30.05.2016 Views

sempozyum_bildiri_kitabi

sempozyum_bildiri_kitabi

sempozyum_bildiri_kitabi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Haliçli Köprü romanında, bedenini ötekinin tasarrufundan kurtarmak suretiyle özgürleşerek<br />

modern bir erginlenme sınavının basamaklarını kateden genç kadın, bu dönüşümün ilk sinyallerini<br />

romanın hemen başında, tiyatro okuma isteğine ailesi tarafından karşı çıkıldığında verir; neredeyse<br />

bir meydan okumayla aldığı Almanya’ya gitme kararıyla, yaşamını değiştirecek bir fitili de ateşlemiş<br />

olur. Önce Berlin ve sonra İstanbul’da karşı karşıya kaldığı olay ve durumlar neticesinde anlatıcı, bu<br />

kez kendinden daha emin bir şekilde Berlin’e gitmeye karar vererek yeni duruma geçiş yapar. Ancak<br />

Jale Parla’nın “Türkiye’de kadınlarca yazılmış kadın Bildungsroman’ları mutlu sonla bitmezler” 6<br />

sözünü destekler şekilde, ulaşılan bu yeni durum, 1970’lerin Türkiye’sinde politize olmuş bir kadının<br />

zorunlu göçü sonucunu doğurmuştur denebilir.<br />

Almanya’ya gitmeden önce tiyatroyla ilgilenen ve bu ilgisi sebebiyle derslerini ihmal eden, bütün<br />

bunların üstüne bir de Almanya’ya gitme kararını dile getiren anlatıcıya karşı ebeveynlerinin<br />

söylemleri geleneğin ağırlığını taşır: “Daha yumurta bile pişiremiyorsun.” 7 Bilhassa annesinin, tiyatro<br />

ile kurduğu duygu‐yoğun ilişkiye dayanarak sarf ettiği “Tiyatro hayatını mahvetti.” 8 benzeri ifadeler,<br />

anlatıcının başkaldırısının esas hazırlayıcısı olur. “Tiyatroda aldığım alkışları evde annemden<br />

alamıyordum” 9 cümlesi, ebeveynlerinin gelenekçi tutumlarına getirdiği isyanın ifade bulmuş halidir.<br />

Okulunu bitirmesi konusundaki ısrarlı girişimler anlatıcının kararlılığını arttırmış olacak ki bir sonraki<br />

sahnede Almanya’ya giden trenin koridorlarına geçilir.<br />

Anlatıcının kadın göçmenlerle ilk karşılaşması, Almanya’ya doğru yol alan trende olur. Bu<br />

kadınların arasında annesini andıranları aramakta olduğunu fark eder. Kuşkusuz bu ayrılık, sıradan bir<br />

kopuştan fazlasını ifade etmektedir. Genç yaştaki anlatıcı, aynı anda hem doğup büyüdüğü<br />

memleketten hem de geleneğin aktarıcısı, taşıyıcısı ve yeniden üreticisi konumundaki anneden<br />

ayrılışıyla birlikte, kendisine sınırlar çizen bu unsurların yokluğunda nasıl davranacağını, varlığını nasıl<br />

sürdüreceğini bilemez. Öfkesini ve gözyaşlarını arttıran bu kayboluş hissi, anlatıcıya “... sanki ben<br />

annemi değil de annem beni terk etmişti” 10 dedirtecektir. Aileden kopuş, hakikatte bir tahakkümü<br />

yıkma ve reddetme girişiminin ilk ve en zorlu bileşenidir.<br />

Türkiye’den Almanya’ya giden bütün kadın göçmenler, bir kadınlar yurdunda (“wonaym”da) bir<br />

arada kalırlar. Sabahları beşte kalkıp işlerine gider, akşamları yurda dönüp erkenden yatarlar.<br />

Ailesinden ve o zamana değin yerleşik olduğu kültürel atmosferden uzak olan anlatıcı, gündelik hayat<br />

pratiklerindeki bu tekdüzelik içerisinde, tiyatroyla kurduğu ilişkiden de hareketle, başlangıçta yalnız<br />

çevresini gözlemlemekle yetinir. Yazar, anlatıcı ve bahsedilen kadın kimliklerinin tümü aynı kültürel<br />

mirastan gelmektedirler. Gündelik olanın sınırlarından taşacak en ufak bir harekette bulunmamaya<br />

âdeta özen gösteren bu insanlar, Türkiye’den Almanya’ya geçerek gösterdikleri coğrafi sınırları aşma<br />

konusundaki kararlılığı kendilerine cinsel kimlikler bağlamında tanımlanan sınırları aşmakta<br />

gösteremezler. Belki de dış dünyayla karşılaşmaktan özenle kaçınmaları, bu çarpışmanın kendilerini<br />

hapseden sınırlarda yaratacağı kırılmanın bilincinde olmalarından kaynaklanmaktadır.<br />

Öte yandan, her ne kadar aynı kültürel mirastan beslenseler de göçmenlik deneyimi yaşayan<br />

kadınların anne, eş ya da genç kız olmaları bağlamında farklı referans noktalarından farklı temsil<br />

biçimlerini imledikleri muhakkaktır. Kadınlara örülen eril duvarların yüksekliği, onların direnme ve<br />

meydan okuma pratiklerini de belirler. Duvarlar yalnız anne, eş ya da genç kızlar için değil farklı<br />

sosyo‐ekonomik yapılardaki aileler için de farklı yüksekliklerde örülmektedir. Anlatıcının bir genç kız<br />

olması, ayrıca içinde yaşadığı küçük burjuva evinde, özgürlükçü olduğu anlaşılan, onaylamasa bile<br />

gidiş sürecini destekleyen, kendi kararlarını alma ve bireyselleşme noktasında onu özgür bırakan bir<br />

babaya sahip olması, onun mevcut duruma meydan okumasını sağlayan temel unsurlardandır.<br />

Anlatıcının Berlin’e çalışmaya giden kadınlara ilişkin deneyimlerinden bir diğeri, işle kurdukları<br />

ilişkiye dairdir. Çalışırken yalnız cinsiyetini değil, neredeyse bilincini de yitiren, bu suretle insandan<br />

çok makineyi andıran kadınlar, Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar’ında iş döngüleri çok çarpıcı bir<br />

şekilde anlatılan fordist sistemin mağdurlarına dönüşürler. Çalışma ortamları gibi, yaşam alanları olan<br />

yurtlar da belirli kalıplar çerçevesinde birörnek hareket ettikleri mekânlar arasındadır. İş çıkışında<br />

hızlıca yurtlara dönen kadınlar odalarında daha akşam olmadan akşam yemeklerini yer ve gece<br />

olmadan uyurlar. Sistemin arzu ettiği şekilde, güçlendirilmiş özdenetim yoluyla içselleştirdikleri<br />

toplumsal cinsiyet kurguları, onları sürekli izlenen haline getirmektedir. Bu kurgunun oluşturduğu<br />

baskı öylesine kuvvetlidir ki kadınlar yalnız kaldıklarında bile her an bir üçüncü kişinin bakışıyla

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!