06.11.2014 Views

milliyetçilik

milliyetçilik

milliyetçilik

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Peki Avrupa’nın gerçekten ‘ortak’ bir kimliğe ihtiyacı var mıdır? Varsa bu kimlik nasıl<br />

bir kimlik olmalıdır? Milli kimlikleri model alan ‘kapsayıcı’ bir kimlik mi olmalıdır,<br />

yoksa sadece belirli kurumlara ve değerlere bağlılığı içeren daha ‘yüzeysel’ bir kimlik<br />

mi? Avrupa entegrasyon sürecini yönlendiren seçkin sınıfların bu soruya verdiği<br />

yanıt açıktır. Resmi belgelerde ve kurucu antlaşmalarda kullanılan ‘daha sıkı, daha<br />

yakın bir birlik’ ifadesinin de işaret ettiği gibi, Avrupalılığın daha kapsayıcı bir kimlik<br />

olmasını arzulamaktadırlar. Bunu gerçekleştirmek için de ulus-devlet modelini<br />

örnek alan bir ‘Avrupa vatandaşlığı’ yaratmaya girişmişlerdir. Bazı araştırmacılar bu<br />

tür bir kapsayıcı kimlik modeline karşı çıkmamakla birlikte, bu kimliğin ‘yukarıdan<br />

aşağı’ dayatma yoluyla değil, Avrupa entegrasyon sürecinin ilerlemesi ve kurumların<br />

yerleşmesiyle belirli bir süre sonra kendiliğinden ortaya çıkacağını iddia etmektedirler<br />

(Kohli 2000).<br />

Öte yandan Avrupa Birliği’nin ulus-devletin üstünde ve ötesinde bir siyasi yapı olması<br />

gerektiğine inanan, dolayısıyla bu tür bir kapsayıcı kimliğe ihtiyacı olmadığını ileri<br />

sürenler de vardır. Örneğin Kalypso Nicolaïdis (2004) Avrupa Birliği’nin yeni bir toplum<br />

anlayışına yönelmesi gerektiğini, bunun da tek bir halktan değil, ‘halklardan’ oluşan bir<br />

toplum olmasını savunmaktadır. Bu çerçevede Avrupa ‘ötekiler’ yaratmak yerine, kendi<br />

dışındakileri kucaklayan bir anlayış geliştirmelidir. Gerard Delanty (2002) ise ortak bir<br />

kültürel mirasa dayalı, milli kimlik modeli bir Avrupalılık anlayışı yerine, ‘çoksesli’,<br />

farklılıkları gözardı etmeyen, hatta onları yücelten daha kozmopolitan bir kimlik<br />

anlayışını savunmaktadır. Bu kimlik yüzeysel de olmayacaktır, çünkü ırkçılık karşıtlığı,<br />

şiddetin reddedilmesi gibi ideolojik-ahlaki boyutlara sahip olacaktır. Milli kimlik, ünlü<br />

Fransız tarihçi Ernest Renan’ın 1882’de iddia ettiği gibi geçmişin ‘unutulması’ üzerine<br />

kuruluysa, Avrupa kimliği geçmişin ‘hatırlanmasını’ temel almalı, milliyetçiliğin tarih<br />

boyunca neden olduğu acıları aklından çıkarmamalıdır. Bu tür bir kimliğin ‘öteki’<br />

anlayışı da farklı olacaktır; ‘öteki’ yok edilmesi ya da boyun eğdirilmesi gereken bir<br />

‘karşı-biz’ olmaktan çıkacak, bizi yaratan unsurlardan biri, yani bir parçamız olarak<br />

görülmeye başlanacaktır. Ariane Chebel d’Appollonia (2002)’ya göre ulus-ötesi bir<br />

kimlik anlayışı, ancak siyasi egemenlik kavramının yeniden tanımlanmasıyla mümkün<br />

olacaktır. Yapılması gereken, farklı kültürlerin aynı siyasi çatı altında var olmasına<br />

olanak tanıyacak bir egemenlik kavramı geliştirilmesidir. Bu bir anlamda siyasetle<br />

kültürün birbirinden ayrılmasını, ‘vatandaşların’ farklı kültürlere bağlılık duymasının<br />

mümkün kılınmasını gerektirecektir. Elbette bu alternatif Avrupalılık arayışlarına<br />

herkes katılmaz. Örneğin Anne-Marie Le Gloannec (2006), her siyasi birliğin – fiziksel<br />

ya da mecazi – sınırları olması gerektiğini söyler. Bu birlik ne kadar sıkı ve yakınsa,<br />

sınırlar da o kadar belirgin olacaktır. Bu anlamda ‘herkese açık’, çokkültürlü,<br />

kozmopolitan Avrupalılık arayışları bir hayalden başka bir şey değildir.<br />

Türkiye’nin üyeliği bu tartışmaların tam ortasında yer almaktadır. İlk defa nüfusunun<br />

büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülke üyelik için Avrupa’nın kapısını çalmaktadır<br />

(Casanova 2006; Benhabib ve Işıksel 2006). Bu, yüzyıllardan beri Hrıstiyan Avrupa’nın<br />

92

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!