Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
İstanbul Amargi - Feminizm Tartışmaları Antimilitarizm ve Feminizm<br />
zaman pür bir şiddet karşıtlığı haline geldi? Tarihsel olarak bakarsak<br />
1960’lara kadar antimilitarizm hiçbir zaman şiddet karşıtı olmamıştır<br />
diyebiliriz. Rosa Luxemburg’a baktığımızda militarizmi<br />
sınıfla ve ulus-devletle ilişkilendiriyor ve önerisi de ordulara karşı<br />
halkın silahlanması. Kendimi silahlı mücadeleyi savunur vaziyette<br />
bulmak istemiyorum ama biz İspanya Devrimi’ndeki silahlı milisleri<br />
ve onların antimilitarist olarak bu mücadeleyi yapıyor olmalarını<br />
nasıl birdenbire görmez hale geldik de şiddet karşıtlığı eşittir<br />
antimilitarizm oldu? Bu özellikle Türkiye’de sürmekte olan savaşa<br />
karşı da söz üretmemizi güçleştiren bir pozisyon. Çünkü bu ahlaki<br />
bir yerden şiddet karşıtlığını savunuyor olmaktır; “Şiddet neden<br />
ortaya çıkıyor? Yapısal olarak nasıl üretiliyor? Hangi failler tarafından<br />
üretiliyor ve sistematik olarak nasıl devam edebiliyor? Gerilla<br />
hareketi nereden çıkıyor? Bir halk neden silahlanıyor?” sorgulamalarını<br />
yapamamaktadır. Bütün bu sorulara verilecek cevapları<br />
bağlamından ve tarihselliğinden kopararak pürü pak bir şekilde<br />
“Şiddet karşıtıyım, ne ordu ne gerilla,” diyerek bu işin içinden çok<br />
rahat sıyrılamayacağımızı düşünüyorum. Hep beraber “Operasyonlar<br />
durdurulsun!” noktasına gelmenin kaç yirmi yıl aldığını düşünürsek,<br />
şiddete her nereden gelirse gelsin “Hayır!” demek belki<br />
de şiddete karşı mücadele edeceğimiz araçlarımızı da elimizden<br />
alıyor. “Antimilitarist feministler olarak silahlanalım,” demiyorum<br />
elbette ama antimilitarist bir feminist olarak feminist hareketin<br />
şiddetten neden bu kadar uzak durduğunu sorguluyorum. Metinde<br />
de bahsedildiği gibi “Bir şiddet sarmalı var ve devlet kadar gerilla<br />
da bunun içerisinde ve bu şiddeti üretiyor,” söylemine neden<br />
bu kadar çabuk kapıldığımızı ve neden bunun üzerinden Kürt<br />
hareketiyle başka bir ilişkilenme biçimi geliştiremediğimizi sorgulamamız<br />
gerekiyor.<br />
Bununla bağlantılı olarak antimilitarist feministlerin<br />
Türkiye’de sürmekte olan savaşla ilgili olarak kendi pozisyonuna<br />
dair bir söz söyleyememiş olmasının sorunlu olduğunu ve Jacques<br />
Ranciére’in siyasal özneleşme diye adlandırdığı süreci gerçekleştiremediğimizi<br />
düşünüyorum. Yani Kürt hareketiyle dayanışarak<br />
ya da “Herkes Kürt’tür!” diyerek değil, biz kendi bulunduğumuz<br />
yerden, Ayşe Gül’ün söylediğine yakın bir yerden “Bu ülkenin vatandaşı<br />
olmaktan utanıyoruz,” gibi, kendi bulunduğumuz özne<br />
pozisyonunu reddederek bu sürecin içerisinde yer alabilirdik.<br />
“Türklüğünü, vatandaşlığını, bana biçtiğin her türlü rolü reddediyorum,”<br />
diyerek Kürt hareketiyle ilişkilenebilirdik. Bunu Ucube<br />
içerisinde de çoğu zaman tartıştık ama kendi bulunduğumuz<br />
özne pozisyonunu politize edemedik. Ağırlıklı olarak bir dayanışma<br />
ilişkisi kurmaya çalıştık ama bu dayanışma ilişkisi içerisinde<br />
de kendi pozisyonumuzu eleştiremedik ya da kendi pozisyonumuz<br />
üzerinden yükselen politik bir talep ortaya koyamadık diye<br />
düşünüyorum.<br />
Feminizmi bir özgürleşme hareketi olarak düşünüyorum<br />
ve bunun neysem o olabilme özgürlüğünden ziyade olmadığım<br />
şey olabilme özgürlüğü, kendi kendimizi belirleme özgürlüğü<br />
olarak tanımlıyorum. Kurucu ve proaktif bir süreç olduğunu ve<br />
bu anlamda da Sevgi Soysal’ın “hizaya gelmeme” metaforunun,<br />
militarist bir metafor olmasına rağmen çok uygun olduğunu düşünüyorum.<br />
Hizaya gelmemek metaforunun sadece militarizme<br />
karşı değil bütün alanlarda üzerimizde kurulan tahakküme karşı<br />
gelmek için çok iyi bir metafor olduğunu düşünüyorum. Biz buradan<br />
bir slogan da çıkarmaya çalışmıştık ama olmadı.<br />
Bugüne kadar olan örgütlenme deneyimlerini antimilitarist<br />
feminist hareket diye hiçbir zaman adlandırmayacağız sanırım<br />
çünkü bir hareket yok ortada. Fakat örgütlenmeler silsilesinden<br />
geriye bir slogan bile kalmamış olması beni çok düşündürüyor<br />
açıkçası. Sanırım herkes şu sorular ile yola çıkıyor: Neden biz<br />
sürekli “Öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız!”<br />
ya da “Reddet, diren, hayır de, askere gitme!” sloganlarını<br />
atıyoruz? Biz de Ucube olarak eğer bizim maksadımız erkek<br />
merkezli düşünceye karşı çıkmaksa “Biz neden kendi sloganımızı<br />
üretemiyoruz?” diye yola çıktık ama hiçbir slogan üretemeden<br />
de kaldık. Bu bence önemli bir gösterge… Bir hareketten bahsedemiyoruz<br />
ama bu örgütlenmelerden geriye bir slogan bile kalmamış<br />
olması düşündürücü. Çoğu zaman aslında taşın(a)mamış<br />
hikâyelerden de bahsediyoruz, ben bunu Antimilitarist Ucube<br />
deneyimimde fark ettim. Birkaç sene önce faaliyet gösteren antimilitarist<br />
feminist bir örgütlenmenin bile hikâyesi yeni örgütlenmeye<br />
taşınmıyor. Biraz kötü bir son oldu ama…<br />
Esen: Ama mesela “Bana bak başbakan tepemizi attırma, kendin<br />
yat kuluçkaya, bir Türkçük, iki Türkçük, üç Türkçük doğurmaya!”<br />
sloganı Safdışı’nın ve erkek şiddetiyle milliyetçi söylemi bir araya<br />
getiren ve hâlâ da eylemlerde söylenen sloganlardan bir tanesi.<br />
Var bir tane.<br />
Begüm: Evet doğru ama o da tam militarizme karşı söylenen bir<br />
slogan değil.<br />
Nurhayat: Sizleri dinlerken sürekli feminist teoride ne kadar eksik<br />
olduğumu düşünüyordum. Kendim de dâhil, herkese bir tavsiyem<br />
var; bizim felsefe tartışmamız gerekiyor. Teorik bakımdan<br />
güçlenmemiz gerekiyor çünkü teoriden beslenmediğimiz zaman<br />
pratiklerimiz çok hafif kalıyor.<br />
Feministler olarak paradoksal şeyler söylüyoruz. Kadının<br />
166 167