T.C Gümrük ve Ticaret Bakanlığı
1WQPJ6Jax
1WQPJ6Jax
- No tags were found...
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
A h i l i k<br />
A n s i k l o p e d i s i<br />
292<br />
kimselerdir ki bunların başında Ashâb-ı kehf gelmektedir.<br />
Nasrâbâdî’den hırka giyen Ebû Abdurrahman<br />
Muhammed b. Hüseyin Sülemî (ö. 412 / 1021) fütüv<strong>ve</strong>t<br />
konusunda eser <strong>ve</strong>ren ilk sûfîdir. Kitâbü’lfütüv<strong>ve</strong><br />
adlı eserinde fütüv<strong>ve</strong>tle tasavvuf arasında<br />
güçlü bir bağın olduğunu dile getirmiş, fütüv<strong>ve</strong>te<br />
dair âdâb, ahlâk <strong>ve</strong> niteliklerin aynı zamanda bir<br />
sûfîde de bulunduğunu söylemiştir. Sülemî fütüv<strong>ve</strong>ti,<br />
“Hz. Âdem gibi özür dilemek, Nûh gibi iyi,<br />
İbrahim gibi <strong>ve</strong>falı, İsmail gibi dürüst, Mûsâ gibi<br />
ihlâslı, Eyyüb gibi sabırlı, Dâvûd gibi cömert, Hz.<br />
Muhammed gibi merhametli, Ebû Bekir gibi hamiyetli,<br />
Ömer gibi adâletli, Osman gibi hayâlı, Ali<br />
gibi bilgili olmaktır” şeklinde tarif ederek temel<br />
ahlâkî değerleri <strong>ve</strong> faziletleri fütüv<strong>ve</strong>t kelimesine<br />
yüklemiştir.<br />
Nasrâbâdî’nin bir diğer meşhur müridi Ebû Ali<br />
Dekkâk’a göre (ö. 405 / 1015) fütüv<strong>ve</strong>t ahlâkı,<br />
kâmil manada Hz. Peygamber’den başkasında<br />
bulunmaz. Çünkü kıyamet günü bütün insanlar<br />
kendini düşünürken Resûl-i Ekrem ümmetini<br />
düşünerek onların affını isteyecektir. Ebû Ali<br />
Dekkâk’ın hem damadı hem de halifesi olan Abdülkerim<br />
Kuşeyrî ise (ö. 465 / 1072) fütüv<strong>ve</strong>tin<br />
aslının, her hâlükarda Hakk’a muvafık hareket etmek<br />
olduğunu söyler. Ona göre fütüv<strong>ve</strong>t Allah’a <strong>ve</strong><br />
halka yönelik olmak üzere iki şekildedir. Allah’a<br />
yönelik fütüv<strong>ve</strong>t, Allah’ın emirlerini hiçbir memnuniyetsizlik<br />
göstermeden yerine getirmektir. Halka<br />
yönelik fütüv<strong>ve</strong>t ise adaleti gözetmek, insaflı<br />
olmak <strong>ve</strong> intikamı terk etmektir. “İnsanların hem<br />
bu dünyada hem de âhirette senin yüzünden zor<br />
durumda kalmamasını” fütüv<strong>ve</strong>tin zir<strong>ve</strong>si olarak<br />
kabul eden Kuşeyrî dostların hatalarını görmezden<br />
gelmeyi, düşmanların da mahcup olmamaları<br />
için söylediklerine kulağı tıkamayı bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />
değerlendirir.<br />
Tasavvuf tarihinde Râbia el-Adeviyye (ö. 185 /<br />
801) ile başlayan Allah sevgisine (muhabbetullah)<br />
dayalı derûnî hayat tarzı Bâyezid-i Bistâmî (ö. 234<br />
/ 848), Hallâc-ı Mansûr (ö. 310 / 922), Ebû Bekir<br />
eş-Şiblî (ö. 334 / 946) gibi sûfîler başta olmak<br />
üzere sonraki birçok sûfî tarafından da benimsenmiştir.<br />
İlk sûfîler Allah sevgisini ifade ederken<br />
genellikle hub, muhabbet, habîb, mahbûb gibi kelimeleri<br />
tercih ettikleri halde daha sonrakiler yaygın<br />
olarak aşk, âşık, mâşuk gibi kelimeleri kullanmaya<br />
başlayınca “ilâhî aşk” kavramı doğmuştur.<br />
Aşk kavramını ilk defa muhabbetten ayırarak<br />
etraflı bir şekilde ele alan sûfî, İmam Gazzâlî’nin<br />
kardeşi Ahmed Gazzâlî’dir (ö. 520 / 1126). Kaleme<br />
aldığı Sevânihu’l-uşşâk/Sevânih fi’l-ışk adlı<br />
eseri yaygınlık kazandıktan sonra aşk kavramı<br />
tasavvuf çevrelerinde de benimsenmiştir.<br />
XII. yüzyılın başlarında <strong>ve</strong>fat eden İmam<br />
Gazzâlî’nin (ö. 505 / 1111) tasavvuf tarihi açısından<br />
ayrı bir önemi vardır. Onun “Allah göklerin<br />
<strong>ve</strong> yerin nûrudur” (en-Nûr 24/35) âyeti <strong>ve</strong> bazı<br />
hadisler ile önceki sûfîlerin sözleri çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />
tasavvufu nur ağırlıklı bir anlayış temeline oturttuğu<br />
<strong>ve</strong> bu hususu açıklamak üzere Mişkâtü’lenvâr<br />
adlı eserini kaleme aldığı bilinmektedir.<br />
Ona göre Allah en yüce <strong>ve</strong> hakiki bir nurdur,<br />
diğer bütün nurların da kaynağı O’dur. Rûhânî,<br />
cismânî, manevî-maddî bütün varlıklar o nûrun<br />
yansımalarıdır. Nurun kaynağından feyezân suretiyle<br />
meydana gelen bütün bu nurların sayılamayacak<br />
kadar dereceleri vardır. Kaynağından<br />
uzaklaşan nurların nurluluk derecesi azaldığından<br />
karanlıkları artmaktadır. Allah’ın varlığının<br />
çok açık olması; yani nûrunun işrakı sebebiyle<br />
insanlara kapalı hale gelmiştir.<br />
XIII. yüzyılın ilk yarısında varlığın birliği anlayışını<br />
geniş bir şekilde ortaya koyan Muhyiddin<br />
İbnü’l-Arabî’nin (ö. 638 / 1240) tasavvuf ehli arasındaki<br />
etkisi günümüze kadar kesintisiz olarak<br />
devam etmiş, görüşleri daha çok el-Fütûhâtü’l-<br />
Mekkiyye <strong>ve</strong> husûsiyle Füsûsü’l-hikem adlı eserleri<br />
vasıtasıyla sonraki nesillere aktarılmıştır.<br />
“Şeyhü’l-ekber” unvanı sebebiyle onun görüşleri<br />
çerçe<strong>ve</strong>sinde oluşan mektebe de Ekberiyye denilmiştir.<br />
İbnü’l-Arabî’nin pek çok takipçisi bulunmakla<br />
birlikte görüşlerini tasavvuf içinden <strong>ve</strong><br />
dışından tenkid edenler de olmuştur. Onun hatalarına<br />
işaret eden sûfîler Alâüddevle-i Simnânî,<br />
Abdülkerîm el-Cilî, Zeynüddin Hâfî, İmam-ı<br />
Rabbânî <strong>ve</strong> Rabbânî’nin günümüze kadar gelen<br />
birçok takipçisidir. Sûfîde varlığın birliği anlayışının<br />
seyru sülûkün ileri mertebelerinden birinde<br />
meydana geldiğini belirten İmam-ı Rabbânî (ö.<br />
1034 / 1624), bu mertebede her şeyin tek varlık<br />
olarak göründüğünü, yani varlıkta birliğin ontolojik<br />
bir geçerliliği olmayıp yalnızca görüntüden<br />
ibaret olduğunu, söz konusu mertebe aşıldığında<br />
zâtın gölgeleri olan kâinâtın faklı bir varlığa sahip<br />
olduğunun bilindiğini vurgulamıştır.<br />
Asr-ı saâdet’ten itibaren devam eden zikir silsileleri<br />
çevresinde oluşan tasavvufî gruplar zamanla<br />
değişik isimler altında tarikatları oluşturmuştur.<br />
Birçoğu bugünkü adları <strong>ve</strong> yapılarıyla XII. yüzyıl<br />
<strong>ve</strong> sonrasında oluşan bu tarikatlardan Ebû