You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Eleni
Mehmet Bülend Sağlam
Gecenin hangi vaktiyse kimsenin de
pek umurumda değil, bir üflenti içinde ağır
dalların hafifçe salınışı altına oturmuş adamlar,
kadınlar... Suzinak, tamburun tellerini
daha da yumuşatmışken, çatallı, bir hafız
sesi tınısında, okuduğu şarkıyı yaşamış olduğuna
yemin edersin, bıyıkları sararmış bir
çelebi, “Benim yârem gibi yâre bulunmaz.”
diye okumaya başlayınca herkes sustu... “Bu
kadar mı yaralı bütün gönüller, bu kadar mı
naçar?”
Düşünceye daldım bu hicran içinde bir
an, Âdem’in çilesi mi daha eskiydi yoksa bülbül-i
şeyda mı feryat etmişti daha evvel, bir
gül için?
Akıp geçen zaman içinde rüyalarımda
hayat bulan hayallerimdi yaşadığım. Tanrı
daha bağışlayıcıydı ve ben daha korkusuzdum.
Aşkın ölümsüz olduğu günlerin hülyasıydı
-başım dumanlı- bu gördüğüm. Ümitlerim
yüksek ve hayatım yaşamaya değerdi.
Kendi sayelerimdi yaşayıp sarf ettiğim, kimseye
ödenecek bir haraç borçlu olmadığım,
bütün şarkıları dinlediğim ve her lezzeti tattığım
hayatın içinde…
Hepsi senden sebep... Gözümün elvanı,
gönlümün şafağıydın… Hep ışık, duvarıma
yansıyan, penceremden dolan, hep aydınlık,
apaydınlık bir gün, canıma ferahlık, genişlik
mekânıma ve huzur hayatıma... “Bu kadar
mı bahtiyarım, kedersiz gönlüm, bu kadar mı
müsterih?”
Bütün bir mevsim, Yaz boyunca, yanımda
uyumuştun ve bir gün daha, bir daha,
yeni gün doğdukça, sanmıştım ki…
Hazan mevsimiydi çekip gittiğin. Oysa
yaşanacak yıllar vardı hayata yansımayan,
ümitlerim vardı, rüyalarını görmüştüm ve
fırtınalar, yüklenemeyeceğimiz havalar belki,
dünyanın öldürdüğü hayaller, yaşadığım
Cehennemden başka bir şey,
öyle umutlar ve düş kırıkları ki daha
önce hiç anlatılmamış olmalıydı.
Yumuşak seslenişli ve nazik insanların
sözlerinin hayata davet ettiği, aşkın kör olduğu
zamanlarda, dünya, sanki güzelim, yumuşacık
bir konçertodan yaratılmışken, çok
heyecan vericiydi. Gitarın telleri üzerinde
oynaşan parmakların şenlikli koşuşturması
gibiydik kırlarda -işte öyle coşkulu- belki
de bir sarhoşluk, tuğyan, çılgınlık günleri…
Fakat neden, her şey aniden, nasılsa, sarpa
sardı, hep yanlışlıklar içinde kalakalmış ve
rüyalarımızdan bile utanır olmuştuk.
* * *
Şimdi, sararmış, kuruyup dökülmüş,
evimizden kasaba meydanına yürüdüğümüz
yüzyıllık patikanın taşlaşmış çamurlu yüzü
üzerinde yapışıp çürümüş ardıç yapraklarının
kaygan, kırılgan halini hatırlıyorum da
doksan yedi yıl ecele direnen Eleni nine de
hatıralarımın arasından, o yaşına rağmen,
gülme, küçük bir kız çocuğu heyecanı içerisinde
sekerek gelip bana arkadaş oluyor, her
Hazan, yaprak düşümünde...
Annesi, babası ve iki ağabeyi, kış ayazında,
derin uykuda, sabaha karşı evlerinde
çıkan yangında, dillendirmeyelim, ah çok
yazık, Eleni daha beş altı yaşlarındayken o
gece teyzesinde uyumuş, kalmış da bu faciadan
kurtulmuş. Fakat kader kime nasıl muamele
edecek, nereden seçiyor, hükmü tecelli
ediyor bilinmez, mübadele yılında serpilmiş,
gelinlik çağındayken, akrabaları, teyze, dayı,
hala, her kimlerse, sahip çıkıp Eleni’yi yanlarına
almak istemediklerinde, bunu haber
alan Osman, Türk-Rum karışık yaşayan kasabamızda,
hani nicedir gönlünü eğmiş, aklını
yatırmışken; “Evlen benimle. Mutluluk
vaat ediyorum.” deyiverince, ah Eleni, dinini
değiştirdi mi merak etme, değiştirmedi,
Osman’a “Evet” deyiverdi ya! İşte buna artık
türküler yak, şiir söyle...
Kaygan, kırılgan ardıç yaprakları ile
benzi sararmış patika, dar, çaltılar sıyırır
gelip geçeni... Eleni’yi aklıma saplar her bir
diken, çizik, ısırık, kan, pıhtı...
Ah, nasıl bir sahnedir dünya?
Kalabalık olsa bir dert, kimsesiz olsa
mahzun...
Bir sis perdesi, açsan, herkes repliğini
şaşırmış, başkasının rolünü oynuyor artistler,
süzülüp sızan akşam güneşinde.
“Bütün duyguları süpür çöpçü başı, zaten
hepsi eskimiş, küf kokusunda sarhoş olmuş
börtü böcek!”
Taze kazılmış mezar kokuyor yer küre,
gözü olmayan yer altı sürüngenleri çılgınca
dans ediyorlar sıraların arasında. Kırık camlardan
girmiş kuşlar dönüş yırtığını bulamadan
çarpıp düşüyorlar sağa sola, ışığı özgürlük
zannedip her denemelerinde pencereye
doğru. Ölü kuşların gözlerini yiyor örümcekler.
Koltukları da kalkıp yürüyecekler
zannedersin kapı aralık olsa... Kurşuni, ağır
kadife perde, üzerine sinmiş binlerce sözün
ağırlığını taşımaktan yorgun, pirinç halkalara
yalvarıyor acıklı bir tirat: “Bırak dökülüp
düşeyim, uzanayım sahneye, perde kapandı
desinler...”
* * *
Bir çift turnaya benzerdi gözlerin… Ne
güzel şiir…
Aldın gittin neyim varsa. Göç eden kuşların
gözlerinde kaldı bütün hevesim. Bütün
yalnızlık şarkıları benim olsun ve mutluluğa
dair her söz de senin… Bir polka bütün yaşadıklarımız.
Dünya sahnesi üzerinde dönüp
duruyoruz. Yalnız başımıza olması mümkün
mü?
Yalnızlığı yaşamanı isterdim. Bir kitaptan
okunaklı olmuyor, bir filmden seyirlik
değil. Bu da sana duam olsun, yalnızlık yoldaşın,
ömrün uzun...
Karşılaşmayalım bir daha asla ve yalnızlığını
anlayabilecek kadar yalnız biri çıkmasın
karşına...
Yalnızlığı yaşamanı isterdim. Bir romandan
daha dokunaklı oluyor bir hayattan
sıyrılıp çıkmak. Yalnızlık gözyaşın olsun ve
dudakların çatlak.
Bir kedin olsun sadece, bir göz oda ve
bir de kömür sobası. Nadiren konsun kuşlar
pencerene ve kırk mumluk bir lambanın
altında oku bütün yalnızlık şiirlerini. İki
bardak çay koy, biri soğusun diğerini seyrederken
sen, dalgın dalgın ve bazen kalk karşındaki
sandalyeye değiştir yerini yalnızlığını
paylaşmak için. Elini kaldırdığın yere koy
elini birine dokunuyormuş gibi...
Yalnızlığı yaşamanı isterdim. Yazdıklarımdan
anlamaklı değil...
* * *
Mübadele yılları demiştim ya, ‘20li yıllar,
Çanakkale’den yeni çıkmışsın, düşman
geçememiş fakat geçemez dediğin heyûlâ
gemiler çok geçmeden gelmiş de demirlemiş
Boğaziçi’ne… Derken Samsun’dan parlamaya
çalışan küçük bir ateş, zamanla bütün
Anadolu’yu sarmış da közlerinden bir millet
doğacakken, Osman’ı da çağırdılar… Yahut
belki de kimse tam olarak bilmiyor, vatan
savunması bu, aşk dinlemez, Eleni, karnı
burnunda, çoluk çocuk görmez olur insanın
gözü, zannımca Osman kendi yazılmıştır
askere. Ayrı düştüler bir vakit, fakat Dîvân-ı
Kebîr’de yazıldığı üzere, “Sevgide çekilen cefada
binlerce vefa var.” Osman vuruştu, Eleni
bekledi, “Bugün posta günü, canım sıkılır.”
haber almak ne mümkün?! Yine de gamlı bir
vakitte Eleni nine, o demler henüz taze gelin
sayılır, iki üç satır yazdı, verdi postaya:
“Osman’ım, evimin direği,
Kirpiğinin teli ile diksinler ömrümün kaderini.
Gözbebeğin mihrabım olmuş...
Bir bak hele, dön gel artık...
8