You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Leyla'nın ayaklan yeniden ağırlaştı, zemine demirledi; bütün kanı ansızın oraya birikmişti sanki. Ama aklı<br />
uzaklardaydı, özgür ve çevik, son hızla yol alan bir füze gibi Kabil'den çıkıyor, kahverengi, sarp kayalıklann,<br />
adaçayı öbekleriyle bezeli çölün üstünden, sivri uçlu, kırmı ı kayalı vadilerden, zirvesi karlı dağlann üstünden<br />
geçiyor...<br />
212<br />
"Kabil'e döneceğimi söyleyince, seni bulmamı istedi. Seni düşündüğünü söylememi. Seni özlediğini.<br />
Yapacağıma söz verdim. Ondan çok hoşlanmaya başlamıştım, anlıyor musun? Düzgün, efendi bir<br />
delikanlıydı."<br />
Abdül Şerif mendille alnını kuruladı.<br />
"Bir gece uyandım," diye sürdürdü sözünü; nikâh yüzüğüne duyduğu ilgi canlanmıştı. "Galiba geceydi, öyle<br />
yerlerde zamanı kestirmek güçtür, bilirsin. Hiç pencere yoktu. Güneş doğmuş mu batmış mı, anlayamazsın.<br />
Neyse, uyandım ve yan yatağın etrafında bir telaş, bir koşuşturma gördüm. Bana da bir sürü ilaç veriliyordu,<br />
sürekli gidip geliyordum, bazen neyin gerçek neyin hayal olduğunu çıkaramıyordum. Tek anımsadığım,<br />
doktorlann yatağın etrafinda toplaştığı, şunu bunu istediği; öten alarmlar, yere saçılmış şınngalar...<br />
» "Sabah, yatak boştu. Hemşireye sordum. Yiğitçe savaştığını söyledi."<br />
Leyla başını salladığının farkında değildi. Anlamıştı. Tabii ki anlamıştı. Bu adamın karşısına geçip oturduğu<br />
an, neden burada olduğunu, hangi haberi getirdiğini anlamıştı.<br />
"Başlarda, yani önceleri senin var olduğuna hiç inanmadım," diyordu adam şimdi. "Konuşanın morfin<br />
olduğunu sandım. Belki de var olmadığını umdum; kötü haber getirmekten hep ödüm kopmuştur. Ama ona<br />
söz verdim. Aynca, dediğim gibi, onu sevmiştim. Böylece, birkaç gün önce buraya geldim. Etrafta seni<br />
sordum, bir-iki komşuyla konuştum. Bu evi gösterdiler. Ebeveyninin başına geleni de anlattılar. Bunu<br />
duyunca, şey, arkamı dönüp gittim. Ve sana söylememeye karar verdim. Bu kadannı kaldıramayacağını<br />
düşündüm. Kimse kaldıramaz."<br />
Abdül Şerif sehpanın üstünden uzandı, elini kızın dizine koydu. "Fakat geri geldim. Çünkü, son tahlilde,<br />
senin bilmeni isterdi. Buna inanıyorum. Çok üzgünüm. Keşke..."<br />
213<br />
Leyla artık dinlemiyordu. Aklı, Penşirli adamın, Ahmet'le Nur'un ölüm haberini getirdiği gündeydi. Yüzü<br />
bembeyaz kesilen Babi'nin kanepeye yığılısını, duyunca eli ağzına giden Anne'yi anımsadı. Leyla annesinin<br />
o gün kahroluşunu izlemiş, korkmuştu, fakat gerçek bir ıstırap hissetmemişti. Annesinin kaybının<br />
korkunçluğunu algılayamamıştı. Şimdiyse bir başka yabancı bir başka ölüm haberi getirmişti. Şimdi<br />
kanepede oturan, kendisiydi. Ona kesilen ceza bu muydu yoksa; öz annesinin çektiği acıya uzak kalmasının<br />
bedeli?<br />
Anne'nin nasıl yere yığıldığını, nasıl çığlık çığlığa haykırdığını, saçlarını yolduğunu anımsadı. Oysa kendisi<br />
bunu bile beceremiyordu. Doğru dürüst kıpırdayamıyordu. Tek bir kasını bile oynatamıyordu.<br />
Koltukta öylece oturuyordu; cansız elleri kucağında, gözleri boşlukta, zihnini özgürce uçmaya bırakmış.<br />
Aradığı yeri, o iyi ve güvenli noktayı bulana kadar uçmasına izin verdi; arpa tarlalarının yemyeşil, akan<br />
suyun berrak, kavak tohumlarının <strong>bin</strong>lercesinin havada dans ettiği yeri; Babi'nin bir akasyanın gölgesinde<br />
kitap okuduğu, Tarık'ın ellerini göğsünde birleştirip uyuduğu, kendisininse ayağını dereye soktuğu, güneşte<br />
ağarmış kaya-tannlann dikkadi bakışları altında, güzel hayaller kurduğu çimenliği.<br />
214<br />
29 MERYEM<br />
"Çok üzüldüm," dedi Raşit, Meryem'in uzattığı masteva ve köfte tabağını, kadının yüzüne bile bakmadan<br />
alırken. "Biliyorum, çok yakın... arkadaştınız. Hep beraberdiniz, çocukluktan beri. Faşına gelen, korkunç bir<br />
şey. Böyle gencecik Afgan erkeklerini kaybedip duruyoruz."<br />
Gözleri hâlâ kızda, eliyle sabırsız bir işaret yaptı, Meryem hemen bir peçete uzattı.<br />
Meryem yıllardır onu yemek yerken seyretmişti, şakakla-nndaki kasların çalkalanışını, bir el pilavdan sıkı,<br />
küçük toplar yaparken, ötekinin tersiyle akan yağın silinip ağzın kenarlarındaki pirinç tanelerinin<br />
toparlanışını. Yıllarca, başını hiç kaldırmadan, hiç konuşmadan yiyip içmişti; sessizliği suçlayı-<br />
215<br />
cıydı, sanki bir hüküm verilmekteydi; sessizliği yalnızca hoşnutsuz bir homurtu, tenkitçi bir dil şaklatma, tek<br />
kelimelik ekmek ya da su buyrukları bozardı.<br />
Şimdi yemeğini kaşıkla yiyordu. Peçete kullanıyordu. Su isterken lütfen diyordu. Ve konuşuyordu. Şevkle,<br />
durmaksızın.<br />
"Bana sorarsanız, Amerikalılar yanlış adamı silahlandırdılar. Hikmetyar'ı yani. CIA'nin seksenli yıllarda,<br />
Sovyet-ler'e karşı kullanması için verdiği tonla silahı kastediyorum. .Sovyetler gitti, ama silahlar hâlâ onda, o<br />
da masum insanlara çeviriyor, annenle baban gibilere. Bir de buna cihat diyor. Ne komedi! Kadınlarla<br />
çocukları öldürmenin neresi ci-hat'mış? CIA, Komutan Mesut'u donatsaydı çok daha iyi ederdi."<br />
Meryem'in kaşları iradesi dışında kalkıverdi. Komutan Mesut mu? Raşit'in Mesut hakkındaki atıp tutmaları,<br />
hainlikle, komünistlikle suçlamaları hâlâ kulaklarındaydı. Sonra, an-layıverdi. Mesut, Tacik'ti elbette. Leyla<br />
gibi.