FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖREYAVŞAN KOKUSU•Vagıf SULTANLIDesen: Mehmet BAŞBUĞGüneşten çatlak çatlak olmuş, baktıkça uzayanyavşanlı düzlüklerin arasından köye giden işlek yoldaeli bavullu bir kişi yürüyordu. O, sık sık bavulunubir elinden diğer eline alıyor, durmadan, ağır,sert adımlarla yoluna devam ediyordu. Yol uzuyordu,ama ne bir binek, ne de başka bir canlı gözeçarpmıyordu.Yağış olmadığı için yoldaki toz topuğa kadar geliyordu.Havadan acı, ağır yavşan kokusu geliyordu.Ama yolun tozunu dumanını, yavşanın acı, ağırkokusunu da görmüyordu. Hafızası, duyguları çoktanberi kullanılmayan bıçak gibi körelmişti.Köyün girişine varıp bavulu yere koydu, nefesiniçekerek yavaş hareketlerle ceketinin cebinden sigaraçıkarıp yaktı, sonra da olduğu gibi bavulun üstüneoturup dizini dizinin üstüne aşırdı.Akşam vaktiydi. Sürü toz içinde otlaktan köyedönüyordu. Sürünün tam arkasında bomboz toz buludusürünüyordu. Arasıra çoban Şirhan’ın yorgun,kalın sesi duyuluyordu: ‘‘–hoha, hooha!’’Köyün kızları, gelinleri bağıra çağıra kamyondatarladan eve dönüyorlardı. Bir yerlerde, çokyakınlarda evlerden birinde radyoda yanık yanıkzurna çalınıyordu.O ise...O ise sanki bunları görmüyordu, duymuyordu. Solelini yüzüne dayayıp açgözlülükle sigarasını tüttürüyordu.Kızlarla dolu kamyon vıyıltı ile sokağıgeçip onu tozlar içinde bıraktı. Toz çekildiktensonra ağır ağır ayağa kalkarak sigarasından son fırtalıp attı, bavulunu alarak köyün yukarı tarafındakikırmızı kiremitli eve taraf yürüdü.Bahçe kapısını açınca eyvanda kap kacak yıkayanufak bacısı Süsen eve koşup yüksek sesle bağırdı:– Baba, İsmail geldi, İsmail geldi!Bacıları göz kırpımında eyvana dökülüştüler. Boynunasarılıp yüzünden gözünden öptüler. Babası cod,nasırlı elleriyle oğlunun omuzlarından tutup gözlerindenöptü, alnından öptü.İsmail birşeyler söylemek istedi, dudakları titredi,söyleyemedi. Yaşlı gözlerini babasına dikip çocukgibi baktı. Babası da ağlamaklı oldu, yüzü gerildi,ıslanmış kirpikleri sık sık kırpıldı, birkaç defa yutkundu.Kendini zorlayarak güçle:–Neden burda duruyorsun oğlum, içeri geçsene, –diyebildi ve yavaşça oğlunun kolundan tutup merdivenleriçıkmaya başladı.Ayağını kapıdan içeri atar atmaz annesiz odanınbuz gibi soğukluğu suratını yaladı. Ve bu soğuklukbir anda iliğine kadar işledi, tüyleri kabarıp kalktı.Bacıları masanın üstüne çay, reçel, sıcak sac ekmeği,yoğurt, peynir dizmişlerdi.İsmail, elini çenesine dayayıp düşünceye dalmıştı.Babası da susuyordu. Gözyaşları akıp İsmail’inyanaklarında kurumuştu.– Bir iki lokma ye, oğlum, yol gelmişsin, açsın.İsmail, babasının sesine düşünceden uyandı, elinisofraya uzattı, bir lokma ekmek kesip ağzına koydu,ama ne kadar yutkunsa da boğazından geçmedi, biryudum çay içip lokmayı zorlukla yuttu, daha da elini101
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖREhiç birşeye sürmedi.Kimse konuşmuyordu, herkes gözünü bir yerleredikip düşünceye dalmıştı. Aileye garip bir sessizlikçökmüştü. Bu sessizliği annenin zamansız ölümügetirmişti ve bu ölümde herkes kendini suçlu zannediyordu,işte belki de bu nedenle, konuşmak herkesiçin zor idi.Babası tekrar seslendi:– Oğlum, biraz uzanıp yorgunluk mu gidersen?İsmail sanki bu evin sakini değildi, yabancı misafirdi,uzun yol gelip yorulmuştu, sanki bunu bekliyordu.Kalkıp hiç birşey söylemeden diğer odayageçti, ceketini çıkarıp askıya yaklaştı. Annesininbütün elbiseleri üstüste asılmıştı. Bu elbiselerönceden nasıl asılmışsa öylece duruyordu. Gözlerien üstteki beyaz eşarpa çarptı. Bunu İsmail geçenyıl kışın tatile gelirken bursundan kuruş kuruş kesipbiriktirdiği paray-la annesine alıp getirmişti. Kadınoğlunun hediyesini sevip saklıyor, başına örtmeyebile kıymıyordu.İsmail eşarpı burnuna götürdü, sanki annesininşirin temasını hissetti, gözleri kapandı. Gözleriniaçınca duvarda annesinin büyütülüp çerçevelenenresmini gördü. Kolları halden düştü, eşarpparmakları arasından kayarak döşemeye yayıldı.Sanki annesi dile geldi:‘‘– Hoşgeldin, oğlum!’’‘‘– Hoş bulduk anne!’’‘‘–Derslerin nasıl gidiyor, gözümün ışığı, birsıkıntın olmuyor değil mi?.. ’’‘‘– Hayır, annecim, ne sıkıntım olabilir... ’’‘‘– İnşallah, olmaz’’.İsmail elbiselerini çıkarmadan yatağına uzandı.Tam dört ay olmuştu annesi kara toprak altındauyuyalı. Dört ay olmuştu ölümün sert yüzüyle başbaşakalalı. O bu kayba hala da inanamıyordu, dünyadaebedi yokluğun ne olduğunu kavrayamıyordu. Birdaha annesinin sesini duymayacağına inanamıyordu,yüzünü görmeyeceğine, nefesini hissetmeyeceğineinanamıyordu. Annesinin nevazişli ellerinin codsaçlarını bir daha okşamayacağına inanamıyordu.İnanamıyordu...Annesinin arzusu içinde kalmıştı, tek oğlunundüğününü göremeden gözlerini kapamıştı. Zavallıkadın hep durmadan derdi ki:– Yavrum, üniversiteyi bir bitirseydin, seni evlendirirdik.Daha ondan sonra ölsem de derdimolmazdı.İsmail üniversitede son senesini okuyordu,ailenin büyük evladıydı. Babası ilkbahardan yazınsonlarına kadar tahıla, sonbaharda ise yoncayabekçilik yapardı. Tek sözle, adam kendini tarlayavermişti, güneş doğmadan gidip güneş batıncadönerdi. İsmail’in üç bacısı vardı, üçü de annelerinebenziyordu. Kızların büyüğünü yaklaşık bir yıldırnişanlamışlardı. İsmail daha annesi sağken demiştiki, Gülnare (büyük olan kız) evlenmeyinceye kadarben de evlenmeyeceğim. Uzun tartışmalardan sonraGülnare’yi nişanlamışlardı.Annesi kızlarına vasiyet etmişti ki, kardeşinize iyibakın, o sizin bir tanenizdir, gözününüzün karasıdır....Ertesi gün İsmail uyandığında güneş bir insanboyu kadar yükselmişti. Babası çoktan işe gitmişti.Ortanca bacısı bahçedeki semaverin közünüalıştırmaya çalışıyordu. İsmail bacısına günaydındedi, babasının geceden gittiğini bilse de sordu:–Babam gideli çok mu oldu?–Evet, güneş doğmadan tarlada olması gerek.Konuşuyoruz, kızıyoruz ki, baba yeter, bu tarladane gördün ya... Yoruluyorsun artık, hafif bir işten tutun.Artık senin bu yaşta otla motla uğraşman yanlış.Ama kime diyorsun, bildiğini yapıyor.İsmail duymuyordu. Bahçede gözüne çarpanherşey –sonbaharın koparıp attığı kurumuş yapraklar,eyvandaki boş kalmış kırlangıç yuvası onaannesizliği hatırlatıyordu. Ufak bacıcı yavşan süpürgeylebahçeyi süpürüyordu. Annesi de bahçeyi hepbu süpürgeyle süpürürdü. ‘‘Kokusu hoşuma gidiyoryavşanın’’–diyordu. İsmail ufak olduğunda hepbacılarıyla gidip tarladan yavşan toplayıp getirirdi.O zaman hiç aklına da gelmezdi ki, tarlanın bu acı,gereksiz otu ona birşeyler hatırlatacak, ağır bir kayıbıaklına getirecek. Bacıları ne kadar uğraşsalar da,annesiz bahçede bir düzen, şekil yaratamıyorlardı.Barıbahçeyi ot basmıştı, tavuklar kümese girmesiniunutmuştular, ağaçta, tavlanın üstünde nerede rastgelsegeceliyorlardı.Bacısı Gülare eyvanda sofra açtı.–Gel otur, kardeşim, bir iki lokma yemek ye.Akşam da diline birşey sürmedin, bayılırsın,– dedi.İsmail bacısının zarafetle açtığı sofraya kafasınıkaldırıp bakmadı bile, ceketini omuzuna geçiripkapıdan çıktı.Mezarlığa nasıl vardığını kendi de anlamadı.Mezarlığın içinden geçen ensiz, ot basmış yoldatanıdık, tanımadık mezarların arasından bayağıyürüdü. Annesinin yaşlı dut ağacından yapılmışmezartaşına varıp durdu. Mezarın kabuk bağlamıştoprağına acıklı acıklı baktı. Mendilini çıkarıp istemedenyanaklarından aşağıya süzülen gözyaşlarını102