20.01.2017 Views

YIL 2016 SAYI 26

1453_sayi_26_web

1453_sayi_26_web

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

“İSTANBUL’UN SANAT<br />

Şunu kabul etmeliyim ki ben şanslı, hem de çok şanslı bir<br />

çocuktum. Çok küçük yaşlarda, ilkokul çağımda ve sağlık<br />

nedenleriyle on bir, on iki yaşlarıma kadar okula gitmemek,<br />

gidememek durumunda kaldığım için akranlarım<br />

okula giderken ben rahmetli babam ile gezip dolaşıyordum.<br />

Bir ağabeyim daha olmasına rağmen, her nedense<br />

beni yanında taşırdı rahmetli. Her yere; işe, tekkeye, gezintiye…<br />

Her yere benimle giderdi. Bunların arasında Sütlüce<br />

Mezbahası olduğu kadar, Küllük gibi sanat mahfelleri<br />

de vardı. Arkadaşlarıyla orada buluşurlar, saatlerce sohbet<br />

ederler, tartışırlardı. Ben çocuk da üstümüze eğilmiş atkestanesi<br />

ağaçlarından dökülen meyveleri toplar, onlarla<br />

sohbet ederdim. Geçtiğimiz yıl büyük bir şans eseri elime<br />

geçen “Küllükname”yi nasıl bir iştiha ile okuduğumu tarif<br />

edemem. Sıtkı Akozan, Küllükname’yi 1936 yılında mesnevi<br />

formunda yazmış, bir formaya sığdırmış ve doğru sayabildiysem<br />

yüz yirmi seçkinimizin adını kaydetmiş orada<br />

Küllük müdavimi olarak…<br />

O günlerde, Bayezid Camii’ni ortaya alırsak, bir yanında<br />

Küllük varken öbür tarafta, Sahaflara girmeden önce solda,<br />

sanırım şimdi Bayezid Devlet Kütüphanesi olan binada<br />

cumartesi günleri, benim yakıştırmamla ‘etfal’e mahsus<br />

bir edebiyat mahfeli vardı. Evet, çocuklara tahsis edilmiş<br />

bir salon vardı binanın içinde ve dediğim gibi hafta sonu<br />

cumartesi günleri oraya gider, inanılmaz bir uğultu içinde<br />

kitap okur, okuduğumuz kitapların tartışmasını yapıyoruz<br />

diye kavgasını yapar, sıra gelirse mikrofona çıkar şiir okurduk.<br />

Başımızda görevli hocalar vardı, her sorumuza cevap<br />

vermeye çalışırlar, akşam olunca da yığıldıkları sandalyelerden<br />

gidişimizi izlerlerdi. Zaman geçtikçe orada bulunmaya<br />

alıştık, dinlemeyi öğrendik. Dahası ilgi sahalarımıza<br />

göre, bir nevi, gruplara ayrıldık farkına varmadan.<br />

Sahaflarda, tezgâhlarda eşinip kitap seçmeyi de oraya<br />

gidiş gelişlerimde öğrendim. Bir defasında babamın okul<br />

arkadaşı ve evimizin müdavimi olan merhum Cemalettin<br />

Server Revnakoğlu’na, “Şeyh Çocuk” amcama rastlamaz<br />

mıyım? Tuttu elimden, o abartmalı tavrıyla başladık dükkân<br />

dükkân gezmeye… Her girdiğimiz mekânda beni, babamın<br />

kim olduğunu anlatarak tanıştırdı. Anlayacağınız<br />

Batılıların “sosyeteye takdim” töreni gibi fakir de Sahaflar<br />

âlemine Şeyh Çocuk amcam tarafından takdim edildim.<br />

Bu, okuyanı rahatsız edebilir ama “Mekteb-i Sultanî” diye<br />

de tanınan Galatasaray Lisesi’nde Cemalettin Server Bey’e<br />

uygun görülen lâkab bu imiş.<br />

Gel zaman, git zaman, gün geçti, devran döndü; okullar<br />

bitti, elimiz ekmek tuttu. Vazife gereği İstiklal Caddesi’nden<br />

her gün geçer olduk. Yuvarlak Masa’da bir müzik<br />

mahfeline nasıl üye olunabildiğini öğrenirken karşı sıradaki<br />

tenha bir sinema mahfelinde Cahide Sonku gibi bir<br />

efsanenin nasıl bir kadeh şarap dilendiğini gördük.<br />

Gavsi BAYRAKTAR<br />

Tünel başında İstiklal Caddesi’nin başlangıcında yer alan<br />

tarihi Botter Apartmanı’nda bulunan iş yerimizde öyle<br />

olaylar yaşadık ki, hangi birini anlatsak bir mahfel çıkar<br />

karşımıza. Yabancı dilde haberleşmemizde görevlendirilmek<br />

üzere bir elemana gerek vardı. Verilen gazete ilanına<br />

göre başvuranlar arasında bir genç vardı ki, aranan nitelikleri<br />

fazlasıyla karşılıyordu. Almanca isteğimize karşı, İngilizceye<br />

de hâkim olan biriydi ama ancak yaz başına kadar<br />

çalışabileceğini söylüyordu. Bu beyanını da dürüst davranış<br />

olarak niteleyip işe aldık. Sarışın, uzun boylu ve mavi<br />

gözlü bir arkadaş idi. Rahat tavırları ve açık konuşmasından<br />

etkilenmiştim. İşe başladı. Her gün mesai saatinden<br />

çok önce gelmesi dikkatimi çekmişti. Açıkça sordum; aynı<br />

açıklıkta cevap verdi: Zemin katta bir Amerikalı bayan oturuyordu.<br />

Bizim genç mütercim erken gelerek kadının posta<br />

kutusuna bırakılan İngilizce gazeteleri okuyup yerine<br />

bırakıyormuş. Birtakım olaylarda gelen raporları okurken<br />

ve telefon görüşmelerini dinlerken anladık ki sadece iki dil<br />

değil çok daha fazlasını biliyordu. Romence, İtalyanca ve<br />

Fransızca bunlardan birkaçıydı. Sorduk ve anladık ki, Genç<br />

arkadaş dil öğrenme konusunda özel bir heves ve yetenek<br />

sahibiydi. Ankara’da bir Katolik rahip bularak Latince ders<br />

almıştı. Yazın işten ayrılma nedeni de Afganistan’a gidip<br />

Urduca öğrenmek idi. Her yıl bir yere gider ve oranın dilini<br />

öğrenirmiş. Bu durumda işten ayrılacağına şirket hesabına<br />

giderek hem dil öğrenmesini hem de bu faaliyetini bizim<br />

karşılamamızı, masraflarını ödeyebileceğimizi teklif ettim<br />

ama kader, onun seyahatinden önce ben işten ayrılmak<br />

zorunda kaldım. Ertesi yıl sanırım, ilk çeviri kitabı yayınlandı.<br />

Gılgamış Destanı’nı orijinal dilinden çevirmişti. Yıllar<br />

sonra sanal alemde karşılaştık. Mesleğinde yükselmiş ama<br />

tevazuunu hiç bırakmamıştı. İstanbul Üniversitesi öğretim<br />

üyelerinden Profesör Teoman Duralı idi. Şimdi nerededir<br />

bilmem. Yaş farkımıza rağmen arkadaşlığından onur duyduğum<br />

bir kimsedir.<br />

Beraberliğimiz sırasında başka bir iş arkadaşımız vardı; çalışkan,<br />

başarılı, nazik ve duygusal biriydi. Hayatta uğradığı<br />

terslikler, alkole sığınmasına sebep olmuştu. Hayatını düzene<br />

sokmak için desteğimizi istedi. Peki, dedik ve iş dışı hayatına<br />

ister istemez girdik. Bir otelde kalıyor ve yemeklerini<br />

hep aynı yerde yiyordu. Yemek yediği yeri görmek istedim,<br />

öğle yemeğine götürdü. Asmalımescit’te küçük bir köfteci<br />

dükkanı idi. Büyücek, on-on iki kişinin çevresine oturabileceği<br />

tek bir masa vardı içeride. Bir pişirici ve bir de servisi<br />

üstlenen patron vardı. Mehmet Abi dedikleri patron badem<br />

bıyıkları ve ayağındaki yumurta ökçe yemenilerle tam da İstanbul<br />

usulü bir efendi külhan beyi olduğunu saklamıyordu.<br />

Saygılı bir tavırla bizi ağırladı. Çıkışta bizimkine bir şeyler<br />

fısıldadı. Sonra öğrendim ki, akşama davet etmiş bizi… Akşam<br />

ne var dediğimde anlatıldığına göre her akşam aynı kişilerin<br />

katıldığı musiki seansları yapılır, yabancı alınmazmış.<br />

Birkaç gün sonra gittim.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!