16.09.2015 Views

TUZLU SU SALTWATER

14B_Catalogue

14B_Catalogue

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

180 Robert Smithson<br />

Antoloji / Anthology<br />

181<br />

Robert Smithson<br />

Sarmal Dalgakıran (1972)<br />

New York’ta, o kentsel çöldeyken, Bob Fiore ve Barbara Jarvis ile bağlantı kurup filmimi toparlamaya<br />

yardım etmelerini istedim. Film bir dizi kopukluk olarak başladı, belirsiz ve değişken şeylerden<br />

toplanmış, dengelenmiş parçalardan oluşan dikenli bir çalılık, içeriği birbirini takip eden<br />

karelerde sıkışıp kalmış; durağanıyla, hareketlisiyle bir akışmazlıklar akıntısı. Ve bu “çekimlerden”<br />

oluşan karmaşanın üzerine eğilen film editörü, henüz bir araya gelmemiş bir dünyaya dair<br />

izlenimlerini düzenlemeye çalışan bir paleontoloğu andırıyor; daha tamamlanması gereken bir<br />

diyar, sona ermemiş bir zaman kesiti, birkaç film makarasına işlenmiş mekânsız bir araf. Negatif<br />

kesicinin askısından sarkan film şeritleri, Utah’tan ıvır zıvır, düşük ve aşırı ışıklı çekim hataları,<br />

içine girilmesi imkânsız bir malzeme yığını. Güneş, sarmallık ve tuz, uzayan çekimlere gömülü.<br />

Filmler ve film yapmakla ilgili her şey arkaik ve kaba. Bu Arkeozoik mecra, insanı bilinen en eski<br />

jeolojik çağlara taşıyor. Bakımlık [moviola], kamyonları dinozorlara çeviren bir “zaman makinesi”ne<br />

dönüşüyor. Öldürdüğü mamutun bağırsaklarını çeken bir Neandertalin inceliğiyle Fiore,<br />

bakımlıktan uzun uzun film şeritleri çekiyor. 13. Cadde’deki çatı katının penceresinden bakarken<br />

insan Pleistosen fauna, buzul yükselmesi, yaşayan fosiller ve tarihöncesinden harikalar görmeyi<br />

bekliyor. İki mağara adamı gibi, New York City’den Sarmal Dalgakıran’a nasıl ulaşacağımızı<br />

çizdik. Bir ilkel geri dönüş jeopolitiği ortaya çıktı.<br />

Seçen Tacita Dean Çeviren Kerem Kabadayı<br />

The Spiral Jetty (1972)<br />

Back in New York, the urban desert, I contacted Bob Fiore and Barbara Jarvis and asked them to<br />

help me put my movie together. The movie began as a set of disconnections, a bramble of stabilised<br />

fragments taken from things obscure and fluid, ingredients trapped in a succession of frames,<br />

a stream of viscosities both still and moving. And the movie editor, bending over such a chaos of<br />

‘takes’ resembles a paleontologist sorting out glimpses of a world not yet together, a land that has<br />

yet to come to completion, a span of time unfinished, a spaceless limbo on some spiral reels. Film<br />

strips hung from the cutter’s rack, bits and pieces of Utah, out-takes overexposed and underexposed,<br />

masses of impenetrable material. The sun, the spiral, the salt buried in lengths of footage.<br />

Everything about movies and moviemaking is archaic and crude. One is transported by this Archeozoic<br />

medium into the earliest known geological eras. The movieola becomes a ‘time machine’ that<br />

transforms trucks into dinosaurs. Fiore pulled lengths of film out of the movieola with the grace of<br />

a Neanderthal pulling intestines from a slaughtered mammoth. Outside his 13th Street loft window<br />

one expected to see Pleistocene faunas, glacial uplifts, living fossils, and other prehistoric wonders.<br />

Like two cavemen we plotted how to get to the Spiral Jetty from New York City. A geopolitics<br />

of primordial return ensued.<br />

Selected by Tacita Dean<br />

Clarice Lispector<br />

Água Viva (1973)<br />

Ve “ben” diyorsam eğer, nedeni “sen” veya “biz” veya “biri” demeye cesaret edememem, kendimi kişileştirerek<br />

ve küçümseyerek alçakgönüllü olmaya mecbur olmamdır. Ama ben o “sen-misin”im.<br />

Evet, son söz benim olsun isterim, ama o aynı zamanda öyle bir ilk söz olsun ki gerçeğin elde edilemez<br />

kısmıyla karışsın. Mantıktan uzaklaşmaktan hâlâ korkarım, çünkü içgüdüye, doğruya ve geleceğe çekilirim:<br />

Bugünün icadı, yarını meydana getirmenin tek yoludur. Sonra bir bakmışsın gelecektesin, her saat<br />

sana ayrılmış. Öyleyse mantıktan uzaklaşmamın ne zararı var? Ben hammaddeyle uğraşırım. Düşüncenin<br />

ötesine gizlenmiş olanın peşindeyim. Beni sabitlemenin yararı yok: Buna izin vermez, sıyrılır geçerim,<br />

etiket bana tutunamaz. Çok yeni ve gerçek, kendini merak eden bir sayfa aralıyorum; o kadar çekici ve<br />

kişisel ki çizebilmem veya tanımlayabilmem mümkün değil. Seninle geçirdiğim, seni sevdiğim anlar gibi;<br />

derinlerine inmekten geride bırakamadığım anlar. Etrafımı saran enerjiyle temas hali bu ve irkiliyorum.<br />

Deli, delice bir uyum. Bakışlarım kendini dünyaya tümüyle teslim etmiş ilkel bir insanın bakışları olmalı,<br />

biliyorum; iyiyi ve kötüyü kaba hatlarıyla kabul eden, kötüye saç gibi dolanmış iyiyi ve iyi olan kötüyü<br />

bilmek istemeyen tanrılar gibi ilkel bir insan.<br />

Kendi ölümünü beraberinde getiren ve diğerlerinin doğduğu apansız anları –dizimleri ve rastlantısallıkları<br />

müthiş güzel başkalaşım anlarını işaretlerim.<br />

Şimdi gün doğuyor ve şafak beyaz bir sis sahilin kumlarında. Öyleyse her şey benim. Yemeğe elim değmiyor,<br />

günün uyanışından öte uyanmak istemiyorum. Büyüdükçe içimde belli belirsiz bir umudu öldüren<br />

ve beni doğrudan sert güneşin suratına bakmaya zorlayan günle birlikte büyüyorum. Fırtına esiyor ve<br />

kâğıtlarımı dağıtıyor. O çığlıklar rüzgârını, eğik uçan kanatlarını açmış kuşun ölüm hırıltısını duyuyorum.<br />

Seçen Anna Boghiguian Çeviren Marco de Pinto<br />

Água Viva (1973)<br />

And if I say ‘I’ it’s because I dare not say ‘you’, or ‘we’ or ‘one.’ I’m forced to the humility of personalising<br />

myself, belittling myself, but I am the are-you.<br />

Yes, I want the last word which is also so primary that it gets tangled up with the unattainable part of the<br />

real. I'm still afraid to move away from logic because I fall into instinct and directness, and into the future:<br />

the invention of today is the only way to usher in the future. Then it’s the future, and any hour is your allotted<br />

hour. So what’s the harm of moving away from logic? I deal in raw materials. I’m after whatever is lurking<br />

beyond thought. No use trying to pin me down: I simply slip away and won’t allow it, no label will stick.<br />

I’m entering a very new and genuine chapter, curious about itself, so appealing and personal that I can’t<br />

paint it or write it. It’s like moments I had with you, when I would love you, moments I couldn’t go past because<br />

I descended into their depths. It’s a state of touching the surrounding energy and I shudder. Some<br />

mad, mad harmony. I know that my gaze must be that of a primitive person surrendered completely to the<br />

world, primitive like the gods who only allow the broad strokes of good and evil and don’t want to know<br />

about good tangled up like hair in evil, evil that is good.<br />

I pin down sudden instants that carry within them their own death and others are born — I pin down the<br />

instants of metamorphosis and there’s a terrible beauty to their sequence and concurrence.<br />

Now day is breaking, a dawn of white mist on the sands of the beach. Everything is mine, then. I barely<br />

touch food, I don’t want to awaken beyond the day’s awakening. I’m growing with the day that as it grows<br />

kills in me a certain vague hope and forces me to look the hard sun straight in the face. The gale blows and<br />

scatters my papers. I hear that wind of cries, the death rattle of a bird open in oblique flight.<br />

Selected by Anna Boghiguian Translated by Stefan Tobler

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!