FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖREkeşfettiğimize göre, basbayağı “Hasköy”müş!Harmanlı’dan hiç farkı yok; kendi gitmiş adı kalmışyadigâr... Sadece girişte, imparatorluk dönemindenkalmış güzel bir köprü var. Bütün bir yol boyuncaşehir ve kasabalarda, dikkatimizi en ziyade kocamankocaman resimler çekiyor. Fabrika ve okullarda,büyük binalarda, meydanlarda hep aynı resim. Üçbüyükler: Marks, Lenin, Dimitrof. Bir tane değil, ontane değil, yüzlerce. Yugoslavya’ya geçinceye kadarpeşimizi bırakmadılar.Kayserili’ye sorsam; “-Hasan kardeş, bu resimler neyin nesi?Mutlaka bilimsel bir cevap verecektir!:-Tam bakımsız ve gerçekten demokratik bir ülkedebulunduğumuza göre, resim bolluğunun nedeni bellidir.Marks ve Lenin yoldaşlar, Bulgaristan’ı ziyaretetmektedirler veya edeceklerdir!Desem ki;-Yapma be muavin! Marks yoldaş 88 yıl önce,Lenin yoldaş da 47 yıl önce dünyalarını değiştirdiler;Dimitrof yoldaş da hasretlerine dayanamadı,yanlarına gitti!Kayserili bu, lâf altında kalmaz ki,-Kapitalist propagandaya iyice şartlanmışsın!Öldüklerini biliyorsun amma, sosyalizmin sihirligücü sayesinde dirildiklerini öğrenememişsin!Ve hep birlikte, bağımlı kapitalist Türkiye ileBağımsız sosyalist Bulgaristan’ı düşünüp doyasıyagülecektik...Hasköy’den sonra saat: 12.00’ye doğru Plovdiv’egeldik. Büyük, hattâ çok büyük bir şehir. Mektepteiken coğrafyam kuvvetliydi. Hafızamı zorladım;komşumuz Bulgaristan’ın büyük şehirlerini saymayabaşladım: Sofya, Filibe, Varna, Rusçuk... Ya Plovdiv?PIovdiv yoktu! Önümüzdeki haritaya baktım,Filibe’yi aradım; tuhaf şey, haritada Filibe yoktu!Bilmeceyi ancak Almanya’da, bir işçi kardeşimizinyardımıyla çözebildik. Meğer Plovdiv dedikleri,Filibe’ymiş!.Filibe caddelerinden geçiyorduk yavaş yavaş.Önümüze üç kişi çıktı, konuşmak ister gibiydiler.Durduk, yanımıza geldiler. Türk olduklarını söylediler“Nasılsınız” dedik. “Allah iyi etsin!” cevabınıaldık. Yanımızda portakal vardı, dağıttık. Çok sevindiler.Filibe’nin başka bir yerinde yine durmak zorundakaldık. Gençler, etrafımızı sardılar. Plâk varmı diye sordular. Yoktu; 15 yaşlarında bir çocuk,esmer vatandaşlarımızdan biri, İbrahim Metin biraderimizinkulağına eğildi ve –Affedersiniz - “Karıvar; karı!” dedi. Başka bir yerde olsaydık İbrahimMetin biraderimiz, teklif sahibinin suratına iki okkalıtokat hediye ederdi. Sadece çok üzüldük ve kovduk.Öteki direndi. Türklüğü, yüzünden okunan başkabir delikanlı, esmer vatandaşı öfke ile uzaklaştırdı.Selâm verdi, arabamıza ve bize sevgiyle baktı. Fazlakonuşmadı ve uzaklaştı.Filibe’den çıkınca trafik levhasına baktık;önümüzdeki şehrin ismini aradık: Patzarezık!Şifreyi kolay çözdük, Pazarcık’a yaklaşıyorduk.Şehre gidince bir Türk kahvesi bulup çay içmeye,fırsat çıkarsa soydaşlarımızla konuşup “mesele”geçmeye karar verdik. Pazarcık’taki bir sahneyi hiçunutmayacağım: Kahvenin yerini soracak birileriniarıyorduk. Yanımızdan iki genç kız geçiyordu; herhalleriyle Türk’e benziyorlardı. Camı açtık, işaretettik, durdular. Yanılma ihtimalini hesaba katıp sözeTürkçe başlamadık. Kızlardan biri iyice yaklaştı;diğeri bir metre uzakta durdu. Hasan Almanca, NihatYazar da İngilizce olarak nerede çay içebileceğimizisordular. Pencerenin yanındaki kız, anlamadı.Aramızda yüksek sesle Türkçe konuştuk. Güya, Türkolup olmadıklarını böylelikle anlayacaktık. Yine cevapalamadık. Yanıldığımızı düşünüp ayrılacağımızsırada öteki kız, hızla atıldı; arkadaşına “gel çekilkız” dedi ve sordu: “Nerdensiniz?” Birden kızınyüzüne baktım, pancar kesilmişti. Pazarcığı sorduk.Çoğunluğun Türk olduğunu öğrendik. Bize kalsaydıahbaplığı sürdürecektik. Fakat konuşan kız bir yerlerebaktı; ne gördüğünü hiç bilemem; telâşla “Gidelim;görürlerse başımıza iş açılır;” dedi. Mahcup veürkek yürüdüler. Türk kahvesini bulamadık; turistikbir motele gittik. 4 çay için 14 TL. ödedik. Pazarcıkbir Türk şehriydi; ama çay içmeğe gittiğimiz yerdehiç Türk yoktu.Sofya’ya saat: 16’da vardık. Bir milyon nüfuslumuntazam ve düz şehir. En iyi tarafı bütün caddelerininağaçlı oluşu. Şehri bir müddet dolaştık; KızılMeydan’a gittik; meşhur anıtın önünde fotoğraf çektirdik.Meydanda gazeteciye benzeyen, omuzundafotoğraf makinesi, elinde bir dergi, öylece dolaşanbir adam vardı. Belli etmemeye çalışıyor; ama hepbizi gözlüyordu. Dikkat ettik, resmî bir polise bizigösterdi ve pek ahbapça konuştular.Bulgaristan’ın Sofya’ya kadar yola bakan bölümüdüz, kesintisiz ve verimli bir ovadan ibaret. Tarlalar,meyve bahçeleri ve bağlar, bir de kış ortasında tazesebze yetiştirilmesini sağlayan “sera”lar. Yugoslavsınırına yaklaştıkça engebeli arazi başlıyor, ilk defadağlarla karşılaşıyorsunuz ve yollar daha bozuk.Saat 18’de Bulgar gümrüğünden çıktık.”29
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖREMilliyetçi fikriyatın önemli kalemlerinden Gazeteci-Yazar Necdet SEVİNÇ22 Temmuz 2011 günü Hakka yürümüştür.Merhuma Allahtan rahmet dilerken, ailesine baş sağlığı diliyor;Mekânı cennet ruhu şâd olsun veYÜCE TÜRK MİLLETİ’nin BAŞI SAĞ OLSUN diyoruz.KURBAN•Necdet SEVİNÇBir sabaha karşı Antep garında,Üzerimde abavari bir ceket,Ayağımda teki kara,Teki kırmızı bir çarpana,Başımda kasket!Ben Antepli <strong>Ahmet</strong>!..Bir sabaha karşı Antep garında,Gözlerimde nem, kollarım kelepçeli,Ensemde bir demir ki, soğuk mu soğuk,Ben idam mahkûmu Antepli <strong>Ahmet</strong>.Hayatımın ilkbaharında.Babam seferberlikte Yemen’e gitmiş,Anam hâlâ yolunu gözler,Dayımı kâfir Sakarya’da şehit etmiş,Ve yetim kalmışız bizler.Şu dağlar şu ovalar hep bizimmiş,Dâvarımız varmış sürü sürü,Kervanımız çekermiş yükümüzü.Bir tahıl gelirmiş,Bir tahıl gelirmiş ki deme gitsin;Hem bizi beslermiş, hem köyümüzü.Önce düşman basmış ovayı,Dâvarı da, deveyi de yemişler,Sonra eşkıya talan etmiş,Yetim malı,Garip malı,Öksüz malı dememişler!Anam ancak bacımı kurtarmış,Köşe bucak,Yorgan yastık saklamış onu,Daha on dördünde kalkıp evermiş,Öyle güzelmiş,Öyle güzelmiş kiHafif bir eğilse saçı yere değermiş.Bir ana, bir oğul kalmıştık evde.Derdimiz pek yoktu amaMutlu da sayılmazdık.Sonsuz bir hasret vardı içimizde,Ama kime karşıNe için bilmezdik.Yıllar hep böyle geçti.Renksiz mi, renksizdi hayatımız,Hiçbir meşgalemiz yoktu çalışmaktan başka,Yazın yolma, harman,Kışın ekinle uğraşırdık.Bir bahar oldukça bereketli geçti.Tanrı esirgemedi Nisan yağmurunu.Suyun kenarında bir tarla,Bir de söğütlük almıştık.İşte beni o söğütlük mahkûm etti!Ben o mavi suyun, yeşil yaprakların kurbanıyımHem öyle bir kurban ki,Sırılsıklam sevdalıyım.Zeynep’le orada tanıştık,Orada bakıştık birbirimize,Orada gezdik, orada konuştuk,Ve bir sabah günden erken,Orada su içtim testisinden.Yitik bütün sevgileri bulmuştum onda.Bacım kadar temiz, bacım kadar güzeldi.Yüzünü dizime yaslayıp,‘Seviyorum’ demesi yok mu?Bir ömre bedeldi.30