümleri ve Türleri<br />

Oturum Başkanı<br />

Tebliğ Sahibi<br />

: Coşkun ERBAŞ<br />

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi<br />

Başkanı<br />

: Prof. Dr. Ali Rıza OKUR<br />

Marmara Üniversitesi ĐĐBF


Yargıtay’a <strong>2004</strong> yılında Sosyal Sigortalarla ilgili toplam 26.980 dosya<br />

gelmiştir. Bu dosyalardan 25. 365’i karara bağlanmış, 5.554’ü gelecek yıla aktarılmıştır.<br />

Bu dosyalardan 12.822’i 10. HD.’ne, 12.543’ü de 21. HD.’ne gelmiştir<br />

(YKD, Mart 2005, S. 333-334).<br />

Bu yıl sosyal güvenlikle ilgili kararların tek oturumda görüşülmesi ve teb-


liğin de benim tarafımdan hazırlanması uygun görüldü. Bu amaçla derlediğim 270<br />

karardan 166’sını değerlendirmeye aldım. Kararlardan büyük bir kısmı 10. ve 21.<br />

HD.’lerine ait olup, önemli bir bölümü yayınlanmamış kararlardır. Çalışmamızda<br />

sadece yayınlanmış kararlar için kaynak gösterilmiştir. Kaynak belirtilmemiş<br />

kararlar yayınlanmamış olanlardır. Bu kararların sağlanmasındaki katkı ve yardımlarından<br />

dolayı, 10. HD. başkanı sayın Coşkun Erbaş’a, 21. HD. Başkanı sayın<br />

Ali Güneren’e, 10. HD. Üyesi sayın Zafer Erdoğan’a ve tetkik hakimi sayın<br />

Ebru Pakin Akın’a en içten teşekkürlerimi sunuyorum.<br />

10. ve 21. HD. Kararları dışında YHGK. kararları ve bazı Anayasa Mahkemesi<br />

kararları da tebliğde yer almaktadır.<br />

Kararlar ilgili oldukları Kanunlara göre ele alınmıştır; 506 sayılı Kanun<br />

(Genel Hükümler- Primler ve Sigorta Türleri), Bağ-Kur Kanunu (Sigortalılık,<br />

Primler ve Sigorta Türleri).<br />

Ağırlıklı konular geçmiş yıllarda olduğu gibi yine sigortalılık kavramı,<br />

tespit davaları, primler, rücu davaları oldu.<br />

Kararları değerlendirirken katılmadığım veya eleştiriye açık yönleri varsa<br />

belirtmeye çalıştım. Olduğu gibi aktardığım kararlar ise isabetli bulduğum, katıldığım<br />

kararlardır. Tartışmalar sırasında katıldığım veya katılmadığım, eleştirdiğim<br />

kararlarla ilgili kuşkusuz farklı değerlendirmeler de ortaya konacaktır. Böylece<br />

ortak doğruya biraz daha yaklaşmış olacağız.<br />

I. SOSYAL SĐGORTALAR KANUNU<br />

A. GENEL HÜKÜMLER ve PRĐMLER<br />

1. Sigortalı Kavramı<br />

a) Sigortalılığın Başlangıcı<br />

506 s.K. açısından sigortalı sayılmanın üç temel koşulu: çalışmanın iş<br />

sözleşmesine (hizmet akdine) dayanması veya yasa hükmü, işin işverenin işyerinde<br />

yapılması (önemini oldukça yitirmiş olmakla birlikte), 506 s. K.’nun 3. maddesi<br />

kapsamına girmemedir (Ayrıntı için bkz. Güzel/Okur, Sosyal Güvenlik Hukuku,<br />

10. Bası, <strong>2004</strong>, 83 vd.; Okur, Yargıtay Kararları 2001, 214 vd.; Tuncay/Ekmekçi,<br />

Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri, 11. Bası, 2005, 204 vd.; Şakar,<br />

Sosyal Sigortalar Uygulaması, 7. Bası, 117 vd.).<br />

Sigortalılığın başlangıcına ilişkin ele alacağımız <strong>2004</strong> kararlarından ikisi


21. HD.’ne aittir. Đlki sigortalılığın başlangıcının tespiti için yapılacak olanları<br />

sistematik olarak vurguluyor, diğeri sigortalılığın başlangıcı açısından işe giriş<br />

bildirgesi ile fiili çalışma arasındaki ilgiye dikkat çekiyor. Diğer iki kararda ise işe<br />

giriş bildirgelerindeki bilgilerin gerçekliği üzerinde duruluyor.<br />

Yarg. 21. HD.’nin 28.12.<strong>2004</strong> t., 10048/ 12142 (ĐBD, 2005/2, 662-664.)<br />

sayılı kararında Đş Mahkemesinin sigortalılığın tespitine ilişkin kararını bozarken<br />

yapılması gerekenleri de şu şekilde sıralamıştır: Đşyerinin 506 s. Yasa kapsamında<br />

olup olmadığı, Kuruma verilen bordroda da davacının yer alıp almadığı, bordroda<br />

yer alan diğer çalışanların tanıklığı, bordro verilmemişse zabıta tahkikatı, bordro<br />

verilmemişse komşu işyerlerinde çalışanların tanıklığı, ortada gerçek bir çalışmanın<br />

bulunup bulunmadığı.<br />

Yarg. 21. HD.’nin 3.6.<strong>2004</strong> t., 2685/5365 (ĐBD, <strong>2004</strong>/4, 1873.) sayılı kararında<br />

ise işe giriş bildirgesi ile eylemli çalışma arasındaki ilgi belirtilmektedir.<br />

Karara göre bir kimsenin sigortalı sayılabilmesi için işe giriş bildirgesinin varlığı<br />

yeterli değildir, aynı zamanda o kimsenin 506 s.K.’nun 2. m.’de belirtildiği biçimde<br />

eylemli çalışması da şarttır. Bu açıdan davacının o işyerinde eylemli çalışmasının<br />

varlığı da yöntemince araştırılmalıdır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 22.6.<strong>2004</strong> t., 2886/5840 (ĐBD, 2005/1, 231.) sayılı karara<br />

konu olan olayda davacı sigortalılığın başlangıç tarihinin tespitini istemiş,<br />

mahkeme de istek doğrultusunda karar vermiştir. Kararın temyizi üzerine 10. HD,<br />

işe giriş bildirgesindeki kişinin kimliği ile davacının kimliğinin farklı olduğunu<br />

vurgulayarak, eksik araştırma sonucu verilen kararı bozmuştur.<br />

Yarg. 21. HD.’nin 15.4.<strong>2004</strong> t., 999/3789 (ĐBD, <strong>2004</strong>/4, 1868-1869.) sayılı<br />

karara konu olan olayda davacı kardeşinin işe giriş bildirgesini kullanarak<br />

sigortalılığının başlangıcının tespitini istemiş, mahkeme talebi kabul etmiştir. 21.<br />

HD ise, talebin nüfus bilgileri ile çeliştiğini, davacının kardeşinin kimliğini ve<br />

sigorta sicil numarasını kullandığı konusunda şüpheler bulunduğunu, bu konuda<br />

gerekli belgeler toplanmadan ve tanıklar dinlenmeden karar verilemeyeceğini ileri<br />

sürerek kararı bozmuştur.<br />

b) TEK’de çalışanın sigortalılığı<br />

Yarg. 10. HD.’nin 27.4.<strong>2004</strong> t. 5859/3713 (ĐBD, <strong>2004</strong>/4, 1784-1786.)<br />

sayılı kararına konu olayda davacı uzun yıllar TEK’nda TCES’na bağlı olarak<br />

çalışmış, çalıştığı yerin Aktaş (Tedaş)’a devri üzerine tüm çalışmalarının sigortalı<br />

hizmet sayılarak başlangıcın geriye götürülmesini ve tüm çalışmalarının sigortalı


hizmet sayılmasını istemiş, mahkeme de talebi kabul etmiştir. 10. HD. Mahkeme<br />

kararını bozarken şu gerekçelere dayanmıştır:<br />

- Davacı TEK’de uzun yıllar 657 s.K.’a ve 5434 s. TCESK’na bağlı olarak<br />

çalışmıştır.<br />

- Daha sonra sözleşmeli personel statüsünde çalışmasını sürdüren davacı,<br />

TCES bağlantısını sürdürmüştür.<br />

- Davacı özel şirkete dönüşen Kurumda da, devir sözleşmesinin 19/c<br />

maddesine dayanarak, sosyal güvenliği yönünden TCES.nı tercih etmiştir.<br />

- 5434 s. TCES K.’nun geçici 191 ve 192. maddeleri, 399 s. KHK.nin 12.<br />

ve geçici 1. maddeleri, kişinin tercihine bakılmaksızın, sözleşmeli personeli<br />

TCESK’na bağlamıştır.<br />

- Bağlanılacak sosyal güvenlik kurumu kişisel tercihlere göre değil, yasal<br />

kurallara göre belirlenir. Bu bakımdan iş sözleşmesi ile çalışanın TCES’na, kamu<br />

görevlisinin SSK’na bağlanması mümkündür.<br />

- Özelleştirme de bu durumu etkilemez. 4046 s. Özelleştirme Yasasının<br />

5434 s. Yasaya eklediği ek 71. maddesi de, daha önce yürürlükteki 3291 s. Y.’nın<br />

16. maddesinde bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.<br />

- 506 s. K.’nun 3, 1, F bendi de kanunla kurulu emekli sandıklarına aidat<br />

ödeyenlerin 506 s. K. Kapsamında sigortalı olamayacaklarını belirtmektedir.<br />

Tüm bu gerekçeler ışığında davacı TCES kapsamında bulunduğu için,<br />

SSK kapsamına alınamayacağı açık olduğundan, davanın reddi gerekirken kabulü<br />

doğru olmamıştır.<br />

c) Genel Kadınların Sigortalılığı<br />

Genel kadınlar da yasa gereği kapsama alınanlardandır. Bunlar 29.6.1978<br />

tarihli 2167 s. K.la 506 s. K. kapsamına alınmışlardır (Tuncay/ Ekmekçi, 211.).<br />

Davacının zorunlu sigortalılığının tespiti amacıyla açtığı davayı mahkeme<br />

5 yıllık hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle reddetmiş, 10. HD. ise<br />

mahkemenin konuyu yeterince araştırmadığı gerekçesiyle kararı bozmuştur.<br />

Yarg. 10. HD., 13.5.<strong>2004</strong> t., 1315/4236 (ĐBD, <strong>2004</strong>/4, 1787-1788.) sayılı<br />

kararı ile mahkemenin red kararını bozmuştur. 10. HD.’ne göre, 1593 s.K.’da


elirtilen genel kadınlar, 2167 s.K.’la 11.7.1978 tarihinden itibaren 506 s.<br />

SSK’nun kapsamına alınarak zorunlu sigortalı sayılmışlardır. Bunların daha önceki<br />

çalışmalarını da m. 79/10’a göre tespit ettirip sigortalılıklarının başlangıcını<br />

geriye çekmeleri mümkündür. Ancak bunun için davanın, hizmetin geçtiği yılın<br />

sonundan başlayarak 5 yıllık hak düşürücü süre içinde açılması gerekir.<br />

Olayda davacı, ilk çalışmaları dışında daha sonra da aynı işverenin bir<br />

başka işyerinde çalıştırılmış ve işe giriş bildirgesi verilerek primleri ödenmiştir.<br />

Bu durumda ilk çalışmaya bağlı olarak devam eden bir blok çalışmanın varlığı<br />

düşünülebilir. Blok çalışmanın varlığı halinde, 5 yıllık süre, son işyerinden ayrılış<br />

tarihinden başlayacaktır. Bu nedenle mahkemenin blok çalışmanın varlığını da<br />

araştırması gerekirdi.<br />

d) 18 yaşın sigortalılığa etkisi<br />

4857 s. Đş K.’nun 71. maddesine göre çalışma yaşı 15’dir. Ancak 14 yaşını<br />

doldurmuş ve ilköğrenimini tamamlamış olan çocukların bazı koşullarda hafif<br />

işlerde çalışmaları mümkündür (Bkz. Çelik, Đş Hukuku Dersleri, 18. Bası, 2005,<br />

107; Süzek, Đş Hukuku, 2. Bası, 2005, 247). Bu temel kurala bağlı olarak da Đş<br />

Sözleşmesi ile çalışanın sigortalı sayılması gerekir (506 s.K. m. 2). Ancak 506 s.<br />

K. bu konuda da bir sınırlama getirmiş, malullük, yaşlılık, ölüm sigortaları açısından<br />

sigortalılık süresini 18 yaşın doldurulduğu tarihten başlatmıştır (6.3.1981 t.<br />

2422 s. K. la getirilen değişiklik, RG. 8.3.1981, 17273, m. 60/G değişikliği). Ancak<br />

bu tarihten önceki süreler için ödenen malullük, yaşlılık, ölüm sigortaları<br />

primleri, prim ödeme gün sayıları açısından dikkate alınabilecektir. Ayrıca 2564<br />

s. K. ‘la eklenen geçici madde 54’e göre (RG. 15.12.1981, 17545), 1.4.1981 tarihinden<br />

önce (2422’nin yürürlük tarihi) tescil edilmiş olanlar hakkında, bu sınırlama<br />

uygulanmayacaktır. Görüldüğü gibi 18 yaşla ilgili bu sınırlama gerek Đş Kanunu<br />

ile gerekse bizzat kendi içinde çelişkilerle doludur.<br />

Đşte 10. HD.’nin <strong>2004</strong>’de verdiği kararlardan biri de 18 yaşla ilgilidir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 16.12.<strong>2004</strong> t., 8069/11948 sayılı kararına konu olayda<br />

mahkeme davacının 18 yaşından önceki sürelere ilişkin tespit talebini kabul etmiş,<br />

10. HD. ise “tespitine karar verilen dönemde sigortalının 18 yaşından küçük bulunmasına<br />

göre 506 s.K.’nun 60/G. m. uyarınca tespitine karar verilen sürelerin<br />

prim ödeme gün sayısı olarak değerlendirilmesinin ve sigortalılık başlangıcının 18<br />

yaşın ikmal edildiği tarih olarak dikkate alınmasının hükmün infazı sırasında Kurumca<br />

dikkate alınmasının mümkün bulunmasına göre….” diyerek temyiz itirazlarını<br />

reddetmiş ve hükmü onamıştır. Daire üyelerinden Zafer Erdoğan, usule ve<br />

esasa bağlı bazı nedenlerle karara katılmamıştır. Erdoğan’ın usule ilişkin itirazı,


kararın HUMK m. 438 gereğince düzeltilerek onanması gerektiğidir. Daire çoğunluğu,<br />

Kurumun, sigortalılığın başlangıcı olarak 18 yaşın dolduğu tarihi dikkate<br />

alacağı ve infazı gerçekleştireceği düşüncesiyle kararı onamıştır. Oysa uyuşmazlık<br />

zaten bu konudadır. Kurum bunu kabul edecek olsa zaten uyuşmazlık doğmazdı.<br />

Kaldı ki Kurumun 506 s. K. ‘un 60/G m.’sine açıkça aykırı olan bu durumu<br />

kabulü de mümkün değildir ve dava bu nedenle açılmıştır.<br />

Erdoğan’ın esasa ilişkin itirazı ise, çoğunluğun sigortalılık süresini 18 yaşın<br />

doldurulduğu tarihten başlatmasıdır.<br />

Erdoğan’ın haklı olarak vurguladığı gibi, sigortalı 18 yaşından önce çalışmaya<br />

başlamış ve bu çalışma aralıksız 18 yaşından sonra da devam etmişse,<br />

sigortalılığın başlangıç tarihi 18 yaşın doldurulduğu tarihtir. Bundan önceki süreler<br />

sadece prim ödeme gün sayısı olarak dikkate alınacaktır. Ancak 18 yaşından<br />

önce çalışmaya başlayıp, bir süre çalıştıktan sonra ara veren ve 18 yaşını doldurduktan<br />

bir süre sonra yeniden çalışmaya başlayan sigortalının, sigortalılık başlangıç<br />

tarihi 18 yaşını doldurduğu tarih değil yeniden çalışmaya başladığı tarihtir<br />

(Ayrıca bkz. Güzel, Yargıtay Kararları 2002, 284).<br />

e) Zorunlu Sigortalılığın Đptali<br />

Belli özelliklerin doğumu ile kazanılan ve kamusal bir hak olan zorunlu<br />

sigortalılık ancak yasadaki belli koşulların gerçekleşmesi ile kaybedilir. Konu<br />

kısa dönemli sigorta dalları açısından 506 s. SSK.’nun 107. m.’de, uzun dönemli<br />

sigorta dalları açısından de 108. m.’de düzenlenmiştir. Kısa dönemli sigortalar<br />

için (iş kazası meslek hastalığı, hastalık, analık) sona erme prime bağlanmış (ödenen<br />

primin ilişkin olduğu günü takip eden onuncu gün sigortalılık niteliği yitirilmiş<br />

olur), uzun dönemli sigorta dalları için (malullük, yaşlılık, ölüm) ise sona<br />

erme, talep veya ölüm tarihi olarak belirlenmiştir.<br />

Sigortalılık ilişkisi bir kamu hukuku ilişkisidir. Yasa gereği kendiliğinden<br />

meydana gelir. Sigortalı olma yükümü sigortalının iradesinden bağımsız olarak<br />

ortaya çıkar. Sigortalı olmak hak ve yükümünden kaçınılamaz (Bkz. Güzel/Okur,<br />

76-77; Güzel, Yargıtay Kararları 2002, 266, 267; Tuncay/Ekmekçi, 139 vd.).<br />

Yargıtay 10. HD.’nin <strong>2004</strong>’deki bir kararı işte bu zorunlu sigortalılıktan<br />

kendi arzusu ile ayrılmaya ilişkindir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 11.11.<strong>2004</strong> t., 6266/10619 sayılı kararına konu olayda,<br />

sigortalı mahkemeden zorunlu sigortalılığının iptalini istemiş mahkeme de<br />

talebi kabul etmiştir. 10. HD. mahkeme kararını bozarken yukarıda değindiğimiz<br />

bu ilkelere yer vermeden, çalışmanın varlığını gösteren deliller çürütülmeden


iptale karar verilemeyeceği sonucuna varmıştır. 10. HD.’ne göre “davacının çalıştığına<br />

ilişkin işe giriş bildirgesi ve prim bordrosu bulunduğu, yazılı nitelikteki bu<br />

delillerin aksinin tanık beyanlarıyla ispatının mümkün bulunmadığı, bu nedenle<br />

açılan davanın reddi…”gerekir.<br />

2. Đsteğe bağlı sigortalılık<br />

<strong>2004</strong> kararlarının bir kısmı da isteğe bağlı sigortalılığa ilişkindir. 506<br />

s.K.’nun 85. maddesinde düzenlenen bu kurum, kanun koyucunun en sık müdahale<br />

ettiği alanlardan biridir. <strong>2004</strong> yılında sorun, isteğe bağlı sigorta ile zorunlu sigortalılığın<br />

çakışması yanında, isteğe bağlı sigortalılık talebi ve talep olmamakla<br />

birlikte muntazam ödenen primlerle talep koşulunun aşılıp aşılamayacağı konularında<br />

yoğunlaşmış, ayrıca yurt dışındaki zorunlu sigortalılığın, isteğe bağlı sigortalılığı<br />

engelleyip engellemediği üzerinde durulmuştur. Üzerinde durulan bir başka<br />

konu da, zorunlu sigorta-isteğe bağlı sigorta çakışmasının bir uzantısı olarak,<br />

isteğe bağlı sigortalılığın ne zaman sona ereceği olmuştur.<br />

Geçmiş yıllarda da tartışılmış olan bu konulara kısa da olsa değinmekte<br />

yarar görüyoruz.<br />

a) Yazılı başvuru<br />

Yarg. 10. HD.’nin 5.4.<strong>2004</strong> t., 341/2802 sayılı kararı (YKD, Kasım<br />

<strong>2004</strong>, 1693-1695; Tüba ĐĐÇB, 1539, 2.5.2005, 119) ayrıntıya girmeden, zorunlu<br />

sigortalılıktan sonra başlayacak isteğe bağlı sigortalılık için yazılı başvuruyu gerekli<br />

görmekte, bu başvuru olmadığı için isteğe bağlı sigortalılığı geçerli saymamaktadır<br />

(Yazılı başvurunun niteliği, ispat şartı, geçerlilik şartı, düzenli prim ö-<br />

demenin zımni başvuru sayılacağı, konularında geçmiş tartışmalar için bkz.: Güzel,<br />

Yargıtay Kararları, 1999, 307 vd.; Okur, Yargıtay Kararları, 2001, 220-221;<br />

Tuncay, Yargıtay Kararları, 2002, 297).<br />

85. maddede 2003 yılında 4842 sayılı K.ile yapılan değişiklikle, isteğe<br />

bağlı sigortalılık koşulları ağırlaştırılmış, tescil yanında, 1080 gün prim koşulu<br />

getirilmiş, başvurunun, Kurumca hazırlanacak “isteğe bağlı sigorta talep dilekçesiyle”<br />

yapılacağı maddede yer almıştır. Ayrıca 85. maddenin yeni metninde isteğe<br />

bağlı sigortayı sona erdirecek nedenlere de yer verilmiştir. Bunlardan biri de “sona<br />

erdirme dilekçesi” dir. Bütün bu düzenlemeler yasa koyucunun yazılı başvuruyu<br />

geçerlik koşulu olarak düzenlediğini düşündürmektedir. Ancak aşağıda göreceğimiz<br />

gibi Yargıtay, bazı kararlarında farklı sonuçlara da varmıştır.<br />

b) Zorunlu sigorta- isteğe bağlı sigorta çakışması


85. maddeye göre isteğe bağlı sigortalılığın temel koşulunun herhangi bir<br />

sosyal güvenlik kuruluşuna zorunlu ya da isteğe bağlı sigortalı olmamak olmasına<br />

rağmen, uygulamada bu sigortalılıkların çatışmasından doğan uyuşmazlıklar,<br />

geçmiş yıllarda olduğu gibi, <strong>2004</strong> yılında da Yargıtay’ı oldukça uğraştırmıştır<br />

(Çatışmayla ilgili eski kararlar için bkz.; Güzel, Yargıtay Kararları 1999, 321 vd.;<br />

Okur, Yargıtay Kararları 2001, 218 vd.; Güzel, Yargıtay Kararları 2002, 297 vd.;<br />

Sözer, Yargıtay Kararları, 2003, 27 vd.).<br />

Bu başlık altında 10. ve 21. HD.’lerinin üçer kararını ele alacağız. Görüleceği<br />

gibi kararlarda zorunlu sigorta, isteğe bağlı sigorta çatışması yanında, yazılı<br />

başvuru konusuna da değinilmiş ve eski kararlarda olduğu gibi, düzenli ödeme<br />

varsa, başvuru olmasa da isteğe bağlı sigortalılık geçerli sayılmıştır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 27.9.<strong>2004</strong> t., 3877/8017 sayılı kararına konu olayda<br />

davacı, zorunlu sigortalı olarak tescil edildikten sonra Kurumca isteğe bağlı sigortalılığının<br />

kabul edildiğini, zorunlu sigortalılık dışındaki dönemin isteğe bağlı<br />

sigortalı olarak kabul edilmesini istemiş, mahkeme zorunlu sigortalılıkla çakışan<br />

dönem dışındaki isteğe bağlı sigortalılığı kabul etmiştir. 10. HD. isteğe bağlı sigortalılığın<br />

zorunlu sigortalılığın başlamasıyla sona ereceğini, ancak sigortalının<br />

yeniden prim ödemeye başladığı dönem açısından da isteğe bağlı sigortalılığın<br />

tekrar başlatılması gerektiğini vurgulamıştır. Kararda, isteğe bağlı sigortalılık için<br />

başvurudan bahsedilmediğine göre, başvuru olmadan, sadece düzenli prim ödemesi<br />

ile isteğe bağlı sigortalılığın kabul edildiği anlaşılmaktadır (Aynı yönde:<br />

Yarg. 10. HD., 15.4.<strong>2004</strong> t., 536/3200; Yarg. 21. HD., 29.1.<strong>2004</strong> t., 10485/628,<br />

ĐBD, <strong>2004</strong>/3, 1383, 1384).<br />

Yarg. 21. HD.’nin 27.12.<strong>2004</strong> t., 7930/11832 sayılı kararında davacı zorunlu<br />

sigortalılık dışındaki isteğe bağlı sigortalılığının geçerli olduğunun tespitine,<br />

zorunlu sigortalılıkla isteğe bağlı sigortalılığının birleştirilmesine ve yaşlılık aylığı<br />

bağlanmasına karar verilmesini istemiş, talep mahkemece kabul edilmiştir.<br />

21. HD., davacının yazılı başvurusu olmadığı, zorunlu sigortalılığı sona<br />

erdikten sonra da düzenli prim ödeyerek isteğe bağlı sigortalılık iradesini ortaya<br />

koymadığı gerekçesi ile kararı bozmuştur. Kararda ayrıca kurumun hatalı olarak<br />

sigortalılık koşullarının bulunmadığı dönem için, hatalı işlemle geriye dönük prim<br />

tahsilinin, davacı için kazanılmış hak oluşturmayacağına da değinilmiştir. Yargıtay<br />

burada bazı kararlarında başvurduğu MK. m. 2’yi de kullanmamıştır. Kararda<br />

yeterli açıklık olmadığı için, geriye dönük prim tahsili konusunda MK. m. 2’nin<br />

uygulanıp uygulanamayacağını değerlendiremiyoruz (Aynı yönde, Yarg. 10 HD.,<br />

22.4.<strong>2004</strong> t., 581/3499, ĐBD. <strong>2004</strong>/4, 1783-1784; Yarg. 21. HD., 7.12.<strong>2004</strong> t.,<br />

7137/10775).


c) Yurtdışındaki zorunlu çalışmalar<br />

Đsteğe bağlı sigortalılıkla zorunlu sigortalılığın bağdaşmadığı, bu konuda<br />

zorunlu sigortaya öncelik verildiği 85. maddede açıkça vurgulanmıştır. Biraz önce<br />

incelediğimiz kararlar da bu yöndedir. Burada üzerinde durulması gereken bir<br />

konu da yurt dışındaki zorunlu sigortalılığın, 85. maddedeki isteğe bağlı sigortalılığı<br />

engelleyip engellemediği konusudur.<br />

Yarg. 10. HD., 25.10.<strong>2004</strong> t., 5671/9768 sayılı kararında, 85. maddedeki<br />

“zorunlu sigortalı olmamak” kuralının Türkiye’deki çalışmalara ilişkin olduğunu,<br />

yurtdışındaki çalışmanın isteğe bağlı sigortalılığı etkilemeyeceğini belirtmiştir.<br />

Bu sonuç Avrupa Birliğinin 1408/71 sayılı Tüzüğüne de uygundur. Tüzüğün<br />

9. m.’sine göre, isteğe bağlı sigortalılığı kabul eden bir üye ülke, mevzuatında<br />

aksi belirtilmedikçe başka ülke topraklarında geçen bağımlı ya da bağımsız çalışmalar,<br />

isteğe bağlı sigortalılığı etkilemez (Tuncay/Ekmekçi, 143.). 21. HD. ise<br />

bazı kararlarında yurtdışındaki çalışmayı da isteğe bağlı sigortalılığı engelleyici<br />

bulmakta, hatta bu konuda 3201 sayılı yasayı da görüşüne destek almaktadır (Bkz.<br />

Tuncay, Yargıtay Kararları 2000, 191; Okur, Yargıtay Kararları 2001, 222 vd.).<br />

Oysa yurtdışındaki çalışmaların ayrıca borçlanılabilmesi, bu çalışmaların isteğe<br />

bağlı sigortalılığı engellemediğine kanıt olabilir.<br />

Ancak burada ikili antlaşmalardaki bazı özel hükümler gözden kaçırılmamalıdır.<br />

Bazı antlaşmalarda, taraf ülkelerden herhangi birindeki sigortalı çalışma,<br />

diğer ülke açısından da sigortalılığın başlangıcı olarak kabul edilmektedir.<br />

Böyle bir hüküm varsa, bu hüküm kuşkusuz isteğe bağlı sigortalılığı da engelleyecektir<br />

(Bkz. Okur, Yargıtay Kararları 2001, 224 vd.).<br />

d) Đsteğe Bağlı Sigortalılığın Sona Ermesi<br />

506 s.K.’nun 85. m.’nde düzenlenmiş olan isteğe bağlı sigortalılık<br />

1964’den sonra önce 3395 s. K.’la (20.6.1987), daha sonra da 4892 s.K.’la<br />

(9.4.2003) ve son olarak da 4958 s.K.’la (29.7.2003) değişikliğe uğramış, her<br />

değişiklik isteğe bağlı sigortalılık koşullarını biraz daha ağırlaştırmıştır (Bkz.<br />

Tuncay/Ekmekçi, 143 vd.). Đsteğe bağlı sigortalılığın sona ermesi de bu değişikliklere<br />

bağlı olarak giderek daha ayrıntılı düzenlenmiştir. Yarg. 10. HD.’nin <strong>2004</strong><br />

kararlarından biri de sona ermeye ilişkindir.<br />

Yarg. 10. HD., 28.9.<strong>2004</strong> t., 3889/8134 sayılı kararında, isteğe bağlı sigortalılığın<br />

sona ermesini, olayın özelliğinin de bir gereği olarak, 1987-1991-1998<br />

dönemlerinin özelliklerini dikkate alarak karara bağlamıştır.<br />

Davacı isteğe bağlı sigortalılık döneminin dikkate alınarak aylık bağlan-


masına karar verilmesini istemiş, mahkeme talebi reddetmiştir.<br />

10. HD. kararında, 85. maddeye ilişkin yasal değişikliklere bağlı olarak,<br />

primleri zamanında ödememenin etkisini ayrı ayrı ele almıştır. Karara göre, 3395<br />

değişikliğinden önce primlerin yıllık olarak ve Kurumun belirleyeceği tarihlerde 4<br />

taksitte ödenmesi gerekmektedir. Taksitlerden birinin yasal faizi ile birlikte taksit<br />

tarihinden itibaren 6 ay içinde ödenmemesi halinde isteğe bağlı sigortalılık sona<br />

erecek ve aradan bir yıl geçmedikçe de yeniden başlatılamayacaktır (Konu o tarihte<br />

yürürlükte bulunan SSĐT’nün 111. m. ile de açıklığa kavuşturulmuştur).<br />

1987’de 3395 s. K.’la yapılan değişiklikle, primlerin yasal sürede ödenmemesi<br />

isteğe bağlı sigortalılığı sona erdiren bir neden olmaktan çıkarılmıştır. Ancak bu<br />

sürelerin, sigortalılık süresi olarak değerlendirilebilmesi prim borçlarının gecikme<br />

zammı ile birlikte Kuruma ödenmiş olmasına bağlıdır.<br />

Somut olayda sigortalılık 1987’den önce başlamış ve primler de süresi i-<br />

çinde ödenmemiş ise de, 6 aylık ödeme süresi dolmadan, 85 madde 3395 s.K.’la<br />

değiştirilmiş ve primlerin zamanında ödenmemesi, isteğe bağlı sigortalılığı sona<br />

erdiren bir neden olmaktan çıkarılmıştır. Sigortalı lehine bu değişikliğin, geçmişe<br />

yönelik olarak uygulanması, sosyal güvenliğin temel ilkelerinden olduğundan,<br />

olayda sigortalıya da uygulanması ve isteğe bağlı sigortalılığın sona erdirilmemesi<br />

gerekmektedir. Zaten sigortalı da prim borçlarını 1997 t.,….Tahsilatın Hızlandırılması<br />

hakkındaki 4247 s.K. gereğince daha sonra ödemiştir. 10. HD. Primi ödenen<br />

bu sürenin de dikkate alınarak, yaşlılık aylığı tahsis talebinin bu çerçevede<br />

yeniden değerlendirilmesi gereğini ileri sürerek mahkeme kararını bozmuştur.<br />

3. Sigortalılık Süresi<br />

Sigortalılık süresi kavramı 506 s.K.’nun 108. m.’nde uzun dönemli sigorta<br />

dalları açısından tanımlanmıştır: “Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalarının<br />

uygulanmasında nazara alınacak sigortalılık süresinin başlangıcı, sigortalının,<br />

yürürlükten kaldırılmış 5417 ve 6900 sayılı kanunlara veya bu kanuna tabi olarak<br />

ilk defa çalışmaya başladığı tarihtir./. Tahsis işlerinde nazara alınan sigortalılık<br />

süreleri, bu sürenin başlangıç tarihi ile sigortalının tahsis yapılması için yazılı<br />

istekte bulunduğu tarih, tahsis için istekte bulunmuş olmayan sigortalılar için de<br />

ölüm tarihi arasında geçen süredir”.<br />

Bu sürenin önemi, bazı sigorta yardımları açısından, belli gün prim ödemiş<br />

olma yanında, belli sigortalılık süresinin doldurulmasının da aranmış oluşunda<br />

kendini göstermektedir. Malullük aylığı için aranan 5 yıl, yaşlılık aylığı için<br />

aranan 25 yıl, ölüm aylığı için aranan 5 yıl buna göre belirlenecektir. Đşe başlama<br />

ile talep tarihi arasındaki bu sürenin sigortalılık süresi olarak kabulü için ayrıca,<br />

sigortalılık ilişkisinin de sürmesi veya sürdüğünün varsayılması gerekir (Sigortalı-


lık ilişkisi için bkz.: Sözer, Sosyal Sigorta Đlişkisi, 104 vd.; Tuncay/Ekmekçi, 139<br />

vd.). Yasada öngörülen bazı durumların gerçekleşmesi veya saptanması, 108.<br />

maddedeki sigortalılık süresinin aşılmasına neden olmaktadır. Bu durumlar geçici<br />

borçlanmalar, ihya (hizmet canlandırması), askerlik borçlanması, yurt dışı hizmet<br />

borçlanması, grev-lokavt borçlanması, itibari hizmet süreleri ve yargı kararıyla<br />

saptanan sigortalılık süreleridir (Bkz. Güzel/Okur, 370 vd.). Đşte <strong>2004</strong> kararlarının<br />

bir kısmı da sigortalılık süresini etkileyen bu nedenlerden bir kısmı ile ilgilidir.<br />

Bunlar, hizmet tespit davaları, askerlik borçlanması ve yurt dışı hizmet borçlanmasıdır<br />

(Sigortalılık süresi konusunda ayrıntı için bkz. Ertan, Emre, Türk Sosyal<br />

Güvenlik Hukukunda Borçlanma, 2005, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).<br />

a) Hizmet Tespit Davaları<br />

Kanun koyucu 506 s. K.’nun 79/10 m.’siyle, kuruma bildirilmeyen veya<br />

eksik bildirilen süreleri için sigortalılara hak ve çıkarlarını korumak amacıyla<br />

yargı yoluna başvurma imkanı tanınmıştır. Buna sigortalılığın hükmen tespiti, bu<br />

davalara da hizmet tespit davaları denmektedir. Sigortalıların bu davayı hizmetin<br />

geçtiği yılın sonundan başlayarak beş yıl içinde açması gerekmektedir. Yargıtay<br />

bu süreyi hak düşürücü süre olarak kabul etmektedir. Sigortalının çalışma olgusu<br />

Kurum kayıtlarına geçmişse veya sigorta müfettişi denetim sırasında çalışmayı<br />

saptamışsa, tespit davasının açılmasına gerek olmadığı gibi, hak düşürücü süre de<br />

işlemez (Tuncay, Yargıtay Kararları 2000, 185 vd.; Tuncay/Ekmekçi, 245<br />

vd.;Okur, Yargıtay Kararları 2001, 226 vd.; Güzel/Okur, 199 vd.). Ülkemizde<br />

sigortasız (kaçak) işçi çalıştırmanın yaygınlığı, çok sayıda tespit davasına yol<br />

açmaktadır. Bu nedenle tespit davaları Yargıtay’ı en çok meşgul eden davalardandır.<br />

Zaten davanın koşulları da Yargıtay içtihatlarıyla açıklığa kavuşturulmuştur<br />

(Ayrıtı için bkz. Duman, Barış, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununa Göre<br />

Hizmetlerin Tespiti, Ankara 2001). Yargıtay’ın <strong>2004</strong> kararlarından önemli bir<br />

bölümü de, geçmiş yıllardaki uygulama doğrultusunda, tespit davalarına değişik<br />

açılardan katkıda bulunmuştur.<br />

aa)Yetkili Mahkeme<br />

21. HD.’nin 11.5.<strong>2004</strong> t., 4365/4653 s. kararı yetki konusuna ilişkindir.<br />

Davacı, işveren nezdindeki çalışmalarının tespitini istemiş, mahkeme yetki yönünden<br />

davayı reddetmiştir.<br />

21. HD. SSK. Başkanlığı ile işveren arasındaki zorunlu dava arkadaşlığını<br />

saptadıktan sonra, Kurumun süresinden sonra, işverenin ise süresi içinde yeki<br />

itirazında bulunduğunu belirleyerek önce bu konuda karar vermiştir. HUMK<br />

9/II’ye göre, davalı birden fazla ise dava bunlardan birinin ikametgahında açılabilir.<br />

Dava, davalılardan Kurumun şubesinin bulunduğu yerde açılmıştır. SSK Başkanlığı’nın<br />

merkezi Ankara’da olmakla birlikte, HUMK m. 17 gereğince şubenin


ulunduğu yerde de dava açılabilir. Maddede, şubenin bulunduğu yerde dava<br />

açılabilmesi, o şubenin işlemleriyle ilgili konulara bağlanmış ise de, 21. HD.<br />

“…uyuşmazlığın şube muamelesinden kaynaklanmasına gerek yoktur. Zira Kurumu<br />

temsilen Kurum avukatlarının şubenin bulunduğu yerde Kurum aleyhine<br />

açılan davaları takibe yetkileri vardır” diyerek ayrıca, aksinin kabulünün, AY.’nın<br />

141, HUMK.’nun da 77. maddelerindeki emredici hükümlere aykırı düşeceğini<br />

ileri sürmüştür.<br />

Anayasanın 141/IV.m.’si davaların en az giderle ve mümkün olan süratle<br />

sonuçlandırılmasını, HUMK’nun 77. m.’si ise hakimin, tahkikat ve muhakemenin<br />

mümkün olduğu derecede sürat ve intizam dairesinde cereyanına ve beyhude<br />

masrafa meydan verilmemesine, dikkat etmesi gereğine, işaret ediyorsa da, bu<br />

hükümlerin konu ile doğrudan bir ilgisini kuramadık. Ancak, HUMK.’nun 9.<br />

m.’ne göre davalılar arasında zorunlu veya ihtiyari dava arkadaşlığı varsa, dava<br />

bunlardan biri açısından yetkili olan mahkemede açılabilir diyen hüküm karşısında,<br />

dava yetkili mahkemede açılmıştır. Bu nedenle diğer davalının kendi açısından<br />

ileri sürdüğü yetki itirazı geçerli sayılamaz.<br />

bb) Tespit Davasının Tarafları<br />

Hizmet tespit davasının davacısı sigortalı, onun ölümü halinde hak sahipleridir.<br />

Davalısı ise sigortalıyı çalıştıran gerçek veya tüzel kişi işverendir. Dava<br />

sonucunda ilgili dönemin primleri de tahsil edileceğinden, asıl borçlu ile birlikte<br />

primlerden müteselsil sorumlu olanlar ve Kurum da davaya dahil edilmelidir. Zira<br />

dava sonucunda işlemleri yapacak ve primleri tahsil edecek olan Kurumdur (Duman,<br />

92; Güzel/Okur, 203; Okur, Yargıtay Kararları 2001, 233; Demircioğlu/<br />

Güzel, Đşverenin Sosyal Sigorta Yükümlülükleri ve Sorumluluğu, Đstanbul 2001,<br />

127).<br />

Yarg. 10 HD.’nin 21.12.<strong>2004</strong> t., 7078/12203 sayılı kararında, tespit davasının<br />

tarafları tartışma konusudur. Davacı dolmuş hattında kahya olarak çalıştığı<br />

dönemin tespitini istemiş, mahkeme dolmuş hattının işverenlik sıfatı bulunmadığı<br />

gerekçesiyle davayı reddetmiştir.<br />

10. HD. kararında bir işveren arayışı içine girmiştir. Önce dolmuş hattında<br />

düzeni sağlayan kişileri işveren olarak düşünmüş, şayet o işyerinde iş organizasyonu<br />

yapan belirli kişiler yoksa, hatta çalışan dolmuş maliklerinin tespiti yapılarak<br />

bu kişilerin işveren olarak kabul edilip, kendilerine husumet yöneltilmesi<br />

için davacıya mehil verilip davalı sıfatıyla yargılamaya katılmaları sağlandıktan<br />

sonra, delillerin toplanıp, hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerektiğini ileri


sürmüş, eksik inceleme nedeniyle mahkeme kararını bozmuştur. Tespit davası<br />

açılabilmesi için bir işverenin varlığı yanında ve ondan önce iş sözleşmesine<br />

(hizmet akdine) bağlı bir çalışmanın varlığı gerekir. Kahyanın çalışması ise hizmet<br />

akdinden çok, vekalet sözleşmesini çağrıştırmaktadır. 10 HD.’nin işveren<br />

arayışından önce, hizmet akdine konu olabilecek bir çalışmanın varlığını araması<br />

gerekirdi. 10. HD., dolmuş hattını bir taksi durağı, kahyayı da işçi sayma eğilimindedir.<br />

Taksi durağı veya iş organizasyonu biçiminde bir yapılanma olmadığı<br />

saptanırsa, bu kez de dolmuş maliklerini işveren, kahyayı da onların işçisi gibi<br />

düşünmek istemektedir. Oysa doğrudan kahyanın çalışma biçimi incelenip, bu<br />

çalışmanın hizmet akti kalıplarına uyup uymadığı araştırılmalıydı. Bu araştırma<br />

sonucu kahyayı çalıştıran bir işveren ortaya çıkarsa o zaman davaya devam edilmeliydi.<br />

Ancak olayda, dava, dolmuş hattı işyerine karşı açılmış ve dolmuş hattı<br />

da kendisini davada avukatla temsil ettirmiştir. Bu durum ortada dolmuş hattıyla<br />

ilgili bir organizasyonun bulunduğu kuşkusunu da doğurmaktadır. 506 s.K.’nun 4.<br />

m.’si, işvereni, sigortalı çalıştıran gerçek veya tüzel kişi olarak tanımladığından,<br />

dolmuş hattında bir organizasyon varsa bile bunun tüzel kişiliği olmadığı gibi<br />

gerçek kişi olmadığı da açıktır. Gerçi 4857 s. yeni Đş Kanunu 2. maddesinde, işvereni<br />

işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişi yahut tüzel kişiliği olmayan kurum ve<br />

kuruluş olarak tanımladığından, işçi/sigortalı çalıştıran fiili bir organizasyon da<br />

işveren sayılabilecektir. Gerçi Yarg. 9. HD. 22.1.<strong>2004</strong> t., 11248/661 s. kararında<br />

(ĐBD, <strong>2004</strong>/4, 1734) “…davacı tüzel kişiliği olmayan...Hastanesi Başhekimliğini<br />

dava etmiş ve dava, davacı lehine sonuçlanmışsa da, Başhekimliğin bağlı bulunduğu<br />

Sağlık Bakanlığının dava edilmesi gerekirdi. Bu nedenle karar bozulmalıdır”<br />

sonucuna vararak davalının gerçek veya tüzel kişi olmasını aramış ise de,<br />

karar 4857 sayılı Yasanın yürürlüğünden önceki döneme ilişkindir. Ancak yine de<br />

gerçek veya hukuki açıdan tüzel kişiliği olmayan bir varlığı, hukuk süjesi saymak<br />

özellikle usul hukuku açısından ciddi sorunlar doğurmaya adaydır.<br />

Yarg. 21. HD.,19.1.<strong>2004</strong> t., 9849/88 s.kararında (ĐBD, <strong>2004</strong>/3, 1380-<br />

1381) açılan tespit davasında, Bağ-Kur’un da taraf olarak gösterilmesini istemiştir.<br />

Davacı sigortalılık başlangıç tarihinin 1.1.1976 olduğunu, 30.1.2001 tarihi<br />

itibariyle de yaşlılık aylığına hak kazandığının tespitini istemiş, mahkeme de<br />

talebi kabul etmiştir.<br />

21. HD. ise davacının belli tarihler arasında Bağ-Kur sigortalısı olduğunun<br />

dosyadan anlaşıldığını bu durumda, Bağ-Kur’un da davaya katılımının sağlanarak,<br />

yargılama yapılmasını, bu maddi ve hukuki olgulara uyulmadan karar ve-


ildiğinden, kararın bozulmasını gerekli görmüştür.<br />

Karardan, tespit davasının kime (kimlere) karşı açıldığı ve hangi hükme<br />

göre mahkemenin davayı kabul ettiği, 21. HD.’nin hangi maddi ve hukuki olgular<br />

dikkate alınmadığı için kararı bozduğu anlaşılamamaktadır. Kararda, sigortalının<br />

bir süre Bağ-Kur’lu olması nedeniyle, Bağ-Kur’un da davaya dahil edilmesi gereğinden<br />

söz edilmektedir. Sanırız burada uygulanması gereken kurallar, 2829 s.<br />

Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi<br />

Hakkında Kanun’un hükümleridir (RG., 27.5.1983, 1805). Bu Kanuna göre ise<br />

(m. 10), “bağlanacak aylıkların ödenmesinde ve kesilmesinde aylığı bağlayan<br />

kurum mevzuatındaki esaslar” uygulanacaktır. Yine 2829 s.K.’nun 8. maddesine<br />

göre “…birleştirilmiş hizmet süreleri toplamı üzerinden, ilgililere; son yedi yıllık<br />

fiili hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olan kurumca…” aylık bağlanacaktır.<br />

Bu konunun ise, Bağ-Kur’un davaya taraf olmasıyla değil, Mahkemenin<br />

durumu Bağ-Kur’dan sorarak çözülebileceğini düşünüyoruz. Bağ-Kur davaya,<br />

davacıyla ilgili üyelik bilgilerini göndererek katılacaktır, yoksa bozma kararında<br />

istendiği gibi davanın ayrıca Bağ-Kur’a da “yöneltilmesine” gerek yoktur. Ancak<br />

hizmet sürelerinin çakışması halinde Bağ-Kur’un davaya dahil edilmesi düşünülebilir<br />

(Tuncay/Ekmekçi, 246; Yarg. 21. HD., 19.1.<strong>2004</strong>, 2003/4849, ĐBD. <strong>2004</strong>/3,<br />

1380-1381; Yarg. 21. HD., 11.11.2003, 9030/9130, ĐBD <strong>2004</strong>/3, 1374-1375).<br />

cc) Tespit Davasının Koşulları<br />

Daha önce de değindiğimiz gibi tespit davsının üç temel koşulu: fiili çalışma,<br />

çalışmanın işverence bildirilmemiş veya Kurumca saptanmamış olması ve<br />

çalışmanın geçtiği yılın sonundan başlayarak beş yıllık hak düşürücü sürenin<br />

geçmemiş oluşudur.<br />

aaa) Fiili Çalışma<br />

Yarg. 10. HD.’nin 20.12.<strong>2004</strong> t., 9240/12157 sayılı kararına konu olayda<br />

davacı makinist olarak çalıştığının tespitini, ayrıca bu çalışmadan dolayı ek 5.<br />

m.’ye göre itibari hizmet süresinden de yararlanacağının kabulünü istemiştir.<br />

Mahkeme davayı kabul etmiştir. 10. HD. önce geçerli ve Kurumca kabul edilebilir<br />

bir çalışmanın varlığını aramış, işe giriş bildirgesi verilmiş ise de çalışılan süreye<br />

ilişkin bir belgeye dosyada rastlanmadığını ileri sürerek, yazılı delillerin<br />

celbedilmesini, işverenin dinlenmesini, böylece çalışma olgusu saptandıktan sonra<br />

hizmet tespitine, daha sonra da itibari hizmet süresine karar verilmesi gereğine<br />

işaret ederek kararı bozmuştur.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 16.12.<strong>2004</strong> t., 8487/12019 sayılı kararına konu olayda<br />

ise, davacı eşinin işyerindeki çalışmalarının tespitini istemiş, mahkeme ise çalışmanın<br />

muvazaaya dayalı olup, fiili ve gerçek olmadığı nedeniyle talebi reddetmiş-


tir.<br />

10. HD., davacının, kocasının işyerinde büro işçisi olarak çalıştığının tanık<br />

anlatımlarıyla sabit olduğunu, boşandığı eşinin iş müfettişine “fiilen çalışma”<br />

olmadığına ilişkin beyanının aralarındaki husumetten kaynaklandığını, Kurumun<br />

gerekli denetim görevini yerine getirmeden uzun yıllar ödenip nemalandırılan,<br />

daha sonra da isteğe bağlı sigortalı olarak davacıyla ilgisini sürdürdükten sonra,<br />

çalışmanın fiili ve gerçek olmadığı gerekçesiyle zorunlu ve isteğe bağlı sigortalılıkları<br />

reddetmesinin, MK.’nun 2. maddesindeki objektif iyiniyet kuralına ve hayatın<br />

akışına aykırı bulunduğunu ileri sürerek davanın kabulü gerekirken reddini<br />

doğru bulmamıştır.<br />

bbb) Fiili Çalışmanın Kanıtlanması, Deliller<br />

Yarg. 21. HD.,’nin 29.3.<strong>2004</strong> t., 359/2930 sayılı kararında (ĐBD, <strong>2004</strong>/3,<br />

1390- 1391) sigortalı kimlik bilgilerinin nüfus kayıtlarına uygun biçimde tespitini<br />

kabul eden mahkeme kararını bozarken, mahkemenin gerekli titizliği göstermediğini<br />

ileri sürmüştür. Đşe giriş bildirgesindeki imzanın davacıya ait olduğunun saptanması<br />

yanında, işyeri bordrolarındaki tanıkların da çalışmanın davacıya ait olduğunu<br />

bildirmelerine rağmen 21. HD. Fiili çalışmanın kabulü için bunları yeterli<br />

bulmamıştır. Aynı isimde, farklı nüfuslarda kayıtlı kimselerin bulunup bulunmadığının<br />

da araştırılmasını, işe giriş bildirgesindeki fotoğrafın da kime ait olduğunun<br />

ayrıca incelenmesi gereğine işaret etmiştir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 2.12.<strong>2004</strong> t., 7778/11270 sayılı kararında da daha titiz<br />

inceleme gereği vurgulanmakta, mahkeme kararının yetersiz incelemeye dayandığı<br />

ileri sürülmekte, hizmet tespit davasının kamu düzeni ile ilgisine dikkat çekilerek,<br />

özenle yürütülmesi gerekli görülmektedir.<br />

10. HD., boyacı olarak çalışan sigortalının aynı zamanda büro işlerinde de<br />

çalışmasını hayatın olağan akışına ters bulmuş, tanıkları yeterli bulmamış (10.<br />

HD’ ne göre bordroda adı geçen diğer tanıklar ile şirketin ortak yönetici ve üst<br />

düzey yöneticileri de dinlenmelidir), işyeri tescil numaralarına göre kapsamdaki<br />

her işyeri için çalışma olgusunun, her işyerinde çalışanlar ayrı ayrı dinlenerek<br />

saptanmalıdır demiştir.<br />

Yarg. 21. HD.’nin 28.6.<strong>2004</strong> t., 6261/6324 s.’lı kararında (TÜBA, ĐĐÇB,<br />

1518, 6.12.<strong>2004</strong>, 23) Yargıtay, mahkemenin, davacının davasını üç kez takipsiz<br />

bırakmasını gerekçe göstererek, HUMK. 409/5. m. gereğince davayı açılmamış<br />

sayan mahkeme kararını bozmuştur. 21. HD., “ tespit davaları, kişilerin sosyal<br />

güvenliğine ilişkin olduğundan, kamu düzenini yakından ilgilendirir,506 s.K.’nun<br />

6. m.’ne göre sigortalı olma hak ve yükümünden kaçınılamaz ve vazgeçilemez.<br />

Mahkemenin bu tür davalarda re’sen delil toplama yetkisi vardır. Deliller re’sen


toplanıp ona göre karar verilmelidir, takipsizlik nedeniyle dava açılmamış sayılamaz”<br />

demiştir (Yarg. 21. HD.’nin 9.11.<strong>2004</strong> t., 6935/9639 s. kararında da, TÜBA,<br />

ĐĐÇB, 1539, 2.5.2005, 18, bu tür davalarda hakimin re’sen inceleme yetkisi vurgulanmakta,<br />

mahkemenin davacı ile ilgili tüm kayıt-belge ve ücret ödeme dosyalarının<br />

getirtilerek, kayıtlı çalışanlar dinlenerek, belli dönemdeki çalışma iddiasının<br />

araştırılması istenmektedir).<br />

Yarg. 21. HD.’nin 6.5.<strong>2004</strong> t., 1349/4606 (ĐBD, <strong>2004</strong>/4, 1870-1871) s.<br />

kararında, tespit davasında dinlenecek tanıkların özellikleri vurgulanmaktadır.<br />

Dinlenecek tanıklar, kayda geçmiş, davacı ile birlikte çalışan veya aynı çevrede<br />

benzer işi yapan başka işyerlerinde çalışan kişilerden olmalı, çalışma olgusu yönünden<br />

somut olgulara dayanmalı, soyut kalmamalı, çok eskiye ilişkin olmamalı,<br />

inandırıcı güç ve nitelikte olmalıdır, denmektedir (Benzer yönde, Yarg. 21. HD.,<br />

25.3.<strong>2004</strong> t., 2296/2826, ĐBD, <strong>2004</strong>/3, 1389-1390; YHGK, 22.12.<strong>2004</strong>, 21-<br />

742/744, TÜBA ĐĐÇB, 1558- 12 Eylül 2005, 12-13).<br />

Yarg. 21. HD. tespit davalarıyla ilgili bazı kararlarında da işin mahiyeti<br />

gereği daimilik göstermesi halinde davanın kabul edilmesi gereğine işaret etmiştir.<br />

Yarg. 21. HD.’nin 13.5.<strong>2004</strong> t., 1605/4815 s. kararına konu olayda (ĐBD,<br />

2005/1, 295-296) mahkeme, çalışma ispat edilemediği için tespit davasının reddine,<br />

alacak davasının da tefrikine karar vermiştir.<br />

21. HD. yapılan işin mahiyeti gereği daimilik arzeden bir iş olup, tanıkların<br />

da bu yoldaki beyanları nedeniyle davanın kabulü gerekirken reddini usul ve<br />

yasaya aykırı bulup kararı bozmuştur (Aynı yönde, 21. HD., 13.5.<strong>2004</strong> t.,<br />

1602/4814, ĐBD, <strong>2004</strong>/2, 658-659).<br />

Yarg. 21. HD.’nin 28.6.<strong>2004</strong> t., 6152/6322 s. kararında (Legal, Đş,<br />

2005/5, 401-402) işyeri bordroları mevcut değilse, Emniyet yoluyla araştırma<br />

yaptırılıp, ayrıca komşu işyeri çalışanları da tanık olarak dinlendikten sonra fiili<br />

çalışmanın kabulüne karar verilmesini gerekli görmüştür.<br />

ccc) 5 Yıllık Süre<br />

506 s. K.’nun 79/VIII. m.’ne göre tespit davasının hizmetin geçtiği yılın<br />

sonundan başlayarak 5 yıl içinde açılması gerekir. Bazı yazarlar bu süreyi zamanaşımı<br />

süresi olarak kabul etmiş ise de (Tunçomağ, 193; Güzel/Okur, 200; Öztürk,<br />

40; Duman, 62), Yargıtay’ın yerleşmiş içtihadı bu sürenin hak düşürücü süre olduğu<br />

yönündedir (Bu konudaki tartışmalar için bkz.: Okur, Yargıtay Kararları,<br />

228; Tuncay/Ekmekçi de bu sürenin hak düşürücü süre olduğu görüşündedir,<br />

246.).


Bilindiği gibi tespit davasının koşullarından biri de, yönetmelikle tespit<br />

edilen belgelerin işveren tarafından Kuruma verilmemesi veya çalıştıkları süre<br />

Kurum tarafından saptanamayan sigortalılar için geçerlidir. Bu belgeler verilmişse<br />

tespit davası açılamadığı gibi 5 yıllık süre de işlemez.<br />

Yarg. 10.HD.’nin 9.11.<strong>2004</strong> t., 6520/10496 s. kararı (TÜBA, ĐĐÇB,<br />

1533, 21.3.2005) Yukarıda değindiğim noktalara işaret etmektedir. Mahkeme hak<br />

düşürücü süre geçtiği için davayı reddetmiştir. 10. HD., olayda işe giriş bildirgeleri<br />

verilmiş olduğu, belli süre prim de ödenmiş bulunduğu için hak düşürücü sürenin<br />

geçmiş sayılamayacağı gerekçeleri ile kararı bozmuştur (Yarg. 10.HD.,<br />

14.10.<strong>2004</strong> t., 4968/9280 s. Kararı, Legal, 2005/5, 376-377; YHGK, 23.6.<strong>2004</strong> t.,<br />

21-369/371 s. kararı, ĐBD, 2005/1, 166-167 s. kararı; YHGK, 15.12.<strong>2004</strong> t., 21-<br />

763/713 s. kararı, Legal 2005/4, 134-135 kararlarında da işe giriş bildirgesinin<br />

verilmesi halinde hak düşümü süresinin işlemeyeceğinden söz etmektedir).<br />

Yarg. 21. HD., 13.9.<strong>2004</strong> t., 6700/6875 s. kararında (Legal, ĐS GHD,<br />

2005/5, 400-401) hak düşürücü sürenin durmasının ve kesilmesinin mümkün olmadığı<br />

konusundaki görüşünü sürdürmüştür (Yargıtay’ın aynı işyerinde veya ayı<br />

işverenin başka işyerinde çalışma halinde hak düşürücü sürenin duracağı veya<br />

kesileceği yolundaki, hak düşümü süresi ile bağdaşmayan eski görüşü için bkz.:<br />

Güzel, Yargıtay Kararları 1999, 302; Okur, Yargıtay Kararları 2001, 228 vd.;<br />

Güzel/Okur, 201).<br />

YHGK, 11.2.<strong>2004</strong> t., 21-54/54 t., kararında (YKD, Haziran <strong>2004</strong>, 835-<br />

839) hizmet tespit davalarının kamusal özelliği ve bu davalardan feragat edilemeyeceği<br />

üzerinde durulmaktadır.<br />

Mahkeme feragat nedeniyle davayı reddetmiş, 21. HD. ise, hizmet tespit<br />

davalarının sigortalılık hak ve yükümlülükleri ile ilgili olduğunu, sosyal güvenlik<br />

hakkının ise Anayasada ifadesini bulan temel sosyal haklardan olup, 506 s.<br />

K.’nun 6. m.gereğince bu haklardan vazgeçilemeyeceğini ve devredilemeyeceğini<br />

vurgulamış, sonuç olarak mahkemenin davanın hukuksal niteliği üzerinde durmadan,<br />

işin özüne inmeden verdiği red kararını bozmuştur. Mahkemenin direnmesi<br />

üzerine dava Hukuk Genel Kuruluna gelmiştir.<br />

YHGK uyuşmazlığın hizmet tespit davasından feragat edilip edilemeyeceği<br />

noktasında toplandığını saptadıktan sonra, aşağıdaki gerekçelerde direnme<br />

kararını usul ve yasaya aykırı, 21. HD.’nin kararını doğru bulmuştur: “… feragat<br />

davanın taraflarından birinin (olayda davacının) netice-i talebinden vazgeçmesidir<br />

(HUMK m. 91). Hiç kimse kendi lehine olan bir davayı açmaya zorlanamayacağı<br />

gibi (HUMK m. 79),…açmış olduğu bir davayı da sonuna kadar takip etmeye


zorlanamaz… hüküm kesinleşinceye kadar her davadan feragat edilebilir. Ancak<br />

bazı istisna hallerinde feragat davayı sona erdirmez. Hakim feragata rağmen davaya<br />

devam etmekle yükümlüdür. Bu istisnalardan biri de sosyal sigortalılık süresinin<br />

tespiti için açılan hizmet tespiti davalarıdır.<br />

Bilindiği gibi feragat yalnız mevcut davadan değil, o dava ile istenen<br />

haktan da vazgeçme anlamına gelir. Davadan feragat neticesinde, feragata konu<br />

teşkil eden hak tamamen düşer ve artık bir daha dava konusu yapılamaz.<br />

1982 Anayasasının 12. m.’sine göre “herkes kişiliğine bağlı, dokunulamaz,<br />

devredilemez, vazgeçilmez, temel hak ve hürriyetlere sahiptir”, 60. m.’nde<br />

ise “herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir” hükmüne yer verilmiştir. Bu iki<br />

hüküm birlikte değerlendirilecek olursa sosyal güvenlik hakkının kişiye sıkı sıkıya<br />

bağlı, dokunulamaz ve feragat edilemez bir hak olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.<br />

506 s. SSK.’nun 6. m.’nde de bu ilke aynen benimsenmiştir…bu nedenle<br />

sigortalılık hakkından feragat edilemez. <strong>Kamu</strong> düzenini ilgilendiren bu tür tespit<br />

davalarında hakimin feragat nedeniyle davayı reddetmeyip özel bir duyarlılık<br />

göstererek delilleri kendiliğinden toplaması ve sonucuna göre karar vermesi gerekir…Öte<br />

yandan hizmet tespit davalarının amacı hizmetlerin karşılığı olan sosyal<br />

güvenlik haklarının korunmasıdır. Bu nedenle, bu davadan feragat eden davacı<br />

sadece açtığı davadan değil, sigortalı olduğunun tespitinden yani sosyal güvenlik<br />

hakkından vazgeçmektedir.<br />

O halde mahkemece, davanın yukarıda belirtilen bu hukuksal niteliği göz<br />

önünde bulundurulup, işin esasına girilip sonucuna göre karar vermek gerekirken,<br />

feragat nedeniyle tespit davasının reddine karar verilmiş olması usul ve yasaya<br />

aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır”.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 20.9.<strong>2004</strong> t., 4148/7691 sayılı kararı da, hizmet tespit<br />

davalarında, feragatin geçerli olmadığını vurgulayan, biraz önce verdiğimiz<br />

YHGK kararı doğrultusunda bir karardır.<br />

10. HD. bu kararda, 506 s. K.’nun 6. m.’si gereğince sigortalı olmak hak<br />

ve yükümünden kaçınılamayacağını ve bu haktan vazgeçilemeyeceğini belirtmekte,<br />

yasaların öngördüğü belli bir sosyal güvenlik kuruluşunun sigortalısı olmak,<br />

kamu düzenine ilişkin, kişiye bağlı, vazgeçilmez ve kaçınılmaz hak ve yükümlülük<br />

doğuran bir hukuksal statü yarattığından, kişilerin ve kurumların bu statüsünün<br />

oluşumundaki rolü yenilik doğuran iradi bir durum değil, yasa gereği kendiliğinden<br />

oluşan bir statüyü belirlemekten ibarettir. Bu nedenle davadan önce veya<br />

dava sırasında bu haktan feragat mümkün değildir, denmektedir. Mahkemenin


yapacağı şey, işin esasına girerek, resen yapılacak araştırma, inceleme ve yargılama<br />

sonucu elde edilecek kanıtlara göre dava hakkında karar vermektir; yoksa<br />

feragat nedeniyle davanın reddi, usul ve yasaya aykırıdır, hüküm bozulmalıdır.<br />

10. HD. üyelerinden Zafer ERDOĞAN, “davacının davadan feragat etmiş<br />

olması maddi hukuka ilişkin olarak hakkın özünden feragat anlamında değildir.<br />

Hiç kimse iradesi dışında dava açmaya veya açtığı davayı sürdürmeye zorlanamaz”<br />

diyerek karara katılmamıştır. Ancak kural olarak (HUMK m. 79) açmış<br />

olduğu davayı sonuna kadar takip etmek zorunda olmayıp, hüküm kesinleşinceye<br />

kadar her türlü davadan feragat edilebilirse de, bu kuralın da istisnaları vardır.<br />

Bunlardan biri de, hizmet tespit davalarıdır diyen 11.2.<strong>2004</strong> t. YHGK kararındaki<br />

görüşe öncelik veriyor ve karşı oyda belirtilen görüşe katılamıyoruz.<br />

b) Askerlik Borçlanması<br />

Askerlik borçlanması, askerlikte geçen sürenin sigortalılık süresi veya<br />

prim ödeme gün sayısı açısından değerlendirilmesi amacını taşır (Ayrıntı için bkz.<br />

Güzel/Okur, 372 vd.; Tuncay/Ekmekçi, 346 vd.; Okur, Yargıtay Kararları 2001,<br />

237 vd.). <strong>2004</strong> kararlarının bir kısmı da askerlik borçlanmasının koşullarına ve<br />

farklı kurumlara yapılan askerlik borçlanmasının aktarılmasına ilişkindir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 17.2.<strong>2004</strong> t., 10092/935 s. kararına konu olayda davacı,<br />

SSK’na yaptığı askerlik borçlanmasının Bağ-Kur açısından da geçerli olduğunun<br />

tespiti ile hizmet süresine eklenmesini talep etmiş, mahkeme, davacı borçlanma<br />

talep tarihinde sigortalı olmadığı için talebi reddetmiştir.<br />

10. HD., “…davacı borçlanma isteminde bulunduğu tarihte SSK sigortalısı<br />

değilse de, borçlanma bedelinin ödendiği tarihte SSK sigortalısı olduğu çekişmesiz<br />

bulunduğundan, borçlanmanın SSK yönünden geçerli olduğuna karar verilmesi<br />

gerektiğini…” ileri sürerek mahkeme kararını bozmuştur. Konu bir dönem,<br />

askerlik borçlanması için, talep tarihinde fiilen çalışıyor olmanın aranması<br />

ile ilgilidir. Yarg. 10. HD., borçlanma için çalışıyor olmayı aramamış, HGK aksi<br />

görüşü benimsemiş, 15.4.1985 t., YĐBK’da HGK’nun görüşü yönünde karar vermiş,<br />

ancak sonuçta 3297 s. K. (RG., 6.5.1986, 19099), 506 s. K.’nun 60,F maddesindeki<br />

“çalışan” sözcüğü yerine “sigortalı olarak tescil edilmiş olan” ibaresini<br />

getirerek, 10. HD.’nin görüşüne taraftar olmuştur (Güzel/Okur, 373). 17.2.<strong>2004</strong><br />

tarihli 10. HD. kararı da bu maddenin tekrarından ibarettir.<br />

Yarg. 21. HD.’nin 13.12.<strong>2004</strong> t., 9208/11078 s. karara konu olayda<br />

(TÜBA, ĐĐÇB, 1553, 8.8.2005, 10) davacı bir günlük sigortalılığının tespiti ile<br />

yaşlılık aylığına hak kazandığının saptanmasını istemiş, mahkeme sigortalılık


aşlangıç tarihi konusundaki talebi kabul etmiş, yaşlılık aylığı talebini ise bir günlük<br />

eksik prim nedeniyle (5000 yerine 4999) reddetmiştir. 10. HD., yaşlılık aylığının<br />

red sebebinin, askerlik borçlanması yapılırken, Askerlik Şubesinin askerlik<br />

süresini yanlışlıkla 3 gün eksik bildirmesi nedeniyle, borçlanmanın da üç gün<br />

eksik kalması olduğunu, ayrıca kayıtlara yansıtılmayan 32 günlük bir çalışmanın<br />

da bulunduğunu saptayarak, mahkemenin bu maddi ve hukuki olguları dikkate<br />

almadan, eksik inceleme ve araştırma ile hüküm kurmasını usul ve yasaya aykırı<br />

bulup, kararı bozmuştur.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 23.9.<strong>2004</strong> t., 676/879 s. kararı, askerlik borçlanmasının<br />

aktarılmasına ilişkindir (Legal, ĐSGHD, 2005/5, 378-379). Davacı SSK’na<br />

yapmış olduğu askerlik borçlanmasının Bağ-Kur Genel Müdürlüğü’ne aktarılmasını<br />

istemiştir. Mahkeme bozmaya uyarak talebin kabulüne karar vermiştir (Kararda<br />

ayrıca mahkemenin bozmaya uyarak davanın reddine karar verildiğinden de<br />

söz edilmektedir. Bu çelişkiyi çözemedik.).<br />

10. HD.’nin tespitine göre dava, SSK’ya tabi sigortalının, bu zorunlu sigortalılık<br />

sona erdikten sonra 1479 s.K. kapsamında isteğe bağlı sigortalı olduğu<br />

dönemde, Bağ-Kur yerine SSKurumuna yaptığı askerlik borçlanmasının Bağ-<br />

Kur’a aktarılması ve geçerliliğinin tespitine ilişkindir. 506 s.K.’nun 60/F m.’ne<br />

göre, 506 s.K.’a göre tescil edilmiş olsa dahi, borçlanma talebinde bulunduğu ya<br />

da borçlanma bedelini ödediği tarihte, başka sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı<br />

olanların, SSK.’na askerlik borçlanması yapması mümkün değildir.<br />

10. HD. bu temel kuralı tekrarladıktan sonra, somut olaya dönmekte ve<br />

somut olayda davacının, borçlanma talebinde bulunduğu ve borçlanma bedelini<br />

ödediği tarihte SSK sigortalısı olmayıp Bağ-Kur sigortalısı olduğunu belirterek<br />

borçlanmanın Bağ-Kur’a yapılması gerektiğine işaret etmektedir. Ancak kararın<br />

devamında buna rağmen yanlış kuruma yapılan, primi ödenmiş bu borçlanmanın<br />

Bağ-Kur’a aktarılarak, 1479 s.K. kapsamında geçerli bir askerlik borçlanma süresi<br />

olarak kabulünün, sosyal güvenliğin temel ilkelerinden olduğu iddia edilmektedir.<br />

Kararda dayanılan 506 s.K.’nun 60/F, 2 bendi, başka sosyal güvenlik kuruluşlarında<br />

sigortalı veya iştirakçi olanların 506 s.K.’na göre askerlik borçlanması<br />

yapmasına olanak vermemektedir. Buna rağmen, 10. HD., Bağ-Kur’lunun,<br />

SSK’na yaptığı askerlik borçlanmasını kabul etmekte, bununla da yetinmeyip, bu<br />

borçlanmanın Bağ-Kur’a yapılmış sayılmasını, başka gerekçe vermeden, sosyal<br />

güvenliğin temel ilkelerinden biri olarak görmektedir. Aktarma Yargıtay’ın eski<br />

kararlarında da kabul edilmemektedir (Bkz.: Güzel, Yargıtay Kararları 1999, 372;<br />

1999 kararlarında borçlanmanın 1479 s.K.’nun Ek m. 9’una göre yapıldığı belirtilerek,<br />

borçlanmanın Bağ-Kur’a yapılması gereği belirtilmektedir). Yüksek Lisans<br />

tezinde aynı karara değinen Ertan, Yargıtay’ın SSK’ya yapılan borçlanmayı, Bağ-


Kur’a aktaran kararını eleştirmekte, sigortalı lehine bulmasına rağmen karara<br />

katılmamaktadır. Ertan’ın da açıkça belirttiği gibi bu sonuç 506 s. K.’nun 60/ F- 2<br />

m.’sine açıkça aykırı olduğu gibi, 506, 1479 ve 5434 s.K.’larda ayrı ayrı düzenlenen<br />

farklı borçlanma esaslarına ve farklı miktarlara da ters düşmektedir. Bu nedenle<br />

Bağ-Kur sigortalısının SSKurumu’na yaptığı askerlik borçlanması talebi<br />

geçersiz sayılmalı, SSKurumu’na yatırılan borçlanma bedeli 84. madde uyarınca<br />

(yanlış ve yersiz alınan primlerin geri verilmesi) geri verilmeli, ilgili kendi Kurumuna<br />

tabi olduğu yasal statüye göre askerlik borçlanması talebini yenilemelidir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 11.11.<strong>2004</strong> t., 6037/10557 s.’lı kararına konu olayda<br />

ise, davacı, borçlanma talebinde bulunduğu ve borçlanma bedelini ödediği tarihte<br />

zorunlu Bağ-Kur’ludur. Ancak iki yıllık (şimdi 6 ay) yasal borçlanma bedelini<br />

ödeme süresi içinde zorunlu Bağ-Kur sigortalılığı sona ermiş, zorunlu SSK sigortalılığı<br />

başlamıştır. Burada da 10. HD., sosyal güvenliğin temel ilkeleri ve<br />

MK.’nun 2. m.’ndeki evrensel dürüstlük kuralları gereğince, borçlanmanın<br />

SSKurumu yönünden geçerli sayılıp, yaşlılık aylığı talebinin bu çerçevede değerlendirilmesini<br />

gerekli görmüş, talebi reddeden mahkeme kararını bozmuştur. Kararda,<br />

borçlanma talebinin hangi kuruma yapıldığı açıkça belirtilmemişse de, karardan<br />

borçlanmanın 506 s.K.’nun 60/F maddesi gereğince SSKurumu’na yapıldığı<br />

kanaati uyanmaktadır. Böyleyse karardaki sonuca katılıyoruz. Borçlanma<br />

talebi Bağ-Kur’a yapılmış, sonradan zorunlu 506 s.K. sigortalısı olunmuşsa, ilk<br />

karardaki görüşler doğrultusunda, borçlanmanın kabul edilmemesi gerektiğini<br />

düşünüyoruz. Yani borçlanma talebi, borçlanmanın hüküm doğuracağı anda bağlı<br />

olunan (genellikle yaşlılık aylığı açısından) kuruma göre kabul veya reddedilmelidir.<br />

c)Yurtdışı Hizmet Borçlanması<br />

Sosyal Güvenlik Hukukumuzda özel bir yasa ile düzenlenmiş bulunan<br />

(3201 s.K., RG., 22.5.1985, 1876) yurtdışı hizmet borçlanması, uzun yıllar Yargıtay<br />

<strong>Kararlarının</strong> değerlendirilmesi Seminerlerimizin tartışmalı ana konularından<br />

birini oluşturmuştur (Arıcı, 1997; Sözer, 1997; Güzel, 1999; Tuncay, 2000; Okur,<br />

2001; Güzel, 2002; Sözer, 2003). Özellikle 3. m.’deki kesin dönüş koşulu önce<br />

AY. Mahkemesinin 12.12.2002 t., 36/198 s. kararı ile (RG., 25.4.2003, 25089)<br />

iptal edilmiş, daha sonra da 2958 s.K.’nun 56.m. ile (RG., 6.8.2003, 25191), iptal<br />

kararına uygun olarak yeniden düzenlenmiştir. Yine de <strong>2004</strong> kararlarının bir kısmı<br />

yurtdışı hizmet borçlanması ile ilgilidir.<br />

aa) Borçlanılabilecek Süre<br />

3201 s.K. yurtdışı hizmet borçlanması için 18 yaşın doldurulmuş olmasını,<br />

Türk vatandaşlığını, yurtdışında geçirilen ve belgelendirilen süreyi (bu süreler


arasındaki bir yıllık işsizlik süreleri ve ev kadını olarak geçen süreler de dahil), bu<br />

süreler için Türk Sosyal Güvenlik Kurumlarına (SSK, Bağ-Kur, TCES) prim veya<br />

karşılık ödenmemiş olmasını gerekli görmektedir (m. 1,2) (Koşullar için ayrıca<br />

bkz.: Güzel/Okur, 376 vd.).<br />

Yarg. 21. HD.’nin 13.12.<strong>2004</strong> t., 7670/10965 s. kararı (YKD, Ağustos<br />

2005, 1273-1274) Libya’da geçen çalışmaların 3201 s.K. açısından borçlandırılmasına<br />

ilişkindir. Mahkeme talebi kabul etmiş, 21. HD. ise kararı yasaya aykırı<br />

bulup bozmuştur.<br />

21. HD.’nin tespitine göre, 1986’da Libya ile yapılan Sosyal Güvenlik<br />

Sözleşmesi’ne göre, Libya’da Türk işverenlerin çalıştırdığı Türk işçileri uzun<br />

vadeli sigorta kolları için Sosyal Sigortalar Kurumu’na prim ödemekte ve 506<br />

s.K.’nun kapsamında bulunmaktadırlar. 3201 s.K. ise yurtdışı hizmet borçlanmasını,<br />

Türk sosyal Güvenlik Kurumlarına bağlı olmadan geçirilen süreler için kabul<br />

etmektedir. Türk Sosyal Güvenlik Kurumlarından birine (olayda SSKurumu) tabi<br />

olarak geçirilen hizmet sürelerinin ayrıca borçlanılması mümkün değildir. Bu<br />

özelliği gözetmeyen mahkeme kararının bozulması gerekir.<br />

bb) Göçmen Vatandaşların Borçlanması<br />

3201 s. K. 1.maddesinde 18 yaşını bitirmiş Türk vatandaşlarından söz ettiğinden,<br />

uygulamada başvuru tarihindeki Türk vatandaşlığının yeterli olup olmayacağı,<br />

yurtdışındaki çalışmanın da Türk vatandaşı olarak geçirilmesinin gerekliliği<br />

üzerinde durulmuştur. Yarg. 10. HD., talep tarihinde Türk vatandaşı olmayı<br />

yeterli bulmaktadır (Güzel, Yargıtay Kararları 2002, 292 vd.; Okur, Yargıtay Kararları<br />

1987, 331-332).<br />

Yarg. 10. HD., 17.2.<strong>2004</strong> t., 355/939 s. kararında da bu görüşü sürdürmektedir<br />

(YKD, Ağustos <strong>2004</strong>, 1223-1226).<br />

Yarg. 10. HD., 3201 s. K. m. 2, c’deki sürelerin değerlendirilmesi tanımından<br />

hareketle, istek tarihinde Türk vatandaşı olmayı gerekli ve yeterli bulmakta,<br />

ayrıca çalışmanın geçtiği sırada da vatandaşlığı aramaya gerek duymamaktadır.<br />

Bu tanıma göre “Sürelerin değerlendirilmesi; Türk vatandaşlığını haiz olanların<br />

1.m.’nde belirtilen sürelerinin istekleri halinde değerlendirilmesini” ifade etmektedir.<br />

Kararda ayrıca, “tersine bir yorum, anılan yasanın yaşlılık aylığı sağlamaya<br />

yönelik bir düzenleme getirdiği de göz önünde tutulunca, Anayasanın yaşlılar<br />

devletçe korunur, yaşlılara devletçe sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar<br />

kanunla düzenlenir biçimindeki açık buyruğu ile bağdaştırılamaz” denmekte ise<br />

de bu gerekçe bize göre konu ile doğrudan ilgili değildir (Aynı görüş, Okur, Yargıtay<br />

Kararları 1987, 331). Kararda bu yorumun Anayasanın eşitlik ilkesine de


uygun olacağı (m. 10) haklı ve isabetli olarak ileri sürülmekte, bu konuda Hediye<br />

Laçiner’e gönderme yapılmaktadır (Laçiner, Hediye, Yurtdışı Hizmet Borçlanması<br />

ve Uygulama Sorunları, Đş Hukuku ve Đktisat Dergisi, <strong>Kamu</strong>-Đş, Nisan 2000,<br />

614-615).<br />

Ancak 21. HD.’nin bazı kararları (Özellikle 2005 tarihli kararlar, örnek<br />

olarak bkz.: 14.6.2005 t., 6347/6013 s. kararı.), 403 s. Türk Vatandaşlık Kanunu’nun<br />

10. m.’ne dayanarak, yetkili makam kararı ile vatandaşlık kazanma durumunda,<br />

vatandaşlığın karar tarihinde kazanıldığı kuralına ağırlık verilerek, borçlanma<br />

tarihindeki vatandaşlığı yeterli bulmamakta, borçlanılmak istenen sürenin<br />

de Türk vatandaşı olarak geçirilmesini aramaktadır. Bu durumda dairelerden birinin<br />

görüş değiştirmemesi halinde konunun, Đçtihadı Birleştirme Büyük Genel<br />

Kurulu’na gitmesi beklenebilir.<br />

cc) Kesin Dönüş Koşulunun Đptali<br />

3201 s.K.’nun 3. ve 6. maddelerinde yer alan kesin dönüş koşulu yıllarca<br />

yargı kararlarını ve doktrini meşgul ettikten sonra (Güzel/Okur, 379; Tuncay/<br />

Ekmekçi, 646 vd.) önce Anayasa Mahkemesinin 12.12.2002 t., 36/198 tarihli kararıyla<br />

(RG., 25.4.2003, 25089) iptal edilmiş, daha sonra da 3. m. 4958 s. K.’la<br />

(RG., 6.8.2003, 25191) iptal kararına uygun biçimde yeniden düzenlenmiştir.<br />

Yeni düzenlemeden sonra uyuşmazlıkların konusu değişmiş, kesin dönüşün varlığı<br />

değil, iptal kararının yürürlüğü ve kesin hüküm (kaziye-i muhkeme) tartışılmaya<br />

başlanmıştır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 12.2.<strong>2004</strong> t., 9695/805 s.’lı kararında (YKD, Ekim<br />

<strong>2004</strong>, 1545-1546) Anayasa Mahkemesinin 3. maddeyi iptal eden kararı ve bunun<br />

ışığında verilen YHGK’ nun 5.2.2003 t., 21-790/61 sayılı kararı ile, borçlanmanın<br />

geçerliliği için yurda kesin dönüşün zorunlu olmadığı, bu koşul olmadan yapılan<br />

borçlanmanın geçerli olduğu, ancak yurda kesin dönüş yapılıncaya kadar borçlanmanın<br />

hukuken askıya alınarak, 3201 s.K.’nun 6. m.’ne göre, kesin dönüş yapılmadıkça<br />

yaşlılık aylığı bağlanamayacağı, şayet bağlanmış ve ödenmişse geri<br />

alınabileceği, ileri sürülmüştür.<br />

10. HD. ayrıca, Anayasa Mahkemesinin iptal kararının, elde bulunan ve<br />

kesinleşmemiş tüm davalara uygulanacağına, YHGK’nun 21.1.<strong>2004</strong> t., 10-44/19<br />

s. kararında da değinilen, Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının usuli kazanılmış<br />

hakkın istisnası niteliğine dikkat çekerek işaret etmiştir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 25.10.<strong>2004</strong> t., 5727/9769 s. kararında da Anayasa<br />

Mahkemesi iptal kararlarının usuli kazanılmış hakkın ve aleyhe bozma yasağının


istisnasını oluşturduğunu ancak bu kuralın görülmekte olan davalarla ilgili olup<br />

kesinleşmiş mahkeme kararlarının, iptal kararından etkilenmeyeceği vurgulanmıştır.<br />

21. HD.’nin, 25.3.<strong>2004</strong> t., 10120/2868 s. kararına konu olayda yurtdışı<br />

hizmet borçlanması ile ilgili hem 2147 s. K.’nun, hem de 3201 s.K.’nun uygulanması<br />

söz konusudur. Kararda, 2147 s. K.’nun uygulanacağı dönemde kesin<br />

dönüş aranmayacağı, 3201 s.K. döneminde ise kesin dönüşün dikkate alınacağı,<br />

yaşlılık aylığı konusunda bu değerlendirmelerden sonra karar verilmesi gerektiği<br />

belirtilmiştir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 13.12.<strong>2004</strong> t., 10260/11747 s. kararına konu olayda<br />

(Legal, Ocak 2005, 186-187) sigortalı yurda kesin dönüş yaptığını beyan ederek<br />

borçlanmış ve borçlanma bedelinin ödenmesiyle de yaşlılık aylığı almaya hak<br />

kazanmış ve aylık bağlanmıştır. Sigortalının ölümü ile de yaşlılık aylığı yerine<br />

hak sahiplerine ölüm aylığı bağlanmış ve ödenmeye başlamıştır. Daha sonra sigortalının<br />

kesin dönüş yapmamış olduğu, yurtdışındaki çalışmalarını sürdürdüğü,<br />

hatta zaman zaman işsizlik yardımı aldığı anlaşılmıştır. Bunun üzerine Kurum<br />

aylığı kesmiş, ödenen aylıkların geri alınması için de dava açmıştır. Hak sahipleri<br />

de borçlanmanın geçerli olduğunun tespiti ve kesilen aylığın devamı için mukabil<br />

dava açmış, bu davalar birleştirilmiştir. Mahkeme Kurumun açtığı davayı kabul<br />

etmiş, sigortalının açtığı davayı reddetmiştir.<br />

10. HD., Anayasa Mahkemesinin kesin dönüşe ilişkin 3201 s.K.’nun 3.<br />

maddesini dikkate alarak, borçlanmanın geçerli olduğuna, ancak kesin dönüş yapılana<br />

kadar hükümlerinin askıda olduğuna, kesin dönüşle birlikte yaşlılık aylığının<br />

da başlayacağına, şayet kesin dönüşten önce aylık bağlanmışsa bunun geri<br />

alınabileceğine, kesin dönüşle birlikte yeniden bağlanacağına karar vermiştir.<br />

Eğer sigortalı ölmüşse, borçlanma geçerli olduğuna göre hak sahiplerine ölüm<br />

aylığı da bağlanabilecektir. Sigortalının çalıştığı veya işsizlik yardımı aldığı döneme<br />

isabet eden yaşlılık aylıkları ise Kurumca geri alınabilecektir. Ancak sigortalı<br />

sağlığında bu aylıkları tüketmişse artık terekeye dahil olmayan bu borcun<br />

mirasçılardan istenmesi de mümkün değildir.<br />

YHGK, 31.3.<strong>2004</strong> t., 21-156/194 s.’lı kararı (ĐBD, <strong>2004</strong>/4, 1652-1662;<br />

YKD, Mayıs <strong>2004</strong>, 667-678), <strong>2004</strong>’ün en ilginç kararlarından biridir. Davacının<br />

yurtdışı hizmet borçlanması talebinin kabulü ile yaşlılık aylığı bağlanması talebi,<br />

Đş Mahkemesince kesin hükmün varlığı nedeniyle reddedilmiş, 21. HD., farklı bir<br />

yorumla davanın kabulüne karar vermiş, mahkemenin ısrarı üzerine YHGK ise<br />

oldukça ayrıntılı bir kararla 21 HD.’nden farklı bir görüş sergilemiş ve Đş Mahkemesinin<br />

kararının onanması gerektiği sonucuna ulaşmıştır.


21. HD.’nin tespitine göre (30.3.2003 t., 8706/6247), davacı uzun yıllar<br />

Almanya’da çalıştıktan sonra, kesin dönüş yaptığını beyanla, 3201 sayılı Yasaya<br />

göre borçlanma yapmış ve kendisine yaşlılık aylığı bağlanmıştır. Daha sonra Almanya’da<br />

işsizlik sigortası yardımı aldığı bu nedenle kesin dönüş yapmamış olduğu<br />

ileri sürülerek borçlanma iptal edilmiş, yaşlılık aylığı kesilmiş, ödenen aylıklar<br />

geri istenmiştir. Bunun üzerine sigortalı SSK’ya karşı, borçlanmayı geçersiz<br />

sayan ve yaşlılık aylığını iptal eden kararın ve işlemin iptali için Đş Mahkemesinde<br />

dava açmıştır. Mahkeme dava sonucunda delilleri yetersiz bularak sigortalının<br />

açtığı davayı reddetmiş, karar 10. HD. tarafından onanarak kesinleşmiştir.<br />

Daha sonra davacı, Yargıtay’daki karar değişikliğini dikkate alarak (aylık<br />

bağlama dışındaki tüm borçlanma işlemlerinin kesin dönüş koşulu aranmaksızın<br />

yapılacağı yolundaki kararlar), yeniden SSKurumu’na başvurmuş, Kurum 3201<br />

sayılı K. uygulanmadan da, sigortalıya Türkiye’deki hizmetleri karşılığı kısmi<br />

aylık bağlanabileceğine karar vererek sigortalıya bildirmiştir. Bunun üzerine davacı<br />

2. kez 3201 s.K. uygulanarak yaşlılık aylığına hak kazandığının tespiti için<br />

dava açmıştır. Mahkeme kesin hükmün varlığına dayanarak davayı reddetmiştir.<br />

21. HD., ise HUMK’nun 237 m. ışığında, kesin hükümden söz edilemeyeceği<br />

sonucuna ulaşmıştır. Taraflar, konu ve istem ilk dava ile aynı ise de, davacı<br />

yeni bir niza (uyuşmazlık) başlatmıştır. Her niza diğerinden bağımsızdır.<br />

HUMK m. 237 açısından taraflar, müddeabih ve hukuki sebep aynı ise kesin hükümden<br />

söz edilebilecektir. Oysa burada hukuki sebep farklıdır. Đlk davadaki<br />

3201 s.K. m. 3 ile, 2. davadaki m.3 farklıdır. Artık 3. m.’nin yeni şeklinde borçlanma<br />

için kesin dönüş aranmamaktadır. 22.3.1946 t., 26/9 s. YĐBK’na göre kural<br />

olarak her uyuşmazlık olay tarihinde yürürlükte olan yasa kurallarına göre çözülür.<br />

Ancak kamu düzeniyle ilgili yasalar ve metninde geriye yürüyeceği bildirilen<br />

yasaların geçmişe etkisi söz konusu olabilir. Anayasa Mahkemesinin 3201<br />

s.K.’nun 3. m.’sini iptal etmesiyle da kesin dönüş yokluğu nedeniyle borçlanmaları<br />

iptal edilen sigortalılar için yeni bir hak doğmuştur. Temyiz aşamasında gelen<br />

bu değişiklik eldeki kesinleşmemiş davaya uygulanmalıdır. Kesin hüküm nedeniyle<br />

davanın reddi yerinde değildir. 3201 s.K.’nun son şekli dikkate alınarak<br />

hüküm kurulması gerekirken buna uyulmamış olması bozma nedenidir.<br />

Mahkemenin kendi kararında direnmesi üzerine dosya YHGK’na gelmiştir.<br />

YHGK’na göre uyuşmazlık, “Kurum işleminin iptali ile borçlanmanın geçerli<br />

olduğunun tespitine ilişkin olup reddedilen ilk davanın, açılan 2. dava açısından<br />

kesin hüküm teşkil edip etmediği ve 3201 s. K.’nun 3. m.’deki kesin dönüş koşulunu<br />

iptal eden AY. Mahkemesi kararının, kesin hükme karşın eldeki davaya etkisinin<br />

olup olmayacağı noktalarında toplanmaktadır. Bu amaçla YHGK önce yar-


gılama hukuku açısından “dava şartı” ve “kesin hüküm” kurumları üzerinde durmuştur.<br />

Dava şartları dava açılabilmesinin değil, mahkemenin davanın esasına<br />

girebilmesi için aranan kamu düzeni ile ilgili zorunlu koşullardır. Dava şartları<br />

davanın açılmasından hükmün verilmesine kadar var olmalıdır. Mahkeme bu şartları<br />

kendiliğinden inceler. Dava açılırken ya da açıldıktan sonra yargı aşamasında,<br />

bu şartlardan biri ortadan kalkarsa, mahkeme davayı mesmu (dinlenebilir) olmadığından,<br />

reddetmelidir.<br />

Dava konusu uyuşmazlığın daha önce kesin bir hükümle çözülmemiş olması<br />

da menfi (olumsuz) dava şartıdır. 1. ve 2. davanın taraflarının, konularının<br />

(müddeabih) ve dava sebeplerinin (vakıaların) aynı olması maddi anlamda kesin<br />

hükmün kabulü için yeterlidir (HUMK m. 237). Kesin hüküm, hem birey, hem de<br />

devlet için hukuki güvenlik ve yargı erkine güven sağlar. Bu nedenle kamu yararı<br />

ile doğrudan ilgilidir. Kesin hüküm, yargıç tarafından, kendiliğinden, yargılamanın<br />

her aşamasında dikkate alınacağından, bozmadan sonra ileri sürülebilir veya<br />

resen dikkate alınabilir.<br />

Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının geriye yürüme (ex tunc) etkisine<br />

gelince; Kural olarak AY. Mahkemesi iptal kararları, RG.’de yayınlandıkları tarihten<br />

itibaren ve geleceğe dönük olarak hüküm ve sonuç doğurur (AY. m. 153).<br />

Anayasal yargıda, idari yargıdaki iptal kararlarının geriye yürüme etkisi ilke olarak<br />

kabul edilmemiş ve iptal edilen kuralın, baştan beri geçersiz kaldığı esası benimsenmemiştir.<br />

Bunun nedeni devlete olan güveni sarsmamaktır. Hukuksal ve<br />

maddi alanda etkisini göstermiş, hukuk kuralları uyarınca tamamlanmış ve sonuçlarını<br />

doğurmuş kazanılmış haklara, Anayasa Mahkemesi iptal kararının bir etkisinin<br />

olmaması gerekir.<br />

Anayasa Mahkemesinin iptal kararına uygun olarak 4958 s.K.’la yeniden<br />

düzenlenen ve borçlanma için kesin dönüş koşulunu kaldıran yeni düzenlemede,<br />

ayrıca bu konuda bir ihya hükmüne yer verilmemiş olduğu için, kesin hüküm<br />

engelini aşamayacaktır.<br />

Aynı davacı tarafından, aynı davalıya karşı (SSKurumu), aynı maddi o-<br />

laylara dayanılarak aynı isteklerle açılan yeni dava açısından, ilk davanın kesin<br />

hüküm oluşturduğu konusunda kuşku bulunmamaktadır. Đkinci davanın dinlenmesine<br />

olanak bulunmadığı gibi, ikinci davanın temyiz aşamasında verilen AY.<br />

Mahkemesi kararının da bu davaya aynı nedenlerle uygulanması düşünülemez,<br />

eldeki davanın görülebilirlik şartları yoktur.<br />

AY. Mahkemesi iptal kararları kural olarak, RG.’de yayımlandıktan sonra<br />

geleceğe dönük olarak hüküm doğurur. Bu nedenle Daire görüşünün aksine, AY.<br />

Mahkemesinin iptal kararından önce verilen kesin hükmün, Anayasa Mahkemesi


kararından etkilenmeyeceği açıktır. Yani AY. Mahkemesinin iptal kararı, iptal<br />

edilen yasa kuralına dayanılarak verilip, kesinleşmiş olan yargı kararlarını etkileyemez.<br />

Bu nedenlerle, Mahkemenin davayı kesin hüküm nedeniyle reddi ve kararında<br />

direnmesi usul ve yasaya uygun olup, onanmalıdır.<br />

Bizce de YHGK, özellikle usul hukuku açısından ve hukuki istikrar açısından<br />

daha isabetlidir. 21. HD. Konuya sigortalının mağdur olmaması açısından<br />

yaklaşıyor ve farklı yorumlarla kesin hükmü aşmaya çalışıyorsa da, sigortalının<br />

yararı tek başına bazı temel hukuk kurallarının farklı yorumlanmasına yeterli ve<br />

haklı bir gerekçe oluşturmaz (Ertan da bu sonuca katılmaktadır, 121-122; Karş.,<br />

Sözer, Yargıtay Kararları 2003, 23-24).<br />

Yarg. 21. HD. daha sonraki kararlarında YHGK’nun görüşüne katılmıştır<br />

(Bu konuda ve AY. Mah.’nin iptal kararı konusunda bkz.: Akın, 4958 sayılı Yasa<br />

ve Anayasa Mahkemesi <strong>Kararlarının</strong> Yurtdışı Hizmet Borçlanmasına Etkileri,<br />

Tuncay Armağanı, 2005, 953-998).<br />

21. HD.’nin 15. 6.<strong>2004</strong> t., 3434/5920 sayılı kararında borçlanmayı geçerli<br />

sayan ikinci mahkeme kararını “…uyuşmazlık konusunda daha önce verilmiş<br />

ve kesinleşmiş bir mahkeme kararı vardır. Dava konusu uyuşmazlığın daha önce<br />

bir kesin hükümle çözülmüş olması olumsuz dava koşuludur. Maddi anlamda<br />

kesin hükümden söz edebilmek için HUMK’nun 237. m.’si uyarınca 1. ve 2. davanın<br />

konusunun, dava sebebinin (vakıalar) ve taraflarının aynı olması gerekir.<br />

Ankara 5. Đş Mahkemesinin ve Ankara 1. Đş Mahkemesinin yukarıda özetlenen<br />

dosyaları kapsamında, aynı davacı tarafından aynı davalı SSKurumu aleyhine,<br />

aynı maddi vakıalara dayanarak ve aynı isteklerle daha önce açılan davanın<br />

reddine ilişkin kararlar kesinleşmiştir. Eldeki davanın tarafları, konusu ve maddi<br />

vakıaları önceki davalar ile aynı olup, kesin hükmün oluştuğu ortadadır.<br />

Dava sebebinden maksadın, davacının dayandığı maddi vakıalar olduğu<br />

yolunda bilimsel görüşler ve yargısal kararlar söz birliği içindedir. Yeni bir niza<br />

söz konusu olmayıp, redle sonuçlanan 3201 sayılı Yasanın 3. maddesine dayalı ilk<br />

dava ile bu davanın vakıaları, diğer bir deyişle sebepleri aynıdır. Davacı her üç<br />

davada da yurtdışı borçlanmasının geçerli olmasını istemektedir. Birinci davada<br />

yurtdışı borçlanmasının geçerli olmadığı saptanmıştır. Borçlanmanın geçerli olmadığı<br />

yolundaki bu hüküm davacı yönünden bağlayıcıdır. Artık borçlanmanın<br />

geçerli olduğu yönünde yeni bir dava açamaz. Đşbu davanın dinlenebilmesi için,<br />

bu vakıaların önceki davalardaki vakıalardan farklı olması gerekir. Son açılan<br />

davanın dayandığı vakıalar aynı, sadece dayandığı delil farklı ise (davacı anayasa


mahkemesinin iptal kararına dayanmaktadır), dava sebebi aynı olduğundan, bu<br />

davanın dinlenebilme olanağı yoktur… Anayasa Mahkemesince verilen 3201<br />

sayılı Yasanın 3. maddesindeki kesin dönüş koşulunun iptalini öngören kararın bu<br />

davaya etkisi yoktur. Çünkü Anayasa Mahkemesi kararları geriye yürümez…<br />

Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın davanın kesin<br />

hüküm nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken kabulü yönünde hüküm kurulması<br />

usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir…” gerekçeleriyle bozmuştur.<br />

21. HD.’nin bu kararı YHGK’nun 23.2.2005 t., 21-66/93 sayılı kararı ile<br />

onanmıştır. Onama kararı oldukça detaylı ve ilginçtir (4 sayfa). Ayrıca karara ekli<br />

3 sayfalık detaylı bir de karşı oy vardır (Asuman Celkan). Ancak bu ilginç kararı<br />

ve karar kadar ilginç karşı oy yazısını 2005 tarihli oldukları için değerlendiremiyoruz.<br />

Belki önümüzdeki yıl bu çalışmalar önümüze gelebilir.<br />

dd) Borçlanmanın Đptali<br />

Borçlanmanın iptali, sigortalı açısından ve Kurum açısından farklı sonuçlar<br />

doğuracaktır. Sigortalı açısından en önemli sonuç, borçlanma bedelinin iadesinde<br />

kendisini göstermektedir. Kurum açısından ise sorun, borçlanmaya bağlı<br />

olarak yaşlılık aylığı ödenmişse ortaya çıkmaktadır (Güzel/Okur, 382 vd.; Tuncay/Ekmekçi,464).<br />

Yargıtay kararları da yıllarca bu iki noktada yoğunlaşmıştır<br />

(Güzel,1999, 314;Tuncay, 2000, 238; Okur, 2001, 241 vd.; Güzel, 2002, 293 vd.).<br />

Yarg. 21. HD.’nin 3.6.<strong>2004</strong> t., 1992/5379 sayılı kararı bu konuda Yargıtay’ın<br />

yerleşmiş görüşünü tekrarlamakta ve iadenin fiili ödeme günündeki TL.<br />

karşılığı üzerinden hesaplanması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu karar<br />

YHGK’nun 16.2.2005 t., 21-33/68 sayılı kararı ile de onanmıştır. Geri ödemede<br />

esas alınacak döviz kurunun borçlanılan TL.’nin Kurum veznesine girdiği tarih<br />

olması görüşü doktrinde de genellikle benimsenmiştir (Güzel, Yargıtay Kararları<br />

1999, 314; Tuncay, Yargıtay Kararları 2000, 239; Güzel, Yargıtay Kararları 2002,<br />

294; Laçiner, Yurtdışı Hizmet Borçlanması ve Uygulama Sorunları Đş Hukuku ve<br />

Đktisat Dergisi, <strong>Kamu</strong>-Đş, Nisan 2000, 615 vd.).<br />

Yargıtay’ın ve onun görüşünü destekleyenlerin en önemli kanıtı, borçlanma<br />

bedelinin kurum veznesine döviz olarak değil, TL. olarak girdiğidir. Dövizin<br />

TL.’ye çevrilmesine ilişkin işlem Kurum ile ilgili olmayıp T.C. Merkez Bankası<br />

veya yetkili bankalar ile yapılmaktadır. Kurum kasasına da bu meblağ döviz<br />

olarak değil T.L. olarak intikal etmektedir (Güzel, Yargıtay Kararları 1999, 314;<br />

Laçiner, 638). Burada gözden kaçan nokta, Kurum kasasına T L. Olarak giren<br />

bedelin sigortalıdan döviz olarak çıktığıdır. 3201 s.K.’nun 4. m.’si “döviz ile de-


ğerlendirme” den söz etmektedir. Yani bu para sigortalıdan döviz olarak çıkacak,<br />

ancak Kurum kasasına bozdurulan döviz karşılığı TL. girecektir. Bu konuyu düzenleyen<br />

IV. fıkra:<br />

“Đstek sahipleri, tahakkuk ettirilen döviz borçlarını T.C. Merkez Bankasına<br />

veya yetkili bankalara satmak, karşılığı Türk parasının borçlanma işlemini<br />

yürüten sosyal güvenlik kuruluşuna intikali hususunda bankaya talimat vermek,<br />

döviz alım bordrosunun bir nüshasını sosyal güvenlik kuruluşuna ibraz etmek<br />

suretiyle mükellefiyetini yerine getirmiş olurlar” şeklindedir.<br />

Döviz bozdurma zorunluluğu olmasaydı, bu görüş ve kararlar uygun bulunabilirdi.<br />

Ancak belli döviz karşılığı TL. ödenmemekte, belli miktarda döviz<br />

bozdurularak, bu miktar ödenmektedir. Burada döviz bir hesap kıstası değil, gerçek<br />

olarak devreye girmektedir. Sonuç olarak burada, hesabın TL.’nin Kurum<br />

veznesine girdiği tarihe göre değil, iade anındaki kur üzerinden yapılması gerektiğini<br />

düşünüyoruz (Okur, Yargıtay Kararları 2001, 243-244).<br />

Yarg. 10. HD.’nin 25.5.<strong>2004</strong> t., 3102/4681 s. kararı (TÜBA, ĐĐÇB,<br />

Ağustos 2005, 1552, 4) bu konuda yukarıda savunduğumuz görüşü teyit edici<br />

niteliktedir. Karara göre, yurtdışı hizmet borçlanması nedeniyle tahakkuk ettirilen<br />

döviz borcu istek sahiplerinden yabancı para olarak alındığından, iadelerde de,<br />

iade anındaki yabancı para karşılığı üzerinden yapılmalıdır.<br />

10. HD. ile 21. HD. ve YHGK. arasındaki bu farklılığın içtihadın birleştirilmesi<br />

konusunu gündeme getireceğini sanmıyoruz. Bunun nedeni 3201 s.K.’nun<br />

3. m.’ndeki kesin dönüş koşulunun kalkmış oluşudur. Dolayısıyla borçlanma bedelinin<br />

bu nedenle iptali söz konusu olmayacaktır. Đptal söz konusu olmayınca<br />

döviz karşılığı borçlanma bedelinin iadesine ilişkin uyuşmazlık da doğmayacaktır.<br />

Ancak 3201 s.K.’nun 6. maddesinde aylık tahsisi için “kesin dönüş” ve “döviz<br />

borcunun tamamının ödenmiş olması” aranmaktadır. Sigortalı kesin dönüş yapmadan,<br />

borçlanma sonucu aylık bağlatmışsa bu aylığın kesin dönüşe kadar durdurulması<br />

ve ödenmiş olan aylıkların geri alınması söz konusu olacaktır. Ödenmiş<br />

olan borçlanma bedeli bundan etkilenmeyeceğinden, iadesi de gündeme gelmeyecek,<br />

dolayısı ile iadenin hangi tarihteki döviz kuruna göre hesaplanacağı sorunu<br />

da gündemden çıkmış olacaktır.<br />

4. Primler<br />

<strong>2004</strong> kararlarının önemli bir bölümü de primlere ilişkindir. Primler ağırlıklı<br />

olarak 506 s.K.’nun 79. maddesinde düzenlenmiştir. Maddede sigortalılığın<br />

resen tespiti yanında (Güzel/Okur, 197 vd.), prim belgelerinin Kurumca resen<br />

düzenlenmesi ve primlerin resen hesaplanması konuları da yer almıştır. Prim bel-


gelerinin resen düzenlenmesi, sigortalı için Đşe Giriş Bildirgesi veya Aylık Prim<br />

ve Hizmet Belgesinin verilmemesi halinde söz konusudur (Güzel/Okur, 186 vd.).<br />

Bunun dışında, ay içinde bazı günler çalışılmaması nedeniyle belge verilmemesi<br />

durumunda veya işverenin Kuruma emsaline, işin nitelik ve kapsamına uygun<br />

sigortalı sayısının altında bildirimde bulunması halinde Kurumun primleri resen<br />

hesaplaması ve asgari işçilik miktarını resen saptaması söz konusu olacaktır (Güzel/Okur,<br />

189 vd.; Tuncay/Ekmekçi, 194 vd.). Ayrıca bu konularda idari para cezaları<br />

da öngörülmüştür.<br />

a) Primlerin Kurumca Hesaplanması<br />

Yarg. 10. HD’nin 2.12.<strong>2004</strong> t., 6987/11235 s. kararı, 30 günden az çalışılan,<br />

ama belgesi verilmeyen durumla ilgilidir.<br />

Đşveren 30 günden az çalıştırdığı ve ücret ödemediği sigortalı için, gerekli<br />

belgeleri Kuruma vermemiş, bunun üzerine Kurum m. 79/II, III gereğince resen<br />

tahakkuk yoluna gitmiş, işverenin ek prim alacağının ve gecikme zammının iptali<br />

talebi mahkemece kabul edilmiştir.<br />

10. HD., 79. maddeye aykırı bularak mahkeme kararını bozmuştur.<br />

10. HD. Kararında, önce 79. ve 80. maddeyi vurgulamıştır. Buna göre:<br />

“… 30 günden az çalışan ve ücreti ödenmeyen sigortalıların, hangi nedenle daha<br />

az çalıştıklarının ve tam ay üzerinden ücret ödenmediğinin, belgeleriyle birlikte<br />

işveren tarafından Kuruma bildirilmesi gerekmektedir… söz konusu bilgi ve belgeler…<br />

verilmemişse veya verilmesine karşın Kurumca geçerli kabul edilmemişse,<br />

30 günden az bildirilen sürelere ait primlerin Kurumca re’sen tahakkuk ettirilecek<br />

ve 80. maddeye göre 6183 s.K. uyarınca tahsil olunacaktır”. 10. HD. Kararında<br />

ayrıca: işverenin eksik çalışmayı yasanın öngördüğü sürede geçerli ve inandırıcı<br />

kanıtlarla belgeleyemediği takdirde bu durumun, sigortalının eksik bildirilen<br />

ayın tamamında (yani 30 gün) çalıştığına karine oluşturacağını, karinenin aksinin<br />

sonradan düzenlenmesi mümkün olmayan, geçerli ve inandırıcı belgelerle kanıtlanması<br />

gerektiğini, oysa dosyadaki belgelerin bu nitelikte olmayıp, puantaj cetvelleri,<br />

bilgi formları, sigortalıların imzalı beyanlarından oluşan dilekçelerden<br />

ibaret olduğunu, dolayısıyla bunların karinenin aksini gösterecek nitelik ve özellikten<br />

uzak kanıtlar olduğunu, bu nedenle Kurumun resen ek prim tahakkukunun<br />

yerinde olduğunu, mahkemenin işverenin Kurumun ek prim tahakkukunun iptalini<br />

isteyen talebini kabul eden kararının bozulması gerektiğini vurgulamıştır.<br />

Yarg. 21. HD.’nin 21.9.<strong>2004</strong> t., 6376/7375 s. kararı da asgari işçilik oranının<br />

saptanması ile ilgilidir. Davacı Kurumun uyguladığı % 9 işçilik oranının<br />

yapılan işe uygun olmadığını, oranın % 4 olarak saptanıp, fazladan tahakkuk etti-


ilen prim borcunun iptalini istemiş, mahkeme talebi kısmen kabul etmiştir. 10.<br />

HD.’ne göre, Kurum ve itiraz halinde mahkemeler bildirilmesi zorunlu işçilik<br />

oranını belirlerken, işin genel niteliğini, işte kullanılan teknik yöntemleri, işin<br />

büyüklüğünü, tamamlanma süresini, işyeri koşullarını, istihkak tutarlarını, kısaca<br />

işle ilgili tüm verileri gözetmek, gerekirse emsalleriyle kıyaslamak, mahallinde<br />

bizzat işi denetlemek, işle ilgili tüm verileri dikkate almak zorundadır. Bu belirleme<br />

sonunda gerçekten noksan işçilik bildirildiği saptanırsa talep reddedilmeli,<br />

yüksek saptandığı ortaya çıkarsa talep kabul edilmelidir.<br />

Mahkeme bu çerçevede bir inceleme yapmadan, aralarında yol inşaatlarında<br />

uzman inşaat mühendisinin yer almadığı bilirkişi heyetinin (olayda yol ve<br />

sanat yapı işi söz konusudur) mahallinde inceleme yapmadan, proje üzerinde inceleme<br />

yaparak düzenlenen bilirkişi raporuna göre hüküm kurduğundan 10. HD.<br />

kararı, usul ve yasaya aykırı bularak bozmuştur (Bkz.:Güzel,Yargıtay Kararları<br />

2002, 305 vd.; bu konuda ayrıntı için bkz. Asgari Đşçilik Uygulaması, Özkan,<br />

Erkan/Tezel, Ali, Đstanbul <strong>2004</strong>).<br />

b) Şirket Ortaklarının Primlerden Sorumluluğu<br />

Yarg. 10. HD.’nin 16.3.<strong>2004</strong> t., 567/2030 s. kararında (TÜBA, ĐĐÇB,<br />

1534, Mart 2005, 9) limited şirket ortağının prim borcu ele alınmaktadır.<br />

Dava konusu olayda davacı hem Kuruma borcu olan Limited Şirketin,<br />

hem de başka bir Anonim Şirketin ortağı ve yönetim kurulu üyesidir. Kurum<br />

limited şirket hakkında prim borcundan dolayı 6183 s. Yasa gereğince icra takibi<br />

yapmış, alacaklarını tahsil edemeyince şirket ortaklarının mallarını haciz yoluna<br />

gitmiş, bu arada davacının, diğer şirketteki ortaklığını ve yönetim kurulu başkanlığını<br />

ileri sürerek bu şirketin makinelerine haciz koydurmuştur. Davacı takibin<br />

durdurulmasını, diğer şirketin kuruma borcunun olmadığının tespitini, haczin<br />

kaldırılmasını, kendisinin sadece taahhüt ettiği sermaye ile sınırlı olarak sorumlu<br />

tutulmasını, ayrıca şirketteki hisselerini de zaten başkasına devretmiş olduğunu<br />

ileri sürmüştür.<br />

10. HD., ikinci şirketin (AŞ.) Kuruma prim borcu olmadığını tespitle işe<br />

başlamış, başka bir şirketin borcu dolayısıyla (Ltd. Ş.) mallarının haczedilemeyeceğini<br />

belirtmiş, ancak davacının şirketteki hissesine (TTK.’nun A.Ş. ile ilgili<br />

hükümlerine göre) kanuni yedek akçeler ayrıldıktan sonra safi karına veya kazanç<br />

payına haciz konabileceğini belirtmiş, AŞ.’in malları üzerindeki haczin kaldırılması<br />

gerektiğini belirtmiştir. 10. HD. ayrıca davacının hisselerini daha önce devretmiş<br />

olduğunu, bu devri ispat edebilirse prim borçlarından sorumlu tutulamayacağını<br />

da vurgulamış, bu konuları araştırmadan davayı reddeden mahkeme kararı-


nı bozmuştur.<br />

Gerçekten limited şirkette ortaklar şirketin borçlarından sorumlu değildir.<br />

Sorumlu olan, tüzel kişiliğe sahip limited şirkettir (Poroy/Tekinalp/Çamoğlu,<br />

Ortaklıklar ve Kooperatifler Hukuku, 832 vd.; Güzel, Yargıtay Kararları 1999,<br />

329 vd.). Ancak 6183 s.K.’nun 35. maddesine göre, limited şirketin ödenmeyen<br />

ve tahsil imkanı da bulunamayan amme borçlarından dolayı ortaklar, koydukları<br />

ya da koymayı taahhüt ettikleri sermaye miktarında sorumlu olacaklardır.<br />

Olayda ise davacı hisselerini daha önce başkasına devretmiş olduğundan<br />

devirden sonraki prim borçlarından sorumlu da tutulamayacaktır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 19.10.<strong>2004</strong> t., 9386/9532 s. kararı da limited şirket ortağının<br />

primlerden sorumluluğuna ilişkindir (ĐBD, 2005/2, 602-604).<br />

Davacı, ortağı olduğu Limited şirketin prim borcundan dolayı Kurumun<br />

6183 s.K.’nun 35. m.’ne dayanarak yaptığı icra takibine, bu isimde bir şirketin<br />

bulunmadığı, kendisinin de bu şirketin ortağı veya üst düzey yöneticisi olmadığı,<br />

tebligatın yasaya aykırı olduğu gerekçeleriyle itiraz etmiş, ödeme emrinin iptalini<br />

ve borçlu olmadığının tespitini istemiş, mahkeme ödeme emrinin iptaline, diğer<br />

taleplerin reddine karar vermiştir.<br />

10. HD., önce davacının 506 S.K.’nun 80. m. dolayısıyla borçtan dolayı<br />

işverenle birlikte müştereken ve müteselsilen sorumlu olmadığını saptamıştır.<br />

Limited Şirket ortağı olarak sorumluluk açısından ise, davacının borcun doğduğu<br />

tarihte ve halen ortak olduğundan hareketle, 6183 s. K.’nun 35. m. dolayısıyla,<br />

şirketten tahsil edilemeyen amme alacaklarından ortağın, hissesi oranında doğrudan<br />

sorumlu olduğunu belirtmiştir. <strong>Kamu</strong> alacağının ortak veya yöneticiden hangi<br />

koşullarda istenebileceği 6183 s.K.’nun 35. m.’nde düzenlenmiştir. Mahkemenin<br />

yapacağı, davacı yönünden bu koşulların araştırılması, sorumlu olacaksa hangi<br />

oranda sorumlu olacağının saptanmasıdır. Bu inceleme ve araştırmaların yapılmamasını<br />

10. HD. usul ve yasaya aykırı bularak mahkemenin kararını bozmuştur<br />

(aynı yönde, Yarg. 10. HD., 19.10.<strong>2004</strong> t., 9389/9535, ĐBD, 2005/2, 602-604).<br />

Yarg. 21. HD.’nin 24.6.<strong>2004</strong> t., 3042/5238 s.’lı kararı ise (ĐBD, 2005/1,<br />

304-305), Anonim Şirket yönetim kurulu üyesinin prim borçlarından sorumluluğuna<br />

ilişkindir. Davacı prim borcundan sorumlu olmadığının tespiti ile ödeme<br />

emrinin iptalini istemiş, mahkeme talebi olduğu gibi kabul etmiştir.<br />

21. HD. 506 s.K.’nun 80/11. maddesine dayanan davada, önemli olan<br />

noktanın davacının şirketi temsil yetkisinin bulunduğu dönem olduğundan hareketle,<br />

yetkili olduğu dönemdeki borçlardan sorumlu, yetkisinin kaldırılmasından


sonraki dönemden ise sorumlu olmayacağı esasını vurgulamış, mahkemenin bu<br />

özelliğe dikkat etmeyip, davayı tümden kabul ederek, borcu tümüyle reddeden<br />

kararını bozmuştur.<br />

c) Üst Düzey Yöneticilerinin Prim Borçlarından Sorumluluğu<br />

506 s. K. işverenleri, özellikle de tüzel kişileri (kamu kurumları, şirketler)<br />

prim açısından zorlamak için bunların primden sorumlu memurları ile üst düzey<br />

yöneticilerini ödenmeyen primlerden müteselsil sorumlu tutmuştur (Okur, Yargıtay<br />

Kararları 2001, 255 vd.). Bu düzenleme nedeniyle, “üst düzey yönetici” kavramı<br />

kapsam ve anlam yönünden yargı kararlarını meşgul etmektedir. Başlangıçta<br />

Yargıtay bu kavramı geniş tutmuş, ancak zamanla bu kapsamı daraltmıştır (Güzel,<br />

Yargıtay Kararları 2002, 310 vd.; Sözer, Yargıtay Kararları 2003, 223 vd.; Ayrıca<br />

bkz.:Güzel/Okur, 212 vd.; Tuncay/Ekmekçi, 191 vd.). Sorumluluk için, kamu kurum<br />

ve kuruluşlarında tahakkuk ve tediye ile görevli mesul muhasip veya sayman<br />

olmak; tüzel kişiliğe sahip diğer işverenler açısından ise üst düzey yönetici veya<br />

yetkili olmak gerekmektedir. Ayrıca primleri belli süre içinde haklı neden olmaksızın<br />

ödememiş olma aranmaktadır. Đşte uyuşmazlıklar da bu haklı neden kavramından<br />

ve üst düzey yönetici kavramından çıkmaktadır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 29.6.<strong>2004</strong> t., 5390/6224 s. kararında, davacının AŞ.<br />

yönetim kurulu üyeliğinden Noterlik kanalıyla istifa ettiği, istifanın şirkete tebliğ<br />

edildiği, yerine yeni üye atandığı, bu durumda istifadan sonraki döneme ilişkin<br />

prim borçlarından sorumlu olmayacağına karar verilmiştir. Maddede sorumluluk<br />

için, haklı sebep olmadan ödememe halinin gerçekleşmesi gerektiği, istifanın ise,<br />

ödememe için haklı bir sebep olduğu vurgulanmıştır. 10. HD. ayrıca burada<br />

TTK’nun 323. m.’ndeki, şirketi temsile yetkili kimselerin ticaret siciline tescilinin<br />

ayrıca aranmasına gerek olmadığını, burada özellikle 506 s.K.’nun 80. m.’nin<br />

uygulanacağını belirtmiştir (aynı yönde, Yarg. 10. HD., 29.6.<strong>2004</strong> t., 5388/6223,<br />

Çimento Đşv. Ocak 2005, 32).<br />

Yarg. 10. HD.’nin 28.12.<strong>2004</strong> t., 8783/12631 s. kararına konu olayda<br />

davacı, Kurumun işveren vekili sıfatıyla kendisinden tahsil ettiği primlerin iadesini<br />

ve borçlu olmadığının tespitini istemiş, mahkeme talebi reddetmiştir.<br />

10. HD., 506 s.K.’nun 4. ve 84. m.’lerinden hareketle, davacıya şirket tarafından<br />

verilen vekaletnameyi değerlendirmiş, bunun 4. m. açısından “işin yönetimi<br />

görevini devreden bir belge olmayıp, şirketin dışındaki bazı kurumlardaki<br />

(vergi dairesi, il müdürlükleri, ticaret sicil memurlukları, sosyal güvenlik kuruluşları)<br />

işlerini takibe yönelik bir belge olduğunu saptamış, dar anlamdaki bu görev<br />

ve yetkilerin davacıya işveren vekili sıfatını kazandırmayacağı sonucuna varmış-


tır. Bu saptamanın doğal sonucu da davacının, şirketin prim borçlarından sorumlu<br />

tutulamayacağı ve daha önce Kurumun kendisinden cebri icra yoluyla almış olduğu<br />

primleri, 506 s.K.’nun 84. maddesine göre geri alabileceğidir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 30.12.<strong>2004</strong> t., 9439/12798 s. kararı da üst düzey yöneticinin<br />

prim borcuna ilişkindir. Olayın ilginç yönü, davacının takip kesinleştikten<br />

sonra, üst düzey yönetici olmadığını ileri sürerek tespit davası açmış oluşudur.<br />

Mahkeme davacının talebini kabul etmiş, 10. HD. ise kararı 506 s.K.’nun 80. ve<br />

6183 s.K.’nun 58. maddelerine aykırı bulmuştur. 58. m.’ye göre kendisine bir<br />

kamu alacağı için ödeme emri tebliğ olunan şahıs, böyle bir borcu olmadığı iddiasında<br />

ise, bunu 7 gün içinde açacağı bir davada ileri sürmelidir. Aksi halde hakkındaki<br />

takip kesinleşmiş olur. Davacı bu süre içinde üst yönetici olmadığını ileri<br />

sürerek dava açmamış, takip kesinleştikten sonra bu davayı açmıştır ki buna yasal<br />

olarak olanak yoktur. Yasaya göre eda davası açılabilecek hallerde tespit davası<br />

açılamaz. Davacı ancak, kesinleşen borcu Kuruma ödedikten sonra, 506 s. K. m.<br />

84’e dayanarak Kurum aleyhine yersiz ödediği primler nedeniyle istirdat davası<br />

açabilir. 10. HD. kararına katılmakla birlikte 6183 s.K.’nun 58. m. ile ilgili bir<br />

açıklamanın yararlı olacağını düşünüyoruz.<br />

58. m. ödeme emrine itirazla ilgili olarak özel bir prosedür öngörmüştür.<br />

58/1’e göre ödeme emrini alan, böyle bir borcu olmadığı iddiasında ise tebliğ<br />

tarihinden itibaren 7 gün içinde ilgili vergi itiraz komisyonuna başvuracaktır.<br />

Komisyon 7 gün içinde karar verecektir ve kararları kesindir. 506 s.K. ise 80/VII<br />

m.’nde “Kurum alacaklarının tahsilinde 21.7.1953 t., ve 6183 sayılı Kanunun<br />

uygulanmasından doğacak uyuşmazlıkların çözümlenmesinde, alacaklı Sigorta<br />

Müdürlüğünün bulunduğu yer Đş Mahkemesi yetkilidir” demektedir. Bu durumda<br />

süresi içinde ödenmeyen prim ve diğer alacakların tahsilinde 6183 s.K., 506<br />

s.K.’nun öngördüğü kurallar çerçevesinde uygulanacaktır.<br />

d) Belediyelerin Prim Borçları ve Haciz<br />

Belediyelerin prim borçları nedeniyle ortaya çıkan sorunlardan biri de bu<br />

borç dolayısıyla, belediyelerin hangi mallarının haczedilip, hangi mallarının haczedilemeyeceğidir<br />

(Bu konuda bkz.: Sözer, Yargıtay Kararları 2003, 33 vd.). Ancak<br />

aşağıda ele alacağımız karar bu konuyla ilgili değildir (haczedilen mal, belediyenin<br />

özel mülkiyetindeki bir iş merkezidir. 6183 s.K.’nun 70.m.’ndeki haczedilemeyecek<br />

mallar kapsamında değildir). Sorun, borç miktarını aşan değerdeki<br />

haczin kaldırılıp kaldırılamayacağı ve haczedilen mallara kimin, nasıl değer biçeceğine<br />

ilişkindir.


Yarg. 10. HD.’nin 26.10.<strong>2004</strong> t., 5392/9847 s. kararına konu olayda davacı<br />

Belediye, gayrimenkullerine konan haczin iptalini istemiş, mahkeme de isteği<br />

kısmen kabul etmiştir.<br />

10. HD’ne göre davanın yasal dayanağı 506 s. K. m. 80 ve 6183 sayılı<br />

K.’nun ilgili maddeleridir. Taraflar arasındaki uyuşmazlık, davacı Belediyenin<br />

prim borcundan dolayı, sahibi bulunduğu gayrimenkullerin haczedilip haczedilemeyeceği,<br />

borç miktarını aşan değerdeki haczin kaldırılıp kaldırılamayacağı ve<br />

haczedilen malların değerini kimin takdir edeceğidir. 10. HD.’nin uyuşmazlığı<br />

çözüm konusundaki tespitleri şu şekildedir:<br />

“…haczedilen taşınmazların borçlu Belediyenin özel mülkiyetine konu iş<br />

merkezi olduğu tartışmasızdır. Bu nedenle 6183 s. K.’nun 70. m. Kapsamında<br />

bulunmayan işbu taşınmazın haczedilemeyeceğine ilişkin mahkeme kararındaki<br />

gerekçe yerinde görülmemiştir”.<br />

Bir diğer sorun davacının, borca yetecek miktardan fazla taşınmaza haciz<br />

konduğu iddiasıdır. Bunun için davacı Sulh Hukuk Mahkemesinde kıymet tespiti<br />

yaptırmış, buna dayanarak, fazla haczin kaldırılmasını talep etmiştir.<br />

10. HD. bu konuda, “…6183 s. K.’ndaki takip usulüne göre, haczedilen<br />

mallara haczi yapan memur tarafından değer biçilir. Bu değerlendirmeyi yetersiz<br />

bulan borçlunun isteği üzerine veya Sosyal Sigortalar Kurumu Müdürlüğünün<br />

gerek görmesi halinde, yeniden bilirkişi marifetiyle değer takdir edilebilir. Somut<br />

olayda haciz memurunun bu çerçevede değer tespiti yapmadığı, borçlunun dahi<br />

borca yetecek miktardan fazla taşınmazın haczi işlemine karşı Kuruma başvurmadan<br />

Sulh Hukuk Mahkemesinden taşınmazların kıymetine ilişkin tespit kararı<br />

aldığı bilahare işbu davayı açtığı görülmüştür. 6183 s.K.’nun 62. m. gereğince<br />

Kurumun, haciz uygulamaktaki amacının kamu alacağını tahsil etmek olduğu<br />

gerçeği göz önünde bulundurularak borçlunun takip konusu borcuna yetecek miktardaki<br />

mallarına haciz uygulamakta özenli davranması ve bu değeri karşıladıktan<br />

sonra başka mallarına haciz uygulayarak borçlunun malları üzerindeki tasarruf<br />

hakkına zarar vermemesi gerekir” demektedir. 10.HD.’nin bir diğer tespiti, 6183<br />

s.K.’da haciz uygulamasına karşı olumlu veya olumsuz bir düzenleme bulunmaması<br />

nedeniyle, borçlunun 62. maddeye aykırılık nedeniyle dava açılmasının<br />

mümkün olduğudur. Ancak daire, Kurumun taraf olmadığı bu hasımsız tespit<br />

davasında belirlenen değere de itibar edilmeyerek, açılmış olan bu davada bilirkişi<br />

aracılığı ile hacze konu taşınmazların ayrı ayrı kıymet tespitlerinin yapılmasını,<br />

Kurum borcunu karşılamaya yetecek miktarın dışında kalan taşınmazlar yönünden<br />

davanın kabulüne (yani fazla haczin kaldırılmasına) karar verilmesi, gereğidir.


Mahkemenin bu esaslar doğrultusunda yargılama yapması gerekirken, eksik<br />

inceleme sonucu davanın kabulüne karar vermesi, bozma nedeni sayılmıştır.<br />

e) Yersiz Alınan Primlerin Đadesi<br />

Yarg. 10. HD.’nin 8.11.<strong>2004</strong> t., 11390/10330 s. kararı, iş kazası ve meslek<br />

hastalığı sigortasında uygulanacak primlerin hesaplanmasına esas olacak tehlike<br />

sınıf ve derecelerinin saptanmasına ilişkindir.<br />

Đşyerinin girdiği tehlike sınıf ve derecesi Kurum tarafından belirlenip işverene<br />

bildirilir. Đşveren buna karşı bir ay içinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik<br />

Bakanlığına itirazda bulunabilir. Bakanlığın kararına karşı da önce Bölge Đdare<br />

Mahkemesine, bunun kararına karşı da Danıştay’a başvurma hakkı vardır (m. 75;<br />

Güzel/Okur, 166). Belirlenen tehlike sınıf ve derecelerini Kurum kendiliğinden<br />

veya işverenin başvurusu üzerine değiştirebilir. Değişiklik karar veya istekten<br />

sonraki takvim yılı başından itibaren yürürlüğe girer (m. 75/V).<br />

Đşte karara konu olayda, hatalı olarak %2,5 olarak belirlenen tehlike sınıfı,<br />

daha sonra müfettiş incelemesi sonucu% 1,5’a indirilmiş, işveren bunun üzerine<br />

fazla olarak ödenen primlerin yasal faizi ile birlikte 506 s. K.’nun 84. m. gereğince<br />

iadesini istemiş, mahkeme davanın reddine karar vermiştir. Bilindiği gibi 84.<br />

m. yersiz olarak alınan primlerin geri verilmesine ilişkindir. Oysa burada yersiz<br />

olarak alınmış bir prim değil, 75. m. kapsamına giren bir durum söz konusudur.<br />

10. HD.’nin de belirttiği gibi değişiklik geriye değil, ileriye doğru hüküm ifade<br />

eder (karardan sonraki takvim yılı başında). Değişiklik tehlike sınıf ve derecesinin<br />

ilk defa saptandığı tarihte değil, değişiklik kararını izleyen takvim yılının başından<br />

itibaren yürürlüğe girer. Somut olayda 84. maddenin uygulama yeri yoktur.<br />

Karar 75. maddeye uygundur. Ancak 75. madde bazı tereddütlere yol açmakta<br />

ve bizce 76. maddeyle de çelişmektedir. 76. madde işverene, tehlike sınıf<br />

ve derecesini etkileyecek değişiklikleri bir ay içinde Kuruma bildirme yükümlülüğü<br />

getirmektedir. Bir ay içinde değişiklik bildirilirse değişiklik kararı değişikliğin<br />

meydana geldiği tarihten sonraki ay başından, bildirilmezse tehlike sınıfı yükseliyorsa<br />

değişikliğin meydana geldiği, azalıyorsa değişikliğin Kurumca öğrenildiği<br />

tarihten sonraki ay başından itibaren uygulanacaktır. 75. madde de, 76. madde<br />

de Kurumun tehlike sınıf ve derecelerini sonradan değiştirmesi ile ilgilidir. 75.<br />

maddede ilk saptanan tehlike sınıf ve derecesi daha sonraki incelemeler sonucu<br />

değiştirilmekte (Kurumca kendiliğinden veya işverenin talebi üzerine), 76. maddede<br />

ise işyerinde sonradan meydana gelen değişiklikler sonucu tehlike sınıf ve<br />

derecesi değiştirilmektedir. Aynı konuyu düzenleyen iki maddeden biri, değişikliğin<br />

yürürlüğünü takvim yılına ertelemekte (m.75), diğeri ise değişikliği izleyen


aybaşından başlatmaktadır (m.76). Aradaki farkı anlamak mümkün değildir. Değişikliği<br />

takvim yılına bırakmak ve burada sadece 75. m.’yi uygulamak (84. m.’yi<br />

uygulamamak) işverenden haksız bir prim tahsilatına yol açacaktır. Tersine tehlike<br />

sınıf ve derecesi düşüyorsa bu defa da Kurum mağdur edilmiş olacaktır. Bizce<br />

75. m. açısından da yürürlük, değişiklik tarihini izleyen ay başı olmalıdır. 84.<br />

madde de uygulansaydı, işveren fazladan ödemiş olduğu primleri geri alacağı için<br />

mağdur da olmayacak, 75 ile 76. madde arasındaki farklı düzenleme de bir ölçüde<br />

önemini yitirmiş olacaktır.<br />

Kaldı ki, burada 84. maddenin niçin uygulanamayacağı kararda yeterince<br />

açıklanmış da değildir. Madde “yanlış ve yersiz olarak alınmış olduğu anlaşılan<br />

primlerden” söz etmektedir. Kurumun tehlike sınıf ve derecesini hatalı olarak<br />

yüksek saptaması, bunun sonucu olarak da fazla prim alması “yanlış ve yersiz<br />

alınmış prim” olarak kabul edilebilir ve bu yorum, 84. maddenin lafzı ile de çelişmez.<br />

Konu ile ilgili bir başka nokta, tehlike sınıf ve dereceleri konusunda hem<br />

Đş hem de Đdare mahkemelerinin yetkili oluşur. Uyuşmazlık Mahkemesi konuya<br />

21.2.1994, 37/1 kararıyla açılık getirmiştir (RG., 18.3.1994, 21878). Uyuşmazlık<br />

Mahkemesine göre tehlike sınıf ve derecelerinin belirlenmesine ilişkin uyuşmazlıklara<br />

idari, belirlenen derecede prim ödeme tarihinin başlangıcı konusundaki<br />

uyuşmazlıklara ise adli yargı (iş mahkemeleri) bakacaktır. Yarg. 21. HD.,<br />

11.5.1999 t., 2408/3268 s. kararında aynı görüşü tekrarlamıştır (Güzel/ Okur, 166,<br />

dn. 7).<br />

Yarg. 10. HD.’nin 28.12.<strong>2004</strong> t., 8797/12664 s. kararında da aynı görüşü<br />

tekrarlamış, tehlike sınıf ve derecesinin hatalı belirlenmiş olması halinde, yanlış<br />

ve yersiz olarak alınan primlerin iadesini öngören 84. maddenin değil, sadece<br />

değişikliğin uygulanacağı tarihi gösteren 75. maddenin uygulanacağını belirtmiştir.<br />

Bu kararda ayrıca değinilen bir konu ise, davacının 75. madde uyarınca Kuruma<br />

yaptığı başvurunun reddedilmiş olması karşısında, buna karşı Çalışma Bakanlığına<br />

başvurup başvurmadığının, başvuru varsa sonucunun ne olduğunun<br />

araştırılmamış oluşunun vurgulanmasıdır.<br />

Oysa yukarıda andığımız Uyuşmazlık Mahkemesi kararına göre bunun<br />

10. HD. açısından bir önemi yoktur. Đş Mahkemesi, ona bağlı olarak da Yargıtay<br />

sadece tehlike sınıf ve derecesinin yürürlük tarihini araştıracaktır. Aslında Uyuşmazlık<br />

Mahkemesinin yaptığı bu ayırım da tartışmaya açıktır. Bizce konu bütünüyle<br />

Đş Mahkemelerine bırakılmalıdır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 2.11.<strong>2004</strong> t., 10852/10090 s.’lı kararının (TÜBA,


ĐĐÇB, 1536, 11.4.2005, 4) konusu, hataen resen tescil edilen işyeri tescilinin iptali<br />

ile haksız olarak alınan prim ve idari para cezalarının iadesidir.<br />

Mahkeme görevsizlik kararı vermiş, 10. HD. “davacı işbu davasıyla…yasaya<br />

aykırı olarak tescil edilen işyeri tescilinin iptaliyle haksız yere tahsil<br />

edilen idari para cezası ve primlerin istirdatı istemine yönelik olup, davanın yasal<br />

dayanağı 506 s.K.’nun 8 ve 84. maddeleridir. Bir başka ifade ile dava idari para<br />

cezasına itiraz niteliğinde olmayıp, Kurumca resen işyeri tescilinin iptaliyle, Kuruma<br />

ödenmiş prim ve cezaların geri alınması davası olup, iş mahkemesi görevi<br />

kapsamına girmektedir…Đşyeri tesciline ilişkin Kurum işleminin iptali ve yersiz<br />

olarak alınan primlerin iadesine ilişkin talebin esastan görülüp karara bağlanması<br />

gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu mahkemenin görevsizliğine karar<br />

verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir” diyerek mahkemenin görevsizlik<br />

kararını bozmuş ve uyuşmazlığın esastan incelenmesini istemiştir.<br />

f) Libya’da Çalışan Đşçilerin Primleri<br />

Libya ile sosyal güvenlik sözleşmesi ve idari anlaşma 1985 yılında yapılmış<br />

olmasına rağmen sorunlar tümüyle çözülememiş, konu geçmiş yıllarda<br />

olduğu gibi bu yıl da yargı kararlarına yansımıştır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 11.3.<strong>2004</strong> t., 10213/1798 sayılı kararına konu olayda,<br />

daimi işçi statüsünde Libya’da çalışan Türk işçileri için Kurumun tahakkuk ettirdiği<br />

ek primlerin ve gecikme zammının iptali için işverenin açtığı davayı mahkeme<br />

reddetmiş, 10. HD. ise kararı bozmuştur. 10. HD.’ne göre:<br />

TC. ile Libya arasındaki Sosyal Güvenlik Sözleşmesinin 3. m. ile, sözleşmenin<br />

uygulanmasına ilişkin Đdari Anlaşmanın 2. m.’si hükmüne göre, Libya’da<br />

iş alan Türk Şirketlerinde çalışan daimi Türk Đşçileri hastalık sigortası açısından<br />

Libya mevzuatına, uzun vadeli sigorta kolları ile maktu yardımlar Türk<br />

Mevzuatına tabidir (toplam primi % 24,5 tutan bu sigorta dalları, Malullük-<br />

Yaşlılık-Ölüm Sigortaları – % 20, Đş Kazası Meslek Hastalıkları Sigortası- % 3,5<br />

ve analık sigortasıdır- %1). Đşverenler bu sigorta dalları açısından Türk Mevzuatına<br />

tabi olacak, prim oranları ve bu oranların uygulanacağı kazançlar hakkında 506<br />

s.K.’nun 73 vd. maddeleri, başka kural aranmaksızın uygulanacaktır. Mahkemenin<br />

bu yöne ilişkin kabulü yerindedir.<br />

Ancak Kurum, geçmiş yıllarda bu ilkelere aykırı biçimde yönetim kurulu<br />

kararıyla çıkardığı genelgelerle (3.9.1997’de 16-147. ek Genelge ile iptal edilen<br />

16-51., 16-56 ve 16-84. Ek sayılı Genelgeler), Libya’da çalışan Türk uyruklu<br />

daimi işçiler hakkında Türkiye’deki % 24,5 oran yerine Libya’daki prim oranları-


nı uygulayarak, işverenleri yanıltmış, sonra da bu hatalı uygulamasının faturasını<br />

işverene yükleyerek farkı işverenlerden tahsil etmiş ve bu davanın açılmasına<br />

neden olmuştur. Kurum yasaya aykırı hatalı uygulamasının sonuçlarına katlanmalı,<br />

506 s.K.’nun 80. maddesinde primlerin zamanında ödenmemesinin yaptırımı<br />

olan gecikme zammından işveren sorumlu tutulmamalıdır.<br />

Kurumun 3.9.1997, 16-147 s. genelgesiyle kabul ettiği bu haksız uygulama,<br />

geçmiş yıllarda da yargı kararlarında ve doktrinde eleştirilere neden olmuştur<br />

(bkz. Yarg. 21. HD., 10.4.2000 t., 2151/2758 s. kararı; Dan. 10. D. 16.2.1998 t.,<br />

1997/6883, 23..2.1998 t., 1998/264 s. kararları, Tuncay, Yargıtay Kararları 2000,<br />

199 vd.; Tuncay bu konuda “…ortada kusurlu hareket eden Kurumun işverenleri<br />

primlerini hangi oran üzerinden ödeyecekleri konusunda kuşku ve tereddüde düşürerek<br />

ödemelerinin gecikmesine neden olduktan sonra bir de bu kusurunu adeta<br />

göz ardı ederek gecikmenin faturasını onlara yüklemeye çalışması gibi bir durum<br />

söz konusudur. Bunun adı ise hakkın kötüye kullanılmasıdır ve yasa bunu korumaz”<br />

demektedir, Yargıtay Kararları 2000, 201; ayrıca bkz. Güzel, Yargıtay Kararları<br />

2000, 301; Okur, Yargıtay Kararları 1994, 131 vd.).<br />

B. SOSYAL SĐGORTA TÜRLERĐ<br />

1. Đş Kazası ve Meslek Hastalığı Sigortası<br />

a) Đş Kazası Kavramı<br />

<strong>2004</strong> kararlarının büyük bir kısmı da geçmiş yıllarda olduğu gibi iş kazası<br />

ile ilgilidir. Yargıtay 10. HD., 21. HD. ve YHGK., iş kazası kavramını, gelen<br />

uyuşmazlığın konusuna göre değişik açılardan ele almış, husumet, kavram, sorumluluk,<br />

görevli mahkeme, tazminatın hesabı, kusur, tazminatın alt ve üst sınırı,<br />

rücu, zamanaşımı, ibra, gelir bağlanması konularına açıklık getirmiştir.<br />

aa) Husumet<br />

Yarg. 10. HD.’nin 4.3.<strong>2004</strong> t., 9832/1529 s. kararında (Aslanköylü, 435-<br />

436; ĐBD, <strong>2004</strong>/4, 1779-1780) iş kazasının tespiti davalarında husumet üzerinde<br />

durmuştur.<br />

Davaya konu olayda işçi, fabrika karşısında servis aracından inmiş, karşıya<br />

geçerken trafik kazası sonucu yaralanmış, % 100 iş göremezlikle sonuçlanan<br />

olayın iş kazası olduğunun tespiti için de Kuruma karşı bu davayı açmış, mahkeme<br />

de olayı iş kazası olarak kabul etmiştir.<br />

Yarg. 10. HD. işin esasına girmeden husumet yönünden kararı bozmuş-


tur. 10. HD.’ne göre, iş kazasının tespiti davası işverenin hak alanını da ilgilendirir.<br />

Kurum, olay iş kazası kabul edilirse, sürekli iş göremez duruma düşen sigortalıya<br />

gelir bağlayacak, işveren kusurlu ise ona da rücu edebilecektir. Kurumun<br />

ilerde açacağı rücu davasını bu davada değerlendirme fırsatı vermek için işverene<br />

de husumet yöneltilerek, göstereceği deliller toplandıktan sonra sonucuna göre<br />

olayın iş kazası olup olmadığı konusunda bir karar verilmesi gerekirken (işverene<br />

husumet yöneltmeden sadece Kurum taraf kabul edilerek) eksik inceleme ile hüküm<br />

kurulması usule ve yasaya aykırı olup mahkeme kararı bozulmalıdır.<br />

bb) Manevi Tazminatın Koşulları<br />

Yarg. 21. HD.’nin 1.7.<strong>2004</strong> t., 6268/6501 s. kararında (Legal <strong>2004</strong>/4,<br />

1513-1514) iş kazası sonucu manevi tazminat talebinin koşulları üzerinde durmuştur.<br />

Davacı iş kazası sonucu maluliyetinden doğan maddi ve manevi tazminat<br />

istemiş, mahkeme talebi reddetmiştir. 21. HD. ise, olayda manevi tazminat koşullarının<br />

oluşmuş olduğunu, uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken,<br />

talebin tümden reddinin usul ve yasaya aykırı olup bozma nedeni olduğunu<br />

ileri sürmüştür. 21. HD.’ne göre:<br />

“Dava iş kazası sonucu beden tamlığı bozulan işçinin duymuş olduğu acı<br />

ve üzüntünün giderilmesi (manevi tazminat) istemine ilişkindir.<br />

Bu yönüyle davanın yasal dayanağı belirgin olarak BK.’nun 47. ve<br />

26.6.1966 gün ve 7/7 sayılı Đçtihadı Birleştirme Kararı’dır. Anılan maddeye ve<br />

ĐBK’na göre manevi tazminata hükmedilmemesi (hükmedilmesi olmalıydı) için<br />

aranan koşullar, 1. Eylem, 2. Zarar, 3. Zarar ile Eylem arasında Đlliyet Bağı, 4.<br />

Eylemin Hukuka aykırı olması, 5. Đşçinin cismani zarara uğraması koşullarıdır.<br />

Somut olayda, davacının zararlandırıcı sigorta olayında iş kazasına maruz<br />

kaldığı ve vücut bütünlüğünün zarara uğramış olduğu, iş kazasından kaynaklanan<br />

ameliyat nedeniyle uzun bir süre raporlu kaldığı ve sağlam insana göre, maluliyet<br />

oranı olmasa dahi üzüntü ve elem duyacağı, ruh bütünlüğünün ihlalinin de cismani<br />

zarar kavramına dahil bulunduğu söz götürmez. Hal böyle olunca ve özellikle<br />

yukarıda anılan koşulların oluştuğu ve istenen manevi tazminat miktarında makul<br />

ölçüler içerisinde bulunulmuş olmasına göre uygun bir miktarda manevi tazminata<br />

hükmedilmesi gerekirken talebin tümden reddine karar verilmesi usul ve yasaya<br />

aykırı olup, bozma nedenidir”.<br />

cc) Đşyeri Dışında Hastalanma<br />

Yarg. 10. HD.’nin 29.11.<strong>2004</strong> t., 6931/11020 s. kararına konu olayda,<br />

işyerinde çırak olarak çalışanın, ustasının izniyle lokantaya gidip yemek yedikten


sonra lokantadan çıkarken yere yığılmasının iş kazası sayılıp sayılmayacağı tartışılmaktadır.<br />

Doktrinde iş kazasının unsurları, sigortalı olma, kazaya uğrama, kaza<br />

sonucu bedensel ve ruhsal zarar, kaza ile zarar arasında nedensellik bağı olarak<br />

sıralanmıştır (Güzel/Okur, 227 vd.; Tuncay/Ekmekçi, 269 vd.; Aslanköylü, 421<br />

vd.). Uygulamada sorun genellikle nedensellik bağı (illiyet bağı) konusunda çıkmaktadır.<br />

506 s.K. 11. m.’nde bazı durumları sıralamış, bu durumlarda meydana<br />

gelen kazaları iş kazası saymıştır. Bu durumlarda illiyet bağının varlığı yasal bir<br />

karinedir.<br />

Olayda kazaya uğrayan, çırak statüsünde çalışmaktadır. 506 s.K.’nun 3/ B<br />

maddesine göre özel kanunda tarifi ve nitelikleri belirtilen çıraklar hakkında analık<br />

sigortası ile malullük, yaşlılık, ölüm sigortaları uygulanmayacak, iş kazası,<br />

meslek hastalığı, hastalık sigortaları ise uygulanacaktır. Olay 11. m.’de sayılan<br />

hallerden herhangi birine girmemektedir. Çırak ustanın izni ile lokantaya yemek<br />

yemeğe gitmiş ve burada kazaya uğramıştır. Yani ilk bakışta olayda nedensellik<br />

(illiyet bağı) yoktur. Kazaya uğradığı sırada çırak, işverenin otoritesi altında değildir<br />

(Doktrinde, işverenin otoritesi doğrudan veya dolaylı olarak gözlenebiliyorsa<br />

nedensellik bağı gerçekleşmiş sayılmaktadır. Bkz.: Güzel/Okur, 235; Tuncay/Ekmekçi,<br />

273; Aslanköylü, 421.). Olayda görevli gönderme de yoktur. Ustabaşı<br />

çırağı iş yapması için değil, yemek yemesi için lokantaya göndermiştir. Çırak<br />

işyeri dışında kazaya uğramıştır ve kazaya uğradığı yerin işle bir bağlantısı da<br />

yoktur.<br />

Karardaki bazı teknik açıklamalar, kaza ile iş arasında bağlantı kurulmasına<br />

yol açmakta ve kazanın “işveren tarafından yürütülmekte olan iş dolayısıyla”<br />

ortaya çıktığını düşündürmektedir. Gerçi kararda olayın niçin iş kazası sayıldığı<br />

açıkça ortaya konmamıştır. Sadece “paraparezi” hastalığından söz edilmiş, bundan<br />

dolayı olayın 11. madde gereğince iş kazası sayılması gerekirken eksik inceleme<br />

ve yanılgılı değerlendirme sonucu davanın reddine karar verilmiş olduğu,<br />

kararın bozulması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. Teknik olarak Paraparezi hastalığı,<br />

yük kaldırma, taşıma, istifleme sırasında yükün bele verilmesi ve bel kaslarının<br />

zorlanmasından sonra, üzerine yemek de yenilirse, karın içi basıncın artmasından<br />

sonraki ani hareketle disk kaymasına ve bel sinirlerine baskıya yol açılması<br />

halidir. Bu durum da kazanın “işveren tarafından yürütülmekte olan iş dolayısıyla”<br />

uğranılmış bir kazayı çağrıştırmaktadır.<br />

Üzerinde durulması gereken bir konu da meydana gelen olayın kaza niteliğinde<br />

olması gereğidir. Kaza ise genel olarak, zarar görenin iradesi dışında, harici,<br />

ani ve şiddetli bir müdahale sonucu bedende arızaya neden olan olaylar bütünüdür<br />

(Caniklioğlu, Yargıtay Kararları 2002, 342). Kaza için aranan bu özelliklerin<br />

iş kazasında da bulunması gerekir. Yani kazanın ani olması, dıştan gelmesi,<br />

zarara sebep olmasıdır. Dıştan gelme unsuruyla kaza hastalıktan ayrılır. Ancak


işyerindeki olumsuz koşullar (aşırı yorgunluk, bedeni zorlama, kasları, beli veya<br />

herhangi bir uzvu aşırı ve ters hareket ettirme) başka etkenlerle birleşerek bazı<br />

hastalıklara yol açmışsa (beyin kanaması, kalp krizi, nefes darlığı), bu da bedensel<br />

zararı doğurmuşsa, iş kazasından söz edilebilecektir (Karş. Caniklioğlu, Yargıtay<br />

Kararları 2002, 342 vd.).<br />

Olayın meslek hastalığı açısından değerlendirilmesi de düşünülebilir.<br />

Belki de bu yaklaşım olaya yeni boyutlar da kazandırabilir. Ancak kararda bu<br />

konuya hiç değinilmemiş olduğundan üzerinde daha fazla durmuyoruz.<br />

dd) Đşyerinde Geçirilen Kalp Krizi<br />

YHGK, 13.10.<strong>2004</strong> t., 21-529/527 s. kararı, işyerinde geçirilen kalp krizinin<br />

iş kazası sayılıp sayılmayacağına ilişkindir (ĐBD, 2005/3, 165-169).<br />

Dava konusu olayda davacı işyerinde çalışırken kalp krizi sonucu ölmüştür.<br />

Đş Mahkemesi hastane raporuna dayanarak (raporda ölüm nedeni miyokard<br />

enfarktüs olarak gösterilmiştir) olayı iş kazası kabul etmeyerek davayı reddetmiş,<br />

21. HD., 506 s.K.’nun 11/A, a ve b maddelerine göre zararlandırıcı sigorta olayının,<br />

sigortalının işyerinde bulunduğu ve işveren tarafından yürütülmekte olan iş<br />

dolayısıyla işverenin emrinde iken meydana gelmesini, iş kazası sayılması için<br />

yeterli bulmuş ve mahkeme kararını bozmuştur. Ancak mahkemenin kararında<br />

direnmesi üzerine dosya, YHGK’na gelmiştir.<br />

YHGK, ölenin sigortalı işçi olduğunu ve olayın, işyerinde ve işverence<br />

verilen işin yapılması sırasında gerçekleşmiş olduğunu saptadıktan sonra aşağıdaki<br />

gerekçelerle direnme kararını bozmuş ve işyerinde geçirilen kalp krizini iş kazası<br />

saymıştır.<br />

“…iş kazası yasada tanımlanmamış; ancak bir kazanın hangi hal ve durumlarda<br />

iş kazası sayılacağı yer ve zaman koşullarıyla sınırlanarak belirtilmiştir…<br />

bu madde hükmüne göre (11. madde) iş kazası maddede sayılı olarak belirtilmiş<br />

hal ve durumlardan herhangi birinde meydana gelen ve sigortalıyı hemen<br />

veya sonradan bedence veya ruhça arızaya uğratan olaydır…sayılan haller örnekleme<br />

niteliğinde değil, sınırlayıcı niteliktedir…bu hallerin herhangi birinin gerçekleşmiş<br />

olması gerekli ve yeterlidir.<br />

Somut olayda da ölen sigortalı işçi, bir başka işçi ile birlikte işyeri kapsamındaki<br />

işçi lokalinin tesisatını gözden geçirme ve tamir için görevlendirilmiştir.<br />

Burada verilen işi yapmakta iken… bayılarak yere düşmüş ve ambulansla<br />

hastaneye götürülürken yolda hayatını kaybetmiştir. Đşverence iş kazası bildirimi<br />

yapılmamış, hastanece doldurulan istatistik formunda sigortalının ölüm nedeni<br />

miyokard enfarktüs olarak gösterilmiştir. Davalı Kurum da, ölenin hak sahipleri-


nin iş kazasına yönelik istemlerini reddetmiştir.<br />

Ne var ki bir olayın Kurum ya da işveren açısından iş kazası olarak kabul<br />

edilmemiş olması, harici etkenlerle veya aniden ortaya çıkıp çıkmaması yasanın<br />

açık hükmü karşısında olayın iş kazası sayılmamasını gerektirmeyecektir. Zira<br />

yasada açıkça ifade edildiği üzere zararlandırıcı sigorta olayının yasada sayılan<br />

hal ve durumlardan herhangi birisinde gerçekleşmiş olması gerekli ve yeterlidir…sigortalının<br />

işyerinde çalışmakta iken kalp krizi geçirerek ölümü, 506 s.<br />

SSK’nun 11/A-a bendinde gösterilen –sigortalının işyerinde bulunduğu sırada<br />

meydana gelme- haline uygun bir olay olduğu gibi, aynı maddenin (b) bendindeki-<br />

işveren tarafından yürütülmekte olan iş dolayısıyla meydana gelme- haline de<br />

uygun olup; iş kazası sayılması gerekir. Maddede başkaca bir şart ya da kısıtlamaya<br />

yer verilmemiş olduğundan, yasada olmayan bir kısıtlamanın yorum yoluyla<br />

getirilmesine de olanak yoktur”.<br />

Görüldüğü gibi, YHGK, 11. maddenin sözüne ağırlık vermekte, bunun<br />

dışında herhangi bir yorum ve koşula yer vermemektedir. Dıştan gelme, ani olma<br />

gibi kaza kavramının teknik özelliklerine girmeden olayın işyerinde meydana<br />

gelmiş oluşunu yeterli saymaktadır.<br />

Yarg. 21., HD.’nin 3.11.<strong>2004</strong> t., 8871/9254 s. kararı da işyerinde kalp<br />

krizi sonucu ölümün iş kazası sayılıp sayılmayacağı üzerinde durmaktadır. 21.<br />

HD. de YHGK kararındaki gerekçelerle geminin 1. kaptanı olarak çalışan sigortalının<br />

sefer sırasında gemide kalp krizi sonucu ölümünü iş kazası saymıştır.<br />

21. HD.’ne göre, 506 s.K.’nun 11/A, a ve b maddelerine göre<br />

zararlandırıcı sigorta olayının, işçinin işyerinde bulunduğu ve işveren tarafından<br />

yürütülmekte olan iş dolayısıyla işverenin emrinde meydana gelmesi halinde iş<br />

kazası sayılmasında yasal zorunluluk olduğu açıktır.<br />

ee) Đşyerinde Đntihar<br />

Yarg. 10. HD.’nin 5.7.<strong>2004</strong> t., 4465/6429 s.’lı kararı, işyeri yatakhanesinde<br />

meydana gelen intihar olayının iş kazası sayılıp sayılmayacağına ilişkindir<br />

(TÜBA, ĐĐÇB, 1521, 27 Aralık <strong>2004</strong>, 17). Temelde dava, bir rücu davası ise de,<br />

buna hak kazandıracak olan intihar olayının iş kazası sayılıp sayılmayacağı ve<br />

sayıldığı takdirde yapılan yardımlar nedeniyle işverene başvurulup başvurulamayacağı<br />

ile ilgilidir.<br />

Davacı Kurum, işverenden hak sahiplerine bağlanan gelir ve yapılan harcamalar<br />

nedeniyle Kurum zararının rücuan ödetilmesini istemiş, mahkeme olayı<br />

iş kazası saymayarak talebi reddetmiştir.


10. HD. önce olayın, işyerinin eklentisi konumundaki, bu nedenle işyeri<br />

sayılan işçi yatakhanesinde meydana geldiğini tespit etmiş, olayı, işyerinde meydana<br />

gelmiş olduğu için iş kazası saymıştır. Bu açıdan olayı iş kazası saymayan<br />

mahkeme kararını isabetsiz bulmuştur. 10. HD.’ne göre 11. m.’de iş kazası olarak<br />

sayılan haller daha çok işle veya işin yürütümü ile ilgilidir. Bu hallede işçi, işverenin<br />

otoritesi ve sorumluluğu altındadır. Bu nedenle işverenin sigortalının beden<br />

ve ruh sağlığı için gerekli önlemleri alma yükümlülüğü vardır. Ancak bu her zaman<br />

için de zorunlu değildir. Bu yükümlülüğün olmadığı hallerde dahi olayın iş<br />

kazası sayılması mümkündür. Örneğin intihar olayı, işyerinde gerçekleşmiş ise,<br />

olayın salt işyerinde meydana gelmiş oluşu, işle ilgili olmasa da, işverenin kusuru<br />

bulunmasa da iş kazası sayılacaktır. SSK m. 110 bunu açıkça dile getirmektedir.<br />

Maddeye göre “Kasdi bir hareketi yüzünden iş kazasına uğrayan, meslek hasatlığına<br />

tutulan veya hastalanan sigortalıya geçici iş göremezlik ödeneği ve sürekli iş<br />

göremezlik geliri verilmez. Sigortalıya yalnız gerekli sağlık yardımları yapılır”.<br />

10. HD. ayrıca bir konuya daha açıklık getirmektedir: “…ancak bu durumda<br />

(olayın işle ilgisi yoksa, işveren de kusursuzsa) olaylarla iş ve işveren arasında<br />

nedensellik bağı bulunmayacağı için işveren ve onun halefi olanlar Kuruma<br />

karşı sorumlu olmazlar… Hükme dayanarak alınan bilirkişi raporu iş sağlığı ve iş<br />

güvenliği açısından işyeri koşullarını irdelememiş olmakla yetersiz bulunmuştur…Gerçekten<br />

bu tür olaylarda olayın iş kazası olması yanında işverenin iş yasalarının<br />

öngördüğü biçimde “iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almış olup olmadığı,<br />

bu bağlamda işverenin sorumluluğunun bulunup bulunmadığı, işyerindeki<br />

çalışma koşulları da irdelenmek suretiyle sonuca varılmalıdır.<br />

Mahkemece yapılacak iş…bilirkişi marifetiyle durum etraflıca incelenerek<br />

sonucuna göre işverene yüklenecek sorumluluk (kusur) durumu saptanması<br />

durumunda dava kusur oranında kabul edilmeli, aksine işverene atfı kabil herhangi<br />

bir yükümlülük tespit edilememesi durumunda ise dava şimdiki gibi red edilmelidir”.<br />

Doktrinde (Bkz.: Tuncay/Ekmekçi, 271) , Alman ve Đngiliz hukuku da örnek<br />

gösterilerek sigortalının, kasdi davranışları sonucu kazaya uğraması halinde iş<br />

kazasının söz konusu olamayacağı ileri sürülmüştür. Bu görüşün doğal sonucu<br />

işyerindeki intiharın iş kazası sayılmamasıdır. Bu görüşe göre, 110. m. kasıtlı<br />

fiilleri de iş kazası sayan değil, kasıtlı davranan sigortalıyı bazı yardımlardan yoksun<br />

bırakarak adeta onu cezalandırmaya yönelik bir hükümdür. Đşyerindeki intiharı<br />

iş kazası saymak, iş kazası kavramını sonu belirsiz boyutlara kadar genişletmek<br />

olur. Đntihar olayında olayın nedeni yapılan iş olmayıp, sigortalının iradesidir.<br />

Ancak bu görüşün kabulü hak sahiplerini mağdur edecek, ölüm sigortasının koşulları<br />

gerçekleşmiş ise hak sahiplerine aylık bağlanabilecek aksi halde bağlanamayacaktır.<br />

Oysa intihar iş kazası sayılırsa hak sahiplerine gelir bağlanabilecek,


110. m. buna engel olmayacaktır.<br />

b) Đş Kazasının Sorumlusu (Asıl Đşveren, Alt Đşveren- Aracı)<br />

Yargıtay’ın <strong>2004</strong> yılında verdiği bir dizi kararda iş kazasından dolayı açılan<br />

rücu davalarında müteselsil sorumluluk açısından asıl işveren- alt işveren ilişkisine<br />

de değinilmiş ve bu kavramalara açıklık kazandırılmaya çalışılmıştır (Bu<br />

kavramlar için bkz.: Güzel/Okur, 131 vd.; Tuncay/Ekmekçi, 228 vd.; Aslanköylü,<br />

282, 1889 vd.).<br />

Yarg. 10. HD.’nin 26.10.<strong>2004</strong> t., 8475/9828 s. kararının ilk kısmında bu<br />

kavramlara açıklık getirilmiş, son kısmında da bu açıklamalar ışığında mahkeme<br />

kararı değerlendirilmiştir. 10. HD.’ne göre;<br />

Aracıdan söz edebilmek için önce bir asıl işverenin varlığı, bir başka işverenin<br />

asıl işverene ait işin bir bölümünü yapmayı üstlenmesi ve bu işte kendi<br />

adına sigortalı çalıştırması gerekir.<br />

Asıl işveren-alt işveren ilişkisinin varlığı için, işyerinde asıl işverenin de<br />

işçi çalıştırıyor olması aranır. Asıl işveren sigortalı çalıştırmıyorsa işveren sıfatını<br />

kazanamayacak ve 87. maddedeki dayanışmalı sorumluluk doğmayacaktır. Asıl<br />

işverenden alınan iş, asıl işe göre ayrı ve bağımsız bir işyeri olarak değerlendirilebilecek<br />

nitelikte ise, işi alan aracı değil, bağımsız işverendir.<br />

Đşin bütünü başka bir işverene bırakılmışsa alt işverenlik ve dayanışmalı<br />

sorumluluk da söz konusu olmayacaktır.<br />

Đşveren kendisi sigortalı çalıştırmaksızın işi bölerek, ihale suretiyle farklı<br />

kişilere vermişse, asıl işveren bulunmadığından alt işverenlik de doğmayacaktır.<br />

87. madde anlamında aracıdan söz edebilmek için aracının aldığı iş, asıl<br />

işin bir kesimi ya da yardımcı iş kapsamında bulunmalıdır. Asıl işverenden alınan<br />

iş, asıl işe göre ayrı ve bağımsız bir nitelik taşıyorsa, işi alan alt işveren değil,<br />

bağımsız işveren sayılacaktır. Alınan iş, asıl işin bütünleyici veya yardımcı parçası<br />

değilse ortada iki bağımsız işveren var demektir.<br />

Mahkemenin öncelikle konuyla ilgili sözleşme ve belgeleri getirtip, taraflar<br />

arasındaki ilişkinin burada sıralanan kalıplara uyup uymadığı, anahtar teslimi<br />

işi verildiği iddiasının ayrıca değerlendirilmesi, bundan sonra 87. madde açısından<br />

bir sorumluluğun olup olmadığının araştırılması, ayrıca kazaya neden olan<br />

vincin teknik durum ve bakım eksiğinin de araştırılarak 26. madde ışığında değerlendirilmesi<br />

gerekirdi. Bunlar dikkate alınmadığından, eksik inceleme nedeniyle


karar bozulmuştur (YHGK’nun 2.6.<strong>2004</strong> t., 21-236/328 s. kararında, ĐBD, 2005/2,<br />

535-537 ve Yarg. 10. HD., 1.11.<strong>2004</strong> t., 8013/9993 kararında benzer konular vurgulanmıştır).<br />

YHGK, 5.5.<strong>2004</strong> t., 10-233/262 s. kararında da asıl işveren- alt işveren i-<br />

lişkisi eser sözleşmesi açısından da tartışılmıştır (YKD, Kasım <strong>2004</strong>, 1658-1665).<br />

Kararda 4 imzalı bir de karşı oy yazısı vardır.<br />

Dava konusu olay, asıl işi iplik ve dokuma üretimi olan K…A.Ş.’nin, fabrikasının<br />

yanına S…AŞ’ye ek bina inşaatı yaptırmasıdır.<br />

Uyuşmazlık K…AŞ’nin, S…AŞ’nin işçilerine ve Kuruma karşı 506 s.<br />

K.’un 87. m. gereğince müteselsil sorumlu olup olmayacağıdır. Mahkeme sorumluluğu<br />

kabul etmiş, 10.HD. ise, yukarıdaki kararlarda yansıttığımız gerekçeleri<br />

tekrarlayarak kararı bozmuştur (asıl işin iplik ve dokuma işi olduğu, diğer işverene<br />

yaptırılan işin bina inşaatı olduğu, yani asıl işin bir bölümü veya eklentisi olmadığı,<br />

iki şirketin çalışma konularının farklı olduğu, ikinci işverenin alt işveren<br />

değil, bağımsız ikinci işveren olduğu, YHGK. kararlarının da bu yönde olduğu,<br />

mahkemenin bozma kararını yanlış yorumladığı, bilirkişi raporunun yanıltıcı olduğu).<br />

Mahkemenin kararında direnmesi üzerine dosya YHGK’na gelmiştir.<br />

YHGK, davanın rücuan alacak istemi olduğunu, Kurumun iş kazası nedeniyle<br />

sigortalıya bağladığı sürekli iş göremezlik gelirinin peşin sermaye değeri ve diğer<br />

giderlerini geri alabilmek için bu davanın açılmış olduğunu belirttikten sonra<br />

mahkemenin 10. HD.’nin bozma kararına karşı öne sürdüğü gerekçeler üzerinde<br />

durmuş, daha sonra kendi değerlendirmesine geçmiştir. YHGK’na göre:<br />

87. maddede aracı olarak nitelenen 3. kişi, mevzuatta, öğretide ve yargı<br />

kararlarında alt işveren, taşeron, tali işveren, alt müteahhit, alt ısmarlanan olarak<br />

da anılmaktadır… Bu, ekonomide yaşanan yoğun rekabet ortamının, uzmanlaşmanın,<br />

daha fazla kaliteli mal ve hizmet üretiminin zorunlu kıldığı yeni üretim ve<br />

çalışma ilişkilerinin bir sonucudur. 87. maddenin amacı sigortalının sosyal güvenlik<br />

hakları yanında, onun halefi konumundaki Sosyal Sigortalar Kurumunu da<br />

işverene karşı korumaktır. Bu amaçla sigortalılara ve Kuruma karşı yasal yükümlülüklerinden<br />

dolayı asıl işveren de aracı ile birlikte sorumlu tutulmuştur. Aracıdan<br />

söz edebilmek ve asıl işvereni aracının borçlarından sorumlu tutabilmek için<br />

bir asıl işverene, asıl işverenden onun işinin bir bölümünü yapmayı üstlenen bir<br />

başka işverene ve bu işverenin asıl işveren dışında kendi adına sigortalı çalıştırmasına<br />

ihtiyaç vardır. Asıl işverenle aracı arasındaki sözleşmenin hukuki niteliğinin<br />

bir önemi yoktur. Asıl işverenden alınan iş, asıl işe göre ayrı ve bağımsız bir<br />

işyerinde yapılıyorsa işi alan aracı değil, bağımsız işverendir. Đşin tümüyle bir<br />

başka işverene bırakılması durumunda da aracılık, buna bağlı olarak da dayanış-


malı sorumluluk söz konusu olmayacaktır. Yine asıl işveren sigortalı çalıştırmıyorsa,<br />

işi bölerek başkalarına devretmişse asıl işveren- alt işveren ilişkisi doğmayacak<br />

birlikte sorumluluk söz konusu olmayacaktır.<br />

Özet olarak aktardığımız bu bilgileri somut olaya uygulayan YHGK, asıl<br />

işi iplik ve dokuma olan davalı K…AŞ’nin ek fabrika ve hizmet binası inşaatını<br />

diğer davalı S…AŞ’ye inşaat sözleşmesi ile vermiş oluşunu, 87. m.’nin kapsamında<br />

görmemiştir. Asıl işverenle işi alan işveren arasındaki eser sözleşmesinde<br />

işin kalitesi ve işyeri disiplini amacıyla bazı hükümlerin yer alması, inşaat sahipliği<br />

dışında asıl işverenlik sıfatını doğuracak, işi alanın bağımsız işveren sıfatını<br />

ortadan kaldıracak bir etkisi olmayıp, BK. açısından müteahhide yüklenen sorumluluğun<br />

doğal bir sonucudur.<br />

Bütün bu maddi ve yasal olgular işin niteliği ve yürütümü bakımından,<br />

dokuma işinden tamamen farklı ve bağımsız nitelikteki, ihale ile verilen ek inşaat<br />

işinde sigortalı da çalıştırmayan dokuma işvereni K…AŞ.’nin 87. madde kapsamında<br />

asıl işveren sayılarak sorumluluğuna gidilmesi mümkün değildir. Bozma<br />

kararına uyulması gerekirken eski kararda direnilmesi doğru değildir.<br />

Karara ekli dört imzalı karşı oy yazısında ise fabrika alanında açılan bir<br />

kuyudan söz edilerek, kazaya bu kuyunun neden olduğu, kuyunun ise asıl fabrikanın<br />

alanında bulunduğu ve inşaat işini yapan müteahhitle yapılan sözleşme<br />

gereğince davalı fabrika sahibince yaptırıldığı ve bakımından da onun sorumlu<br />

olduğu ileri sürülerek 87. m.’ye göre inşaatı yapan müteahhitle birlikte fabrika<br />

sahibinin de sorumlu tutulması gerektiği ileri sürülmüştür.<br />

Ancak kararda sadece ek bina inşaatından söz edilmekte, karşı oydaki kuyu<br />

ayrıntısına girilmemektedir. Bu nedenle değerlendirmemizde daha fazla ayrıntıya<br />

giremiyoruz.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 20.1.<strong>2004</strong> t., 5295/171 s.’lı kararında (ĐBD, <strong>2004</strong>/4,<br />

1766-1768) iş kazası sonucu ölen sigortalının hak sahiplerine yaptığı yardımlardan<br />

dolayı Kurumun, TEK Genel Müdürlüğü ve müteahhit firma aleyhine 87.<br />

maddeye dayanarak birlikte sorumluluk talebiyle açtığı davayı, TEK’in alçak<br />

gerilim hattı tellerinin yenilenme işini, ihale yoluyla ve anahtar teslimi usulüyle<br />

vermiş olduğu için TEK’in asıl işveren sayılmayacağı ve 506 s. K.’nun 26. ve 87.<br />

maddelerine göre müteselsil sorumlu kabul edilemeyeceği gerekçesiyle TEK açısından<br />

reddetmiştir.<br />

Yarg. 21. HD.’nin 16.9.<strong>2004</strong> t., 5448/7222 sayılı kararı ile 10. HD.’nin<br />

20.4.<strong>2004</strong> t., 1756/3430 s. kararları da anahtar teslimi iş verme hallerinde asıl


işveren-aracı (alt işveren) ilişkisini, dolayısıyla devreden işverenin, 87. maddeye<br />

göre birlikte sorumluluğunu kabul etmeyen kararlardır.<br />

c) Đş Kazasında Görevli Mahkeme<br />

5521 s. Đş Mahkemeleri Kanununun 1. m.’sine göre “ Đş Kanununa göre<br />

işçi sayılan kimselerle işveren veya işveren vekilleri arasında iş akdinden veya Đş<br />

Kanununa dayanan her türlü hak iddialarından doğan hukuk uyuşmazlıklarının<br />

çözülmesi ile görevli olarak lüzum görülen yerlerde iş mahkemeleri “kurulmasını,<br />

bu mahkemelerin ayrıca sendikalarla ilgili davalara ve Đşçi Sigortaları Kurumu<br />

(Sosyal Sigortalar Kurumu) ile sigortalılar veya yerine kaim olan hak sahipleri<br />

arasındaki uyuşmazlıklardan doğan itiraz ve davalara da bakmasını öngörmüştür.<br />

Yarg. 21. HD.’nin 21.12.<strong>2004</strong> t., 12185/11529 s.’lı kararı, işte 5521 s.’lı<br />

Đş Mahkemeleri Kanununun iş kazasından doğan davalardaki yetkisi ile ilgilidir.<br />

Olayda bir iş kazası söz konusudur. Ancak kararda belirtildiği gibi, “Đş Mahkemesinin<br />

görevli olması için uyuşmazlığın taraflarının işçi ve işveren (ya da işveren<br />

vekili) olması, ayrıca uyuşmazlığın iş sözleşmesinden veya Đş Kanunundan (veya<br />

SSKanunundan) kaynaklanması gerekir.<br />

Dava konusu olayda, davacı ile davalı arasında hizmet ilişkisi bulunmamaktadır…<br />

Davalı, davacı işçinin işvereni değildir. Hal böyle olunca, uyuşmazlığın<br />

iş akdinden veya Đş Kanunundan doğmadığı giderek davada yukarda sözü<br />

geçen yasanın 1. m.’nin öngördüğü koşulların oluşmadığı açık-seçiktir. Öte yandan<br />

zararlandırıcı olayın iş kazası sayılması, görevli mahkemenin belirlenmesi<br />

için yeterli olmayıp 5521 sayılı Yasanın 1. maddesinin öngördüğü koşulların ayrıca<br />

olayda gerçekleşmesi gerektiği de söz götürmez.<br />

Mahkemenin, bu maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın ve<br />

özellikle dava dilekçesinin görev nedeniyle reddine karar vermek gerekirken,<br />

talebin kabulüne karar vermesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedeni olarak<br />

kabul edilmiştir.<br />

Kararda, olay iş kazası sayılmakta ancak iş mahkemesinin yetkisiz olduğu<br />

ileri sürülmektedir. Buna neden olarak da davacı ile davalı işveren arasında hizmet<br />

ilişkisinin bulunmadığına dayanılmıştır. Ancak kazanın niçin iş kazası olduğu<br />

açık değildir.<br />

Đş kazası sonucu ölen sigortalı O.K. nakliye şirketinin işçisidir, olayın olduğu<br />

Đzmir limanına demir yüklemek üzere görevli gönderilmiş, ancak burada<br />

TCDD işçisinin hatalı manevrası sonucu ölmüştür. Hak sahipleri de maddi ve<br />

manevi tazminat davası açmışlardır. Ancak, bu davayı murislerinin işvereni


O.K.’ya karşı değil de, TCDD’na karşı açmışlardır. Sanıyoruz burada 506<br />

s.K.’nun 26/II. m.’nin uygulanması sözkonusudur. Bu fıkraya göre, “Đş kazası<br />

veya meslek hastalığı 3. bir kişinin kasıt veya kusuru yüzünden olmuşsa, Kurumca<br />

bütün sigorta yardımları yapılmakla beraber zarara sebep olan 3. kişilere ve şayet<br />

kusuru varsa bunları çalıştıranlara BK hükümlerine göre rücu edilir”.<br />

d) Đş Kazasına Bağlı Tazminat Davaları<br />

Đş kazası sonucu maluliyetten doğan maddi ve manevi tazminat davaları<br />

da <strong>2004</strong> kararları arasında önemli bir yer tutmaktadır. Bu davaların amacı, Sosyal<br />

Sigortalar Kurumu tarafından karşılanmayan sigortalı veya hak sahiplerinin zararlarının<br />

karşılanmasıdır (Yarg. 21. HD., 20.12.<strong>2004</strong> t., 8895/11364; YHGK,<br />

16.6.<strong>2004</strong> t., 21-365/369; Yarg. 21. HD., 13.5.<strong>2004</strong> t., 4584/5904; Yarg. 21. HD.,<br />

4.3.<strong>2004</strong> t., 1362/1981 s.’lı kararlar). Bir boyutuyla Đş K. M. 77’yi de yakından<br />

ilgilendiren bu konuya geçmiş yıllarda Sosyal Sigortalarla ilgili tebliğlerde yer<br />

verilmemiş, konu Đş hukuku ile ilgili tebliğlerde de yer almamıştır. Sadece 2002<br />

yılına ilişkin kararlar değerlendirilirken konu bağımsız olarak Đş Hukuku ile ilgili<br />

tebliğler arasında ele alınmıştır (Levent Akın, Đşverenin Đşçiyi Gözetme Borcu ve<br />

Bundan Doğan Tazminat Davaları, Yargıtay Kararları 2002, 89-138). Biz de bağımsız<br />

bir tebliğ konusu olabilecek bu kararlara tebliğimizde yer vermedik, iş<br />

kazasıyla ilgili olarak rücu davalarını ele almakla yetindik.<br />

e) Đş Kazasına Đlişkin Rücu Davaları<br />

506 s.K.’nun 26. maddesi Đş Kazası ve Meslek Hastalığı hallerinde belirli<br />

koşullarla Kuruma, işverene rücu etme hakkı tanımıştır. Yargı kararlarında ve<br />

doktrinde yoğun tartışmalara neden olan bu düzenlemeye yasa koyucu da, zaman<br />

zaman müdahale etmiş, madde bir kez Anayasa Mahkemesi Kararına (23.5.1972,<br />

2/28, RG. 21.11.1972, 14368), üç kez de YĐBK’a yol açmıştır (31.3.1954, 17/10,<br />

RG. 15.7.1954, 8755; 31.3.1954, 18/11, RG. 16.7.1954, 8766; 1.7.1994, 3/3, RG.<br />

20.10.1995, 22439).<br />

aa) Rücu Davalarının Temeli<br />

Yarg. 10. HD.’nin 21.12.<strong>2004</strong> t., 12108/12264 s. kararında 26. maddeye<br />

dayanan rücu davalarının kendine özgü haleflik ilkesine dayandığı, Kurum alacağının<br />

sigortalı ya da hak sahiplerinin tazmin sorumlularından isteyebilecekleri<br />

miktarla sınırlı olduğu belirtilmiş, aşağıdaki gerekçelerle Kurumun rücu talebini<br />

kabul eden mahkeme kararı bozulmuştur.


Sigortalının işverene karşı açtığı tazminat davasında belirlenen kusur oranı<br />

ve maddi zarar miktarı, rücu davasında da bağlayıcıdır. Tazminat davasında<br />

olayın % 100 kaçınılmazlıktan kaynaklandığı bilirkişi raporu ile belirlenmiş ve<br />

kesinleşen karara da bu rapor dayanak alınmıştır. Kurumun açtığı rücu davalarında<br />

risk nazariyesine dayalı sorumluluk hali uygulanmaz. Gelir bağlanmasına ve<br />

yapılan giderlere, işverenin işçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki yükümlülüklerine<br />

aykırı davranmasının neden olmadığı kesinleşmiş yargı kararıyla sabittir. Kaçınılmazlıktan<br />

kaynaklanan iş kazasına bağlı harcamalardan dolayı işverene rücu<br />

edilmesi mümkün değildir (Yarg. 10. HD.’nin 20.12.<strong>2004</strong> t., 10657/12083 s. kararında<br />

da sigortalının açtığı tazminat davasındaki kusur ve hesap raporuna rücu<br />

davasında da uyulması gerektiği belirtilmiştir).<br />

Yarg. 10. HD.’nin 18.10.<strong>2004</strong> t., 6893/9341 s. kararı, rücu davsının koşullarını<br />

ayrıntılı biçimde ele almaktadır. 10. HD.’ne göre:<br />

Đşverenin 506 s.K.’nun 26. m’ne göre rücu alacağından sorumluluğu ancak<br />

işverenin kasdı, işçilerin sağlığını koruma ve iş güvenliği ile ilgili mevzuata<br />

aykırı hareketi ya da suç sayılır eyleminin varlığı halinde mümkün olup, maddede<br />

tadadi olarak belirtilen bu koşullar dışında işverenin genel hükümlere göre, bu<br />

bağlamda kaçınılmazlıktan dolayı sorumluluğundan söz edilemez.<br />

Diğer taraftan Kurumun rücu hakkı kendine özgü haleflik ilkesine dayandığından,<br />

sigortalı ya da hak sahiplerinin tazmin sorumlularına karşı açtıkları<br />

davalardaki kusur raporları rücu davsında da bağlayıcıdır. Dava konusu olayda da<br />

işveren kaçınılmazlık nedeniyle %100 kusursuz bulunmasına rağmen, risk nazariyesine<br />

göre tazminatla sorumlu tutulmuştur. Oysa 26. maddedeki tadadi sorumluluk<br />

hallerinden hiçbiri gerçekleşmediği için rücu davasının reddi gerekirdi.<br />

Kurumun rücu talebinin kabulüne ilişkin mahkeme kararının bozulması<br />

gerekir.<br />

Karara ekli karşı oy yazısında (Coşkun Erbaş), tazminat davasındaki bilirkişi<br />

raporunun yetersizliği vurgulanmış, rücu davası açısından sürülerek, konusunda<br />

yetişmiş iş güvenliği uzmanlarından oluşacak bir heyet marifetiyle yeniden<br />

kurulacak bir bilirkişi heyetinden rapor alınması gereği ileri sürülmüştür.<br />

bb) Rücu Alacağının Hesabı<br />

Yargıtay <strong>2004</strong> yılında rücu alacağının hesabına ilişkin bazı kararlar da<br />

vermiştir.<br />

Yarg. 10. HD., 5.7.<strong>2004</strong> t., 4728/6385 sayılı kararında (TÜBA, ĐĐÇB,


1516, 22.11.<strong>2004</strong>, 7), trafik iş kazası sonucu sürekli iş göremez duruma gelen ve<br />

bu nedenle kendisine Kurum tarafından sürekli iş göremezlik geliri bağlanan sigortalıdan<br />

dolayı, dış tavan belirlenirken, sigortalının kadın olduğundan bahisle<br />

aktif dönem zamanının yeni yasal düzenlemeler (4447 s.K.) göz önünde tutularak<br />

58 yaşa göre hesabını doğru bulmamıştır. 10. HD.’ne göre “aktif dönemden amaçlanan<br />

iş görebilirlik çağıdır. Diğer bir anlatımla sigortalının olağan biçimde işi<br />

görebilme (çalışabilme) gücünün devam etme süresidir ki, bu süre, Yargıtayca<br />

benimsenen görüşe göre, kadın ve erkek ayırımı yapılmaksızın kural olarak 60<br />

yaşa kadar devam edecektir. Bu nedenle Sosyal Güvenlik Yasalarında, sosyal<br />

amaç ya da istihdam politikaları gözetilerek değişik yaşlar ile tanınan emeklilik<br />

yaşının aktif dönem sonu olarak ele alınması uygun değildir.<br />

Her ne kadar, iş görebilirlik çağının 60 yaş esasını aşması ya da altında<br />

kalması olanak dışı değilse de, bunlar anılan kuralın istisnası olup kabulü için<br />

dayanakları saptanmak ve nedenleri hükümde gösterilmek gerekir…Somut olayda<br />

iş görebilirlik yaşının 60 yaş altında kabulünü gerekli kılan sebepler mevcut olmadığı<br />

halde aktif dönemi 58 yaşa göre belirleyen ve tavan hesabını” buna göre<br />

yapan kara bozulmalıdır (Bu konuda 2003 tarihli benzer bir karar ve değerlendirmesi<br />

için bkz., Şuğle, Yargıtay Kararları 2003, 11).<br />

Yarg. 10. HD.’nin 28.9.<strong>2004</strong> t., 5832/8104 s. kararında ise zarar hesabında<br />

dikkate alınacak ücret ile yaşlılık aylığının ölüm aylığına dönüşmesi üzerinde<br />

durulmuştur (ĐBD, 2005/2, 595-596). 10. HD.’ne göre:<br />

Gerçek zarar tavan hesabı yapılırken, sigortalı ölmeyip de çalışmasını<br />

sürdürebilseydi yararlanacak olduğu toplu sözleşme hükümlerinin dikkate alınmasına<br />

karşın, toplu sözleşmeden sonraki dönemdeki ücret hesabı uygun bulunmamıştır.<br />

Mahkeme hesabı, kaza tarihindeki ücreti esas alarak yapmıştır. 10. HD.’ne<br />

göre hesap, toplu sözleşme dönemi sonundaki ücretin asgari ücrete oranı dikkate<br />

alınarak yapılmalıydı. Ayrıca gelir bağlama kararında aylıklarda birleşme olduğu<br />

belirtildiğinden, birleşen bu gelirin sigortalının sağlığında ödenen primlere dayalı<br />

olarak hak ettiği yaşlılık aylığından dönüşen ölüm aylığı niteliğinde bulunması<br />

halinde, sigortalının 60 yaşından sonraki pasif yaşam süresi yönünden “bir destek<br />

kaybından söz edilemeyeceği için pasif dönemin gerçek zarar tavanı hesabına<br />

katılamayacağı bu nedenle” anılan gelirin niteliği araştırılarak sonucuna göre<br />

hesap yapılmalıydı”. Ancak istem ve hükmedilen miktar itibariyle bu aykırılıkların<br />

eldeki davayı etkilemeyip, ilerde açılacak davalarda ele alınabilecek olması<br />

nedeniyle kararın onanmasına karar verilmiştir (Yarg. 10. HD.’nin 23.3.<strong>2004</strong> t.,<br />

1454/2290 s.’lı kararı da aynı yöndedir; Ayrıca bkz. Başterzi, Yargıtay Kararları<br />

2001, 306 vd.).


Yarg. 10. HD.’nin 23.2.<strong>2004</strong> t., 11091/1145 s. kararında (ĐBD, <strong>2004</strong>/4,<br />

1770-1771), ceza davasındaki bilirkişi raporuyla yetinilmeyip kusur hakkında<br />

rücu davasında işkolunda uzman bilirkişi raporu alınması, ayrıca birleşen aylık<br />

yönünden (yukarıdaki kararda da belirtildiği gibi), ölüm aylığının yaşlılık aylığından<br />

dönüşüp dönüşmediği araştırılmadan pasif dönemin hesap dışı bırakılması<br />

usul ve yasaya aykırı bulunmuştur.<br />

cc) Rücu Alacağının Sınırı<br />

Yargıtay geçmiş yıllarda olduğu gibi <strong>2004</strong> kararlarında da, 506 s.K.’nun<br />

26. m.’nde düzenlenen rücu alacağının, halefiyet esasına dayandığından, Kurumun<br />

rücu alacağının, zararlandırıcı sigorta olayına uğrayan sigortalı veya hak<br />

sahibinin işverenden isteyebileceği miktarla sınırlı olduğunu vurgulamıştır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 15.6.<strong>2004</strong> t., 5441/5549 s. kararında (ĐBD, 2005/1,<br />

230) 10. HD., tavan sınırına uymayan ve eksik rücu alacağına karar veren mahkeme<br />

kararını bozarken aynen klasik ölçüyü tekrarlamıştır:<br />

“… Rücu davasının yasal dayanağı 506 s.K.’nun 26. maddesi haleflik e-<br />

sasına dayanır. Bu kural uyarınca, Kurumun rücu alacağı, zararlandırıcı sigorta<br />

olayına uğrayan sigortalının işverenden isteyebileceği miktarla sınırlıdır. Sigortalının<br />

işveren aleyhine açtığı…tazminat davasında sigortalının gerçek zararı tespit<br />

edilmiştir. Sosyal Sigortalar Kurumu sigortalının belirlenen bu zararına halef olabilecektir.<br />

Kurumun rücu davalarında bu tavanla sınırlı olarak istemde bulunabileceği<br />

göz önüne alınmadan, yazılı şekilde eksik rücu alacağına karar verilmesi,<br />

usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir (10. HD.’nin 19.1.<strong>2004</strong> t., 9461/25,<br />

TÜBA, ĐĐÇB, 1996, 5 Temmuz <strong>2004</strong>, 22; 6.7.<strong>2004</strong> t., 4769/6486 sayılı kararları<br />

da aynı yöndedir).<br />

dd) Rücu Davalarında Kusurun Rolü<br />

Yarg. 10. HD.’nin 18.10.<strong>2004</strong> t., 6893/9341 s. kararına (ĐBD, 2005/2,<br />

598-599) konu olayda Kurum, iş kazası sonucu sürekli iş göremez duruma düşen<br />

sigortalıya gelir bağladıktan ve gerekli masrafları yaptıktan sonra işverene karşı<br />

rücu davası açarak yaptığı giderlerin ödenmesini istemiş, mahkeme de talebi kabul<br />

etmiştir. 10. HD. 26. m.’ye göre işverenin ancak, kasdından, işçi sağlığını ve<br />

iş güvenliğini koruyucu mevzuata aykırı davranmasından ve suç sayılır hareketinden<br />

sorumlu olacağını bunların dışında genel hükümlere göre, bu arada kaçınılmazlıktan<br />

dolayı sorumlu tutulamayacağını belirterek Kurumun rücu davasını<br />

kabul eden mahkeme kararını bozmuştur. Yine 10. HD. 26. maddeye dayalı rücu<br />

hakkının kendine özgü haleflik ilkesine dayanması nedeniyle, sigortalı ya da hak


sahiplerinin tazmin sorumluluklarına karşı açtıkları tazminat davalarında verilen<br />

kusur raporlarının rücu davaları açısından da bağlayıcı olduğuna kara vermiştir.<br />

Ayrıca 10. HD., tazminat davasında, Đşçi Sağlığı ve Đş Güvenliği Mevzuatına uygun<br />

olarak düzenlenen kusur raporunda (müfettiş raporunu da teyit edercesine)<br />

olayın, % 100 kaçınılmaz olduğundan söz edilerek işverenin kusursuz bulunmasına<br />

rağmen, risk nazariyesine dayanılarak tazminatla sorumlu tutulan işverenin,<br />

rücu davasında sorumlu tutulmaması gerektiğini ileri sürerek, rücu davasını kabul<br />

eden mahkeme kararını bozmuştur.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 5.7.<strong>2004</strong> t., 4798/6394 sayılı kararında ise (ĐBD,<br />

2005/1, 233-234) tazminat davasındaki kusur oranı hakkında daha farklı bir sonuca<br />

varmıştır.<br />

Davacı Kurum, sigortalıya bağlanan sürekli iş göremezlik geliri ve diğer<br />

harcamalar dolayısıyla işverene karşı rücu davası açmış, mahkeme davayı reddetmiştir.<br />

10. HD.’ne göre:<br />

“…davanın yasal dayanağı 506 s.K.’nun 26. m.’sidir. Anılan maddeye<br />

göre işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerini almayan işveren Kuruma karşı sorumludur…Sigortalı<br />

tarafından işveren aleyhine açılan ve kesinleşen…tazminat davasında<br />

hükme esas alınan kusur raporunda her ne kadar % 100 kaçınılmazlık olduğu<br />

kabul edilmiş ise de, söz konusu rapor içeriği itibariyle iş bu davada bağlayıcı<br />

değildir. Zira kaçınılmazlıktan söz edebilmek için işveren işçi sağlığı ve iş güvenliği<br />

mevzuatı ile teknolojinin gerektirdiği bütün tedbirleri almış olmasına rağmen<br />

beklenmedik ve önlenemez nedenlerle iş kazasının meydana gelmiş olması gerekir.<br />

Oysa kazanın oluş şekli dikkate alındığında kumaşın mile sarılmamasından<br />

kaynaklanan aksaklığın giderilmesi için sigortalının müdahalede bulunduğu anlaşılmaktadır.<br />

Şayet kumaş sarma işlemi uygun şekilde yapılmış olsaydı, sigortalı<br />

buna müdahale etmeyebilir ve böyle bir kaza da meydana gelmeyebilirdi. Olayın<br />

oluşuna uygun bulunmayan ve hüküm kurmaya yeterli olmayan olayda % 100<br />

kaçınılmazlığın bulunduğunun kabulüne dair kusur raporu ile hüküm kurulmuş<br />

olması usule ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir”.<br />

Görüldüğü gibi karar, 10. HD.’nin bu konudaki diğer kararları ile uyumlu<br />

değildir. 10. HD.’nin bu konudaki yaygın görüşü, sigortalının veya hak sahibinin,<br />

iş kazasının sorumlularına karşı açtığı tazminat davalarındaki kesinleşmiş kararların,<br />

bu davalarda alınmış bilirkişi raporlarının ve kusur oranlarının, Kurumun<br />

açtığı rücu davalarında da bağlayıcı olduğudur. Bu görüşün dayanağı ise, 26.<br />

maddede düzenlenen rücu hakkının, halefiyet ilkesine dayandığı, Kurumun, ancak<br />

sigortalının veya hak sahibinin iş kazasına neden olana karşı ileri sürebileceği<br />

hakları kullanabileceğidir. Tazminat davasındaki hükme esas olan bilirkişi rapo-


undaki kusurluluğu, rücu davasında tartışıp yeniden rapor istemek, halefiyet ilkesine<br />

aykırı olduğu gibi kesin hüküm kavramına da ters düşmektedir. 10. HD., olay<br />

adaleti uğruna, yerleşmiş görüşlerinden ve prensiplerinden istisnaen de olsa vaz<br />

geçmektedir.<br />

Yarg. 10. HD., 8.3.<strong>2004</strong> t., 83/1611 s. kararında (TÜBA, ĐĐÇB, 1509,<br />

4.10.<strong>2004</strong>, 13), da işverenin kusursuz olması halinde rücu alacağından sorumlu<br />

olmayacağı diğer bazı teknik konular yanında ayrıca vurgulanmıştır.<br />

ee) Rücu Davalarında Faiz<br />

Yarg. 10. HD.’nin 23.2.<strong>2004</strong> t., 10792/1121 s. kararı (ĐBD, 2005/2, 593-<br />

594) rücu davalarında faizin başlangıç tarihine ilişkindir. Kararda, bağlanan gelirler<br />

yönünden faizin gelirin onay tarihinden başlayacağı belirtilmiştir ki bu Yargıtay’ın<br />

yerleşmiş içtihatlarına uygundur. Rücu davalarında faizin başlangıcı giderler<br />

açısından ödeme tarihi, bağlanmış gelirler açısından ise ayrı ayrı tahsis onay<br />

tarihi olarak uygulanmaktadır (Güzel/Okur, 282; Kararlar için de bkz., 282, dn.<br />

239).<br />

f) Rücu Davalarında m. 26, m. 10 Đlişkisi<br />

506 s.K.’nun 10. ve 26. maddelerinde Kurumun işverene rücu hakkı konusu<br />

ayrı ayrı düzenlenmiştir. Bu iki madde arasındaki temel fark, 10. m.’nin,<br />

bildirilmeyen sigortalılar hakkında, 26. m.’nin ise bildirilen sigortalılar hakkında<br />

uygulanacak olmasıdır. Đkinci önemli fark, 10. m.’de sorumluluk için kusur aranmaması,<br />

bildirmemiş olmanın yeterli oluşudur. 26. maddedeki sorumluluk için<br />

maddede tadadi (sınırlı) olarak sayılan kusurlu hallerden birinin gerçekleşmesi<br />

aranmaktadır. Bir diğer fark 26. m.’nin halefiyet ilkesine dayandığı, 10. m.’de<br />

halefiyet aranmadığıdır…Son olarak da rücu alacağının kapsamı farklı düzenlenmiştir.<br />

10. m. açısından gelir artışlarının istenemeyeceği iddia edilmektedir. Bir<br />

başka iddia 10. m.’de 26. m.’deki gibi bir tavan sınırının bulunmadığıdır (Bu tartışmalar<br />

için bkz. Güzel/Okur, 270 vd., 283 vd; Tuncay/ Ekmekçi, 236 vd, 427 vd;<br />

Caniklioğlu, Yargıtay Kararları 2002, 351 vd; Şuğle, Yargıtay Kararları, 2003,<br />

273 vd; Sözer, Yargıtay Kararları 2003, 248-251).<br />

Yarg. 10. HD.’nin 19.4.<strong>2004</strong> t., 2146/3306 s. kararında (ĐBD, <strong>2004</strong>/4,<br />

1782-1783) 10. ve 26. madde arasında bir uygulama sırasından söz edilmektedir.<br />

“… davanın yasal dayanağı 506 s. SSK’nun 10 ve 26. maddeleridir. Öte<br />

yandan yerleşik Yargıtay uygulamalarına göre, anılan yasa maddelerine dayanılarak<br />

açılan bu tür rücu davalarında; 10. m.’nin uygulama önceliğinin bulunduğu<br />

açıktır. Somut olayda ise 10. m.’nin öngördüğü koşulların araştırılmadığı da orta-


dadır. Bu durumda yapılacak iş öncelikle dosyada sigortalı dışında bir başka şahsın<br />

işe giriş bildirgesi bulunduğundan, doğru işe giriş bildirgesinin istenmesi, 10.<br />

m.’de öngörülen koşulların bu davada oluşup oluşmadığı yönü incelenmek, oluştuğunun<br />

belirlenmesi durumunda işveren davalı yönünden anılan madde çerçevesinde<br />

hüküm kurmak, oluşmadığının saptanması halinde ise şimdiki gibi karar<br />

vermekten ibarettir” (Olayda davacı kurum zararının rücuan ödetilmesini istemiş,<br />

mahkeme de bu talebi kabul etmiştir).<br />

Bizce 10. m. ile 26. m. arasında bir öncelik söz konusu olamaz. Olayın<br />

özelliği hangi hükmün uygulanmasını gerektiriyorsa o hüküm uygulanacaktır. Bu<br />

iki hüküm farklı sorumluluk ilkelerine dayanmaktadır. 10. m.’de kusur aranmamasına<br />

karşılık 26. m. açısından işverenin kusurlu olması gerekmektedir (Şuğle,<br />

Yargıtay Kararları 2003, 13). Kaldı ki işveren, iş kazasına uğrayan işçiyi Kuruma<br />

bildirmiştir veya bildirmemiştir. Bildirmişse 26., bildirmemişse 10. madde uygulanacaktır.<br />

Bu aşamadan sonra da 10. veya 26. madde koşullarının gerçekleşip<br />

gerçekleşmediği araştırılacaktır. Kuruma bildirilmiş bir işçi için önce 10.m. koşulları<br />

aranamayacağı gibi, bildirilmemiş bir işçi için de 26. m. Koşullarına gidilmeyecektir.<br />

Ancak istisnaen de olsa her iki maddenin birlikte uygulanması düşünülebilir.<br />

Đşveren sigortalıyı hem bildirmemiş hem de, iş kazası ve meslek hastalığının<br />

meydana gelmesinde kusurlu davranmışsa, Kuruma karşı hem 10, hem de 26.<br />

maddeler çerçevesinde aynı anda sorumlu tutulabilecektir.<br />

Yargıtay ise her iki maddenin de uygulanabileceği hallerde, Kurum lehine<br />

olan 10. maddeye öncelik verilmesine taraftardır. Yukarıdaki kararda da belirtildiği<br />

gibi 10. maddenin önceliği vardır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 27.12.<strong>2004</strong> t., 11066/12524 s. kararı basit bir onama<br />

kararı görünümünde olmakla birlikte, karar ekli karşı oy yazısından (Zafer Erdoğan)<br />

bazı bilgilere ulaşılmaktadır. Karşı oyda belirtildiğine göre: 10. m.’deki rücu<br />

hakkı halefiyete dayanmayan bir rücu hakkıdır. Bu davalarda Kurum sadece bağladığı<br />

gelirin ilk peşin değerini isteyebilir. Gelirlerde meydana gelen artışlar istenemez.<br />

Artışları istenemediğinden burada tavan hesabı yapılamayacağı gibi, hakkaniyet<br />

indirimi de uygulanamayacaktır. Karşı oydan anlaşılan, daire görüşünün,<br />

burada da bir tür halefiyet olduğu, giderlerin ve gelirdeki artışların da istenebileceği,<br />

tavan sınırının burada da uygulanacağı, gerekiyorsa hakkaniyet indirimine<br />

de gidileceği yolunda olduğudur. 10. HD., 10. m.’de halefiyete dayalı bir rücu<br />

olmamasına rağmen 26. m.’deki tavanın kıyasen uygulanacağını, BK. 43 ve 44.<br />

m.’lerdeki hakkaniyet indirimine de gidileceğini kabul etmektedir (Güzel/Okur,<br />

284 vd.; Caniklioğlu, Yargıtay Kararları 2002, 354 vd.).


f) Sürekli Đşgöremezlik Geliri<br />

Đş kazası meslek hastalığı sigortasından yapılan sürekli para yardımı sürekli<br />

işgöremezlik geliri bağlanmasıdır. <strong>2004</strong> kararları içinde sürekli işgöremezlik<br />

geliri ile ilgili bulabildiğimiz tek karar sürekli işgöremezlik gelirinin başlangıcına<br />

ilişkin karar oldu.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 30.3.<strong>2004</strong> t., 11329/2544 s.kararına konu olayda (Çimento<br />

Đşveren, Kasım <strong>2004</strong>, 76-77) sigortalı sürekli işgöremezlik gelirinin kaza<br />

tarihinden başlatılmasını talep etmiş, mahkeme davanın reddine karar vermiştir.<br />

Konunun anlaşılabilmesi için olayların kronolojik olarak sıralanması yararlı olacaktır:<br />

31.1.1997: Đş kazası,<br />

22.12.1998: Sağlık kurulu raporu, % 35 MKGKO,<br />

11.6.1999: Sürekli işgöremezlik geliri için başvuru,<br />

22.10.1999: Olayı iş kazası saymayan müfettiş raporu,<br />

9.7.2001: Yeniden başvuru üzerine yeni müfettiş raporu olayı iş kazası<br />

olarak kabul etmiş,<br />

5.10.2001: Sürekli işgöremezlik geliri bağlanmış,<br />

Aydın Đş Mahkemesinden olayın iş kazası olduğuna ve sürekli<br />

işgöremezlik geliri bağlanması gerektiğine ilişkin karar alınmış, karar kesinleşmiş,<br />

10. HD., aşağıdaki gerekçelerle mahkemenin sürekli işgöremezlik geliri<br />

bağlanması talebini reddeden kararını bozmuştur;<br />

“Sıralanan maddi ve hukuki olgular ışığında davalı Kurumun 11.6.1999<br />

tarihli dilekçe ve ekindeki sağlık kurulu raporuyla, sigortalının iş kazası sonucu<br />

sürekli işgöremezlik durumuna girdiğinden haberdar olduğu, iş kazası nedeniyle<br />

sürekli işgöremezlik geliri bağlanması gereğinin kesinleşen mahkeme kararıyla da<br />

belirlendiği ve 506 s.Yasanın 31. maddesi hükmü de gözetildiğinde, davacıya<br />

11.6.1999 tarihli başvurusunu izleyen üç aylık sürenin sonunda gelir bağlanması<br />

yasal gerekliliği gözetilmeksizin davanın tümden reddine karar verilmiş olması<br />

usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir”.<br />

Olayda ve kararda bazı noktalar anlaşılamamaktadır. Đş kazası 31.1.1997<br />

tarihinde olmuş, sağlık kurulu raporu 22.12.1998’de alınmıştır. Yani bir yıl, do-


kuz ay yirmibir gün sonra. Oysa 506 s.K.’nun 27. maddesine göre işveren iş kazasını,<br />

o yer yetkili zabıtasına derhal, Kuruma da en geç kazadan sonraki iki gün<br />

içinde yazı ile bildirmek zorundadır.<br />

Bir başka anlaşılamayan nokta hastane raporuna rağmen ilk müfettiş raporunda<br />

(22.10.1999) olayın iş kazası sayılmaması, ancak bu rapordan 8 ay 17<br />

gün sonra alınan ikinci müfettiş raporunda (9.7.2001) olayın iş kazası olarak kabul<br />

edilmesi ve sürekli işgöremezlik gelirinin 5.10.2001 itibariyle (yani başvuruyu<br />

izleyen 3 ay içinde) bağlanmış oluşudur.<br />

Üzerinde durulması gereken bir konu da gelirin, başvuruyu izleyen üç<br />

aylık sürenin sonunda bağlanması gereğinden söz edilmiş oluşudur.<br />

Sağlık kurulu raporunun niçin geç verildiği, niçin ilk müfettiş raporunda<br />

olayın iş kazası sayılmayıp, 8 ay 17 gün sonraki ikinci müfettiş raporunda iş kazası<br />

sayıldığı konusunda yorum yapma imkanımız olmadığından, biz burada sadece<br />

31. maddedeki üç aylık sürenin karardaki yorumuna değineceğiz. Kararda başvuruyu<br />

izleyen üç aylık sürenin sonunda gelir bağlanmasının yasal zorunluluk olduğundan<br />

söz edilmektedir.<br />

31. maddede başvuruyu izleyen üç aydan söz edilmemektedir. Ayrıca 31.<br />

maddede gelirin ne zaman başlatılacağı da düzenlenmemiştir. 31. madde Kuruma,<br />

belirlediği geliri ilgililere bildirme yükümlülüğü getirmektedir. Maddedeki üç<br />

aylık süre bildirim süresidir. Bu sürenin başlangıcı da sigortalının başvuru tarihi<br />

değil, “yapılan inceleme ve soruşturmalar sonunda gerekli belgelerin tamamlandığı<br />

tarihtir”. Kurum gerekli belgeler tamamlandıktan sonra üç ay içinde sürekli<br />

işgöremezlik gelirini hesaplayıp ilgililere (bu arada iş kazası sonucu sürekli<br />

işgöremez duruma düşen sigortalıya) bildirecektir. Đlgililer de bu bildirimden itibaren<br />

bir yıl içinde yetkili mahkemeye başvurarak Kurumun kararına itiraz edebilecektir.<br />

Sürekli işgöremezlik gelirinin ne zaman başlayacağı m. 19/I’den hareketle<br />

belirlenmektedir. Madde açıkça”… iş kazası veya meslek hastalığı sonucu meslekte<br />

kazanma gücünün en az % 10 azalmış bulunduğu Kurumca tespit edilen<br />

sigortalı, sürekli işgöremezlik gelirine hak kazanır” denmektedir. Bu durumda,<br />

sürekli işgöremezlik gelirinin, sürekli işgöremezlik halini saptayan rapor tarihinden<br />

itibaren bağlanması gerekmektedir… Malullük aylığı rapor tarihini, ölüm<br />

aylığı ölüm tarihini, yaşlılık aylığı talep tarihini izleyen aybaşından başlatılır.<br />

Gelir ise, ertesi ayın başından değil, rapor tarihinden başlatılır. Zira daha önceki<br />

dönemde sigortalıya geçici işgöremezlik ödeneği ödenmektedir. Geçici<br />

işgöremezlik ödeneği ödenen dönemi de kapsar biçimde sürekli işgöremezlik<br />

geliri ödenmesi mümkün değildir. Bu nedenle Yarg. 9. HD.’nin, sigortalıya, iş


kazası tarihinden itibaren gelir bağlanmasını öngören 16.4.1966, 2163/3098 s.’lı<br />

kararı isabetli sayılamaz (Aslanköylü, 495). Yarg. 10. HD.’nin 23.12.2002 t.,<br />

7646/9978 sayılı kararında, 506 s.K.’nun 19. maddesine göre sürekli işgöremezlik<br />

hali sağlık kurulu raporuyla tespit olunur ve sigortalı rapor tarihinden itibaren<br />

sürekli işgöremezlik gelirine hak kazanır diyerek, mahkemenin kaza tarihinden<br />

itibaren gelir bağlanmasına hükmeden kararını bozmuştur (Aslanköylü, 497).<br />

g) Ana Babaya Gelir Bağlanması<br />

Đş kazası meslek hastalığı sigortasından yapılan bir diğer parasal yardım<br />

da iş kazası veya meslek hastalığı sonucu ölen sigortalının hak sahiplerine, bu<br />

kapsamda ana babasına gelir bağlanmasıdır. 506 s.K.’nun 24. maddesine göre ana<br />

babaya gelir bağlanabilmesi için “sigortalının ölümü tarihinde eşine ve çocuklarına<br />

bağlanması gereken gelirlerin toplamı sigortalının yıllık kazancının %<br />

70’inden” aşağı olması ayrıca ana babanın geçiminin sigortalı tarafından sağlandığının<br />

belgelenmesi lazımdır. Maddede 29.7.2003 tarih ve 4958 s.K.’la yapılan<br />

değişiklikle (RG. 6.8.2003, 25191) “geçiminin sigortalı tarafından sağlandığı<br />

belgelenen” ibaresi metinden çıkarılmış, bunun yerine “sosyal güvenlik kuruluşlarına<br />

tabi çalışmayan veya 2022 sayılı K.’a göre bağlanan aylık hariç olmak üzere<br />

buralardan her ne ad altında olursa olsun gelir veya aylık almayan” ibaresi konmuştur<br />

(Bu konuda bkz. Güzel/Okur, 267 vd.; Tuncay/Ekmekçi, 293 vd.;<br />

Aslanköylü, 532 vd.). Bu değişikliğin uyuşmazlıklara hangi tarihe göre yansıtılacağı<br />

yargı kararlarında farklı görüşlere neden olmuştur.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 1.4.<strong>2004</strong> t., 388/2666 s. kararında (Aslanköylü, 540-<br />

541), “HUMK m. 76 uyarınca hakim bir davada sadece tarafların ileri sürdükleri<br />

maddi vakıalar ve neticei taleple bağlı olup, dayandıkları kanun hükümleri ve<br />

onların tavsifleriyle bağlı olmadığından yürürlükteki kanunları re’sen tatbik ederek<br />

iddia ve müdafadaki neticei talepleri karara bağlamakla mükelleftir…görülmekte<br />

olan dava, yasanın değiştiği tarihte henüz derdest olup, sosyal<br />

güvenlik hukukunun kamu düzeni ile ilgili olması nedeniyle, sigortalı veya hak<br />

sahipleri lehine getirilen yasal düzenlemelerin derdest davalara da uygulanması<br />

gerekeceği tartışmasızdır…506 s.K.’nun lehe değişen hükümleri nazara alınmadan<br />

eksik inceleme ile ölüm tarihindeki mevzuat çerçevesinde yapılan araştırma<br />

sonucunda, davacının geçiminin sigortalı tarafından sağlanmadığı gerekçesiyle<br />

yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma<br />

nedenidir” görüşü ileri sürülmüştür.<br />

Buna karşılık karara ekli karşı oy yazısında (Coşkun Öztürk) karşı görüş<br />

savunulmuştur. Buna göre:


“…SSK’nun m.24/1’de yapılan son düzenlemeye göre, sigortalının ana<br />

ve babasına gelir bağlanmasına ilişkin koşul “sosyal güvenlik kuruluşlarına tabi<br />

çalışmayan veya 2022 s.K.’a göre bağlanan aylık hariç olmak üzere buralardan<br />

her ne ad altında olursa olsun gelir ve aylık almayan” biçiminde değiştirilmiştir.<br />

Bu değişiklik 6.8.2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sigortalı ise 30.1.2002 tarihinde<br />

vefat etmiştir. Bu değişiklik 4958 s.K.’nun yürürlüğe girdiği tarihten sonra<br />

ölen sigortalıların anne ve babalarına bağlanacak gelirler yönünden uygulanabilir.<br />

Bilindiği gibi bir kimse çalıştığı tarihte yürürlükte olan Sosyal Güvenlik Kanunlarının<br />

cevaz verdiği ölçüde sosyal sigorta haklarından yararlanabilir. Sonradan<br />

yürürlüğe giren kanun istisnai hüküm getirmemişse geriye yönelik uygulanmaz”.<br />

Bizce burada dikkat edilecek nokta uyuşmazlığın kesinleşmiş olup olmadığıdır.<br />

Uyuşmazlık kesin hükme bağlanmışsa değişikliğin bunlara uygulanması<br />

mümkün değildir. Ancak derdest olan (henüz karara bağlanmayan olaylarda)<br />

sosyal güvenlikle ilgili kuralların derhal uygulanması gerekir. Değişikliğin lehe<br />

ise geriye yürümeyeceği görüşünü de (Aslanköylü, 539) dikkatli değerlendirmek<br />

gerekir. Eğer yasa saklı tutmuşsa, değişiklik geriye yürütülmeyebilir (4447<br />

s.K.’nun 81. m. hükmünde olduğu gibi). Ama saklı tutulmamışsa kesinleşmemiş,<br />

derdest tüm davalara uygulanması gerekir (isteğe bağlı sigortada tescil yerine<br />

1080 gün prim koşulu getirilişi gibi).<br />

Yarg. 10. HD.’nin 7.6.<strong>2004</strong> t., 2514/5050 s. kararında da diğer bazı konular<br />

yanında 24. m.’deki değişikliğin yürürlük tarihine de değinilmiş, yeni kuralın<br />

derdest olan eski olaylara da uygulanacağı görüşü tekrarlanmıştır. Bu kararda<br />

da, karşı oy (Coşkun Öztürk) aynen tekrarlanmış, değişikliğin geriye yürümeyeceği,<br />

herkesin çalıştığı tarihte yürürlükte olan Sosyal Güvenlik Kanunlarının cevaz<br />

verdiği ölçüde sosyal sigorta haklarından yararlanacağı belirtilmiştir. Ancak<br />

değişiklik sigortalının haklarını genişletiyor ona yeni olanaklar, daha lehe düzenlemeler<br />

getiriyorsa, bunlardan sigortalının niçin yararlandırılmayacağı anlaşılamamaktadır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 25.10.<strong>2004</strong> t., 5016/9708 sayılı kararında ise karşı<br />

oydaki görüş dile getirilmektedir. Karara göre, “hakkı doğuran ölüm olayı 4958<br />

s.K.’nun yürürlük tarihinden önce gerçekleştiğinden davacılara müteveffa çocukları<br />

üzerinden gelir bağlanabilmesi için geçimlerinin ölüm tarihi ve öncesinde<br />

sürekli ve düzenli olarak sigortalıca karşılanması gerekir. Ancak davacı babanın,<br />

sigortalının ölüm tarihi itibariyle, Sosyal Sigortalar Kurumundan yaşlılık aylığı<br />

alması karşısında baba yönünden bu koşul gerçekleşmemiştir. Dolayısı ile baba<br />

yönünden davanın reddi gerekirken kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı<br />

olup bozma nedenidir”.


Baba kendi çalışması nedeniyle yaşlılık aylığı almaktadır. 4958 sayılı Yasa<br />

değişikliğini de uygularsak babaya ölüm geliri bağlamak mümkün değildir.<br />

Ancak 10. HD’.nin kararları arasındaki bu farklılıkların bizzat daire tarafından<br />

giderilmesi, olmuyorsa içtihadı birleştirme yoluna başvurulması gerekmektedir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 20.12.<strong>2004</strong> t., 8966/12121 s. kararına konu olayda, iş<br />

kazası sonucu vefat eden sigortalının annesine destek olduğuna ilişkin muhtarlık<br />

ilmuhaberi ile iş kazasından ölüm geliri bağlanmıştır. Kurumca yapılan incelemede<br />

Mehmet’in 10 günlük sigortalı olduğu bu kazancı ile annesinin geçimini sağlamasının<br />

mümkün olmadığı, ayrıca annenin o tarihlerde sigortalı çalışmasının<br />

bulunduğu, bir süre sonra anneye eşinden boşanması üzerine babasından yetim<br />

aylığı tahsis edildiği, bunun üzerine Kurumun ölüm gelirini iptal ederek hak e-<br />

dilmeden ödenen aylıkların geri istendiği, davacı annenin de bunun üzerine Kurum<br />

işleminin iptali ile durdurulan aylıklarının devamını sağlamak için bu davayı<br />

açtığı anlaşılmaktadır. Kurum ise açtığı davada fuzulen ödenen aylıkların tahsilini<br />

istemektedir. Bu davalar birleştirilmiştir.<br />

Mahkeme davacının, Kurumun durdurma işleminin iptali ile durdurulan<br />

aylıklarının ödenmesi talebini kabul etmiş, 10. HD. ise aşağıdaki gerekçelerle<br />

kararı bozmuştur: “…davacının, oğlu Mehmet’in çalışmış olduğu dönemde ve<br />

ölüm tarihinde sigortalı olarak çalıştığı ve oğlunun ölümünden sonra işyerinden<br />

ayrıldığı anlaşılmaktadır. Bu durum, davacı annenin geçiminin oğlu tarafından<br />

sağlanmadığını gösterir. Ayrıca, 10 gün gibi çok kısa süreli bir çalışmada sigortalının<br />

annesine sürekli olarak yardım sağladığının kabulü mümkün değildir…dosyadaki<br />

“Beyan ve Taahhüt Belgeleri” de, sigortalı olarak çalıştığını beyan<br />

etmeyen davacının iyi niyetli olmadığını göstermektedir…ölüm tarihi itibariyle<br />

yürürlükte olan 506 s.K.’nun 24. m. gereğince anneye gelir bağlama koşulları<br />

oluşmadığından davacının davasının reddi ile fuzulen ödenen aylıkların (gelirlerin<br />

denmeliydi) tahsiline karar verilmesi gerekirken yanılgılı gerekçe ile yazılı<br />

şekilde (davanın kabulüne) karar verilmiş olması usule ve yasaya aykırı olup<br />

bozma nedenidir.<br />

Görülüyor ki bu kararda da dava 4958 tarihli yasanın yürürlüğü içinde<br />

derdest olmasına rağmen eski yasaya göre hüküm kurulmuştur. Gerçi davacı babasından<br />

yetim aylığı almakta olduğundan belki oğlundan bağlanan ölüm geliri<br />

yine de iptal edilecekti. Ancak kararda, olaya bu açıdan bakılmadığı için, olayda<br />

anılan değişik tarihlerin buna imkan verip vermediği de açık değildir.<br />

2. Hastalık Sigortası<br />

Anayasanın 50. maddesinde “kimse yaşına, cinsiyetine ve gücüne uyma-


yan işlerde çalıştırılamaz” denerek insan sağlığı güvenceye kavuşturulmak istenmiştir.<br />

Yasa koyucu da bu güvencenin yaşama geçirilebilmesi için başta Đş K.<br />

ve SSK olmak üzere değişik yasalarda değişik hükümlere yer vermiştir (Güzel/Okur,<br />

311 vd.; Şuğle, Yargıtay Kararları 2003, 275 vd.). Bu hükümlerden biri<br />

de SSK.’nun 41. m.’dir. Bu madde sigortalının bünyesine uygun bir işte çalıştırılmasını<br />

öngörmekte, buna aykırı davranışı yaptırıma bağlamaktadır.<br />

a) Elverişlilik Raporu Almayan Đşverene Rücu<br />

Yarg. 10. HD.’nin 23.11.<strong>2004</strong> t., 9420/10775 sayılı kararına konu olayda<br />

Kurum hastalık sigortasından sigortalı için yapılan harcama ve ödemeler nedeniyle<br />

uğranan kurum zararının rücuan ödenmesi için işverene karşı 41. m.’ye dayanarak<br />

dava açmış, mahkeme davanın reddine karar vermiştir. 10. HD. ise;<br />

“…işverenin sigortalıyı işe alırken, sigortalının işe girmezden önce hasta olduğu,<br />

bünyece elverişlilik raporu alınmadan Ağır ve Tehlikeli Đşler Tüzüğünün 30.<br />

m.’nde sayılan bina inşaatı işinde çalıştırıldığı, çalışmalar sırasında hastalanarak<br />

tedavi gördüğü tartışmasız olduğuna göre yapılan tedavi masraflarından işverenin<br />

506 s.K.’nun 41. m.’ne göre sorumlu olacağı düşünülmeksizin mahkemece yanılgılı<br />

değerlendirme sonucu yazılı olduğu şekilde davanın reddine karar verilmesi<br />

usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir” diyerek mahkeme kararını bozmuş,<br />

kurumun rücu alacağını kabul etmiştir. Karar 41. maddenin basit bir uygulamasından<br />

ibarettir.<br />

b) Üçüncü Kişiye Rücu<br />

506 s. SSK.’nun 39. m.’nde kasdı veya suç sayılır hareketi ile sigortalının<br />

eşinin veya çocuğunun hastalanmasına sebep olan kimseye bu kanun gereğince<br />

hastalık sigortasından yapılan her türlü giderler tazmin ettirilir, denmektedir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 21.10.<strong>2004</strong> t., 7094/9572 sayılı kararı da hastalık sigortasından<br />

yapılan yardımlar nedeniyle Kurum zararının rücuan ödetilmesine<br />

ilişkindir. Mahkeme Kurumun talebini kabul etmiş, 10. HD. ise illiyet bağı yeterince<br />

araştırılmadığı için kararı bozmuştur. 10. HD.’ne göre:<br />

“506 s. SSK.’nun 39. m.’nde kasdı veya suç sayılır hareketi ile sigortalının<br />

hastalanmasına sebep olan kimseye bu kanun gereğince hastalık sigortasından<br />

yapılan yardımların tazmin ettirileceğinin düzenlenmiş olmasına göre, hareket ile<br />

hastalanma arasında bir illiyet bağı olması gerektiğine şüphe yoktur. Davaya konu<br />

somut olayda, ilgili hazırlık evrakına da konu olan darp iddiası ve sigortalıya yapılan<br />

sağlık yardımlarının darp olayı iddiası ile ilgisi olup olmadığı araştırılmamıştır…<br />

Mahkemece, açıklanan bu maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın<br />

yazılı düşüncelerle davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve ya-


saya aykırı olup bozma nedenidir”.<br />

c) Özel Sağlık Kuruluşlarında Tedavi<br />

Hastalık sigortasından yapılacak tedavinin nasıl olacağı 506 s.K.’nun 118,<br />

SSĐY’nin 54 ve 57. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu maddeler <strong>2004</strong> yılında bazı<br />

değişikliklere uğramıştır. Đnceleyeceğim kararlar bu hükümlerin eski metinleri ile<br />

ilgili olduğundan önce eski metinle ilgili bilgi aktaracak, sonra <strong>2004</strong> değişikliklerini<br />

yansıtacak daha sonra da özel sağlık kuruluşlarında tedavi ile ilgili kararları<br />

ele alacağım. Bu kararlardan biri sigortalı ile ikisi de sigortalının çocukları ile<br />

ilgilidir.<br />

118. m.’nin eski başlığı “Tedavinin kurum hekimlerince yapılacağı” şeklindeydi<br />

ve madde “hastalık ve analık yardımlarından yararlanacak olanlar Kurumca<br />

tesbit edilecek belgelerle kuruma bağlı sağlık müesseselerine veya Kurum<br />

hekimlerine başvurarak muayene ve tedavi olurlar” demekteydi.<br />

Yönetmeliğin 54. m.’si ise, kurum sağlık yardımlarından yararlanma hakkı<br />

bulunan kişilerin, kural olarak Kuruma ait sağlık tesislerinde tedavi göreceklerini<br />

belirtmekteydi.<br />

Yönetmeliğin 57. m. ise bu kurala bir istisna getirerek, ani ve acil hallerde<br />

Kurum sağlık tesisleri dışındaki bir sağlık kuruluşunda da tedavi imkanı getirmiş<br />

ve Kurum sağlık tesisleri dışındaki tedavi harcamalarının ödenmesine izin vermiştir.<br />

Bunun için ani ve acil hastalık durumunun raporla doğrulanması, ayrıca bunun<br />

Kurumca da kabul edilmesi gerekmektedir (bkz. Başterzi, Yargıtay Kararları<br />

2001, 340 vd.; Caniklioğlu, Yargıtay Kararları 2002, 363 vd.). 24.6.<strong>2004</strong> t., 5198<br />

s. K.’la (RG. 6.7.<strong>2004</strong>, 25514) 118. m.’nin başlığı “tedavinin nasıl yapılacağı”<br />

olarak değiştirilmiş, madde ise “hastalık ve analık yardımlarından yararlanacak<br />

olanlar Kurumca tespit edilecek belgelerle Kurumca bildirilen sağlık müesseselerine<br />

veya hekimlere başvurarak muayene ve tedavi olurlar” biçiminde yeniden<br />

düzenlenmiştir. Böylece Kurum hastanelerinin, sağlık Bakanlığına devrinin ilk<br />

hazırlıkları da başlamıştır.<br />

Yönetmeliğin 54. maddesi, “Kurumca bildirilmeyen Sağlık Tesislerindeki<br />

Tedavi Masraflarının Ödenmeyeceği Haller” başlığı altında “Kurumca sağlık<br />

yardımlarından yararlandırılan, ancak Kurum ya da Kurum tarafından sözleşme<br />

veya protokol yapıldığı bildirilen kamu ve özel sağlık tesisleri ile hekimlere başvurmadan<br />

muayene ve tedavilerini, başka hekim veya sağlık tesislerinde yaptıranların<br />

bu tedavileri dolayısıyla yaptıkları masraflar ödenmez” şeklinde düzenlenmiştir<br />

(1.12.<strong>2004</strong> değişikliği).<br />

Yönetmeliğin 55. m.’si sağlık yardımlarından yararlanacak olanların sözleşme<br />

veya protokol yapılan kamu veya özel sağlık tesisi veya hekim bulunmayan


yerde hastalanmaları halinde, sağlık Bakanlığına bağlı sağlık tesisleri tabibi veya<br />

belediye tabibine yahut resmi bir sağlık tesisine, bunların bulunmadığı yerlerde<br />

ise özel bir hekime veya sağlık tesisine yaptıracağı muayene ve tedavilerine ait<br />

masrafların belgeleri karşılığında Kurumca ödenmesini öngörmüştür.<br />

Yönetmeliğin 57. m.’si ise Kurumca sevk edilmeksizin ani ve acil hallerde<br />

Kurum dışı sağlık tesislerinde yapılan tedavileri düzenlemektedir. Ani ve acil<br />

hastalık nedeniyle, Kurum ya da Kurumun sözleşme veya protokol yaptığı kamu<br />

veya özel tesisler dışındaki bir sağlık tesisinde tedavi yaptırılması halinde, durum<br />

raporla tevsik edilmek ve Kurum tarafından kabul olunmak şartıyla;<br />

a) Resmi sağlık tesislerinde yapılan tedavi masrafları aynen,<br />

b) Tedavi özel sağlık tesislerinde yapılmış ise, kurum sağlık kuruluşlarındaki<br />

ücret tarifesi üzerinden ödenecektir (1.12.<strong>2004</strong> değişikliği).<br />

Bu düzenlemeler karşısında ele alacağımız kararların büyük bir önemi<br />

kalmamış olsa da kısaca değinmekte yarar görüyoruz.<br />

Yarg. 21. HD.’nin 29.12.<strong>2004</strong> t., 7735/12394 s. kararına konu olayda<br />

(ĐBD, 2005/3, 1053-1054) davacı, Kurumdan özel hastanede yaptırdığı tedavi<br />

giderlerini istemiş, mahkeme Sağlık Bakanlığı Hastanelerindeki tarifeye göre<br />

ödeme yapılmasına karar vermiştir.<br />

21. HD., SSĐY’nin 57. m.’ne dayanarak, sevk olmaksızın özel sağlık tesislerinde<br />

yapılan tedavinin, kurum sağlık tesislerinde uygulanan ücret tarifelerine<br />

göre ödenmesi gerektiğinden hareketle, SSK sağlık kuruluşlarında uygulanan<br />

ücret tarifeleri getirildikten sonra, bir eczacı, bir tıp doktoru, bir hukukçudan oluşacak<br />

üç kişilik bilirkişi heyetince, ödenmesi gereken sağlık gideri miktarının<br />

tespit edilmesi gerektiğine karar vermiştir. Karar mevzuatın (SSK. m.118, SSĐY,<br />

m. 54) açık hükmüne aykırı olmakla birlikte, olması gereken hukuk bakımından<br />

gelişmiş, modern sosyal güvenlik sistemlerindeki uygulamaya, sigortalının hekimini<br />

ve sağlık kurumunu seçme özgürlüğüne uygundur (Başterzi, Yargıtay Kararları<br />

2001, 343-344). Nitekim 506 s.K.’nun 118., Yönetmeliğin 54, 55 ve 57. maddelerinde<br />

yapılan <strong>2004</strong> değişiklikleri, Yargıtay’ın bu kararları doğrultusunda olmuştur.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 23.10.<strong>2004</strong> t., 5361/325 s. kararı (ĐBD, <strong>2004</strong>/3, 1279-<br />

1280) sigortalının çocuğunun özel hastanede tedavisine ilişkindir.<br />

Sigortalının oğlu düşmeye bağlı kafa travması geçirmiş, götürüldüğü<br />

Göztepe SSK. Hastanesi’nde tedavi edilemeyince özel sağlık kuruluşlarına başvurup<br />

tedavi yaptırılmıştır. 10. HD., “ani, acil ve hayati tehlike arzeden nitelikte


ulunduğu anlaşılan hallerde özel sağlık kuruluşlarında yapılan tedavi giderlerinin<br />

tamamının Kurumca karşılanmasına karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ve<br />

yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde Sağlık Bakanlığı yataklı tedavi kurumları<br />

fiyat tarifeleri esas alınarak hüküm kurulmasını usul ve yasaya aykırı”<br />

bularak kararı bozmuştur.<br />

d) Çocuklara Sağlık Yardımı<br />

506 s. SSK.’nun 32-42. maddeleri arasında düzenlenmiş bulunan Hastalık<br />

Sigortasından sigortalı, sigortalının eşi, geçindirmekle yükümlü olduğu çocukları,<br />

geçindirmekle yükümlü olduğu anası babası, gelir ve aylık almakta olanlar, bunların<br />

geçindirmekle yükümlü olduğu eş, çocuk, ana ve babaları, ayrıca kurumdan<br />

gelir ve aylık almakta olan eş, çocuk, ana ve babaları yararlanır. Aşağıda ele alacağım<br />

karar, kurumdan yaşlılık aylığı almakta olan sigortalının, oğluna sağlık<br />

yardımı yapılıp yapılmayacağına ilişkindir.<br />

Yarg. 10. HD., 11.11.<strong>2004</strong> t., 8593/10601 s. kararında, sigortalının 18<br />

yaşından büyük oğluna, hastalık sigortasından sağlık yardımı yapılıp yapılmayacağını<br />

tartışmaktadır.<br />

Kurum sigortalının oğlu için yapmış olduğu tedavi harcamalarını faizi ile<br />

birlikte geri almak için dava açmış, mahkeme davanın reddine karar vermiştir. 10.<br />

HD. ise mahkemenin, maddi ve hukuki esasları gözetmeden, eksik araştırma,<br />

inceleme ve yanılgılı değerlendirme sonucu hüküm kurulmasını usul ve yasaya<br />

aykırı bularak kararı bozmuştur. 10. HD.’ne göre:<br />

“…506 s. SSK.’nun 36. maddesinde bu kanuna göre gelir ve aylık almakta<br />

olanların, geçindirmekle yükümlü oldukları çocuklarının da K.’nun 33. m.’nde<br />

sayılan muayene, tedavi, gerektiğinde sağlık müesseselerine yatırılma, ilaç ve<br />

iyileştirme vasıtalarının sağlanması yardımlarından yararlanacakları belirlenmiştir.<br />

Aynı yasanın 106/b maddesinde ise, 18 yaşını doldurmuş olup da çalışamayacak<br />

durumda malul erkek çocuklarının, sigortalının geçindirmekle yükümlü olduğu<br />

kimseler arasında bulunduğu belirtilmiştir. Sigortalının oğlu, eldeki devlet<br />

hastanesi raporuna göre tip kronik psikoz hastasıdır, % 60 oranında sakattır ve<br />

kendisine 2022 s. Yasa gereğince aylık bağlanmıştır. Bu rapor da gözetilmek suretiyle,<br />

ancak…106. madde hükmü gereğince çocuğun “çalışamayacak durumda<br />

malul” sayılıp sayılmayacağı hususunun 506 s. Yasanın 109. m.’si çerçevesinde<br />

araştırılması gerekir”.<br />

Açıklanan bu maddi ve hukuki esaslar gözetilmeden eksik araştırma, inceleme<br />

ve yanılgılı değerlendirme sonucu kurulan hüküm yasaya aykırıdır, bozulmalıdır.


e)Sigortalıyı Evlat Edinenin Sağlık Yardımından Yararlanması<br />

Yarg. 10. HD.’nin 18.10.<strong>2004</strong> t., 4710/9397 s. kararında evlat edinenin,<br />

evlatlığı üzerinden sağlık yardımı alması tartışılmıştır.<br />

Olayda önce, sigortalıyı evlat edinene Kurumca düzenlenen sağlık karnesi<br />

kullanılarak hastalık sigortasından sağlık yardımı yapılmış, daha sonra sağlık<br />

karnesi iptal edilerek yardımların tutarı geri alınmıştır. Đptal gerekçesi evlat edinenin<br />

506 s.K.’nun 106. m.’ndeki ana-baba kapsamında olmadığıdır. Bunun üzerine<br />

sigortalı Kuruma karşı dava açarak kendisinden istirdat edilen sağlık yardımı<br />

bedelinin faiziyle birlikte iadesini istemiştir. Mahkeme evlat edinenin de sigortalıya<br />

annelik yaptığını, onu hayata hazırladığını, yasanın hayatın gerçeklerine uygun<br />

yorumlanması gerektiği düşüncesiyle davayı kabul etmiştir. 10. HD. ise 506<br />

s.K.’nun 46 ve 106. m.’lerinin birlikte yorumunun, evlat edinenin anne kavramına<br />

dahil edilerek sağlık yardımlarından yararlandırılmasına müsait olmadığı sonucuna<br />

varmıştır.<br />

Konu, 506 s.K.’nun 23, 42, 106. m.’leri ile ilgilidir. Ayrıca sorunun çözümü<br />

için MK. hükümlerinden de yararlanılabilir.<br />

Evlat edinme ile ilgili temel düzenleme MK.’nun 305-320. maddelerinde<br />

yapılmıştır. Bu düzenlemenin temel özelliği evlatlığın korunmasıdır. MK.’nun<br />

305/II. m.’si “evlat edinmenin her halde küçüğün yararına bulunması ve evlat<br />

edinenin diğer çocuklarının hakkaniyete aykırı bir biçimde zedelenmemesi de<br />

gerekir” diyerek bunu vurgulamaktadır. Bir diğer önemli hüküm 314. m.’de yer<br />

almaktadır. Evlatlık evlat edinenin mirasçısı olmakta, ancak evlat edinen evlatlıktan<br />

miras alamamaktadır.<br />

Ana-baba kavramı ise 506 s.K.’nun değişik maddelerinde yer almaktadır.<br />

24. m.’de ana-babaya ölüm geliri bağlanması; 42. m.’de ana-babaya sağlık yardımı<br />

yapılması; 69. m.’nde ana-babaya ölüm aylığı bağlanması düzenlenmekte,<br />

106. m.’de ise ana-baba, sigortalının geçindirmekle yükümlü olduğu kimseler<br />

arasında yer almaktadır. Bütün bu düzenlemelerde aslolan kan bağıdır, nüfus kayıtlarıdır<br />

(Aslanköylü, 1051,2000; 10. HD. 27.1.1997, 555/389, Aslanköylü, 1052,<br />

dn. 54). Ölüm gelirinden ve ölüm aylığından sadece ana-babanın yararlanması<br />

gerektiği gibi, sağlık yardımlarından de sadece ana-baba yararlanacak, akdi bir<br />

ilişki sonucu kurulan evlat edinme bunun için yeterli olmayacaktır. Evlatlık ilişkisi<br />

evlatlık ile evlat edinen arasındaki akdi bir ilişkidir. Sadece bunlar arasında<br />

hukuki sonuç doğurur. Bu sözleşme ile Kurumu bazı mükellefiyetler altına sokmak<br />

mümkün değildir.<br />

Yasa koyucu kavramları genişletmek istediği zaman bunu açıkça düzen-


lemiştir. Mesela gelir bağlama açısından evlilik içi çocuklarla yetinmemiş 23/III.<br />

maddede evlat edinilmiş, tanınmış, nesebi düzeltilmiş ve babalığı hükme bağlanmış<br />

çocukları “gelir bağlanacak çocuk” kavramına dahil etmiştir. Ancak ana-baba<br />

açısından kan bağı dışında bir genişletmeye gitmemiştir.<br />

f) Yurtdışında Tedavi<br />

Yurtdışında tedavi 506 s.K.’nun 32/E m.’nde düzenlenmiştir. Bu madde<br />

de yargıyı ve doktrini çok uğraştıran konulardan biridir. Kanun koyucu da zaman<br />

zaman ek düzenlemeler getirmiş ve getirecektir. Bu madde ile ilgili son düzenleme<br />

2.12.<strong>2004</strong> t., 5264 s.K.’la yapılmış (RG. 11.12.<strong>2004</strong>, 25667) 32. m.’nin E<br />

fıkrasına bir bent eklenmiş ayrıca 506 s.K.’a ek madde 49 getirilmiş yurtdışı tedavi<br />

kapsamına eş ve çocuklar da dahil edilmiştir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 13.9.<strong>2004</strong> t., 8680/7314 sayılı kararında, sigortalının<br />

kızının yurtdışında tedavisi konusunu ele almıştır.<br />

Davacı kızının yurtdışında tedavi talebini reddeden kurum kararının iptali<br />

için dava açmış, mahkeme isteğin kısmen kabulüne karar vermiş, Yarg. 10.<br />

HD.’ne göre yurtdışında tedavi olanağı sadece sigortalıya tanınmış, eş ve çocuklara<br />

tanınmamıştır. Eş ve çocuklar sadece 33. m.’deki sağlık yardımlarından, yani<br />

hekim muayenesi, hekimin gerekli gördüğü klinik ve labarotuar tetkikleri, tedavi,<br />

sağlık müesseselerine yatırma, tedavi süresince gerekli ilaç ve iyileştirme vasıtalarının<br />

sağlanması yardımlarından yararlanabilecektir. Bu gerekçelerle çocuğun<br />

yurtdışında tedavisini kabul eden kararı bozmakta 10. HD. haklıdır. Zaten bu konudaki<br />

tepkiler üzerine yasa koyucu 506 s.K.’nun 32/E fıkrasına bir bent ekleyerek<br />

sigortalının yurtdışındaki tedavisini ayrıntılı biçimde düzenlemiştir (Tedavinin<br />

iki yılı geçemeyeceği, geçerse 6 ayda bir uzatma raporu alınacağı…). Eş ve çocukların<br />

yurtdışındaki tedavileri ise ek m. 49’la düzenlenmiştir. Bu konu da 32.<br />

maddede düzenlenebilirdi. Böylece sistematik açıdan daha uygun bir düzenleme<br />

olurdu. Nedense yasa koyucu konuyu ek maddede düzenlemeyi daha uygun bulmuştur.<br />

3. Malullük Sigortası<br />

a) Malullük Raporu ve Aylığın Başlangıcı<br />

Malullük Sigortası 506 s. SSK.’nun 52-58. maddelerinde düzenlenmiştir.<br />

Yaptığı temel yardım “malullük aylığı” bağlamaktır. Aylığa hak kazanmak için:


Malul olma, belli süre prim ödeme, işten ayrılma ve talep gerekmektedir<br />

(Güzel/Okur, 328 vd.; Tuncay/Ekmekçi, 319 vd.; Aslanköylü, 1087 vd.;<br />

Caniklioğlu, Yargıtay Kararları 2002, 366 vd.). ele alacağımız malullükle ilgili<br />

<strong>2004</strong> kararları rapor ve çalışmayla ilgilidir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 20.12.<strong>2004</strong> t., 8985/12129 s. kararı malullük raporuyla<br />

ilgilidir. Malullük aylığına hak kazanmanın temel koşulu “malul sayılma”dır.<br />

Bunun da raporla belgelenmesi ve malullüğün işe başlamadan önce var olmaması<br />

gerekmektedir. Olayda, Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulu raporunda sigortalının<br />

“maluliyeti gerektirir hastalık ve arıza ile işe girdiği” belirtilmiş, Adli Tıp<br />

Kurumu raporunda ise işe giriş tarihinde sigortalının malul olduğuna ilişkin herhangi<br />

bir akli arızası olmadığı ileri sürülmüştür. 10. HD., üst düzeydeki bu kuruluşlar<br />

arasındaki görüş farklılığının tıp fakültelerinin konuya ilişkin anabilim dalı<br />

uzmanlarından oluşturulacak bir kuruldan rapor almak suretiyle giderilmesi gerektiğini,<br />

böylece davacının maluliyetini gerektirir hastalık veya arıza ile işe girip<br />

girmediğinin kesin biçimde saptanması gerekirken bunun yapılmamış olmasını<br />

isabetsiz bulmuştur.<br />

10. HD. ayrıca aylığın başlangıcına da değinmiş, aylığın, rapor tarihi talep<br />

tarihinden önce ise talep tarihini izleyen aybaşından, rapor tarihi talep tarihinden<br />

sonra ise rapor tarihini izleyen aybaşından başlaması gerektiğini belirtmiştir (Tabii,<br />

işten ayrılma ve prim koşullarının da gerçekleşmiş olması koşuluyla. Bu koşullarda<br />

da eksiklik varsa malullük aylığı tüm koşulların gerçekleşmesini izleyen<br />

aybaşından başlayacaktır).<br />

b) Çalışmanın Malullük Aylığına Etkisi<br />

506 s.K. m.58/I “Malullük aylığı almakta iken sigortalı olarak çalışmaya<br />

başlayanların malullük aylıkları, çalışmaya başladıkları tarihten başlayarak kesilir<br />

demektedir”. Yargıtay kararlarında da malullük aylığı ile çalışmanın bağdaşmadığı<br />

vurgulanmaktadır. Yaşlılık aylığında olduğu gibi burada SGDP uygulaması<br />

da öngörülmemiştir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 6.7.<strong>2004</strong> t., 4226/6496 s. kararı (ĐBD, 2005/1, 235-<br />

236; TÜBA, ĐĐÇB, 1516, 22.11.<strong>2004</strong>, 8), malullük aylığı almaktayken çalışmaya<br />

başlayan sigortalının aylığının kesileceğini belirtmektedir. Burada dikkat edilmesi<br />

gereken özellik çalışmanın 506 s.K. kapsamında sigortalı bir çalışma olmasıdır.<br />

Malullük aylığı 506 s. SSK’na göre değil de, 1479 s.K. gereğince Bağ-Kur’dan<br />

veya 5434 s.K. gereğince TCES.’ndan bağlanmışsa, 506 s.Y. kapsamında sigortalı<br />

çalışmaya bir engel yoktur. Yeter ki 506 s.K.’nun 63. maddesine göre Sosyal Güvenlik<br />

Destek Primi ödensin (m.3, C; Ayrıntı için bkz. Güzel/Okur, 342).


Kararda değinilen bir başka nokta, malullük aylığının, çalışma süresince<br />

kesileceği, sigortalı çalışmayı bırakır ve yeniden malullük aylığı bağlanmasını<br />

isterse, sigortalı kontrol muayenesine tabi tutulmak ve malullüğünün devam ettiği<br />

anlaşılmak şartıyla, yeniden hesaplanacak malullük aylığı talep tarihini izleyen<br />

aybaşından başlayarak yeniden bağlanacağıdır (m. 58/II). Bu nedenle çalışma<br />

süresini aşacak şekilde aylığın kesilmesi veya, ödenmiş aylıkların geri alınması<br />

doğru değildir. Bu nedenle 10. HD. mahkemenin çalışma süresini aşacak biçimde<br />

istirdada karar vermesini bozma sebebi saymıştır.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 11.11.<strong>2004</strong> t., 6249/10621 s.’lı kararı hem malullük,<br />

hem de yaşlılık aylığı ile ilgilidir. 10. HD., kural olarak yasaların ülke sınırları<br />

içindeki olaylara uygulanacağını, bu nedenle yurt dışındaki çalışmanın 58. m’deki<br />

“sigortalı çalışma” olarak nitelendirilemeyeceğini ve malullük aylığının kesilmesini<br />

gerektirmeyeceğini belirtmiştir. Davacının malullük aylığı almakta iken bir<br />

süre Almanya’da sigortalı çalışması Türkiye’de bağlanmış olan malullük aylığının<br />

kesilmesini gerektirmez.<br />

Davacının diğer talebi de Almanya’daki çalışmalarının da dikkate alınarak<br />

kendisine yaşlılık aylığı bağlanmasıdır. Mahkeme konuya sadece 506 s.K.<br />

açısından yaklaşarak talebi reddetmiştir. 10. HD. bu konuda Türk – Alman Sosyal<br />

Güvenlik Sözleşmesi ışığında çözüm aranması gerektiğini öne sürmüştür. Buna<br />

göre her iki ülkedeki çalışmalar birlikte ele alındığında, sigortalı yaşlılık aylığına<br />

hak kazanabilmektedir. Mahkemenin konuya bu açıdan yaklaşmamış olması da<br />

eksiklik olarak görülmüştür.<br />

4. Yaşlılık Sigortası<br />

Yaşlılık Sigortası ile ilgili <strong>2004</strong> kararları aylık ödeme dönemlerine,<br />

SGDP ödeyerek çalışmaya ve yaş düzeltme davalarına ilişkindir.<br />

a) Yaşlılık Aylığı Ödeme Dönemleri<br />

Yarg. 10. HD.’nin 26.2.<strong>2004</strong> t., 10316/1305 s. kararı (YKD, Mart 2005,<br />

371-372) yaşlılık aylığının ayın biri yerine 19’nda verilmesinden kaynaklanan<br />

zararın giderilmesi konusunu tartışmaktadır.<br />

Davacı SSKurumu emeklisi olduğunu, aylığının her ayın birinde verilmesi<br />

gerekirken 19’nda verilmesinden kaynaklanan zararının tazminini faizi ile birlikte<br />

istemiş, mahkeme de talebi kısmen kabul etmiştir. 10. HD. ise:<br />

SSK.’nun 98. maddesi, sigortalılara ve hak sahiplerine gelir ve aylıkların<br />

ödeme tarihlerini belirlemeye Bakanlar Kurulunu yetkili kılmıştır. Bakanlar Kuru-


lu da bu yetkisini kullanarak gelir ve aylık ödeme tarihlerini tahsis numaralarına<br />

bağlamış, böylece ödemelerin her ayın 19, 21, 22 ve 23’ünde ödenmesine, ödeme<br />

tarihlerinin öne alınması nedeniyle kesinti yapılmamasına karar vermiştir. Bu<br />

durumda aylığın ayın biri yerine 19.’nda ödenmesinde mevzuata aykırılık olmadığı<br />

gibi herhangi bir zarar da söz konusu değildir. Davanın reddi gerekirdi, diyerek,<br />

mahkemenin kararını bozmuştur.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 2.7.<strong>2004</strong> t., 848/6348 s. kararı (YKD, Ağustos 2005,<br />

1232-1233) aylıkların aybaşı yerine, bakanlar Kurulu’nca belirlenen tarihte yapılmasının<br />

TÜFE oranlarının yansıtılmasını olumsuz etkileyeceğinden, bundan<br />

doğan zararın hesabına ve ödenmesine ilişkindir.<br />

Davacı, 506 s.K.’nun Ek 38. maddesi uyarınca aylık ve gelirlerin TÜFE<br />

endeksi oranında artırılarak ödenmesi uygulamasında, hesabın ayın 1’i yerine<br />

ödeme tarihine göre yapılmasından doğan zararının giderilmesini istemiştir.<br />

Mahkeme talebi kabul etmiştir. 10. HD. ise bazı eksik incelemeler nedeniyle<br />

kararı bozmuştur. 10. HD.’ne göre:<br />

Đstem…Ek 38. m. uyarınca DĐE tarafından açıklanan tüketici fiyatları indeks<br />

oranındaki artışın, yaşlılık aylığına tam yansıtılmamasından kaynaklanan…<br />

alacağın davalı kurumdan tahsiline yöneliktir.<br />

Davanın yasal dayanaklarından 506 s.K.’nun 98 .m.’si hükmüyle sigortalı<br />

veya hak sahiplerine bağlanacak gelir ve aylıkların ödeme tarihlerini belirlemeye<br />

yetkili kılınan Bakanlar Kurulu… gelir ve aylıkların tahsis numarasının son rakamına<br />

göre her ayın 19, 21, 22, 23…olarak belirlemesine karşın; 506 s. K.’nun<br />

aylığın başlangıcını belirleyen 62. m.’ndeki…ay başından başlanarak yaşlılık<br />

aylığı bağlanır hükmündeki aybaşı kavramının ödemelerde kolaylık sağlanması<br />

için idari nedenlerle belirlenen aylık ödeme tarihini değil, takvim ayı başını ifade<br />

ettiği ve normlar hiyerarşisi yönünden Ek 38. m. gereğince DĐE tarafından bir<br />

önceki aya göre belirlenecek TÜFE artış oranı bakımından da, Bakanlar kurulunca<br />

belirlenen tarihin değil, ayın 1. gününün esas alınması yasa ve içtihatlara uygundur.<br />

Mahkemenin bu yöndeki kabulünde usul ve yasaya aykırılık yoktur.<br />

Ancak…Ek 38. m.’deki düzenleme ile gelir ve aylıklar ile…telafi edici<br />

ödemelere, “her ay ödeme tarihlerinde” bir önceki aya göre TÜFE artış oranının<br />

yansıtılacağının belirlenmiş olması karşısında, davacının aylıklarına aybaşı yerine,<br />

Bakanlar Kurulunca belirlenen ödeme gününe göre TÜFE oranlarının yansıtılmasından<br />

kaynaklanan hak kaybının hesabında, davacıya söz konusu dönemde<br />

fiilen yapılan aylık ödemelerine ilişkin bilgiler Kuruma getirtildikten sonra takvim<br />

ayının ilk günü esas alınarak hesabın yeniden yapılması ve aradaki farka göre


alacak miktarının belirlenmesi, farkın ödendiğine ilişkin iddianın dayanağı belgeler<br />

getirtilerek, ödeme varsa mahsup yoluna gidilmesi gerekirken bunlar yapılmadan<br />

bilirkişi raporuna göre hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırı olup<br />

bozma nedenidir (Yarg. 10. HD.’nin 19.10.<strong>2004</strong> t., 10420/9557 s. kararında da<br />

aynı görüşler tekrarlanmaktadır, ĐBD, 2005/2, 600-601).<br />

b) SGDP Ödeyerek Çalışma<br />

Yaşlılık aylığı almakta iken sigortalı olarak çalışmaya başlayanların aylıkları<br />

çalışmaya başladıkları tarihte kesilir. Bunlardan 506 s.K.’nun 72 vd. maddelerine<br />

göre tüm sigorta dalları için yeniden prim alınmaya başlanacaktır. Bunlar<br />

işten ayrılır ve yeniden yaşlılık aylığı bağlanmasını isterse, çalıştığı dönem dikkate<br />

alınarak aylıkları tekrar bağlanacaktır. Ülkemizde genç yaşta emekli olma olanağının<br />

varlığı ve bağlanan aylıkların düşüklüğü nedeniyle, emekli olanlar çalışmaya<br />

devam ediyor, Kurum farkına varırsa aylığı kesiyor, varmazsa bunlar kaçak<br />

olarak çalışmalarını sürdürüyordu. Bu duruma yasallık kazandırmak için 3279<br />

sayılı Kanunla (RG. 6.5.1986, 19099; Ayrıca bkz. Güzel/Okur, 399 vd.;<br />

Caniklioğlu, Yargıtay Kararları 2002, 371 vd.; Tuncay/Ekmekçi, 359 vd.;<br />

Aslanköylü, 1267) 63. m. değiştirilerek sigortalılara hem aylık alma, hem de sigortalı<br />

çalışma olanağı getirildi. Yeni düzenlemeye göre, aylık almakta iken sigortalı<br />

çalışmaya başlayanlar talepleri halinde, sosyal güvenlik destek primi ödemeleri<br />

koşuluyla, aylıklarını almaya devam edebileceklerdir.<br />

<strong>2004</strong> kararları arasında SGDP’ne ilişkin tek karar serbest avukat ve noterlerle<br />

ilgilidir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 20.12.<strong>2004</strong> t., 6844/12113 s. kararında, karara konu<br />

olayda davacı, emekli maaşından yapılan SGDP kesintisinin iptali ile, kesilen<br />

miktarın yasal faizi ile birlikte iadesini istemiş, mahkeme isteğin kabulüne karar<br />

vermiştir.<br />

Davacının, gelir vergisi kaydı 25.2.2001 tarihinde, Baro levhasındaki<br />

kaydı 21.5.2002 tarihinde silinmiştir. Mahkeme vergi kaydının silindiği tarihi; 10.<br />

HD. ise Baro levhasından silindiği tarihi esas almıştır. 10. HD. burada avukatlık<br />

yapmak için Baro levhasına yazılmış olmanın arandığına dayanmıştır. Buna göre<br />

de ancak Baro levhasından silindiği tarihten sonraki dönemde Kurumca kesilen<br />

Sosyal Güvenlik Destek Primleri davacıya iade edilecek, vergi kaydının silindiği<br />

tarihle baro levhasındaki kaydın silindiği tarih arasındaki primler iade edilmeyecektir.


10. HD.’nin bu konudaki gerekçesi ve ulaştığı sonuç bizce uygun değildir.<br />

Bir mesleği icra edebilmek için gerekli ön koşullar ile bu mesleğin kazanç<br />

amacıyla kullanılması farklıdır. Hekimler tabip odasına, avukatlar baro levhasına<br />

kayıt yaptırmadan mesleklerini icra edemezler. Mesleğin kazanç amacıyla kullanılması<br />

yani çalışma, ancak vergi dairesine kayıtla mümkündür. Avukatlar da<br />

mesleklerini kazanç amacıyla kullanmak için vergi dairesine başvurmak ve kayıt<br />

yaptırmak zorundadırlar. 10. HD.’nin gerekçe olarak dayandığı 1136 s. Avukatlık<br />

Kanununun 63. ve 66. maddeleri sadece avukatlık yapmak için Baro levhasına<br />

yazılma yükümlülüğünü getirmektedir. Baro levhasına yazılmadan avukatlık yapılamaz.<br />

Ancak, bundan Baro levhasına yazılı olan her avukat fiilen çalışmaktadır<br />

sonucu çıkarılamaz. Kayıtlı olduğu halde çalışmaması da mümkündür. Bu nedenle,<br />

SGDP açısından önemli olan çalışma olduğuna, bu da ancak vergi kaydı ile<br />

mümkün olduğuna göre (noterler vekaletname çıkarırken avukatın vergi numarasını<br />

sormakta, vergi kaydı yoksa vekaletname vermemektedir), çalışmaya son<br />

verme açısından vergi kaydının silindiği tarih esas alınacak, iade edilecek SGDP<br />

de bu tarihe göre hesaplanacaktır.<br />

c) Yaş Düzeltme Kararları<br />

506 s. K.’ nun 120. maddesinin ilk şeklinde, uzun dönemli sigorta kollarının<br />

uygulanması açısından, ilk defa sigortalı olarak çalışmaya başladıkları tarihteki<br />

nüfus kayıtlarının dikkate alınacağı yer almıştı. Böylece uzun dönemli sigorta<br />

dalları açısından yaş düzeltme davalarının etkisi önlenmek istenmişti. Ancak yargı<br />

kararları, sonradan yapılan yaş düzeltmelerinin, nüfus kütüğündeki kaydın yerini<br />

alacağını ve sosyal güvenlik açısından da düzeltilmiş yaşın uygulanması gerektiğini<br />

ileri sürünce, yasa koyucu 5198 s.K.’la (RG. 6.7.<strong>2004</strong> t., 25514), 120.<br />

m.’ye 3. bir fıkra ekleyerek konuya açıklık kazandırdı. Bu fıkraya göre, ilk defa<br />

çalışmaya başlanılan tarihten sonraki yaş tashihleri dikkate alınamayacaktı.<br />

Bunun üzerine Yargıtay’ın konuyla ilgili <strong>2004</strong> kararları, düzeltilmiş doğum<br />

tarihinin yaşlılık aylığı bağlanmasında dikkate alınamayacağı konusunda<br />

nerdeyse görüş birliğine geldiler (Bkz. Yarg. 10. HD. 20.9.<strong>2004</strong> t., 3869/7700,<br />

Legal ĐHSGH, 2005/5, 381-382; Yarg. 21. HD., 28.6.<strong>2004</strong> t., 6171/6223, Legal<br />

<strong>2004</strong>/4; YHGK, 2.6.<strong>2004</strong> t., 21-316/322, ĐBD, <strong>2004</strong>/4, 1662-1667; Yarg. 21. HD.,<br />

22.6.<strong>2004</strong> t., 5492/6072; Yarg. 10. HD. 4.11.<strong>2004</strong> t., 6666/10299; YHGK bu görüşünü<br />

2005’de de sürdürmüştür. Bkz. YHGK. 16.2.2005 t., 21-34/78); YHGK,<br />

23.2.2005, 10-70/101, TÜBA, ĐĐÇB, 1557, 5 Eylül 2005, 11).<br />

Yargı kararları içinde bunlardan farklı düşünen tek karar oldukça ayrıntılı<br />

kaleme alınmış olan Yarg. 10. HD.’nin 28.6.<strong>2004</strong> t., 3021/5983 s.’lı kararıdır.<br />

Ancak bu kararda M. Zafer Erdoğan’ın karşı oy yazısı vardır. Yine Coşkun Erbaş


YHGK’nun, 2.6.<strong>2004</strong> tarihli kararına koyduğu karşı oy yazısı ile yaş düzeltme<br />

kararlarının dikkate alınması gerektiği görüşündedir. Doktrin ise bu konuda yargı<br />

kararlarının aksine yaş düzeltme kararlarının dikkate alınması gerektiği görüşündedir.<br />

Bunun dayanağı olarak da AY.’nın 138. m.’si gösterilmektedir. Bu hükme<br />

göre “yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır;<br />

bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez<br />

ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez”. Bu tür hükümler yasamanın yargıya<br />

müdahalesi demektir ve Anayasa Mahkemesinin denetimi sağlanmalıdır<br />

(Şuğle, Yargıtay Kararları 2003, 283 vd.; Caniklioğlu, Yargıtay Kararları 2002;<br />

Özellikle bkz. Okur, Yaş Düzeltme <strong>Kararlarının</strong> Sosyal Güvenlik Haklarına Etkisi,<br />

ĐHSGHD, 2005/5, 119-145). Gerçekten, doktrinin Anayasa Mahkemesinin<br />

devreye girmesi gereğini vurgulaması etkili olmuş ve Kartal Đş Mahkemesinin yaş<br />

düzeltme kararını kabul etmesi üzerine 21. HD. kararı bozmuş, mahkemenin direnmesi<br />

üzerine devreye giren YHGK’da özel dairenin görüşüne katılınca Kartal<br />

1. Đş Mahkemesi, Anayasa Mahkemesine başvurmuş, Anayasa Mahkemesi<br />

18.1.2005 t., 4/7 s. kararıyla (RG. 17.5.2005, 25818) 120. madde hakkında görüşünü<br />

bildirme imkanı bulmuştur ve 506 s.K.’nun 120/III. maddesi hakkındaki<br />

Anayasaya aykırılık iddiasını reddetmiştir. Böylece yaş tashihi konusu yasal düzeyde<br />

kesin olarak karara bağlanmıştır. Bu nedenle yukarda bu konuyla ilgili olarak<br />

zikrettiğim 5 kararı ayrı ayrı ele almayacak sadece bu konudaki Anayasa<br />

Mahkemesi Kararını, 2005 tarihli olmasına rağmen, değerlendirmeye çalışacağım.<br />

Anayasa Mahkemesi, 18.1.2005 t., 4/7 (RG. 17.5.2005, 25818). Anayasa<br />

Mahkemesinin bu kararı alışılmışın aksine son derece kısadır. Başvuru metni 3<br />

sayfa, mahkemenin esas hakkındaki kararı bir sayfadır.<br />

Anayasa Mahkemesi bu kararında, alışılmışın dışında hukuki gerekçeler<br />

yerine, personel politikası, aktüaryal denge, sosyal güvenlik kurumlarının temelleri<br />

gibi sosyal, ekonomik ve politik gerekçelere dayanmıştır. Anayasa Mahkemesine<br />

göre:<br />

“Devletin personel politikasını belirlemede büyük önemi olan emeklilik<br />

düzenini, aktüaryal dengeleri gözeterek bilimsel verilere göre belirlemesi ve buna<br />

göre gerekli yasal düzenlemeleri yapması doğaldır. Devletin bilimsel verilere<br />

dayanarak kurduğu bu düzenin korunması Anayasanın 60. m.’nde yer alan sosyal<br />

güvenlik hakkının güvenceye alınması için de zorunlu bir gerekliliktir. Nesnel ve<br />

sürekli kurallarla sağlam ve sağlıklı temellere oturtulmayan bir sosyal güvenlik<br />

kuruluşunun, mahkeme kararları ile alınan yaş düzeltmeleri sonucu ortaya çıkan<br />

erken emeklilik gibi nedenlerle aktüaryal dengesinin bozulması, sosyal güvenlik<br />

sisteminin sürdürülemez bir duruma gelmesine sebep olabilir.


Sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak çalışılmaya başlanıldığı tarihten<br />

sonraki yaş düzeltmelerinin dikkate alınmayacağını öngören itiraz konusu kuralın,<br />

sosyal güvenlik sisteminin kimi aksaklıklara yol açmadan sürdürülmesi amacına<br />

yönelik olarak düzenlendiği kuşkusuzdur. Burada yargı kararları hukuksal olarak<br />

değerini ve geçerliliğini korumakta, sadece emeklilik yönünden sonuç doğurmamaktadır.<br />

Öte yandan yasa önünde eşitlik ilkesi, hukuksal durumları aynı olanlar i-<br />

çin söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik<br />

ilkesinin amacı aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme<br />

bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir…durumlarındaki<br />

özellikler kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları<br />

ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal<br />

durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez.<br />

Đtiraz konusu kural, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olarak<br />

çalışanlardan ilk defa çalışmaya başladıkları tarihten sonra yaş düzeltmesi yaptıranlar<br />

arasında farklılık yaratmadığından eşitlik ilkesine aykırılık görülmemiştir.<br />

Açıklanan nedenlerle itiraz konusu kural, Anayasanın 10, 60 ve 138.<br />

maddelerine aykırı olmadığından istemin reddi gerekir”.<br />

Üyelerden Fazıl Sağlam bu karara katılmamıştır. Karşı oy yazısına göre;<br />

“…anılan kural bir yasal varsayım öngörmekte ve sigorta işlemleri bakımından<br />

iş kazasının olduğu veya meslek hastalığının hekim raporuyla ilk kez<br />

belirlendiği ya da sigortalının ilk kez çalışmaya başladığı tarihte sigortalının nüfus<br />

kaydında belirtilen yaşını doğru kabul ederek, bu tarihlerden sonra yapılan yaş<br />

tashihlerinin dikkate alınmayacağını öngörmektedir. Böylece sigortalı kişi, sosyal<br />

güvenlik hakkını gerçek yaşına göre değil, aksini bir yargı kararı ile kanıtlasa bile,<br />

yasada belirtilen tarihlerde nüfus kaydında gösterilen yaşa göre kullanabilmektedir.<br />

Oysa bugünkü bilimsel olanaklarla kişinin gerçek yaşı kemik yapısına ve<br />

sair özelliklere bakılarak tıbben belirlenebilmektedir. Yasa koyucunun bilimsel<br />

olanakları ve yanılma paylarını da göz önünde tutacak bir tespit prosedürü öngörmeksizin<br />

sigorta haklarının kullanılmasını yalnızca nüfus kaydındaki doğum<br />

tarihine bağlı kılması, bu tarihten önce doğmuş olup da kendisinin herhangi bir<br />

kusuru olmaksızın sonradan nüfusa geçirilmiş bulunan kişiler bakımından, Anayasa’nın<br />

60. m.’ndeki sosyal güvenlik hakkının özünü zedeleyeceği gibi, gerçek


yaşı aynı olan (aynı gün doğmuş) kişiler arasında da haklı bir neden olmaksızın<br />

yapılmış bir ayırım sonucunu doğuracaktır”.<br />

Anayasa Mahkemesinin 120. maddeyi AY’a uygun bulan gerekçeleri pek<br />

de doyurucu değildir. Bunları tek tek ele alırsak:<br />

- Devletin personel politikası ve aktüaryal dengenin bozulmaması. Bu<br />

hukuk dışı bir gerekçe olup Anayasa Mahkemesini ilgilendirmez.<br />

- Sosyal güvenlik sisteminin sağlam temellere oturtulması. Bu da Anayasa<br />

Mahkemesini ilgilendirmeyen bir konudur.<br />

- Yaş düzeltme kararlarının erken emekliliğe yol açtığı. Yaş düzeltme davalarının<br />

amacı ilgilinin gerçek yaşının saptanmasıdır. Saptanan yaş nüfus kaydındaki<br />

yaşın altında da olabilir, üstünde de. Ama bunu erken emeklilik olarak<br />

nitelemek, yaş düzeltme kararlarına şüpheli yaklaşımın, bunların kötüye kullanıldığını<br />

varsayan yaklaşımın sonucudur. Bu durumda yapılacak olan bu tür kararların<br />

daha gerçekçi ve sağlıklı verilmesini sağlamaktır. Yoksa bu kararların bazı<br />

alanlarda geçerli, bazı alanlarda geçersiz sayılması değil.<br />

- Yaş düzeltme kararının hukuksal olarak değerini ve geçerliliğini koruduğu<br />

sadece emeklilik yönünden sonuç doğurmadığı. Zaten 120. m.’nin en ağır<br />

çelişkisi de buradadır. Bir yargı kararı her alanda geçerli, fakat yaşlılık aylığı açısından<br />

geçersiz sayılmaktadır.<br />

- Karardaki eşitlik ilkesine yaklaşım da anlaşılamamaktadır. Aynı hukuksal<br />

durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara tabi olacaktır. Ama<br />

Anayasa Mahkemesi ayrı durumdakileri aynı kurala tabi tutmaktadır. Yaşını düzelten<br />

de düzeltmeyen de yaşlılık aylığı açısından aynı durumda sayılmakta, nüfus<br />

kaydındaki yaş esas alınmaktadır. Oysa yaşını düzelttiren daha farklı yaştadır,<br />

daha geç veya daha erken aylığa hak kazanmalıdır.<br />

- Đlk defa çalışmaya başladıkları tarihten sonra yaş düzeltmesi yaptıranlar<br />

arasında fark yaratılmadığından eşitlik ilkesine aykırılık olmadığı. Bu gerekçe de<br />

anlaşılır gibi değildir. Kuşkusuz yaş düzeltmesi yapanların tümü açısından, bu<br />

düzeltme yaşlılık aylığı açısından dikkate alınmayacaktır. Bunlardan bir kısmının<br />

yaş düzeltme kararının kabul edilip diğerlerinin edilmemesi düşünülemez. O zaman<br />

aynı durumdakiler arasında fark gözetilmiş olur. Bu gerekçe ile yaşını düzelttirenlerle,<br />

düzelttirmeyenlere aynı kural uygulanarak aralarında eşitlik kurulduğu<br />

anlatılmak isteniyorsa, yine büyük bir çelişki var demektir. Bu ikisinin durumu<br />

aynı değil ki aynı kurallara tabi olsunlar. Biri yaşını düzelttirmiş diğeri düzelttirmemiş.<br />

Farklı durumlar, farklı kurallar uygulanmalı. Biri için nüfustaki yaş,<br />

diğeri için düzeltilmiş yaş, yani ikisi açısından da gerçek yaş dikkate alınmalı.


Kuşkusuz bunlara karşı oydaki gerekçeler de eklenmelidir.<br />

- Sosyal güvenlik hakkının, gerçek yaşa göre değil, nüfustaki hatalı kayda<br />

göre kullanılması.<br />

- Teknik olarak gerçek yaşın tıbbi açıdan saptanabilir olduğu.<br />

- Kişinin yaşamının tüm alanında gerçek yaşını kullanabilmesi, ancak<br />

emeklilik açısından sanal bir yaşa sahip olması.<br />

5. Ölüm Sigortası<br />

<strong>2004</strong> kararları arasında ölüm sigortasına ilişkin olarak bulabildiğim kararlar,<br />

kız çocuğuna ölüm aylığı bağlanması, ana-babaya ölüm aylığı bağlanması ve<br />

ölüm aylığının kesilmesine ilişkin kararlardır.<br />

a) Kız Çocuğuna Ölüm Aylığı Bağlanması<br />

Yarg. 10. HD.’nin 20.12.<strong>2004</strong> t., 10655/12081 s. kararında kız çocuklarına<br />

aylık bağlama koşulları tartışılmaktadır. Dava konusu olayda Kurum, hak<br />

sahibi kız çocuğu çalışmaya başladığı halde ölüm aylığı almaya devam ettiği için,<br />

fuzulen ödenen ölüm aylıklarını faiziyle birlikte geri istemiş, mahkeme davanın<br />

reddine karar vermiş, 10. HD. ise 68. madde hükümlerine göre davanın kabulü<br />

gerekirken reddine karar verilmesini bozma nedeni saymıştır. 10.HD.’ne göre:<br />

506 s.K.’nun 68/I.c.a ve VI. Maddesine göre ölen sigortalının kızına<br />

ölüm aylığı bağlanabilmesi için yaş aranmaksızın, evli olmaması, sigortalı çalışmaması<br />

ve buralardan gelir veya aylık almaması gerekmektedir. Kız çocuğu aylık<br />

bağlandıktan sonra sigortalı çalışmaya başlar veya evlenirse aylığı kesilir. Somut<br />

olayda davalı hak sahibi dönem dönem sigortalı olarak çalışmıştır. Bu dönemler<br />

açısından kurumun aylıkları geri alma hakkı bulunduğu açıktır.<br />

Çalışmaya son verilen dönemler için ise aylık tekrar bağlanacaktır. Davalı<br />

hak sahibi yaşlılık aylığı bağlanması nedeniyle çalışmayı bırakınca, artık ölüm<br />

aylığı alamaz. Çünkü ölüm aylığının koşullarından biri sigortalı çalışmamak veya<br />

bu kurumlardan gelir veya aylık almamaktır.<br />

b) Ana Babaya Ölüm Aylığı Bağlanması<br />

Yarg. 10. HD.’nin 30.12.<strong>2004</strong> t., 9162/12701 s. kararı (YKD, Haziran<br />

2005, 886-888), ana babaya bağlanacak ölüm aylığı ile ilgilidir.<br />

Sigortalı 1999 depreminde ölmüştür, 1087 gün prim ödemiş olan sigortalının<br />

annesi (davacı) geçiminin sigortalı tarafından sağlandığını belirterek ölüm<br />

aylığı bağlanmasını istemiş, mahkeme, 4447 s.K.’nun 592 s. KHK ile değişik<br />

geçici 5. maddesine dayanarak geçiminin sigortalı tarafından sağlanması koşulunu


aramaksızın ölüm aylığı bağlanmasına karar vermiştir.<br />

10. HD. ise, 4447 s.K.’nun geçici 5. m.’nin sadece 506 s.K.’nun 66/C<br />

maddesindeki prim koşulunu (toplam 1800 veya 5 yıl sigortalılık ortalama 180<br />

gün prim) 360 gün prim veya 12 aylık prim veya kesenek alarak sigortalı veya<br />

hak sahibi şeklinde değiştirdiğini, bunun dışında aylığın yine ilgili Kurumca kendi<br />

mevzuatına göre bağlanacağı hükmüne dayanarak, geçiminin sigortalı tarafından<br />

sağlanması koşulunun aranması gerektiğini vurgulamıştır. Buna göre mahkeme,<br />

ölüm tarihi itibariyle, ölen sigortalının annesinin geçimini sağlayıp sağlamadığını<br />

araştıracak, sonuca göre karar verecektir.<br />

10. HD. ayrıca 69. maddedeki 4958 s. Yasa değişikliği üzerinde de durmuş,<br />

“geçimini sağlama” kıstası yerine getirilen “çalışmama ve gelir aylık almama<br />

koşulunun davada uygulanmayacağını ileri sürmüştür”. 10. HD.’nin<br />

13.10.<strong>2004</strong> t., 10-528/533 s.’lı YHGK kararına dayandırdığı bu iddiasına göre<br />

“kural olarak her Kanun ancak yürürlüğe girdiği tarihten sonraki olaylara ve ilişkilere<br />

uygulanır, o tarihten önceki olaylara ve ilişkilere uygulanamaz. Oysa 10.<br />

HD., daha önce ölüm gelirini incelerken değindiğimiz 1.4.<strong>2004</strong> t., 388/2666 s.<br />

kararında, değişikliğin sigortalı veya hak sahibinin lehine ise derdest davalara<br />

uygulanacağını ileri sürmüştür. Bizce dairenin eski görüşü daha isabetlidir.<br />

c) Ölüm Aylığının Kesilmesi<br />

Yarg. 10. HD.’nin 23.12.<strong>2004</strong> t., 4924/12447 sayılı kararı (YKD, Nisan<br />

2005, 541-543), hak sahibi kız çocuğuna annesinden bağlanan ölüm aylığının,<br />

onun çalışmaya başlamasıyla kesilip kesilmeyeceğine ilişkindir. Mahkeme bu<br />

durumun aylığın kesilmesini gerektirmeyeceğine karar vermiş, 10. HD.’de kararı<br />

onamıştır. Bir üye (Zafer Erdoğan) karara katılmamıştır. 10. HD.’ne göre:<br />

506 s.K.’nun 68.m.’si eş ve çocuklara aylık bağlanmasını ve aylığın kesilmesini<br />

düzenlemektedir. Kız çocuklarına aylık bağlanması için,yaşları ne olur-<br />

sa olsun evli olmamaları, evli olmakla birlikte sonradan boşanmış veya dul<br />

kalmış olmaları ve Sosyal sigortaya, emekli Sandıklarına tabi bir işte çalışmamaları<br />

veya buralardan gelir veya aylık almamaları aranmaktadır (m.68, c,a, 4958<br />

değişikliğinden önceki metin). Bağlanan bu aylığın ne zaman kesileceği ise aynı<br />

maddenin VI. fıkrasında düzenlenmiştir. Buna göre “… kız çocuklarına bağlanan<br />

aylıklar, Sosyal sigortaya, Emekli Sandıklarına tabi işlerde çalışmaya başladıkları<br />

veya evlendikleri tarihi takibeden devre başından itibaren kesilir. Görüldüğü gibi<br />

aylık bağlama koşulları ile aylığın kesilmesi koşulları farklı düzenlenmiştir. Aylık<br />

bağlanması için aranan “Sigortadan veya Emekli Sandıklarından” gelir almamaya


aylığın kesilmesini gerektiren nedenler arasında yer verilmemiştir. 10. HD. bu<br />

farklı düzenlemeyi, yasa koyucunun kesilme koşullarını tahdidi olarak düzenlediği,<br />

gelir veya aylık almamaya aylık kesme nedeni olarak yer vermediği, bu nedenle<br />

başlangıçta aranan bu koşulun sonradan ortadan kalkmasının aylığın kesilmesini<br />

gerektirmeyeceği biçiminde yorumlamıştır. Ayrıca bu koşul maddeye 4958<br />

s.K.’la 6.8.2003 ten geçerli olarak eklenmişse de “sonradan yürürlüğe giren yasa<br />

hükümlerinin önceki yasa ile oluşan kazanılmış hakları değiştirmeyeceği” temel<br />

hukuk kuralı gereğince, bu koşulun davalı hak sahibi kız çocuğuna uygulanamayacağını<br />

ileri sürerek yasa değişikliğinden sonra da kız çocuğunun hem yaşlılık<br />

aylığını, hem de ölüm aylığını almaya devam edeceğini kabul etmiş, hükmün<br />

onanmasına karar vermiştir.<br />

Karara ekli karşı oy yazısında (Zafer Erdoğan) aşağıdaki gerekçelerle karara<br />

katılmadığını belirtmektedir:<br />

“506 s.K.’nun 68, C, a bendi kız çocuklarına ölüm sigortasından aylık<br />

bağlanabilmesi için bir takım şartlar öngörmüş, bu kapsamda sosyal güvenlik<br />

kuruluşlarına tabi bir işte çalışmasından dolayı aylık alan kız çocuğuna ölüm aylığı<br />

bağlanamayacağı kuralı getirilmiştir.<br />

Aynı maddenin ölüm aylığının kesilmesini düzenleyen VI. bendinde her<br />

ne kadar yukarıdaki durum aylık kesme sebebi olarak ele alınıp açıkça belirtilmemiş<br />

ise de, C/a bendinde ilk defa ölüm aylığı bağlanması ile ilgili olarak yasa<br />

koyucunun ortaya oyduğu kuralların aylık kesilmesi sebebi olarak kabul edilmesi<br />

ve ölüm aylığı alan kız çocuğunun aylık almaya ilişkin bu şartlardan birini yitirmesi<br />

halinde aylığının kesilmesi gerektiğinin kabulü gerekir.<br />

68. m. bir bütün halinde anlayıp yorumlamak ve yasa koyucunun ölüm<br />

aylığı bağlama şartlarının kaybedilmesi halinde bunun zorunlu olarak aylığın<br />

kesilmesi sebebi olarak kabul edilmesi zorunludur. Aksi halde yasa koyucunun<br />

aylık bağlamada öngördüğü şartların daha sonra yitirilmesi halinde aylığın kesilmemesi<br />

gerektiği gibi bir sonuca ulaşılır ki bu durum yasa koyucunun açık iradesi<br />

ile aykırılık teşkil eder.<br />

Esasen yasa koyucu VI. bentte aylık kesilmesini gerektirir halleri hiç düzenlememiş<br />

bile olsa idi C/a bendindeki aylık bağlama şartlarının tahsisten sonra<br />

yitirilmesi halinde yine bu bent hükmü gereğince aylığın kesilmesi gerektiğinin<br />

kabulünde zorunluluk vardı”.<br />

10. HD.’nin kararı hak sahibi kız çocuğu lehinde ise de, karşı oydaki görüşler,<br />

bize daha uygun ve adil gelmektedir. Ölüm aylığı bağlamada (veya herhangi<br />

bir sigorta yardımında başlangıçta aranan koşullar sonradan değişmişse<br />

aylığın (veya gelirin veya yardımın kesilmesinden daha doğal ne olabilir.Meslekte<br />

kazanma gücü % 10 un altına düşen sigortalının sürekli işgöremezlik geliri kesilmeyecek<br />

midir? (Yasada sadece kontrol muayenesi düzenlenmiş, gelirin kesilmesine<br />

ilişkin bir düzenlemeye yer verilmemiştir). Karşı oyda değinilmemekle bir-


likte 10. HD.’nin yasaların geçmişi etkilemeyeceği, önceki yasa ile oluşan kazanılmış<br />

hakları değiştiremeyeceği görüşüne de katılamıyoruz. Sosyal güvenlikle<br />

ilgili düzenlemeler kamu düzenine ilişkindir. Yürürlüğe girince, kesinleşmiş olaylar<br />

dışında, derdest olan tüm davalara uygulanır. Bu nedenle, 4958 s.K.’nun 68.<br />

m.’nde yaptığı değişikliğin (çalışma yanında gelir veya aylık almanın da ölüm<br />

aylığının kesilmesine neden olacağı) değişikliğin yürürlüğe girişinden sonra derdest<br />

olan tüm davalara uygulanması gerekir (Bu konuya ayrıca aşağıda “ana babaya<br />

gelir bağlanması” konusunda da değinmiştik. Bkz. 10. HD.’nin 1.4.<strong>2004</strong>,<br />

388/2666 s. kararının değerlendirilmesi).<br />

II. BAĞ-KUR KANUNU<br />

1. Bağ-Kur Sigortalılığı<br />

Yarg. 21. HD.’nin 8.11.<strong>2004</strong> t., 6655/9374 s. kararı zorunlu Bağ-Kur sigortalılığının<br />

başlangıcı ile ilgilidir. Davacı, Bağ-Kurlu çalışmalarının tespiti ile<br />

yaşlılık aylığı bağlanmasını talep etmiş, mahkeme talebi reddetmiştir. 21. HD. ,<br />

zorunlu Bağ-Kurluluk için a) Kendi adına ve hesabına bağımsız çalışma, b) Gerçek<br />

veya götürü usulde vergi mükellefiyeti c) esnaf ve sanatkar siciline veya meslek<br />

kuruluşuna kayıtlı olmak gerektiğine işaret ederek, davacının Bağ-Kurlu sayılması<br />

gerekirken, Kurumun 20.4.1982’de yürürlüğe giren 2654 s.K. ile değişik<br />

24. m.’ye yanlış anlam vererek sigortalılığı iptal etmesini yerinde bulmamıştır. Bu<br />

nedenle sigortalılığı kabul etmeyen mahkeme kararını bozmuştur.<br />

Yarg. 10. HD., 4.10.<strong>2004</strong> t., 5145/8479 s. kararı, Bağ-Kur sigortalılığının<br />

tespiti ile ilgilidir. Davacı, zorunlu Bağ-Kur sigortalılığının tespiti ile hesaplanacak<br />

primlerinin gecikme zammı ile birlikte tahsiline karar verilmesini istemiş,<br />

mahkeme talebi kabul etmiştir.<br />

10. HD., 619 s. KHK’nin ve 1479 s.K.’a 4956 s.K.’la eklenen geçici 18.<br />

m.’nin yürürlükte olmadığını saptadıktan sonra, 24. maddenin esas alınması gerektiğini,<br />

buna göre de limited şirket ortağı olarak davacının zorunlu Bağ-Kur<br />

sigortalısı sayılacağını, tescilini yaptırmadıysa Kurum tarafından resen tescilinin<br />

gerektiğine karar vermiştir.<br />

10. HD.’ne göre, zorunlu sigortalılığın tespiti istenen döneme ilişkin<br />

primler geçici 18. m.’ye göre hesaplattırılmalı, borç ödenirse dava kabul edilmeli,<br />

ödenmezse dava reddedilmelidir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 6.12.<strong>2004</strong> t., 7004/11376 s. kararına konu olayda davacı<br />

sigortalılık başlangıcının Esnaf Odası kaydına göre geriye götürülmesini<br />

istemiş, mahkeme de talebi kabul etmiştir.<br />

10. HD., davacının iki ayrı odada kaydı bulunduğunu, ancak Bağ-kur’a


kaydının 2. oda kaydına göre yapıldığına, bundan önce prim ödemesi de bulunmadığına,<br />

1479 s.K.’da 506 s.K.’un 79/10 maddesindeki gibi geçmiş sigortalılık<br />

süresinin saptanmasını sağlayacak bir dava türü bulunmadığına, yasada olmayan<br />

bir yetkinin yargı kararıyla tanınamayacağına, dayanarak mahkeme kararının<br />

bozulmasına karar vermiştir.<br />

Yarg. 10.HD.’nin 5.7.<strong>2004</strong> t., 2917/6397 s. kararında da benzer görüşleri<br />

biraz daha ayrıntılı ve gerekçeli olarak dile getirmiştir. Burada davayı sigortalının<br />

eşi açmış ve ölmüş olan kocasının Bağ-Kur sigortalısı olduğunun tespitini istemiştir.<br />

10. HD.’ne göre:<br />

Sigortalı talep edilen dönemde limited şirket ortağıdır ve vergi kaydı bulunmaktadır.<br />

Sigortalılık niteliği bulunduğu halde Kuruma kaydı yapılmamış ve<br />

prim ödenmemiştir.<br />

1479 s.K.’nun 26. m.’si sigortalı olmak hak ve yükümlülüğünden vazgeçilemeyeceğini,<br />

25. m. ise yasal şartların gerçekleştiği tarihte sigortalılığın kendiliğinden<br />

başlayacağını, 26. m.’de ayrıca üç ay içinde kayıt ve tescil yükümlülüğü<br />

getirildiğini, aksi halde tescilin kurum tarafından resen yapılacağını öngörmüştür.<br />

Ancak, 1479 s.K.’nda 506 s.K.’nun 79. maddesine benzer nitelikte bir<br />

hizmet tespit davası öngörülmediğinden, yasa koyucu, sigortalılık niteliğini taşıdıkları<br />

halde Kuruma tescil edilmemiş kişilere zaman zaman tescil imkanı tanımakta,<br />

istekleri halinde primlerini ödemek şartıyla geçmişteki çalışmalarını değerlendirme<br />

olanağı vermektedir.<br />

Burada da, 619 s. KHK.’nin Anayasa Mahkemesince iptali üzerine aynı<br />

amaçla 24.7.2003 t., ve 4956 s.K.’la 506 s.K.’na geçici 18. m. eklenmiş, bununla<br />

sigortalılık niteliği taşıdıkları halde 4.10.2000 tarihine kadar kayıt ve tescil yaptırmayanlara<br />

yeni bir imkan verilmiştir.<br />

Mahkemenin yapacağı iş, geçici 18. m. uyarınca davacının eşinin<br />

4.10.2000 tarihinden itibaren zorunlu Bağ-Kur sigortalısı olduğunun tespitine ve<br />

davacı tarafından prim borcu ödenmek kaydıyla talep konusu sürelerin sigortalılık<br />

süresi olarak değerlendirilmesi gerektiğinin tespitine karar vermektedir.<br />

Yarg. 10. HD.’nin 8.11.<strong>2004</strong> t., 6162/10336 s. kararı da Bağ-Kur sigortalılığı<br />

ile ilgilidir. Davacı belli tarihler arasında sigortalılığın kabulü ile yaşlılık<br />

aylığı bağlamasını istemiş, mahkeme isteği kısmen kabul etmiştir. 10. HD. farklı<br />

bir yaklaşımla anılan dönemin isteğe bağlı sigortalılık olarak kabulü ile durumun

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!