21.12.2022 Views

Lamure Dergisi 11

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

gönlünün tespihine mıhlanan inleyişler

hüzne redif öykünmeler doğurur

bak!

süngülenmiş düşlerinin saçları dökülüyor

kanadığın yerden kana kana sus Esna…

Öykü

Esna

Mehtap Altan

Güneşin şakağıma değen sıcağı, rayların üzerindeki kızıl kıyameti

bir kat daha çoğaltırken eteğimin kenarına takılı kalan gelinciğin

kopmuş yaprakları dikkatimi çekti. “Çiçekler intihar ederler mi

acaba?” diye iç geçirdim. Yoksa solmamak için tutunurlar mı yaşam

kokan bir eteğe?

Evimiz tren istasyonunun hemen dibindeydi ve bazen kendimi

bulmak için rayların arasında öykülerini doğuran canlıları izlemeye

giderdim.

Yine biraz dem, biraz kafa dağıtma günlerimden birinde, rayların

arasında bir devinim şaşkınlığıma mührünü vurmuştu. Ölmüş

bir serçenin kanatlarına üşüşmüş yüzlerce karınca! Karıncalardan

bir tanesi ile göz göze gelmemiz zor olmadı. Bedeninin yüzlerce katı

büyüklüğündeki serçe ölüsünü taşıması, ona hiç de zor gelmiyordu.

Serçeyi yemek için değil, raylarda defalarca ezilmemesi için taşıyorlardı.

Erdem bazı insanlarda hiç yokken minik devlerde olduğunu

görmek ne tuhaftı!..

Karınca ordusunun ayaklarımın dibinden vefa töreniyle geçişinde

bir şeyler eksikti sanki. Serçenin ezilirkenki siren seslerinde

kalmıştı aklım. “Ölüme kanat çırparken en son nereye uçuyordu ki?”

dedi içimden bir ses. Hayatımız boyunca kim bilir kaç defa siren çalışıyordu

bizi uyarmak amaçlı ve biz belki de hiç birini duymuyorduk!..

Tren istasyonundan sokağımıza yaklaşırken yine o pencereye

takıldı gözüm. Bir sürü yüksek binanın arasında sıkışıp kalmış bir

gecekondu penceresine. Sesinde, sardunya sadakati saklayan bir kadın

yaşıyordu o pencerenin ardında. Ona selâm vermeden geçtiğim

bir gün bile olmamıştır.

Yavaşça yaklaştım pencereye, minik minik tıklatarak seslendim:

“Esna Abla!”

“Aslı, merhaba canım.”

“Eve geçiyordum, sana seslenmeden edemedim.”

“Anlat be güzel çocuk, bugünkü masalın ne?”

Ona her uğradığımda günün özetin yapardım. O kadar alışkındı

ki benim ona dolu dolu gelmeme…

Soluklanmadan hemen devam ettim sohbete:

“Bir ordu kuşattı her yanımı abla. Erdem ve azim ordusuydu

her biri.”

“Hmm… Yine karıncalarınla birlikteydin demek. Ne yaptılar

bugün. Bizlerin yapamadığı neleri başardılar Aslı’cığım?”

“Bir serçeyi sırtlayıp rayların dışına taşımaya nasıl canla başla

çalıştıklarını görmeliydin Esna abla.”

Onunla sohbet etmek mutlu ediyordu beni. İnsanlığın vurdumduymazlığına,

onunla kelimelerden kurşun sıkardık sohbetlerimizde.

Ama bizim kurşunlarımız kan akıtmaz, aksine yara sarardı!

Kendi kabuğunda sessizliğini emziren bir öksüz kadındı Esna

abla. Evimiz apartmanın altıncı katındaydı ve yukarıdan acının ahraz

bırakan sesini duymak çok da zor değildi aslında!

Ben her sabah anneciğimin yanaklarıma koyduğu, saçlarıma

yağdırdığı şefkat ile okula giderken; onun kapı önünü süpürürkenki

görüntüsü “haksızlık ama” dedirten iç ses hesaplaşmasını yaptırırdı

yüreğime.

Adı Esna, ezilen yüreğinin gölgesinde güneşler doğuran masaldı

o!.. Geceleri penceresini tam örtmeyen perdenin arasından

gölgelerin birbiriyle düellosuna şahit olurdu gözlerim! Kocaman

bir el, savunmasız o gölgenin üzerine iner, inerdi. Gecenin siyah

eteklerinden, bir sarhoşun pis kahkahası düşerdi iki masumun

gamzelerine.

Adı Esna, ruhu ne geleceğini gören ne de dünden kendini alabilen

ay vurgunuydu o!.. Çocuklarının gamzelerinde alıp veren bir

sus yetimiydi. Gözlerine ne zaman gözlerimi değdirsem, yangınlar

çıkıyordu nasırlaşmış suskusundan.

Adı Esna, kapı eşiğinde pirinçleri ayıklarken hüzünlerinin arasında

umudu arayan buğulu pencereydi o!.. Ayıkladığı pirinçlerin

içinden çıkan her taş, onu umudunun dağlarına savuran bir kanattı.

Yavrularının avuçlarını öptüğü her an, onun saçlarındaki tellerin

anne anne atan nakaratını beslerdi. Çünkü her gece anne yüreği, insan

yanı ve kadın rengi solardı, kocaman elli gölgenin kan çanağı

gözlerinde.

Bir gün anneme sormuştum:

“Anneciğim, bir evin duvarları üşür mü hiç?”

“Üşür yavrum. O evin içindeki çocuklar gülmeyi bilmiyorsa

üşür! Evin içindekilerden birinin yüreği öksüzse üşür! Neden sordun

yavrucuğum?”

“Hiç annem hiç!..”

Bir gün çığlık koptu gecekondunun ahşap kapılı duvarlarında.

Duvarları üşüyen evin içinden geliyordu çığlık! Esna bir önceki gün,

kapı eşiğinde umutlarını ayıkladığı yerde yatıyordu. Kanatları kırılmıştı.

Göğe, kuşların kanatlarındaki özgürlüğe bakan gözleri, mor

bir hüznün kâinatına soyunmuştu. Nefes alış verişindeki iç burkucu

yalnızlığı, ta yüreğimin odalarında yankılanıyordu.

sırra kadem basan güvercinler

kanatlarını gömüyor gökyüzüne!

toprağın göğsünden akıyor

hüznün tandırında kıvranan âh…

bir kadının hükmü veriliyor

çakırkeyif yaşamın aymazlığında

ciğerine dek üşüyor kadın ciğerine dek!..

kamburu çıkmış karıncalar utanıyor

insanlığın insansız sokaklarından utanıyor!

Etrafı dolduran sağır gölgeler, baş gölgenin yansımasıydı sanki.

Sağır gölgelerdi onlar; çünkü “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.”

cümlesinin gönüllü askeriydi onlar! Kimse kıpırdamıyor, sadece izliyordu

kendi utançlarına bandıkları tekrarı!.. Esna’nın etrafında iki

çift minik el, anne feryadına sarıyorlardı korkularını. Güçleri yetmese

de onu oradan çekip, ruhu daha fazla üşümeden sonsuzluğun

huzuruna taşımak istiyorlardı… Çocukların gözlerindeki yaş, yüreği

yaşamsızlığın topraklarında kurumuş kadına damlarken, solmuş

gamzesindeki o umutsuz çukura doluyordu yavaş yavaş. Ve kadının

yanaklarında son bir tebessümün tozu salınıyordu sanki! Ölüme

giden bir annenin yavrularına son selâmıydı belki de o tebessüme

benzeyen şey…

Sonra aklım karıncaların serçeyi taşıdıkları raylara takıldı. Karıncaların

bacaklarındaki derman, annelerini sonsuzluğuna taşımak

isteyen çocukların yüreklerine akıyordu, sessiz sessiz…

Ve o sessizliğin kağıttan duvarlarını yakıyordu bir kibrit çakımı

ağıtlar !..

16

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!