Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
KAYIP HİKÂYESİ ÖMRÜMÜZÜN
Adem Özbay
Âdem, dedemden miras. On aylık oğlunu
sırtında taşırken dünyaya getirdiği ikinci
oğlunu, eltisinin hırçın kollarına terk ettiğinde;
annemin çaresizliğinden müphem bir
yalnızlıkta beni kaybettiğini gören dedem
için cennetten kovulmuş bir Âdem’imdir
ben. İğreti bir beşiğin içinde açlığında ve
ne olursa olsun hiçbir ihtiyacında gözyaşı
dökmemeyi öğrenirim hemen sonraları.
Ağlamanın ve dövünmenin tek bir faydası
gelip dokunmaz alnıma müşfik elleriyle.
Koskocaman bir dünyada yalnızlığa boğulan
Âdem’den sonra bir metrelik beşikte uçsuz
bucaksız bir yalnızlıktır payıma düşen. O
zamanlar hudutlarında fiyakalı haydutların
dolaştığını keşfedemem henüz. Yalnız, nasıl
acınır bir insana okurum insanların gözlerinden.
Bir bakışıyla teselli veremeyeceğine
inanan kadınlar kendi çocuklarından bile
çoklukla sakındıkları sütlerini uzatırlar hemencecik
ağzıma. Çünkü açlık, kudurmuş
bir nefer gibi saldırtır bebekleri ve yaralar
sarar meme uçlarını. Onlarca sütannem nerden
bilebilirlerdi ki yıllar sonra insanların
acımayı yitirip sadece sahtekâr kelimeleriyle
yanı başımda tesellide olacaklarını.
Elbet bilemezlerdi.
Ben de bilemezdim.
Ağlamayı erkeklik raconuna yakıştıramadığımdan
değil, özgürce ağlamam gerektiği
zamanlarımda unutturulduğu için beceremezdim
başlarda. Önce siyah beyaz Türk
filmlerinde başladım ağlamaya. Ayrılmak
zorunda kalan iki aşığın figanları, annesinden
ya da babasından koparılan çocuğun
hıçkırıkları, kötü adamların bile yeri geldiğinde
nasıl da mert olduklarını izledikçe
gözpınarlarım cesaret buldu. Ağladım. Sonra
haberlerde ağlamaya başladım. Oralarda
bir yerlerde kurşunu bedeninden sakınan bir
çocuğun son çabalarına, titrek ve minnacık
elleriyle çöplüklerde ekmek arayan sokak çocuklarına,
sapıklıklarına özürlü öğrencilerini
alet eden bir öğretmenin inadına balkondan
düşen küçük bir çocuğu kurtaran gencin
parlayan gözlerine de ağlamaya başladım.
Hiç utanmadan hem de.
Kitaplar okudum ağladım.
Masallar okudum ağladım.
Şiirler okudum ağladım.
Bir de Kevakib’e...
Kevakib. Gelişinin üzerinden yıllar
geçti. Gelişini hesaplamamı mazur görün.
Gidişinden sonra yitirdiğim sadece uykularım
olmadı. Saat hesabını da tutamaz oldum.
Saatin tiktaklarını bıraktım şimdilerde, memurlara
ve vapur bekleyicilerine. Bu hesapsızlığım
biraz da ondan kalan bir miras gibi.
Hiç saati sormadı bana. Gerçi kolumda sorulacak
bir saatimde yoktu. Onun da yoktu.
Lakin benim ilk derslere genellikle geç kalmama
rağmen onun hocadan sonra derse
girdiğine hiç şahit olmadım. Sanki içinden
saniye saniye zamanı hesaplıyor gibiydi. En
uzun günü, bahar bayramını, gezegenlerin
aynı hizaya geldikleri günü ve tabii ki sevenlerin
gününü hep ondan öğrendim ben. Doğum
günüm on iki Nisan’ın, aslında ne güzel
bir gün olduğunu onun içimi ışıtan gözleri
ve kâbuslarıma diyet yeryüzüne saldığım
gülücükleri eşliğinde hediye kazağını aldığımda
anladım ilkin. Ama tahmin edersiniz,
ben ona hiç doğum günü armağanı alamadım.
Hep unuturdum ve o da hiç hatırlatmazdı.
Bilirdi babamın ancak ev kirasına ve
yol parasını karşılayacak kadar harçlık gönderebildiğini.
Benim aksime hiç ayıplamazdı
babamı. Sonraları otostopu keşfetmiştik
ev arkadaşlarımızla. Eğer o dudaklarımızı
yalarken ateş denizlerine düşmüş İbrahimler
gibi olduğumuz sabahın soğuk ayazında
beklemeye cesaretliysek ve gariban öğrencilik
yapmış bir arabalı bizi davet ederse sıcacık
arabasına, yüz metre maratoncuları gibi
davete koşar, iki bilet parası da kâra geçerdik.
İşte o otostoplardan sonra artırdığım paralarla
kantinden birer tost yemiştik ilkin. Ellerim
titremişti onları ona verirken.
Öylesine güzel yemişti.
Öylesine mesut olmuştuk.
Sonra Kevakib, seni çok sevdim. Evet,
sevdim ki ağladım yokluğunda. Tekrar bir
gülüşüne şahit olmak için ömrünün arta
34
kalan yıllarından çoktan vazgeçtim. Gidişinle
peşin sıra götürdüğün mavi ıtırları, mavi
yalnızlığında serazat ardıçları, ağır kanatları
yüzünden uçamayan albatrosun şarkılarını
ve daha nice şu ‘dünya telaşesi’ dedikleri
hengâmenin ortasında çırpınırken kimi
zaman usul usul, kimi zaman iri puntolarla
göğsüme salıverdiğin çığlığını, hıçkırıklarını,
tebessümünü, türkü ve ağıtlarını hepsini,
ama hepsini yazıyorum buraya. Yazıyorum
ki okuyan herkes nasıl ki suya bakınca aksi,
yankısı vurur insanın, öylesine bana ayna
tuttuğunu bilsinler. Hoş, bilseler de çok bir
şey değişmeyecek. Olmayışına denk düşen
‘yok’ kelimesi yerinde duracak sözlüklerde.
Ben yıldızları yine sensiz gözleyeceğim. Yine
sensiz makarna pişireceğim sevimsiz mutfağımda,
yine solgun renkleriyle bir kazağı
alıp koynuma öyle sabahlayacağım. Yazıları
pek okunmasa da kaybedenler kulübü üyeliği
saydığım bileti ve quizlere çalışırken ellerinle
karaladığın kâğıtları en kutsal metinler
gibi ihlâsla okuyacağım defalarca. Lakin gün
be gün hüzün biriktirirken sararıp solan bir
kalbe söyletmeyeceğim unutuluşun tatlı yalanlarını.
Yenilgilere bileneceğim inadına.
İnadına Kevakib, inadına ağlayacağım yokluğuna...
Evet, her dem ağlayıp tüketeceğim gözyaşını...
Elinden bir füzeden bile daha hızlı giden
kâğıt uçağını alıp da itinayla yapılıp tıpatıp
benzetilmiş bir oyuncak uçak verilen
çocuğa çok büyük bir hainlik yapılmış olmaz
mı? Hı, sorayım size...
Çıldırasıya özlediğimde, rüyama misafir
olup da ilk kez başımı yasladığımda kucağına,
söylediklerim hep aklımda Kevakib:
aynı yıldızlarla yarenlik edip bir gece
yarısı...
yaşama eğilen sadece benim kalbim değil,
biliyorsun...
sen, senin kalbin nasıl...
hala o kalabalık, tıkış tıkış limanında
yerim var değil mi...
benim limanım seni fırtınalarda bile taşımayı
biliyor..
Biliyorum.