You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
birileri, yaban otlar ve ayrık tohumları ekmişti besbelli.<br />
Gözlerinde o tohumların filizlendiğini, kendisine<br />
odaklanan filizlerden de yakan ve delen bir ışık<br />
yayıldığını fark etmişti. Bunun için olsa gerek, Bahar<br />
kendisini dinlemek istemediğini duruşuyla, bakışıyla<br />
söylüyor, birlikte yürümemek için çaba sarf ediyordu.<br />
Taksi durağında oğlanın birden belirmesi, daha<br />
önceden ayarlanmış mıydı Bahar o oğlana haber<br />
mi vermişti Bunları bilmek imkansızdı. Ama, önce<br />
oğlana bir yumruk sallamaya niyetlendiğini, sen kim<br />
oluyorsun diye bağırmak istediğini hatırlayabiliyordu<br />
sadece. Bahar’ın gidişi üzerinde düşünemeyecek bir<br />
doğrultudaydı hayatının akışı. Öncelik, sivillerin<br />
elindeydi: Onu nereye götürecekler, ne soracaklar<br />
ve kendisine ne yapacaklardı Neden arandığını,<br />
doğduğu ilçenin emniyetine yakalama emrinin neden<br />
verildiğini onlar söyleyecek miydi<br />
Kaderin ağır bir çuvalını yüklenmişçe yürüdü<br />
sivillerle. Ağır; acı dolu; müphem taraflarla örülü,<br />
umut parıltılarının karanlığa boğulduğu o ağır çuvalla.<br />
Taksi durağından, Bahar’la tanımadığı oğlan<br />
uzaklaşırken de omuzlarına başka, ağır bir karanlık<br />
bindiğini hissetmişti. İki-üç yüz metre yürüdükten<br />
sonra sivil plakalı eski, beyaz bir arabaya bindiler<br />
birlikte. Sirkeci emniyetine varıncaya kadar, sivillerin<br />
bakışlarında iyilik sezebilecek bir ışık kırpıntısı<br />
bulamadı. Yol boyunca kendisini incelediler. Ellerine,<br />
ayaklarına, omuzlarına baktılar gözlerini oralarda<br />
konaklandırıyor gibi. Yüzüne dönüp, göz göze<br />
gelmemeye itina ettiler. Sivillerin kaşları, dudakları,<br />
çeneleri ustaca belirlenmiş mimiklerle hareketleniyor,<br />
bir yoruma mahal bırakmıyordu.<br />
Beyaz araba, Sirkeci emniyetinin önünde<br />
durduğunda, iki sivil hemen inip, iki yandan<br />
kollarından tutmuş ve giriş kapısından aşağıya doğru<br />
inen merdivenlere yönelmişlerdi. Bodrum katına mı,<br />
daha aşağılara mı, çok iyi çıkaramıyordu bunu. Dehliz<br />
gibi bir yerde, solgun sarı ışıkla aydınlatılmış<br />
bir masanın kenarında, ucuz ve her an kırılabilir bir<br />
sandalyeye oturttular. Akabinde gözlerini bağladılar.<br />
Epeyi bir ayak sesi dinledi. Birileri gitmiş, başka<br />
birileri gelmişti belki. Ama sorular başlayınca,<br />
bunların başka siviller olduğundan emin oldu.<br />
Önce ehliyetinden başladılar. Ehliyetinin, nerede<br />
olduğunu sordular. Türkyurdu Apartmanındaki<br />
öğrenci evinde, ikinci kattaki odasında, duvarda<br />
her zaman asılı bulunan ceketinde olduğunu söyledi.<br />
Defalarca sordular, aynı şeyleri anlattı. Daha<br />
sonra, soruları değiştirdiler. “Çenç mi yapıyosunuz<br />
lan siz” dediler. “Senin ehliyetinin, gasp edilmiş bir<br />
arabada ne işi var!” Bu şaşılacak bir cümleydi. Ehliyeti,<br />
gasp edilmiş bir arabada nasıl olabilirdi İzah<br />
etmeye çalıştı. Ceketimin cebinde, asılı olduğu yerde<br />
bırakmıştım, buradan hiç tanımadığım bir arabaya<br />
gidemez benim ehliyetim, dedi. Ama o anda<br />
şunu da hatırladı: Ehliyeti olmayan arkadaşları, bazen<br />
kendi ehliyetini kullanırlardı. Bu bir zaruriyetti<br />
o gün için. “Nasıl arkadaşlık lan bu, insan ehliyetini<br />
başkalarına verir mi” Bazen mecbur kaldıklarını,<br />
okulda olaylar çıktığında yaralı arkadaşlarını hastaneye<br />
yetiştirmeleri gerektiğini anlattı. Bazen de,<br />
seminerlere gelen hocalarını Harem’e yetiştirmeleri<br />
icap ettiğini. Ocağın arabalarını kim müsaitse onun<br />
kullandığını.<br />
Anlattı, anlattı. “Ne semineri lan” dediler. Seminerlere<br />
gelen hocaları ve anlattıkları konuları sordular.<br />
Marksizm, otuz iki farz, Kırım, Kaşgar, İsmail<br />
Gaspıralı, Sovyetlerin sıcak denizlere inme stratejisi,<br />
Yunanlıların megola idea’sı; Gulag Takım<br />
Adaları, <strong>Dr</strong>ina Köprüsü; Erol Güngör, Gazali… Her<br />
şeyi, evrenin bütün coğrafyalarına, insan zekasının<br />
bütün dehalarına ve eserlerine ve zalimce yönetme<br />
sistemlerinden hakça yönetilme ihtimallerine kadar<br />
her şeyi anlattı. Önlerine açılan ufuklarda nasıl yeni<br />
fikirler üretebileceklerini, bunun için seminerler<br />
düzenlediklerini söyledi. Söyleyebileceği başka da<br />
bir şey yoktu zaten.<br />
Kah seslerini çatallandırarak, kah derinden öksürükler<br />
yaratarak, kah alaycı bir gülümseme ve<br />
bazen de küçümseyen, aşağılayan sözlerle dinledi<br />
sivil polisler ve nezaketten kabalığa, kabalıktan<br />
zorbalığa, zorbalıktan şiddete hafif tonlarda geçiş<br />
yaptılar. Karşısındaki adamların yüzlerinde oluşan<br />
ifadelerini, gözlerindeki bağdan dolayı zihnine<br />
kazıyamadı ama ses tonlarından, nasıl bir biçime<br />
büründüğünü görür gibi oldu.<br />
“Vatanı kurtarmak size mi kaldı lan, Gaspıralı da<br />
kim oluyormuş Hem milliyetçiyiz, ülkücüyüz diyorsunuz,<br />
hem de Andriç mi Solcenit mi nedir, onları<br />
okuyorsunuz! Kerkük’ten, Kırım’dan, Kaşgar’dan<br />
size ne lan! İşte yapmışsınız çenç, anarşistsiniz siz<br />
lan! Çenç yaparak mı vatanı kurtaracaksınız”<br />
Sorular, gerçeği anlama çabasından, düşüncelerini<br />
ve ülkülerini yargılama girdabına döndüğünde,<br />
sevdaları geçti gözünün önünden.<br />
İstanbul’a ilk geldiğinde, Türkiye’nin en iyi ve<br />
en eski bir okulunda okumak gururlandırmıştı onu.<br />
Daha birkaç ay geçmemişti ki Bahar’ı tanıdı. Aynı<br />
sınıftaydılar. Onun da Osmanlıcası çok iyiydi.<br />
İlk yakınlaşmaları, gündelik hayatın cümlelerini<br />
Osmanlıcayla yazarak başlamıştı. Bahar’ı,<br />
hafta sonu yapılacak seminere davet etmişti,<br />
100