19.12.2017 Views

dergi

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

166<br />

BEDRİ GENCER<br />

Tanzimat ile birlikte, siyasî yapının geleneksel (patrimonyal-İslâmi) niteliklerinin<br />

törpülenmesi ve bürokratik niteliğinin ön plana çıkması, bizde de siyasetin<br />

‘iktidar’ esprisini güçlendirdi. Cumhuriyetle ile pekişen bu anlayışa göre siyaset,<br />

‘yönetim’ sürecinden çok bir ‘hükmetme’ olgusu haline geldi. Etki/tepki, iktidar/muhalefet<br />

ilişkisi sonucu, bu bir ‘devleti kapma/kaptırmama mücadelesi’ne<br />

dönüştü. Geleneksel ‘din elden gidiyor’ sloganının yerini ‘laiklik elden gidiyor’<br />

aldı; sürekli İslâm’ın devlete egemen olacağı vehmiyle baskı altında tutulmasına<br />

çalışıldı. Oysa ne devleti kapma, ne de kaptırmama mücadelesi verenler,<br />

geleneksel dünyada olduğu gibi, İslâm’da da ‘devlet’(state) diye bir kurumun<br />

olmadığını, İslâm hukukunun devlet gibi bir kurumla herhangi bir işinin olamayacağını<br />

gözden kaçırıyorlardı. Bu bağlamda 1924 Anayasasının 2. maddesindeki<br />

“Türkiye Devleti’nin dini, Dini İslâm’dır” ifadesi, muhalin talebiydi. Tunaya’nın<br />

(1981: 309) da -tersinden bir amaçla- ifade ettiği gibi, ‘hakikî’ bir şahsın<br />

veya insan topluluğunun dini olabilir ama ‘hükmî’ bir şahsın, devletin dini’<br />

olabilir miydi? Bu nedenle, (huzurunda Tunaya tarafından selamlanan ‘İ. İnönü’nün<br />

inisiyatifiyle) 1928 tarihli tadilat ile bu hükmün anayasadan çıkarılması<br />

(Erdem, 1982: 31, 41), eşyanın tabiatı gereği idi.<br />

Tanzimattan Cumhuriyete modern devletin yükselişine paralel olarak ibre<br />

gittikçe İslâm hukukundan, pozitif/laik hukuka kayarak birincisinin sahneden<br />

çekilmesi sonucunu doğurdu. Oysa tarihin hızlandığı ve siyasî varlığı koruma<br />

kaygısının doruğa çıktığı bu süreçte, özellikle Namık Kemal’in çok çabalamasına<br />

rağmen, hiçbir zaman, serinkanlılıkla, Osmanlı’nın gerçekten şeriat yüzünden<br />

mi gerilediğini tartışma fırsatı olmadı. Tarih almış başını gidiyordu ve çoğu<br />

şey bir oldubittiye geliyordu. Aydınlar ile ulema, “İslâm mâni-i terakkidir” ile<br />

“zîmin-i terakkidir” tezleri arasında gidip geliyordu. Birincisi, ‘şeriat’ı, yarı-büyülü,<br />

yarı-korkunç bir mit gibi algılayan Osmanlı-Türk elitlerinin gözden kaçırdığı<br />

nokta, ‘şeriat’ ile ‘fıkıh’ arasındaki ince ve fakat kritik farktı. 26 Normalde ikisi<br />

de ‘İslâm hukuku’ karşılığında kullanılan bu iki terim arasındaki fark neydi?<br />

Başlattıkları ‘içtimâ’î usûl-i fıkıh’ tartışmaları ile, günümüzde ‘sosyal bilimleri<br />

İslâmileştirme’ şeklindeki İslâmi epistemolojik arayışın bütün İslâm dünyasındaki<br />

öncüleri sayılan Namık Kemal ile Ziya Gökalp (Şentürk, 1996), bu iki terim<br />

arasındaki farkı kuşkusuz günümüz ilahiyat profesörlerinden çok daha iyi biliyorlardı.<br />

Kabaca söylersek, şeriat, İslâm’ın tabii hukuk, fıkıh ise pozitif (cari) hukuk<br />

boyutuna tekabül ediyordu. Dolayısıyla, fikir yürütürken İslâm hukukunun<br />

‘hangi düzey’de yetersiz olduğunun tasrihi önemliydi.<br />

İkincisi, İslâm hukukunun çağdaş dünyada yeterliliğini sorgularken ‘hangi<br />

çerçevede’ sorusu öne çıkıyordu. Belirttiğimiz gibi, geleneksel dünya görüşü<br />

uyarınca İslâm, devlet gibi iktidar aygıtı kabilinden bir tüzel kişiye yabancı olduğu<br />

için, onun ihtiyaçlarına cevap verebilecek kapasitede olup olmaması sor-<br />

26 Bu farka ilişkin bir fikir için, el-Azme, 1992: 318-36.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!