01.06.2017 Views

bin-muhtesem-gunes

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Bir süre, Peşaver yakınlarındaki Nasır Bağ sığınma kampında kaldık, dedi, sigarasının külünü bir tablaya<br />

silkerken. "Oraya vardığımızda, kampta zaten altmış <strong>bin</strong> Afgan yaşa-,<br />

maktaydı.<br />

"Diğer bazı kamplar, örneğin, Allah korusun Cahızay kadar kötü değildi. Soğuk Savaş sırasında kurulan şu<br />

örnek kamplardan biriydi sanırım; hani Batı'nın dünyaya göstermek, Afganistan'a sadece silah<br />

yığmadıklarını kanıtlamak için<br />

yaptıklarından."<br />

Ama bu, Sovyet savaşı sırasındaydı, cihat günlerinde; dünya çapında bir ilginin uyandığı, para musluklarının<br />

açıldığı, Margaret Thatcher'in kalkıp ziyarete geldiği günlerde.<br />

"Gerisini biliyorsun, Leyla. Savaştan sonra, Sovyeder dağıldı, Batı da çekip gitti. Afganistan'da artık<br />

kaybetmekten korktukları hiçbir şeyleri kalmamıştı, dolayısıyla para da suyunu çekti. Nasır Bağ artık<br />

çadırlardan, tozdan ve açık lağım-<br />

344<br />

lardan ibaret. Oraya gidince, bize bir sopayla bir parça da çadır bezi verdiler, kendi çadırımızı kurmamızı<br />

söylediler."<br />

Bir yıl kaldıkları Nasır Bağ'dan en çok anımsadığı şeyin, kahverengilik olduğunu ekledi. "Kahverengi çadırlar.<br />

Kahverengi insanlar. Kahverengi köpekler. Kahverengi lapa."<br />

Her gün tırmandığı, yapraksız bir ağaç vardı; bir dala atar <strong>bin</strong>er gibi oturur, güneşe serilmiş sığınmacıları<br />

seyrederdi; yaraları, kopuk uzuvları gözler önünde. Bidonlarla su taşıyan, ateş yakmak için köpek pisliği<br />

toplayan, kör bıçaklarla tahtadan oyuncak AK-47'ler yontan, kimsenin ekmek yapmayı beceremediği, bayat<br />

buğday unuyla dolu çuvalları sürükleyen, küçücük, bir deri bir kemik oğlanları seyrederdi. Mülteci kampını<br />

dip dibe dolduran çadırlar rüzgârda çırpınırdı. Rüzgâr yabani ot öbeklerini oradan oraya sürükler, çamur<br />

mezbelelerin çatısına düşmüş uçurtmaları havalandınrdı.<br />

"Bir sürü çocuk öldü. Dizanteri, verem, açlık - ne istersen. En çok da, kahrolası dizanteriden. Tannm, Leyla.<br />

Ne çok çocuğun gömüldüğünü gördüm. Bir insanın tanık olabileceği en kötü görüntü, inan."<br />

Bacak bacak üstüne atü. Bir süre ikisi de konuşmadı.<br />

"Babam ilk kışı bile atlatamadı," diye sürdürdü sözünü. "Uykusunda öldü. Acı çektiğini sanmıyorum."<br />

Aynı kış, annesi de zatürreeye yakalanmıştı, az kaldı ölüyordu; steyşın vagon arabasını seyyar bir kliniğe<br />

dönüştürmüş olan kamp doktoru olmasaydı, ölürdü de. Kadın sabaha kadar ateşler içinde kıvranıyor,<br />

öksürüyor, kaim, pas rengi balgam tükürüyordu. Doktorun önündeki kuyruklar çok uzundu, dedi Tank.<br />

Sıradaki herkes titriyor, inliyor, öksürüyordu; alana kaçıran, dışkısı bacaklarından akanlar da vardı,<br />

bitkinlikten ya da açlıktan tek kelime edecek mecali olmayanlar da.<br />

"Ama çok düzgün adamdı, doktor. Annemi tedavi etti, "iç verdi ve o kış annemin hayatını kurtardı."<br />

345<br />

Aynı kış, Tank bir çocuğu köşeye kıstırdı. "On iki, bilemedin on üç yaşındaydı," dedi, dümdüz bir sesle. "Bir<br />

cam parçasını gırtlağına dayadım, elindeki battaniyeyi aldım. Götürüp anneme verdim."<br />

Annesinin hastalığından sonra, kendine bir söz vermiş, kampta bir kış daha geçirmemeye yemin etmişti.<br />

Çalışacak, para biriktirecek, annesini Peşaver'de temiz suyu, sobası olan bir daireye taşıyacaktı. Bahar<br />

gelince, iş aramaya koyuldu. Arada bir, bir kamyon sabah erkenden kampa gelir, birkaç düzine delikanlıyı<br />

toplayıp çalışmaya götürürdü; yakınlardaki bir tarlaya taş ayıklamaya, bir bahçedeki elmaları toplamaya;<br />

karşılığında da üç-beş kuruş para, bir battaniye, bir çift ayakkabı. Ama Tarık'ı çağıran olmamıştı.<br />

"Bacağıma şöyle bir bakar, arkalarını dönüverirlerdi," dedi. Başka işler de vardı. Kazılacak kanallar,<br />

yapılacak kulübeler, taşınacak su, helalardan kürenecek pislik. Ama bu işler için sürüyle genç birbirini<br />

yiyordu, Tank'a şans bir kez olsun gülmedi.<br />

Sonra bir gün, 1993 güzünde bir dükkân sahibiyle tanıştı. "Bir deri paltoyu Lahor'a götürmem için para teklif<br />

etti. Çok değil, ama yeterli; tutmak istediğim dairenin bir-iki aylık kirasını karşılayacak kadar."<br />

Dükkâncı ona bir otobüs biletiyle bir adres vermişti; Lahor Tren Gan'nın yakınında, bir köşe başında, paltoyu<br />

adamın bir arkadaşına teslim edecekti.<br />

"Anlamıştım tabii," dedi Tarık. "Yakalanırsam, tek başı-naydım, beni tanımıyordu; annenin yaşadığı yeri<br />

biliyorum, unutma, dedi. Ama parası, geri çevrilemeyecek kadar iyiydi. Üstelik kış bir kez daha bastırmak<br />

üzereydi." Leyla sordu: "Nereye kadar gidebildin?" Tarık güldü. "Fazla ilerleyemedim." Gülüşü mahcuptu, af<br />

diler gibi. "Otobüse bile <strong>bin</strong>emedim. Oysa kendimi doku-<br />

346<br />

nulmaz sanıyordum, bilirsin, şerbetli. Sanki yukarılarda bir yerde bir muhasebeci oturmuş, kulağının<br />

arkasında bir kalem, bu tür şeylerin çetelesini tutuyor, aşağıya bakıp şöyle diyordu: 'Evet, tamam, bunu<br />

alabilir, izin vereceğiz. Bedelini çoktan ödedi, evet, o.'"<br />

Haşhaş astann içindeydi; polis bıçağı paltoya daldırdığı an sokağın ortasına, yerlere saçılıvermişti.<br />

Tank yeniden güldü, giderek tırmanan, titrek bir kahkahaydı; Leyla onun küçükken de aynen böyle<br />

güldüğünü anımsadı; utancını gizlemek, yaptığı delice ya da kepazece bir şeyi hafife almak istercesine.<br />

"Topallıyordu," dedi Zalmay.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!